öğle is. 1. Gün ortası: "Ertesi gün öğleye kadar nasıl vakit geçireceğim bilemedi." -P. Safa. 2. Öğle ezanı. 3. Öğle namazı: "Öğleyi de kılar, sonra ağıla çıkarım." -Ö. Seyfettin.
→ öğle arası, öğle ezam, öğle namazı, öğle paydosu, öğle tatili, öğle uykusu, öğleüstü, öğleüzeri, öğle vakti, öğle yemeği, dalöğle
öğle arası Öğle tatili,
öğle ezanı is. din b. Öğle namazının vaktinin geldiğini bildirmek için okunan ezan.
öğlen is. hlk. 1. Öğle. 2. astr. Meridyen düzlemi, nısfınnehar.
öğle namazı is. din b. Öğle vakti kılınan namaz.
öğlenci is. İkili öğretim yapan okullarda öğleden sonra ders gören öğrenci, sabahçı karşıtı.
öğlende zf. Öğle vakti.
öğle paydosu is. Öğle tatili.
öğle tatili is. Çalışma yerlerinde öğle vaktinde yemek yeme, dinlenme vb. amaçlarla işi bir süre bırakma, öğle arası, öğle paydosu,
öğle uykusu is. Genellikle öğle yemeğinden sonraki kısa süreli uyku.
öğleüstü zf. Öğleye yakın zamanda, öğleüzeri: "Öğleüstü güreş başladı." -M. Ş. Esendal.
öğleüzeri zf. Öğleüstü.
öğle vakti zf. Günün öğle saatlerinde, öğleyin, öğlende: "Bütün aile öğle vakti, mutfakta, kapı önlerinde bir şeyler alıştırırdı." -S. F. Abasıyanık.
öğle yemeği is. Öğle saatlerinde yenen yemek.
öğleyin zf. (ö'ğleyin) Öğle vakti: "Her zaman öğleyin gelir, akşama doğru kalkardı," -Y. K. Karaosmanoğlu.
öğmek bk. övmek.
öğrek, -ği is. hlk. At sürüsü.
öğrencelik, -ği is. hlk. Öğrenmek amacıyla ilk yapılan iş.
öğrenci is. 1. Öğrenim görmek amacıyla ders alan kimse, talebe, şakirt. 2. Bir bilim veya sanat yetkilisinin gözetimi ve yol göstericiliği altında belli bir konuda çalışan kimse: Kant'ın öğrencisi. 3. Özel ders alan kimse.
→ Öğrenci belgesi, öğrenci bileti, öğrenci kimliği, öğrenci yurdu, ekstern öğrenci
öğrenci belgesi is. Herhangi bir kuruma verilmek üzere hazırlanan, kişinin öğrenci olunduğunu gösteren yazılı belge.
öğrenci bileti is. Öğrencileri indirimli fiyatla aldığı bilet.
öğrenci kimliği is. Öğrencinin kimlik bilgilerini içeren belge.
öğrencilik, -ği is. Öğrenci olma durumu, talebelik: "Alamanya'daki öğrenciliğim Hitler'in iktidar yıllarına rastlar." -H. Taner.
öğrenci yurdu is. Öğrencilerin barınma, yeme ve çalışmalarını kolayca karşılayabilecek özel olarak yapılmış yer veya bina.
öğrenilme Öğrenilmek işi.
öğrenilmek (nsz) Öğrenme işi yapılmak,
öğrenim is. Herhangi bir meslek, sanat veya iş için gerekli bilgi, beceri ve alışkanlıkların elde edilmesi amacıyla yapılan çalışma, tahsil: "Öğrenimini bitirmeye bir yıl kala Türkiye'deki büyük fabrika sahiplerinden çağrılar alıyormuş." -M. C. Anday.
→ öğrenim belgesi, ilköğrenim, ortaöğrenim, öz öğrenim, yükseköğrenim, zorunlu öğrenim, dil öğrenimi
öğrenim belgesi is. Bir kimsenin herhangi bir öğretim kurumunda kayıtlı bulunduğunu gösteren belge.
öğrenimli sf Öğrenim görmüş, okumuş, tahsilli.
→ öz öğrenimli
öğreniş is. Öğrenme işi veya biçimi.
