örcin is. esk. ip merdiven.
ördek, -ği is. 1. zool Perde ayaklılardan, evcil ve yabani türleri bulunan su kuşu (Anas): "Üç ördek onları görünce paytak paytak kaçıştılar." -H. Taner. 2. Yataktan kalkamayacak durumdaki erkek hastaların içine idrarlarını yaptıkları kap, lazımlık, oturak. 3. argo Uzak yolculuklarda sürücülerin yollardan aldıkları yolcu.
→ ördek balığı, ördekbaşı, ördekgagası, ördek yürüyüşü, bozördek, deniz ördeği, Pekin ördeği, yaban ördeği
ördek balığı is. zool. Lapinagillerden, Akdeniz ve Avrupa kıyılarında yaşayan, 25-35 cm uzunluğunda, çeşitli ve güzel renkleri olan bir balık (Labrus mixtus).
ördekbaşı is. 1. Yeşille lacivert arası renk: "Ela değil, yeşil! Ördekbaşı gibi." -P. Safa. 2. sf. Bu renkte olan.
ördekgagası is. 1. Açık turuncu renk. 2. sf. Bu renkte olan.
ördekgiller ç. is. zool. Kısa bacaklı, perde ayaklı, süzgeç gagalı su kuşları familyası.
ördek yürüyüşü is. Ördek gibi badi badi yürüme.
ördürme is. Ördürmek işi.
ördürmek (-i, -e) Örme işini yaptırmak, örmesini sağlamak: "Yün gelmiş, kızınıza bir kazak ördüreceksiniz." -O. S. Örhon.
örek, -ği is. Mk. Duvar.
öreke is. Yun. Eğrilmekte olan yün, keten vb. şeylerin tutturulduğu, bir ucu çatal değnek.
ören is. Eski yapı veya şehir kalıntısı, harabe, virane.
örenlik, -ği Ören durumuna gelmiş yer, harabelik.
örf is. Ar. 'urf Yasalarla belirlenmeyen, halkın kendiliğinden uyduğu gelenek: "Yaşandığı asrın örf ve âdetlerini belirtmek bakımından kıymetli bulmuyor değilim." -R. H. Karay.
örfi sf. (örfi:) Ar. 'ıtrfı esk. Örfle ilgili.
→ örfi idare
örfi idare is. Sıkıyönetim.
örge is. Motif.
örgen is. Organ, uzuv.
örgensel sf. Örgenle ilgili, organik, uzvi.
örgü is. 1. Örme işi veya biçimi. 2. Tığ, şiş veya özel makineyle ilmiklerin yan yana getirilmesiyle örülerek yapılmış şey: "İstediğiniz kadar tel örgü engelleri koyunuz." -F. R. Atay. 3. Örülmüş saç bölüğü, belik: "Başı yemenili, saçları iki örgü, ayağı takunyalı sarışın bir köylü km bana sordu." -R. H. Karay. 4. Dokumacılıkta atkı ve çözgü ipliklerinin, dokumayı oluşturacak biçimde belli bir desene göre kesişmesi. 5. İletişim, ulaşım vb.nin ülke yüzeyinde yayılmış biçimi, ağ. 6. Yapı: "Batı Avrupa medeniyeti bütün dış ve iç örgüleriyle bana ilk defa orada ayan olmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 7. sf. Örülerek yapılmış cilan, örme: Örgü bir giysi. 8. anat. Bazı sinir veya damarların birbirine geçip dolaşmasından ortaya çıkan oluşum. 9. tiy. Konunun ana çizgisi, oyunun işlenişi veya çatısı.
→ hezaren örgü, pirinç örgü, tel örgü, saç örgüsü
ör gücü is. Örgü örüp satan kimse.
örgüleme is. Örgülemek işi.
örgülemek (-i) 1. Örgü durumuna getirmek. 2. mec. Düzenlemek.
