ot

ot is. 1. bol. Toprak üstündeki bölümleri odunlaşmayıp yumuşak kalan, ilkbaharda bitip bir iki mevsim sonra kuruyan küçük bitkilere verilen ortak ad: "Etrafımızda uzun otlar, yalçın kayalar vardı." -A. Gündüz. 2. Ağı, zehir. 3. İlaç. 4. sf. Otla yapılmış veya otla doldurulmuş: Ot minder. 5. argo Esrar. ot tutunmak vücuttaki istenmeyen kılları düşürmek için ilaç sürünmek, (birine) ot yoldurmak çok zor bir iş gördürmek, çok uğraştırmak, otu çek köküne bak kişinin kimliğini öğrenmek için soyunu sopunu bilmek gerekir.

otobur, otyiyenler, acı ot, karaca ot, sütlü ot, abdestbozan otu, adamotu, ağı otu, ağızotu, altın otu, andız otu, ardıç otu, avcı otu, ayrık otu, bağırsak otu, batık otu, bambul otu, ban otu, basur otu, beşparmak otu, bit otu, boğan otu, bon otu, boy otu, burun otu, canavar otu, ciğer otu, çalgıcı otu, çayır otu, çiriş otu, çivit otu, çörek otu, dağ dalak otu, dalak otu, danakıran otu, deli otu, dereotu, diş otu, dolama otu, dolma otu, domuz ayrık otu, domuz otu, dulaptal otu, dulavrat otu, eğrelti otu, engerek otu, esrar otu, eşek otu, evliya otu, fare otu, gebre otu, gelin otu, geyik otu, göbek otu, gu'zelavrat otu, hamam otu, hasır otu, horozcuk otu, İdris otu, imparator otu, kabakulak otu, kan otu, kanarya otu, kandıra otu, kartallı eğrelti otu, kasık otu, kaşık otu, kedi otu, kelebek otu, kene otu, kıl otu, kırlangıç otu, kokulu çayır otu, kovan otu, kuduz otu, kum otu, kurbağa otu, kurşun otu, kuş otu, küstüm otu, limon otu, lohusa otu, marsıvan otu, mayasıl otu, melek otu, mercan otu, meyhaneci otu, mübarek otu, nevruz otu, nezle otu, oğul otu, ökse otu, öksürük otu, ölmez otu, pamuk otu, panzehir otu, pelin otu, pire otu, pisi otu, pisi pisi otu, sabun otu, sakar otu, sancı otu, sarımsak otu, sedef otu, selam otu, semiz otu, sıçan otu, sıraca otu, siğil otu, sinir otu, solucan otu, sökü otu, süpürge otu, süt otu, şerbetçi otu, şeytan otu, şifa otu, tarak otu, taşkıran otu, tavşancıl otu, turp otu, tükürük otu, türüz otu, tüylü dalak otu, uyuz otu, yakı otu, yapışkan otu, yara otu, yavşan otu, yoğurt otu, yüksük otu, zemberek otu, zembil otu, ciğer otları, sinir otları

otacı is. hlk. Hekim.

otacılık, -ğı is. Hekimlik.

otağ, -ğı is. esk. Büyük ve süslü çadır.

otağcı is. 1. Otağ yapan veya satan kimse. 2. tar. Orduda otağ kuran er.

otak, -ğı is. bk. otağ.

otalama is. Otalamak işi.

otalamak (-i) hlk. 1. Zehirlemek, ağılamak. 2. Otamak.

otama is. Otamak işi, tedavi.

otamak (-i) hlk. İlaç vererek hastalığı iyi etmeye çalışmak, tedavi etmek.

otantik, -ği sf. Fr. authentique Gerçek olan, gerçeğe veya aslına dayanan, orijinal, mevsuk: Otantik bir belge.

otarma is. Otarmak işi veya durumu.

otarmak (-İ) hlk. Otlatmak.

otarşi is. Fr. autarcie Bir ülkede ekonomik alandaki gereksinimleri kendi kendine karşılamaya yönelen tutum.

otarşi is. bk. otokrasi.

