pe

pe is. Türk alfabesinin yirminci harfinin adı, okunuşu.

peç, -ci is. Rus mimarisinde odaları ısıtmak için yapılan fırın tarzı ocak.

peçe is. İt. pezza mec. 1. Bir şeyi gizlemek için üzerine çekilen örtü. 2. mec. Maske, sır, giz: "Bu düzme cadının peçesini kaldırmalıyız. " -H. R. Gürpınar. 3. astr. Yıldız resimlerinin alındığı planların yüzeyinde görülen hafif karartı. 4. esk. Kadınların sokakta yüzlerine örttükleri ince siyah örtü, nikap: "En büyük günahımız yüzümüzde bir peçe, sırtımızda bir çarşaf olması." -A. Gündüz.

peçeteme is. Peçelemek işi.

peçelemek (-i) 1. Bir şeyi örtmek, gizlemek: "Nasıl bir dirhem et bin ayıbı örterse, bir kese akçe ondan da fazlasını peçeler." -B. Felek. 2. Uzaktan seçilmesin diye bir şeyin üzerine ağaç dalı, çalı vb. şeyler örtmek, alalamak, kamufle etmek.

peçelenme is. Peçelenmek işi veya durumu.

peçelenmek (nsz) Peçeleme işi yapılmak.

peçeli sf. Yüzünü örtmek için peçe takmış olan.

Peçenek öz. is. VIII-XI. yüzyıllar arasında Türkistan'da, Güneydoğu Avrupa ve Balkanlarda yaşamış olan bir Türk kavmi.

Peçenekçe öz. is. (peçene'kçe) Peçenek Türkçesi.

peçesiz sf. Peçe takmamış olan.

peçete is. (peçe'te) İt. pezzetta Yemekte giysiyi korumak, ağız silmek için kullanılan ince, yumuşak kâğıt veya kumaş parçası.

peçeteli sf. Peçetesi olan.

peçetesiz sf. Peçetesi olmayan.

peçiç, -ci is. (Hint dilinden) 1. Zar yerine yedi tane küçük; deniz hayvanı kabuğu atılarak bunların açık taraflarının üste veya alta gelmelerine göre taş ilerleterek oynanan bir oyun: "Muşamba fenerlerle kadın misafirler geldi, epeyce bir zaman peçiç ve yüzük oynandı. " -R. N. Güntekin. 2. Bir tür kâğıt oyunu: "Pek neşeli vaktinde hizmetçi kadınla peçiç oynar." -H. R. Gürpınar.

pedagog, -ğu is. Fr. pedagogue eğt. Eğitimci.

pedagoji is. Fr. pedagogie eğt. Eğitim bilimi.

pedagojik, -ği sf. Fr. pedagogigue eğt. Pedagoji veya eğitimle ilgili olan, eğitimsel.

pedal is. Fr. pedale Bir makinede, bir araçta ayak yardımıyla dönmeyi veya hareketi sağlayan düzen, ayaklık.

gaz pedalı

pedavra is. (peda'vra) Yun. Köknar ve ladin ağaçlarından elde edilen, çatı örtüsü olarak kullanılan ince tahta, balar, pedavra gibi (veya pedavrası çıkmış) kaburga kemikleri sayılacak kadar zayıf (kimse).

peder is. Far. peder 1. Baba: "Pederinize büyük ikramiye isabet etmiş." -R. H. Karay. 2. Hristiyanlıkta ruhani lider, papaz.

büyük peder, kayınpeder

pederane zf. (pedera:ne) Far. peder-âne esk. Babaya yakışır biçimde.

pederlik, -ği is. Peder olma durumu.

kayınpederlik

pederşahi is. (pederşa:hi:) Far. peder + şah + Ar. -i sos. esk. Soyda, temel olarak babayı alan ve ailede çocukları baba soyuna mal eden topluluk durumu, ataerkil: "Devlet çıdamı, pederşahi toplumlarda kalabalıkların idealize ettiği bir örnek kişilik olmak zorundadır." -H.Taner.

pederşahilik, -ği is. sos. Pederşahi olma durumu, ata erki: "Dünkü cemiyetin pederşahilik sistemiyle idare şekline aldanarak kendilerini bir önemli şahıs sanan babalar..." -B. Felek.

pediatri is. Fr. pediatrîe tıp Çocuk hastalıkları ile ilgili hekimlik dalı.

pediatrik, -ği sf. Fr. pediatriaue tıp Çocuk hastalıkları ile ilgili.

pedikür is. Fr. pedicure Tırnakları kesip düzeltme, nasırları yumuşatma veya çıkarma gibi işlerle ilgili ayak bakımı.

pedikürcü is. Pedikür yapan kimse.

pedikürcülük, -ğü is. Pedikürcünün işi.

pedodonti is. Fr. pedodontie tıp Diş hekimliğinde çocuk dişlerinin tedavisine ağırlık veren uzmanlık alam.

pedolog, -ğu (I) Fr. pedologue Çocuk bilimci.

pedolog, -ğu (Ti) is. Fr. pedologue Toprak bilimci.

pedoloji (I) is. Fr. pedologie, paidologie Çocuk bilimi.

pedoloji (II) is. Fr. pedologie Toprak bilimi,

pedolojik, -ği sf. Fr. pedologiaue Çocuk ve toprak bilimi ile ilgili.

pedometre is. Fr. pedometre coğ. Adıtnsayar.

peganit is. Fr. peganite min. Hidratlı doğal alüminyum fosfat.

pegmatit is. Fr. pegmatite jeol. Başlıca kuvars, feldspat ve Moskof camından oluşan, açık renkli bir tür magma taşı.

pehlivan is. Far. pehlevân sp. 1. Güreşçi. 2. mec. Boylu boslu ve güçlü kimse: "Pehlivan yapılıydı, fakat yüzünü tam göremedim." -R. H. Karay.

pehlivan duası, pehlivan yakısı, başpehlivan, yalancı pehlivan

pehlivanane zf. (pehleva:na:ne) Far. pehlevân-âne Pehlivanca.

pehlivanca zf. (pehliva'nca) Pehlivana yakışır biçimde, pehlivanca, yiğitçe, pehlivanane.

pehlivan duası is. Yağlı güreşte güreşe başlamadan önce cazgır tarafından söylenilen uyaklı sözler.

pehlivanlık, -ğı is. 1. Pehlivan olma durumu. 2. sp. Güreşçilik: "Pehlivanlık yapacakken cambazlık yapmıştı." -M. C. Kuntay. 3. mec. Güçlülük: Her işte pehlivanlık sökmez.

başpehlivanlık

pehlivan yakısı is. Keskin yakı.

pehpeh ünl. Far. peh peh Beğenme, şaşma anlatan bir söz: Pehpeh, ne güzel yakışmış!

pehpehleme is. Pehpehlemek işi.

pehpehlemek (-i) Pohpohlamak,

pejmürde sf. Far. pijmurde 1. Eski püskü, yırtık. 2. Dağınık, perişan: "Bütün kasaba ahalisi gibi bunun da üstü başı pejmürde idi." -Y. K. Karaosmanoğlu.

pejmürdelik, -ği is. Pejmürde olma durumu: "On beş yaşın bütün güzelliği, pejmürdeliği, karmakarışıklığı ile..."-S. F. Abasıyanık.

pejoratif sf. Fr. pejoratif Küçümseyici, aşağılayıcı, kötüleyici, yerici, yermeli.

pek sf. 1. Sert, katı. 2. Sağlam, dayanıklı: "İnsan gülden nazik, taştan pektir." -H. R. Gürpınar. 3. zf. Gereken, beklenen veya alışılmış olandan çok: "Pek beğendikleri ve pek sevdikleri hâlde aldatırlar." -H. C. Yalçın. 4. zf. hlk. Hızlı olarak: Pek gittiği için çabuk yoruldu, pek söylemek kırıcı ve sert konuşmak.

pekâlâ, pek başlı, pek canlı, pek çoğu, pek çok, pek doku, pek gözlü, pekiyi, pek pek, pek yürekli, pek yüzlü, ağzı pek, arkası pek, cam pek, gözü pek, sırtı pek, yüreği pek, yüzü pek

pekâlâ sf. (pek:a:lâ:) T. pek + Ar. a'la 1. Benzerlerinden aşağı olmayan: Pekâlâ bir ev, niçin beğenmediniz? 2. zf. "Dediğin gibi olsun, öyle kabul edelim" anlamlarında bir söz, peki: Pekâlâ, madem biliyordun, ne diye söylemedin? 3. zf. Karşı durum alınacağını anlatan cümlelerin başına getirilen bir söz: Pekâlâ gideceğim, siz ne karışıyorsunuz? 4. zf. Çok iyi: "Hâlbuki, yalının rehinde olduğunu pekâlâ işitmiştim." -Y. K. Karaosmanoğlu.

pek başlı sf İnatçı.

pek canlı sf. Dayanıklı.

pekçe zf. (pe'kçe) İyice: "Düğüncüler akşama kadar güneş altında pişmiş, bıkmış, yanmış oldukları için rakı sofrasına pekçe sokuldular. " -M. Ş. Esendal.

pek çoğu zm. Yeterinden fazlası.

pek çok sf. Yeterinden fazla, bir hayli.

pek doku is. bot. Selüloz çeperleri değişik kalınlıkta hücrelerden oluşan, dalların dik durmasını sağlayan doku.

pekent, -di is. jeol. Kolayca geçit vermeyen, aşılması çok güç doğal engel: Toros pekendi.

pek gözlü sf. Yılmaz, yürekli, gözü pek (kimse).

peki e. (pe'ki) 1. Evet: Dersine çalış! -Peki! 2. zf. Madem öyle ise: "Peki ama benim ne olduğumu henüz muayene etmediniz." -R. H. Karay. 3. zf. Pekâlâ.