örgülü sf. 1. Örgüsü olan, örgü biçiminde bulunan: "Külahının altındaki örgülü beyaz saçlarım tutup koparmak ... ihtiyacını duydu. " -Ö. Seyfettin. 2. Örülmüş.
→ örgülü pilav
örgülü pilav is. Tavuk eti veya tavuk ciğerinin kısık ateşte pişirilmesinden sonra pirinç, tereyağı, fıstık, un ve yumurta karışımıyla hazırlanan bir pilav türü.
örgün sf. Bir işi gerçekleştirmek amacıyla türlü ve düzenli görevler yapan organlardan oluşan.
→ örgün eğitim
örgün eğitim is. 1. Kişilerin hayata atılmadan, iş ve meslek kollarında çalışmaya başlamadan önce okul veya okul niteliği taşıyan yerlerde, genel ve özel bilgiler bakımından yetişmelerini sağlamak amacıyla belli kanunlara göre düzenlenen eğitim. 2. Düzenli, planlı, yöntemli biçimde verilen herhangi bir eğitim.
örgüsüz sf Örgüsü olmayan.
örgüt is. 1. Ortak bir amacı veya işi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kurumların veya kişilerin oluşturduğu birlik, teşekkül, teşkilat: "Örgütteki dosyası da çoktan dürülmüştü." -T. Buğra. 2. Bir kuruluşa bağlı alt bölümlerin bütünü, örgüt kurmak teşkilat oluşturmak, birliği düzenlemek: "Sizler batıda yerleştiğiniz her karış toprakta Oğuz töresini yaşatacak örgütleri kuracaksınız. " -N. Araz.
→ adalet örgütü, sivil toplum örgütü
örgütçü is. Örgütleme işleriyle uğraşan, bu işlerde yetenekli kimse, teşkilatçı.
örgütçülük, -ğü is. Örgüt kurma işi, teşkilatçılık.
örgütleme is. Örgütlemek işi, teşkil, teşkilatlandırma.
örgütlemek (-i) İnsanları veya işleri örgütlü duruma getirmek, teşkilatlandırmak: "Adamları... örgütlüyor ve çalıştırıyordu." -T. Buğra.
örgütlendirilme is. Örgütlendirilmek işi, teşkilatlandırılma.
örgütlendirilmek (nsz) Örgütlendirme işi yapılmak, teşkilatlandırılmak.
örgütlendirme is. Örgütlendirmek işi, teşkilatlandırma.
örgütlendirmek (-i) Örgütlenmesini sağlamak, teşkilatlandırmak.
örgütleniş is. Örgütlenme işi veya biçimi,
örgütlenme is. Örgütlenmek işi, teşkilatlanma: "Doğrusu, Osmanlıların örgütlenmede üstlerine pek yoktur." -S. Birsel.
örgütlenmek (nsz) 1. Örgütleme işine konu olmak, teşkilatlanmak: "Akhisarlı ekiciler daha iyi örgütlenmişlerdi." -N. Cumalı. 2. Örgüt durumuna girmek.
örgütleyiş is. Örgütleme işi veya biçimi.
örgütlü sf. Örgütlenmiş olan, teşkilatlı.
örgütsel sf. Örgütle ilgili: Örgütsel doküman.
örgütsüz sf. Örgütlenmiş olmayan, teşkilatsız.
örgütsüzlük, -ğü is. Herhangi bir örgütlenmenin bulunmaması durumu.
örk is. hlk. Hayvanları çayıra bağlamaya yarayan kaim ip, örük.
örkleme is. Hayvanların yere çakılan bir kazığa uzun bir iple bağlanarak belirli bir daire içerisinde otlamalarına izin verilen ve bu alandaki yem tamamen otlandıktan sonra kazığın yeri değiştirilmek suretiyle devam edilen bir otlatma sistemi.
örklemek (-i) hlk. Hayvanlan otlamaları için uzun bir iple çayıra bağlamak, örüklemek.
