Pa kim. Protaktinyum elementinin simgesi.
pabuç, -cu is. Far. pâ-püş 1. Ayakkabı: "Ökçesi basık pabucunun içinde kara ve çatlak topuklu ayakları ellerinden ziyade ortadadır. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Masa, sandalye vb. mobilyaların ayaklarına takılan metal veya plastik eklenti. 3. fiz. İletken telleri elektrik birimlerine bağlayan veya cıvatah bağlantıyı sağlayan parça. 4. mim. Bina kolonlarının temeldeki basma yüzeyinin geniş ve daha güçlü olarak yoğunlaştırılmış bölümü, (birine) pabuç bırakmamak yapacağından vazgeçmemek, hiçbir şeye aldırmamak, korkmamak: "Olur olmaz adama pabuç bırakmaz." -S. F. Abasıyanık. pabuç eskitmek (veya paralamak) bir iş için bir yere çok gidip gelmek, işi takip etmek, pabuç kadar dili olmak kabaca ve terbiyesizce karşılık vermek, pabuç pahalı 1) birinin uğraşmaya kalktığı kimsenin, kendinden güçlü çıkması durumunda söylenen bir söz: Baktı pabuç pahalı, işi şakaya vurdu. 2) herhangi bir durum veya girişilen işin sonunda zararlı çıkma ihtimali bulunduğunu belirten bir söz. (birinin) pabuçlarını çevirmek dolaylı olarak kovmak, pabuçtan aşağı aşağılık, (kendini) pabucu büyüğe okutmak alay akılsızca davrananlara öğüt olarak kullanılan bir söz: Bu ne hâl, sen kendini pabucu büyüğe okut. pabucunu dama atmak (veya pabucu dama atılmak) kendinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek: "Her girdiği çevrede öbür kadınların pabucunu dama atmış, hep birinci kadın rolüne çıkmıştı." -H. Taner, pabucuna kum dolmak (veya taş kaçmak) ortaya çıkan durum karşısında tedirgin olmak, pabucunu eline vermek dolaylı olarak kovmak, pabucunu ters giydirmek güç bir duruma sokarak telaşla kaçırmak.
→ kılıç pabucu, tekerlek pabucu
pabuççu is. 1. Ayakkabıcı. 2. Camilerde ayakkabıları bekleyen kimse: "Her cami kapısında pabuççular ayakkabı toplar, numara verirdi." -H. E. Adıvar.
pabuççuluk, -ğu is. Ayakkabıcılık.
pabuçlu sf. Ayağında pabucu olan.
→ yarım pabuçlu
pabuçluk, -ğu is. Ayakkabılık: "Pabuçlukta yabancı iskarpinler var." -Y. Z. Ortaç.
pabuçsuz sf. Ayağında pabucu olmayan.
paça is. Far. pü-çe 1. Pantolon, don, şalvar vb. giyeceklerde bacakların çıktığı aşağı bölüm. 2. Kasaplık hayvanların kesilmiş ayağı. 3. Bu ayaktan yapılan çorba, paçaları sıvamak kolları sıvamak: "Paçaları sıvadı, bir beygir kiralayıp köy köy dolaştı." -E. E. Talu. paçalarından akmak pislik ve kir çok olmak, paçasından tutup atmak hakaretle kovmak, paçasını çekecek (veya toplayacak) hâli olmamak güçsüz, beceriksiz olmak, paçayı kaptırmak 1) yakalanmak, ele geçirilmek; 2) karıştığı, ancak sonradan ayrılmak istediği bir işten kendini kurtaramamak; 3) dilediği gibi davranamamak. paçayı kurtarmak kendini bir dertten, tehlikeden veya zor durumdan kurtarmak: "Varımızı yoğumuzu teknenin oturmamış tarafına aktararak paçayı kurtardık." -B. R. Eyuboğlu.
→ paça günü, paça kasnak, paçası düşük, bol paça, çala paça, dar paça, geniş paça, yaka paça
paçacı is. 1. Kasaplık hayvanların ayaklarını satan kimse. 2. Paça, işkembe pişirilen dükkân.
paçacılık, -ğı is. Paçacının işi veya mesleği.
paça günü is. hlk. Paça çorbası ziyafeti çekilen düğünden sonraki gün.
paça kasnak, -ğı is. sp. Yağlı güreşte, güreşçinin bir elini rakibinin paçasından, öteki elini de apış arasından geçirerek kispetin belinden kavrayıp karşısındakini yenmek için sırtüstü çevirmesi biçiminde uygulanan bir oyun: "Kimi almış paça kasnak, o açar, hasmı döner" -M. A. Ersoy.
paçal is. hlk. 1. Ekmek yapmak için çeşitli tahılların yasaya göre belirlenen gerekli karışım oranı. 2. Çeşitli şeylerin karışımı,
paçalı sf. 1. Herhangi bir biçimde paçası olan: "Boyanmış dar dizlik ahlak sayılıyor da, sımsıkı bağlanmış paçalı don müstehcenleşiyor." -F. R. Atay. 2. Tüyleri ayaklarına kadar uzanan (kuş veya kümes hayvanı): Paçalı güvercin, paçalı tavuk.
paçalık, -ği is. 1. Pantolon, şalvar veya uzun külot paçasının ayak bileğini saran bölümü. 2. Otomobilde tekerleğin taş, çamur atmasını önleyen ve tekerlek arkalarına takılan lastik veya plastikten yapılmış araç. 3. sf. Paça çorbası yapmak için ayrılmış: Paçalık ayak. 4. hlk. Gelinin paça günü giydiği giysi.
paçarız sf. hlk. Çapraz.
paçası düşük, -ğü sf. Giyimine dikkat etmeyen, pasaklı (kimse).
paçasız sf. 1. Paçası olmayan. 2. İçinde paça bulunmayan.
paçavra is. (paça'vra) Yun. 1. Eskimiş bez veya kumaş parçası, çaput: "İpek entarisi, bu kimsesiz gurbet adamlarının çürük, yağlı ve kokmuş paçavrasına sürtünerek geçiyor. " -F. R. Atay. 2. mec. Değersiz ve iğrenç şey veya kimse, paçavra gibi değersiz (kimse veya şey), paçavraya çevirmek (veya paçavrasını çıkarmak) çok hırpalamak, dağınık, bozuk veya berbat bir duruma getirmek.
→ paçavra hastalığı
paçavracı is. Paçavra toplayıp satan kimse.
paçavracılık, -ğı is. Paçavra toplayıp satma işi.
paçavra hastalığı is. hlk. Grip.
paçavralaşma is. Paçavralaşmak işi veya durumu.
paçavralaşmak (nsz) Paçavra durumuna girmek,
paçoz is. Yun. 1. zool. Kefal türünden bir balık (Mugil cephalus). 2. argo Fahişe: "Onların aftosuna hanımefendi derler, bizim paçozumuzun adı ya alüftedir ya şıllık." -A. Gündüz.
padalya is. (pada'lya) Öldürüldükten sonra süs amacıyla içi doldurulmuş hayvan.
padişah is. (pa:dişah) Far. pâdşüh tar. Osmanlı İmparatorluğunda devlet başkanına verilen unvan, hükümdar, sultan.
→ padişah divanı
padişah divanı is. (pa:dişah di:va:m) tar. Osmanlılarda padişah, sadrazam ve bazı yüksek rütbeli devlet görevlilerinin oluşturduğu meclis ve meclisin çalıştığı yer, Divanıhümayun.
padişahi sf. (pa:dişa:hi:) Far. pâdşâh + Ar. -i Padişah ile ilgili, padişaha ait.
padişahlık, -ğı is. 1. Padişah olma durumu, hükümdarlık, sultanlık. 2. Padişahın görevi. 3. Padişahın yönetimi. 4. Padişahın saltanat dönemi. 5. Padişah tarafından yönetilen ülke.
padok, -ğu is. İng. paddock Hipodromda yarış atlarının yedekte gezdirildikleri yer.
pafta is. (pa'fte) Far. büfte 1. Büyük harita, plan veya modeli oluşturan ayrı parçalardan her biri. 2. Yivaçar. 3. Süs için at takımlarına veya başka yerlere takılan metal pul veya çakılan iri başlı çivi. 4. Büyük benek, leke.
paftalı sf. Paftası olan: "Bunlar genellikle taçlı, kenarları billur paftalı büyük aynalardır." -S. Birsel.
paftasiz sf. Paftası olmayan.
pagan sf. İng. pagan din b. Çok tanrılı dinden olan (kimse), payen.
paganizm is. Fr. paganisme sos. Çok tanrıcılık.
pagoda is. (pago'da) Fr.pagode Çin, Japonya vb. Uzak Doğu ülkelerindeki tapınak.
pah is. Far. pah esk. 1. Eğik olarak kesilmiş kenar. 2. Bir yapı elemanında eğik bir yüzey elde etmek amacıyla keskinliği giderme.
paha is. Far. bahâ Değer, fiyat, eder. paha biçilmez değeri ölçülemeyecek kadar yüksek: "Başında ağır ve paha biçilmez emsalsiz ve füsunlu bir taç gibi duruyordu." -Ö. Seyfettin, paha biçmek değerim tahmin etmek veya belirlemek: "Alınıp satılan eşyalar gibi ona paha biçmek akılsızlık olurdu." -S. Ayverdi. (herhangi bir şey) pahasına karşılığında, uğruna, ... için: Treni kaçırmak pahasına onu bekledim, pahaya çıkmak pahalanmak, pahalılaşmak, pahaya geçmek değerli bir şeymiş gibi esirgenmek.
→ ateş pahası, kan pahası, yok pahasına
pahacı is. Pahalı mal satan kimse.
pahacılık, -ğı is. Pahacı olma durumu: "Büyük terzilerin pahacılığına bazen şaşarız." -R. N. Güntekin.
pahal is. hlk. 1. Ters, aksi: "Bazen - pahal gibi midemizden rahatsız olduğumuz günlerde - sık sık öğle ve akşam yemeklerine davetlisinizdir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Ağır, hantal.
pahalanma is. Pahalanmak işi.
pahalanmak (nsz) Pahalı duruma gelmek, fiyatı artmak, pahalılaşmak,
pahalı sf. Fiyatı yüksek olan, ucuz karşıtı. pahalıya oturmak (veya mal olmak) çok para, özveri, emek gerektirmek, kolay elde edilememek veya zarara, sıkıntıya yol açmak: "Bir tecrübe geçirmek, sana müthiş pahalıya mal oldu." -P. Safa.
→ ucuzpahalı
pahalıca sf. (pahalı'ca) Biraz pahalı.
pahalılaşma is. Pahalılaşmak işi.
pahalılaşmak (nsz) Pahalanmak.
pahalılık, -ğı is. 1. Bir şeyin fiyatının yüksek olması durumu veya pahalı olma durumu. 2. Fiyatların genel olarak yükselmesi, fiyat artışı: Bu pahalılıkta hâlimiz ne olacak?
→ hayat pahalılığı
pahlama is. Pahlamak işi.
pahlamak (-i) Bir parçanın keskin kenarını keserek pah durumuna getirmek, keskinliğini gidermek.
pak, -ki sf. (pa:k) Far. pak Temiz: "Efendiler, bizim çehremiz her zaman temiz ve pak idi ve daima temiz ve pak kalacaktır." -Atatürk,
→ ak pak, pirüpak, temiz pak, akça pakça
paket is. Fr. paquet 1. İçinde bir veya birçok şey bulunan, kâğıda sarılarak veya kutuya konularak bağlanmış, elde taşınacak büyüklükte nesne: "Yemek paketini, raflarda yer bulamadığı için masa üstüne koydu." -M. Ş. Esendal. 2. sf. Kâğıda sanlarak veya bir kutuya konularak satışa hazır duruma getirilmiş, belli bir miktarda olan (yiyecek, ilaç vb,): Bir paket çikolata. Üç paket makama. 3. sf. argo Dolu (toplu taşım aracı). paket etmek paketlemek.
→ paket program, paket taşı, paket tur, yazılım paketi, zam paketi
paketleme is. Paketlemek işi.
paketlemek (-i) 1. Bir veya birkaç şeyi kâğıda sararak, kutuya koyarak bağlamak: "Öteberi paketlemiş tim, annem paketime şüpheyle baktı." -O. Kemal. 2. Yakalamak, ele geçirmek, derdest etmek. 3. argo Birini baştan savmak, atlatmak.
paketleniş is. Paketlenme işi veya biçimi.
paketlenme is. Paketlenmek işi.
paketlenmek (nsz) Paketleme işine konu olmak.
paketletme is. Paketletmek işi,
paketletmek (-i) Paketleme işini yaptırmak.
paketleyiş is. Paketleme işi veya biçimi.
paket program is. Banda veya filme alınıp gerektiğinde radyo ve televizyonda yayımlamak üzere hazırlanmış program.
paket taşı is. Dört köşe yontulmuş kaldırım taşı.
paket tur is. Bir veya birden fazla yere yönelik olarak düzenlenen ulaşım, konaklama vb. gereksinimleri kapsayan tur.
Pakistanlı öz. is. (pa:kistanlı) Pakistan halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
paklama is. Paklamak işi.
paklamak (-i) Arıtmak.
paklanma is. Paklanmak işi.
paklanmak (nsz) Temizlenmek.
paklık, -ğı is. Temizlik,
pakt is. Fr. pacte Antlaşma: Balkan Paktı.
→ saldırmazlık paktı
pal is. Bir cins güvercin.
pala (I) is. İt. pala 1. Kavisli, kısa, uç bölümü geniş, kabzasına doğru daralan bir tür kılıç: "Belindeki kısa palasıyla ve omuzunda gri tüfeğiyle masanın kenarına oturdu." -F. R. Atay. 2. Kürek vb. araçların, enli ve yassı bölümü. 3. Bir yere çaprazlama konulan yassı kiriş veya kereste, pala çalmak (veya sallamak) uğraşmak, didinmek, çabalamak: "Üstelik gazetecilikte de yıllarca pala çaldı." -M. Ş, Esendal. pala çekmek palayı belinden çıkarıp vurmak, pala sürtmek çabalamak, uğraşmak: "Biz de az çok pala sürttük." -M. A. Ersoy.
→ pala bıyık
pala (II) is. hlk. 1. Bez parçalarından dokunan basit kilim, yaygı: "Kendi ürettiği kocaman sürünün yünlerinden Fadime nine ne güzel palalar dokumuş." -H, E. Adıvar. 2. Eski, kullanılmış eşya veya giysi,
pala bıyık, -ğı is. 1. Gür, uzun, yanaklara doğru kıvrık bıyık: "Her şeyden önce, pala bıyıkları ile meşhur, popüler bir yazar." -H. Taner. 2. sf Pala bıyıklı.
pala bıyıklı sf. Gür, uzun ve kıvrık bıyıkları olan (kimse), pala bıyık.
paladyum is. (palâ'dyum) Fr. palladium kim. Atom numarası 46, yoğunluğu 11,4 olan, 1500 °C'de eriyen, tel durumuna getirilebilen, başlıca özelliği hidrojeni soğurmalc cilan çok sert bir element (simgesi Pd).
palalık, -ğı is. mim. Çatı kirişinin yanı.
palamar is. Yun. den. Gemileri iskele, rıhtım veya şamandıraya bağlamaya yarayan kalın halat: "Bir gün tekrar bıkkın demir alınır, palamar çözülür, flok açılıp kürek çekilir." -S. F. Abasiyanık. palamarı koparmak (veya çözmek) argo kaçmak, sıvışmak: "Bir kere palamarı çözmeye muvaffak olsa, bir yere kapağı atmanın çaresini bulabilirdi. " -H. R. Gürpınar.
→ palamar boyu, palamar gözü, palamar parası, palamar resmi
palamar boyu is. Deniz milinin onda biri,120 kulaç.
palamarcı is. Görevi, yanaşma, kalkma vb. sırasında gemiden verilen palamarı iskeleye, şamandıraya takma, çıkarma olan kinı-' se.
palamar gözü is. Geminin baş ve kıç kısımlarında bulunan palamar halatlarına mahsus delik.
palamar parası is. den. Gemilerin bir iskeleye yanaşmak için ödedikleri para, palamar resmi.
palamar resmi is. den. Palamar parası.
palamut, -du (I) is. Yun. zool. Uskumrugillerden, ortalama 1 veya 2 kg gelen, eti esmer, büyüklüğüne göre "çingene palamudu, torik, sivri, altıparmak, piçuta" adlarını alan, kılçıksız ve pulsuz bir balık (Pelamys sarda).
→ çingene palamudu, denizpalamudu, Malta palamudu
palamut, -du (II) is. Yun. bot. Yurdumuzda yetişen meşe türlerinin uzunca, fındığa benzeyen, sert ve pürüzlü, bir yüksük içinde bulunan, tanen bakımından zengin meyvesi, pelit.