Pekin ördeği is. zool. Çin kökenli özellikle Amerika'da yaşayan bir tür ördek.

pekişme is. Pekişmek işi.

pekişmek (nsz) 1. Sertleşmek, katılaşmak. 2. Sıkışmak, tıkanmak. 3. mec. Güçlenmek, artmak, çoğalmak, kuvvetlenmek.

pekiştirme is. Pekiştirmek işi.

pekiştirme ünlüsü

pekiştirmek (-i) 1. Sertleşmek, katılaştırmak. 2. Sağlamlaştırmak, tahkim etmek. 3. mec. Güçlendirmek.

pekiştirmeli sf. Pekiştirilmiş olan.

pekiştirmeli isim, pekiştirmeli kelime, pekiştirmeli özne, pekiştirmeli sıfat, pekiştirmeli zarf

pekiştirmeli isim, -smi is. dbl. Pekiştirmeli kelime biçiminde kurulmuş isim: Güpegündüz (güpe-gündüz).

pekiştirmeli kelime is. dbl. Türkçede çoğu kez sıfatın, bazen de ismin ilk hecesindeki ünlünün, baştaki ünsüzle birlikte, -p, -m-, -r-, -s- ünsüzlerinden biriyle veya ünlüyle başlayan bir ismin veya sıfatın yalnız -p- ünsüzüyle kapatılmasıyla ortaya çıkan hecenin, aynı sıfatın veya ismin başına eklenmesiyle kurulan kelime: kıpkırmızı (kıp kırmızı), mosmor (mos-mor), tertemiz (tertemiz), yemyeşil (yem-yeşil).

pekiştirmeli özne is. dbl. "Kendi" dönüşlü zamiriyle kuvvetlendirilmiş özne: Ben kendim gördüm. Siz kendiniz verdiniz.

pekiştirmeli sıfat is. dbl. Pekiştirmeli kelime biçiminde kurulmuş sıfat: Tertemiz elbiseler.

pekiştirmeli zarf is. dbl. Pekiştirmeli kelime biçiminde kurulmuş zarf: Apansız karşılaştık.

pekiştirme ünlüsü is. dbl. Pekiştirmeli kelimelerde kavramı güçlendirmek için türeyen ünlü: Yap-a-yalnız, çep-e-çevre, güp-e-gündüz gibi.

pekitme is. Pekitmek işi, tekit.

pekitmek (-i) 1. Güç vermek, güçlendirmek, tekit etmek. 2. Daha önce istenip de yerine getirilmemiş bir iş için yeniden resmî bir yazı yazmak, tekit etmek.

pekiyi is. Öğretimde, öğrencinin değerlendirilmesinde kullanılan en yüksek başarı derecesi: Sınıfımı pekiyi derece ile geçtim.

pekleşme is. Pekleşmek işi.

pekleşmek (nsz) 1. Sertleşmek, katılaşmak. 2. mec. Güçlenmek, sağlamlaşmak: "Hatta Hüsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadifeyle kaplı görmüş, inancı pekleşmişti." -R. H. Karay.

pekleştirme is. Pekleştirmek işi.

pekleştirmek (-i) 1. Pekleşmesine yol açmak, pekleşme işim yaptırmak. 2. mec. Güçlenmesini sağlamak: "... onun gibi şöhretini pekleştirdi." -B. Felek.

peklik, -ği is. 1. Pek olma durumu. 2. Kabız. 3. Sağlamlık, dayanıklılık,-direnç, peklik çekmek sürekli olarak güçlükle büyük abdest bozmak.

gözü peklik

pekmez is. Genellikle üzüm, dut vb. meyvelerin kaynatılarak koyulaştırılmış biçimi: "Pekmez gibi malın olsun, Antalya'dan sinek gelir." -Atasözü, pekmez kaynatmak pekmez yapmak: "Karısı ile kaynatası çoktan kalkmışlar, bahçede pekmez kaynatıyorlar. " -M. Ş. Esendal.

pekmez helvası, pekmezkefi, pekmezköpüğü, pekmez köpüğü, pekmez toprağı, dut pekmezi, üzüm pekmezi

pekmezci is. Pekmez yapan veya satan kimse.

pekmezcilik, -ği is. Pekmez yapma veya satma işi.

pekmez helvası is. Eritilen tereyağında unun hafifçe kavrulmasından sonra pekmezle kanştırılmasıyla yapılan ve cevizle birlikte sunulan bir tatlı türü.

pekmezkefi is. 1. Kula ile doru arasında bir at donu. 2. sf. Bu renkte olan (at).

pekmezköpüğü is. 1. Açık kahverengi. 2. sf. Bu renkte olan.

pekmez köpüğü is. Pekmez kaynatılırken kazanın üzerinde oluşan tatlı köpük.

pekmezli sf. 1. Pekmezi olan veya içinde pekmez bulunan: "Kendim için üzeri pekmezli bir su muhallebisi ... ısmarlamıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Tadı fazla olan, çok tatlı: Pekmezli üzüm.

pekmezlik, -ği sf. 1. Pekmez yapmak için ayrılmış. 2. Pekmez yapmaya elverişli. 3. is. Köy evlerinin yanında pekmez yapmak için kullanılan, şaraphane ve ocağı bulunan özel bina veya bölme.

pekmez toprağı is. Üzüm şırasını kestirmek için kullanılan, kil ile karışık kireçli toprak, marn.

pek pek zf. Olsa olsa, en üstün olarak: Pek pek on bin lira eder.

peksimet, -di is. Yun. Pişirildikten sonra dilimler hâlinde kesilerek ısı ile kurutulmuş, uzun süre dayanabilen ekmek: "Yanımızda, ne olur ne olmaz diye alınmış yarım çuval peksimet vardı." -H. E. Adıvar.

pektin is. 1. Bitki dokularında bulunan renksiz, metil grubundan madde. 2. Göze zarının peltemsi kabuğu. 3. Özellikle bitki hücrelerinin orta lamelinde bulunan büyük moleküllü karbonhidrat karışımı madde.

pektoral sf. Fr. pectoral tıp 1. Göğse ait. 2. Göğse veya akciğer hastalıklarına ait, göğüs hastalıklarına ilişkin.

pek yürekli sf. Acıması olmayan, yüreksiz, merhametsiz (kimse).

pek yüzlü sf. 1. Karşımdakilerin kırılacağını bildiği hâlde duygularını veya isteklerini söylemekten çekinmeyen (kimse). 2. Utanması olmayan, sıkılmaz (kimse).

peleme is. Irmaklarda işleyen, bir çeşit altı düz kayık.

pelenk, -gi is. Far. peleng esk. Pars.

pelerin is. Fr. pelerine Omuzlardan aşağı dökülen, geniş, kolsuz bir çeşit üstlük: "Kollarını yarısına kadar örten bir pelerini dirseklerinin ucu ile bir kanat gibi açıp kapıyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

pelesenk, -gi (I) is. Ar. belesân bot. 1. Türlü bitkilerden çıkarılan kokulu bir reçine. 2. Pelesenk ağacından elde edilen değerli kereste.

pelesenk ağacı, meryem pelesengi

pelesenk, -gi (II) Far. pârseng Konuşurken gereksiz tekrarlanan söz, persenk.

dil pelesengi

pelesenk ağacı is. bot. Kızıldeniz'in Afrika ve Asya kıyılarında yetişen ve kışm yapraklarını dökmeyen, değerli kerestesi kahverengi, mor veya esmer, hatta vişneçürüğü olabilen, doğramacılıkta kullanılan bir ağaç (Commiphora opobalsamum).

pelikan is. Fr. pelican zool. Pelikangillerden, pembeye çalan beyaz tüylü, kanatlan gri renkli, alt gagasında deriden bir kesesi olan iri kuş, kaşıkçı kuşu (Pelecanus onocrotalıts).

pelikangiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanların kuşlar sınıfının, leyleksiler takımının bir alt familyası.

pelikansılar ç. is. zool. Bazı sınıflandırmalara göre, pelikangiller, karabatakgiller ve sümsükgiller familyalanm içine alan bir takım.

pelikül is. Fr. pellicule Boş film, film şeridi.

pelin is. Yun. bot. Bileşikgillerden, yapraklarında ve öteki bölümlerinde çok acı, kokulu bir madde bulunan, hekimlikte kullanılan çok yıllık ve otsu bir bitki, pelin otu, acı pelin, akpelin (Artemisia absinthium).

pelin otu, acı pelin, akpelin

pelin otu is. bot. Pelin.

pelit, -di is. Ar. bellüt bot. 1. Meşe ağacı. 2. Bu ağacın meyvesi, palamut.

denizpelidi, yer pelidi

pelte is. Far. pâlüde 1. Nişasta, şeker ve su karışımının pişirilerek soğutulmasıyla yapılan bir tür tatlı. 2. Bu kıvamda olan madde. 3. kim. Koloidal bir katı içine bir sıvının işlemesinden sonra, ya bu sıvıya daldırılan koloidin doğrudan doğruya şişmesiyle veya sıcakta hazırlanan oldukça konsantre çözeltinin soğultularak kıvamlaşmasıyla oluşan esnek madde. 4. mec. Denizanası: "Denizde canlanmış bir köpük gibi açılan kapanan peltenin hayatım gördükçe bu hayatlar nedir ve niçindir, demek ihtiyacım duyardım." -A. Ş. Hisar, pelte gibi 1) çok gevşek; 2) çok yorgun.

