pıhtı is. Far, pikti, puhti Koyulaşarak yan katı duruma gelmiş sıvı: "Topla parçalanmış, taşlarında kan pıhtıları duran bir siper önünde sırayla şehit mezarlarına kadar gelmişim." -H. E. Adıvar.
pıhtılanma is. Pıhtılanmak işi.
pıhtilanmak (nsz) İçinde pıhtılar olmak.
pıhtılaşma is. Sıvı durumdan pıhtı durumuna geçme, pıhtılaşmak işi.
pıhtılaşmak (nsz) Pıhtı durumuna gelmek.
pıhtılaştırma is. Pıhtılaştırmak işi.
pıhtılaştırmak (-i) Pıhtı durumuna getirmek.
pılı pırtı is. 1. Eski eşya: Şu pılı pırtıları kaldırmalı, 2. alay Eşya. piliyi pırtıyı (veya pılı pırtıyı) toplamak gitmek üzere bütün eşyalarını toplamak: "Dört sene sonra ustası pılıyı pırtıyı toplamış, geldiği memlekete geri dönmüş." -S. F. Abasıyanık.
pıllım pıllım sf. Köhne ve eskimiş, pıllım pıllım olmak köhneleşmek.
pınar is. 1. Yerden kaynayarak çıkan su, kaynak: "Paşaoluk Yaylası'nın her bucağından bir pınar kaynar." -R. H. Karay. 2. Bu suyun çıktığı yer, kaynak, memba. 3. Çeşme.
→ pınar başı, gözpınarı
pınar başı is. Pınarın etrafı: "İşte bir pınar başındayım; oluğun altına bir sepet iri, olgun, renkli şeftali koymuşlar." -R. H. Karay.
pır is. 1. Kuş kanatlarının çıkardığı ses: Kuş, pır diye uçtu. 2. Bir yerden kaçıp gitme düşüncesini anlatan bir söz: Dörtyol ağzında pır!
→ pırpır
pırasa is. (pıra'sa) Yun. bot. Zambakgillerden, sapından ve yapraklarından yararlanılan, çok yıllık bir kış sebzesi (Allium porrum).
→ pırasa bıyıklı, denizpırasası, yer pırasası
pırasa bıyıklı sf. Uzun, gür bıyıklı (kimse).
pırazvana is. Far. birüzbân Kılıç, bıçak vb. saplı şeylerin sap içinde kalan bölümü.
pırıldak, -ğı is. Işık açıp kapamak yoluyla işaretler vererek anlaşmayı sağlayan araç.
pırıldakçı is. Pırıldak kullanmasını bilen ve bu işte çalışan kimse.
pırıldama is. Pırıldamak işi.
pırıldamak (nsz) Işık saçmak, ışıldamak: "Tıpkı annemin yelpazeleri gibi türlü renklerle pırıldayan kuyruklarını durmadan açıp kapar." -Y. K. Karaosmanoğlu.
pırıl pırıl sf. 1. Çok parlak, çok ışıklı: "Yüzünüz en sıhhatli, en rahat kimselerin hayat şevkiyle pırıl pırıl kalkar gidersiniz." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Çok temiz, tertemiz: "Bisikletini, o her tarafı pırıl pırıl nikelajlı bisikletini alıp almamayı düşündü." -S. F. Abasıyanık. 3. Çok yeni: "Son sistem, pırıl pırıl rotatif almışlar." -Y. Z. Ortaç. 4. mec. Kusursuz, eksiği olmayan, tam: "Şimdi artık yepyeni, pırıl pırıl bir mizahçı kuşak yetişti. " -H. Taner.
pırıltı is. Pırıldayan şeyin yansıttığı ışık: "Enver Paşa, elinde tuttuğu bir kutuyu açtı ve içinden bütün çöl gecesine akseden bir pırıltı çıktı."-F. R. Atay.
pırıltılı sf. 1. Pırıltısı olan, parlak. 2. mec. Süslü, özentili: "Ne kadar güzel, ne kadar pırıltılı seyahat mektupları yazmıştı Avrupa'dan. " -Y. Z. Ortaç.
pırlak, -ğı is. Doğan, atmaca vb. yırtıcı kuşları yakalamada çağırtkan olarak kullanılan, avcılarca bir kafes içinde av yerine bırakılan kuş.
pırlama is. Pırlamak durumu veya biçimi.
pırlamak (nsz) 1. Kuş, herhangi bir şeyden ürküp uçmak. 2. İnsan, bulunduğu yerden koşarak hemen uzaklaşmak.
pırlangıç, -ci is. Ses çıkararak dönen topaç.
pırlanta is. (pırla'nta) İt. brillante 1. Birçok façetası olacak biçimde yontulmuş foyasız parlak elmas: "Onlara hakiki pırlanta diye geçirilmek istenen yalancı elmaslara bir kuyumcunun baktığı gibi bakmıştı." -H. E, Adıvar. 2. sf. Üzerinde pırlanta olan (yüzük vb.); "Sonra kalan pırlanta salkım küpe, annesinin yadigârı da elinden çıktı." -P. Safa, pırlanta gibi çok iyi nitelikleri olan, değerli, saf, temiz: "Bunların arasında umutsuz yaşamayan pırlanta gibi delikanlılar vardı." -T. Buğra.
pırlan tali sf. Pırlantası olan: "Başında yapma çiçekler ve pırlantalı iğnelerle süslü pembe bir hotoz vardır." -S. Birsel.
pırlantasız sf Pırlantası olmayan.
pırnal is. Yun. bot. Kışın yapraklarını dökmeyen bir tür meşe çalısı (Çuercus ilex).