→ palamut meşesi, meşe palamudu, yer palamudu
palamutlama is. Palamutlamak işi.
palamuthımak (-i) Deriyi, sepilemek için palamut doldurulmuş çukura yatırmak.
palamutlular ç. is. bot. Kayıngiller.
palamut meşesi is. bot. Yurdumuzun batı bölgesinde yetişen 5-10 m yüksekliğinde, kışın yapraklarını döken bir meşe türü (Valonea).
palan is. Far. palan Genellikle eşeklere, bazen de atlara vurulan, kaşsız, enli, yayvan ve yumuşak bir çeşit eyer. palan vurmak palanı hayvanın sırtına koyup bağlamak.
palandız is. hlk. Çeşmenin musluk taşı,
palandöken is. hlk. Taşlık yokuş.
palanga is. (pala'nga) İt. palanca Bir halatla makaralardan oluşturulan, ağır cisimleri kaldırmaya, sağa sola döndürmeye yarayan donanım.
palangalı sf. Palangası olan.
palangasız sf. Palangası olmayan.
palanka is. (pala'nka) Mac. palânk tar. Ağaç ve toprakla yapılmış, hendekle çevrilmiş küçük hisar: "Hasan Paşa palankası civarındaki hanlara geldiklerinde eşkıya hücumuna uğradılar." -F. R. Atay.
palas (I) is. Fr. palace 1. Lüks otel veya gösterişli yapı: "Tanınmaz, anonim bir insan olmanın zevkine vardığımız oteller, palaslar yoktu." -A. Ş. Hisar. 2. sf. argo Kolay, rahat: Yarınki derslerin hepsi palas. 3. sf. argo Kolaylık gösteren, hoşa giden (nesne, kimse, yer).
palas (II) sf. Far. pelâs hlk. Keçi kılından dokunmuş kaba kilim, yaygı.
palaska is. (pala'ska) SI. ask. Askerlerin bellerine bağladıkları veya göğüslerine çaprazlama taktıkları, üzerinde fişek, kasatura vb. koymak için yerleri bulunan, genellikle köseleden yapılmış kayış.
palas pandıras zf. 1. Gereği gibi derlenip toparlanmaya vakit bulamadan: "Bu skandal üzerine ertesi günü palas pandıras pansiyondan ayrılmak zorunda kaldı." -H. Taner. 2. Çabucak.
palaspare is. (palaspa:re) Far. pelâs + püre esk. Pasaklı, yırtık giysi: "Sarhoş sesi, ızgaralı ocağın yakınında duvara sırtım vermiş, palaspareler içinde bir adama hitap ediyordu. " -S. F. Abasıyanık.
palavra is. (pala'vra) İsp. palabra 1. argo Herhangi bir konuda gerçeğe aykırı, uydurma söz veya haber: "Delikanlı imparatorluk sözünün bir palavra olmadığını artık yavaş yavaş anlıyordu." -T. Buğra. 2. argo Uzun ve boş konuşma, martaval, atmasyon. 3. den. Genellikle posta vapurlarında üst güvertenin altındaki güverte,
palavra savurmak (veya atmak veya sıkmak) argo 1) abartarak konuşmak, büyük basanlardan söz etmek: "Yalana yakın palavralar savurmaktan kendini alamayan Ragıp Bey, bu sefer tamamıyla masumdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) uydurma, asılsız bir söz veya haberi gerçekmiş gibi ortaya atmak.
palavracı sf. Uydurma söz veya haber ortaya atan, yaptığı işleri abartan, bu davranışları huy edinmiş olan (kimse), tıraşçı, atmasyoncu, baloncu: "Haklısınız efendim, doktor gerçekten de palavracının birisi galiba." -T. Buğra.
palavracılık, -ği is. Palavra söyleme alışkanlığı.
palaz is. Kaz, ördek, güvercin vb. bazı kuş yavrularının civcivlikten sonraki durumu.
→ kuşpalazı
palazlanın is. Palazlamak veya palazlanmak işi.
palazlamak (nsz) 1. Kuş yavrusu irileşip semirmek. 2. mec. Küçük çocuk gelişmek. 3. mec. Varlığı artmak, zenginlemek.
palazlanma is. Palazlanmak işi veya durumu.
palazlanmak (nsz) 1. Gelişmek, iri duruma gelmek, büyümek. 2. mec. Varlığı artmak, zenginleşmek.
palazlaşma is. Palazlaşmak işi.
palazlaşmak (nsz) İrileşmek, gelişmek, büyümek: "Ama palazlaştıkça da büsbütün çirkinleşmiş." -Y. N. Nayır.
paldım is. Far. pâldum esk. Yük ve binek hayvanının, semer veya eyerinin ileri kaymasını önlemek için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış: "O başta: Kuskunu kopmuş eğerli düldüller. Bu başta: Paldımı düşmüş semerli bülbüller." -M. A. Ersoy. paldımı aşmak başaramayacağı bir işe girişmek.
paldır küldür zf. 1. Kaba bir gürültü çıkararak, gürültü ile: "Bütün eşyamızın paldır küldür uçurumlardan yuvarlandığım gayet iyi hatırlarım." -B. R. Eyuboğlu. 2. Ansızın ve kurallara uymaksızın: "Hem bîr genç kadının, genç bir delikanlının odasına paldır küldür girmesi yakışık alır şey midir? " -R. N. Güntekin.
paleograf is. Fr. poleographe Eski el yazıları uzmanı.
paleografi is. Fr. paleographie Eski el yazılarını okuma bilgisi.
paleontoloji is. Fr. paleontologie jeol. Taşıl bilimi.
paleontolojik, -ği sf. Fr. paleontologiaue Paleontoloji ile ilgili.
paleozoik, -ği is. Fr. paleozoiaue jeol. 1. Birinci Çağ. 2. sf. Bu zamanla ilgili.
palet is. Fr. palette 1. Ressamların boyaları üzerine dizerek fırça ile karıştırdıkları tahta veya porselen levha: "Ne atölyem ne fırçam ne paletim var." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Sanayide çeşitli amaçlarla kullanılan yayvan ve geniş levha. 3. Hızlı yüzmek için ayağa geçirilen araç. 4. Tankın veya bazı iş makinelerinin her türlü arazide yol almasını sağlayan iki yanındaki tekerleklerini içine alan metal şerit, tırtıl (II).
paletli sf. Paleti olan (taşıt).
paletsiz sf. Paleti olmayan (taşıt).
palikarya is. (palika'rya) Yun. 1. Kabadayı Rum delikanlısı. 2. Yunan.
palizat dokusu is. bot. Özümleme işini yapan yaprakların üst yüzündeki doku.
palmitat is. Fr. palmitate kim. Palmitik asidin tuzu veya esteri.
palmitik, -ği sf. Fr. palmitiaue kim. Doymuş bir yağ asidi CH3-(CH2)14-CO2H ve bu asitten türeyen birleşikler.
→ palmitik asit
palmitik asit, -di is. kim. Yağlı maddelerin pek çoğunda palmitîn durumunda bulunan, suda çözünmeyen, alkol ve eterde çözünen beyaz, tatsız bir katı.
palmitil is. Fr. palmityle kim. Palmitik asitten türeyen C15H31-CO formülündeki tek değerli kök.
palmitin is. Fr. palmitine kim. Gliserinin palmitik esteri.
palmiye is. (pa'lmiye) Fr. palmier bot. Palmiyegillerden olan ağaçların genel adı: "Burası, iki köşesinde boynu bükük, uzun palmiye saksıları duran zarif bir methaldi." -P. Safa.
→ mum palmiyesi
palmiyegiller ç. is. bot. Genellikle sıcak bölgelerde yetişen, basit bir kongövde ve bunun tepesinde yelpaze biçiminde telek damarlı yaprakları olan, hurma ve Hindistan cevizi ağaçlarını içine alan bir familya.
palmiyelik, -ği is. Palmiyesi çok olan yer.
palto is. (pa'lto) Fr. paletot Soğuk havalarda öbür giyeceklerin üstüne giyilen kalın kumaştan giysi: "Burası çok sıcak, çıkar paltonu, getir as şuraya!" -M. Ş. Esendal.
paltolu sf. Paltosu olan.
paltoluk, -ğu sf. Palto yapmaya elverişli: "Almış olduğu bir paltoluk kumaş yüzünden yerini bırakmak zorunda kaldı." -F. R. Atay.
paltosuz sf. Paltosu olmayan: "Deli gibi fırlamış, kendimi karla örtülü sokağa paltosuz atmıştım." -R. H. Karay.
palyaço is. (palya'ço) İL pagliaccio Kendisini seyredenleri güldüren ve eğlendiren, acayip kılıklı, yüzü aştn ve komik biçimde boyalı oyuncu, palyaço gibi gülünç olacak derecede acayip kılıklı.
palyaçoluk, -ğu is. 1. Palyaço olma durumu veya palyaçonun yaptığı iş. 2. mec. Tavır ve davranışta güldürücülük.
palyatif sf Fr. palliatif Geçici: Palyatif önlem.
palyoş is. ît. Kısa ve iki yanı keskin, düz kılıç.
pampa is. (pa'mpa) (Güney Amerika yerli dillerinden) Güney Amerika'daki bozkırlar.
pamuk, -ğu is. Far. panbuk 1. bot. Ebegümecigillerden, koza biçimindeki meyvesi üç, dört, beş dilimli olan, sıcak bölgelerde yetişen tarım bitkisi (Gossypium). 2. Bu bitkinin tohumlarının çevresinde oluşmuş ince, yumuşak tellerin adı. 3. Bu tellerin işlenmiş biçimi: Yaraya pamuk koydu. 4. sf. İşlenmiş pamuktan yapılmış: Pamuk iplik. Pamuk bez. 5. Yere serili halı, kilim vb. yaygıların üzerinde oluşan, uçuşabilen toz kümecikleri, hav. pamuk atmak yay ve tokmakla pamuğu ditmek, pamuk gibi 1) çok yumuşak; 2) iyi huylu, munis.
→ pamuk balı, pamuk balığı, pamuk bezi, pamuk elması, pamuk helvası, pamuk ipliği, pamuk otu, pamuk taşı, pamuk yağı, eczalı pamuk, tahta pamuk, çelik pamuğu, Hint pamuğu, taş pamuğu
pamukaki is. (pamuka':ki) Far. panbuk + Yun. Beyaz iş işlemekte kullanılan bir çeşit parlak pamuk ipliği: "Annesine gelince şu anda nansuk üzerine pembe pamukaki ile fisto yapmakta." -H. Taner.
pamuk bab is. Beyaz bal.
pamuk balığı is. zool. Ilıman denizlerde yaşayan, sırtı mavi, karnı beyaz, tehlikeli bir köpek balığı (Carcharius glaucus).
pamuk bezi is. Pamuktan dokunan bez.
pamukçu is. 1. Pamuk yetiştiren kimse. 2. Pamuk alıp satan kimse.
pamukçuk, -ğu is. tıp Genellikle bebeklerde görülen ve bir mantardan ileri gelen, sindirim organında, ağızda ortaya çıkan iltihaplı hastalık, aft.
pamukçuluk, -ğu is. Pamuk yetiştirme ve satma işi.
pamuk elması is. bot. Pamuk telleri ve tohumla dolu bir kapsülden oluşan pamuk bitkisinin meyvesi.
pamuk helvası is. Toz şekerin çok sıcak bir ortamda hızlı bir biçimde döndürülüp pamuklaşmasmdan oluşan bir tür tatlı.
pamuk ipliği is. Pamuktan yapılan mat ve parlak dikiş, nakış ipliği, (bir işi) pamuk ipliğiyle bağlamak etkisi az sürecek bir çare ile geçiştirmek, (bir şeye) pamuk ipliğiyle bağlanmak her an bozulmaya, kopmaya hazır olmak, pamuk ipliğiyle bağlı olmak pamuk ipliğiyle bağlanmak.
pamuklanma is. Pamuklanmak işi.
pamuklanmak (nsz) 1. Üstü incecik pamuk biçiminde küf bağlamak. 2. Toz pamuk gibi olmak: Yerler pamuklandı.
pamuklu sf. 1. Pamuk ipliği veya başka iplikler karıştırılarak dokunmuş (kumaş): "Üstünde pamuklu Şam hırkası, daha üstünde yorganlar ve battaniyeler vardı." -A. Ş. Hisar. 2. is. Yüzüyle astarı arasına pamuk yayılarak dikilen hırka.
pamuk otu is. bot. Papirüs familyasından, bataklıklarda yetişen bir bitki, bataklık keteni (Eriophorum).
pamuk taşı is. min. Traverten.
pamuk yağı is. Pamuk çekirdeklerinden elde edilen, zeytinyağına benzer bitki yağı.
panama is. (pana'ma) Fr. panama 1. Orta Amerika'da yetişen bir bitkinin yapraklarından örülmüş yumuşak hasır şapka. 2. Özel olarak dokunmuş bir kumaş türü.
Panamalı öz. is. Panama Cumhuriyeti halkından olan kimse.
panayır is. Yun. Belli zamanlarda ve genellikle küçük yerleşme birimlerinde kurulan, sergi niteliğini de taşıyan büyük pazar: "Kasabada iş güç duruyor, cami meydanı dolduğu için panayır halkı sokakları tıkıyordu. " -R. N. Güntekin.
→ panayır yeri
panayırcı is. Panayırda satış yapan kimse.
panayırcılık, -ğı is. Panayırcının işi veya mesleği.
panayır yeri is. 1. Panayırın kurulduğu alan. 2. mec. Çok kalabalık yer.
pancar is. bot. 1. Ispanakgillerden, vitamince zengin bir bitki (Beta vulgaris). 2. Bu bitkinin şeker elde edilen kalın ve etli kökü. pancar gibi olmak (veya pancar kesilmek) yüzüne kan hücum edip çok kızarmak.
→ şekerpancarı, yaban pancarı
pancarcı is. Pancar yetiştiren ve satan kimse.
pancarcılık, -ğı is. Pancar yetiştirme ve satma işi.
pancarlaşma -is. Pancarlaşmak işi veya durumu.
pancarlaşmak (nsz) Pancar rengim almak: Tendeki kan artınca yüz pancarlaşıyor.
pancur is. hlk. bk. panjur.
panda is. (pa'nda) İng. panda zool. 1. Etçillerden, Avustralya ile Himalaya ormanlarında yaşayan, tüyleri sık ve pas kırmızısı renginde, karnı, bacakları kara, postu beğenilen bir hayvan (Ailurus fulgens). 2. Çin'de yaşayan, ayı iriliğinde, siyah beyaz renkli otçul bir hayvan.
pandantif is. Fr. pendentif'İnce bir zincirle boyna takılan değerli takı: "Açık boyundaki iri zümrüt taşlı platin pandantifine, elindeki büyük altın çantaya bakarak şaşıyordu." -Ö. Seyfettin.
pandispanya is. (pandispa'nya) İt. pan di Spagna Yumurta katılarak yapılan şekerli, kabank, yumuşak bir tür pasta: "Karşısına kendi çay fincanını yerleştirdi, kocaman bir pandispanyayı fincana batırarak yemeye koyuldu." -H. E, Adıvar.
→ pandispanya gazetesi
pandispanya gazetesi is. argo Uydurulmuş yalanlar, hikâyeler.
pandomim (pandomi'm) İt. pantomima tiy. Düşünce ve duygulan müzik veya türlü eşyalar eşliğinde bazen dansla, bazen de gövde ve yüz hareketleriyle yansıtmayı amaçlayan oyun, sözsüz oyun: "Konuşmayarak, bağırmayarak yapılan şeyin ismine pandomim denilir." -F. R. Atay. pandomim kopmak izleyenler için eğlendirici bir kavga çıkmak.
pan dom i m a is. bk. pandomim.
pandül is. Fr. peridule fiz. Sarkaç.
panel is. Fr. panel 1. Dinleyiciler önünde, seçilmiş bir konuşmacı grubunun bir konuyu tartışmak amacıyla düzenlediği toplantı, açık oturum. 2. Yerleştirileceği yüzeyin bir bölümüne uyan, çoğunlukla dikdörtgen biçiminde düzgün parça.
→ panel köprü
panelist sf. Fr. paneliste Panelde konuşmacı olan.
panel köprü is. Aşılacak bir engelin bir yanında oluşturularak öbür yana ulaşımı sağlayan, taşıyıcı küçük elemanlardan oluşan köprü.
panik, -ği is. Fr. paniaue Ani dehşet duygusu, büyük korku, ürkü. panik olmak büyük korku yaratan, bir olay birdenbire ortaya çıkmak: "Manalı bir sessizlik. Hissediyorum ki panik olmayacak." -H. E. Adıvar. panik yaratmak korku, dehşet uyandırmak, paniğe kapılmak çok korkmak: "Kendisi ile birlikte gelemeyeceğini anlayınca tam bir paniğe kapıldı." -N. Cumalı. paniğe vermek büyük bir dehşete düşürmek, çok korkutmak.
→ panikatak
panikatak, -ğı is. psikol. Aşırı korku, heyecan dolayısıyla saldırgan, telaşlı davranışta bulunma veya içine kapanma,
panikleme is. Paniklemek işi veya durumu.
paniklemek (nsz) Paniğe kapılmak.
Panislanıcı öz. is. (panislâmcı) sos. Panislamizm yanlısı.
Panislamcılık, -ğı öz. is. Panislamizm akımını benimseme.
Panislamizm öz. is.. (panislâ:mizm) Fr. panislamisme sos. Bütün Müslümanları aynı yönetim altında toplama amacını güden politik akım.
panjur is. Fr. abat-jour Güneşi ve rüzgârı önlemeye, ışığı azaltmaya yarayan, açılır kapanır dar ve yatay tahtadan, plastikten veya metal gereçlerden yapılmış, pencereye ' takılan kapatma düzeneği: "Açsam sonra tek panjuru / Yıllar yılı kapalı." -B. Necatigil.
pankart is. Fr. pancarte Toplantı ve gösterilerde taşınan, üzerinde benimsenen amacın birkaç sözle gösterildiği karton veya bezden levha: "Gençler ellerindeki pankartları bir anda açarak uygun adım sahneye dalıverdiler." -H.Taner.
pankartlı sf. Pankartı olan veya pankart bulunduran.
pankras is. Fr. pancrace Güreşle boksu birleştiren spor karşılaşması.
pankreas is. Fr. pancreas anat. Midenin arkasında bulunan, boşaltıcı kanallarıyla onikiparmak bağırsağına bağlı, iç ve dış salgıları olan iri bir bez.
pano is. (pa'no) Fr. panneau 1. Üzerine bildiri, açıklama veya tanıtma kâğıtları tutturmak için hazırlanmış levha. 2. Elektrikle çalışan araçların kontrol ve komuta düğmeleri, ekran, sinyal lambası vb. parçalarının bir arada toplandığı bölüm. 3. Ağaç duvar kaplamalarına veya tavanlara süs işin konulan resim. 4. Hafif malzemeden yapılan ve iki yüzü kontrplakla kaplanan levha: "Odasına gelirken paravanaya çarpmış, panoyu omuzlamıştı." -T. Buğra. 5. Üzerine bir tablo yapmak için hazırlanmış meşe, ıhlamur veya çam ağacından levha. 6. mdn. Önceden belirlenmiş sınırlar içerisinde işletilen maden alanı.
