oy (I) is. 1. Bir toplantıya katılanların, bir sorunla ilgili birkaç seçenekten birini tercih etmesi, rey. 2. Bu tercihi belirten işaret, söz veya yazı. 3. Seçimlerde kişinin herhangi bir aday veya partiye ait yaptığı tercih, oy vermek (veya kullanmak) herhangi bir konuya ait tercihini belirtmek, rey vermek: "Aday kim olursa olsun, şimdi rahatlıkla menfî oy kullanabilirdi." -H. Taner, oya koymak (veya sunmak) bir konuda sonucu belirlemek için oy verilmesini istemek, sağlamak,
→ oy birliği, oy çokluğu, oy hakkı, oy kâğıdı, oy pusulası, oy sandığı, açık oy, beyaz oy, birleşik oy pusulası, gizli oy, işarı oy, karşı oy, kırmızı oy, yeşil oy, güvenoyu, halkoyu, kamuoyu
oy (II) ünl. Çeşitli duygulan anlatmak için kullanılan bir seslenme sözü.
oya is. Genellikle ipek ibrişim kullanarak iğne, mekik, tığ veya firkete ile yapılan ince dantel, oya gibi ince, güzel, zarif: "Kadın fevkalade nazik ve güzel, çocuklar oya gibi idiler." -S. F. Abasıyanık.
→ oya ağacı, oya çiçeği, iğne oyası, mekik oyası
oya ağacı is. bot. Doğal olarak Çin ve Japonya'da yetişen, en çok 6-7 m boyunda, gövde kabuğu kavlar hâlinde dökülen, çiçekleri kırmızı, beyaz veya lavanta renginde, dekoratif amaçlı olarak yetiştirilen bir ağaç, hint leylağı (Lagerstmmeia indica).
oyacı is. Oya yapan veya satan kimse.
oyacılık, -ğı is. Oya yapma ve satma işi.
oya çiçeği is. bot. Koyu menekşe veya pembe renkte çiçekler açan süs bitkisi (Lagerstroemia indica).
oyalama is. Oyalamak işi: "Bilirim bu oyalama usullerini." -R. H. Karay.
oyalamak (I) (-i) 1. Belirli bir süre birinin dikkat ve ilgisini başka bir şey üzerine çekmek, meşgul etmek: "Gazino varmış / Denize karşı / Beni oyalarmış / Dükkânlarıyla çarşı." -B. Necatigil. 2. Vakit kazanmak için aldatmak. 3. Eğlendirmek, hoşça vakit geçirtmek: "Biz onu eğlendirdiğimiz kadar o da bizi oyalamıştı." -F. R. Atay. 4. Bekletmek.
oyalamak (II) (-i) Oya ile süslemek.
oyalandırma is. Oyalandırmak işi veya durumu.
oyalandırmak (-i) Oyalanmasına yol açmak, oyalanmasını sağlamak.
oyalanma is. Oyalanmak işi.
oyalanmak (nsz) 1. Oyalama işine konu olmak: "Ormanda çiçek toplamak için oyalanan kızı beklemeye başladı." -T. Buğra. 2. Boşuna zaman harcamak. 3. Vakit geçirmek: "Bazen kahvelerde oyalandıktan sonra eve dönerdik." -N. Cumali. 4. Beklemek.
oyalantı is. Oyalanmak için yapılan şey: "Araban, yazlığın, kışlığın, çiftliğin, hafta sonu evin, hobilerin, oyalantıların var." -H. Taner.
oyalayıcı is. Vakit geçirmeye yol açan, eğlendiren, hoş vakit geçirten kimse.
oyalayıcılık, -ğı is. Oyalayıcı olma durumu.
oyalı sf. Kenarına oya yapılmış veya geçirilmiş: "Başına kenarları yeşil oyalı mor bir gaz boyaması krep bağlıyordu." -O. C. Kaygılı.