öğrenme is. Öğrenmek işi: "Benim kafam böyle bir öğrenme usulüne de yaratılıştan müsait değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ sözel öğrenme
öğrenmek (-i) 1. Bilgi edinmek: "Gerçi yeni nesil, eskiyi öğrenmekte bir fayda görmüyor ama, ben gene de yazayım." -B. Felek. 2. Bellemek. 3. Yetenek, beceri kazanmak: "Her şeye dikkatli baktığı için öğrenmişti." -R. H. Karay. 4. Haber almak: "Hüseyin, ayrılma kararım öğrenince tabancayı göğsüne dayamış, ateş etmiş." -M. Ş. Esendal.
öğreti is. 1. Bilimde bir düzenli görüşü oluşturan ilke ye dogmaların bütünü, meslek, doktrin: "Öğretisini başkalarına iletebilmekten umudunu kestiği anlar bile oluyordu. " -H. Taner. 2. Belli bir anlayışa, düşünceye dayalı olan ilke veya ilkeler dizisi, doktrin: "Bunlar Çinli düşünürün kitaplarını yaktıkları gibi, öğretilerini izleyenleri de öldüreceklerdir." -S. Birsel,
öğretici sf. Öğretme, yetiştirme ve açıklama niteliğinde olan, didaktik: Öğretici film.
öğreticilik, -ği is. Öğretici olma durumu.
öğretilme is. Öğretilmek işi,
öğretilmek (-e) Öğretme işi yapılmak: "Meğerse bana öğretilen o kısa ve sade cümlenin ne sihirli, ne müthiş bir tesiri varmış." -R. H. Karay.
öğretim is. 1. Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim: "Ben bizzat bölükte ilköğretim hocalığı yaptım." -F. R. Atay. 2. Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.
→ öğretim bilgisi, öğretim görevlisi, öğretim programı, öğretim üyesi, öğretim yardımcısı, öğretim yılı, açık öğretim, etkin öğretim, ikili öğretim, ilköğretim, ortaöğretim, teknik öğretim, temel öğretim, yaygın öğretim, yükseköğretim, dil öğretimi, gece öğretimi
öğretim bilgisi is. eğt. Öğretim ilke, yöntem ve yollarına ilişkin genel sorunian inceleyen bilgi dalı, didaktik.
öğretim elemanı is. Üniversitelerde eğitim, öğretim faaliyetlerini yürüten kimse.
öğretim görevlisi is. Yükseköğretim kuruluşlarında öğretim üyesi bulunmayan dersler için geçici veya sürekli olarak görevlendirilen, ders veren ve uygulama yaptıran kimse.
öğretim programı is. eğt. Bir okulu bitirmek veya bir alanda uzmanlaşmak için okunması gereken ders ve konuları kapsayan plan, müfredat, ders programı, müfredat programı.
öğretim üyesi is. Yükseköğretim kuruluşlarında görevli profesör, doçent ve yardımcı doçent, akademisyen,
öğretim yardımcısı is. Yükseköğretim kurumlarında belirli süreler için görevlendirilen uzman, çevirici, araştırma görevlisi ve eğitim öğretim planlamacısı, öğretim görevlisi, okutman.
öğretim yılı is. İlk ve ortaokul ile üniversitelerde öğretimin başladığı ve sona erdiği gün arasında geçen süre.
öğretiş is. Öğretme işi veya biçimi.
öğretme is. Öğretmek işi.
öğretmek (-i, -e) 1. Bir kimseye bir konuda bilgi ve beceri kazandırmak: "Böyle görünmesini öğretmişler, sağlam bir terbiye almış." -R. H. Karay. 2. Yetenek kazandırmak. 3. Bilinmeyen bir konuda bilgi sahibi olmasını sağlamak: "Bir şeyi bir adama öğretmek için öğretenle öğrenen arasında mutlaka ruhi bir yakınlık lazımdır." -B. Felek.
öğretmen ıs. Mesleği bilgi öğretmek olan kimse, muallim, muallime: "Öğretmenimizin verdiği konuları manzum yazardım bazen. " -Y, Z. Ortaç.
→ öğretmenevi, başöğretmen, rehber öğretmen
öğretmenevi is. Öğretmenlerin barınma, yemek, eğlence vb. gereksinimlerini karşılamak üzere yapılmış bina.
öğretmenlik, -ği is. Öğretmenin görevi: "Hayatımızın askerlikte ve sivillikte kırk beş senesi öğretmenlik ile geçti." -B. Felek,
→ başöğretmenlik
öğülmek (nsz) bk. övülmek.
öğün is. 1. Kez, defa. 2. Yemek vakti: "Her öğün tıka basa yediği iki katlı ekmek kadayıfı ile.." -H. E. Adıvar. 3. Bir vakitlik yemek.
öğünmek bk. övünmek.
