ora is. (o'ra) O yer: "Bizimkiler ora senin, bura benim derken bir ulu dağın başına geldiler." -Y. Kemal, oralarda olmamak işi sezmemiş gibi davranmak, anlamamazlıktan gelmek.
oracık, -ğı is. Hemen o yer, bulunduğu yer: "Kadın, çekinerek yaklaştı ve oracığa, toprağın üzerine çöktü." -O. C. Kaygılı.
oracıkta zf. (o'racıkta) Hemen o yerde, olduğu yerde: "Yemeğini son günlerde oracıkta, pasaj içindeki Macar lokantasında yiyordu."-R.H.Karay.
orada zf. Sözü edilen yerde, bulunduğu yerde: "Orada okuduğunu belli etmeyi de pek severdi." -S. F. Abasıyanık. orada burada her yerde: Orada burada benim dedikodumu yapmışsın.
oradan zf. Sözü edilen yerden, oradan buradan belli bir sıra gözetmeksizin, karışık olarak.
orak, -ğı is. 1. Yarım çember biçiminde yassı, ensiz ve keskin metal bir bıçakla, buna bağlı bir saptan oluşan ekin biçme aracı. 2. Ekin biçme zamanı: Orakta köylünün işi çok olur. 3. Ekin biçme işi: "Ot orağından dönen birkaç köylü, omuzlarında uzun tırpanlarıyla geçiyorlardı." -M. Ş. Esendal.
→ orak ayı, orak böceği, beyinorağı, çalgı orağı
orak ayı is. hlk. Temmuz.
orak böceği is. zool. Ağustos böceği.
orakçı is. Ücret karşılığı ekin biçen kimse: "Orakçılar bu türküyü mırıldanarak saplara tırpan sallıyorlardı." -R. Enis.
orakçılık, -ğı is. Orakçının işi.
oraklaşma is. Oraklaşmak işi veya durumu.
oraklaşmak (-i) Orak biçimini almak: "Birdenbire başım şöyle bir çevirdi ve bir kaldırdı o şakağa doğru oraklaşan kaşım." -T. Buğra.
oral, -ü sf. Fr. oral 1. Ağızla ilgili, ağızcıl. 2. Sözlü. 3. zf Ağız yoluyla, kanalıyla. 4. ed. Söze dayanan.
oralı sf. (o'rah) O yerden olan: "Oralı mıdır, değil midir, beni zerre kadar ilgilendirmez." -S. F. Abasıyanık. oralı (bile) olmamak önemsememek, umursamamak, aldırmamak, ilgilenmemek: "Hiç oralı olmaz ve hâlinden yakınır." -S. Birsel.
oralılık, -ğı is. Oralı olma durumu: "Gözlerinde bir uzaklık, bir oralılık hâli sezerdim." -A. Ş. Hisar.
oramiral, -li is. (o'ramiral) T. or+ Fr. amiral Deniz kuvvetlerinde, kara kuvvetlerindeki orgeneralin dengi olan en yüksek rütbeli amiral.
oramirallik, -ği is. 1. Oramiral rütbesi. 2. Oramiral makamı ve görevi.
oran is. 1. Büyüklük, nicelik, derece bakımından iki şey arasında veya parça ile bütün arasında bulunan bağıntı, nispet: "Dini, dili ne olursa olsun her insan doğup büyüdüğü, ekmeğini kazandığı toprak üstünde korkusuz, güven altında yaşadığı oranda kendini mutlu duyuyordu." -N. Cumalı. 2. İki şeyin birbirini tutması, karşılıklı uygunluk, tenasüp. 3. Akıl yoluyla gerçeğe yakın olduğuna inanılarak verilen yargı, tahmin. 4. mat. İki büyüklük, iki nicelik arasındaki bağıntı: Üçün dokuza oram.
→ oran dışı, benzeşim oranı, doğum oranı, faiz oranı, ölüm oram
oranca zf. (ora'nca) Oran bakımından, orana göre.
oran dışı sf. mat. İki tam sayının bölümü olmayan (sayı).
orangutan is. Fr. orang-outan zool. Sumatra ve Bomeo'da yaşayan, insana benzeyen, yemişle beslenen bir cins büyük maymun (Pongo pygmaeus).
oranla zf. (ora'nla) Herhangi bir şeye göre, herhangi bir şeyle kıyaslayarak, nispeten: "Kahve caddeye oranla azıcık geride, bir bahçe içinde." -S. Birsel.
oranlama is. Oranlamak işi, tahmin, kıyas.
oranlamak (-i) 1. Ölçmek, hesaplamak, hesap etmek. 2. Akıl yoluyla gerçeğe yakın olduğuna inanılarak hüküm vermek, tahmin etmek. 3. Karşılaştırmak, kıyaslamak. 4. (-i, -le) Eşit tutmak.
oranlı sf. Kendinde oran bulunan, nispetli, mütenasip, mütevazin.
oransız sf. Kendinde oran bulunmayan, nispetsiz.
oransızlık, -ğı is. Oransız olma durumu, nispetsizlik.
orantı is. 1. Bir şeyi oluşturan parçaların kendi aralarında ve parçalarla bütün arasında bulunan uygunluk, oran, tenasüp. 2. mat. Birincinin ikinciye oranı, üçüncünün dördüncüye oranına eşit olan dört terim arasındaki bağıntı, orta.
→ doğru orantı
orantılarım is. Orantılamak işi veya durumu.
orantılamak (-i) Orantılı olarak düşünmek veya değerlendirmek.
orantılanma is. Orantılanmak işi veya durumu.
orantılanmak (-i) Orantılı olarak düşünülmek.
orantılı sf. 1. Bir orantıyla ilgili olan, aralarında orantı bulunan, mütenasip: "Gazetecilik de, spor da o kitlelerin gene! seviyesiyle doğrudan orantılıdır." -H. Taner. 2. mat. Bir niceliğin iki, üç, ... kez çoğalması veya azalması başka bir niceliğin o nispette çoğalmasını veya azalmasını gerekli kılarsa "bu iki nicelik birbiriyle orantılıdır" denir.