oy birliği is. Bir toplantıda oylamaya katılan bütün üyelerin aynı yönde oy kullanması: "Kararın oy birliği ile alınması gerekiyordu." -T. Buğra.
oyculuk, -ğu is. Oy alabilmek için türlü yollara başvurma işi.
oy çokluğu is. Bir toplantıda oylamaya katılanların yarıdan fazlasının aynı yönde oy kullanmaları.
oydaş sf. Aynı düşüncede, aynı inançta olan, düşündeş, fıkirdeş. oydaş olmak aynı düşüncede, aynı inançta olmak: "Benimle oydaş olmayan başka gazeteci." -F. R. Atay.
oydaşlık, -ğı is. Düşünce birliği içerisinde olma.
oydaşma is. Düşünce birliği içerisinde olma.
oydaşmak (nsz) Düşünce birliği içerisinde olmak.
oydurma is. Oydurmak işi.
oydurmak (-i) Oymasını sağlamak.
oy hakkı is. Kişilere tanınan oy verme yetkisi.
oy kâğıdı is. Oy pusulası.
oylama is. Oy kullanma işi: "Bir oylamada hakkım olan bir oyu bile bile esirgemiş, kırmıştı beni." -N. Cumalı. oylamaya geçmek oy verme işlemine başvurmak, oylamaya koymak bir toplantıdaki oy sayısını belirlemek, oy verilmesini istemek, oya sunmak.
→ güven oylaması, halk oylaması
oylamak (-i) Oya koymak veya oya sunmak.
oylanış is. Oylama işi veya biçimi.
oylanma is. Oylanmak işi.
oylanmak (nsz) Oylama işi yapılmak: "... Bakanlar Kurulunun güven isteği, bir tam gün geçtikten sonra oylanır." -Anayasa.
oylaşma is. Müzakere.
oylaşmak (-i) Müzakere etmek.
oylum sf. 1. İçi oyulmuş, çukur duruma getirilmiş. 2. is. Resimde derinlik, üç boyutluk etkisi, mimarlıkta mekân karşılığı. 3. is. Hacim.
→ oylum oylum, ek oylum
oylumlama is. 1. Oylumlamak işi. 2. Kil, bal mumu gibi kolayca biçimlendirilebilen maddelerin yapılacak heykellere model hazırlamak üzere hacimli olarak biçimlendirme, taslak yapma, modelaj.
oylumlamak (-i) 1. Resim ve heykelde öğelere oylum duygusu ve biçim vermek. 2. Küçülterek yapmak.
oylumlu sf. 1. Oylumu olan, hacimli. 2. mec. Büyük, geniş.
oylumluca sf. (oylumlu'ca) Hacimlice.
oylum oylum zf. Oymalı, girintili çıkıntılı bir biçimde: "Benim için açtı bu güller / Oylum oylum, katmer katmer." -B. R. Eyuboğlu.
oylumsuz sf. Hacimsiz.
oyma is. 1. Oymak işi. 2. Bir nesnenin yüzeyini özel araçlarla oyarak veya delerek türlü biçimler verme. 3. Ağaç yongası: "Gürgen dibine vardım / Oyma alırım oyma." -Halk türküsü. 4. Oyularak yapılan süsleme: "Boyalı ve kabarık oymaları birer çiçek demetini hatırlatan bir yalı vardı." -A. Ş. Hisar. 5. sf Oyularak yapılmış: "Abanoz oyma bastonuna dayanarak gelip salonda kendi koltuğuna oturuyor." -M. Ş. Esendal.
→ oyma akü, ayma baskı, ağaç oyma
oyma akıl, -klı is. Yer etmiş, uzun deneyimler sonunda kabul görmüş nasihat: "Atalarımızın çok güzel bir sözü vardır. Aklı ikiye ayırırlar: Koyma akıl, oyma akıl. Koyma akıl ancak kapıya kadar sürer. Oyma akıl ise bütün hayata siner, derler." -H. Taner.
oyma baskı is. Çinko, bakır, tahta vb. levhalara kazıma ile yapılan resimleri kâğıda basma tekniği.
oymacı is. Oyma işleri yapan sanatçı, hakkak.
oymacılık, -ğı is. Oyma yapma sanatı.
oymak, -ği (I) is. 1. Aşiret: "Dayısı, amcası dâhil, obadan, oymaktan kimse dünür gitmeye gönüllü değildir." -T. Buğra. 2. İzcilikte küçük birlik: Oymak beyi.