otçu is. hlk. Köylerde hekimlik yapan kimse: "Sonbahar sonlan olduğu için orada ancak iki ihtiyar otçu ile bir bahçıvan iskambil oynuyorlardı."-O. C. Kaygılı.

otçul sf. zool. Otla beslenen (hayvan), otobur, herbivor.

otçullar ç. is. zool. Bitki yiyerek beslenen canlılar, otoburlar.

otel is. Fr. hotel Yolcu ve turistlere geceleme imkânı sağlamak, bunun yanında yemek, eğlence vb. hizmetleri sunmak amacıyla kurulmuş işletme: "Beyoğlu civarında bir otelde yatmıştım." -S. F. Abasıyanık.

otel faresi, otelgarni, a par t otel, butik otel

otelci is. 1. Otel sahibi kimse. 2. Otel işleten kimse: "Otelci boş yere rahatsız edilen bir kimse tavrı ile omuzlarını silkti." -Y, K. Karaosmanoğlu.

otelcilik, -ğî is. 1. Otel sahibi olma durumu. 2. Otel işletme işi: "Çölden geçecekler hep bu köyde kaldıkları için burada bir çeşit ilkel otelcilik hissi vardı." -H. E. Adıvar.

otel faresi is. argo Otel, motel vb. kuruluşlarda hırsızlık yapan kimse.

otelgarni is. Fr. hâtel garni Apart otel.

otist is. Fr. autiste psikol. İçine kapanık, psikolojik sorunları olan kimse.

otistik, -ği sf. Fr. autistique İçe yönelik olan.

otizm is. Fr. autisme psikol. İçe yöneliklik.

otlak, -ğı is. coğ. Hayvan otlatılan yer, salmalık, yaylak, mera: "Otlaktan çıktıkları sırada hava kuru soğuktu." -N. Cumalı.

dağ otlağı

otlakçı is. argo Para ve emek harcamadan başkalarının sırtından geçinen kimse, asalak: "Bizim rahmetli İlhamı de otlakçı idi ama, hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi." -M. Ş. Esendal.

otlakçılık, -ğı is. Başkalarının sırtından geçinme durumu, otlakçılık etmek başkalarının sırtından geçinmek.

otlakiye is. (otla:kiye) T. otlak + Ar. -iyye tar. Osmanlı döneminde, devlet malı otlaklarda yayılan hayvanlardan alınan vergi.

otlama is. Otlamak işi.

otlamak (nsz) 1. Hayvan, dolaşarak yerdeki ot, çimen, yaprak vb.ni yemek, yayılmak: "Çimenler üzerinde çocuklar oynuyor, kuzular otluyor." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Meşgul olmak: "Liseyi bitirmiş, üniversiteye gitmiş, birkaç sene otlamış orada, çakmış." -A. İlhan. 3. argo Para ve emek harcamadan başkalarının sırtından geçinmek.

otlanma is. Otlanmak işi.

otlanmak (nsz) 1. Hayvan otlamak. 2. argo Para ve emek harcamadan başkalarınm sırtından geçinmek.

otlatılma is. Otlatılmak işi.

otlatılmak (nsz) Otlamaya bırakılmak.

otlatma is. Otlatmak işi.

devamlı otlatma, seyrek otlatma, sık otlatma

otlatmak (-i) Hayvanı veya sürüyü çıtlayabileceği bir yere götürmek, otlamaya bırakmak, otlamasını sağlamak.

otlatma sistemi is. Bir meradan beklenen en fazla yararı, özellikle bitki örtüsüne bir zarar vermeden elde etmek ve bununla birlikte meranın her tarafının aynı derecede otlatılmasını sağlamak için uygulanan bir otlatma planı.

otlu sf. Otu olan: "Ona çok güzel, sulak, otlu bir ova buldum." -Y. Kemal.

otlu bağa, otlu peynir

otlubağa is. zool. Siyah renkli kurbağa (Bufa).

otluk, -ğu is. 1. Otu bol olan yer. 2. Kış için kurutulmuş ot yığını. 3. Ot konulan yer.