peltek, -ği sf 1. Dilini dişlerinin arasına alır gibi konuşan ve bu yüzden s, z gibi sesleri kusurlu söyleyen (kimse): "Çiçekleri sulayan Mürüvvet bacının peltek konuşmasını dinleyip yengesiyle bahçede akşam çayım içerken..." -A. İlhan. 2. Tutuk, titrek (konuşma): "Hafif peltek, bozuk diksiyonuyla tiyatroda tutunamazdı." -N. Cumalı. 3. zf. Tutuk, titrek bir biçimde.

peltek diş ünsüzü

peltek diş ünsüzü is. dbl. Dil ucunun, ön dişlerin arasına girmesiyle oluşan ünsüzü: ingilizce îh.

peltekleşme is. Peltekleşmek işi.

peltekleşmek (tısz) Peltek duruma gelmek: "O geceden sonra çenesi biraz yana çarpıldı. Dili belli belirsiz peltekleşti." -R. N. Güntekin.

pelteklik, -ğî is. Peltek olma durumu, peltek konuşma.

peltelenme is. Peltelenmek işi veya durumu.

peltelenmek (tısz) Pelte kıvamında olmak,

pelteleşme is. 1. Pelteleşmek işi. 2. bot. Bitkisel hücre zarlanndaki selülozun değişmesi ve jelatin kıvamını alması.

pelteleşmek (nsz) 1. Pelte kıvamını almak. 2. mec. Çok yorulmak. 3. mec. Donuklaşmak, yumuşamak, ağırlaşmak: "Tramvay çanları bile sertliklerim kaybederek pelteleşmiş bir hâlde kulak zarına yapışıyorlardı." -P. Safa.

pelür is. Fr. pelure 1. Daktiloda yazıyı çoğaltmak için kâğıdın altına konulan renkli, ince kâğıt, karbon kâğıdı. 2. İnce ve yarı saydam bir tür kâğıt.

pelüş ir. Fr. peluche Bir yüzü uzun tüylü, yumuşak ve parlak, kadifeye benzer bir kumaş türü.

pembe is. Far. penbe 1. Beyaza biraz kırmızı karıştırılmasıyla oluşan açık renk. 2. sf. Bu renkte olan. pembe görmek çok iyimser olmak, her şeyi iyimser bir gözle görmek.

pembe gemre, pembekurt, pembezar, açık pembe, koyu pembe, tozpembe, Çingene pembesi

pembe gemre is. Bir çeşit üzüm.

pembekurt, -du is. zool. Pamuk ve bamya tarlalarında zarara yol açan kırmızımsı tırtıl.

pembeleşme is. Pembeleşmek işi.

pembeleşmek (nsz) Pembe bir renk almak: "Siyah buruşuk dudakları açılmış, pembeleşmişti." -S. F. Abasıyanık.

pembeleştirme is. Pembeleştirmek işi.

pembeleştirmek (-i) Pembe bir duruma getirmek: "Genç kız, hep öyle dudağım ısırıyor, yüzünü pembelestiren tatlı bir utançla gülümsüyordu." -H. Taner.

pembelik, -ği is. Pembe olma durumu veya pembe yer: "Hatice'nin yüzü o leylak rengine çalan pembeliği ile dalgalanıverdi." -T. Buğra.

pembemsi sf. Rengi pembeyi andıran, pembeye benzeyen, pembemtırak.

pembemtırak, -ğı sf. Pembemsi.

pembezar is. Far. penbe-zür 1. Genellikle gömlek yapımında kullanılan bir tür ince ve yumuşak bez. 2. sf. Bu bezden yapılan: "Ya şu pembezar gömlek?" -O. V. Kanık,

pena is. (pe'na) ît. perma Telli sazları çalmaya yarayan ve kemik, boynuz vb. şeylerden yapılan çalma aracı, mızrap, çalgıç.

penaltı is. (pe'naltı) İng. penalty sp. 1. Futbol ve hentbolda ceza alanı içinde yapılan kural dışı bir hareket sebebiyle yalnız kalecinin koruduğu kaleye ortadan ve tam karşıdan yapılan atış, ceza atışı, ceza vuruşu: "En tutulmaz penaltıları çeler ama bazen de bakarsın bacak arasından en olmayacak golleri yerdi." -H. Taner. 2. Elemeli futbol maçlarının sonrasındaki eşitlik durumlarında takımların birbirlerine üstünlük sağlamaları için rakip kaleye en az beşer kez yaptığı vuruş.

penaltı alanı,penaltı atışı,penaltı noktası, penaltı sahası

penaltı alanı is. sp. Ceza alanı,

penaltı atışı is. Futbolda ceza alanı içinde penaltının kullanılması.

penaltı noktası is. Penaltı atışının yapıldığı nokta.

penaltı sahası is. sp. Ceza alam.

pencere is. (pe'neere) Far. pencere Yapılan veya tren, vapur vb. ulaşım araçlarını aydınlatmak, havalandırmak amacıyla yapılan, çerçeve, cam, panjur, perde gibi eklentilerle daha kullanışlı bir duruma getirilen açıklık: "Bavulu açtım, kâğıdı parçaladım, pencereden attım." -R. H. Karay, pencere açmak yeni bir görüş açısı kazandırmak: "Bir insana bir şey öğrettiğiniz, ona yeni bir pencere açtığınız zamanki o parlayan bakışlar var ya, hocanın en büyük mükâfatı budur." -H. Taner.

pencere eteği, pencere kanadı, çift pencere, göz pencere, sağır pencere, çatı penceresi, dünya penceresi, hacet penceresi, köşe penceresi, tavan penceresi

pencere eteği is. Pencere ile döşeme arasındaki bölüm.

pencere kanadı is. Sabit veya menteşe yardımıyla açılıp kapanan pencere elemanı.

pencereli sf. Penceresi olan: "O sekiz pencereli odayı bir türlü açamadı." -R. H. Karay.

penceresiz sf. Penceresi olmayan: "İçeride, penceresiz, dört köşe odanın içine otuz beş kişiyi yığıvermişler." -S. F. Abasıyanık.

pencik, -ği is. Far. penc + yek tar. 1. Asker yetiştirilmek için savaş tutsaklarından beşte bir oranında ayrılan acemi oğlanı adayı. 2. Asker yetiştirilmek üzere verilen beşte bir askerden sonra esir sahibinde kalan beşte dört oranındaki esir için alınan vergi. 3. Gümrük idaresi tarafından belirli bir vergi karşılığında köle sahibine verilen sahiplik hakkını gösteren senet.

pencüdü is. (pe'ncüdü) Far. penc + du Tavla oyununda zarların üst yüzünün birinin beşli, öbürünün ikili gelmesi, beş iki.

pencüse is. (pe'ncüse) Far. penc + se Tavla oyununda zarların üst yüzünün birinin beşli, öbürünün üçlü gelmesi.

pencüyek is. (pe'ncüyek) Far. penc + yek Tavla oyununda zarların üst yüzünün birinin beşli, öbürünün birli gelmesi.

pençe is. Far. pençe 1. Yırtıcı hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları: "Kuş, beni görünce korktu, pençesinde yılanla havalandı." -M. Ş. Esendal. 2. Ayakkabının tabanındaki kösele. 3. mec. Etkisinden kurtulmak olanaksız, etkisi çok olan güç: "Bu vicdan azabının demirden pençesi yüreğim sıkmaya başlıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. hlk. El: "Bir yumruğunu gırtlağıma dayadı, bir pençesiyle kalbimi kavradı." -A. Gündüz, pençe atmak 1) yırtıcı hayvan ön ayaklarıyla saldırmak, vurmak: "Aslan bir pençe atarak soysuz köpeğin kemiklerim kırmış." -F. R. Atay. 2) mec. gücüne güvenerek bir şeyi elde etmeye çalışmak: "Bilirim atarsın bana pençeni / Nefsine kahretmek istedikçe sen." -F. N. Çamlıbel. pençe vurmak 1) pençelemek; 2) ayakkabıya pençe çekmek, pençesine düşmek yakalanmak: "Karaborsa davalarında ise bunların nüfuzları sıfırdan aşağıdır, çünkü bu hususta birçoğu Millî Korunmanın pençesine düşmeye namzettir." -H. E. Adıvar.

pençe pençe, beşpençe, çakır pençe, şirpençe, aslanpençesi, kurtpençesi, tavukpençesi

pençeleme is. Pençelemek işi.

pençelemek (-i) 1. Yırtıcı hayvan pençesiyle kapmak, yakalamak, pençe vurmak. 2. Ayakkabiya pençe yapmak.

pençeleşme is. Pençeleşmek işi.

pençeleşmek (nsz, -le) 1. Pençe pençeye gelmek, kavga etmek, dövüşmek. 2. mec. Çok uğraşmak, mücadele etmek: "Delikanlı beş saat dalgalarla aslanlar gibi pençeleşmiştir." -S. F. Abasıyanık.

pençeletme (-i) Pençeletnıek işi.

pençeletmek (-i) Pençeleme işini yaptırmak.

pençeli sf. 1. Pençesi olan. 2. Pençe vurulmuş (ayakkabı): "Altları delinmiş, kat kat pençeli pabuçlarım çıkardı, ağır ağır çıktı merdiveni." -O. Kemal. 3. mec. Güçlü. 4, mec. Sataşkan,

pençe pençe zf. Genişçe ve sık lekeler durumunda, yer yer kırmızı bir biçimde: "Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleriyle karnını tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kuanyordu." -Ö. Seyfettin, pençe pençeye gelmek kıyasıya, öldürürcesine dövüşmek.

pençesiz sf. Pençesi olmayan.

pençgâh is. (pençgâ:h) Far. penc-gâh müz. Klasik Türk müziğinde rast ve bayati dizilerinden oluşan birleşik makam.

pencik, -ği is. Far. penc'den bk. pencik.

pendname is. (pend-na:me) Far. pend + nâme esk. Öğüt kitabı.