→ oymakbaşı
oymak, -ğı (II) is. astr. Hemen hemen benzer veya aynı tür yıldızlardan oluşmuş, Samanyolunun seyrek yapılı genç kümelerinden her biri.
oymak, -ar (III) (-i) 1. Keskin, sivri uçlu bir cisimie bir şeyi yontarak veya delerek çukur oluşturmak: "Bir ağaç kütüğünü keser, oyar, nakışlayıp bezerdi." -S. Ayverdi. 2. Kumaş vb.ni girintili bir biçimde kesmek: Gömleğin yakasını ve koltuğunu biraz oydu.
oymakbaşı is. 1. Oymakların lideri, önde geleni. 2. İzcilikte küçük birliklerin başı.
oymalı sf. Oymaları bulunan, oymalarla süslenmiş olan: "Anasını yanındaki oymalı, yaldızlı kanepeye oturttu." -R. Enis.
→ oymalı yaprak
oymalı yaprak, -ğı is. bot. Meşe yaprağı gibi kenarları girintili çıkıntılı olan yaprak-.
oynak, -ğı sf. 1. Kımıldayan, yerinde sağlam durmayan, hareketli: "Boğaz'ın oynak ve çırpıntılı sularına açıldı mı, korkuya benzer bir ürperti geçirilir." -S. Ayverdi. 2. Hareket, canlılık veren: Zeybek oynak bir müziktir. 3. Değişken, kararsız: Altın fiyatları oynak. 4. Davranışları ağırbaşlı olmayan (kadın veya kız): "Bu, otuz yaşlarında çenebaz ve oynak bir duldu." -R. N. Güntekin. 5. anat. Bükülüp doğrulmaya elverişli olan (eklem): "Bütün vücudunda, damarlarında, kemiklerinin oynak yerlerinde, etlerinde bir sızı, bir gevşeklik..." -'P. Safa.
→ oynak kemiği
oynakça sf. (oyna'kça) 1. Oynak: Oynakça davranış. 2. zf. Oynak olarak: Oynakça davranıyor.
oynak kemiği is. hlk. Diz kapağı kemiği.
oynaklık, -ğı is. 1. Oynak olma durumu. 2. Oynakça davranış: "Kadınlarında ne bir oynaklık, erkeklerinde ne bir haşarılık." -R. H. Karay.
oynama is. Oynamak işi.