örme is. 1. Örmek işi. 2. sf. Örülerek yapılmış olan: "Üstüne açık kahverengi yün örme bir ceket giymişti." -P. Safa.
→ örme kepenek
örmek, -er (-i) 1. İplik, yün, tel, saz vb.ni birbirine dolayarak işlemek veya tezgâhta dokumak: "Balık ağı örerken, ağları tamir ederken okur o!" -S. F. Abasıyanık. 2. Kumaşlardaki delikleri elde iplikle besleyerek kapatmak: "Paltonun sırtım güve yemişti de ben örmüştüm." -B. Felek. 3. Saç, yele vb. şeylerin tellerini birkaç bölüme ayırıp birbirine geçirmek yolu ile dağınıklıktan kurtarmak: Kız saçlarım örmüş. 4. Duvar yapmak veya onarmak: Bu duvarı iki günde ördüler. Estetik kaygıyla, duygulu biçimde bir güzelliği ortaya koymak: "Bu yeni zevke göre, şiir ve nesir örenler yok." -Y. K. Beyatlı. mec. Müzik, edebiyat vb.nde bir özelliği oluşturmak, ortaya koymak: "Yaşadıkça kendi kabuğunu yetiştiren sümüklü böcek gibi talihimizi biz kendimiz öreriz." -A. Ş. Hisar.
örme kepenek, -ği is. Dükkânların ön cephesine çekilen çubuk demirle yapılmış korumalık.
örneğin e. (ö'rmğin) Söz gelişi.
örnek, -ği is. 1. Benzeri yapılacak olan, benzetilmek istenen şey, model: "Cemal Paşa ecnebi mütehassısların yardımı ile örnek çiftlikler de yapmıştır." -F, R, Atay. 2. Göstermelik: "Vali, burada yapılmış olan peynirlerden bir örnek görmek istedi " -M. Ş. Esendal. 3. Bir şeyin benzeri, tıpkısı, misil: Bu yapının bir örneği daha yoktur. 4. Bir düşünceyi, kuralı, gözlemi veya savı desteklemek ve açıklamak amacıyla ileri sürülen söz, yapılan davranış, misal. 5. Durum ve niteliği benimsenmeye değer kimse veya şey: "Örnek arama, öyle sanıyorum ki, bizimkinden âlâsı bulunmaz." -H. Taner. 6. sf. En iyi biçimde olan: "Bir dâhinin, olağanüstü bir adamın, örnek bir hoca olmamasını doğal karşılamak." -H. Taner, örnek almak 1) bir kimseye huy ve davranışta uymak, birini ölçü olarak benimsemek: "Atatürk sarı bıyıklarım kestiğinden bu yana devlet adamlarının çoğu onu örnek aldılar." -H, Taner. 2) bir şeyden kendisi için ders çıkarmak: Bu çocuk babasını örnek alıyor. 3) tıp incelemek üzere insan ve hayvan vücudunun veya bitkinin herhangi bir yerinden doku parçası almak, örnek olmak hayır ve davranış yönünden başkasının kendisine benzemesi yolunda etkili olmak: "Ne örnek olmaya değerim ne de gülünç olmaktan zevk alırım." -F. R. Atay. örnek oluşturmak benzerini sunmak, örnek vermek bir konuyu daha ayrıntılı bir biçimde anlatabilmek için örneklendirmek, (bir şeyin) örneğini almak biçimini çizmek, (bir şeyin) örneğini çıkarmak benzerini yapmak veya çizmek.
→ bir örnek, ilk örnek, tek örnek, şal örneği
örneklem is. sos. Bir araştırmada bütünü anlamak için bütünden seçilen araştırma tekniklerinin uygulanacağı grup.
örnekleme is. Örneklemek işi veya durumu.
Örneklemek (-i) Örnek vermek.
örneklendirme is. Örneklendirmek işi veya durumu.
örneklendirmek (-i) Örneklerle göstermek, örneklerle açıklamak.
