öl

öl is. hlk. Nem.

ölçek, -ği is. 1. Birim kabul edilen herhangi bir şeyin alabildiği kadar ölçü. 2. Tahıl ölçmeye yarar kap, kile. 3. sf. Herhangi bir ölçü miktarında olan: İki ölçek buğday. 4. coğ. Bir harita veya resimde görülen uzaklıklarla bunların işaret ettiği, karşılandığı gerçek uzunluklar arasındaki oran: Yüz binde bir ölçeğinde bir harita. 5. fiz. Bir ölçü aletinin üzerinde çizgilerle ayrılmış bölüm, kadran. 6. esk. Dört okkaya eşit ağırlık ölçüsü.

ölçek çizgisi, çizgi ölçek, genel ölçek, kesir ölçek, akıcılık ölçeği, mohs ölçeği, Rihter ölçeği

ölçek çizgisi is. Haritanın ölçeğini göstermek için, kenarına çizilen ve her santimetresinin gerçekte kaç kilometreye karşılık olduğunu gösteren doğru.

ölçekli is. geom. Ölçek farkıyla aynen bütünü veren geometrik şekil veya eleman.

ölçeksiz sf. Ölçeği olmayan.

ölçeksizlik, -ği is. Ölçeksiz olma durumu.

ölçer is. hlk. Ateşi karıştıracak demir kol.

ölçerme is. Ölçermek işi veya durumu.

ölçermek (-i) hlk. Sönmekte olan ateşi, lambayı canlandırmak.

ölçme is. Ölçmek işi.

girişim Ölçme, renk ölçme

ölçmek, -er (-i) 1. En, boy, hacim, süre gibi nicelikleri kendi cinslerinden seçilmiş bir birimle karşılaştırıp kaç birim geldiklerini belirtmek: "Dükkânda arşınla kumaş ölçmekle ömür çitrütemeyeceğimi söyledim." -N. Cumalı. 2. mec. Aşırı olmamasına dikkat etmek, kontrol etmek: "Behiç cesaretini ölçtüğü zaman kendisini oldukça kuvvetli buldu." -P. Safa. ölçüp biçmek bir konuda çok ayrıntılı düşünmek, inceden inceye düşünmek, değerlendirmek: "Bütün söylediklerini geceler süren ölçüp biçmeler sonunda, delillerim bir bir bularak tespit etmiş gibiydi." -T. Buğra.

süreölçen, açıklıkölçer, açıölçer, akımölçer, akmtıölçer, alkalölçer, alkolölçer, amperölçer, asitölçer, aydınlıkölçer, azotölçer, basınçölçer, basıölçer, çaprazölçer, çekimölçer, dalgaölçer, derinlikolçer, duyumölçer, eğimölçer, gazölçer, genleşmeölçer, gerilimölçer, girişimölçer, grizuölçer, hızölçer, ısıölçer, ışıkölçer, ışınımölçer, ışınölçer, ivmeölçer, klorölçer, kuvvetötçer, nemölçer, ozonölçer, polarölçer, renkölçer, rüzgârölçer, sakkarozö'lçer, sıcaklıkölçer, sıvıölçer, soğumölçer, suölçer, süreölçer, sütölçer, şıraölçer, tayfölçer, yağışölçer, yağmurölçer, yağölçer, yanışölçer, yelölçer, yoğunlukölçer, yuvarölçer, yükseklikölçer

ölçtürme is. Ölçtürmek işi.

ölçtürmek (-i) Ölçme işini yaptırmak: "Sanatı yol mühendislerine ölçtürmeyiniz." -F. R. Atay.