oynamak (nsz) 1. Vakit geçirme, eğlenme, oyalanma vb. amaçlarla bir şeyle uğraşmak: "Çimenler üzerinde çocuklar oynuyor, kuzular otluyor." -H. R. Gürpınar. 2. Herhangi bir tutku, ilgi vb. sebeple bir şeye kendini vermek: "Babalar çocuklarının yanında rakı içer, kumar oynarsa, çocuklar da ayyaş ... olurlar." -B. Felek. 3. Kımıldamak, hareket etmek. 4. (-le) Bir şeyi sürekli evirip çevirmek veya sürekli olarak ona dokunmak. 5. Bir film, oyun vb.nde rol almak: "Bütün rolleri, şahısların sesleri, tavırları, mimikleriyle tek başına oynamıştı." -Y. Z. Ortaç. 6. Film gösterilmek: Bu akşam televizyonda hangi film oynuyor? 7. Tiyatro eseri sahneye konmak: "Birisi dedi ki, bu iki perdelik bir oyun imiş, bitince ötekini oynayacaklarmış." -M. Ş. Esendal. 8. Eşyanın herhangi bir parçası kımıldamak, hareket etmek: "Birdenbire apartman kapısının oynadığını hissettim." -P. Safa. 9. İnsan gerekli görevini yapacak hareketten yoksun olmak: Hastanın bacağı oynamıyor. 10. Sarsılmak, yeri değişmek: Depremde yapı oynadı. 11.Sporla ilgili çalışmalara katılmak: Tenis oynamak. 12. Müziğin gerektirdiği uyumlu hareketleri yapmak: "Ne oynadığı gazinonun ismini söyledi ne de danslarından bahsetti. " -R. H. Karay. 13. Büyük bir ustalık, beceri ve kolaylıkla bir işi yapmak: "Borsada istediği gibi oynuyordu fiyatlarla. " -N. Cumalı. 14. Değişiklik göstermek: Bunların fiyatı iki bin ile üç bin lira arasında oynar. 15. (-le) Tehlikeye düşürmek: Benim sağlığımla oynama. 16. Oyalanmak, gereği gibi yapmamak, boşuna vakit geçirmek. 17. mec. Rastgele yön vermek, aldatmak: Talih bizimle oynuyor. 18. mec. Herhangi birine karşı önemsemeyici davranışlarda bulunmak: Koca adamla oynamaya utanmıyor musun? 19. mec. Tedirgin etmek, rahatsız edici davranışta bulunmak.
oynanış is. Oynanma işi veya biçimi.
oynanma is. Oynanmak işi.
oynanmak (nsz) 1. Oynama işine konu olmak: "O gece orada ne oynanacağına bakmadan içeri daldılar." -O. C. Kaygılı. 2. Herhangi biri oynamak.
oynaş is. Aralarında toplumca hoş karşılanmayan ilişkiler bulunan kadın veya erkekten her biri: "Bu da öğretmen gibi; gözü işte, aklı oynaşta!" -M. Ş. Esendal.
oynaşlık, -ğı is. Oynaşın işi veya mesleği. oynaşlık etmek toplumda hoş karşılanmayan ilişkilerde bulunmak: "Para ile gart garılara oynaşlık ediyormuşsun, diye arsız arsız sırıtmıştt." -H. Taner.
oynaşma is. Oynaşmak işi.
oynaşmak (nsz, -le) 1. Birbiriyle oynamak: "Kardeşleri ile oynaşıyor, güreşiyor ve onları yeniyordu." -A. H. Müftüoğlu. 2. Âşıktaşlık etmek: "Bu anlarda, en güzel bildiği birisiyle oynaşmak bile zevksizdir." -S. F. Abasıyanık,
oynatılma is. Oynatılmak işi.
oynatılmak (nsz) Oynatma işine konu olmak: "Biri gelir bakarsa taşı eski hâlinde bulmalıdır, oynatıldığı belli olmamalıdır." -R. H. Karay.
oynatım is. 1. Oynatma işi. 2. sin. Sinema endüstrisinin, filmlerin seyircilere gösterilmesi işiyle uğraşan kolu.
oynatımcı is. Oynatım işiyle uğraşan kimse.
oynatış is. Oynatma işi veya biçimi.
oynatma is. Oynatmak işi: "Acemiliğimi görünce beni atlamaya, oynatmaya kalktılar." -R. N. Güntekin.
oynatmak (-i) 1. Oynamasını sağlamak: "Bir curcuna havası söyledi ve salondakilerin hepsini oynattı." -P. Safa. 2. Kımıldamasına yol açmak: "Elindeki kamçıyı oynatarak güneş altında yanan ovalarda gözlerini gezdirdi." -M. Ş. Esendal. 3. Herhangi bir canlıya istenilen hareketleri yaptırmak: Ayı oynatmak. 4. Bir araç, gereç kullanmak: "Akılh bir adam mermer üzerinde keser oynatır mı?" -Ö. Seyfettin. 5. (nsz) Aklını yitirmek: "Sizinle iki gün daha çalışsam, aklımı oynatabilirim." -F. R. Atay. 6. mec. Korkutmak, heyecanlandırmak: Yüreğimi oynattın. 7. mec. Herhangi bir ödevi yerine getirmeyerek karşı tarafı düzenle oyalamak: Borçlu alacaklıyı iki aydır oynatıyor. 8. tiy. Sahneye koymak: "Bu ramazan geceleri Karagöz oynatacağız." -H. E. Adivar.