örneklenme is. Örneklenmek işi veya durumu.
örneklenmek (nsz) Örnek verilmek.
örneklik, -ği sf. Örnek olarak ayrılmış bulunan, numunelik: "Dolap arkalarındaki örneklik bulgur kâğıtlarının arasında fareler yavrulamıştı." -E. E. Talu. örneklik etmek örnek alınmak, örnek olarak kabul edilmek: "Bu eşya yalnız Balkanlara değil, Avrupa tezgâhlarına dahi örneklik etti." -F. R. Atay.
örnekseme is. 1. Örneksemek işi. 2. dbl. Bir kelime örnek tutularak başka kelimelerin yaratılması, kıyas, analoji: "Örnekseme" sözü "mühimseme", "önemseme" sözleri örnek tutularak yapılmıştı.
örneksemek (-i) Örnek olarak almak.
örs is. 1. Biçimleri yapılacak işe göre değişen, üzerinde maden dövülen, çelik yüzeyli, demir araç: "Demir yalım gibi kızarmıştı. Küçücük örsünün üstüne koydu, dövmeye başladı." -Y. Kemal. 2. Üzerine çivi çakılacak ayakkabı geçirilen kunduracı aracı, örs ve çekiç arasında kalmak aynı derecede güçlü ve zorlu iki kişi veya düşünce arasında bulunmak: "Bana örs ve çekiç arası bir durumda kaldığından yakınmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ örs kemiği
örseleme is. Örselemek işi.
örselemek (-i) 1. Yıpratmak, eskitmek, hırpalamak, zedelemek: Rüzgâr çiçekleri örseledi. 2. mec. Gücünü azaltmak, canlılığını gidermek, sarsmak: "Naciye Hanım, kalkık kaslarıyla başını sallayarak meclisin sükûtunu örseledi." -P. Safa.
örseleniş is. Örselenme işi veya biçimi.
örselenme is. Örselenmek işi.
örselenmek (nsz) Örseleme işine konu olmak: "Örselenir, zedelenir ne kadar kollasan / Bu büyülü nakışlar bir tutam toz olacak." -B. Necatigil.
örseleyiş is. Örseleme işi veya biçimi.
örs kemiği is. anat. Orta kulakta çekiç kemiğiyle üzengi kemiği arasında, örse benzeyen kemik.
örtbas is. Bir durumun duyulmamasını, yayılmamasını sağlayan önlemler alma. örtbas etmek bir durumun, bir olayın duyulmamasını, yayımlamasını sağlayan önlemler almak: "Onlar da rezaleti örtbas etmek için kızı Bursa'ya kaçırdılar." -R. N. Güntekin. örtbas olmak bir durum, bir olay duyulmamak, yayılmamak: "Her türlü ayıbın örtbas olacağım sandığı bir uzak diyara alıp götürmüştür." -Y. K. Karaosmanoğlu.
örtenek, -ği is. anat. 1. Hayvanların vücudunu örten deri, kıl, tüy, pul vb. dokuların bütünü. 2. Bazı organları örten zarlar.
örtme is. 1. Örtmek işi. 2. hlk. Baş örtüsü. 3. hlk. Üstü kapalı, önü açık yer: Damın örtmesinin altında hasta koyunlara bakıyordu bir adamla beraber." -Y. Kemal.
örtmece is. 1. ed. Söylenmesi kaba, çirkin veya sakıncalı görülen nesnelerin, kavramların, başka kelimelerle daha uygun ve edepli bir biçimde anlatılması, edebikelam. 2. Kandırma, gizleme.
örtmek, -er (-i) 1. Korumak, görünmez duruma getirmek veya gizlemek için üstüne bir şey koymak: "Kadın bebeğini itina ile yatırdı, yüzünü örttü." -A. Gündüz. 2. Kapamak: "Perihan kızdı, gidip piyanonun kapağını örttü." -P. Safa. 3. Kaplamak: Sarmaşıklar duvarları örtmüş. 4. mec. Kötü bir durumu belli etmemek, gizlemek, saklamak: Birinin suçunu örtmek ört ki ölem çok önemli şeyleri elde edemeyen kişilerce "Nasıl yaşarım?" anlamında kullanılan bir söz.