otlu peynir is. Güzel kokulu otların, özellikle yaban sarımsağının içine katılmasıyla yapılan bir çeşit beyaz peynir.

oto is. Fr. auto bk. otomobil.

otoban is. Alm. Autobahn Otoyol.

otobiyografi is. Fr. autobiographie ed. Öz yaşam öyküsü.

otobiyografik, -ği sf. Fr. autobiographiaue Otobiyografi ile ilgili: Otobiyografik eser.

otobur sf. zool. Otla beslenen (hayvan), otçul.

otoburlar ç. is. zool. Otçullar.

otobüs is. Fr. autobus Yolcu taşıyan, motorlu, büyük taşıt.

körüklü otobüs, deniz otobüsü, servis otobüsü

otobüsçü is. 1. Otobüs işletmecisi. 2. Otobüs şoförü.

otobüsçülük, -ğü is. Otobüs işletmeciliği.

otodidakt sf. Fr. autodidacte Öz öğrenimli.

otoerotizm is. Fr. auto-erotisme psikol. Kişinin kendi vücudu üzerinde cinsel etkinliklerde bulunma sapıncı, özün erosluk.

otogar is. Fr. autogare Şehirler arası çalışan motorlu taşıtların yolcularını aldıkları ve indirdikleri yer, garaj.

otograf sf. Fr. outograph Bir yazarın veya kişinin kendi elinden çıkan (yazı).

otografi is. Fr. outographie Yağlı mürekkeple özel kâğıda çizilen şekillerin litografya tekniği ile taş üzerine yazılması.

otojestiyon is. Fr. autogestion Öz yönetim.

otokar is. İng. autocar Toplu geziler için yapılmış büyük otobüs.

otoklav is. (otoklav) Fr. autoclave 1. Vida ve cıvatalarla tutturulmuş basit bir kapağı olan, iç basınca dayanıklı kap. 2. Laboratuvar işlerinde ve ameliyatlarda yararlanılan her türlü araç ve gereçleri mikropsuzlaştırmak için kullanılan basınçlı buhar kazanı,

otokontrol, -lü is. Fr. auto-contrâle psikol. Öz denetim.

otokrasi is. Fr. autocratie Hükümdarın, bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi.

otokrat sf. Fr. autocrate Siyasal kudreti elinde bulunduran (hükümdar).

otokritik, -ği is. Fr. autocritque Öz eleştiri.

otokton sf. Fr. autochtone Yerli: "Bugüne kadar semtin otokton ahalisi ile kooperatifin üyeleri, ayırt edilemiyor." -H. Taner.

otolit is. Fr. otolite anat. İşitme taşı.

otoman is. Fr. ottoman 1. Bir tür ipekli kumaş. 2. Sedir biçiminde kanepe.

otomasyon is. Fr. automation Endüstride, yönetimde ve bilimsel işlerde insan aracılığı olmadan işlerin otomatik olarak yapılması.

otomat is. Fr. automate 1. Canlı bir varlığın yapabileceği bazı işleri yapan mekanik veya elektrikli araç. 2. Sıcak su verecek biçimde hazırlanmış, hava gazı ocaklı cihaz. 3. Yapılarda, merdivenleri aydınlatacak biçimde düzenlenmiş elektrik düzeneği.

otomatik, -ği sf. Fr. automatique 1. Mekanik yollarla hareket ettirilen veya kendi kendini yöneten (alet): Otomatik tabanca. 2. İrade dışında yapılan (davranış). 3. zf. Kendiliğinden: "Polis şikâyetçi olunca savcı otomatik olarak harekete geçer, kamu davası açılır." -Ç. Altan. otomatiğe almak (veya bağlamak) kendi kendine yeniden düzene sokmak, otomatiğe geçmek otomatik olarak çalışmaya başlamak.

otomatik sigorta, tam otomatik, yarı otomatik

otomatikleşme is. Otomatikleşmek işi.

otomatikleşmek (nsz) Otomatik duruma gelmek.

otomatiklik, -ği is. Otomatik olma durumu.