→ doğru orantılı
orantısız sf. Orantısı olmayan.
orantısızlık, -ğı is. Orantısız olma durumu.
orası is. (o'rası) 1. O yer, ora: "Odam orası, dedi, sağ tarafa düşen kapı." -R. H. Karay. 2. O yönü: işin orası önemli değil, orası senin, burası benim dolaşmak (veya gezmek) durmadan gezip dolaşmak, orasına burasına dağınık olarak, gelişigüzel.
oratoryo is. (orato'ryo) Fr. oratorio müz. Solo sesler, koro ve orkestra için yazılmış, oyun öğesi bulunmayan, kutsal nitelikte müzik eseri: Yunus Emre oratoryosu.
oraya zf. O yere, o yöne: "Bir kahkaha fırtınası koptu, hepimiz oraya gittik." -M. Ş. Esendal.
orcik, -ği is. hlk. Şekerle kaplanmış ceviz içi.
ordinaryüs is. (ordina'ryüs) Lat. ordinarius esk. Türk üniversitelerinde 1960 öncesinde, en az beş yıl profesörlük yapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini tanıtmış öğretim üyeleri arasından seçilerek bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimselere verilen unvan.
ordinat is. İng. ordinate mat. Bir noktanın uzaydaki yerini belirtmeye yarayan çizgilerden her biri.
ordino is. (ordi'no) ît. ordino 1. Bir poliçenin arkasına ciro edildiği kişiye ödenmesi için yazılan havale emri. 2. Tüccarın malını gümrükten çekebilmesi için vapur kumpanyasından yük konşimentosuna karşılık verilen havale. 3. den. Denizcilik işletmelerinde gemi adamlarını gemilere atama belgesi.
ordonat is. (o 'rdonat) ask. bk. ordu donatım.
ordövr is. Fr. hors-d'Kuvre Yemekten önce sofraya getirilen soğuk yiyecekler, çerez, meze.
→ ordövr arabası, ordövr tabağı
ordövr arabası is. Ordövrlerin servisinde kullanılan küçük el arabası.
ordövr tabağı is. İçine genellikle soğuk mezelerin konduğu özel olarak hazırlanmış tabak.
ordu is. 1. Bir devletin silahlı kuvvetlerinin tümü: "Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi / Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi." -Y. K. Beyatlı. 2. Bu topluluğun başlıca bölümlerinden her biri: "Dördüncü Ordu Karargâhına gidiş, artık bir mabede çıkılıyor gibi, baş döndürür." -F. R. Atay. 3. Amaç, nitelik vb. yönlerden benzeyen insanların bütünü. 4. Çok sayıda insan, kalabalık.
→ ordubozan, ordu donatım, orduevi, ordu komutam, ordu merkezi, düzenli ordu
ordubozan sf. 1. Mızıkçı, dönek, oyunbozan. 2. Arabozan. 3. is. hlk.- Bacaklardaki varis hastalığı.
ordubozanlık, -ğı is. 1. Ordubozan olma durumu, mızıkçılık. 2. Arabozanlık.
orducu is. tar. Savaş alanına gitmek için yola çıkan Osmanlı ordusunun her türlü gereksinimini sağlamak için birlikte giden zanaatçılar ve esnaf.
ordu donatım is. ask. Silahlı kuvvetlerin savaş gereç, araç vb. gereksinimlerini sağlamakla görevli sınıf.
orduevi is. Kara, deniz ve hava subay ve astsubaylarının buluştukları, sosyal gereksinimlerini karşılayabilecek biçimde yapılmış lokal veya yapı.
ordugâh is. T. ordu + Far. gah ask. esk. Ordunun konakladığı yer: "Komanova'ya giden derenin içinde ordugâh kurduk." -Ö. Seyfettin.
→ açık ordugâh, çadırlı ordugâh
ordu komutam is. ask. Bir orduya komuta eden ve genellikle orgeneral rütbesinde olan asker.
ordu merkezi is. ask. Ordu karargâhının bulunduğu yer.
ordusuz sf. Ordusu olmayan: "Devlet hem ordusuz hem donanmasız kalıyor." -A. Ş. Hisar.
orfoz is. zool. Hanigillerden, Ege ve Akdeniz'de bulunan, eti beyaz ve lezzetli, 10 kg'dan 50 kg'a kadar ağırlığı olan bir balık türü (Epinepheles gigas).
org is. Fr. orgue müz. Klavyeli büyük ve küçük borulardan yapılmış, körüklerden elde edilen havanın bu borulardan geçmesiyle değişik ses tonları verebilen, genellikle kilise çalgısı, erganun.
organ is. Fr. organe anat. 1. Canlı bîr vücudun, belirli bir görev yapan ve sınırlan kesin olarak belirlenmiş bölümü, uzuv: "Bütün iç organlarım burkulur gibi oldu." -N. Cumalı. 2. mec. Bir görevi, bir işi yerine getirmekle yükümlü kuruluş: Devlet organları.
→ organ aktarımı, organ nakli, dişi organ, erkek organ, boşaltım organı, erkeklik organı, koku alma organı, tat alma organı, telaffuz organı, yasama organı, yayın organı, ses organları, sindirim organları, tireme organları, yargı organları
organ aktarımı is. Organ nakli.
organik, -ği sf. Fr. organique 1. Organlarla ilgili, uzvi. 2. mec. Bir görevi yerine getirmekle yükümlü kuruluşla ilgili olan: "Ne ki, organik bütünlüğü ve büyüklüğü kalmamıştı. " -S. Ayverdi. 3. mec. Canlı, güçlü (ilişki).
→ organik öge, organik kimya, organik kütle
organîkçi is. kim. Organik kimya uzmanı.
organik kimya is. kim. Karbon birleşiklerinin incelenmesini konu alan kimya bölümü, uzvi kimya.
organik kütle is.jeol. Birleşimindeki öğelerin büyük ve belirgin bölümü canlı varlıklardan oluşan kayaç.
organik öge is. kim. Besinlere koruyucu olarak eklenen organik asitler ve bunların tuzları.
organizasyon is. Fr. organisation 1. Düzenleme: "Kütüphanesi ile, kadrosu ile, organizasyonu ile, ülkenin övünülür gazetelerinden biri hâline getirmede katkısı büyüktü." -H. Taner. 2. Devlet, idare, toplum vb.nin düzenleniş biçimi. 3. Düzenli bir grup üyelerinin bütünü. 4. Kuruluş, kurum, teşkilat.
organizatör is. Fr. organisateur Düzenleyici.
organize is. 1. Kuruluşları ortak bir amaç için bir araya getirme, birleştirme. 2. Düzenleme. 3. sf. Düzenli, örgütlü, organize etmek düzenlemek.