peneplen is. Fr. peneplaine coğ. Yontuk düz.

penes is. Mac. Genellikle halk oyunlarında kızların süs olarak kullandığı, altını taklidi, san tenekeden pul.

pengö is. (pe'ngö) Mac. pengö esk. İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar kullanılan Macar para birimi.

penguen is. Fr. pingouin zool. Penguengillerden, Güney Kutbunda yaşayan, sırtı kara, göğsü ak, iyi yüzen, deniz hayvanlarıyla beslenen, uçamayan, kısa kanatlı deniz kuşu (Aptenodytes patagonica).

penguengiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, kuşlar sınıfının penguenler takımının bir familyası.

penguenler ç. is. zool. Penguengiller familyasını içine alan takım.

peni is. (pe'ni) İng. penny Sterlinin yüzde biri değerindeki para birimi.

penis is. (pe'nis) Lat. penis Erkeklik organı.

penisilin is. Fr. penicilline tıp Mikroplu hastalıkların tedavisinde kullanılan bir tür antibiyotik.

pens is. Fr. pince 1. Giysilerde bazı yerlerden içeriye doğru daraltılarak dikilmiş bölüm. 2. Kıskaç biçiminde iğne. 3. Pense: "Önce topu ateşe gösterdi, elinin yandığını anlayınca uzun bir pensle tuttu, ateşe uzattı." -R. İlgaz.

balans pensi, konnektör pensi, mühür pensi

pense is. (pe'nse) Fr. pince 1. Çeşitli biçim ve büyüklükte maşa veya kıskaç. 2. Birçok meslek dalında çeşitli nesneleri sıkmak, germek, kıvırmak, tutmak vb. işler için kullanılan değişik biçimlerde el aleti.

ayarlı pense, fart pense

pentan is. Fr, pentane kim. Formülü C5H12 olan doymuş hidrokarbon,

pentatlon is. Fr. pentathlon sp. 1. Eski Yunan'da koşu, uzun atlama, cirit atma, disk atma ve güreşi kapsayan atletizm yansıması. 2. Günümüzde uzun atlama, cirit atma, disk atma, 200 ve 1500 m koşularını kapsayan atletizm yarışması.

penuvar is. Fr. peignoir Bir tür sabahlık.

penye is. Fr. peigne 1. Dokumacılıkta özel araçla apresi yapılmış bir tür ince kumaş. 2. Bu kumaştan yapılmış üst giysisi.

pepe sf. Dudak sesleriyle başlayan kelimelerin ilk seslerini güçlükle söyleyen ve birkaç kez tekrarladıktan sonra arkasını getirebilen (kimse).

pepeleme is. Pepelemek işi.

pepelemek (nsz) Pepe gibi konuşmak.

pepelik, -ği is. Pepe olma durumu: "Bugünkü günde ise, pepeliğe tutulmamış tek yazar gösteremezsiniz." -S. Birsel.

pepeme sf. Pepe.

pepemelik, -ği is. Pepelik, rekâket.

pepsin is. Fr. pepsine biy. Mide mukozasının salgıladığı albüminli besinleri peptona çeviren enzim.

pepton is. Fr. peptone biy. Vücutça özümlenebilecek duruma gelmiş albüminli besin.

perakende sf. (pera:kende) Far. perakende 1. tic. Malların teker teker veya birkaç parça durumunda azar azar satılmasına dayanan (satış biçimi), toptan karşıtı. 2. Bu biçimde alınan veya satılan. 3. esk. Düzenli olmayan, ayrı ayrı, dağınık, perişan: "Geçen gün İzmir sokaklarında perakende bir askere tesadüf etmişler. " -F. R. Atay.

perakendeci is. Malını perakende olarak satan tüccar.

perakendecilik, -ği is. Perakende olarak yapılan alışveriş,

perçem is. Far. perçem esk. 1. Başlarını tıraş edenlerin tepede bıraktıkları saç tutamı. 2. Yele: At perçemi. 3. Kâkül: "Selma alnına düşen bir perçemi eliyle kaldırıyor." -A. İlhan.

civanperçemi

perçemli sf. Perçemi, kâkülü olan.

perçin is. Far. perçin İki veya daha çok levhayı birbirine bağlamak için geçirilen çivinin, ezilerek baş durumuna getirilen ucu.

perçin tabancası

perçinleme is. Perçinlemek işi.

perçinlemek (-i) 1. Bir bağıntıyı perçinle tutturmak. 2. İki veya daha çok parçayı, karşılıklı bölümlerini birbiri üzerinde ezerek birleştirmek, 3. mec. Sağlamlaştırmak, güçlendirmek: "Yüksek sosyeteye girmek, orada tutunmak, adını perçinlemek istiyordu." -N.Nadi.

perçinleniş is. Perçinlenme işi veya biçimi.

perçinlenme is. Perçinlenmek işi.

perçinlenmek (nsz) Perçinleme işine konu olmak.

perçinleşme is. Perçinleşmek işi.

perçinleşmek (nsz) Arkadaşlık, dostluk ilişkileri çok güçlenmek, pekişmek, sağlamlaşmak: "Zamanla dostlukları daha da perçinleşti." -H. Taner.

perçinleştirme is. Perçinleştirmek işi veya durumu.

perçinleştirmek (-i) Perçinli duruma getirmek, perçinleşmeyi sağlamak, sağlamlaştırmak.

perçinleyiş is. Perçinleme işi veya biçimi.

perçinli sf. Perçin yapılarak sağlamlaştırılmış.

perçinsiz sf. Perçin yapılmamış olan.

perçin tabancası is. Levha olarak üretilmiş parçalan birbirine üst üste koyarak birleştirmek, kaynaştırmak için kullanılan el aleti.

perdah is. Far. perdâht 1. Parlatma, parlaklık verme. 2. Sakal tıraşından sonra kıl çıkış yönünün tersine yapılan ikinci tıraş, perdah çekmek sakalı bir daha ve kıl çıkışının ters yönünde olmak üzere tıraş etmek, perdah vurmak (veya etmek) parlatmak.

perdahçı is. 1. Bazı parlatıcı maddelerle cila yapan kimse. 2. argo Birini asılsız sözlerle kandırmaya çalışan kimse.

perdahçılık, -ğı is. Perdahçının işi.

perdahlama is. Perdahlamak işi.

perdahlamak (-i) 1. Parlatmak. 2. argo Birini asılsız sözlerle kandırmaya çalışmak. 3. argo Sövmek, küfretmek.

perdahlanma is. Perdahlanmak işi.

perdahlanmak (nsz) Parlatılmak.

perdahlı sf. Parlatılmış, perdah edilmiş.

perdahsız sf. Parlatılmamış, perdahı olmayan.

perde is. Far. perde 1. Görüşü, ışığı engellemek, bir şeyi gizlemek için pencereye veya bir açıklığın önüne gerilen örtü: "Perdeleri nasıl kendi eliyle pencerelere taktığım ... düşündü." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Üzerine bir cismin görüntüsü yansıtılan saydam olmayan yüzey: Sinema perdesi. Karagöz perdesi. 3. İki yeri birbirinden ayıran bölme: "Duvarın önüne çekilen tahta perdeye yapıştırılmış ilanlara bakıyordu." -M. Ş. Esendal. 4. Seste pes perde: "Sonra da ince ve çok acıklı bir perdeden şarkı söylemeye başladı." -A. Mithat. 5. mec. Doğruyu görmeye engel olan şey: Bu sözü duyunca gözlerimdeki perde kalkıverdi. 6. müz. Bir müzik parçasını oluşturan seslerden her birinin kalınlık veya incelik derecesi. 7. müz. Bu ses derecelerini sağlamak için çalgılarda bulunup parmaklarla basılan yer. 8- tıp Katarakt: Gözlerine perde inmiş. 9. tiy. Bir sahne eserinin büyük bölümlerinin her biri: "Oyunun üç perdesi de böyle alkışlar içinde geçti." -M. Ş. Esendal. 10. zool. Kaz, ördek, martı gibi hayvanların parmaklarını birbirine bitiştiren zar. perde çekmek 1) bir şeyin önüne perde germek; 2) gözlemek, örtmek. perde inmek 1) hlk. gözde katarakt olmak; 2) hlk. gizlemek, örtmek; 3) bir tiyatro oyunu bitmek, perde kurmak Karagöz oyununa başlamak, perdelerini açmak tiyatro yeni mevsimde temsillerine başlamak: "Oyuncular meyus olmayarak perdelerim açtılar." -M. Ş. Esendal. perdelerini kapamak tiyatro tamamen kapanmak.

perde arkası, perde ayaklılar, perde duvar, perde perde, perdesi sıyrık, perdesi yırtık, ayak perde, beyazperde, demir perde, Demirperde, tahta perde, üst perdeden, burun perdesi, esrar perdesi, kapı perdesi, kesel perdesi, segah perdesi, ses perdesi, sinema perdesi, sis perdesi

perde arkası is. Bir şeyin görünürde olmayan gizli yanı: "Bir gün gelecek, işlerin aslım, perde arkasını bilenler..." -T. Buğra, perde arkasında (veya arkasından) olayı yönetenin kendisi olduğunu belli etmeyerek, gizliden gizliye.

perde ayaklılar ç. is. zool. Kaz, ördek, martı gibi suda yüzen ve parmakları arasında perde bulunan kuşlar takımı.

perdeci is. 1. Perde satan veya diken kimse. 2. Sahne perdelerini açıp kapamakla görevli kimse: "Perdeci, çapaklı gözlerini kirli yumruklarıyla ovuşturarak cevap verdi." -P. Safa. 3. tar. Osmanlılarda yüksek makamlı kimselerin kapılarında bekleyen ve girmeye izni olanları içeri alan görevli, perdedar.