ölçü is. 1. Bir niceliği, o nicelik için kabul edilmiş birimlerden birine göre oranlayarak değerlendirme, mizan. 2. Bu değerlendirmede kullanılan birim, ölçme birimi: "Ziyanımız, ölçülere sığmayacak kadar büyüktür. " -R. E. Ünaydın. 3. Ölçme sonucu bulunan rakam: Odanın ölçüsü. 4. Belirlenmiş boyut: Elbise ölçüsü. Bel ölçüsü. 5. Ölçüt. 6. mec. Değer, itibar: "Şimdiki ölçülere uymaz bir biçimi vardı." -Y. Z. Ortaç. 7. mec. Aşırı olmama, ılımlı, uygun olma durumu: Hiçbir şeyde ölçüyü aşmamalı, 8. ed. Bir şiirdeki dizelerin hece ve durak bakımından denk oluşu, vezin. 9. müz. Bir ezginin eşit bölümlere ayrılışı, ölçü almak 1) herhangi bir şeyin boyutlarını ölçmek; 2) terzi vücut ölçülerim tespit etmek, ölçüyü kaçırmak yiyip içmekte veya davranışlarda aşın gitmek: "Ateşli tartışmalara girdiği zaman bile ölçüyü kaçırmazdı." -H. Taner.

ölçü bilimi, değişken ölçü, bir ölçüde, hece ölçüsü, uzunluk ölçüsü

ölçü bilimci is. Ölçü bilimi ile uğraşan kimse.

ölçü bilimi is. Ağırlıkları ve ölçüleri inceleyen bilim dalı, metroloji.

ölçücü is. Ölçme işini yapan kimse.

ölçücülük, -ğü is. Ölçücü olma durumu.

ölçülen is. fiz. Bir ölçme işlemine imkân sağlayan fiziksel büyüklük.

ölçülendirme is. Ölçülendirmek işi.

ölçülendirmek (-i) Ölçme işlemlerini bir düzlem üzerine aktarmak.

ölçülme is. Ölçülmek işi.

ölçülmek (nsz, -le) Ölçme işine konu olmak: "Bu eksiklik ve yenilik temsilcileri her zaman yaşla ölçülmez." -H. E. Adıvar.

ortak ölçülmez

ölçülü sf. 1. Ölçüsü alınmış, ölçülmüş. 2. ed. Belli bir ölçüye göre düzenlenmiş olan (manzume, düz yazı), vezinli, mevzun: "... şiirleri, ölçülü, uyaklı sağlam şiirler." -N. Cumalı. 3. mec. Ilımlı: "Rabia ile iki dansımda da gayet ölçülü, vakarlı hareket etmiştim. " -R. H. Karay.

ölçülü bicili

ölçülü bicili sf. Özenle hazırlanmış, iyice hesaplanmış: "Fakat bütün bu ölçülü bicili büyük adam tedbirlerine rağmen ne de olsa çocuktum." -R. N. Güntekin.

ölçülülük, -ğü is. Ölçülü, dengeli olma durumu, ılım, itidal.

ölçüm is. 1. Ölçme işi. 2. Ölçülerek elde edilen sonuç: Bu alanın ölçümü iki kilometre karedir. 3. Ölçümlemek sonucu, takdir.

açı ölçüm, basınç ölçüm, eş ölçüm, ozon ölçüm, akım ölçümü, derinlik ölçümü, gaz ölçümü, gerilim ölçümü, ısı ölçümü, ışık ölçümü, ruh ölçümü, süre ölçümü, tayf ölçümü, yer ölçümü, yüz ölçümü

ölçümleme is. Değerlendirme, değer biçme.

ölçümlemek (-i) 1. Muhakeme etmek. 2. Akıl süzgecinden geçirmek, sonuç almak, takdir etmek.

ölçümlü is. geom. Metrik.

ölçün is. Standart.

ölçünlü sf. Standart.

Ölçünlü dil

ölçünlü dil is. db. Yazı dili.

ölçünme is. Ölçünmek işi veya durumu.

ölçünmek (-i) Bir şeyi uzun uzun düşünüp hesaplamak, teemmül etmek.

ölçüsüz sf. 1. Ölçülmemiş, ölçüsü alınmamış olan. 2. zf. Nereye varacağı düşünülmeksizin, yerli yersiz: Ölçüsüz konuşmak. 3. mec. Pek çok, aşırı, gelişigüzel, rastgele: "Şüphe yok ki ölçüsüz bir para israfı bu borçları daha çoğaltacak, hiç azaltmayacaktı." -P. Safa. 4. ed. Ölçüsü olmayan, vezinsiz.