→ organize sanayi, organize suç
organize sanayi is. Birbirini bütünleyen, değişik sanayi kollarının ve kuruluşlarının oluşturduğu iş alam.
organize suç is. Çeşitli kişi ve örgütlerce planlanıp işlenen suç.
organizma is. (organi'zma) Fr. organisme 1. anai. Canlı bir varlığı oluşturan organların bütünü, uzviyet. 2. Herhangi bir canlı varlık.
organlaşma is. Organlaşmak işi.
organlaşmak (nsz) Canlılarda organlar oluşmak.
organlık sf. Organ olma durumu: "Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü... yargı yolu ile olur." -Anayasa.
organ nakli is. tıp İşlevini yitirmiş bir organın yerine sağlam bîr organı koyma, organ aktarımı, transplantasyon: "Nasıl bazı organ nakillerinde vücut yabancı organı atıyorsa, dil de bunu atar." -B. Felek.
organ oleptik, -ği is. Fr. organoleptique Cisimlerin duyu organlarım etkileme yeteneği.
organtin is. Fr. organtine 1. Seyrek dokunmuş, ince, sert bir kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış: "Sahnede siyah organtin tuvaletiyle beli incelmiş, göğsü kabarmış." -R. H. Karay.
organze is. Fr. organza 1. İpek veya keten iplikle dokunmuş, tülbent inceliğinde bir çeşit kolalı kumaş, 2. sf. Bu kumaştan yapılmış.
orgazm is. Fr. orgasme Cinsel uyarım ve zevkin en yüksek noktası.
orgcu is. Org çalan sanatçı.
orgculuk, -ğu is. Orgcu olma durumu.
orgeneral, -li is. (o'rgeneral) T. or + Fr. general ast Asıl görevi ordu komutanlığı olan rütbesi en yüksek general.
orgenerallik, -ğî is. 1. Orgeneralin rütbesi. 2. Orgeneralin makamı ve görevi.
orijin is. Fr. origine 1. Soy sop. 2. Köken, başlangıç, kaynak.
orijinal, -li sf. Fr. original 1. Özgün: "Teslim, bu orijinal isimli kadın, dayımın emektar aşçısıdır." -R. H. Karay. 2. Fabrikası tarafından yapılmış olan, taklit olmayan (araç ve gereç). 3. Otantik. 4. mec. Alışılagelenden daha değişik, şaşırtıcı nitelikte olan: "Ankara ikliminin en orijinal tarafını ısıda buluruz."-V. R. Atay.
orijinalite is. Fr. originalite 1. Özgünlük. 2. mec. Alışılagelenden değişik, şaşırtıcı nitelikte olma durumu: "Eleştirmenlerce sırf bîr orijinalite trüğü olarak değerlendiriliyordu." -H. Taner.
orijinallik, -ği is. Orijinal olma durumu, özgünlük.
orkestra is. (orke'stra) İt. orchestra müz. 1. Yaylı, üflemeli ve vurmalı çalgılar topluluğu: "Locadan çıkarken, davulu üstüne on lira atılan orkestra, zeybek havası çalmaya başlar." -F. R. Atay. 2. tiy. Eski Yunan tiyatrolarında, sahne ve seyirciler arasındaki çember biçiminde koro yeri. 3. tiy. Bazı tiyatroların birinci katında sahne veya perdeye en yakm koltuklar: "Butterjly'ı ben orkestrada koltuktan seyrederken sen locada ... idin."-H. C.Yalçın.
→ armoni orkestrası, senfoni orkestrası
orkestracı is. Orkestrada görevli kimse: "Eczacı, bankacı olup da geceleri orkestracı kesilen derme çatma orkestramız..." -H. Taner.
orkestralama is. müz. Bir çalgı topluluğu için yazılmış parçanın notalarını, çalgıların tını farklarım göz önünde tutarak bu topluluğu oluşturan çalgılar arasında paylaştırma sanatı.
orkestralı sf. Orkestrası olan.
orkestrasız sf. Orkestrası olmayan: "Orkestrasız, takırtısu bir felaket filmi seyrede ede yol alıyoruz." -A. Gündüz.
orkide is. (orki'de) Fr. orchidee bot. Salepgillerden, çiçeklerinin güzelliği dolayısıyla camekânlarda yetiştirilen birtakım bitki türlerinin ortak adı.
orkinos is. (o 'rkinos) Yun. zool. Ton balığı.
orkit is. Fr. orchite tıp Er bezlerinin iltihaplanıp şişmesi.
orlon is. (marka adından) 1. Yapay dokuma ipliği. 2. sf. Bu iplikle dokunmuş.
orman is. 1. Ağaçlarla örtülü geniş alan: "Bitmez tükenmez bir orman, bir çalılık içinde gidiyorduk." -M. Ş. Esendal. 2. Bu ağaçların bütünü, orman gibi gür, çok (saç, kaş vb.), orman taşlamak bir kimsenin düşüncesini dolaylı olarak öğrenmeye çalışmak.
→ orman çayırı, orman dizisi, orman evi, orman gülü, orman işletmesi, orman kebabı, orman kibarı, orman koruma memuru, orman köylüsü, orman köyü, orman kuşağı, orman sarmaşığı, orman sıçanı, orman tavuğu, orman yeşili, deli orman, tropikal orman, vahşi orman, yağmur ormanları
ormancı is. 1. Ormanı korumakla görevli kimse, orman koruma memuru, 2. argo Kaba, görgüsüz kimse.
ormancılık, -ğı is. 1. Orman işi ile uğraşma: "Adam eskiden ormancılık edermiş, sonradan bırakmış." -M. Ş. Esendal. 2. Ormanların yetiştirilmesi ve bakımını konu alan bilim. 3. Ormana değer verme anlayışı: Okullarda ormancılık sevgisini aştlamahyız.
orman çayırı is. bot. Orman içerisindeki açıklıklarda veya orman ağaçlarının altında yetişen doğal çayır.
orman dizisi is. Orman kuşağı.
orman evi is. 1. Orman koruma memurunun evi. 2. Şehirlerin kirli havasından uzaklaşmak, tabiat varlıklarından ve güzelliklerinden yararlanmak için orman bölgelerinde yapılmış ev.
orman gülü is. Avrupa, Asya dağlarında yetişen açelyaya benzer bitki.
orman işletmesi is. Ormanla ilgili işleri yürüten kamu kurumu.
orman kebabı is. Tas kebabına benzer bir çeşit et yemeği.
orman kibarı is. hkr. 1. Ayı. 2. mec. Kaba, görgüsüz, bayağı adam.
orman korama memuru is. Ormancı.
orman köylüsü is. Orman köyünde yaşayan kimse.
orman köyü is. Orman arazisinde kurulmuş köy.
orman kuşağı is. Sıralı ormanların oluşturduğu dizi, orman dizisi.
ormanlaşma is. Orman durumuna gelme.
ormanlaşmak (nsz) Orman durumuna gelmek.
ormanlaştırma is. Ormanlaştırmak işi, ormanlaştırmak (-i) Orman durumuna getirmek.
ormanlık, -ğı sf. Ormanı çok olan, ormanla kaplı veya orman gibi olan (yer).
orman sarmaşığı is. bot. Akasma.
orman sıçanı is. zool. Ormanlık bölgede yaşayan bir sıçan türü (Mus sylvaticus).
ormansız sf Ormanı olmayan.
ormansızlaşma is. Ormansızlaşmak durumu.
ormansızlaşmak (nsz) Ormansız kalmak, ormanı bulunmamak.
orman tavuğu is.. zool. Orman tavuğugillerden, kuşların özellikle Avrupa ve Asya'da yaşayan siyah tüylü türlerinin ortak adı.
orman tavuğugiller ç. is. zool. Dünyanın soğuk ve ılıman bölgelerinde yaşayan, mat veya parlak renkli, orman tavuğu, çil ve çayır tavuğunu içine alan bir familya.