perdecilik, -ği is. Perdecinin işi.

perdedar is. (perdedaır) Far. perde-dâr tar. Perdeci.

perde duvar is. mim. Yapıda statik ve dinamik yüklere karşı direnç sağlamak üzere kolonların devamı olan duvarlarda duvar yerine konulan, özel beton duvar.

perdeleme is. 1. Perdelemek işi. 2. sp. Bir oyuncunun rakip oyunculardan birinin topu almasına engel olmak amacıyla önünde bulunmak işi.

perdelemek (-i) 1. Bir şeyin önüne perde çekmek, perde ile örtmek. 2. mec. Bir durumun, bir olayın anlaşılmasına engel olmak, gizlemek. 3. sp. Basketbolda rakibin önüne geçerek top almasını engellemek.

perdelenme is. 1. Perdelenmek işi. 2. dbl. Söyleyişte sesin değişik bir perdeden çıkması.

perdelenmek (nsz) Perdeleme işine konu olmak: "Gene o perdelenmiş gözlerinden kudurtucu bir manasızlık fışkırıyor." -P. Safa.

perdeli sf. 1. Perdesi olan veya perde ile örtülü bulunan. 2. Duvaklı. 3. müz. Perde sağlamak için parmaklarla basılacak yerleri olan (çalgı): Fagot, perdeli bir çalgıdır.

perdeli pilav

perdelik, -ği sf. 1. Perde yapmaya elverişli (kumaş). 2. Perdeden oluşan: "Birisi dedi ki, bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış!" -M. Ş. Esendal.

perdeli pilav is. Tavuk eti, badem içi, pirinç, kuş üzümü, un ve yumurta kullanarak hazırlanan bir pilav türü.

perde perde zf Yavaş yavaş: "Perde perde, döne döne dans eder gibi daireler çizerek dağılırdı." -S. F. Abasıyanık.

perdesi sıyrık, -ğı sf. Perdesi yırtık.

perdesi yırtık, -ğı sf. Utanmaz, arlanmaz (kimse), perdesi sıyrık.

perdesiz sf. 1. Perdesi olmayan. 2. mec. Utanmaz, hayâsız.

perdesizlik, -ği is. 1. Perdesi olmama durumu. 2. mec. Utanmazlık, hayâsızlık.

pereme is. Yun. esk. Gondola benzeyen bir kayık.

peremeci is. Pereme kullanan veya yapan kimse.

peren is. Far. peren esk. Ülker yıldızı.

perende is. (pere'nde) Far. perende Havada çark gibi dönerek atılan takla, (birinin önünde veya yanında) perende atamamak (veya atılmamak) 1) herhangi bir konuda birinden aşağı, beceriksiz olmak; 2) oyun çevirememek, aldatamamak. perende atmak havada çark gibi dönerek takla atmak: "Ali çocuk gibi perendeler atarak otlarla, yamaçlarla sarmaş dolaş oluyordu." -Halikarnas Balıkçısı.

perese is. 1. Duvarcıların doğrultu bulmakta kullandıkları şakul ipi. 2. mec. Durum, derece, kerte: İş bu pereseye geldikten sonra... peresesine getirmek tam sırasını, uygun zamanını bulmak, biçimine getirmek, pereseye almak bir işi düşünmek, göz önüne almak.

perestîş is. Far. perestiş esk. 1. Tapınma. 2. Delicesine sevme, (birine) perestiş etmek sevmek: "Küçük hanıma bütün ruhumla perestiş ediyorum." -Ö. Seyfettin.

perestişkâr sf. (perestişkâ:r) Far. perestiş-kâresk. 1. Tapınan. 2. Delicesine seven.

perforaj is. Fr. perforage Delme.

perforje is. Fr. perforage Delik açma.

perforjeli sf. Perforjesi olan.

performans is. Fr. performance 1. Başarım. 2, Verim gücü.

pergament kâğıdı is. Sülfürik asitli işlem ile sürekli doku oluşturularak yüzey sertliği arttırılmış ve organik sıvıların genellikle belirli katı yağların, sıvı yağların ve gres yağının kâğıda nüfuz etmesine karşı yüksek derecede dayanıklılık kazandırılmış kâğıt.

pergel is. Far. pergâl mat. Yay veya çember çizmekte ve ölçmekte kullanılan araç, yayçizer. pergelleri açmak tkz. uzun adımlarla yürümek: "Kalem Şakır düştü peşine, öylesine açmıştı ki pergelleri, koridorun ortasında yakaladı." -R. İlgaz.

pergel hareketi

pergel hareketi is. Pergele özgü ve pergel yönünde hareket etme.

pergola is. İt. pergola Kazıkların ve belli kalınlıktaki dikmelerin üzerine bindirilmiş bir tür demir veya ahşap çardak.

perhiz is. Far. perhiz 1. Diyet: "Biraz perhizle idare edersek biz burada iki ay daha yaşayabiliriz." -A. Mithat. 2. din b. Hristiyanların ve Yahudilerin belli günlerde et, yağ vb. yiyecekleri yemeden tuttukları oruç. perhiz yapmak (veya etmek) sağlığı korumak veya düzeltmek amacıyla özel bir beslenme düzeni uygulamak: "Fiyatlar o kadar yükseldi ki, perhiz eder gibi yediğim hâlde, yine her yemek bir buçuk lirayı geçmeye başladı." -Ö. Seyfettin.

perhizkâr sf. (perhizkâ:r) Far. perhîz-kâr esk. Perhiz yapan, perhize uyan: "Vücudunu her şeyden mahrum etmek, perhizkâr yaşamak..." -H. E. Adıvar.

perhizkârlık, -ğı is. Perhizkâr olma durumu: "Alışmış olduğu perhizkârlığa rağmen bu gece şu ziyafet şerefine çok içmişti." -H. Z. Uşaklıgil.

perhizli sf. Perhiz yapan (kimse).

perhizsiz sf. Perhiz yapmayan (kimse).

peri is. Far. peri 1. Doğaüstü güçleri olduğuna inanılan, hayal ürünü varlık: "Cinden, periden, umacıdan çok korkardım." -H. E. Adıvar. 2. mec. Çok güzel, alımlı, becerikli kadın, peri gibi çok güzel, perileri bağdaşmak uyuşup anlaşmak, yıldızları barışmak, perisi hoşlanmamak yakınlık duymamak, ısmamamak.

peri bacası, peri hastalığı, peri masalı, peri masası, peri oyunu, peri piramidi, ilham perisi, iyilik perisi, superisi

peri bacası is. jeol. Kolayca aşınabilen taş ve kayalardan oluşmuş, sivri kule veya piramit görünüşlü yer biçimi.

pericik, -ği is. 1. Kilit dili. 2. tıp Peri hastalığı.

peridot is. Fr. peridotjeol. Olivin.

peridotit is. Fr. peridotite jeol. Olivin ve piroksenden oluşmuş magma taşı.

peri hastalığı is. tıp Sara, isteri vb. hastalıklar.

perikart, -di is. Fr. pericarde anat. Kalbin üzerini saran zar.

perili sf. Kötü ruhlar bulunduğuna inanılan, tekin olmayan (yer).

peri masalı is. Kahramanlarını perilerin oluşturduğu bir tür masal.

peri masası is. jeol. Dik taşların üstüne yerleşmiş, masa biçimindeki yassı kaya.

peri oyunu is. tiy. Olağanüstü öğelere ve büyüye ağırlık veren bir tür sahne eseri.

peripatetizm is. Fr. peripatetisme fel. Aristotelesçilik.

peri piramidi is. jeol. Bir taş yığını ile bunun altında kalmış topraktan oluşan, piramit biçiminde tümsek.

periskop, -bu is. Fr. periscope Denizaltılarda, tanklarda, siperlerde kullanılan, gözlemcinin gözünü çevirmeksizin çevreyi araştırmasınt sağlayan mercekli araç.

perişan sf. (perişan; -şa:m) Far. perişan 1. Dağınık, düzensiz, karmakarışık: "Ne kadar toplasan perişandır / Toplanır saçlarım dağılmak için." -C. Şehabettin. 2. Acınacak durumda olan, zavallı: "Omuzlarındaki çamurlu tüfeklerin altında iki büklüm olmuş, yorgun ve perişan ağır ağır yürüyorlardı." -Ö. Seyfettin, perişan etmek 1) dağıtmak, düzenini bozmak; 2) acınacak duruma getirmek: "Sonra, fena ruhlu güzel yüzün de, insanı perişan eden sihrim de inkâr etmeyeceğim. " -S. F. Abasıyanık. perişan olmak 1) dağılmak, düzeni bozulmak: "Bir sürü laf edildikten sonra facia başlayacak, tabii aile perişan olacak." -H. E. Adıvar. 2) acınacak duruma gelmek: "Vallahi meydan dayağı yesem bu kadar perişan olmazdım." -R. N. Güntekin.

perişanlık, -ğı is. Perişan olma durumu:. "Lepiska saçlarına amiyane bir perişanlık gelmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. perişanlık vermek perişan duruma getirmek, perişan etmek: "Kaç defa deve kafilelerinin bîr at sesi yüzünden ortalığa perişanlık verdiğine rast geldim." -F. R. Atay.

periton is. Fr. peritoine anat. Karın zarı.

peritonit, -di is. Fr. peritonite tıp Karın zarı yangısı.

periyodik, -ği sf. Fr. periodigue 1. Belli aralıklarla tekrarlanan, süreli. 2. is. Süreli yayın.

periyot, -du is. Fr. periode 1. Dönem: "Yakın tarihin periyotlarını arka fon olarak kullanmak romana boyut verir, renk verir." -H. Taner, 2. fiz. Devir (II).