otomatikman zf. Otomatik olarak.

otomatik sigorta is. Fazla akım geçtiğinde manyetik veya termik mekanizmalarla devreyi açan alet.

otomatizm is. Fr. automatisıne Bir cihaza, bir alete otomatik bir işleyiş kazandırmak için gerekli olan düzen: "Zihnî yapının üstünlüğü, şuursuz bir otomatizmden kurtulmuş olmasıdır." -S. Ayverdi.

otomobil is. Fr. automobile Motorlu, dört tekerlekli kara taşıtı: "Otomobiller, atlar, arabalar coşkun bir sel uğultusu ile geçiyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

makam otomobili, yarış otomobili

otomobilci is. Otomobil alıp satan kimse.

otomobilcilik, -ği is. Otomobil alıp satma işi.

otomotiv is. İng, automotive Motorlu taşıt yapımıyla uğraşan endüstri kolu.

otonom sf. Fr. autonome Özerk, muhtar: "Bu otonom bölgelerde Zeta, 1040'ta Bizans'a karşı isyan ederek yarım asır mücadeleden sonra ikinci Sırp devleti vücuda geldi." -F. R. Atay.

otonomi is. Fr. autonomie Özerklik: "Bizans'ta Sırp memleketlerini zapt ettilerse de bîr müddet sonra bazı kısımlara geniş otonomiler verdiler. "-F. R. Atay.

otopark is. Fr. auto pare Motorlu taşıtların belli bir süre için bırakıldığı yer, park.

çok katlı otopark

otoparkçi is. Otopark işleten kimse.

otoparkçılık, -ğı is. Otopark işletmeciliği.

otoplasti is. (otoplâsti) Fr. autoplastie tıp Eksik bir organa, kişinin başka bir yerinden parça alıp eklemek yoluyla yapılan onarım.

otopsi is. Fr. autopsie tıp Ölüm sebebini belirlemek amacıyla bir cesedi inceleme işi.

otoray is. İng. autorail Ray üzerinde işleyen motorlu taşıma aracı.

otorite is. Fr. autorite 1. Yaptırma, yasak etme, emretme, itaat ettirme hakkı veya gücü, yetke, sulta, velayet: "Sakarya zaferi ile gazi ve müşir Mustafa Kemal Paşa tam otoritesini elde etmiştir." -F. R. Atay. 2. Siyasi veya idari güç. 3. mec. Çalışmalarıyla kendini kabul ettirmiş, başarılı kimse, otorite sağlamak (veya temin etmek) yetki kurmak veya yetki sahibi olmak: "Reisleri de tam bir otorite temin etmiş olduğunu her vesile ile belli ediyordu." -E. î. Benice.

otoriteli sf. Emretme, yaptırma gücüne sahip olan (kimse), otoriter: "Gruba yaklaşan Saniye Hanım otoriteli bir duruşla söze karıştı." -P. Safa.

otoriter sf. Fr. autoritaire Otoriteli, otosist is. Fr. autoeyste anat. İşitme kesesi.

otostop is. İng. auto-stop Bir yayanın yoldan geçen bir otomobili durdurarak binmesi ve gideceği yere para vermeden gitmesi, otostop yapmak otostop yoluyla yolculuk yapmak.

otostopçu is. Otostop yapan kimse.

otostopçuluk, -ğu is. Otostop yapma işi.

ototrof sf. Fr. autotrophe biy. Özbeslenen.

ototrofî is. Fr. autotrophie Öz beslenme,

otoyol is. Fr. auto + T. yol Hızlı bir trafik akımı sağlamak amacıyla yapılan, çok şeritli, çift yönlü geniş yol, otoban.

otsu sf. bot. Ot gibi olan, gövdesi odunlaşmayan, kısa ömürlü (bitki), otsul,

otsu topluluk

otsul sf. bot. Otsu.

otsu topluluk, -ğu is. bot. Gövdesi odunlaşmayan kısa ömürlü bitki topluluğu.

otsuz sf. Otu olmayan.