oynayış is. Oynama işi veya biçimi.
o yolda zf. Öyle, o gidiş ve düzenle,
oy pusulası is. Seçimlerde adaylara veya partilere ait özel şekilleri içeren, üzerine oya ait işaret konulan resmî belge, oy kâğıdı, pusula.
oysa bağ. (o'ysa) Aralarında karşıtlık, aykırılık bulunan iki cümleyi "tersine olarak, aksine" anlamlarıyla birbirine bağlayan bir söz, oysaki, hâlbuki.
oysaki bağ. (oysa'ki) Oysa, hâlbuki: "Oysaki daha önce onunla tanışmayı çok istemiştim. " -N. Cumalı.
oy sandığı is. Seçimlerde oy pusulalarının içine atıldığı mühürlü sandık.
oyuk, -ğu is. Oyulmuş, içi boş ve çukur olan yer: "Birbirine karışmış nal oyuklarından gündüz beş on kişilik bir devriyenin geçip gittiği anlaşılıyordu." -F, R. Atay.
→ dalga oyuğu
oyuklu sf. Oyuğu olan, oyukları bulunan.
oyulga is. hîk. Elle yapılan kalın, seyrek dikiş.
oyulgalama is. Oyulgalamak işi.
oyulgalamak (-i) hîk. 1. Gelişigüzel dikmek. 2. Saplamak, sokmak.
oyulgalanma is. Oyulgalanmak işi.
oyulgalanmak (nsz) hlk. 1. Kumaş gelişigüzel dikilmek. 2. Birikmek, sıralanmak; "Ellerinde çakal eriği sepetleri, boyalı şerbet ve gazoz şişeleriyle kalabalığın içinde oyulgalanan satıcılar..." -R. N. Güntekin.
oyulgama is. Elle yapılan kaim, seyrek, gelişigüzel dikiş.
oyulgamak (-i) hlk. Oyulgalamak.
oyulganma is. Oyulganmak işi.
oyulganmak (nsz) hlk. Bir şeyin içine iyice girmek.
oyulma is. Oyulmak işi.
oyulmak (nsz) Oyma işi yapılmak: "Nefer şoförün kayadan oyulmuş gibi sabit erkek yüzü garip bir gülümsemeyle harekete geldi." -H. E. Adıvar.
oyuluş is. Oyulma işi veya biçimi.
oyum is. Oyma işi: Tünel açmak için bu dağın oyumu iki ay sürdü.
oyumlama is. Oyumlamak durumu veya biçimi,
oyumlamak (nsz) Bitki kök salmak, tutmak.