ölçüsüzlük, -ğü is. Ölçüsüz olma durumu: "Golleri ballandıra ballandıra anlatmak ölçüsüzlük ve basitlikti." -H. Taner.

ölçüş is. Ölçme işi veya biçimi.

ölçüşme is. Ölçüşmek işi: "Zekâ ölçüşmesinde çoğu erkeklerden üstün olan Halide Edip ..."-H.Taner.

ölçüşmek (nsz, -le) 1. Biriyle yan yana gelerek boy bakımından ölçülmek. 2. Yarışmak, müsabaka yapmak. 3. mec. Karşılaştırmak, mukayese etmek.

ölçüştürme is. Ölçüştürmek işi veya durumu.

ölçüştürmek (-i) 1. Ölçüşme işini yaptırmak. 2. Aradaki farkı bulmak için iki şeyi yan yana getirmek, karşılaştırmak, mukayese etmek.

ölçüt is. Bir yargıya varmak veya değer vermek için başvurulan ilke, kıstas, mısdak, kriter: "Geç kalmış bile olsak, biz Batı 'ya, Batı 'nın uygarlık ölçü ve ölçütlerine çoktan uymuşuz." -T. Dursun K.

ölçütlü sf. Ölçütü olan.

ölçütsüz sf. Ölçütü olmayan.

ölçütsüzlük, -ğü is. Ölçütsüz olma durumu.

öldüresiye zf. Öldürürcesine: "Zilzuma sarhoş gelir, gık diyeni öldüresiye dövermiş. " -A. îlhan.

öldürme is. Öldürmek işi: "Meğer eskiden, öldürme vasıtası ne kadar az ve korunma çaresi ne kadar çokmuş." -R. E. Ünaydın.

öldürmek (-i) 1. Bir canlının hayatına son vermek: "Öldüreceği, laf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı." -Ö. Seyfettin. 2. Bitkinin solarak kurumasına sebep olmak: Susuzluktan çiçekleri öldürdü. 3. Çok üzmek: "Ölüm bir eve girince sağ kalanları da biraz öldürüyor." -P. Safa. 4. Aşın yormak. 5. Boşuna geçmek: Bütün bir günü öldürdük. 6. Ölmesine yol açmak: Bu adamı içki öldürdü. 7. Sağlığını bozmak, rahatsızlık vermek: Bu hava bizi öldürüyor. 8. mec. Yok olmasına, ortadan kalkmasına, azalmasına yol açmak: Savaş birtakım sanayi kollarım öldürdü. 9. mec. Etkisini ve gücünü azaltmak: "Sırf kendi için okuyan, gezen, eğlenen bir aydın, kendini yaşarken öldürmüyor mu? " -H. Taner. 10. mec. Bazı şeylerin diriliğini, tazeliğini veya sertliğini gidermek: Soğanı tuzla ezip öldürmek.

öldürtme is. Öldürtmek işi.

öldürtmek (-i, -e) Öldürme işini yaptırmak.

öldürücü sf 1. Öldüren, ölüme sebep olan, ölüme yol açan: "Öldürücü bir kalp aksesinin bazen saatlerce sürebileceğini gayet iyi biliyor." -P. Safa. 2. mec. Bayıltıcı, bunaltıcı, sıkıcı, yorucu: "Paketin kaybolmuş, çalınmış olması ihtimalinin verdiği' korku, öldürücü bir korkuydu." -S. F. Abasıyanık.

öldürücülük, -ğü is. Öldürücü olma durumu.

öldürülme is. Öldürülmek işi.

öldürülmek (nsz) Öldürme işine konu olmak: "Meçhul birisi tarafından öldürülmüştü." -A, Gündüz.

öldürüş is. Öldürme işi veya biçimi.

ölesiye zf. Ölecek kadar: "Yusuf Efendi seni ölesiye seviyor Feride, dedi." -R. N. Güntekin.

ölet is. hlk. Öldürücü hastalık salgını, kıran.

öleyazma is. Öleyazmak işi veya durumu.