öğür sf. 1. Akran. 2. Öğrenmiş. 3. Alışmış, yadırganmaz olmuş, menus. 4. is. Takım, fırka, zümre, öğür olmak çokça birlikte bulunmaktan çok sıkı bir alışkanlık edinmek: "Çoluk çocuk öylesine öğür oldular ki, anları dışarıdan gören pekâlâ çok nüfuslu tek bir aile sanabilirdi." -H. Taner.
öğürleşme is. Öğürleşmek işi.
öğürleşmek (-e) Öğür olmak, birbirine alışmak, istinas etmek.
öğürlük, -ğü is. Öğür olma durumu, istinas.
öğürme is. Öğürmek işi.
öğürmek (nsz) 1. Kusarken veya kusacak gibi olurken "öğürtü" sesi çıkarmak: "Elini göğsüne bastırarak üst üste öğürdü." -P. Safa, 2. hlk. Böğürmek, öğüreceği gelmek çok iğrenmek.
öğürtleme is. Öğürtlemek işi veya durumu.
öğürtlemek (-i) hlk. Ayırmak, ayıklamak, seçmek, temizlemek.
öğürtme is. Öğürtmek işi veya biçimi.
öğürtmek (-i) Öğürmesine yol açmak.
öğürtü is. 1. Öğürmek işi: "İnsan rakı masasının başına eğlenelim, iş görelim diye oturur ve ekseriya eğlence öğürtü, iş gürültü ile biter." -R. H. Karay. 2. Öğürürken çıkan ses: "Cevap beklemeden hastanın öğürtüleri işitilen odaya koştu." -P. Safa. öğürtü gelmek öğürmeye başlamak.
öğürtücü sf. Öğürten: "Akşamlan az mı öğürtücü çiğ etlerle yapılmış yemekler yemişti. "-S. F. Abasıyanık.
öğürüş is. Öğürme işi veya biçimi.
öğüt, -dü is. Bir kimseye yapması veya yapmaması gereken şeyler için söylenen söz, nasihat: "Bütün öğütlerine itaat ettiğim hâlde hiçbir şeye muvaffak olamıyorduk." -A. Gündüz. Öğüt vermek (veya öğütte bulunmak) bir kimseye yapması veya yapmaması gereken şeyler için yol göstermek, nasihat etmek: "Ayağını denk al yavrum, ateşle oyun olmaz, diye öğüt verdi." -H. Taner.
öğütçü is. 1. Öğüt veren kimse, nasihatçi. 2. Vaiz.
öğütçülük, -ğü is. Öğütçü olma durumu.
öğütleme is. Öğütlemek işi, nasihat.
öğütlemek (-i, -e) Birine bir şeyi yapmasını veya yapmamasını söylemek, nasihat etmek: "Güzel olanın yıkılmasını kimse öğütlemez. "-N. Ataç.
öğütme is. Öğütmek işi: "Bizim oralarda buğdaylarım öğütmeye gelip değirmende kalan köylülere nöbetçi derler." -M. Ş. Esendal.
→ öğütme haznesi
öğütme haznesi is. Mutfaklarda yemek artıklarını atık su borusuna aktarmadan önce küçük parçalara ayıran, evyeye bağlı araç.
öğütmek (-i) 1. Bir araçla tane durumundaki nesneleri bir araçla ezerek un durumuna getirmek: "Bu değirmen, günde ancak kırk elli çuval öğütebilirdi." -S. F. Abasıyanık. 2. Ezmek, çiğnemek.
öğütücü sf. 1. Öğütme özelliği olan. 2. is. Öğütme işini yapan makine. 3. is. Kâğıtçılıkta gerekli özelliklerdeki kâğıt veya karton hamuruna istenen bazı özellikleri kazandırmak için sulu ortamda elyaflı maddelerin işlenmesinde kullanılan diskli veya konik rotor ve statoru olan makine.
→ öğütücü diş
öğütücü diş is. Azı dişi, azı.
öğütülme is. Öğütülmek işi.
öğütülmek (nsz) Öğütme işine konu olmak: "Un ortadan çekilince ekmeği süpürge tohumu ile öğütülmüş mısır koçamyla yapmaya başlamışlardı." -E. E. Talu.
öğütülüş is. Öğütülme işi veya biçimi.
öğütüş is. Öğütme işi veya biçimi.
öhö is. Bir kimsenin kendi varlığını belli etmek, söylenen bir şey üzerine dikkat çekmek, birine takılmak vb. amaçlarla öksürür gibi yaparak çıkardığı ses.