→ ilan panosu
panorama is. (panora'ma) Fr. panorama 1. Yüksek bir yerden bakıldığında göz önüne serilen geniş görünüş: "Belediye reisi bir panorama resmi çekmeyi akıl etmeyen fotoğrafçıya çıkışıyordu." -R. N. Güntekin. 2. mec. Genel görünüm.
panoramik, -ği sf. Fr, panoramigue Geniş görüş alanını kaplayan.
pansiyon ts. Fr. pension 1. Bütünü veya bir bölümü sürekli veya belli bir zaman için kiraya verilen, isteğe göre yemek de veren ev: "Avrupa'da dolaştığı müddetçe ... kâh orta hâili pansiyonlarda ve bazen küçük köy misafirhanelerinde kalmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Ücretli öğrenci yurdu.
→ tam pansiyon, yarım pansiyon
pansiyoncu is. 1. Pansiyon sahibi: "Gelip gelip kapıdan içerisini gözetleyen pansiyoncu karıya boş vererek biraz daha oturduk. " -H. Taner. 2. Pansiyon işleten kimse.
pansiyonculuk, -ğu is. 1. Pansiyon sahibi olma durumu. 2. Pansiyon işletme işi.
pansiyoner is. Fr. pensionnaire Pansiyonda kalan kimse: "Pansiyoner demek evin içinde bir yabancı demek." -A. İlhan.
Panslavizm öz. is. Fr. panslavisme Slav asıllı bütün halkları aynı yönetim altında toplama amacı güden politik akım ve hareket.
pansuman is. Fr. pansement tıp Yara temizliği ve bakımı, pansuman yapmak yaranın temizlik ve bakımını yapmak: "Hiç olmazsa bir soğuk pansuman yapalım." -S. F. Abasıyanık.
pansumancı is. tıp Pansuman yapmayı meslek edinmiş kimse.
pansumancılık, -ğı is. tıp Pansuman yapma işi.
panteist sf. Fr. pantheîstefel. Tüm tanrıcı.
panteizm is. Fr. pantheisme fel. Tüm tanrıcılık.
panteon is. Fr. panthâon esk. 1. Yunan ve Romalıların en büyük tapınaklarına verdikleri ad. 2. Bir halkın, bir ulusun bütün tanrıları: Eski Yunan panteonu. 3. Büyük yararlık göstermiş kimselerin gömüldüğü ulusal anıt.
panter is. Fr. panthere zool. Pars: "Adamın son panterini ben vurdum, neslini ben tükettim. " -R. H. Karay.
pantograf is. Fr. pantographe Bir biçimi büyülterek veya küçülterek kopya etmek için kullanılan kollu, eklemli bir tür cetvel.
pantol is. hlk. bk. pantolon,
pantolon is. Fr. pantalon Belden başlayan ve genellikle paçaları ayak bileklerine kadar inen giyecek: "Redingot giymemiş olanlar kara ceket, yelek, çizgili pantolon giymişler."-M. Ş.Esendal
→ golf pantolon
pantoloncu is. Pantolon diken terzi.
pantolonculuk, -ğu is. Pantolon dikme veya satma işi.
pantomim is. Fr. pantomime tiy. bk. pandomim: "Kadın, bana uzaktan pantomim işaretiyle anlattığı hikâyeyi bir kere de ağzıyla tekrar etti." -R. N. Güntekin.
pantufla is. (pantu'fla) Yun. Aba terlik.
pantuflacı is. 1. Pantufla yapan veya satan kimse. 2. argo Dolandırıcı, yankesici.
pantuflacılık, -ğı is. Pantufla yapma veya satma işi.
Panturanizm öz. is. bk. Turancılık.
Pantürkizm öz. is. bk. Türkçülük.
panzehir, -hri is. Far. püd + zehr Zehrin etkisini ortadan kaldırabilme özelliği olan madde, antidot.
→ panzehir otu, panzehir taşı
panzehir otu is. bot. Küçük, beyaz çiçekli, kökü zehirli, çok yıllık ve otsu bitki (Cynanchum acutum).
panzehir taşı is. 1. Antilop gibi hayvanların midesinde oluşan, zehri önleyici etkisi olan kütle. 2. Opal.
panzer is. Alm. Panzer İkinci Dünya Savaşı'nda Alman ordusunun kullandığı, günümüzde polisin kanunsuz sokak gösterileri gibi hareketleri bastırmak için yararlandığı, yüksek tekerlekli, zırhlı, hafif silahlarla donatılmış araç: "Panzer tümenlerinin saldırısını akşama sabaha bekliyorduk." -A. İlhan.
papa is. (pa'pa) İt. pappa din b. Roma Katolik kilisesinin, bir meclis tarafından seçilen, Vatikan'da oturan ve Hz. İsa'nın vekili sayılan başkanı.
papağan is. Ar. babağâ, babbağâ 1. zool. Papağangillerden, tırmanıcı, eğri gagalı, pek çok türü bulunan, insan sesini taklit edebilen kuşların genel adı, dudu. 2. mec. Duyduklarını düşünmeden olduğu gibi tekrarlayan kimse, papağan gibi ezberlemek anlamını bilmeden ezberlemek, papağan gibi tekrarlamak peş peşe, art arda söylemek: "Dört beş ay uğraşarak papağan gibi tekrarladığım ilk cümleleri duyan Fransızlar gülmeye başladılar." -B. R. Eyuboğlu.
→ papağan anahtarı,papağanyemi
papağan anahtarı is. Sacdan yapılmış küçük çaplı boru ve bağlantı parçalarının sökülüp takılmasında kullanılan anahtar.
papağangiller ç. is. zool. Ayakları tırmanmaya uygun, canlı, zıt renkli, basit konuşmaya alıştırılabilen, papağan, muhabbet kuşu vb. sıcak ülke kuşlarını içine alan familya.
papağanlar ç. is. zool. Tek familyası papağangiller olan, papağan olarak bilinen bütün kuşları kapsayan takım.
papağanlaşma is. Papağanlaşmak durumu.
papağanlasın ak (nsz) Başkasından duyduklarını düşünmeksizin aynen tekrarlamak.
papağanlık, -ğı is. psikol. Duyduklarını düşünmeden, anlamım bilmeden tekrarlama durumu.
papağanyemi is. bot. Yalancı safran,
papak, -ğı is. Genellikle Azerbaycan ve Kafkasya'da giyilen, kuzu derisinden veya yününden yapılan, uzun tüylü başlık: "Üst baş direğinden gocuğunu, papağını aldı, çizmelerinin kenar kürklerim düzledi." -N. Araz.
papalık, -ğı is. 1. Papanın makamı veya görevi. 2. Başında papanın bulunduğu siyasi ve dinî kurum.
papalina is. (papali'na) zool. Sardalye yavrusu.
papara (I) is. (papa'ra) Yun. 1. Ekmek, peynir ve et suyu veya süt ile yapılan bir tür yemek. 2. htk. Azar. papara (veya paparasını) yemek azar işitmek: "Mebrure ... Nesrin'in paparasını yedikten sonra başım yere eğerek kuyruğunu sallayan büyük köpeği gördü." -P. Safa.
papara (II) is. esk. Orta oyununda zurna.
papatya is. (papa'tya) Yun. bot. Birleşikgillerden, 20-50 cm yükseklikte, baharda çiçek açan, taç yapraklan beyaz, ortası san kömeçli, bir yıllık otsu bir bitki, yoğurt çiçeği (Matricaria chamomilla).
→ papatya falı, sarıpapatya, Alman papatyası
papatya falı is. Niyet tutup papatyanın yapraklarını birer birer kopararak "olacak, olmayacak" diyerek bakılan fal.
papatyalı sf. Papatyası olan: "Toprak ve papatyalı yol keskin bir koku ile dolu, yıldızlar çok yakındı." -S. F. Abasıyanık.
papatyasiz sf. Papatyası olmayan.
papaya is. İng, papaya bot. 1. Amerika'nın sıcak bölgelerine özgü, san, kavuna benzer bir tür meyve. 2. Papaya ağacı.
→ papaya ağacı
papaya ağacı is. bot. Amerika'nın sıcak bölgelerine özgü, san, kavuna benzer bir tür meyvesi olan ağaç, papaya (Carica papaya).
papaz is. Yun. 1. Hristiyan din adamı, peder. 2. Üzerinde papaz resmi olan iskambil kâğıdı, papaz gibi saçı, sakalı uzayıp birbirine karışmış (kimse), papaz her gün pilav yemez insanın önüne her zaman aynı nitelikte elverişli bir imkân çıkmaz, papaz uçurmak argo içkili eğlence düzenlemek: "Bu gece beş, on para çıkarırsan izinli gecemde papaz uçururuz." -K. Tahir. papaza dönmek saçı ve sakalı uzamak, darmadağın olmak. papaza kızıp oruç (veya perhiz) bozmak başkasına kızıp kendisine zarar verecek iş görmek.
→ papaz balığı, papazkaçtı, papazkarast, papaz yahnisi, başpapaz
papaz balığı is. zool. Küçük bir çeşit kaya balığı (Chromis chromis).
papaz balığıgiller ç. is. zool. Ilıman denizlerde yaşayan kemikli balıklar familyası.
papazi is. (papazi:) Yun. Bir tür ince, ipekli kumaş.
papazkaçtı is. Bir tür iskambil oyunu.
papazkarası is. 1. Kırmızı şarap yapımında kullanılan bir tür üzüm cinsi. 2. Bu üzümden yapılan kırmızı şarap.
papazlık, -ğı is. Papaz olma durumu veya papazın görevi, papazlık etmek ders vermek, ikna edici sözlerle kandırmak: "Aldırma. Bana da papazlık etmeye kalktı ama ağzının payını verdim. Biz keyfimize bakalım." -A. Gündüz.
→ başpapazlık
papaz yahnisi is. Soğanlı, sarımsaklı, şaraplı veya sirkeli bir et yemeği.
papel is. îsp. papel argo ve esk. Bir liralık kâğıt para: "Git haber ver, üç papel göndermezse şuradan şuraya adımımı atmam." -P. Safa. (bir) papel etmemek hiçbir işe yaramamak, değeri olmamak: "Topunuzu satsam bir papel etmezsiniz. Hele bunu şehirde yapaydınız dumanınızı savururlardı dedi." -Halikarnas Balıkçısı.
papelci is. Zarfçı.
papelcilik, -ği is. Zarfçılık.
papîkçi is. Sokak satıcısı.
papirüs is. (papi'rüs) Fr. papyrus 1. bot. Papirüsgillerden, Nil kıyılarında yetişen, sürüngen, çıplak saplı, otsu bir bitki (Cyperus papirüs). 2. Eski Mısırlıların bu bitkinin' saplarından yaptıkları kâğıt.
papirüsgiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, örneği papirüs olan otsu bitkiler familyası.
paprika is. İng. paprika Acısı az bir çeşit kırmızıbiber.
papura is. esk. İki çift öküzle çekilen ağır saban.
papyekuşe is. Fr. papier couche Kuşe kâğıdı: "Hayat önümüzde hiç yazılmamış bomboş papyekuşe bir sayfa gibidir." -H. Taner.
papyon is. Fr. papillon Kelebek biçiminde, bir çengelle veya lastik bağla yakaya tutturulan kravat, papyon kravat.
→ papyon kravat
papyon kravat is. Papyon: "Çok biçimli bağlanmış olduğuna dikkat ettiğim siyah papyon kravatımı azıcık çarpıtıyor, gevşetiyorum. " -R. H. Karay.
para is. Far. pare 1. ekon. Devletçe bastırılan, üzerinde değeri yazılı kâğıt veya metalden ödeme aracı, nakit. 2. Kazanç: "Balıkçılıkta para vardır ama dalgıçlık kadar genç işidir." -S. F. Abasıyanık. 3. esk. Kuruşun kırkta biri. para basmak 1) darphanede, basımevinde metali veya kâğıdt para durumuna getirmek; 2) mec. kumarda ortaya para koymak; 3) mec. çok kazanmak. para bozmak büyük parayı ufak paralarla değiştirmek, para çekmek bir yere yatırılmış paradan bir bölümünü geri almak: "Murat Bey artık açık kapatmak için bankadan para çekmiyordu." -T. Buğra, para çıkarmak 1) para basmak; 2) başka yerde bulunan kimseye posta veya banka ile para göndermek, para çıkışmamak para yetişmemek: "Emine göğsünün altından çıkardığı rutubetli bir meşin çantanın orta gözünü açtı, hesapladı, kırk para çıkışmıyordu." -R. H. Karay, para dökmek bir iş için çok para harcamak, para dönmek rüşvetle iş yapılmak, para etmek değeri olmak, para etmemek 1) değeri pahasına satılamamak; 2) etkisi olmamak, işe yaramamak: "Hasılı isyan bayrağını çekti Miralay Bey. Yalvarma yakarma artık hiçbir şey para etmiyor." -H. Taner, para getirmek kazanç sağlamak: "Hiç ömrümde bir saatimin bu kadar para getirdiğini bilmiyordum." -M. Ş. Esendal. para ile değil çok ucuz. para ile değil, sıra ile herkes sırasını beklemek zorundadır, para kesmek 1) para basmak; 2) mec. çok para kazanmak: "Büyük para kesiyor, yeni yeni bilezikler alıyor." -H. R. Gürpınar, para kırmak çok kazanmak: "Ayda üç yüz liradan para kırıyorsun, halis muhlis burjuvasın. " -P. Safa. para parayı çeker elde para bulunursa onunla yeni paralar kazanılır, para peşin, kırmızı meşin her işin karşılığı anında ödenmelidir, para saymak ödemek. para sızdırmak (veya koparmak) zorlayarak veya kandırarak birinden para almak. para tutmak para biriktirmek, para yapmak para kazanıp biriktirmek: "Açıkhava'da, Maksim'de verdiği temsillerle kısa zamanda ün ve para yaptı." -H. Taner. para yatırmak gerektiğinde almak üzere bir yere para vermek, para yedirmek 1) gereksiz olarak başkasına çok para harcamak; 2) rüşvet vermek, para yemek 1) gereksiz olarak çok para harcamak; 2) görevli bulunduğu yerin imkânlarından yararlanarak para çalmak, rüşvet almak, paradan çıkmak para harcamak zorunda kalmak: "Canım ne lüzumu var, paradan çıkıyorsun diye âdeta beni azarlıyor." -R. N. Güntekin. paranın üstü satın alınan şeyin tutarından artan para. paranın yüzü sıcaktır paranın çekiciliğini ve geri çevrilemeyeceğini anlatan bir söz. (birinin) parasını çekmek para sızdırmak, birinden birtakım gerekçelerle para almak: "Şunu yaparız, bunu yaparız diye Paşa'yt aldatmaktan ve parasını çekmekten başka bir şey yaptıkları yok." -Y. K. Karaosmanoğlu. parasını çıkarmak anaparayı kurtarmak, masrafını çıkarmak, parasını sokağa atmak değeri olmayan bir mala para vermek, (birinin) parasını yemek hiç çalışmadan bedavadan geçinmek, birinin sırtından geçinmek, parasıyla rezil olmak para vererek yaptırdığı bir şey iyi çıkmamak, parasının karşılığını alamamak, paraya çevirmek herhangi bir şeyi para ile değiştirmek, paraya düşkün parayı çok seven kimse: "İnsan ne de olsa, paraya düşkün bir mahluktur." -B. Felek, paraya kıymak gereken yerde para harcamaktan kaçınmamak. paraya para (veya pul) dememek 1) çok para kazanır olmak; 2) elde edilen parayı az bulmak; 3) bol para harcamak, parayı araya değil, paraya vermeli parayı gerekli yere harcamalı. parayı denize atmak parayı boşuna harcamak, israf etmek, parayı veren düdüğü çalar para harcadığında insan istediğini elde edebilir: "Bana kafa tutmaya hiç hakkın yok. Parayı veren düdüğü çalar. Verirsin bir görüşme parası daha." -S. F. Abasıyanık.
→ para aktarımı, para alım satımı, para arzı, para babası, para basma, para birimi, para canlısı, para cezası, para cüzdanı, para çantası, para darlığı, para değişimi, para dolaşımı, paragöz, para kısıtlaması, para şişkinliği, anapara, artı para, beş para, bloke para, bozuk para, büyük para, cari para, çürük para, haram para, hazır para, kara para, kefenlik para, kırk para, madenî para, nakit para, on para, sağ para, sağlam para, sıcak para, temiz para, tutulmuş para, ufak para, yabancı para, yüz para, başlık parası, boyunduruk parası, ekmek parası, hava parası, kahve parası, kan parası, palamar parası, uğur parası, yakıt parası, yol parası
para aktarımı is. ekon. 1. Banka hesabındaki fonların belli bir miktarının başka bir hesaba aktarılması, virman. 2. Bir işletme veya kişinin hesabındaki paranın bir bölümünün başka bir hesaba aktarılması için bankaya verdiği ödeme emri.
para alım satımı is. Para değişimi.
para arzı is. Bir ülkede dolaşımdaki para hacmi.
para babası is. Parası çok, varlıklı kimse,
para basma is. 1. ekon. Piyasaya yeni para çıkarma. 2. mec. Çok para kazanma, işleri iyi gitme.
parabellum is. (parabellum) Alm. Parabellum esk. Alman ordusunda kullanılan tabanca: "Sol koluma değil, parabelluma pek güvenirim." -T. Buğra.
para birimi is. Bir devletin para için kabul ettiği değer ve eder ölçüsü.
parabol, -lü is. Fr. parabole mat. Bir düzlemin odak denen sabit bir noktadan ve doğrultman denen sabit bir doğrudan eşit uzaklıktaki noktalarının geometrik yeri.
parabolik, -ği sf. Fr. paraboliaue mat. Parabol biçiminde olan, parabolle ilgili.
paraboloit, -di is. Fr. paraboloide mat. Odağı olmayan, yalnız bir simetri ekseni bulunan ikinci dereceden yüzey.
paraca zf. (para'ca) Para ile ilgili olarak, para bakımından: "Paraca cömert davranması yeterdi kadınların hoşlanması için." -N. Cumalı.
para canlısı sf. Paragöz.
para cezası is. İşlenen bir suçun para karşılığının devlete ödenmesini öngören ceza.
paracı is. Parayı seven kimse.
paracılık, -ğı is. Paracı olma durumu.