öleyazmak (nsz) (öle'yazmak) Ölecek duruma gelmek: Sıcaktan öleyazdı.

ölgün sf. 1. Diriliği, canlılığı, tazeliği kalmamış, porsumuş, solmuş: "Bataklıklardan henüz sazlar süzgün, nilüferler çürük, kurbağalar yorgun ve sular ölgün değildi." -R. H. Karay. 2. mec. Gücü azalmış, zayıflamış: "Canh olmaya çalışan ölgün adımlarla kapağı odasına attı." -H. Taner.

ölgünlük, -ğü is. Ölgün olma durumu.

ölme is. Ölmek işi, fevt, kabız, uful: "O kafile her vatandaşın maddi ve manevi hak, selamet ve saadeti için ölmeye gidiyordu." -H. E. Adıvar.

ölme hakkı is. İyileşme olasılığı olmayan hastaların veya yaşamını kendi basma sürdüremeyecek ölçüde sakat olan kimselerin yaşamını sona erdirme hakkı, ötanazi.

ölmek, -ür (nsz) 1. Yaşamaz olmak, hayatı sona ermek, can vermek. 2. Bitki, solmak: Bu çiçekler dayanmaz, çabuk ölür. 3. mec. Bazı sebeplerle çok sıkıntı veya acı çekmek. 4. mec. Değerini, geçerliğini, gücünü yitirmek, kullanılmamak: Bu usul öldü artık. (birinin) öl dediği yerde ölmek, kal dediği yerde kalmak onun sözünden hiç çıkmamak, ölenle ölünmez çok sevilen birinin ölümünde fazla yas tutulmamasını, hayatın sürüp gideceğini anlatan bir söz: "Allah geride kalanlara ömür versin, ölenle ölünmez; konuşacağız da, gezeceğiz de, yiyeceğiz de, içeceğiz de..." -R. N. Güntekin. ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek) tkz. umutsuz bir bekleyişi anlatmak için söylenen bir söz. ölmek var, dönmek yok! "neye mal olursa olsun bu iş yapılacak, yapılmasından kaçınılmayacak" anlamında kullanılan bir söz: "Bu defa artık ölmek var, dönmek yoktur. " -R. N. Güntekin. ölüp ölüp dirilmek çok sıkıntı, acı çekmek veya çok ağır hastalık geçirmek: "Çünkü çiçek kokusu. Proust'ım tıknefes nöbetlerinde ölüp ölüp dirilmesine yol açarmış." -S. Birsel, ölür müsün, öldürür müsün? çok kızılacak bir terslik karşısında kalındığında söylenen bir söz.

ölmez sf. 1. Ölümsüz, kalıcı olan: "Her kim ki olursa bu sırra mazhar / Dünyaya bırakır ölmez bir eser." -Âşık Veysel. 2. mec. Çok dayanıklı, kolay eskimeyen.

ölmez çiçek, ölmezoğlu, ölmez otu

ölmez çiçek, -ği is. bot. Basit ve tüylü yapraklı, parlak san çiçekleri uzun zaman saklanabilen, özel kokulu, çok yıllık ve otsu bir bitki, sarıçiçek, yayla çiçeği, yayla gülü (Helichrysum).

ölmezleştirme is. Ölmezleştirmek işi.

ölmezleştirmek (-i) Ölümsüzleştirmek.

ölmezlik, -ği is. Ölmez olma durumu, ölümsüzlük.

ölmezoğlu is. hlk. Çok dayanıklı şey.

ölmez otu is. bot. Beyaz, mor veya parlak kızıl renkte çiçek açan otsu bitki (Xeranthemum).

ölmüş sf. Ölen, ölü olan: "Avni Hurufi Efendi, iki ölmüş çocuk babası olan bu adama acıdı."-M. Ş.Esendal.

ölmüşlük, -ğü is. Ölmüş olma durumu.