→ pırnal kömürü
pırnal kömürü is. Çalıdan yapılan, kaliteli, iyi kömür.
pırnallık, -ğı is. Pırnal çalılığı: "Sık pırnallıklar, erguvan, defne, alıç kümeleri yer yer yolu boğuyor." -N. Cumalı.
pırpı is. Yılan sokmasına karşı ilaç olduğuna inanılan bir tür taş, yılan taşı.
pır pır zf. Genellikle kuş kanadının çıkardığı sesi andırır sesleri anlatmak için kullanılır. pır pır etmek ışık yanıp sönmek: "İdare lambası pır pır edip duruyordu sofadaki merdiven başında." -Ç. Altan.
pırpırı is. tar. 1. Yeniçeri salma erlerinin giydikleri kırmızı çuhadan yapılmış cübbe, pirpiri. 2. Bir tür Bizans altını. 3. sf. argo Uçarı, hovarda.
pırpırlama is. Pırpırlamak işi veya durumu.
pırpırlamak (nsz) Yanıp sönmek.
pırpıt sf Yun. 1. Eski püskü, değersiz, işe yaramayan. 2. is. El tezgâhında dokunmuş kaba yünlü, 3. is. Pehlivanların güreşte kispet yerine giydikleri, kalın bezden yapılmış veya keçi kılından örülmüş don: "Bularak bir de pırpırla benzer dizlik..." -M. A. Ersoy.
pırpıtçı is. Pıtpıt işi ile uğraşan kimse.
pırtı is. 1. Değersiz şey, eşya. 2. Eskimiş giysi: "Aktör, o her günkü pırtısını giyip de sahneye çıkarsa, ağzıyla kuş tutsa seyirciye Demirhane Müdürü olduğunu yutturamaz." -S. F. Abasıyanık, 3. hlk. Ufak tefek ev eşyası. 4. hlk. Basma ve ketenden yatak, yorgan yüzü, giysilik kumaş.
→ hırtı pırtı, pılı pırtı
pırtlak, -ğı sf. 1. Pırtlamış, dışan fırlamış, patlak: "Zatî Bey ellerini çırptı, pırtlak gözlü hafiye odaya girdi." -H. E. Adıvar. 2. Kolayca kabuğundan dışarı çıkabilen: Pırtlak üzüm.
pırtlama is. Pırtlamak işi veya durumu.
pırtlamak (nsz) Bulunduğu yerden kayıp dışarı çıkmak: "Mayosu da dar, bütün kaba etleri pırtlamış kenardan." -H. Taner.
pısırık, -ğı sf. Tutuk, sünepe, aşırı çekingen, yüreksiz ve beceriksiz, girgin karşıtı: "Beceriksiz mi beceriksiz, pısırık mı pısırık! A, ne yapayım ben böyle erkeği!.." -A. Ş. Hisar.
pısırıkça zf. Pısırık gibi, pısırığa yaraşır biçimde.
pısırıklaşma is. Pısırıklaşmak işi.
pısırıklaşmak (nsz) Pısırık olmak, pısırık duruma gelmek.
pısırıklık, -ğı is. Pısırık olma durumu veya pısırıkça davranış: "Herkestenuzak duruşu, çekingenliğinden, pısırıklığından çok, birtakım sürtüşmelerden korunmak içindi." -N. Cumalı.
pısma is. Pusma.
pısmak, -ar (nsz) Pusmak: "Bir daha böyle laf edersen ağzını yırtarım deyince kız pisti." -S. F. Abasıyanık.
pışpışlama is. Pışpışlamak işi: "Gitti, ablasının kucağında mızmızlanan bebeği kollarına aldı, pışpışlamaya başladı." -N. Cumalı.
pışpışlamak (-i) 1. Bebeği kucakta yavaş yavaş sallayarak uyutmaya çalışmak. 2. mec. Teselli etmek, avutmak.
pışt is. Islıklı ses. pışt demek rahatsız edici bir söz söylemek: ... kimsenin kızına pışt demeden.
pıt is. Çok küçük bir nesnenin, su damlasının yere veya herhangi bir şey üzerine düşmesiyle çıkan hafif ses.
→ pıt pıt
pıtırdama is. Pıtırdamak işi.
pıtırdamak (nsz) Pıtırtı çıkarmak, pıtırtı etmek.
pıtırdatma is. Pıtırdatmak işi.
pıtırdatmak (-i) Pıtırtı çıkarmasına yol açmak.
pıtır pıtır zf. Sık ve düzgün bir biçimde hafifçe ses çıkararak: "Sol gözünden pıtır pıtır iki damla yaş dökülüverdi." -T. Buğra.
pıtırtı is. Çok hafif patırtı, hafif gürültü, pıtırtı etmek çok hafif gürültü çıkmasına yol açmak.
pıt pıt zf. "Pıt" sesi çıkararak, pıt pıt atmak korku, heyecan vb. bir sebeple kalbi fazla çarpmak.
pıtrak, -ğı is. bot. 1. Dikenli tohumları hayvanların kıllarına ve insanların giysilerine takılan bir yıllık ve otsu bir bitki (Kantium spinosum). 2. sf. mec. Çok taneli, sık. pıtrak gibi 1) üzerinde çok sayıda meyve bulunan (ağaç ve dal); 2) çok sayıda, tanecikli: "Seher, ela gözlerinden pıtrak gibi yaşlar dökerek ayrılık sahnesini düşündü." -R. H. Karay.
pıyrım pıyrım sf hlk. Çok eskimiş, çok yıpranmış: "Tıraşı bir karış uzamış, sırtındaki yağlı ceketin yakaları pıyrım pıyrım." -H. Taner.