→ kara paracılık
para cüzdanı is. Para koymaya yarayan cüzdan.
para çantası is. Para taşımaya yarayan özel çanta.
paraçol, -Iü is. İt. bracciola 1. den. Gemi çatmasında eğri parça. 2. Cumba vb. altına destek olarak konulan eğri ağaç. 3. Tek at koşularak çekilen, üzeri kapalı, yanlan açık bir tür araba, paraşol.
para darlığı is. ekon. Para şişkinliğine karşı önlem olarak paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması, deflasyon.
para değişimi is. ekon. Para değiştirme işlemi.
paradi is. Fr. paradis Bir tiyatroda en üst balkon.
paradigma is. (paradi'gma) Fr. paradigme 1. Belirli bir alanda çalışan bilim adamlarının paylaştığı ortak değerler ve anlayışlar dizisi. 2. Model. 3. Aynı söz dizimsel bağlam içinde birbirinin yerini alabilecek olan ve güçlü bir karşıtlık bağlantısı kuran öğelerin oluşturduğu bütün, dizi.
paradoks is. Fr. paradoxe Kökleşmiş inanışlara aykırı olarak ileri sürülen düşünce: "Başından beri, çevremizde bize karşı bir kalabalık, gerçek dışı bir grup olarak kaldık, toplumsal bir paradoks olarak." -A. İlhan,
paradoksal sf. Fr. paradoxal Aykırı düşünce niteliğinde olan.
para dolaşımı is. Alışveriş ve hizmet karşılığının ödenmesini sağlamak üzere paranın el değiştirmesi, tedavül.
paraf is. Fr. parafe, paraphe Yalnız adın veya ad ve soyadın baş harfleriyle atılan kısa imza.
parafazi is. Fr. paraphasie psikol. Söz karışıklığı.
parafe is. Fr. paraphe Paraf, parafe etmek paraflamak: "Akşamdan başlayan müzakere devam etti, bitti, parafe edildi." -A. Gündüz.
parafeleme is. Paraflama,
parafe Iemek (-i) Paraflamak: "Her üç ayda bir kocaman bir kâğıt yığını teşkil eden sarf evrakını imzalamakla, parafelemekle harcamışımdır. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
parafin is. Fr. parajfine kim. Katran, petrol, neft vb. maddelerden çıkarılan, katı, beyaz, yan saydam, buharı parlak bir alevle yanan, kimyasal etkenlere karşı ilgisiz, katı hidrokarbon, alkan.
parafinli sf. 1. Birleşiminde parafin bulunan. 2. Parafine batırılmış.
parafinsiz sf. Birleşiminde parafın olmayan.
paraflama is. Paraflamak işi veya durumu.
paraflamak (-i) Adının ve soyadının baş harflerini kullanarak imzalamak.
paragöz sf. Parayı çok seven, paraya çok düşkün, para canlısı (kimse): "Bundan dolayı bu paragöz adamın sırf körpeliğinden dolayı aldığı ufak tefek kızcağızı herkes görmek istiyordu." -H. E. Adıvar.
paragraf is. Fr. paragraphe 1. Düz yazıların kendi içinde satır başlarıyla ayrıldıkları bölümler. 2. Kanun maddelerinin kendi içlerinde satır başlarıyla ayrıldıkları ufak bölümlerden her biri. 3. Çengel işareti (§).
Paraguaylı öz. is. Paraguay halkından olan kimse.
paraka is. (para'ka) İt. den. İğneli uzun balık oltası.
parakete is. (parake'te) İt. barehetta den. 1. Geminin saatteki hızını anlamak için kullanılan araç. 2. Üzerinde yüzlerce iğneli köstek bulunan uzun balık oltası: "Paraketelerimizi yemledik, av gereçlerimize çekidüzen verdik, şakalaştık." -Halikarnas Balıkçısı.
paraketeci sf. Parakete ile balık avlayan (kimse).
para kısıtlaması is. ekon. Piyasada likit para dolaşımını sınırlandırma,
para kısıtlayıcı is. Para kısıtlama işlemini yapan kimse.
paralaks is. (paralâks) Fr. parallaxe astr. Biri yerkürenin merkezinden, öbürü yeryüzünde bulunan bir kimsenin gözünden çıkan iki doğrunun, bir gök cisminin merkezinde birleşerek oluşturdukları düşünülen açı.
paralama is. Paralamak işi.
paralamak (-i) 1. Parçalamak: Aslan geyiği paraladı. 2. Yıpratıp eskitmek: Yepyeni ayakkabıları bir ayda paraladı.
paralanma is. Paralanmak işi.
paralanmak (I) (nsz) Parasızken para elde etmek.
paralanmak (II) (nsz) 1. Parça parça olmak. 2. mec. Sıkıntı ve üzüntü içinde, olmayacak bir işle uğraşmak, didinmek. 3. mec. Bir işte çok çaba ve özen göstermek.
paralatma is. Paralatmak işi.
paralatmak (-i, -e) Paralama işini yaptırmak veya paralanmasına sebep olmak.
paralayıcı is. Paralama işini yapan kimse.
paralel sf. Fr. parallele 1. Yan yana ve birbirini kesmeden, birbirine kavuşmadan uzanıp giden (şeyler), koşut, muvazi: "Bu, Çal Dağı'nın koyu mor sırtlarına paralel uzun ve yüce bir dağ." -H. E. Adıvar. 2. is. astr. Yerküresi üzerinde çizildiği varsayılan, Ekvator'a paralel çemberlerden her biri. 3. mat. Koşut: Her paralel bir çemberdir.
→ paralel akım, paralel kaidesi, paralelkenar, paralel yüz, barparalel
paralel akım is. fiz. Bir paralel bağlantıdan geçen akım.
paralelizm is. Fr. parallelisme fel. Koşutçuluk.
paralel kaidesi is. mat. Aynı noktaya uygulanan iki vektörün bileşkesini bulmak için her birinin bitim ucundan öbürüne paralel birer çizgi çizilerek bîr paralel kenar oluşturduktan sonra vektörlerin uygulama noktasından bir köşegen çekme yolu.
paralelkenar is. mat. Karşılıklı kenarları paralel olan dörtgen.
paralelleştirme is. Paralelleştirmek işi veya durumu.
paralelleştirmek (-i) Koşutlaştırmak.
paralellik, -ği is. 1. mat. Koşutluk. 2. Paralel olma durumu. 3. mec. Benzerlik, yakınlık.
paralel yüz is. mat. Her yüzü bir paralelkenar olan biçme.
paralı sf. 1. Parası çok olan, zengin (kimse). 2. Para karşılığında sağlanan, bedava olmayan: Paralı okul. Paralı iş. 3. Üzerinde yuvarlak ve irice benekleri olan: Paralı basma.
paralıca sf Zengin: "O, bizim arkadaşı gönlünü eğlendirmeye gelmiş, paralıca bir delikanlı sanıyordu." -O. C. Kaygılı.
paralık, -ğı sf. Herhangi bir para değerinde olan.
→ beş paralık, iki paralık, on paralık
paralîzi is. Fr. paralysie tıp Felç.
paralojik, -ği sf. Fr. paralogique psikol. Mantıksal sistem bozukluğu.
paralojizm is. Fr. paralogisme man. ve fel, 1. Akıl süzgecinden geçirirken bilmeyerek düşülen yanılgı. 2, Mantığa uymazlık.
parametre is. (parame'tre) Fr. parametre mat. 1. Cebirde bir denklemin kat sayılarına giren değişken nicelik. 2. Geometride, bir koninin odağından çıkan dikeyin konikle kesiştiği noktaya kadar olan parçanın uzunluğu.
parametreleme is. Parametrelemek işi.
parametrelemek (-i) geom. Parametreli bir eğri veya yüzey belirlemek.
parametreli sf. Bir veya birçok parametre ile ilgili.
paranıetrîk, -ği sf. Fr. parametrique Parametreli.
paratnnezi is. Fr. paramnesie Kelimelerin anlamlarını ve kullanışlarını unutma sonucu oluşan bellek zayıflığı.
paramparça sf. (para'mparça) Pek .çok parçalara ayrılmış, parça parça olmuş: "Yalnız paramparça gömleğinin üstünde kocaman bir kırmızı kravat var." -R. N. Güntekin. paramparça olmak pek çok parçalara ayrılmak, kırılmak.
parankima is. (para'nkima) Fr. parenchyme anat. Özek doku.
paranoya is. Fr. paranoîa tıp Abartılı gurur, kuşku, güvensizlik, bencillikle belli olan bir ruh hastalığı.
paranoyak, -ğı sf. Fr. parano'iague tıp 1. Paranoya ile ilgili. 2, is. Paranoyaya tutulmuş kimse: "İlk konuşmalarımızda delikanlıyı biz bir paranoyak sanmıştık." -T. Buğra.
parantez is. Fr. paranthâse 1. Yay ayraç, 2. mec. Konunun dışında kalan söz ve yazı: "Bu zorunlu parantezden sonra konumuza dönelim." -H. Taner, parantez açmak söz veya yazının içine, sözü edilen konu ile ilgili bir bölüm koymak: "Şimdi burada yeni bir uzun parantez açmak ve bu dağ gezintisi hikâyesinden çok gerilere dönmek ihtiyacını duyuyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu. parantez kapatmak sözü, konuşmayı bitirmek: "Şair bu kaba imalı latife parantezini çoktan kapatmış, şarkısına devam etmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ köşeli parantez
parapet is. İt. parapetto Küpeşte.
parapsikoloji is. İng. parapsychhgy psikol. Doğaüstü olayları araştıran, telepati, gaipten haber alma, duyu dışı algılama vb. olayları inceleyen ruh bilimi.
parapsikolojik, -ği sf. Fr. parapsychlogiaue psikol. Parapsikoloji île ilgili.
para pul is. Para, para niteliğinde olan şey: "Kimi insan para pul budalası olur, kimisi icat ve keşif meraklısı, bazısı da müzik âşığı, " -Halikarnas Balıkçısı.
parasal sf Para ile ilgili, para bakımından, mali, nakdî, akçasal.
parasempatik, -ği sf. Fr. parasympathique Parasempatik sinir sistemi ile ilgili olan.
→ parasempatik sinir sistemi
parasempatik sinir sistemi is. anat. Kalbin atışlarını yavaşlatan, sindirim sistemini, salgıları düzenleyen yaşatkan sinir sistemini oluşturan, iki sistemden biri.
parasız sf. 1, Parası olmayan. 2. Yoksul: "Parasız günlerinde canı bin bir çeşit şeyler isteyerek ruhu ... yoksulluğun acısını bin bir kere duyardı." -A. Ş. Hisar. 3. Para verilmeden elde edilen, bedava: "İlköğretim ... devlet okullarında parasızdır." -Anayasa. 4. zf Para verilmeksizin, parasız olarak, bedavadan, bedava.
→ parasız pulsuz, parasız yatılı, beş parasız, on parasız
parasızlık, -ğı is. Parasız olma durumu: "Artık hicretlerin, parasızlıkların, hastalıkların adi ve çirkin üzüntüleriyle titremeye razı değildi."-'P. Safa.
parasız pulsuz sf 1. Yoksul, züğürt (bir biçimde): "Herkesin yemeğe gittiği bir saatte benim parasız pulsuz buralarda dolaşmam bir suç gibi geliyor bana." -O. V. Kanık. 2. zf Hiç parası olmayarak.
parasız yatılı sf. Öğrenim giderleri, yatacak yer ve yemeği devletçe karşılanan (öğrenci).
para şişkinliği is. ekon. Dolanımdaki para miktarıyla, malların ve satın alınabilir hizmetlerin toplamı arasındaki açığın büyümesinden ortaya çıkan ve fiyatların toplam yükselişi, paranın değerinin düşmesi biçiminde kendini gösteren ekonomik parasal süreç, enflasyon.
paraşüt is. Fr. parachute Hava taşıtından, yüksek bir yerden atılan bîr cismin veya atlayan bir insanın kontrollü biçimde yere inmesini sağlayan araç. paraşüt ile atlamak 1) paraşüt kulesinden atlamak; 2) ask. taktik amaçlarla belli bir bölgeye havadan inmek veya bir tehlikeden kurtulmak için uçaktan paraşütle atlamak.
→ paraşüt birlikleri, tandem paraşütü, yamaç paraşütü
paraşüt birlikleri ç. is. ask. Paraşütçü birlikler.
paraşütçü is. Paraşütle atlayarak yere inen kimse.
→ paraşütçü birlikler
paraşütçü birlikler ç. is. ask. Paraşütle iniş yapmak için yetiştirilmiş asker birlikleri, paraşüt birlikleri.
paraşütçülük, -ğü is. Paraşüt kullanma veya paraşütle atlama işi.
paraşüt kulesi is. Paraşütle atlama eğitiminin yapıldığı kule.
paraşüttü sf. Paraşütü olan.
paratiroit bezi is. Tiroit bezinin yanında yer alan, kandaki kalsiyum düzeyinin normalde tutulmasını denetleyen hormonu salgılayan bez.
paratoner is. Fr. paratonnerre Yıldırımsavar.
paratüberküloz is. Fr. paratuberculose Geviş getirenlerde aside dirençli bir bakterinin sebep olduğu hastalık.
paravan is. Fr. paravent 1. Menteşelerle birbirine bağlı birkaç parçadan oluşan ve yapılarda bazı bölümleri ayırmakta kullanılan, katlanır, taşınır çerçeveli perde: "Merdivenin başındaki paravanın arkasında garip bir sahne gördüm." -A. Gündüz. 2. sf. mec. Adından, yetkisinden, gücünden kendisine belli etmeden yararlanılan, (birini) paravan yapmak kendini belli etmeyerek başkasının adından, yetkisinden, gücünden yararlanmak.
→ paravan menteşesi
paravana is. (parava'na) İt. paravento Paravan: "Tuvalet masası paravana ile yatak odasından ayrılmıştı." -P. Safa,
paravan menteşesi is. Düz yaprak menteşelerinin benzeri, üç yapraklı ve iki milli menteşe.
parazit is. Fr. parasite 1. biy. Asalak. 2. Radyo, televizyon, telsiz vb. aygıtların yayınma karışan yabancı ses veya cızırtı. 3, mec. Herhangi bir işte, olayda sorun çıkaran kimse.
parazitlentne is. Parazitlenmek işi veya durumu.
parazitlenmek (nsz) Radyo, telsiz vb. aygıtların yayınlarına yabancı ses karışmak.
parazitli sf. Paraziti olan.
parazitlik, -ği is. Asalaklık.
parazitoloji is. Fr. parasitologie biy. Asalak bilimi.
parazitolojik, -ği sf. Fr. parasitologique biy. Asalak bilimi ile ilgili.
parazitsiz sf. Paraziti olmayan: "Dünyaya ne yapmak için gelmişse engelsiz, parazitsiz kendim o işe adayabiliyor." -H. Taner.
parça is. Far. pürce 1. Bir bütünden ayrılan, ayrı sayılan veya artakalan şey: Yolun bu parçası bozuk. 2. Bîr bütünden kopma, kırılma, yırtılma vb. yoluyla ayrılmış bölüm, lime: "Alınacakları bir gece önceden küçük bir karton parçasına yazmıştır." -H. Taner. 3. Birkaçı bir araya geldiğinde bir bütünü oluşturan şeylerin her biri: On parçadan yapılmış bir oda takımı. 4. Tane: Üç parça elbiselik kumaş. 5. Edebiyat eserinin bir bölümü: "Hayatımın en acı ve tatlı saatleri bunun başında geçti, eserimin en güzel parçalarını onun kenarında yazdım." -R. N. Güntekin. 6. Müzik eseri. 7. Benzeri, bir örneği: Ay parçası, elmas parçası. 8. mec. Küçümseme ve değersiz sayma bildiren bir söz: "Bir çoban parçasısın, olmasa bile koyun / Daima eğeceksin başkalarına boyun." -K. Kamu. 9. argo Güzel, alımlı kız veya kadın, parça almak tıp biyopsiyi gerektiren incelemelerde canlının belli bir yerinden doku parçası çıkarmak, parça başına her parça için.
→ parça bohçası, parça bölük, parça parça, parça pürçük, bir parça, yedek parça, ay parçası, ahu parçası, ateş parçası, daire parçası, doğru parçası
parça bohçası is. Biçkiden artan çeşit çeşit kumaş parçalarının içine konulduğu bohça.
parça bölük zf. Kısım kısım, azar azar, oradan buradan: "Tutunan sadece Tanrı vergisi kabiliyeti idi, parça bölük edindiği bilgilerdi. " -T. Buğra.
parçacı is. 1. Kumaş toplarından artmış parçaları satan kimse. 2. Makine yedek parçaları satan kimse.
→ yedek parçacı
parçacık, -ğı is. fiz. Elektron, proton, nötron gibi atomu oluşturan parçaların her biri, partikül.
parçacılık, -ğı is. Parçacının işi.
→ yedek parçacılık
parçalama is. Parçalamak işi, parçalara ayırma.
parçalamak (-i) 1. Parçalara ayırmak, bütünlüğünü bozmak, parça parça etmek: "Biraz iyi bakınca gördüm ki, kuş, yılanı parçalayıp yiyor." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Birliği bozmak amacıyla bölmek.
parçalanış is. Parçalanma işi veya biçimi.
parçalanma is. Parçalanmak işi.
parçalanmak (nsz) 1. Parçalama işine konu olmak, parçalara ayrılmak, paralanmak: "Rayların üstüne düşüp parçalanacaksın dedi, hem bak, herkes bizimle eğleniyor." -R. N. Güntekin. 2. mec. Başkasını mutlu etmek için elden gelen her şeyi yapmak, didinmek: Evine gittik mi, ağırlayacağım diye parçalanır!
parçalatma is. Parçalatmak işi.
parçalatmak (-i) Parçalama işini yaptırmak.
parçalattırma is. Parçalattırmak işi.
parçalattırmak (-i) Parçalama işini yaptırmak.
parçalayıcı sf. Parçalara ayıran.
parçalayıcılık, -ğı is. Parçalayıcı olma durumu.
parçalayış is. Parçalama işi veya biçimi.
parçalı sf. Birden çok parçadan oluşmuş: Parçalı etekler moda.