→ örtbas
örttürme is. Öttürmek işi.
örttürmek (-i, -e) Örtme işini yaptırmak.
örtü is. 1. Örtmek için kullanılan şey: "Hekim, hastanın üstündeki örtüyü açtı." -M. Ş. Esendal. 2. Yapılarda çatı, dam. örtüye sokmak (veya koymak) örtünmesini sağlamak: "Kız Ayşe, anana söyle, seni örtüye soksun."-Ö. Seyfettin.
→ başörtü, diri örtü, ölü örtü, baş örtüsü, beşikörtüsü, bitki örtüsü, çatı örtüsü, masa örtüsü, namaz örtüsü, sofra örtüsü, yatak örtüsü
örtük, -ğü sf. Örtülü, kapalı.
örtülme is. 1. Örtülmek işi. 2. astr. Bir gök cisminin yeryüzündeki gözlemciye göre, başka bir gök cisminin arkasından geçmesi.
örtülmek (nsz) Örtme işine konu olmak: "Kamara deliklerinin üstleri küçücük camlarla örtülmüş." -S. F. Abasıyanık.
örtülü sf. 1. Örtüsü olan: "Orta yaşlı, başı örtülü bir kadın yanımda duruyor." -R. H. Karay. 2. Örtülmüş, bir şey ile kaplanmış: "Yerler yemyeşil ve ıslak bir çimenle örtülü. " -A. Haşim. 3. zf. Açıklama yapmadan, kapalı olarak, müphem.
→ örtülü omurgalılar, örtülü ödenek, başörtülü
örtülü omurgalılar ç. is. zool. Vücutları yassı, göğüs yüzgeçleri büyük, omurlarında kat kat kireçlenmiş çemberleri olan, köpek balıklarının bir alt takımı.
örtülü ödenek, -ği is. Gizli tutulan işlerde harcanmak için yetkililerin emrine verilen para, tahsisatımesture.
örtünme is. Örtünmek işi.
örtünmek (-i, -le) 1. Kendi üzerine bir şey örtmek: "Üşümem merak etme / Sıcak tutar yün fanila / Olmazsa örtünürüm / Battaniyeyi iki katlı." -B. Necatigil. 2. (nsz) Kadın, dinî açıdan görünmesi sakıncalı olan yerlerini örtmek.
örtüsüz sf. 1. Örtüsü olmayan. 2. Örtülmemiş: "İşte yalının penceresinde yengemin örtüsüz başı renkli bir demet..." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Açık seçik, gizlenmeyen: "En ciddileri bile cıvıtan meclis, örtüsüz telmihlere, taşkın hareketlere de müsamaha etmeye başlamıştı."-P. Safa.
örtüş is. Örtme işi veya biçimi.
örtüşme is. Örtüşmek durumu veya biçimi.
örtüşmek 1. Aynı noktalarda ve düzlemlerde kesişmek. 2. mec. İki görüş, düşünce, sözcük, cümle birbiriyle tam olarak uyuşmak.
örü (I) is. 1. Örme işi. 2. hlk. Yama olarak yapılan örgü. 3. hlk. Tarlalarda sele karşı taştan yapılmış set.
örü (II) is. hlk. Otlak.
→ besi örü
Örücü is. 1. Örme işi yapan kimse. 2. Kumaş ve örgülerdeki yırtıkları, delikleri onaran kimse veya bu işlerin yapıldığı yer. 3. Duvar yapan veya onaran kimse, yapı ustası.
örücülük, -ğü is. Örücünün yaptığı iş.