orman yeşili is. 1. Koyu yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Yazıhanenin orman yeşili muşambası üzerine yağan ışık altında parıldayan kalemlere baktım." -H. R, Gürpınar.
ornatma is. 1. Ornatmak işi, ikame etme. 2. biy. Bir türün yerine onun değişik bir biçiminin geçmesi, 3. kim. Molekülün geri kalan bölümünde değişikliğe yol açmadan bir atom veya bir kök yerine bir başka atom veya kökün geçmesi. 4. mat. Bir cebirsel ifadenin yerine bir başkasını koyma işlemi.
ornatmak (-i) Bir şeyin yerine başka bir şeyi koymak, ikame etmek.
ornitolog, -ğu is. Fr. ornithoîogue zool. Kuş bilimci.
ornitoloji is. Fr. ornühologie zool. Kuş bilimi.
ornitolojik, -ği sf. Fr. ornithologiqe zool. Kuş bilimi ile ilgili.
ornitorenk, -gi is. Fr. ornithorynşue zool. Gagalı memeli.
orografya is. Fr. orographie Dağ bilimi.
orojeni is. Fr. orogeniejeol. Dağ oluşu.
orospu is. Far. rüspi kaba 1. Erkeklerin cinsel zevklerine para karşılığı hizmet eden ve bu işi meslek edinen kadın, fahişe. 2. mec. Kolay elde edilen, düşük ahlaklı kadın: "Ama kimsenin dili Nevin'e orospu diyememişti. " -S. F. Abasıyanık.
→ orospu bohçası, orospu böreği, orospu çocuğu, orospu yemeği
orospu bohçası is. hlk. 1. Derli toplu olmayan, sarsak ve düğümlü, düğümleri tavşan kulaklı, kötü düzenlenmiş bohça. 2. Acele yapılmış, fındık yerine az miktarda ceviz konmuş, ekmek içi iyi ezilmemiş, sarımsakları diş diş kalmış bir tür tarator.
orospu böreği is. El ayası büyüklüğünde hazırlanmış hamurun içine kıyma konarak tavada aceleyle pişirilen börek türü.
orospu çocuğu is. Serseri, haylaz, hinoğluhin, hilekâr, kalleş, orostopol.
orospuluk, -ğu is. 1. Orospu olma durumu veya orospunun mesleği, fahişelik: "Sevmiyordum bu hayatı, orospuluğu sevmiyordum. " -O. Kemal. 2. mec. Kalleşlik.
orospu yemeği is. Domates, yeşilbiber, soğan, maydanoz vb. sebzelerin düzensiz doğranması ile yağda acele pişirilen bîr tür yemek.
orostopol is. kaba Orospu çocuğu.
orostopolluk, -ğu is. Kurnazca iş, dalavere, dolap: "Kim bilir ne orostopolluk var bu oyunda." -H. Taner.
orsa is. (o'rsa) İt. ona den. 1. Yelkenleri rüzgârın estiği yöne çevirmekte kullanılan, her iki taraftan yelkenin ortasına bağlanan ip. 2. Geminin rüzgâr alan yanı, rüzgâr üstü, boca veya rüzgâr altı karşıtı. 3. Geminin, rüzgârın geldiği yöne döndürülmesi: "Orsa! diye bağırmasıyla dümeni basması bir oldu." -Halikarnas Balıkçısı.
→ orsa alabanda, orsa boca
orsa alabanda is. Gemiyi birdenbire rüzgârın üstüne çevirme.
orsa boca is. 1. Geminin bazen rüzgâr yönüne yaklaşarak, bazen ondan uzaklaşarak yol alması. 2. zf. mec. Bata çıka, iyi kötü: "Sonra orsa boca tekrar salıncağa doğru yollandı." -O. C. Kaygılı.
orsalama is. Orsalamak işi.
orsalamak (nsz) Gemi rüzgâr alan tarafa dönmek.
orsa poca is. bk. orsa boca.
orta is. 1. Bir şeyin kenarlarından merkeze doğru yaklaşık olarak aynı uzaklıkta olan yer: "Tam bağın ortasına geldikleri zaman düşman askerlerim gördüler." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Başlangıcı ile bitimi arasında eşit uzaklıkta olan süre: Yılın ortası. Haftanın ortası. Günün ortası. Kışın ortası. 3. Bir şeyin eşit olarak ayrılabileceği bölüm: "Seccadesini ortasından kesip ikiye böldüler." -Ö. Seyfettin. 4. İyi ile kötü arasındaki durum, vasat. 5. Görünür, algılanır durum: "Moralinin, inadının, zaman zaman da aşırı ataklığının nedeni ortadadır." -H. Taner. 6. Topluluk içinde, arasında. 7. Öğretimde, öğrencinin değerlendirilmesinde geçer not ile iyi arasındaki derece: Orta ile geçti. 8. sf. Sorunların çözümünde aşırılıklardan kaçman, ölçülü bir yöntem izleyen. 9. sf. Her iki yanında kendi türünden aynı nitelikte nesneler, durumlar bulunan: "Hademe orta bölmeyi açmak üzere koştu." -R. H. Karay. 10. sf. İki karşıt nitelik veya durum arasında bulunan, tutarlı, ılımlı, vasat. 11. fiz. Bir olayın, içinde gerçekleştiği yer. 12. mat. Orantı. 13. sp. Futbolda oyunculardan birinin, topu, kale ağzında duran arkadaşlarına havadan yollamak için yaptığı vuruş: "Aut çizgisinden nefis bir orta..." -H. Taner. 14. tar. Yeniçeri Ocağında tabur, ortadan kaldırmak 1) saklamak; 2) yok etmek: "Önemli olan, kötülüğü iyilikle beraber ortadan kaldırmaktır." -S. F. Abasıyanık. 3) mec. öldürmek: "Mithat Paşa ve emsalini ortadan kaldırmak için ..." -Y. Z. Ortaç, (bir şey) ortadan kaybolmak 1) saklanılmak, bulunmaz olmak; 2) yok edilmek, kullanılmamak: "Eski, büyük teşrifat kayıkları ortadan kalkmışsa da, yine iki, üç çifte kayıklara rast gelinirdi." -A. Ş. Hisar. 