→ parçalı bohça
parçalı bohça is. Renk renk ve çeşit çeşit kumaş parçalarının birbirine eklenmesiyle yapılan bohça, parçalı bohça gibi birbirini tutmaz parçalardan oluşan.
parça parça zf. 1. Parçalanmış bir durumda, lime lime: "Hepsinin tıraşları uzamış, esvapları parça parça idi." -Ö. Seyfettin. 2. Azar azar, bölüm bölüm: "Denize parça parça dökülmüş kayaların kenarından bir çakıl yol, geniş meydanlığa varırdı." -S. F. Abasıyanık, parça parça etmek parçalara ayırmak: "Nevin zarfı da mektubu da parça parça etti. Yürüdü." -S. F. Abasıyanık.
parça pürçük, -ğü sf. Az, önemsiz.
pardon is. Fr. pardon "Özür dilerim, affedersiniz" anlamlarında kullanılan bir söz: "Miras işini babama, pardon ... annemin Türk kocasına bırakıyorum." -Ö. Seyfettin.
pardösü is. Fr. pardessus Serin havalarda öbür giysilerin üzerine giyilen, paltodan ince üstlük: "Sırtında kumaştan kül rengi bir pardösü, ayaklarında da alçak topuklu kahverengi ayakkabılarla çıktı." -Ç. Altan.
pare is. (pa:re) Far. pare esk. 1. Parça, kısım. 2. Tane, adet: "Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi / Yeni doğmuş ayı gördükleri yerden geliyor." -Y. K. Beyatlı.
→ pare pare, ciğerpare, palaspare, şekerpare, varakpare, yekpare
pare pare zf. Parça parça.
parfüm is.. Fr. parfüm 1. Güzel koku. 2. Şişelenmiş güzel koku.
parfümcü is. Parfümeri ürünleri üreten veya satan kimse.
parfümcülük, -ğü is. Parfümcünün işi.
parfümeri is. Fr. parfumerie 1. Çeşitli kozmetiklerin ve kokuların yapımı ve satımı. 2. Kozmetiklerin ve kokuların tümü. 3. Bunların satıldığı dükkân.
parıldama is. Parıldamak işi.
parıldamak (nsz) 1. Işık saçmak, parlamak: "Suların kenarında Sarayburnu içli, hisli ve sırlı bir nur içinde parıldar." -A. Ş. Hisar. 2. mec. Gelişmek, yükselmek: "İnsan sanatında ilerledikçe parıldar." -S. F. Abasıyanık.
parıldatma is. Parıldatmak işi.
parıldatmak (-i) Parıldamasını sağlamak.
parıldayıcı is. Parıldama özelliği veya niteliği bulunan madde.
parıldayış is. Parıldama işi veya biçimi: "Bir dakika sonra başka bir parıldayış geçiyor gibi gelirdi." -A. Ş. Hisar.
parıl parıl zf. Parıldayarak, ışık saçarak: "Bu kubbelerin yaldızı Sofya civarının her tarafından parılparıl sırıtıyor."-Y'. K. Beyatlı.
parıltı is. Parıldama, göze çarpan parlaklık: "Bütün gözler onun gittikçe artan parıltısıyla kamaşmış gibiydi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
parıltılı sf. Parlaklığı olan, parıldayan, ışıltılı, yalabık.
parıltısız sf. Parlaklığı olmayan.
parite is. Fr. parite İki ülke parasının karşılıklı değeri.
park is. İng. park 1. Bir yerleşme merkezinde halkın gezip hava alması için düzenlenmiş ağaçlı ve çiçekli büyük bahçe, millet bahçesi: "Park ismi de güzel ya. millet bahçesi uzunca ama daha güzel." -S. F. Abasıyanık. 2. Otopark. 3. Trafik zorunlulukları dışında durma biçimi. 4. Cephane, makine veya otomobillerin bulunduğu yer. park etmek taşıtları trafik kuralları bakımından uygun bir yerde belli süre bırakmak: "Kamyonlar, pikaplar arka arkaya park etmiş duruyorlardı yan sokaklarda." -Ç. Altan.
→ park yeri, lunapark, otopark, ağaç parkı, botanik parkı
parka is. (pa'rka) İng. parka, parkee (Aleut dillerinden) 1. ask. Genellikle askerin açık hava eğitimi ve manevra sırasında giydiği soğuğa karşı koruyucu, başlıklı bir çeşit üstlük. 2. Genellikle gençlerin giydiği başlıklı bir tür üstlük.
parkçı is. Parkı işleten kimse.
→ otoparkçı
parkçılık, -ğı is. Park işletme işi.
→ otoparkçılık
parke is. Fr. parquet 1. Konut, iş yeri vb. yerlerin tabanını döşemek için çeşitli boyutlarda, ince, uzunca tahta parçaları veya yapay malzemenin belirli bir düzene göre yerleştirilmesiyle yapılan döşeme. 2. Bu döşemede kullanılan, aynı boydaki küçük tahta parçası. 3. Parke taşı.
→ parke taşı
parkeci is. Parke yapan, satan veya döşeyen kimse.
parkecilik, -ği is. 1. Parkeci olma durumu. 2. Parkecinin işi veya mesleği.
parkeleme is. Parkelemek işi.
parkelemek (-i) Parke ile döşemek.
parkeletme is. Parkeletmek işi.
parkeletmek (-i) Parke ile döşetmek.
parke taşı is. Yol yapımında kullanılan, düzgün ve çeşitli biçimlerde taş, parke: "Biraz ötede, tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilerisinde..." -Ö. Seyfettin.
parkmetre is. (parkme'tre) İng. park + Fr. metre Park saati.
park saati is. Paralı park yerlerinde aracın kaldığı süreyi belirleyen saat, parkmetre.
parkur is. Fr. parcours 1. Binicilik, bisiklet, atletizm, yürüyüş vb. sporların yapıldığı özel yol. 2. Gezi ve yürüyüş yapılan özel yol.
park yeri is. Taşıtların trafik bakımından uygun olan ve belli bir süre bırakıldıkları açık veya kapalı yer.
parlak, -ğı sf. 1. Parlayan, ışıldayan: "Siyah, çıplak dallarda henüz koruyamayan su damlaları parlak, mavi birer boncuk gibi parlıyordu." -H. E. Adıvar. 2. Temiz ve ışıklı: "Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı / Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı. " -F. N. Çamlıbel. 3. mec. Göze çarpacak kadar başarılı: "Birinci İnönü Harbini parlak bir zaferle kazandık." -A. Gündüz. 4. kaba Yüzü güzel (oğlan).
parlaklaşma is. Parlaklaşmak işi.
parlaklaşmak (nsz) Parlak duruma gelmek.
parlaklaştırma is. Parlaklaştırmak işi.
parlaklaştırmak (-i) Parlak duruma getirmek.
parlaklık, -ğı is. 1. Parlak olma durumu, revnak: "Saçlar, vücut öldükten sonra da bir zaman canlı bir parlaklıkla dalga dalga büyümekte devam ederler." -R. N. Güntekin. 2. mec. İlgi ve dikkat çekici olma durumu. 3. astr. Bir ışık kaynağının verdiği ışığın, göz gibi bir alıcının üzerinde yaptığı etki.
parlama is. Parlamak işi.
parlamak (nsz) 1. Güçlü bir ışık çıkarmak, ışık saçmak: "O benim milletimin yıldızıdır parlayacak." -M. A. Ersoy. 2. Bir ışık kaynağından gelen ışınları yansıtmak: Ayna parlıyor. 3. Tutuşup alev çıkarmak: "Pof diye gaz parladı ve zaten seyrek olan kirpiklerimi ütüledi." -B. Felek. 4. mec. Mevkisi yükselmek: "Nüfuzlu akrabalarının yardımı sayesinde bir iki senede parlamış, büyük bir hariciye memuru olmuş." -R. N. Güntekin. 5. mec. Ün, san kazanmak, herkesçe tanınmak. 6. mec. Birdenbire öfkelenmek: "En büyük zaafı da, kendisine çıkar sağlayacak insanlara karşı bile, yoktan yere parlayıverişleri idi." -T. Buğra. 7. mec. Ortaya çıkmak: "Feride'nin yüzünde bir çocuk sevinci parladı." -R. N. Güntekin.
parlamentarizm is. (parlâmentarizm) Fr. parlementarisme Yürütme organının, seçimle kurulmuş yasama organlarına karşı sorumlu olduğu politik düzen: "Parlamentarizmin türlü yararları içinde bazı sakıncaları oluyor." -H. Taner.
parlamenter is. (parlamenter) Fr. parlementaire 1. Milletvekili. 2. sf. Parlamentoya dayanan, parlamento ile ilgili: Parlamenter düzen.
parlamento is. (parlâme'nto) İt. parlamento Başlıca görevi yasama, devlet bütçesini çıkarma, hükümeti denetleme olan ve üyeleri halkoyu ile belirli bir süre için seçilen meclis veya meclisler, yasama kurulu, yasama meclisi, yasama organı: "Parlamento, devlet statüsü ve millî ordu için yeni kanunlar neşretti. " -F. R. Atay.
parlatıcı is. Parlatma özelliği olan nesne, cila.
parlatma is. Parlatmak işi.
parlatmak (-i) 1. Bir yüzeyi düzgün ve parlak duruma getirmek, parlamasını sağlamak: "Derdini anlayan birini bulmak sevinci küçük gözlerini parlatmıştı." -H. E. Adıvar. 2. argo İçki içmek: Bir iki kadeh parlatmadan edemez. 3. argo Güzel, etkili, alışılmamış söz söylemek.
parlayış is. Parlama işi veya biçimi.
parmak, -ğı is. 1. anal. İnsanda ve bazı hayvanlarda ellerin ve ayakların son bölümünü oluşturan, boğumlu, oynak, uzunca organların her biri: "Uzun, sinirli parmakları locanın kenarında uzanmış, boksörün kulağını koparıyordu." -R. N. Güntekin. 2. Bir tekerleğin merkezinden çemberine kadar uzanan çubukların her biri. 3. mat. İnç. 4. sf. El parmağının eni kadar olan: Değneği iki parmak kısaltmalı. 5. sf. Koyu sıvılara daldırıp çıkarıldığında parmağa bulaşan miktarda olan: Bir parmak bal. 6. mec. Bir işe karışmış olma ilgisi: Bu işte onun parmağı var. 7. esk. Arşının yirmi dörtte biri, parmak atmak sorun yaratmak, (bir yere) parmak basmak 1) imza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak; 2) mec. bir konu üzerine dikkati, ilgiyi çekmek: "Bu arada benim öteden beri gözüme çarpan bir noktaya şimdi parmak basacağım. " -B. Felek, parmak bozmak çocuklar arasında arkadaşlığı sona erdirmek, küsmek. parmak ısırmak büyük şaşkınlık duymak: "Hele geçen gün o Meşincioğlu Kerim Bey'e yaptığın işe parmak ısırdım." - R. N. Güntekin. parmak ısırtmak herhangi bir davranışıyla şaşkınlık içinde bırakmak, şaşırtmak: "Bu küçük beldede kocaman işler göreceğini, herkese parmak ısırtacak eserler çıkaracağını zannediyordu." -R. H. Karay. parmak kadar yaşça çok küçük: "Ne istersin çocuk, çocuktan? dedi. Daha parmak kadar, kemikleri kırılacak, öyle ince. " - O. Kemal, parmak kaldı az kaldı, az kalsın, neredeyse, parmak kaldırmak bir toplulukta söz istemek için işaret parmağını açık bırakarak kapalı eli yukarı kaldırmak. parmak yalamak kendine, hakkı olmaksızın bir çıkar sağlamak: "Bal tutan parmağını yalar." -Atasözü, parmağı ağzında kalmak şaşakalmak, şaşmak, hayret etmek: "Haftasına kalmadı, o sert şiş kayboldu, semirmeye başladım. Doktorların parmağı ağzında kaldı." -P. Safa, (bir işte) parmağı olmak bir işi olumsuz yönde etkilemek, bir işe karışmış olmak, parmağına dolamak bir konuyu, bir kimseyi ele alıp sürekli uğraşmak, diline dolamak: "Çarşının alaycıları, gevezeleri... Halil'in yüreğinin yandığını anlayınca onu parmaklarına doladılar, ateşini körüklemeye başladılar." -M. Ş. Esendal. (birini) parmağında oynatmak her istediğini yaptırmak, kukla gibi kullanmak. (birinin) parmağını aramak ilgisini, bağlantısını aramak, kurulan düzeni araştırmak: "Bu polemik kampanyasında bazı gizli teşekküllerin parmağını aramak gerektiği fikrinde idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. parmağını bile kıpırdatmamak (veya oynatmamak) bir iş için hiçbir davranışta bulunmamak, parmağını yaranın üzerine basmak asıl derdi veya bir derdin asıl sebebini göstermek, parmağının ucuyla (veya ucunda) çevirmek bir işi kolayca ve ustalıkla yapabilmek, parmakla gösterilmek 1) bir şey az bulunmak; 2) seçkin, ünlü olmak, parmakla sayılmak çok az olmak: "Liderin dehasına gerçekten inanmış olanlar parmakla sayılacak kadar azdı." -Y. K. Karaosmanoğlu. parmaklarını (birlikte) yemek yemeği çok beğenmek.
→ parmak hesabı, parmak izi, parmak parmak, parmak tatlısı, parmak üzümii, adsız parmak, altıparmak, altı parmak, badem parmak, başparmak, beşparmak, beşparmak otu, bir parmak, küçük parmak, orta parmak, serçe parmak, gelinparmağı, gösterme parmağı, hanımparmağı, işaret parmağı, salavat parmağı, şehadet parmağı, vezirparmağı, yüzük parmağı, iki parmaklı, kalem parmaklı, üç parmaklı
parmak hesabı is. 1. Parmakları kullanarak yapılan hesap. 2. ed. Hece ölçüsü: "Öyle bir şey ki, ne Acem aruzu ne de parmak hesabı. " -Ö. Seyfettin.
parmak izi is. Genellikle kimlik belirlemede yararlanılan, parmak uçlarının iç tarafındaki derinin her kişide değişik olan izi.
parmaklama is. Parmaklamak işi.
parmaklamak (-i) 1. Parmakla yemek: Balı parmakladı. 2. Parmakla dokunmak. 3. Dürtmek.
parmaklı sf. Parmağı olan.
→ çift parmaklılar, tek parmaklılar
parmaklık, -ğı is. 1. Dik ve biraz aralıklı olarak yan yana dizilmiş tahta, demir vb. çubuklarla yapılmış bölme veya korkuluk: "Köşkün tahta parmaklıkları önünde rahatsız etmekten çekinerek hatır soruyorlar." -A. Gündüz. 2. Kesik veya yara bulunan parmağı korumak için üzerine geçirilen, çoğunlukla plastik kılıf.
→ ızgara parmaklığı
parmaklıklı sf. Parmaklığı olan: "Ayaklarımın ucunda yükselerek onun demir parmaklıklı penceresine bir göz atıyordum. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
parmaklıksız sf. Parmaklığı olmayan.
parmak parmak sf. 1. Parmak biçiminde: Duvarda parmak parmak yağ lekeleri var. 2. zf Parmaklayarak, parmak parmak yemek parmaklayarak yemek: "Sen şeker ol ben kaymak / haydi yiyelim parmak parmak. " -Halk türküsü.
parmaksı sf. Elin parmaklarını andırır biçimde olan.
parmaksız sf. Parmağı olmayan,
parmak tatlısı is. Parmak biçiminde yapılan bir tür hamur tatlısı.
parmak üzümü is. Tanelen uzun olan bir üzüm türü.
parmıcan is. İt. parmigiano Bir çeşit İtalyan peyniri.
parnasizm is. Fr. parnassisme ed. Sanat sanat içindir ilkesini benimseyen, genellikle şiirde kendini gösteren bir edebiyat akımı.
parnasyen sf. Fr. parnassien Parnasizm yanlısı.
parodi is. Fr. parodie tiy. Ciddi sayılan bir eserin bir bölümü veya bütününü alaya alarak, biçimini bozmadan ona bambaşka bir özellik vererek biçimle öz arasındaki bu ayrılıktan gülünç etki yaratan bir oyun türü.
parola is. (paro'la) İt. parola 1. Askerlerin birbirlerini tanımalarım sağlayan ve kendi aralarında önceden kararlaştırdıkları kelime veya söz: "Bir asker uzaktan, görünmeyen bir yerden parola soruyordu." -M. Ş. Esendal. 2. Gizli derneklerin toplantılarına katılan kimselerin birbirlerini tanımalarını sağlayan ve kendi aralarında önceden kararlaştırdıkları kelime veya söz. 3. Varılmak istenen amacı özetleyen söz: "Öyleyse ya istiklal ya Ölüm! İşte hakiki kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı." -Atatürk. 4. Gizlilik ortamında insanların birbirini tanımalarını ve anlaşmalarını sağlayan işaret: "Eşinin balkona asacağı çamaşırların parolasından İngiliz polisinin o gün kendini' evde arayıp aramadığını ve civarda nöbet tutup tutmadığım anlar." -H. Taner.
parpa is. Kalkan balığının yavrusu.
par par zf. "Yüksek ateşi olmak" anlamındaki par par yanmak deyiminde geçen bir söz: "Fakat o doludizgin, kırkı boylamış bir ateşle par par yanıyordu." -R. N. Güntekin.
pars is. Far. pars zool. Kedigillerden, genellikle Asya ve Afrika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan, postu benekli, bazen de düz siyah, çevik, yırtıcı, etçil, memeli hayvan, leopar, panter, pelenk (Felispardus).
parsa is. (pa'rsa) Far. pârse Bir izleyici topluluğu önünde yapılan gösteriden sonra toplanan para: "Ali direkten indikten sonra eline aldığı bir tepsi île ahaliye sarıldı ve parsa toplamaya başladı." -R. N. Güntekin. parsayı (başkası) toplamak bir emeğin karşılığını o emeği çeken değil, başka biri almak.
parsel is. Fr. parcelle İmar yasalarına göre ayrılıp sınırlanmış arazi parçası.
parselasyon is. (parselasyon) Fr. parcellation Parselleme.
parselleme is. Parsellemek işi.
parsellemek (-i) 1. Parsellere ayırmak. 2. Çeşitli kişiler belirli bir toprağı aralarında paylaşmak. 3. mec. Çeşitli kuruluş veya iş yerlerinde mevki ve makamlara sahip çıkmak, paylaşmak.
parsellenme is. Parsellenmek işi.
parsellenmek (nsz) Parselleme işi yapılmak.
parselletme is. Parselletmek işi.
parselletmek (-i) 1. Parsellere ayırtmak. 2. mec. Paylaştırmak.
parselli sf. Parsellere ayrılmış: Parselli arazi.
parşömen is. Fr. parchemin Yazı yazmak, resim yapmak için özel olarak hazırlanan deri, tirşe.