ölü sf. 1. Hayatı sona ermiş olan, artık yaşamıyor olan, diri karşıtı: "Bir gün gelip ölülerimizi parayla taşıtacağımızda şüphe yok." -M. Ş. Esendal. 2. is. Ölmüş insan, müteveffa, mevta. 3. is. Hayvan leşi: Bir tavuk ölüsü. 4. mec. Sönük, güçsüz: Ölü kandil. 5. mec. Çok durgun, hareketsiz. 6. mec. Yaşanılmayan veya çok durgun, hareketsiz: "Ölü kentler, boş kaleler, eski saraylar." -N. Cumalı. 7. mec. Sıcaklığı, canlılığı olmayan: Ölü bir konuşması var. ölü gibi hiç kımıldamadan, hareketsiz: "Arkadaşlarım ölü gibi uyuklarken, ben sabahlara kadar dans ediyordum." -R. N. Güntekin. ölü gözü gibi sönük, fersiz (ışık), ölü gözü kadar çok az: "Üç yıldır bizim oralarda kuraklık var. Hele bu yıl ölü gözü kadar rahmet görmedik " -R. N. Güntekin. ölü gözünden yaş ummak hiç olmayacak yerden, mümkün olmayan durumda yardım veya destek beklemek, ölümü öp bir konuda karşısındakini ikna etmek için kullanılan yemin sözü: "Sevim, Beyhan'ın ölümü öp diye ısrarla getirdiği pastasından bir dilim yedi." -H. Taner, ölüsü ortada kalmak cenazesini kaldıracak kimse bulunmamak, (birinin) ölüsünü öpmek yemin olarak kullanılan bir söz: Anamın ölüsünü öpeyim ki doğru söylüyorum, ölüyü güldürmek çok güldürmek: "Nadide Hanım, ilahi kadın nereden de bulur? Vallahi ölüyü güldürür, derdi." -R. N. Güntekin.

ölü açı, ölü dalga, ölü deniz, ölü dit, ölü doğum, ölü evi, ölü fiyatına, ölü helvası, ölü mevsim, ölü nokta, ölü örtü, ölü renk, ölü saat, ölü salı, ölü sezon, ölü soyucu, ölü yatırım, ölü yemeği, ölü yıkama, ölü zaman, ölüsü kandilli, ölüsü kınalı

ölü açı is. ask Doğal veya yapay bir engel dolayısıyla gözetlemenin veya atışın mümkün olmadığı yer veya bölge.

ölü dalga is. coğ. Hızı azalmış olarak gelen dalga.

ölü deniz is. 1. Fırtınadan sonra tamamıyla sakin duruma gelmiş deniz. 2. Dalgasız, açık denizden etkilenmeyen deniz.

Ölü dil is. Günümüzde kullanılmayan, konuşulmayan, elimizde yalnızca belgeleri olan dil.

ölü doğum is. tıp Bebeğin ölü doğması durumu.

ölü evi is. Ölünün çıktığı ev. ölü evi gibi üzüntülü, sessiz.

ölü fiyatına zf. Değerinden çok ucuza, yok pahasına.

ölü helvası is. Ölü evinde pişirilip konuklara dağıtılan un veya irmik helvası.

ölük, -ğü sf. hlk. Canlılığı azalmış, halsiz.

ölülük, -ğü is. Cansız kalma durumu, cansızlık: "Kış müthiş olacak, kar yolları kapayacak, bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek. " -S. F. Abasıyanık.