dalga periyodu

perki is. Yun. zool. Tatlı su levreği (Perca fluviatilis).

perküsyon is. Fr. percussion muz. Vurmalı çalgı grubu.

perlit is. Fr. perlite 1. kim. Erimiş sodyum potasyum alüminyum silikattan ibaret olan cam gibi bir volkanik kayadan kabartılarak pudra hâline getirilmiş bulunan, yem maddelerinin preslenmesinde yardımcı madde veya kekleşmeyi önleyici bir madde. 2. Feldspat cinsinden suyu az ve eridiği zaman inciye benzeyen taneleri olan yanardağ kaynaklı cam, inci taşı.

perlitli sf. Özünde perlit bulunduran.

perlon is. (naylon örneğine dayanılarak türetilmiş bir marka adı) 1. İlk olarak Almanya'da yapılan sentetik dokuma ipliği. 2. Bu iplikle dokunmuş kumaş.

perlon fırça

perlon fırça is. Boya işlerinde kullanılan perlondan yapılmış fırça.

perma is. Fr. permanente'den Saçların uzun süre dalgalı kalmasını sağlamak için uygulanan işlem, permanant.

permanant is. Fr. permanente Perma.

permanganat is. Fr. permanganate kim. Potasyum permanganat.

permeçe is. (perme 'çe) Yun. den. Yedek olarak kullanılan ince halat.

permi is. Fr. permis 1. Yazılı izin belgesi. 2. Özellikle dış ticarete ilişkin olarak devletçe verilen izin. 3. Devlet Demir Yollarında paso.

permiyen is. Fr. permien Birinci Çağın altıncı ve sonuncu dönemi ve bu dönemde oluşmuş (yer katmanları).

peroksit, -di is. Fr. peroxyde kim. Birleşiminde normal oksitlerden daha çok oksijen bulunan oksitlerin genel adı.

peron is. Fr.perron 1. Otobüs terminallerinde aracın yanaştığı, yolcuların inip binmesine yarayan bölüm. 2. Tren, tramvay, metro istasyonlarında yol boyunca uzanan, inilip binilen özel bölüm: Peronla yolcu vagonlarını ayıran parmaklığın otomatik demiri kapanıyordu."-S. F. Abasıyanık.

peronospora is. (peronospo'ra) Lat. bot. Patates, pancar, asma ve daha başka bitkilerde mildiyu hastalığına yol açan mikroskobik mantar.

persenk, -gi is. Far. pârseng Pelesenk.

personel is. Fr. personnel 1. Bir hizmet veya kuruluşun görevlileri, bir iş yerinde çalışanların tümü. 2. Devlet ve diğer kamu kuruluşlarında çalışan, etkinliğe çeşitli görevleriyle katılan gerçek kişiler.

kamu personeli

perspektif is. Fr. perspective 1. Eşya ve nesnelerin uzaktan görünüşü, görünge. 2. Nesneleri bir yüzey üzerine görüldükleri gibi çizme sanatı.

perşembe is. Far. penc + şenbe Haftanın beşinci günü, çarşamba ile cuma arasındaki gün. perşembenin gelişi çarşambadan bellidir bir işin sonunun nasıl olacağı şimdiki gidişinden belli olur.

pert is. Fr. perte Değer yitimi, zarar, pert olmak taşıt hurdaya çıkmak.

pertavsız is. Far. pertev-süz esk. Büyüteç.

peruk, -ğu is. İt. parntcca'dan Takma saç.

peruka is. (peru'ka) İt. parrucca bk. peruk: "Biraz dalgalı kısa saçları güzel bîr peruka gibi görünüyor." -H. E. Adıvar.

perukar is. İt- parrucchiere esk. Berber: "Kocamustafapaşa'daki perukar Salim'in aynası karşısında çiğ renkleri buna benzeyen çok süslü bir resim asılıydı." -R. H. Karay.

perukçu is. Peruk yapan, hazırlayan veya satan kimse.

perukçuluk, -ğu is. Perukçunun işi veya mesleği.

Perulu öz. is. Peru halkından olan kimse.

perva is. (perva:) Far. perva Çekinme, sakınma, korku: "Islanmışın yağmurdan pervası mı olur?" -R. İlgaz.

pervane is. (perva:ne) Far. pervane 1. Geceleri ışık çevresinde dönen küçük kelebek: "Ötede mum yanıyor bir şeyler dönüyor / Pervaneler art arda ne çabuk ölüyor." -B. Necatigil. 2. Döndüğünde bir mekanizmayı işleten bir eksene dikey olarak bağlanmış, iki veya ikiden çok kanattan yapılmış alet: "Türk uçaklarının pervane gürültüleri uğulduyor." -A. Gündüz. 3. tar. Selçuklularda ve İlhanlılarda has, zeamet, tımar ile ilgili olarak verilen ferman, pervane gibi 1) rekli dönen; 2) bir kimsenin yanından hiç ayrılmayan (kimse): "Hanımefendinin etrafında pervane gibi dönüyor, isteyeceği şeyleri evvelden keşfetmek için gözünün içine bakıyordu." -R. N, Güntekin. pervane kesilmek 1) saygı duyduğu bir kişiye hizmet edebilmek için devamlı etrafında olmak, didinip durmak; 2) her isteği yapmak için çevrede dört dönmek: "Hanımlara kafa tuttuğu hâlde, onların karşısında pervane kesilir." -R. N. Güntekin. 3) dönüp durmak: "Herkesin çevresinde saygılı bir pervane kesildiği bu huzurlu ortamda, bu genç kızın sıcak ilgisini hissetmek..." -H. Taner, (birine) pervane olmak birinin yanında onun hizmetine hazır olduğunu gerekli gereksiz göstermek.

pervane balığı

pervane balığı is. zool. Ay balığı.

pervaneci is. tar. Selçuklu divanında bulunan, arazi defterlerine bakan görevli.

pervaneli sf. Pervanesi olan: Tek pervaneli uçak.

pervanesiz sf. Pervanesi olmayan: Pervanesiz uçak.

pervasız sf. (pervaısız) Çekinmez, sakınmaz, korkusuz (kimse): "Hele hanımlar, şık mı şık, açık saçık, ama pervasız ve uzak hanımlar. " -T. Buğra.

pervasızca zf. (perva:st'zca) Pervasız bir biçimde, çekinmeden, sakınmadan: "Onlar, iskemlelerine pervasızca kurulur ve etrafa sıkılmadan bakarlar." -B. R. Eyuboğlu.

pervasızlık, -ğı is. Çekinmezlik, sakınmazlık, korkusuzluk: "Yemek saatinde, evimizin yirmi yıllık alışkanlığına meydan okuyan bir pervasızlıkla ben kapı çalıyordum." -Y. Z. Ortaç.

pervaz is. Far. pervâz 1. Kapı, pencere vb. yerlerin kenarlarına geçirilen ensiz parça: "Pencerenin pervazına oturup tekrar gökyüzüne baktım." -S. F. Abasıyanik. 2. Giysilerin yaka, kol, etek vb. yerlerine veya kumaştan yapılmış diğer eşyaların kenarlarına geçirilmiş, dar, uzun parça. 3. Cilt kapağının iç tarafına konulan deri parçası. 4. esk. Uçuş. pervaz etmek uçmak.

Pervin öz. is. Far. pervin Ülker yıldızı.

pes (I) ünl. Far. bes Yenilgiyi kabul ettiğini belirtmek için veya birinin şaşkınlık veren davranışlarına karşılık olarak kullanılan bir söz. pes demek karşısındakinin kendisinden daha üstün olduğunu kabul etmek, boyun eğmek, pes etmek 1) yenilgiyi kabul etmek, pes demek; 2) yenileceğini anlayıp sırtının yere gelmesini istemeyen pehlivan, yenildiğini kabul anlamına ya "pes ediyorum" demek veya hasmının kispetine eliyle vurarak işaret vermek; 3) birinin aşın kurnazlığı karşısında ancak bu kadar olur inancına varmak.

pes (II) sf. Far. pest Hafif, yavaş sesle söylenen, pest, ince karşıtı: "Nihayet Zehra kapıya doğru yürüyünce peşten, sevinçli seslerle söyleşerek arkasından giderler." -R. H. Karay, pes perdeden (konuşmak) 1) alçak ve kalın sesle (konuşmak); 2) alttan alarak, yumuşak bir dil kullanarak (konuşmak).

pesek, -ği is. Diş kiri, diş pası.

peseta is. (pese:ta) İsp. peseta İspanyol para birimi.

pesimist sf. Fr. pessimiste Kötümser, karamsar, bedbin, optimist karşıtı.

pesimizm is. Fr. pessimismefel. Kötümserlik.

pesleşme is. Pesleşnıek durumu.

pesleşmek (nsz) Ses hafif, yavaş duruma gelmek.

peso is. (pe'zo) Isp. peso Birçok Güney Amerika devletinde kullanılan para birimi.

pespaye sf. (pespa-.ye) Far. pest + paye Alçak, soysuz, aşağılık: "Zaten yemişleri asil ve pespaye olarak ikiye tasnif etmek pek kolaydır." -R. H. Karay.

pespayelik, -ği is. Alçaklık, soysuzluk: "Elmalarda da erikler gibi bir adilik, bir pespayelik vardır; hatta ne kadar iyisi olursa olsun..."-R. H.Karay.

pespembe is. (pe'spembe) 1. Çok pembe. 2. sf. Bu renkte olan.

pest sf Pes (II).

pestenkerani sf. (pestenkerami:) tkz. Saçma, değersiz, önemsiz, uydurma: "Ne yazık ki böyle yüksek istidatlar birtakım pestenkerani şarkılar, çiftetelliler arasında ziyan, sefil olup gidiyor." -O. C. Kaygılı.