→ parşömen kâğıdı
parşömen kâğıdı is. Parşömene benzetilerek yapılan, mat, dayanıklı ve hafifçe saydam kâğıt.
partal sf. 1. Çok kullanılmaktan yıpranmış, eskimiş: "Vücudu eski partal esvapları içinde çarpık çurpuk eski bir değneğe dönmüştü." -H. E. Adıvar. 2. is. hlk. Abartılmış söz, yalan.
partenogenez is. Fr. parthenogenese biy. Döllenmesiz üreme.
parter is. Fr. parterre Tiyatro, sinema vb. yerlerde, sahnenin bulunduğu ilk kat ve burada bulunan koltuklar: "Parter, her sınıftan insanla hıncahınç dolu idi." -R. N. Güntekin.
parti (I) is. Fr. parti 1. Ortak düşünce ve görüşteki kişilerin oluşturdukları siyasal topluluk, fırka: "Seçmenler yeni güç santrallerinin doğayı bozacağını düşündükleri için karşı partiyi tutmuşlar." -H. Taner. 2. İnsan topluluğu.
→ kardeş parti, merkez parti, siyasal parti, siyasi parti, muhalefet partisi
parti (II) Fr. partie 1. Bir bütünün parçası, kısım: "Yedi sekiz balyalık bir partiden bir buçuk, iki kilo tütün yürütüyordu." -N. Cumalı. 2. Bazı oyunlarda bir kez: "Öğle sonları birkaç parti tavla oynamaktan hiç vazgeçmiyorduk. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Bir kişi, bir kuruluş veya bir topluluğun, çoğu belli bir şeyi kutlamak amacıyla düzenledikleri eğlence: "Gülümhan'ın partisinde tanışır gibi olmuştuk." -A. İlhan, 4. Tutam (II). 5. mec. Çok ucuza elde edilen şey, kelepir. 6. mec. Vurgun, kazanç: "Kazanmakta olduğu partinin güme gitmesinden korkan terlikçi İhsan..." -H. Taner. 7. müz. Armoniyi oluşturan ezgilerden her biri. parti çevirmek kâğıt oyunları, tavla vb.nde bir parti oynamak, parti vermek bir şeyi kutlamak veya eğlenmek için birçok kimseyi bir araya toplamak, partiyi kaybetmek 1) elde etmeye çalıştığı bir kazancı karşısındakine kaptırmak; 2) başkasıyla çekiştiği bir konuda yenilmek: "Kızın gözlerinden damla damla yaşlar akıyordu. İmam partiyi kaybediyordu." -H. E. Adıvar. partiyi vurmak büyük bir kazanç sağlamak.
→ gardenparti
partici is. 1. Parti üyesi: Particiler köyleri dolaşıyorlar. 2. sf. Bir partiye çok bağlı olan, o partinin öğretisini savunmayı, onun çıkarlarım korumayı amaç edinen. 3. sf. Siyasi gücünü yalnız kendi yandaşlarına çıkar sağlamak için kullanan (kimse).
particilik, -ği is. Bir partiden yana olma, fırkacılık, partizanlık, particilik yapmak bağlı olduğu partiyi veya partinin düşüncelerini savunan kişileri kayırmak.
partikül is. Fr. particule fiz. Parçacık.
partileşme is. Partileşmek işi veya durumu.
partileşmek (nsz) Parti durumuna gelmek.
partili sf. Bir partiden olan (kimse): "Partililer bulduklarını alıp götürmüşler." -R. H. Karay.
→ çok partili, tek partili
partililik, -ğî is. Partili olma durumu.
partililik, -ği is. Partili olma durumu.
→ çok partililik
partisip, -bi is. Fr. participe dbl. Sıfat-fiil.
partisiz sf. Partisi olmayan.
partisizlik, -ği is. Partisiz olma durumu.
partisyon is. Fr. partition muz. Bir orkestra eserinde bölümlerin bütününü içine alan nota defteri.
partizan is. Fr. partisan 1. Partici. 2. Düşmanlarına karşı mücadele verirken silahlı harekete katılan kimse.
partizanca sf. (partiza'nca) 1. Partizana yakışan. 2. zf Partizana yakışır bir biçimde.
partizanlık, -ğı is. 1. Partizan olma durumu veya partizanca davranma. 2. Particilik:" "Eğer partizanlık edeceksen bizim tarafı tutacaksın. " -M. Yesari.
partner is. İng. partner 1. Eş, 2. îş arkadaşı, ortak. 3. Cinsellikte tarafların her biri. 4. Kâğıt oyunlarında ortak.
partöner is. Fr. partenaire Tiyatro, sinema vb. sanat kollarında özellikle başrol oynayan sanatçının rol arkadaşı,
parttaym is. (pa'rttaym) İng. part time Yarım gün,
→ parttaym çalışma
parttaymcı is. Yarım gün çalışan kimse.
parttaym çalışma is. Yarım gün çalışma.
parya is. (pa'rya) Fr. parla sos. 1. Hindistan'-da toplumsal sınıfların dışında kalanlar: Paryalar her türlü toplumsal haklardan yoksundurlar. 2. Herkes tarafından hor görülen ve aşağılanan kimse, ayak takımı:' "Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya / Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya" -N. F. Kısakürek.
pas (I) is. 1. Su içinde ve nemli havada metallerin, özellikle demirin yüzeyinde oksitlenme sonucunda oluşan madde: "Kapılardan ve kilitlerden paslar dökülüyordu. " -S. F. Abasıyanık. 2. Bazı asalak mantarların çeşitli bitkilerde oluşturduğu portakal sarısı veya kahverengi lekeler. 3. Bu lekelerden ileri gelen bitki hastalığı. 4. tıp Genellikle midenin bozulmasından ötürü dilin üzerinde oluşan beyaz tabaka, bar: Hastanın dilindeki pas. pas açmak bir şeyin pasını giderip parlatmak, pas tutmak 1) paslı duruma gelmek, paslanmak: "İşleyen demir pas tutmaz. " -Atasözü. 2) çalışamaz duruma gelmek: "Hokkaların içinde mürekkep kurumuş, kalemler pas tutmuştu." -E. E. Talu.
→ pas mantarı, pas rengi, akpas, bodur pas, kir pas, bakır pası, buğday pası, demir pası
pas (II) is. İng. pass 1. Bazı top oyunlarında oyunculardan birinin topu takım arkadaşına geçirmesi. 2. ünl. Bazı iskambil oyunlarında sırası kendisine gelen oyuncunun oyuna o elde katılmayacağını belirten bir söz. pas almak sp. bazı top oyunlarında bir oyuncu takım arkadaşından gelen topu kullanmak: "Biçimli yerlerde durup paslar alır, ofsayt durumlarında beleş goller çıkarırdı." -H. Taner, pas atmak (veya vermek) 1) sp. bazı top oyunlarında bir oyuncu takım arkadaşına top geçirmek; 2) argo karşı cinse umut ve cesaret vermek, pas geçmek 1) bazı iskambil oyunlarında o ele katılmamak; 2) "geçiniz" demek; 3) argo vazgeçmek, caymak, aldırış etmemek, pas vermemek karşı cinse umut ve cesaret vermemek.
→ sektirme pas, tek pas, duvar pası
pasaj (I) is. Fr. passage İçinde dükkânlar bulunan, üzeri kapalı veya açık çarşı: "Yemeğini son günlerde oracıkta, pasaj içindeki Macar lokantasında yiyordu." -R. H. Karay.
pasaj (II) is. Fr. passage Bir yazıdan, bir eserden alınan bölüm, parça: "Roman veya hikâyede güzel pasajlar hâlinde bizi sürükleyecek bu şiir ne yazık ki, bir hikâye içinde değil!" -S. F. Abasıyanık.
pasak, -ğı is. hlk. Kir: "Başta yağlı bir fes, boyunda pasak içinde yakalık ve kravat." -S, Birsel,
pasaklı sf. Giyimine veya eşyanın temizliğine, düzenine önem vermeyen (kimse), çapaçul.
pasaklılık, -ğı is. Pasaklı olma durumu: "Saçlarını ihmal etmesi, ne tembelliğinden ne de pasaklılığındandır." -S. F. Abasıyanık.
pasaparola is. (pasaparo'la) ît. passa parola ask. Bir birliğe verilen ve ağızdan ağıza bütün askerlere yayılan emir,
pasaport is. Fr. passeport Yabancı ülkelere gidecek olanlara yetkili kuruluşça verilen, yabancı ülke yetkililerinin kimlik incelemesinde geçerli olan belge: "Pasaportlar için Emniyet Dairesine gittim, orada lafa daldım. " -R. H. Karay, (birinin) pasaportunu eline vermek kovmak, işten atmak.
→ gri pasaport, kırmızı pasaport, lacivert pasaport, yeşil pasaport
pasata is. Bir tür kumar oyunu.
pasavan is. Fr. passavant Sınırdaş olan ülkelerin sınır bölgeleri içinde oturan kendi vatandaşlarına komşu bölge sınırları içinde kısa süreli dolaşmalarını sağlamak üzere verdiği belge.
pasif sf. Fr. passif 1. Bir şeye karşı tepki göstermeyen, etkinliği olmayan, başkasının etkisine katlanan, edilgin: "Yalnız müdafaa hâlinde' ve pasif bir mücadeleyi sevdiğini zannettim." -P. Safa. 2. Çekingen, durgun: "Dolmabahçe, bir sis bulutu gibi silik, sessiz ve pasif, âdeta varlığından utanır gibi uzanmaktadır." -H. Taner. 3. dbl. Edilgen. 4. is. tic. Bir mal varlığı üstünde etki yapan, para ile değerlendirilebilir borç ve yükümlülüklerin toplamı,
→ pasif korunma
pasifik, -ği is. Fr. pacifique Bir okyanus çukuruyla sınırlı, dengesiz ve depremle ilgili kıta kenarı.
pasif korunma is. Savaş sırasında düşman saldırılarından korunmak için yapılan alalama, gizlenme vb. yöntemlerin bütünü.
pasifleşme is. Pasif olma durumu.
pasifleşmek (nsz) Pasif duruma gelmek.
pasifleştirme is. Pasifleştirmek işi.
pasifleştirmek (-i) Etkisiz duruma getirmek.
pasiflik, -ği is. Pasif olma durumu: "Kalabalıktan kaçmış, pasiflik, kendi içine çekilmişlik içinde bir çeşit anarşizme yaklaşmış." -H. Taner.
pasivize sf. Fr. passivise "Etkisizleşmek, edilgen duruma getirmek" anlamlarına gelen pasivize etmek birleşik fiilinde kullanılır.
pasiyans is. Fr. patience İskambille açılan bir fal.
paskal sf. Fr. pascal İnsanı güldürüp eğlendiren: Ne paskal adam!
paskallık, -ğı is. İnsanı güldürüp eğlendirecek söz ve davranış: "Ve daha bin türlü paskallıklar yaparak beni güldürmeye çalışıyordu. " -Ö. Seyfettin.
paskalya is. (paska'lya) Yun. din b. Hıristiyanların, her yıl Hz. İsa'nın dirildiğine inanılan günün yıl dönümünde kutladığı bayram: "Paskalya yortusunda, dinî tatillerde, büyük tatillerde Manisa'ya gelirdim." -P. Safa.
→ paskalya çöreği, paskalya yumurtası
paskalya çöreği ıs. Paskalyada yapılan bir çeşit tatlı çörek.
paskalya yumurtası ıs. Paskalyada Hristiyanların çeşitli renklere boyadıkları yumurta, paskalya yumurtası gibi yüzüne çok allık süren.
paslandırma is. Paslandırmak işi.
paslandırmak (-i) Paslanmasına yol açmak.
paslanış is. Paslanma işi veya biçimi.
paslanma is. Paslanmak işi.
paslanmak (nsz) 1. Üzerinde pas oluşmak: Bıçak paslandı. 2. mec. İşsizlikten, tembellikten, hareketsizlikten canlılığım yitirmek, uyuşup kalmak: "İşe koyulmak tam tersine paslanmamızı önler, bizi diri tutar." -H. Taner.
paslanmaz sf. Paslanmaya karşı dayanıklılığı olan (alaşım veya metal).
→ paslanmaz çelik
paslanmaz çelik, -ği is. Paslanmaya karşı özel olarak dayanıklılığı sağlanmış olan çelik türü.
paslanmazlık, -ğı is. Paslanmaz olma durumu.
paslaşma is. Paslaşmak işi.
paslaşmak (nsz, -le) 1. sp. Bazı top oyunlarında oyuncular topu birbirine geçirmek: "Kaleye inerlerse, paslaşarak inerler." -S. Birsel. 2. argo Bakışlarla anlaşmak.
paslatma is. Paslatmak işi veya durumu.
paslatmak (-i) Paslanmasına sebep olmak, paslandırmak.
paslı sf. 1. Üzerinde pas oluşmuş, pas tutmuş, paslanmış: "Duvarlarında ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. " -Y. K. Beyatlı. 2. tıp Hastalık dolayısıyla beyaz tabakayla kaplanmış (dil). 3. mec. Huzursuz, sıkıntılı, üzgün, kararsız: "Bir haftadan fazla süren yağmurlardan, rutubetten içinde paslı, kapanık ve sıkıntılı bir duygu belirmiş." -H. E. Adıvar.
pas mantarı is. bot. Pas mantangülerden, buğdaygillerde ve baklagillerde pas hastalığına sebep olan mantar (Uromyces).
pas mantarıgiller ç. is. bot. Bitkilerin üzerinde yaşayarak pas denilen lekeler yapan asalak bir mantar takımı.
paso is. (pa'so) İt. passo Bir kimsenin, herhangi bir ücretin bütününden veya bir bölümünden muaf tutulduğunu gösteren belge.
pasör is. İng. pass + Fr. -eur sp. Voleybolda smaç vurana pas atan kimse.
paspal is. Yun. 1. Çok kepekli un: "Dört sene çamurlu paspaldan ekmek yiye yiye bıktılar. " -A. Gündüz. 2. Bu un karıştırılarak hazırlanan yem: "Bu boğayı iyi besle, kepeğini, paspalım eksik etme." -Halikarnas Balıkçısı. 3. sf Bakımsız, dağınık, pis (kimse, kılık vb.). 4. argo Kötü cins esrar.
paspallık, -ğı is. Bakımsızlık, dağınıklık.
paspartu is. Fr. passe-partout Aynı boyda baskı, desen ve fotoğrafların yerleştirildiği karton çerçeve.
paspas is. 1. Ayakkabıların altını temizlemek için kapı önlerine konulan kıl, plastik vb.nden yapılmış yüzü tırtıklı silecek. 2. Yer silmekte kullanılan, özel olarak yapılmış bir sopa ve ona geçirilmiş bezden oluşan temizlik aracı, paspas yapmak paspaslamak.
paspasçı is. Paspasla yerleri silen kimse.
paspasçılık, -ğı is. Paspasçının işi.
paspaslama is. Paspaslamak işi.
paspaslamak (-i) Paspas ile yerleri silmek.
paspaslanma is. Paspaslanmak işi veya durumu.
paspaslanmak (nsz) Paspaslama işine konu olmak.
paspaslatma is. Paspaslatmak işi.
paspaslatmak (-i) Paspas yaptırmak.
pas rengi is. 1. Kırmızıyla kahverengi arasındaki renk. 2. sf. Bu renkte olan.
passız sf. Pası olmayan.
pasta (I) is. (pa'sta) İt. pasta İçine katılmış türlü maddelerle özel bir tat verilmiş, fırında veya başka bir yolla pişirilerek hazırlanmış bir tür hamur tatlısı.
→ pasta kalıbı, pastane, ballı pasta, kuru pasta, yaş pasta
pasta (II) is. (pa'sta) İt. pasta Giysilerde dikişli kıvrım.
pasta (III) is. İt. pasta Otomobillerin gerçek renklerini ortaya çıkarmak ve parlatmak için kullanılan özel karışım, pasta çekmek otomobilleri pasta ile parlatmak.
pastacı is. 1. Pasta (I) yapan veya satan kimse. 2. Pastane: "Bu kadım ... tramvayların durduğu yerdeki bir pastacıya davet ettim." -P. Safa.
pastacılık, -ğı is. Pasta yapma veya satma işi.
pastahane is. bk. pastane.
pasta kalıbı is. İçinde pasta hamurunun pişirildiği değişik şekillerdeki kalıp.
pastal is. hlk. Tütün yaprağı dizisi.
pastalı sf. Üzerinde pasta (III) bulunan: Pastalı kaporta.
pastane is. (pasta:ne) İt. pasta + Far. hâne Pasta vb. yapılan, yenilen ve satılan yer, pastacı: "Akşama doğru küçük bir pastanede Ginette'le oturmuştuk." -S. F. Abasıyanık.
pastaneci is. Pasta yapan veya satan kimse.
pastanecilik, -ği is. Pastanecinin işi veya mesleği.
pastav is. Bulg. esk. Çuha kumaşının sarıldığı top.
→ pastav makinesi
pastavla pazarlık, -ğı is. Toptan pazarlık.
pastav makinesi is. Kumaş toplarım üst üste katlayarak yığan alet.
pastel is. Fr. pastel 1. Resim yapmakta kullanılan renkli boya kalemi: "Duvarda Nadir'in pastelle yapılmış çerçevesiz bir portresi." -P. Safa. 2. Böyle kalemlerle yapılan resim. 3. sf. Soluk (renk).
→ pastel renk
pastelci is. Pastel boya ile resim yapan ressam.
pastel renk, -gi is. Gerçek renkten daha açık olan renk.
pastırma is. Tuz, çemen, kırmızıbiber karışımının et üzerine sürülerek güneşte veya iste kurutulması yoluyla yapılan yiyecek: Kayseri pastırması, pastırmasını çıkarmak tkz. bir kimseyi iyice dövmek, hırpalamak, pestilini çıkarmak.