oturacak, -ğı is. Sandalye, tabure, kanepe gibi üstüne oturulan şey.

oturak, -ğı is. 1. Oturulacak yer veya şey. 2. Alçak iskemle. 3. Bir şeyin yere gelen tarafı, taban. 4. Ördek. 5. İçkili, çalgılı ve kadınlı eğlenti. 6. Boru mengenesinin tezgâha oturduğu ve vidalandığı bölüm. 7. sf. Bacaklarında veya başka bir yerinde, gezmesine engel olacak bir özrü olduğundan hep evde oturan (kimse), kötürüm. 8. den. Kürekli teknelerde kürekçilerin oturduğu enli tahta.

oturak âlemi, oturak kündesi

oturak âlemi is. Anadolu'nun bazı yörelerinde, sadece erkeklerin katıldığı, kadın oynatılan içkili toplantı.

oturak kündesi is. sp. Güreşte -bir elin arkadan iki bacak arasından, ötekinin de önden getirilerek kasık üzerinde kilitlenmesi biçimindeki kündeleme: "Biraz savaştıktan sonra bir oturak kündesiyle çocuğu yere vurdum." -B. Felek.

oturaklı sf 1. Sağlam, gösterişli: "Çoğu dört köşe, kalın, oturaklı olan Arap üslubu minareler o ruhaniliği vermez." -R. H. Karay. 2. Yerinde sağlam duran. 3. Yerinde ve sırasında söylenen, çarpıcı (söz). 4. mec. Saygı uyandıran, ağırbaşlı (kimse): "Seçmenleriniz sizin daha bir oturaklı, daha bir ağırbaşlı, daha bir ölçülü olmanızı isterler." -H. Taner.

oturaklılık, -ğı is. Oturaklı olma durumu.

oturma is. 1. Oturmak işi. 2. Kısa süre için konukluğa gitme: "Yemeğini yedikten sonra gece Vehbi Dedeye oturmaya gitti." -H. E. Adıvar.

oturma belgesi, oturma duvarı, oturma grevi, oturma grubu, oturma izni, oturma mobilyası, oturma odası

oturma belgesi is. Bazı ülkelerde çalışan veya ticaret yapan kimselere verilen oturma izni belgesi.

oturma duvarı is. Su basmam, oturmalık.

oturma grevi is. Bir isteği gerçekleştirmek amacıyla, işçilerin iş yerlerinden ayrılmaksızm görev yapmaktan kaçınmaları.

oturma grubu is. Koltuk, kanepe, sandalye, kolçaklı sandalye, sallanan koltuk vb. mobilyalardan oluşan grup.

oturma izni is. Resmî makamlarca belli bir bölgede oturmak üzere verilen izin.

oturmak (-e) 1. Vücudun belden yukarısı dik duracak biçimde ağırlığı kaba etlere vererek bir yere yerleşmek: "Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Bu biçimde yerleştiği yerde kalmak: "Bakın, hikâye zordur, acımasız ve hoşgörüsüzdür. Oturursunuz ve başından kalkamazsınız." -T. Dursun K. 3. Uygun gelmek, ölçüleri tam olmak: "Ütüsüz ve beli oturmamış pantolonunu çekti." -T. Buğra. 4. Bir yerde sürekli olarak kalmak, ikamet etmek: "Aynı semtte oturdukları için komşu da sayılırlar." -B. Felek. 5. (nsz) Hiçbir iş yapmadan boş vakit geçirmek, boş durmak: Böyle oturacağınıza çalışsanız olmaz mı? 6. (nsz) Toprak veya yapı çökmek, aşağı inmek: Temelin bu tarafı on santim oturmuş. 7. Biriyle beraber yaşamak: "O günden beri, enişte beyle oturuyorum." -S. M. Alus. 8. Bir işi yapmakta olmak, bir işe başlamak üzere olmak: "Bu saat, kendimi bildim bileli sofraya oturma saatimizdir." -Y. Z. Ortaç. 9. Yer almak, geçmek: Valilik makamına oturdu. 10. Benimsenmek, yerleşmek, kökleşmek: Gelenekler gün geçtikçe iyice oturdu. 11. Belli bir yörüngede dönmeye başlamak: Uydu yörüngeye oturdu. 12. Sıvı tortuları dibe çökmek, dipte toplanmak, 13. Herhangi bir durumda belli bir süre kalmak: "Arif gibi bir adamla çene yarışına girmek istememekle beraber susup oturamazdı." -M. Ş. Esendal. 14. hlk. Mal olmak: Bu bize pahalıya oturdu, oturup kalkmak hareket etmek: "Daha ilk gecesinden karı lafı ile oturup kalkmaya başlarsa konu nereye varır?" -M. Ş. Esendal.