pestil is. 1. İnce yufka biçiminde kurutulmuş meyve ezmesi, bastık. 2. sf. Çok yorgun, güçsüz. 3. argo Hasta. 4. mdn. Tavan ile kömür damarı arasında yer alan ince, yumuşak killi tabaka, pestil gibi kımıldayamayacak kadar güçsüz, bitkin: "Gerçekten yatak yorgan, kolu boynu sargılar içinde pestil gibi yatıyordu." -H. Taner, pestile çevirmek çok yormak, pestili çıkmak çok yorulmak: "Tulum Hayrı dün voleybol oynamış, pestili çıkmıştı." -R. İlgaz, (birinin) pestilini çıkarmak 1) çok yormak; 2) çok dövmek. erik pestili

pesüs is. Far. pih-süz esk. İçinde yağ yakılan toprak kandil.

peş (I) is. Far. pes 1. Arka, art: "Biz kuru canımıza razıyız, diye peşimizden geliyordu." -F. R. Atay. 2. Elbisenin etek kısmı. (birinin veya bir şeyin) peşinde çok istenilen şeyi belirten bir söz: O şimdi koltuk peşinde, (birinin) peşinde dolaşmak (veya gezmek) bir amaçla birisini izlemek: Tarlayı satın almak için peşinde dolaşıyor, peşinde gitmek bir kimseyi izlemek, peşinde (veya peşinden) koşmak elde etmek için uğraşmak: Diploma peşinde koşuyor, (birinin) peşinde gitmek 1) bir kimseyi izlemek; 2) düşünce ve görüşlerini benimsemek, peşinden sürüklemek birinin veya birçoklarının arkasından gelmesini sağlamak, peşinden yürümek 1) birinin arkasından yürümek, gitmek; 2) mec. bir kimseye her konuda uymak, peşine düşmek (veya gitmek) 1) arkasından gitmek, izlemek: "Kaçarsa peşine düşerek ona korkulu dakikalar geçirtiyordu." -Y. N. Nayır. 2) bir isteğin gerçekleşmesini sağlamaya çalışmak: "Her biri bir yere, ekmek parası peşine gittiler, kendi başlarını da kurtardılar." -M. Ş. Esendal. peşine takılmak 1) ardından gitmek: "Üftade Hanım'ınpeşine takılmış olan şamatalı, gösterişli ve her yaştan, her cinsten bir kalabalık..." -H. E. Adıvar. 2) hiç ayrılmamak: "Niçin gideceğimizi evvelden uzun uzun konuşup kararlaştırmışız gibi peşine takıldım." -R. N. Güntekin, peşine takmak yanında götürmek, peşini bırakmak (veya bırakmamak) bir kimseyi veya şeyi izlemekten vazgeçmek (veya vazgeçmemek): "Başımın belası! Peşimi hiç bırakmaz." S. F. Abasıyanık.

peş peşe, peşi peşine, peşi sıra

peş (II) is. Far. piş hlk. Bazı giysilerin bol olması için yanlarına eklenen kumaş parçası.

peşin sf. Far. pişin 1. Bir alışverişte, alışveriş yapıldığı anda, alınan şeyin tesliminden önce veya teslimiyle birlikte ödenen, veresiye karşıtı. 2. Çalışmadan verilen (ücret, aylık): O peşin parayla çalışıyor. 3. zf. Daha önce, önceden: "Sana peşin haber vereyim ki, onlar kızlarının başkası ile âşıktaşlık yapmasını istemezler."-O. C. Kaygılı.

peşin cevap, peşin fikir, peşin hüküm, peşin pazarlık, peşin peşin, peşin piyasa, peşin satış, peşin yargı

peşinat is. (peşi:na:t) Far. pişin + Ar. -üt Bir alışveriş veya hizmet için önceden verilen bir miktar para: Peşinat ne kadar?

peşinatsız zf. Peşin para almadan: Peşinatsız taksitle satış.

peşin cevap, -bı is. Sonradan söylenecek bir şeyi önceden bildirme.

peşinci is. Malt peşin para ile satan veya satın alan kimse.

peşinde sf. Sürekli izinde, takibinde: "İşgal polisi büyük yurtseverin peşindedir." -H. Taner.

peşinen zf. (peşi:'nen) Far. pişin + Ar. -en Peşin olarak, önceden: "Birkaç arkadaşımın içeride olduğunu haber veriyor ve alacağım zevk için beni peşinen tebrik eden bir tebessümle gülüyordu." -P. Safa.

peşin fikir, -kri is. Ön yargı.

peşin hüküm, -kmü is. Ön yargı: "Mühim diyoruz ama, bu kendi kendimize verdiğimiz bir peşin hükümden başka bir şey değildir." -S. F. Abasıyanık.

peşin pazarlık, -ğı is. Sonradan olacağı hatıra gelen şeyler üzerinde önceden konuşup anlaşma.

peşin peşin zf. Önceden benimsenmiş olarak: "Doğruluğu peşin peşin kabul edilmiş bir hükme sudan sebepler aradılar." -O. V. Kanık.

peşin piyasa is. tic. Peşin satışa bağlı alışveriş düzeni.

peşin satış is. tic. Bedeli peşin alınarak yapılan satış.

peşin yargı is. Ön yargı.

peşi peşine zf. Arka arkaya.

peşi sıra zf. Arkasından, ardından, ardı sıra: "Uçaklar birbiri peşi sıra birer bomba atıp gittiler. "-O.Kemal.

peşkeş is. Far. piş-keş esk. Yaranmak amacıyla uygunsuz olarak verilen şey. peşkeş çekmek 1) başkasının malını birine bağışlamak; 2) verilmemesi gereken bir şeyi uygunsuz bir amaçla veya yersiz olarak birine vermek: Benim kimseye peşkeş çekecek malım yok!

peşkir is. Far. piş-gir 1. Genellikle pamuk ipliğinden dokunmuş ince havlu. 2. Yemek yerken kullanılan, el kurulanan, büyük mendil biçiminde pamuk veya keten bez, peçete: "Henüz birkaç yudum içtiği şarabın ıslaklığım sapsarı bıyıklarının üstünden peşkiriyle silerek dedi ki:" -P. Safa.

peşkirci is. Peşkir dokuyan veya satan kimse.

peşkircilik, -ği is. Peşkircinin işi.

peşli sf. Peş (II) eklenerek genişletilmiş (giysi): "Hacı Kalfa, bugün arkasına dört peşli bir eski zaman entarisi giymiş..." -R. N. Güntekin.

peşmelba is. Fr. peche melba Şeftalili, kremalı bir çeşit dondurma.

peş peşe zf. Birbiri ardından, arka arkaya.

peşrev is. Far. piş-rev müz. 1. Klasik Türk müziğinde faslın giriş taksiminden sonra, şarkıdan önce çalınan parça: "Kahvenin radyosu, tam o sırada sultaniyegâh peşrevine başlamıştı." -H. Taner. 2. sp. Güreşe tutuşmadan önce pehlivanların ellerini birbirine ve uyluklarına vurarak ve hafifçe sıçrayarak yaptıkları gösteri. 3. ed. Halk hikâyelerinde, türkülerin okunup çalmışı sırasında türkü aralama katılan mâni türünden küçük türküler.

peştahta is. Far. piş + tahte esk. 1. İş masası gibi kullanılan çekmece. 2, Sarrafların üzerinde para saydıkları tahta.

peştamal is. Far. puştmâl 1. Hamamda örtünmek için kullanılan ince dokuma: "'Misafirlere mahsus bir sürü yedek silecek bohçaları peştamalından kesesine kadar hazır durur." -R. H. Karay. 2. İş yaparken bele bağlanan uzun, geniş dokuma. 3. Başa ve omuzlara örtülen dokuma: "Sonra onun da arkasındaki peştamal kan içinde, saçları didik didik, yuvarlandığım gördüm." -H. E, Adıvar. peştamal kuşanmak 1) peştamal giyinmek; 2) mec. bir zanaatta ustalık kazanmak.

peştamala is. Peştamal, futa, havlu vb. dokuyan veya satan kimse.

peştamalcılık, -ğı is. Peştamalcımn işi.

peştamallı sf. Peştamalı olan: "Babam peştamallı başımı okşadı ve on dakika sonra yola çıktık."-A. Gündüz.

peştamallık, -ğı is. esk. İşlek bir dükkânı kiralamak isteyenin o dükkânı işletene verdiği para.

peştamalsız sf Peştamalı olmayan.

Peştu öz. is. Far. peştü Afgan halkı.