→ pastırma yazı, Kayseri pastırması
pastırmacı is. 1. Pastırma yapan veya satan kimse. 2. Pastırma satılan yer.
pastırmacılık, -ğı is. Pastırma yapma veya satma işi.
pastırmalı sf. 1. İçinde pastırma bulunan (yemek). 2. is. İçinde pastırma bulunan gözleme, börek, pide vb. hamur işleri.
→ pastırmalı yumurta
pastırmalık, -ğı sf. Pastırma yapmaya elverişli (et): Eti kemiğinden sıyırıp pastırmalıklarını ayırdı.
pastırmalı yumurta is. Pastırma kavrulduktan sonra üzerine yumurta kırılarak yapılan bir tür yemek.
pastırma yazı is. Güzün sonundaki sıcak günler.
pastil is. Fr. pastille Genellikle boğaz enfeksiyonlarına karşı ağızda emilerek kullanılan ilaç,
pastis is. Fr. postiş Anason kokulu bir tür alkollü içki: "Önce evde yapılmış vişne likörü yahut bizdeki rakıya benzeyen pastisler içilir."-Ç. Altm.
pastiş is. Fr. pastiche 1. Başka sanatçıların eserlerini taklit yoluyla meydana getirilen sanat eseri. 2. Bir ekolün özelliklerine göre meydana getirilmiş eser.
pastişçi is. Pastiş yazarı.
pastoral, -li sf. Fr. pastoral ed. ve müz. Kır yaşantısını ve özellikle çobanların aşk ve yaşayışlarını anlatan edebiyat türü, çobanlama: Pastoral manzume.
→ pastoral oyun
pastoral oyun is. tiy. Kişileri kadın ve erkek çobanlar olan tiyatro eseri.
pastörizasyon is. Fr. pasteurisation Süt, bira, meyve suyu vb. maddelerin mikroplarını öldürmek için özel aletlerde 75 °C'ye kadar ısıtılıp birdenbire soğutulmak yoluyla uygulanan işlem,
pastörize sf. Fr. pasteurise Pastörizasyon yoluyla 75 °C'ye kadar ısıtılıp birdenbire soğutulmak yoluyla, içindeki mikroplan öldürülmüş olan (süt, bira, meyve suyu vb.). pastörize etmek Süt, bira, meyve suyu vb.ni mikroplardan arınmış duruma getirmek.
pastra is. (pa'stra) Yun. Bir tür iskambil oyunu, pişti: "Elli ikilik iskambillerle fal açar yahut birini bulabilirse pastra oynardı." -N. Cumalı.
paşa is. 1. ask. Osmanlı İmparatorluğu zamanında yüksek sivil memurlara ve albaydan üstün rütbede bulunan askerlere verilen unvan: Talat Paşa. Ziya Paşa. 2. Cumhuriyet döneminde general. 3. sf. mec. Uslu, ağırbaşlı: O ne paşa çocuk, paşa gibi yaşamak bolluk içinde yaşamak, bey gibi yaşamak. paşa olmak hlk. fazlaca içki içmiş olmak.
→ paşa ağacı, paşababa, paşaçadırı, paşa çayı, paşa kapısı, paşa paşa, paşazade, kaptan paşa
paşa ağacı is. bot. Kerestesi açık san veya yeşilimsi renkte, iri gözenekli, genellikle kaplama olarak kullanılan değerli bir mobilya ağacı.
paşababa is. tar. Paşalık yapmış dede.
paşaçadırı is. bot. Begonyagillerden, kalp biçimindeki yapraklarının altı kırmızımtırak, üstü koyu yeşil, gövdesi sürünücü ve etli bir süs bitkisi (Begonia feasti).
paşa çayı is. Çok açık ve ılık çay.
paşa kapısı is. esk. Hükümet konağı.
paşalı is. Paşa sanını alan büyük devlet adamlarının yakın hizmetinde bulunan gedikli ağa.
paşalık, -ğı is. 1. Paşa unvanı veya paşa olma durumu: "Onun umum kumandanlığı, boş çöller içinde bedevi şeyhlerine verilen fahri paşalıklar gibi bir şey idi." -F. R. Atay. 2. tar. Bir paşanın yönetimindeki bölge.
paşa paşa zf. Uslu uslu, güzel güzel: Senin oğlan paşa paşa oturuyor.
paşazade is. (paşaza:de) T. paşa + Far. zade 1. Paşanın çocuğu. 2. mec. Rahatına düşkün, gösterişi seven kimse.
pat (I) sf. Yassı, basık: "Ne de ıslak pat burnundaki mor mor meneviş." -M. A. Ersoy.
pat (II) is. Yassı bir şeyle vurulduğunda çıkan ses. pat diye ansızın.
→ pat küt, pat pat, pat sat, çatapat, çat pat
pat (III) is. bot. 1. Bileşikgillerden, kasımpatına benzeyen bir çiçek. 2. Bu çiçek biçiminde elmas iğne.
→ kasımpatı, saraypatı
pata is. (pa'ta) İt. patta Oyunda yenen ve yenilen olmaması, berabere kalma, pata çakmak argo askerce selam vermek, pata gelmek 1) kâğıt oyunlarında berabere kalmak; 2) ödeşmek, başa baş gelmek, pata olmak berabere kalmak.
patadak zf (pa'tadak) Ansızın: "Ellerim kulaklarımda olduğundan ikide birde patadak odanın ortasına yuvarlanıyorum." -H. R. Gürpınar.
patak, -ğı is. Dayak, kötek.
pataklama is. Pataklamak işi.
pataklamak (-i) Rastgele vurarak dövmek: "Babam yerinden fırlayıp beni bir iyi pataklayacak sanıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
pataklanma is. Pataklanmak işi.
pataklanmak (nsz) Dövülmek.
patakrem is. Fr. patâcreme Yüz ve boyundaki bozuklukları ve pürüzleri gideren pudra ile fondöten karışımı bir madde.
patalya is. (pata'tya) İt. battella den. Her iki küreği bir kişi tarafından çekilen, birden üç çifteye kadar savaş gemisi sandalı.
patates is. (pata'tes) Rum. bot 1. Patlıcangillerden, yaprakları ve sürgünleri acı bir bitki (Solanum tuberosum). 2. Bu bitkinin toprak altında oluşan, nişastaca zengin, yenebilen yumruları.
→ patates böceği, patates çorbası, patates köftesi, patates püresi, patates salatası, patates sufle
patates böceği is. bot. Patates ve patlıcangillere dadanan san ve kızıl renkli böcek.
patatesçi is. Patates yetiştiren veya satan kimse.
patatesçilik, -ği is. Patates yetiştirme veya satma işi.
patates çorbası is. Patates, salça, tereyağı, nane ve kırmızıbiber karışımının pişirilmesiyle yapılan bir çorba türü.
patatesimsi sf. Patatesi andıran, patatese benzeyen, patates gibi.
patates köftesi is. Haşlanmış ve rendelenmiş patates, bayat ekmek içi, rendelenmiş kaşar peyniri, yumurta, maydanoz, tuz ve biber karışımının köfte biçiminde fırında pişirilmesiyle yapılan bir yemek türü.
patatesli sf. 1. İçinde patates olan, patatesle yapılmış: "Sonra kızarmış patatesli sığır etini kesmeye koyuldu." -S. F. Abasıyanık. 2. is. İçinde patates bulunan gözleme, börek, pide vb. hamur işleri.
patates püresi is. Haşlanmış ve ezilmiş patatesi süt, yağ ve et suyu ile karıştırarak elde edilen yiyecek.
patates salatası is. Haşlanmış ve doğranmış patateslere, soğan, nane, reyhan karışımının eklenmesinden sonra yağ, limon suyu, tuz ve baharatla hazırlanan bir salata türü.
patates sufle is. Yumurta çırpıldıktan sonra patates ezmesi karıştırılarak kabarıncaya kadar pişirilen yemek: "Patates sufle olacak, İngiliz sosunu da unutma." -H. R. Gürpınar.
patavatsız sf. Sözlerinin nereye varacağını düşünmeden saygısızca konuşan, davranışlarına dikkat etmeyen (kimse): "Münire'nin bazı patavatsız cümlelerini dudaklarını sıkarak bir dinleyişi vardı." -H. E. Adıvar.
patavatsızca zf. (patavatsı'zca) Patavatsız bir biçimde.
patavatsızlık, -ğı is. Patavatsızca davranış.
paten is. Fr. palın 1. Buz üstünde kaymak için kullanılan, çoğunlukla tabanına, dar uzun bîr çelik takılı ayakkabı. 2. Bu ayakkabının düz yerlerde kaymakta kullanılan tekerlekli türü.
→ buz pateni
patenci is. Buz pateni yapan veya patenle kayan kimse.
patent is. İng. patent 1. Bir buluşun veya o buluşu uygulama alanında kullanma hakkının bir kimseye ait olduğunu gösteren belge. 2. Uyrukluk belgesi. 3. Gemilere ayrıldıkları limanın sağlık durumu için verilen belge. 4. mec. Bir durum veya bir işi yalnızca kendi yetkisi altında görme: "Çünkü Türkiye'de patenti yabancı şöhretlerin elinde bulunan heykeltıraşlık Türk sanatkârına para getirmez." -P. Safa. (birini) patentinin altına almak egemenliği altına almak.
→ patent damgası, patent kakkı
patent damgası is. Altın, gümüş vb. maddelerin altına vurulan ve oranını belirten damga.
patent hakkı is. tic. İsim hakkı.
paternalizm is. Fr. paternalisme fel. Babacılık.
patetik, -ği sf. Fr. pathetique Dokunaklı, etkili.
patırdama is. Patırdamak işi.
patırdamak (nsz) Patırtılı ses çıkarmak.
patırdatma is. Patırdatmak işi veya durumu.
patırdatmak (-i) Patırtılı ses çıkartmak.
patır kütür zf Gürültülü, güçlü bir biçimde, acele ile: Patır kütür inip çıkıyorlardı.
patır patır zf. Güçlü, gürültülü ses çıkararak: "Evin sıvaları patır patır yere düştü." -Halikarnas Balıkçısı.
patırtı is. 1. Herhangi bir biçimde veya ayakları yere kuvvetle basarak yürüme sonucu çıkan gürültü. 2. Pat pat çıkan ses: "Dışarıdan akseden birtakım motosiklet patırtılarıyla ikimiz birden yerimizden fırlayıp merdiven başına koştuk." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Gürültülü çalışma, arbede: "Bütün bu patırtının içinde, arkadaşıma bir sokak başında rastladım." -S. F. Abasıyanık. patırtı çıkarmak kavgaya sebep olmak, kavga çıkarmak, patırtı kopmak kavga çıkmak, kargaşalık olmak, (bir yeri) patırtıya (veya gürültüye) vermek telaş ve karışıklığa yol açmak, patırtıya pabuç bırakmamak önemli bir tehlike yaratmayacağını bildiği kışkırtmalara, yıldırmalara aldırmayıp bildiğini yapmak.
→ gürültü patırtı
patırtılı sf. Patırtısı olan: "Tam o sırada sakin suların içinden patırtılı bir motor sesi geldi. " -S. F. Abasıyanık.
→ gürültülü patırtılı
patırtısız sf. Patırtısı olmayan.
pati is. 1. Kedi, köpek vb. hayvanların ön ayağı. 2. hlk. Küçük çocuk ayağı.
patik, -ği is. Yun. 1. Altı yumuşak veya ince deriden, genellikle üstten bağlı küçük çocuk ayakkabısı. 2. Genellikle iple örülerek yapılan ayakkabı biçimindeki çorap.
patika is. (pati'ka) Bulg. Keçi yolu, çığır, yolak: "Böğürtlenler, yabani erguvanlar, mersinlerle kaplı patikadan Topal Avnî Bey'in tarlasına doğru koşmaya başladılar. " -N. Cumalı.
patinaj is. Fr. patinage 1. sp. Buz pateni. 2. Yolun kaygan olması dolayısıyla tekerleklerin dönmesine rağmen taşıtın ilerleyememesi. patinaj yapmak 1) tekerlek için, tutunma eksikliği sebebiyle ilerlemeksizin aynı noktada dönmek; 2) mec. herhangi bir işte ilerleme kaydedememek, aynı noktada sayıp durmak.
→ patinaj zinciri
patinaj zinciri is. Patinajı önlemek için tekerleğe takılan zincir.
patiska is. (pati'ska) İt. batista 1. Çoğu pamuktan dokunmuş sık ve düzgün bez, hasse, hasa. 2. sf. Bu bezden yapılmış: "Bu patiska perdelerin dantelalarmt beraber örecektik. " -A. Gündüz.
patkrem is. bk. patakrem.
pat küt zf. Üst üste, arka arkaya (vurmak).
patlak, -ğı sf. 1. Patlayarak açılmış, yırtık, yarık: Patlak davul. 2. is. Patlamış yer: "Karşısındakini kalpağından ta patlakları gözüken kunduralarına kadar bir süzdü." -Ö. Seyfettin, patlak vermek gizli kalması istenen veya beklenmedik bir olay, ansızın ortaya çıkmak: "Kim bilir belki o zamana kadar savaş da patlak verecek." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ patlak göz
patlakça sf. Patlak gibi, patlağa benzer: "Yeni gelen başhekim ... orta boylu, cılız, patlakça gök gözlü bir adam." -M. Ş. Esendal.
patlak göz is. 1. Dışarıya doğru biraz fırlamış göz. 2. sf. Gözleri iri ve dışarı fırlamış (kimse).
patlama is. 1. Patlamak işi. 2. mec. Birdenbire gelişme: Bu yıl, turizmin patlama yılı olacak.
→ nüfus patlaması, yanardağ patlaması
patlamak (nsz) 1. Nesneler, iç basıncın etkisiyle ve çoğunlukla büyük ses çıkararak dağılmak, infilak etmek: Dinamit patladı. 2. Yırtılıp açılmak: "Gözlerim gene ayakkabılarıma kaydı, yanları patlamıştı." -O. Kemal, 3. Yarılmak: "Fukaranın hem sağ bileği çıkmış hem davulu patlamıştı." -R. N. Güntekin. 4. Görünür duruma gelmek, ortaya çıkmak, yeşermek: Tomurcuklar patladı. 5. Top, taşıt lastiği vb. şeyler değişik nedenlerle havası inmek. 6. mec. Ansızın tehlikeli bir şey meydana gelmek: Fırtına patladı. 7. mec. Çok sıkılmak, sıkıntı ve sabırsızlığım belli etmek: "Sanıyorum ki, islimi fazla gelmiş kazanlar gibi hırslarından patlayacaklar." -O. C. Kaygılı. 8. mec. Aşırı tepki göstermek. 9. mec. Ansızın bir gürültü duyulmak. 10. tkz. Herhangi bir durum veya bir değerin yitirilmesine yol açmak, mal olmak, patlama! "sabret, sakin ol" anlamlarında uyancı bir söz: Patlama, geliyorum!
→ altıpatlar
patlamalı sf. Hava etkisiyle benzinin, petrolün, alkolün hızlı yanmasıyla çalışan (motor).
patlangaç, -cı is. 1. Kamış veya ağaç dalından yapılıp tabanca gibi ses veren pistonlu çocuk oyuncağı. 2. Yere vurulmak yoluyla patlatılarak eğlenilen bir çeşit şenlik fişeği.
patlangıç, -cı is. bk. patlangaç.
patlatma is. Patlatmak işi.
patlatmak (-i, -e) 1. Patlama işine yol açmak: "Kulakları patlatan bir ses bütün ormanı, bütün kuşları, bütün dünyayı susturdu." -M. Ş. Esendal. 2. Bir silahı veya patlayıcı bir maddeyi ateşlemek. 3. mec. Bir insanın sabrını tüketmek. 4. (nsz) Tokat atmak: Şimdi patlatırım ha!
→ baldırpatlatan
patlayıcı sf. Patlama özelliği olan (madde).
→ patlayıcı ünsüz
patlayıcı ünsüz is. dbl. Ciğerlerden gelen havanın, ses yolundaki herhangi bir engele çarpmasıyla oluşan ünsüz: b, p, e, ç, d, t, g, k.
patlayış is. Patlama işi veya biçimi: "İki patlayış birbirini takip etti, hemen dışarı çıktım. " -F. R. Atay.
patlıcan is. Ar. bâdincân bot. 1. Patlıcangillerden, kalın saplı, uzunca yapraklı otsu bitki (Solanum melongena). 2. Bu bitkinin sebze olarak kullanılan, mor renkli, uzunca veya toparlak ürünü.
→ patlıcan böreği, patlıcan inciri, patlıcan kebabı, patlıcan kızartması, patlıcan oturtması, patlıcan salatası, top patlıcan, bostan patlıcanı, kemer patlıcanı
patlıcan böreği is. Hafif pişirilmiş ve boylamasına iki veya üçe bölünmüş maydanoz, domates, yumurta ve kıyma karışımının eklenmesi ve fırında pişirilmesiyle yapılan bir yemek türü.
patlıcangiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örnek bitkisi patlıcan olan, içine domates, biber, patates, tütün vb. bitkileri alan familya.
patlıcani is. (pathca:ni:) 1. Patlıcan rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
patlıcan inciri is. İncirin iri ve mor bir türü.
patlıcan kebabı is. Küçük küçük doğranmış kemiksiz koyun etinin domates, patlıcan, soğan karışımıyla birlikte kısık ateşte pişirilmesinden sonra karabiber, yenibahar ve tuz eklenip orta sıcaklıktaki fırında pişirilmesiyle yapılan bir yemek türü.
patlıcan kızartması is. Kabuğu soyulduktan sonra ince dilimlenmiş patlıcanın sıvı yağda yapılan kızartması.
patlıcanlı sf. Patlıcanla yapılmış: Patlıcanlı kebap.
patlıcan oturtması is. Dilimlenmiş ve kızartılmış patlıcan üzerine kavrulmuş kıyma, domates ve sebze eklenerek pişirilen yemek.
patlıcan salatası is. Közlenip soyulmuş ve ince kıyılmış patlıcanlara sarımsak, domates, yeşilbiber, maydanoz karışımının eklenmesiyle hazırlanan bir salata türü.
patojen is. Fr. pathogene tıp Hastalık oluşturan: Patojen mikrop.
patolog, -ğu is. Fr. pathologue tıp Özellikle patoloji ile uğraşan doktor.
patoloji is. Fr. pathologie tıp Hastalıklar bilimi.