3) öldürülmek, (biri) ortadan kaybolmak nereye gittiği bilinmemek, kimseye sezdirmeden gitmek: "Ses duyan kız günün birinde ortadan kayboldu." -Y. K. Karaosmanoğlu. ortadan sır olmak kaybolmak, arkada iz bırakmadan gitmek: "Böylelerinin kirayı biriktirdikten sonra bir para vermeden ortadan sır olanları çoktur." -H. R. Gürpınar, ortadan söylemek herkesin içinde, belli bir kimseyi amaçlamadan konuşmak, ortasını bulmak ılımlı derecesini bulmak, uzlaştırmak, ortaya almak her yanını çevirmek, kuşatmak, ortaya atılmak 1) ileri sürülmek, herkesin bilgisine sunulmak; 2) bir kimse bir işi yapmak için kendini göstermek: "Ve yarından itibaren kılıcım -yani kalemim- elimde ortaya atılacaktım. " -Ö. Seyfettin, ortaya atmak söylemek, ileri sürmek: "İşte bu söz üzerinedir ki Servet Bey, apartmana çıkmak emelini ciddi bir tasavvur hâlinde ortaya atmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. ortaya bir balgam atmak kaba bir iş kıvamındayken, biri herkesin zihnini bulandıracak bir söz söylemek, ortaya çıkarmak delilleriyle göstermek, ispat etmek, ortaya çıkmak 1) yokken var olmak, meydana çıkmak, türemek: "... yani tam muhalefetin istediği gibi bir kabine buhranı ortaya çıkmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) biri kendini göstermek: "Lanet filozofum diyerek ortaya çıkıp Allah’a ve kullara karşı hezeyan eden tımarhanelik herifler!" -Ö. Seyfettin, ortaya dökmek 1) çıkarmak, göstermek; 2) açıklamak: "Bunun için dağarcığında ne var ne yok, tümünü ortaya döker." -S. Birsel, ortaya düşmek kadın orta malı olmak, sokağa düşmek, ortaya koymak 1) herkesin görebileceği yere koymak; 2) yaratmak, yapmak. ortaya sürülmek anlatılmak, belirtilmek, söylenmek: "Artık yazılacak satır, söylenecek söz, ortaya sürülecek düşünce kalmadı." -Y. K. Beyatlı. ortaya yayılmak herkes tarafından duyulmak: "Günün birinde ortaya yayılan ölüm haberinde bir olağanüstülük yoktu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ orta ağırlık, orta boy, Orta Çağ, orta dalga, orta damar, orta deri, orta dikme, orta direk, Orta Doğu, orta elçi, orta hakem, orta hâili, orta hece düşmesi, orta hizmeti, orta işi, orta kaldırım, orta karar, orta karın, orta kulak, orta kuşak, orta malı, orta masası, orta mektep, orta nokta, ortaokul, orta oyunu, ortaöğrenim, ortaöğretim, orta parmak, orta saha, orta sıklet, Orta Şark, orta şekerli, orta tedrisat, orta terim, orta uç, orta yaşlı, orta yol, orta yuvar, orta yuvarlak, ortanın sağı, ortanın solu, aritmetik orta, büyük orta, küçük orta, ulu orta, yarı orta sıklet, deprem ortası, gün ortası, meyve ortası
orta ağırlık, -ğı is. sp. 1. Boksta 71 kg'dan 75 kg'a kadar olan boksörlerin ayrıldığı kategori, orta sıklet. 2. Güreşte, güllede ve halterde 72-79 kg ağırlıktaki oyuncuların ayrıldığı kategori, orta sıklet.
orta boy sf. Orta büyüklükte olan,
orta boylu sf. Orta yükseklikte, boyda olan: "Hatırlayabildiğim kadar, annem orta boylu idi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
ortaç, -cı is. dbl. Sıfat-fiil: Hiç tanıdığım kalmadı. Gelen çocuk. Adı batası adam.
→ durum ortacı
Orta Çağ öz. is. tar. Batı Roma İmparatorluğunun çöküşünden (476) 1453'e veya 1492'ye kadar süren çağ.
ortada sf. 1. sp. Sonucu belli olmayan (karşılaşma). 2. zf. Görünür yerde, göz önünde, ortada bırakmak birini çok güç bir durumdayken terk etmek, ortada fol yok yumurta yok fol yok yumurta yok. ortada kalmak 1) yersiz kalmak, barınacak yer bulamamak; 2) güç bir durumda veya iki şey arasında kalmak; 3) bir şeyi hiç kimse üzerine almamak, (iş) ortada olmak yapması gereken kişi belli olmamak.
orta dalga is. fiz. Dalga boyu 200-600 m arasında değişen dalga, küçük dalga.
orta damar is. bot. Bitki yapraklannın tam ortasında bulunan ve yan damarlara göre daha kalın olan damar.
orta deri is. anat. Dış deri ve iç deri arasındaki hücre katmanı, mezoderm.
orta dikme is. mat. Bir doğru parçasına orta noktasında dik olan doğru.
orta direk, -ği is. 1. Çadırda veya çeşitli yapılarda merkezî ağırlığı yüklenen ve dengeli dağılımı sağlayan direk: "Orta direğin yanında ayakta duran iki delikanlıdan biri başını salladı." -N. Araz. 2. mec. Toplumun memur, emekli, küçük esnaf, küçük çiftçi gibi dar ve sabit gelirli kişilerden oluşan kesimi.
Orta Doğu öz. is. Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Suriye, Mısır, İsrail, Lübnan, Filistin, S. Arabistan, Irak ve İran'ı içine alan ülkeler, Orta Şark.
orta elçi is. 1. Büyükelçiden önceki elçilik aşaması. 2. Bu aşamada olan kimse.
orta hakem is. sp. Futbol karşılaşmasını yöneten hakem.
orta hâlli sf Ne zengin ne yoksul olan: "Uzakça vilayetlerden birinde yaşamış, orta hâlli bir ailenin çocuğuydu." -M. Ş. Esendal.
orta hece düşmesi is. dbl. Orta hecede bulunan vurgusuz ünlünün bazı durumlarda düşmesi, haploloji: ağızın > ağzın, oğulu > oğlu, gönülüm > gönlüm.
orta hizmetçisi is. Bir evin temizlik işlerine bakan hizmetçi.
orta hizmeti is. Orta işi: "Orta hizmetini bile Himmet'e gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu." -Ö. Seyfettin.
orta işi is. Bir evin temizlik işlerinin bütünü, orta hizmeti.
ortak, -ğı is. 1. Birlikte iş yapan, ortaklaşa yararlarla birbirlerine bağlı kimselerden her biri, şerik, hissedar: "Bırakın ortağıma bir telefon edeyim." -H. Taner. 2. Kuma: "Kendi üstüne bir ortağın getirilmesi Emeti'nin pek ziyade gücüne gitmişti." -E. E. Talu. 3. sf. Birden çok kimse veya nesneyi ilgilendiren, onlara özgü olan, onların katılmasıyla oluşan, müşterek: "Edebiyata şiirle başlamak, büyük küçük bütün yazarlarda görülen ortak bir yöndür." -N. Cumalı. ortak etmek bir şeyi paylaşmaya razı olmak, katılmaya onay vermek, ortak (veya kuma) gemisi yürümüş, elti gemisi yürümemiş bir erkeğin karıları birbirleriyle anlaşabilirler, ancak kardeşlerin karıları geçinemezler. ortak olmak bir şeyi paylaşmak veya bir şeye katılmak: "Kadınları hayata ortak olmayan millet öksüzdü, yarı kuvvetini kullanamıyor demekti." -T. Buğra.