oyun is. 1. Vakit geçirmeye yarayan, belli kuralları olan eğlence: Tenis, tavla, dama, çelik çomak, bale oyundur. 2. Kumar: "Bazıları oyun başından kalkar kalkmaz her şeyi unuturlar." -P. Safa. 3. Şaşkınlık uyandırıcı hüner: Hokkabazın oyunu. Cambazın oyunu. 4. Tiyatro veya sinemada sanatçının rolünü yorumlama biçimi. 5. Müzik eşliğinde yapılan hareketlerin bütünü: Zeybek oyunu. "Büyük annem yeni dansları eski kabakçı Arapların oyunu kadar bile güzel bulmuyor. " -H. E. Adıvar. 6. Seslendirilmek veya sahnede oynanmak için hazırlanmış eser, temsil, piyes. 7. Bedence ve kafaca yetenekleri geliştirmek amacıyla yapılan, çevikliğe dayanan her türlü yarışma: Olimpiyat oyunları. Akdeniz oyunları. 8. sp. Güreşte rakibini yenmek için yapılan türlü biçimlerde şaşırtıcı hareket. 9. sp. Teniste, tavlada taraflardan birinin belirli sayı kazanmasıyla elde edilen sonuç. 10. mec. Hile, düzen, desise, entrika: "Atatürk hiçbir zaman onların oyununa kanmış değildir." -H. Taner, oyun almak oyunda kazanmak, sayı sahibi olmak, oyun bağlamak sp. güreşte rakibe bir oyun uygulayıp onu sonuçlandırmadan beklemek, oyun bozmak 1) tasarlanmış bir işi yersiz ve vakitsiz olarak karıştırmak, planları altüst etmek: "Ömer de bizimle idi, ama oyunumu bozacağı için sana yüzünü göstermemiştim." -R. H. Karay. 2) mızıkçılık etmek, oyun çıkarmak sp. oyun oynamak: Millî takım güzel bir oyun çıkardı, (birine) oyun etmek kurnazlıkla birini aldatmak: "Kendisine oyun ettim diye, benden kuşkulandığı hâlde gene bana başvuruyor. " -O. C. Kaygılı, oyun kurmak sp. 1) bir yarışmayı kazanmak için belirli bir taktik uygulamak; 2) mec. hile yapmak, oyun oynamak 1) birini aldatmak, kandırmak: "Üç aydan beri bana mütemadiyen aynı oyunu oynuyorsunuz." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) mec. hile yapmak, oyun vermek oyunda kaybetmek, oyun yapmak sp. 1) güreşte rakibe oyun uygulamak; 2) mec. hile yapmak, oyuna çıkmak oyun için sahneye çıkmak: "Ben ilk defa oyuna çıkıyorum, beyefendi de gelmiş burada allık pudra sürüştürüyor." -T. Buğra, oyuna gelmek aldatılmak: "Bir oyuna geldin, onuruna yediremiyorsun." -H. Taner, oyuna getirmek birini tuzağa düşürmek, aldatmak: "Orada da Arif denilen hergele bizi oyuna getirdi." -M. Ş. Esendal. oyuna kurban gitmek bir hile, düzen sonunda zarara, iftiraya uğramak: "Yakalanan bir komşunun garazına, yahut bir el birliğine yahut da bir oyununa kurban gitmiştir." -S. F. Abasıyanık. oyunu almak oyunu kazanmak.
→ oyun alam, oyunbozan, oyun ebesi, oyun havası, oyun kâğıdı, oyun kurucu, oyun masası, oyun sahası, oyun salonu, oyun yazan, dürüst oyun, öncü oyun, pastoral oyun, seyirlik oyun, sözsüz oyun, aralık oyunu, ayak oyunu, borsa oyunu, cirit oyunu, çocuk oyunu, fincan oyunu, gölge oyunu, hava oyunu, hayal oyunu, kâğıt oyunu, kaşık oyunu, kelime oyunu, kılıç oyunu, köy oyunu, kukla oyunu, lades oyunu, misket oyunu, orta oyunu, peri oyunu, radyo oyunu, şans oyunu, takım oyunu, televizyon oyunu, yumruk oyunu, yüzük oyunu, halka oyunları
oyun alanı is. sp. Maçların yapıldığı yer, oyun sahası.
oyunbaz sf. T. oyun + Far. -büz 1. Oynamayı seven. 2. mec. Düzenci, hileci: "O zavallı Çolak'ın nasıl bir oyunbaz olduğunu şimdi biliyordu." -T. Buğra.
oyunbazlık, -ğı is. Düzencilik, hilecilik.
oyunbozan sf. Birlikte yapılmasına karar verilen bir işten tek taraflı cayan (kimse), mızıkçı.
oyunbozanlık, -ğı is. Oyunbozan olma duru-" mu, mızıkçılık: "Ama hiçbir arkadaş böyle işlerde oyunbozanlığı kabul etmezdi." -T, Buğra, oyunbozanlık etmek birlikte yapılması planlanan bir işten çekilmek: "Şimdi arkadaşlarım oyunbozanlık ettiğim için bana ne kadar kızgındırlar." -O. C. Kaygılı.
oyuncak, -ğı is. 1. Oynayıp eğlenmeye yarayan her şey: "Çocuğun elinde oyuncak bir köpek." -B. Felek. 2. mec. Önemsiz ve kolay iş: Oyuncak değil, mesele çok ciddi. 3. mec. Başkaları tarafından bir araç gibi kullanılan, hiçe sayılan güçsüz kimse.