oturmalık, -ğı is. Su basmanı, oturma duvarı.

oturma mobilyası is. Boyutları ve şekli insan vücudunun ölçülerine uygun olan ve rahat oturmayı sağlayan, oturma yüzeyi elastik veya elastik olmayan malzemeden yapılan mobilya.

oturma odası is. Ev halkının oturması için ayrılmış oda.

oturmuş sf. Yerleşik, yerleşmiş, güçlenmiş: Oturmuş bir kurum.

durmuş oturmuş

oturmuşluk, -ğu is. Benimsenmiş, yerleşmiş olma durumu: "Kontrbas öğretmem Rıza'nın daha bir oturmuşluğu vardır rolüne. " -H. Taner.

oturtma is. 1. Oturtmak işi. 2. Halka halka kesilmiş patates, patlıcan, kabak vb. sebzelerden yapılan bir çeşit kıymalı yemek.

patlıcan oturtması

oturtmak (-i, -e) 1. Oturma işini yaptırmak: "Elini ayağını bağladım, bir köşeye oturttum." -S. F. Abasıyanık. 2. Koymak, yerleştirmek: "Kalemi aldım ve kâğıda yazının başlığım oturttum." -Y. Z. Ortaç.

oturtmalık, -ğı is. mim. Yapının toprak üstünde kalan, 1 m kadar yükseklikte, bütün yapı boyunca devam eden, üstüne gelen duvarlardan birkaç santim dışarı çıkıntılı ana temel duvarı.

oturtulma is. Oturtulmak işi.

oturtulmak (-e, nsz) Oturtma işine konu olmak: "Her sandala böyle bütün devrin mümessili bir hanımefendi oturtulmuş gibi..." -A. Ş. Hisar.

oturulma is. Oturulmak işi.

oturulmak (-e, -de) Oturma işi yapılmak: Bu evde oturulmaz.

oturum is. 1. Bir meclis veya kurulun çözümlenmesi gereken soranları görüşüp tartışmak için yaptığı toplantı, celse: "Onun adaylığı konuşulurken, kıdemli doçent olarak ben de oturuma katılmıştım." -H. Taner. 2. huk. Yasama meclislerinin birleşimlerinden her biri.

açık oturum, birleşik oturum, gizli oturum, kapalı oturum

oturuş is. Oturma işi veya biçimi: "Başta delikanlılar, çoğunun oturuşunda bir büyüklenme var." -T. Buğra.

oturuşma is. Oturuşmak işi.

oturuşmak (nsz) Yatışmak, hızı azalmak.

otuz is. 1. Yirmi dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 30, XXX rakamlarının adı. 3. sf mat. Üç kere on, yirmi dokuzdan bir artık.

otuz beşlik, üç otuzunda

otuzar sf Otuz sayısının üleştirme biçimi, her defasında otuzu bir arada, her birine otuz.

otuz beşlik, -ği is. 1. İçinde sıvı maddelerden, 0,35 el ölçüsünde bulunan şişe, 2. hlk. çük rakı.

otuzluk, -ğu sf. 1. Yaşı otuz civarında olan. 2. İçinde otuz adet bulunan. 3. Otuz lira değerinde olan.

otuzuncu sf. Otuz sayısının sıra sıfatı, sırada yirmi dokuzuncudan sonra gelen.

otyiyenler ç. is. Bitki yiyerek beslenenler.