→ ortak bölen, ortak çarpan, ortak dil, ortak fark, ortak gider, ortak hesap, ortak kat, ortak mülkiyet, ortak nesne, ortak ölçülmez sayılar, ortak özne, ortak payda, ortak tam bölen, ortak tümleç, ortak yapım, ortak yaşama, ortakyaşar, ortak yönetim, ortak yüklem, dert ortağı, çok ortaklı
orta kaldırım is. Yolu gidiş geliş olarak ikiye bölen kaldırım, refüj.
orta karar sf. Orta derecede, biraz uygun.
orta karın, -rnı is. Göbeğin üstünde kalan karın bölgesi.
ortak bölen is. mat. İki veya daha çok sayıyı bölen sayı.
ortak çarpan is. mat. İki veya ikiden artık sayıyı çarpan sayı.
ortakçı is. 1. Başkasının tarlasında çalışarak veya sürüsüne bakarak belli bir anlaşmaya göre ürününe ortak olan kimse, maraba: "Tarlada ortakçısıyla her gün çalışabilen Şaban, Zeyno'nun hâlini acınacak buluyordu. " -H. E. Adıvar. 2. zool. Konakçının sindirilmemiş besininden yararlanan konuk.
ortakçılık, -ğı is. Ortakçı olma durumu, ortakçılık etmek ortakçı olmak: "Öküzlerle kocasız iki kadının tarlasını yıllarca sürmüş, ortakçılık etmiş, ninesini, kardeşini beslemiş, hatta kız kardeşini ere vermişti. " - H. E. Adıvar.
ortak dil is. db. Ana dilleri veya lehçeleri farklı topluluklar arasında anlaşmayı sağlayan dil.
ortak fark is. mat. Bir aritmetik dizide bir öğeyi elde etmek için ondan öncekine katılan sayı.
ortak gider is. Kat mülkiyetinde her dairenin aylık giderlere eşit ölçüde katılma payı.
ortak hesap, -bı is. Birden fazla kişi veya kuruluşun kullandığı banka hesabı.
ortak kat is. mat. Birtakım tam sayıların katı olabilecek sayı.
ortaklaşa zf. Ortak olarak, el birliğiyle, müştereken, kolektif: "Ortaklaşa bir oyun yazmamızı önerecek kadar beni onurlandırdı idi." -H. Taner.
ortaklaşacı sf. sos. Ortaklaşacılık yanlısı, kolektivist.
ortaklaşacılık, -ğı is. sos. Üretim araçlarından kişisel sahipliği kaldırıp ortak kullanmayı ve toplum içinde her türlü harekette ortak davranışı savunan öğreti, kolektivizm.
ortaklaşma is. Ortaklaşmak işi.
ortaklaşmak (nsz) Ortak olarak davranmak, ortak olmak.
ortaklaştırma is. Ortaklaştırmak işi veya durumu.
ortaklaştırmak (-i) Ortak duruma getirmek, kolektifleştirmek.
ortaklık, -ğı is. 1. Ortak olma durumu, iştirak, müşareket: "Öküz öldü, ortaklık bozuldu." - Atasözü. 2. tic. İki veya daha çok kimsenin iş yaparak kazanç elde etmek için birleşmeleri, şirket, ortaklık etmek ortak olma durumuna gelmek: "İkisi de kendisine yardım ve ortaklık etmek istiyor." -R. H. Karay, ortaklık kurmak şirket, kumpanya açmak veya çalıştırmak: "Eğer bugün hepimiz bu işe karar verir ve bir ortaklık kurarsak bu gazete çıkar." -S. Birsel.
→ ortaklık senedi, ortaklık sözleşmesi, ana ortaklık, anonim ortaklık, kolektif ortaklık, komandit ortaklık, limitet ortaklık, sınırlı ortaklık, gelir ortaklığı
ortaklık senedi is. huk. Anonim şirketlerde veya kooperatiflerde her ortağın üyelik haklarını gösteren ada yazılı senet.
ortaklık sözleşmesi is. tic. Ortak ticari kuruluşların oluşumunda ortaklık şartlarını içeren belge.
ortak mülkiyet is. Malların ortak kullanımı.
ortak nesne is. dbl. Birden çok yüklemin bağlı bulunduğu nesne: "Postacı adresi buldu ama bize bildirmedi." cümlesinde "adresi" ortak nesnedir.
ortak ölçülmez sayılar ç. is. mat. Aralarında ortak tam bölen bulunmayan sayılar.
ortak özne is. dbl. Birden çok yüklemin bağlı bulunduğu özne: "Dileklerine eremeyenler gelir, aynı yerde hiddetle haykırır, yumruklarıyla kapıları, perdeleri döverler iniş." cümlesinde "dileklerine eremeyenler" ortak öznedir.
ortak payda is. Asgari müşterek: "Asgari müşterek terimi aslında, bir matematik terimidir. Öz Türkçesi de ortak payda olan bu terim üzerine küçük bir fıkra anlatabilir miyim?" -Yi. Taner.
ortak tam bölen is. mat. İki veya ikiden artık sayının hepsini tam olarak bölebîlen sayı.
ortak tümleç, -ci is. dbl. Birden çok yükleme bağlı olan zarf tümleci, nesne veya dolaylı tümleç.
orta kulak, -ğı is. anat. Kulak zarı, çekiç, örs, üzengi kemiklerinin bulunduğu, dış kulakla iç kulak arasındaki bölüm.
→ orta kulak boşluğu, orta kulak iltihabı
orta kulak boşluğu is. anat. Dış kulakla iç kulak arasındaki boşluk.
orta kulak iltihabı is. tıp Orta kulakta oluşan iltihaplı hastalık.
orta kuşak, -ğı is. Toplumda genç kuşak ile yaşlı kuşak arasında yer alan yaş grubu.
ortak yapım is. sin. ve TV İki veya daha çok yapımcının iş birliğinden doğan film çalışması.
ortak yaşama is. biy. Başka türden iki canlının dengeli ve sıkı bir iş birliği ile birbirinden yararlanarak yaşamaları durumu.
ortakyaşar sf. biy. Ortak yaşama durumunda bulunan (canlı).
ortakyaşarlık, -ğı is. Ortakyaşar olma durumu.
ortak yönetim is. Koalisyon.
ortak yüklem is. dbl. Birden çok öznenin bağlı bulunduğu yüklem: "Biri kalemi aldı, öbürü kitabı." cümlesinde "aldı" ortak yüklemdir. "Biri gezmeye, biri çalışmaya gitti." cümlesinde "gitti" ortak yüklemdir.