→ çocuk oyuncağı
oyuncakçı is. Oyuncak yapan veya satan kimse.
oyuncakçılık, -ğı is. Oyuncak yapma veya satma işi.
oyuncaktı sf. 1. Oyuncağı olan. 2. mec. Çocuksu, çocuk gibi davranan: "Şimdi oyuncaklı kadın ruhuyla değil, açık söylüyorum. " -P. Safa.
oyuncu is. 1. Herhangi bir oyunda oynayan kimse: "Oyuncuları meydana çağırıyor ve düdüğümü çalıyorum." -P. Safa. 2. Sinema, perde veya bir gösteride rol alan sanatçı, aktör, aktris: "Hiç kibar sınıfından, asilzade bir gencin oyuncu olduğunu gördünüz mü?" -P. Safa. 3. sf. Oyunu seven: Oyuncu kedi. 4. sf. mec. Düzenci, hileci. 5. sf. sp. Çok oyun yapan, oyundan oyuna geçen (kimse): Oyuncu bir pehlivan.
→ başoyuncu, eksen oyuncu, yardımcı oyuncu, yedek oyuncu, hücum oyuncusu, ileri uç oyuncusu, kılıç oyuncusu, orta oyuncusu, savunma oyuncusu, sonuç oyuncusu, yumruk oyuncusu
oyunculuk, -ğu is. 1. Oyun oynama işi. 2. Sahne sanatçılığı: "Oyunculuk ki, o devirde toplum dışı bir parya işi sayılmaktadır." -H. Taner. 3. mec. Düzencilik, hilecilik.
→ orta oyunculuğu
oyun ebesi is. Çocuk oyunlarında oyunun başı veya cezalısı, ebe.
oyun havası is. muz. Kıvrak ritimli ezgi.
oyun kâğıdı is. İskambil kâğıdı.
oyun kurucu is. sp. Takımda, savunucular ile akıncılar arasında yer alan, görevi hem savunucular hem de akıncılara yardım etmek olan üç oyuncudan her biri, eksen oyuncu, haf.
oyunlaştırılma is. Oyunlaştırılmak durumu.
oyunlaştırılmak (nsz) Oyun biçimine getirilmek.
oyunlaştırma is. Oyunlaştırmak işi.
oyunlaştırmak (-i) Tiyatro türünden olmayan herhangi bir eseri teknik yönden oynanabilir duruma getirmek.
oyunluk, -ğu is. Tiyatroda oyun oynanan yer, sahne.
oyun masası is. Üzerinde çeşitli oyunlar oynanan, kumaşla kaplanmış masa: "Yemekten sonra, köşkün büyük salonunda üç dört oyun masası kurulmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
oyun sahası is. sp. Oyun alanı.
oyun salonu is. Oyun masalarının bulunduğu geniş oda: "Barda yok, oyun salonunda, alt güvertede hiçbir yerde yok." -R. H. Karay.
oyuntu is. 1. Oyulmuş bölüm: Ceketin kol oyuntusu iyi açılmamış. 2. Oyuk, çukur.
oyun yazarı is. tiy. Tiyatro, radyo ve televizyonda sahnelenmek veya oynanmak üzere piyes, skeç türü eserler kaleme alan sanatçı, dramaturg.
oyun yazarlığı is. 1. Oyun yazma işi. 2. Oyun yazarının mesleği.
oyuş is. Oyma işi veya biçimi.