ölüm is. 1. Bir insan, bir hayvan veya bitkide hayatın tam ve kesin olarak sona ermesi, ahiret yolculuğu, emrihak, irtihal, memat, mevt, vefat: "Çenesinde babamın ölüm günü gördüğüm asabi buruşmalar var." -Y. Z. Ortaç. 2. Ölme biçimi: Yanarak ölümü, feciydi. 3. İdam cezası: Ölüme mahkûm oldu. 4. ünl. Ölmesi istenen canlı için kullanılan bir söz: Zalimlere ölüm! 5. mec. Sona erme, yok olma, ortadan kalkma: Küçük sanayinin ölümü. 6. mec. Çok büyük sıkıntı, üzüntü: "Sürgün benim için ölüm gibi bir şey olmuştu. " -R. N. Güntekin. ölüm Allanın emri 1) herkes ölecek, ölmek kaçınılmazdır; 2) tehlikeli bir karar verme durumunda "ölümden korkmuyorum, ölümü bile göze ajıyorum" anlamlarında kullanılan bir söz: Ölüm Allahın emri, bu işi yapacağım, ölüm hak miras helal ölümün olağan olması gibi mirasın da paylaşılması olağandır, ölüm ölüm de, hırlamaya ne borcum var? sıkıntı, üzüntü, keder, dert veya yoksulluk çekmektense ölüm daha iyidir, ölüm var dirim var insanın her an ölebileceği veya yaşayabileceği hatırlatılarak önlem almasını öğütleyen bir söz: Ölüm var dirim var, bu parayı alıp saklamah. ölüme koşmak kendisini bile bile tehlikeye atmak, ölümle burun buruna gelmek ölümle sonuçlanabilecek çok büyük bir tehlike ile karşılaşmak, ölümle öç alınmaz düşmanların ölümünden sevinç duymak insanlığa yakışmaz, ölümü göze almak elde etmek istediği sonuç uğruna ölüm de dâhil her türlü tehlikeye açık olmak: "Kim bilir hangi aşüftenin biri idi bu, ölümü göze alarak arkasından koştuğun mahluk?" -R. H. Karay. Ölümün soluğunu ensesinde duymak (veya hissetmek) her an öleceğini beklemek, ölüm korkusu ile dolu olmak: "Yüz yaşından daha çok insan ne kadar yaşar ki, ölümün soluğunu ensemde duyuyorum." -Y. Kemal, ölümüne susamak ölümle sonuçlanabilecek davranışlarda bulunmak: "Ölümüne susamış kimse meydana çıksın." -O. V. Kanık.

ölüm cezası, ölüm dirim, ölüm döşeği, ölüm emri, ölüm fermanı, ölüm kâğıdı, ölüm kalım, ölüm korkusu, ölüm oram, Ölüm orucu, ölüm sessizliği, ölüm sigortası, ölüm sükûtu, ölüm tazminatı, bebek ölümü

ölüm cezası is. huk. İdam cezası.

ölümcül sf. 1. Ölümle sona erme ihtimali olan veya ölümle sona eren: Ölümcül bir hastalık. 2. Can çekişen.

ölüm dirim sf. Hayati önemi olan.

ölüm döşeği is. 1. Ölümcül durum: "Gelemezdim annemi ölüm döşeğinde nasıl bırakırdım?" -Ö. Seyfettin. 2. Son nefesin verileceği yatak veya yer: "Ölüm döşeğine yattığı zaman geçmiş olsuna uğrayan postacı Hafız'a garip bir ümitle baktığı hâlâ gözümün önüne gelir." -S. F. Abasiyanık.

ölüm emri is. Birinin öldürülmesi gerektiğini bildiren buyruk.

ölü mevsim is. Herhangi bir işin, faaliyetin veya hareketliliğin durgunlaşıp yavaşladığı süre.

ölüm fermanı is. Bir kimsenin öldürülmesini bildiren yazılı belge.

ölüm kâğıdı is. Bir kişinin öldüğüne ilişkin verilen belge, vefat ilmühaberi.

ölüm kalım is. Her türlü tehlikeyi göze ahna.

ölüm kalım meselesi, ölüm kalım savaşı

ölüm kalım meselesi is. Yok olmamak amacıyla girişilen mücadele.

ölüm kalım savaşı is. Ölüm kalım meselesi: "Kurtuluş Savaşı'nda bir ölüm kalım savaşı içinde idik." -H. Taner.

ölüm korkusu is. Ölme tehlikesiyle yüz yüze gelmekten duyulan korku, can korkusu.

ölümlü sf. 1. Gelip geçici, kalımsız, fâni: "Onu hâlâ hiç olmazsa rüyalarında ölümlülerin sevdiği gibi sevebilir." -H. E. Adıvar. 2. is. İnsan.

Ölümlü dünya

ölümlü dünya iç. Üzerinde ölümün var olduğu dünya, fani dünya: "Şu ölümlü dünyada gençliklerinin keyfini güzel güzel çıkarıyorlar. " -H. Taner.