ortalama is. 1. Ortalamak işi. 2. sf. İki veya ikiden fazla sayının toplamının toplanan sayıların adedine bölünmesiyle elde edilen (sayı), vasati: "Ortalama bir hesapla doksan yıllık bir ev demektir." -M. Ş. Esendal. 3. sf. mec. İki karşıt düşünce arasında olan, yaklaşık: Soruna ortalama bir çözüm yolu buldular. 4. zf. Orta yerinden: Baltayı ortalama vurdu. Ağacı ortalama kesti,
→ yıllık ortalama
ortalamak (-i) 1. Ortasını bulmak, ortasına varmak: İşi ortaladık. 2. sp. Futbolda topu kale ağzındaki arkadaşlarına havadan göndermek: Sol açık topu güzel ortaladı.
ortalamasına zf. (o'rtalamasına) Ortalayarak.
ortalı sf. Defterde, bir araya getirilmiş belli sayıda yaprakların oluşturduğu bölümlerden oluşan: Beş ortalı defter.
ortalık, -ğı is. 1. Bulunulan yer, çevre: "Ortalık karanlık, bizi kimse görmez, merak etme. " -P. Safa. 2. İçinde bulunulan, yaşanılan ev, oda vb. yer: "Artık benim gündelikle çamaşıra, ortalık temizlemeye gitmeden başka çare kalmadı." -H. E. Adıvar. 3. Yeryüzünün görünen bölümü, çevre, etraf: "Ortalıkta güneş olmadığı, hava yine bulutlu olduğu hâlde, tatlı bir aydınlık vardı." -S. F. Abasıyanık. 4. Soyut anlamda, yaşanan ortam: "Bu neşe ortalığa sirayet etti." -P. Safa. ortalık ağarmak sabah olmaya başlamak: "Bu akşamki gerçek, ortalık ağarmadan tersine döner." -F. R. Atay. ortalık düzelmek toplum içindeki karışıklık yok olmak, tedirginlik kalmamak, maddi durum düzelmek: "Ben de ödünç para bulsam hiç düşünmeden alırım. Ortalık elbet düzelir, öderim." -M. Ş. Esendal. ortalık kararmak akşam olmak: "O gün ortalık kararırken eve iki sivil memur girmiş." -R. N. Güntekin. ortalık karışmak toplumda veya devletler arasında düzensizlik baş göstermek, ortalık yatışmak toplum içindeki düzensizlik ve kargaşa sona erip düzenli yaşayış yeniden başlamak, ortalığı birbirine katmak kargaşa çıkarmak, ortalığı ... götürmek (veya almak) kaplamak: "O gün de bir yağmur yağmıştı, ortalığı sel götürmüştü ya, o gün işte." -S. F. Abasıyanık. ortalığı gürültüye (veya patırtıya) vermek gereksiz bir telaşa düşürmek. ortalığı kırıp geçirmek 1) herkesi heyecana sürüklemek: "Avrupa tiyatrosunda işveli gerdan kırışları, meşhur kantolarıyla, ortalığı kırıp geçirdiği zamanlar!" -A. İlhan. 2) çok kızarak çevresindekilere bağırıp çağırmak.
ortalıkçı is. Lokanta, gazino, pastane vb. yerlerde ayak işlerine bakan kimse: "Tam bu sırada yanlarından elindeki boşlarla ortalıkçı bir çocuk geçmektedir." -T. Buğra.
ortalıkta zf. Göz önünde, meydanda: "Demek ortalıkta geziyor, bir tarafa çekilmemiş, uyumamış." -R. H. Karay.
ortam is. 1. Canlı bir varlığın içinde bulunduğu doğal veya maddi şartların bütünü: "Bu ağustos ayı, bir cinayet için hiç de uygun ortam değildi." -H. Taner. 2. mec. Bir kimsenin veya bir insan topluluğunun yaşayışını etkileyen ruhsal, toplumsal ve kültürel etkilerin bütünü: Sanat ortamı. Çalışma ortamı. 3. psikol. Nesnel ve toplumsal yönlerle bazen kişinin iç dünyasını da kapsayan yakın çevre, vasat, ortam yaratmak imkân sağlamak: "Devlet... elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır." -Anayasa.
→ çoklu ortam, ekolojik ortam, iletişim ortamı, kültür ortamı, veri ortamı
orta malı is. 1. Herkesin yararlandığı. 2. sf. Yaygın, özgünlüğü olmayan, basmakalıp: "Ne kadar orta malt, kalitesiz tartışmalar yaptığınızın farkında mısınız?" -H. Taner. 3. Her isteyenle ilişkide bulunan kadın, hayat kadını, fahişe, orospu: "Orta malı bayağı birinin tesiri altında..." -R. H. Karay.
orta masası is. Değişik sayıdaki kısa ayaklar üzerine yatay olarak yerleştirilmiş tablası olan, genellikle oturma grubu ile kullanılan mobilya.
orta mektep, -bi is. esk. Ortaokul.
ortanca (I) sf. 1. Yaş bakımından üç kardeşin büyüğü ile küçüğü arasında bulunan: "Hayriye Hanım bu evin ortanca kızı, daha kız sanılacak kadar taze görünen güzel bir kadın..." -M. Ş. Esendal. 2. Büyüklük,. irilik bakımından üç nesne arasında sondan veya baştan ikinci gelen.
ortanca (Tl) is. (orta'nca) Lat. hortensia bot. Taşkırangillerden, kırmızı, pembe veya mor renkli çiçeklerini yaz başında açan, gölgelik yerlerde yetiştirilen bir süs bitkisi (Hydrangea hortensia).
ortancalı sf. Ortancası (II) olan: "Badanalı, balkonları sarmaşıklı, fesleğenli, ortancalı iki sıra evin önünden geçtik." -S. F. Abasıyanık.
ortanın sağı is. Ilımlı siyasi görüşe göre, sosyal alanla ilgili sosyal yapıyı koruma veya olduğu gibi sürdürme eğiliminde bulunan partilerin benimsedikleri görüş.
ortanın solu is. Ilımlı siyasi görüşe göre, sosyal alanla ilgili köklü değişimleri gerçekleştirmek çabasında bulunan partilerin benimsedikleri görüş.
orta nokta is. sp. Futbolda başlama vuruşunun yapıldığı yer, nokta.
ortaokul is. esk. Öğrencileri genel eğitim yoluyla bir yandan hayata, bir yandan da liseye hazırlayan, genellikle üç yıllık ortaöğretim okulu.
orta oyunculuğu is. Orta oyuncusunun sanatı: "Her şeye rağmen hâlâ bu kadına bu kadar şiddetle tutkun olmasa, çoktan başını alıp orta oyunculuğuna dönecek." -H. E. Adıvar.
orta oyuncusu is. Orta oyununda oynayan (sanatçı).
orta oyunu is. Sahne, perde, dekor, suflör kullanmadan halkın ortasında oynanan Türk halk tiyatrosu: "Öteki arkadaşlarının girdiği orta oyununa girmeyi düşündü." -O. C. Kaygılı.
ortaöğrenim is. İlköğrenim ile yükseköğrenim arasında görülen öğrenim dönemi.
ortaöğretim is. 1. İlköğretim ile yükseköğretim kurumlan arasında yer alan genel okulları, teknik ve meslek okullarını yönetmek görev ve sorumluluğunu yüklenmiş bulunan kuruluş. 2. İlköğretimden sonra öğrenimini sürdürmek isteyen öğrencileri üniversiteye veya teknik ve meslek alanlarında hazırlamak için planlanan öğretim dönemi, lise, orta tedrisat.
orta parmak, -ğı is. El parmaklarının sağdan ve soldan üçüncü olanı.
orta saha is. sp. Futbol, hentbol vb. oyunlarda topun oynandığı sahanın orta bölümü.
orta sıklet is. sp. Orta ağırlık.