örük, -ğü (I) 1. Örülmüş olan yer: "Eğer örük varsa, artık paltonun bizimkine ait olduğuna hükmederim." -B. Felek. 2. hlk. Saç örgüsü.
örük, -ğü (II) is. hlk. Örk.
örükleme is. Örklemek işi veya durumu.
örüklemek '(-i) hlk. Örklemek.
örülme is. Örülmek işi.
örülmek (nsz) Örme işi yapılmak: "Haftalık magazinlerin ağız sakat ettiği konulardan ne ararsanız onlarla örülmüştür konuşmaları. " -N. Cumalı.
örülü sf. Örülmüş olan. örülü olmak ed. her şeyiyle mükemmel, eksiksiz ve estetik bütünlüğe sahip bulunmak: "Üçüncü itiraz, aruza, bütün yüksek şiirimizin örülü olduğunu görüp de sadık kalmak isteyenlerden geliyor. " -Y. K. Beyatlı.
örülüş is. Örülme işi veya biçimi: "Bu ağır ve etkili örülüsün ilmikleri arasında sıkışıp inceliyor, ufak ufak koparak toz olup dağılıyordu. " -A. İlhan.
örüm is. hlk. Sürünün gece veya sabaha karşı otlaması.
örümce is. hlk. Örümcek.
örümceğimsiler is. zool. Karada yaşayan akrepler, örümcekler, keneler ve uyuz böceklerini içine alan, dört çift ayaklı eklem bacaklılar sınıfı.
örümcek, -ği is. 1. zool. Örümcekler takımından, ince bir ağ kurarak küçük böcekleri avlayan eklemli bir hayvan (Aranea): "Köşede bir örümcek, ince ipliklerini tavandan duvara atarak ağını örüyor." -Y. Z. Ortaç. 2. Bu hayvanın ördüğü ağ. 3. Yürüteç, (bir yer) örümcek bağlamak 1) üzerinde örümcek ağı olmak; 2) mec. bir şey uzun süre kullanılmadan kendi hâline bırakılmış olmak, (bir yeri) örümcek sarmak bir yer örümcek ağları ile dolmak.
→ örümcek kafalı, Örümcek kuşu, ay örümceği, deniz örümceği, kaya örümceği, su örümceği, şeytan örümceği, yer örümceği
örümcek kafalı sf. Eskiye saplanıp yeniliklere düşman olan eskiye bağlanıp kalmış olan, geri düşünceli (kimse).
örümcek kuşu is. zool. Örümcek kuşugillerden, orta boyda, tüyleri koyu kül rengi, siyah, beyaz, bazısında pembe veya koyu kırmızı benekler bulunan ötücü kuş (Laniııs).
örümcek kuşugiller ç. is. zool. Örümcek kuşu vb.ni içine alan ötücü kuşlar familyası.
örümceklenme is. Örümceklenmek işi.
örümceklenmek (nsz) 1. Bir yer örümcek ağlarıyla dolmak. 2. mec. Bakımsız ve terk edilmiş bulunmak. 3. tıp Ateşli hastalıklarda göz, ağız vb. yerler kurumuş salgılarla perdelenir gibi olmak.
örümcekler ç. is. zool. Örümceklerle akrepleri içine alan bir eklem bacaklılar takımı.
örümcekli sf. 1. Örümcek ağlarıyla kaplanmış, örümcek bağlamış. 2. mec. Eskimiş, modası geçmiş, köhne, çağ dışı: "Bu genç öğretmen, annemin asri dediği birçok şeylerine köhne, örümcekli dedi." -H. E. Adıvar.
→ kafası örümcekli
örümceksi sf. Örümcek ağı gibi ince ve seyrek dokulu olan.
→ örümceksi zar
örümceksi zar is. anat. Beyni ve omuriliği örten sert zar ile ince zar arasında bulunan ağ gibi ince, seyrek dokulu zar.
örüntü is. Nesnelerin belli bir düzen içinde yerleştirilmesi.
örüş is. Örme işi veya biçimi.