Peştuca öz. is. (peştu'ca) 1. Afganistan'ın resmî dili. 2, sf. Bu dille yazılmış olan.

petek, -ği is. 1. Anların yumurtalarını bırakmak ve bal depo etmek için yaptığı, düzgün altıgen ağızlı bal mumu yuvacıklar topluluğu, 2. Bu yuvacıklar topluluğunun bal olmayanı. 3. Isıtma tesisatında ısı dağıtımım, içinden sıcak su geçerek sağlayan dilim, radyatör: Kalorifer peteği. 4. mim. Minarelerde külah ile şerefe arasındaki bölüm. 5. hlk. Balçıktan yapılan ve dikine duran sandık biçimindeki tahıl ambarı, 6. hlk. An kovanı.

petek dokuma, petek göz, petek güvesi, akciğer peteği, balpeteği, kalorifer peteği

petek dokuma is. Üzerinde küçük petek motifleri bulunan pamuklu dokuma.

petek göz is. biy. Eklem bacaklı hayvanlarda görülen, birçok görme hücresinden oluşan göz türü.

petek güvesi is. zool. An kovanlarında peteklere zarar veren iki asalağın adı.

petrifîkasyon is. kim. Taşlaşma, taş olma.

petrografi is. Fr. petrographie Taş bilimi.

petrokimya is. Fr. petrochimie kim. Petrolden organik kimyasal ürünler elde etmede kullanılan sanayi dalı.

petrokimyaci is. Petrokimya dalında uzmanlaşmış kimse.

petrol, -Iü is. Fr. petrole Yoğunluğu 0,8-0,95 arasında olabilen, hidrokarbürlerden oluşmuş, kendisine özgü kokusu olan, koyu renkli, arıtılmamış, doğal yanıcı mineral yağ, yer yağı: "Kamyonlar yarı benzin, yan petrolle çalışmaya uğraşıyor." -A. Gündüz.

petrol lambası, petrol mavisi

petrolcü is. 1. Petrol arama, bulma işiyle uğraşan kimse. 2. Petrol ve türevlerini alıp satan kimse.

petrolcülük, -ğü is. Petrolcü olma durumu.

petrol lambası is. 1. İçinde petrol ürünleri yakılarak aydınlatmayı sağlayan araç: "Altındaki delikten söndürülen petrol lambaları, her yerde olduğu gibi kolejde de pek revaçta. " -Halikaraas Balıkçısı. 2. Gaz yakan aydınlatma aracı: "Ablam ... petrol lambasının yanına oturur, dün gece bıraktığı yerden okumaya başlardı." -H. C. Yalçın.

petrol mavisi is. 1. Koyu mavi renk. 2. sf. Bu renkte olan.

petroloji is. Fr. petrologie jeol. Yer biliminde kayaçlarm oluşum mekanizmalarını inceleyen uzmanlık alanı.

petrolojik, -ği sf.jeol. Petroloji ile ilgili.

pet şişe is. Naylondan yapılmış içecek kabı.

petunya is. (petu'nya) Fr. petunia bot. Patlıcangillerden, çeşitli renkte çiçekler açan, kokulu bir süs bitkisi (Petunia).

pey is. Far. pey Bir sözleşmede taraflardan birinin öbürüne işten caymayacağını belirtmek amacıyla önceden verdiği güvence parası: Pey vermek Pey almak, pey sürmek 1) artırma ile satılan bir şey için önce bir miktar para vermek veya önermek; 2) rekabet etmek: "Onu, kendisine karşı pey sürecek kimsenin çıkmayacağına inanan Güdük Hacı olarak istemişti." -T. Buğra.

pey akçesi, peyderpey

pey akçesi is. huk. Ön ödeme.

peyapey zf. Far. pey-â-pey esk. Art arda, peş peşe: "Üç ay peyapey hekim, hoca gezdim. En sonra mehelsiz bir şeyden geçti." -H. R. Gürpınar.

peyda sf. (peyda:) Far. peyda Belli, açık.

peyda etmek çıkarmak, oluşturmak, ortaya çıkarmak, edinmek: "Uzun boyu hafif bir kamburluk peyda etmiş." -H. C. Yalçın. peyda olmak çıkmak, ortaya çıkmak, oluşmak: "Tepeye tırmandıkça başımızın üstünde koyu mor bir aydınlık peyda oluyor." -A. Gündüz.

peydah sf Peyda.

peydahlama is. Peydahlamak işi.

peydahlamak (-i) 1. İstenmeyen veya uygun olmayan şeyler edinmek. 2. mec. Görünmek, ortaya çıkmak.

peydahlanma is. Peydahlanmak işi.

peydahlanmak (nsz) Çıkmak, oluşmak, ortaya çıkmak, peyda olmak: "Kimi de kadının karnındaki çocuğun o heriften peydahlanmış olabileceğini söylüyorlarmış." -E. Bener.

peyderpey zf. (peyderpey) Far. pey-der-pey Azar azar, bölüm bölüm, yavaş yavaş: Borcunu peyderpey ödedi.

peygamber is. Far. peyğâm-ber din b. İnsanlara Tanrı'nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse, yalvaç, elçi, resul, nebi.

peygamber ağacı, peygamber balığı, peygamber çiçeği, peygamberdevesi, peygamber dikeni, peygamber üzümü, ahir zaman peygamberi

peygamber ağacı is. bot. Yabani kimyongillerden, Antil Adalan'nda ve Venezuela'da yetişen, 10-15 m yükseklikte, kışın yapraklarını dökmeyen, reçinesinden gayakol çıkarılan bir ağaç (Guaiacum ofcicinale).

peygamberane zf. (peygamberaıne) Far. peyğam-ber-âne esk. Peygamberce.

peygamber balığı is. zool. Dülger balığı.

peygamberce zf (peygambe'rce) Peygambere yaraşır biçimde, peygamberane.

peygamber çiçeği is. bot. Mavikantaron.

peygamberdevesi is. zool. Sıcak ve ılıman ülkelerde yaşayan, genellikle yeşil renkte ve ortalama 5 cm boyunda, düz kanatlı, çok obur böcek (Mantis religiosa).

peygamber dikeni is. bot. Deve dikeni.

peygamberlik, -ği is. Peygamber olma durumu, yalvaçlık.

peygamber üzümü is. Bir çeşit tatlı, iri üzüm.

peygambervari sf. (peygamberva:ri:) Far. peyğam-ber-vârî 1. Peygamber gibi. 2, zf. Peygamberce.

peyk is. Far. peyk astr. 1. Uydu. 2. sf Bir başkasına bağımlılığı olan: Peyk devletler.

suni peyk

peyke is. Far, pây-gâh Genellikle eski iş yerlerinde ve evlerde bulunan, duvara bitişik alçak, tahta sedir, kerevet: "Tıpkı köyünde bîr kahvenin peykesi üstüne oturur gibi oturuyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

peyklik, -ği is. Peyk olma durumu, uyduluk.

peyleme is. Peylemek işi.

peylemek (-i) 1. Bir şeyi önceden kendine ayırtmak: "Ta uçta kendime bir yer peyleyip sineyim derken Gazi seslendi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Temin etmek, sağlamak. 3. Ismarlamak: "Günlerce uzak köylerden jandarmalar, şöhretli zağarlar getiriyorlar, kış için tavşan avına tazılar peyliyorlardı." -R. H. Karay.

peylenme is. Peylenmek işi.

peylenmek (nsz) Peyleme işi yapılmak.

peynir is. Far. penir Maya ile katılaştırılarak sütten yapılan ve birçok türü olan besin: "Kuru ekmekle bayat peyniri lezzetle yiyen / Çeşmeden her su içerken şükür Allaha diyen." -Y. K. Beyatlı. peynir ekmek gibi 1) çok revaçta, çok tutulan, beğenilen; 2) çok kolay biçimde; 3) çabucak.

peynir ağacı, peynir dişi, peynirhane, peynir helvası, peynir şekeri, peynir tatlısı, beyaz peynir, eritme peynir, imansız peynir, otlu peynir, Abaza peyniri, çayır peyniri, Çerkez peyniri, dil peyniri, gravyer peyniri, kaşar peyniri, kirlihanım peyniri, Mihalıççık peyniri, rokfor peyniri, teleme peyniri, tulum peyniri, Urfa peyniri

peynir ağacı is. bot. Ebegümecigillerden, tropikal bölgelerde yetişen, kozalarında kısa lifli pamuk bulunan ağaç (Bombax criodendron).

peynirci is. Peynir yapan veya satan kimse.

peynircilik, -ği is. Peynircinin işi.

peynir dişi is. Bazen ileri yaşta çıkan dişlerden her biri, kuzu dişi.

peynirhane is. (peynirha:ne) Far. penir+hüne Peynir yapılan yer.

peynir helvası is. Rendelenmiş yağlı ve tuzsuz beyaz peynire, yumurta karıştırdıktan sonra un, yağ ve şeker eklenmesi ve kısık ateşte pişirilmesiyle yapılan bir tatlı türü.

peynirimsi sf. Peynirsi.

peynirleşme is. Peynirleşmek işi.

peynirleşmek (nsz) Süt kesilmek, peynir durumuna gelmek.

peynirli sf. 1. İçine peynir konulmuş. 2. is. içinde peynir bulunan gözleme, börek, pide vb. hamur işleri.

peynirli börek; peynirli pide

peynirli börek, -ği is. Maydanoz ve peynirin karışımının yufkalar arasına serilmesiyle yapılan börek türü.

peynirli pide is. Mayalanmış ve yağ ile yumurta karıştırarak hazırlanmış hamura peynir, maydanoz, yumurta eklenmesiyle hazırlanan bir pide türü.

peynirsi sf. Peyniri andıran, peynire benzeyen, peynir gibi, peynirimsi.

peynirsiz sf. İçine peynir konulmamış, peyniri olmayan.

peynir şekeri is. Ağızda kolayca eriyen, donuk beyaz bir tür şeker,

peynir tatlısı is. Tuzsuz taze peynir ve irmikle yapılan bir çeşit tatlı.

peyrev is. Far. pey-rev esk. Başkasının izinden giden, izleyen, izleyici.

peyzaj is. Fr. paysage 1. Kır resmi. 2. Bir yerin doğal görünüşü.

pezevenk, -gi is. Far. pejvend kaba 1. Gizli ve yasal olmayan cinsel ilişki öncesinde aracılık eden kimse, dümbük, godoş, muhabbet tellalı, kavat, astik, dasnik. 2. ünl. Bu anlamda kullanılan sövgü sözü.

pezevenklik, -ği is. 1. Pezevenk olma durumu. 2. Pezevengin yaptığı iş. 3. Yolsuz davranış.

pezo is. bk. peso.

pH fiz. ve kim. Bir sıvının asit veya bazlık derecesi, sertlik derecesi.