Orta Şark öz. is. esk Orta Doğu.
orta şekerli sf. mec. 1. Ne az ne de çok şekeri olan. 2. Ne çok iyi ne de çok kötü, şöyle böyle (durum).
orta tedrisat is. esk. Ortaöğretim.
orta terim is. man. İki öncülü içine alan terim.
orta uç, -cu is. Orta bölgenin en ilerisi.
ortay sf. mat. 1. Bir düzlem şeklin aynı yöndeki paralel bütün kirişlerini eşit parçalara bölen (çizgi). 2. Bir uzayı, bir yüzeyi eşit iki parçaya bölen (düzlem, çizgi).
→ açıortay, kenarortay
orta yaşlı sf. Ne genç ne de yaşlı olan: "Onu en evvel çocuk, sonra genç, sonra orta yaşlı gözlerimle görmüştüm." -A. Ş. Hisar.
orta yaylak, -ğı is. Devamlı oturulan ve normal tahıl tarımı yapılan bölge sınırının üstündeki, genellikle deniz seviyesinden 1200-1600 m yükseklikteki yaylak.
orta yol is. Çözüme açık, herkes tarafından kabul edilebilir olan davranış ve tutum: "En sert tartışmalarda tlımlt, orta yolu bulup öneren, çoğu zaman Tecer olurdu." -H. Taner.
orta yolcu is. Orta yolu seçen, orta yoldan yana olan kimse: "Hacı Reşît'in dükkânında post kuran orta yolcular arasında Muallim Naci başt çeker."-S. Birsel.
orta yolculuk, -ğu is. Orta yolcu olma durumu.
orta yuvar is. astr. Yer hava yuvarında kat yuvarının üzerinde, sıcaklığın azaldığı yaklaşık olarak 60-80 km arasındaki karman, mezosfer,
orta yuvarlak, -ğı is. sp. Futbol, basketbol vb. oyunların sahasında ortada bulunan ve başlama vuruşu veya atışının yapıldığı noktanın merkez olduğu alan, santra yuvarlağı.
Ortodoks öz. is. Fr. orthodoxe din b. 1. Hristiyan mezheplerinden biri. 2. Bu mezhebe bağlı olan kimse. 3. sf. Dogmaya ve kilise öğretisine uygun olan.
Ortodoksluk, -ğu öz. is. 1. Meşru kilisenin resmî kararlanna uygun öğreti ve düşüncelerin bütünü. 2. Doğu Hristiyan kiliseleri tarafından sürdürülen, Yunan ve Slavların çoğunun benimsediği mezhep.
ortodonti is. Fr. orthodontie tıp Diş hekimliğinin, dişleri çenelerin üzerine estetik ve görev bakımlarından düzenli bir biçimde yerleştirmekle uğraşan kolu.
ortoklaz is. (ortoklaz) Fr. orthoclase jeol. Dik açı biçiminde ayrıtları olan, billurları parça hâlinde dilinen bir çeşit potasyum feldspat, ortoz.
ortopedi is. Fr. orthopedie tıp 1. Hekimliğin, çocuklardaki vücut biçimsizliklerini düzelten veya önleyen bir kolu. 2. Vücutta kemikler, eklemler, kaslar, kirişler, sinirler gibi hareketi sağlayan organların bozukluklarını düzelten, tedavi eden cerrahi kolu.
ortopedik, -ği sf. Fr. orthopediaue tıp Ortopedi ile ilgili olan: Ortopedik salcatlık.
ortopedist is. Fr. orthopâdiste tıp 1. Ortopedi uzmanı. 2. Ortopedi protezleri yapan kimse.
ortoz is. Fr. orihosejeol. Ortoklaz.
oruç, -cu is. Far. rûze 1. din b. Tanrı'ya ibadet amacıyla yeme, içme vb. şeylerden belli bir süre veya biçimlerde kendini alıkoyma: "Eh, biz her vakit duamızı, orucumuzu eksik etmeyiz, çok şükür!" -N. Cumalı. 2. mec. Çok sevilen veya istenen şeylerden uzak durma, oruç açmak vakit geldiğinde oruç bozmak, iftar etmek, oruç bozmak bir şey yiyerek, içerek orucunu kesmek veya sona erdirmek: "Akşam Rabia ile beraber oruç bozuyor, iftar ediyoruz." -H. E. Adıvar. oruç tutmak oruç ibadetini yerine getirmek: "Bütün sene cumadan gayri günlerde oruç tutarım." -R. N. Güntekin. oruç yemek oruç tutmamak, (bir şeyin) orucunda olmak 1) herhangi bir şeyi yemez içmez olmak; 2) bir şeyi yapmaz olmak: "Ayıplama kardeş, üç gündür lakırtı orucundayım." -H. R. Gürpınar.
→ döngel orucu, ölüm orucu
oruçlu sf. Oruç tutan (kimse), niyetli: "Semtin oruçlu halkı süzülmüş benizliler / Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer." -Y. K. Beyatlı.
oruçsuz sf. Oruç tutmayan (kimse).
orun is. 1. Özel yer. 2. Makam, mansıp, mesnet, mevki.
orunlama is. tiy. Bir konunun yerine onunla benzerlikleri olan bir başka konuyu anlatma.
orya is. (o'rya) ît. on Karo.
oryantal, -îi sf. Fr. oriental 1. Doğu medeniyeti ile ilgili, Doğu medeniyetini hatırlatan. 2. is. Genellikle Doğu ülkelerinde, kadınların tek başlarına ve yarı çıplak olarak müzik eşliğinde yaptıkları, vücut ve göbek hareketlerine dayalı dans. 3. is. Bu dansı yapan kadın.
oryantalist is. Fr. orientaliste Doğu bilimci, Şarkiyatçı, müsteşrik.
oryantalizm is. Fr. orientalisme Doğu bilimi.
oryantasyon is. Fr. orientation 1. Yönlendirme. 2. Belli bir konuda yetiştirme, eğitme.
oryantiring is. İng. orienteering Yönbul.