ölümlük, -ğü is. Bazı kimselerin, öldüklerinde cenazelerinin kaldırılmasına harcanmak için biriktirdikleri para.

ölümlük dirimlik

ölümlük dirimlik, -ği sf. Ölüm döşeğinde, ağır hasta yatarken kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan (para, mal): "Ölümlük dirimlik parasından birazım kocasına verdi. Yiyecek almaya gönderdi." -A. Kutlu.

ölümlülük, -ğü is. Ölümlü olma durumu, fena (II).

ölüm oranı is. Bir ülkede toplam nüfus içindeki ölüm sayısının ortaya çıkardığı oran.

ölüm orucu is. Herhangi bir amaca ulaşmak için sonunda ölümü bile göze alarak tutulan oruç.

ölümsek, -ği sf. Mk. Ölümcül: "Bir ölümsek "tay için gözlerini verdi, şimdi de neredeyse canım verecek." -Y. Kemal.

ölüm sessizliği is. Derin sessizlik, ölüm sükûtu, ölüm sessizliği çökmek yoğun ve derin sessizlik kaplamak: "Masanın başına oturduğum zaman ortalığa gerçekten ölüm sessizliği çöktü." -R. N. Güntekin.

ölüm sigortası is. Sigortalının ölümü durumunda sigortalayan tarafından ödenmesi kabul edilen parayı gösteren sigorta türü.

ölüm sükûtu is. Ölüm sessizliği.

ölümsüz sf. 1. Hiçbir zaman örmeyecek olan, ebedî, layemut: "Nerede o süngü takmış birliğinin önünde ölümsüz gibi saldıran genç subay?" -A. İlhan. 2. Hiç unutulmayacak, daima anılacak olan, ebedî.

ölümsüzleşme is. Ölümsüzleşmek işi.

ölümsüzleşmek Ölümsüz olmak, ölümsüz duruma gelmek: "Ne olursa olsun tanrılaşır, ölümsüzleşir, o tiyatroda." -N. Cumalı.

ölümsüzleştirilme is. Ölümsüzleştirilmek.

ölümsüzleştirilmek (nsz) Ölümsüz duruma getirilmek.

ölümsüzleştirme is. Ölümsüzleştirmek işi.

ölümsüzleştirmek (-i) Ölümsüz duruma getirmek.

ölümsüzlük, -ğü is. 1. Ölümsüz olma durumu, ölmezlik. 2. Kalıcılık, ebedîlik.

ölüm tazminatı is. huk. Sözleşmeye göre, ölüm hâlinde ölenin geride bıraktıklarına işveren tarafından ödenen para.

ölünme is. Ölünmek işi veya durumu.

ölünmek Ölme işi yapılmak: "Ölenle ölünmez." -Atasözü.

ölü nokta is. Gözden uzak yer.

ölü örtü is. Dökülen yaprak ve başka bitki kalıntılarından oluşan örtü.

ölü renk, -gi ıs. Parlaklığı olmayan, donuk renk.

ölü saat, -ti is. Herhangi bir faaliyet veya iş yapılamayan zaman, ölü zaman: "Halde iş gecenin ölü saatlerinde biter." -N. Cumalı.

ölü salı is. hlk. Teneşir.

ölü sezon is. Ölü mevsim.

ölü soyucu is. Mezar soyguncusu.

ölüsü kandilli is. argo İyi gitmeyen bir iş için söylenen sövgü sözü.

ölüsü kınalı is. argo Ölüsü kandilli.

ölüş is. Ölme işi veya biçimi.

ölü yatırım is. Ticarette ve sanayide kâr getirmeyen, geleceği veya pazar imkânı bulunmayan yatırım.

ölü yemeği is. 1. Ölü evine komşu veya akrabalar tarafından hazırlanıp getirilen yemek. 2. Ölü adına verilen yemek.

ölü yıkama is. Dinî kurallara göre, ölüyü kefenlemeden önce yıkamak işi.

ölü yıkayıcı is. Dinî kurallara göre, Ölüyü kefenlenmeden önce yıkayan kimse.

ölü zaman is. Ölü saat.