→ bitki patolojisi
patolojik, -ği sf. Fr. pathologiaue tıp Patoloji ile ilgili.
patpat is. bot. Kökü yumru biçimde şişkin, Doğu Anadolu'da yetişen bir bitki.
pat pat zf. "Pat" sesi çıkararak.
patriarkal, -li sf. Fr. patriarcal sos. Ataerkil.
patrik, -ği is. Yun. din b. Ortodoks ve bazı Doğu kiliselerinin başkanı: "Patriklerini otele getirmek büyük bir hadise idi." -F. R. Atay.
→ patrikhane
patrikhane is. (patrikha:ne) Yun. + Far. hâne Patriğin görev yaptığı bina: "Dimîtro'nun babası patrikhanede memurdu." -Ş. F. Abasıyanık.
patriklik, -ği is. 1. Patrik olma durumu. 2. Patriğin görevi veya makamı.
patron (I) is. Fr. patron 1. Bir ticaret veya sanayi kurumunun sahibi, başı, işvereni: "Bizim gazetecilerin çoğu patronu hesabına suç yüklenir." -B. Felek, 2. mec. Bir kuruluşta, bir iş yerinde makam bakımından yetkili kimse. 3. mec. Sözü geçen paralı kimse.
patron (II) is. Fr. patron Kumaşın biçilmesine yarayan, bir giysi örneğindeki parçaların biçimine göre kesilmiş kâğıt, kalıp, patron çıkarmak patronları çizili olduğu modelden kopya yolu ile bir kâğıda geçirip kesmek.
patrona is. (patro'na) ît. padrone esk. Osmanlı devletinde tümamirale yakın bir deniz subaylığı unvanı,
patronaj is. Fr. patronage 1. huk. Cezaevinden serbest bırakılan suçlunun toplum yaşantısına yeniden uyabilmesini sağlamak amacıyla yapılan yardım çalışması. 2. Yönetim, gözetim.
patronca zf. (patro'nca) Patron gibi, patrona yakışır bir biçimde (davranmak).
patroncu is. Örneğe göre ölçüp biçerek ilk patronu çıkaran nitelikli işçi.
patronculuk, -ğu is. Patroncunun yaptığı iş.
patronluk, -ğu is. 1. Patron olma durumu. 2. Patron olmaya elverişli kâğıt vb.
pat sat zf. hlk. Zaman zaman, ara sıra, tek tük: Çocuk pat sat konuşmaya başladı.
pattadak zf. (pa'ttadak) Ansızın: "Bugün böyle, yarın şöyle derken, hiç olmadığı bir adam oldu; geveze, övünme meraklısı, ağzına geleni pattadak söyleyen!" -A. İlhan.
pattadan zf. (pa'üadari) Pattadak.
paunt, -du İng. pound Sterlin.
pavkırma is. Pavkırmak işi veya durumu.
pavkırmak (nsz) hlk. 1. Tilki veya çakal ulumak. 2. Ateş, alev alev yanmak. 3. Alev, bir yere doğru yönelmek. 4. Çok öfkelenmek.
pavlonya is. (Rus Çarı 1. Paul'un kızı Anna Pavlovna'nın adından) bot. Vatanı Orta Çin, 10-15 m boyunda, 1 m çapında, yaprakları gri yeşil renkli tüylü, çiçekleri güzel kokulu, pembe, mor, açık eflatun renginde, salkım biçiminde, dekoratif bir ağaç (Paulownia tomentosa).
pavurya is. (pavu'rya) Yun. Bir cins iri yengeç.
→ çingene pavuryası
pavyon is. Fr. pavillon 1. Bir kuruluşun, bir kurumun, bir bahçe içindeki yapılarından her biri: "Gölün karşı yanında kalan büyük pavyonların gölgeleri, gittikçe kendilerine doğru uzanıyordu." -N. Cumalı. 2. Bir fuarda ürünleri bağımsız sergileme yeri. 3. Geceleri geç vakte kadar açık, içkili eğlence yeri.
pavyoncu is. Pavyon işleten kimse.
pavyonculuk, -ğu is. Pavyon işletme işi.
pay is. 1. Birden fazla kişi arasında bölüşülmüş bir bütünden, bu kişilerin her birine düşen bölüm, hisse. 2. Eşit bölüm: Bunu beş pay yapın.- 3. mat. Bayağı kesirlerden birinin eşit parçalardan kaç tane alındığını gösteren sayı: paydanın üstüne yazılarak yatık bir çizgi ile ondan ayrılır: J/2 kesrinin payı 1 sayısıdır, pay bırakmak 1) kesme, biçme, yapma sırasında, bir şeyde daha sonra kullanılmak için fazlalık bırakmak: "Daha güzel günlere pay bırakmak için bir fedakârlık edelim." -P. Safa. 2) mec. bir ilişkide fazla samimi olmamak, mesafe bırakmak, (birinden veya bir şeyden) pay biçmek durumu bir kişi veya bir şeyin durumu ile karşılaştırıp yargıya varmak, pay çıkarmak bir olay veya durumdan gereken deneyimi kazanmak, tutulacak yolu belirlemek: "Bununla beraber muhtar, bu vakadan köyün davası için bir pay çıkarmayı ihmal etmemektedir." -R. N, Güntekin. pay etmek böiüşmek, üleşmek: Gelin şu kitapları pay edelim, pay vermek 1) hisse vermek, bölüşmede bulunan parçalardan ayırmak: "Batı, beynini sömürdüğü insanlara kendi uyruklarına sağladığı konfordan pay verip gönül alır." -H. Taner. 2) mec. küçük büyüğe karşılık" vermek, saygısızca davranmak, payına düşmek bölüşmede hisse ayrılmak, belirli bir bölüm verilmek: "Uşak'a kadar yirmi beş otuz esir de bizim payımıza düştü." -A. Gündüz, payını almak 1) kendine ayrılanı almak: "İnsan için bunları bilmek, bunların seyrine dalmak, bunlarla yetinmek, bunlarla gülüp bunlarla sevişmek varken ve bu Tanrı ihsanı nimetlerden herkesin kendi payını alması kabilken..." -Y. K, Karaosmanoğlu. 2) mec. azarlanmak, paylanmak.
→ pay senedi, arsa payı, aslan payı, aşınma payı, dikiş payı, ham payı, kâr payı, kardeş payı, katkı payı, kıt payı, makas payı, sus payı, us payı, yıpranma payı, kendi payına
payan is. (pa:ya:n) Far. pöyön esk. Son, sonuç, nihayet, payan olmamak sonu olmamak: "Hele hep birden uçtukları zaman neşesine payan olmazdı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
payanda is. (paya:nda) Far. payende Destek. (birine) payanda olmak destek olmak, arka çıkmak. payanda vurmak payandalamak. (bir yerden) payandaları çözmek argo ayrılmak, kaçmak, uzaklaşmak.
payandalıma is. Payandalamak işi.
payandalamak (-i) Çökmek, yıkılmak, devrilmek üzere olan bir yeri veya şeyi payandalarla sağlamlaştırmak: "Bakalım, devrilmek üzere olan orta direği payandalayabilecekmi?"-H. Taner.
payandalı sf. Payandası olan.
payandalık, -ğı is. Destek görevinde bulunma, payandalık etmek destek görevinde bulunmak.
payandasız sf. Payandası olmayan.
payansiz sf. Sonu olmayan, sonsuz: "Seyretmekteki payansız hazdan bahseden sıcak hatıralarla doluydu." -P. Safa. payansız olmak sonsuz, bitmez tükenmez olmak: "Bizim minnet ve şükranlarımızın ne kadar payansız olduğunu hatırlamaktan derin bir teselli bul!" -A. Gündüz.
payansızlık, -ğı is. Sonsuzluk.
payda is. mat. Bayağı kesirlerde birimin kaç eşit parçaya bölünmüş olduğunu gösteren sayı, mahreç: 1/2 kesrinin paydası 2 sayısıdır.
→ ortak payda
paydaş is. Bir ortaklık veya mal üzerinde payı olan kimse, hissedar.
paydaşlı sf. Birden fazla paydaşın malı olan, paylı, hisseli.
paydaşlık, -ğı is. Paydaş olma durumu, iştirak.
paydos is. (pa'ydos) Yun. 1. İşi veya çalışmayı geçici olarak bırakma: Atatürk mektepten ayrılmak üzereyken paydos trampeti çaldığından hepimiz bahçeye boşandık." -H. Taner. 2. ünl. Herhangi bir işi bıraktırmak için söylenen bir söz: "Paydos! Ne nakış dersi var ne Türkçe." -A. Gündüz, paydos demek yapılagelen bir işten vazgeçmek. paydos etmek işi durdurmak, çalışmayı bırakmak: "Birisi işini dokuzda paydos ederdi. " -S. F. Abasıyanık.
→ paydos borusu, paydos vakti, öğle paydosu
paydos borusu is. Paydos zamanının geldiğini bildiren boru sesi. paydos borusu çalmak işi bırakma zamanının geldiğini boru sesi ile bildirmek.
paydos vakti is. İşi bırakma zamanı.
paye is. (pa:ye) Far. paye esk. Rütbe, derece aşama: "Lalalık, kavaslık derecelerinden kalfalık payesine yükseldiği bir sırada yanımdan uzaklaştırıldı, gitti." -Y. K. Karaosmanoğlu. paye vermek değer, önem vermek: "Onlar, bize bir esirden fazla paye vermemek fikrindedirler."-H. C. Yalçın.
payelendirme is. Payelendirmek işi veya durumu.
payelendirmek (-i) Paye vermek, belli bir payeye ulaştırmak.
payen sf. Fr. paien din b. Pagan: "Avrupa kıtasında yaşayan milletlerden payen kalmış olanlar arasında Hristiyanlık IX. asır ile XI. asır arasında teessüs etti." -F. R. Atay.
payet is. Fr. paillette Giysi vb. işlemek için kullanılan küçük, pırıltılı pul.
payidar sf. (pa:yida:r) Far. pây-dâr esk. Kalıcı, sonsuza kadar yaşayacak olan: "Böyle bir siyaset, sabit ve payidar bir membadan çıkar." -M. Ş. Esendal. payidar kalmak (veya olmak) kalmak, yok olmamak, yaşamak: "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." -Atatürk.
payitaht is. (pa.yitaht) Far. pay + taht esk. Başşehir, başkent.
paylama is. Paylamak işi, azarlama, tekdir, tevbih.
paylamak (-i) Birine kusurundan ötürü sert sözler söylemek, azarlamak: "Görümcesi onu paylıyor, o ise Kutlu'nun yüzüne bakıyordu, duymamacasına." -N. Araz.
paylanma is. Paylanmak işi.
paylanmak (nsz) Paylama işi yapılmak.
paylaşılma is. Paylaşılmak işi.
paylaşılmak (nsz) Paylaşma işi yapılmak.
paylaşım is. Paylaşma işi.
paylaşımcı is. Paylaşım içinde olan kimse.
paylaşımcılık, -ğı is. Paylaşımcı olma durumu.
paylaşma is. Paylaşmak işi.
paylaşmak (-i) 1. Aralarında bölüşmek, pay etmek, üleşmek: "Biz de bu yayınlan onlarla paylaşmayı kabul ettik " -H. Taner. 2. mec. Katılmak: Düşüncelerinizi paylaşıyorum.
paylaştırılma is. Paylaştırılmak işi.
paylaştırılmak (nsz) Paylaşma işi yaptırılmak.
paylaştırma is. Paylaştırmak işi.
paylaştırmak (-i, -e) Herkese kendi payma düşeni aldırmak veya vermek.
paylatma is. Paylatmak işi veya durumu.
paylatmak (-i, -e) Birinin, başkasını paylamasına sebep olmak.
paylı sf Hisseli, hissedarları olan.
payreks is. (pa'yreks) İng. pyrex Isıya ve kimyasal etkilere dayanıklı bir tür cam.
pay senedi is. ekon. Hisse senedi.
paytak, -ğı sf. Ar. baydak 1. Çarpık, eğri bacaklı. 2. is. Satranç oyununda piyade taşı.
→ paytak adım
paytak adım is. İki yana sallanarak yürüme: "Çocuk, hızlı, paytak adımlarla parkın kapısına doğruldu."-S. F. Abasıyanık.
paytakça sf. 1. Biraz paytak, paytak gibi, paytağa benzer: "Yaşlıca bir erkekle biraz paytakça bir kadın ağır ağır yürüyorlar." -A. Gündüz. 2. zf. Paytak bir biçimde.
paytaklık, -ğı is. Paytak olma durumu.
payton is. Fayton.
pazar is. Far. büzâr 1. Satıcıların belirli günlerde mallarını satmak için sergiledikleri belirli geçici yer: Perşembe pazarı. Salı pazarı. 2. Belli bir şeyin satıldığı yer: Balık pazarı. 3. Ahm satım, alışveriş: Allah hayırlı pazar versin. 4. Haftanın birinci günü, cumartesi ile pazartesi arasındaki gün: "Ertesi gün pazardı, öğleye kadar tembellik edersiniz." -M. Ş. Esendal. pazar ola! satıcılara "satışın bol olsun” anlamında söylenen bîr iyi dilek sözü. pazara çıkarmak satılığa çıkarmak.
→ pazarbaşı, pazar kayığı, açık pazar, dış pazar, iç pazar, kara pazar, pazar yeri, akşam pazarı, avrat pazarı, balık pazarı, bitpazarı, can pazarı, çarşamba pazarı, çiçek pazarı, tutsak pazarı
pazarbaşı is. esk. Pazarı yöneten, ona düzen veren kimse.
pazarcı is. Değişik günlerde kurulan pazarlarda mal satan kimse.
pazarcılık, -ğı is. Pazarcının işi.
pazar kayığı is. esk. İstanbul'da eşya taşıyan büyük kayık, pazar kayığı gibi çok yüklenmiş (taşıt),
pazarlama is. 1. Pazarlamak işi. 2. tic. Bir ürünün, bir malın, bir hizmetin satışını geliştirmek amacıyla tanıtmayı, paketlemeyi, satış elemanlarının yetişmesini, piyasa gereksinimlerini belirlemeyi ve karşılamayı içeren etkinliklerin bütünü.
→ dış pazarlama
pazarlamacı is. tic. Pazarlama işi ile uğraşan görevli, pazarlama uzmanı.
pazarlamacılık, -ğı is. Pazarlamacının işi.
pazarlamak (-i) tic. Bir ürünü, bir malı, bir hizmeti satacak uygun piyasa bulmak.
pazarlanma is. Pazarlanmak işi veya durumu.
pazarlarını ak (nsz) Satışa sunulmak.
pazarlaşma is. Pazarlaşmak işi veya durumu.
pazarlaşmak (nsz, -le) Bir fiyat üzerinde anlaşmak, pazarlık etmek.
pazarlık, -ğı is. 1. Bir alışverişte tarafların kendileri için en elverişli fiyatı karşısındakine kabul ettirmek amacıyla yaptıkları görüşme. 2. Özellikle pazar günleri giyilen şık, gösterişli giysi: "Yakından ise biraz acayip pazarlığını giymiş, fazla süslenmiş gibiydi." -S. F. Abasıyanık. 3. mec. Bazı kolaylıklar elde etmek veya daha iyi bir çözüme varmak amacıyla yapılan görüşme. pazarlık etmek 1) bir şeyin fiyatı üzerinde karşılıklı çekişmek; 2) bir konuda anlaşmak için görüşme yapmak, pazarlığa girişmek pazarlık yapmaya başlamak: "... pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı." -Ö. Seyfettin, pazarlığı pişirmek pazarlıkta uyuşma sağlayacak duruma gelmek: "Ne olacak efendim! Pazarlığı pişirdiler." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ götürü pazarlık, pastavla pazarlık, peşin pazarlık, Yahudi pazarlığı
pazarlıkçı is. Pazarlık yapmayı seven kimse.
pazarlıklı sf. Pazarlığı olan.
→ pazarlıklı alışveriş, içten pazarlıklı
pazarlıklı alışveriş is. Pazarlaşmak suretiyle yapılan alım satım.
pazarlıksız zf. Pazarlık yapılmadan.
pazartesi, -yi is. Haftanın ikinci günü, pazar ile salı arasındaki gün: "Cumartesiye, olmazsa pazartesiye taburcu edeceğiz," -H. Taner.
pazar yeri is. 1. Pazar kurulan yer. 2. Yabancı bir ülkenin mallarım satma olanağını sağladığı ülke. (bir yer) pazar yerine dönmek kalabalıklaşmak.
pazen is. (pa:zen) Fr. basin Dokuması kalın, sık ve yumuşak, bir tür pamuklu bez.
pazı (I) is. bot. Ispanakgillerden yapraklan sebze olarak kullanılan bir bitki, yaban pancarı, yabani ıspanak (Beta vulgaris vardela).
→ yaban pazısı
pazı (II) is. Far. büzü Kolun omuz ile dirsek arasındaki bölümünde bulunan, şişkince kas kitlesi: "Pazılarına pek güvendiği için bu kürek oynatılmayan havada adayı dolaşmaya kalkar." -S. F. Abasıyanık.
→ pazı kemiği
pazı (III) is. Bir ekmeklik hamur topağı, beze.
pazıbent, -di is. Far. bâzü + bend bk. pazubent.
pazı kemiği is. anaî. Kol kemiği.
pazılı sf. Pazısı olan: "Gözleri geniş omuzlu, demir pazılı Hüseyin'deydi." -H. E. Adıvar.
pazısız sf. Pazısı olmayan.
pazubent, -di is. Far. bâzü + Far. bend 1. Belli bir amaçla kola geçirilen enli kuşak, kolçak. 2. Kol muskası.
pazubentli sf. Pazubendi olan veya pazubent takan,
pazval is. Kunduracıların çalışırken kundurayı dizleri üzerinde tutmak için kullandıkları kayış.
pazvant is. Far. pâsbân tar. Rumeli'de gece bekçisi.
Pb kim. Kurşun elementinin simgesi.
Pd kim. Paladyum elementinin simgesi.