om (I) is. Kemiklerin toparlak ucu.
om (II) is. Alm. Ohm fiz. Elektrik direnç birimi.
oma is. hlk. 1. Kalça kemiği. 2. Bel kemiği.
ombra is. (o'mbra) İt. ombra Doğrama işlerini kahverengiye boyamakta kullanılan toprak boya.
ombudsman is. İng. ombudsman bk. kamu denetçisi.
omca is. hlk. 1. Kalça kemiğinin bir bölümü. 2. Kesilmiş ağaç kökü, bağ kütüğü.
omfazit is. Fr. omphazite min. Piroksen grubundan, yeşil renkli doğal silikat.
omlet is. Fr. omlette Çırpılmış yumurtayla sade olarak yapılabilen veya içine peynir, kıyma vb. katılarak tavada pişirilen bir yemek: "Mantarlı omleti yedikten sonra uykudan bayılıyorduk." -R. H. Karay.
omnibüs is. Fr. omnibus esk. 1. Şehirlerde yolcu taşıyan atlı araba. 2. Yolcu taşıyan motorlu büyük taşıt.
omnivor is. biy. Hem et hem ot ile beslenen canlı.
omur is. anat. Omurgayı oluşturan kemiklerden her biri, fıkra: Boyun omurları. Bel omurları. Sağrı omurları. Kuyruk omurları.
→ omurilik, yıldız omurlular
omurga is. (omu'rga) 1. Birbirleriyle eklemlendiklerinde kafatasından kuyruk sokumuna kadar uzanan bir kemik eksen oluşturan omurların bütünü, bel kemiği. 2. Gemi kaburgasının aşağı taraftan bağlı bulunduğu boy ekseni doğrultusunda boydan boya geçen ana yapı öğesi. 3. mec. Bir şeyin varlığı ile ilgili en önemli bölümü, temel, bel kemiği, esas.
→ örtülü omurgalılar
omurgalılar ç. is. zooh Memelileri, kuşları, amfibyumları, sürüngenleri, yuvarlak ağızlıları ve balıklan içine alan hayvan bölümü (Vertebrata).
omurgasızlar ç. is. zool. Omurgasız, çok hücreli hayvanları içine alan hayvan bölümü (Protostomia).
omurilik, -ği is. anat. Omurga içinde bulunan kanal boyunca uzanan, boz madde ve ak maddeden oluşan sinir dokusu, murdar ilik.
→ beyin omurilik sıvısı
omuz, -mzu, -uzu is. anat. Boynun iki yanında, kolların gövdeye bağlandığı bölüm: "Başı omuzları içine çökmüş gibi idi." -F. R. Atay. omuz kaldırmak 1) bilmez gibi davranmak; 2) kabul etmemek, geri çevirmek, omuz öpüşmek eşit derecede olmak. omuz silkmek aldırmamak, önem vermemek: "Seni hizmetime alacağım, dedim. Âdeta omuz silkerek: -Pekâlâ, dedi." -F. R. Atay. omuz vermek 1) omzuyla dayanmak; 2) mec. destek olmak: "Bu, inşam yanlış yollara itelese de, bir çıkış noktası bulunmasına omuz verebilir." -S. Birsel, omuzda taşımak çok saygı göstermek, yüceltmek, övmek, omuzları çökmek bitkin, perişan ve yıkılmış bir durumda olmak, (birinin) omzuna binmek yük olmak, ağırlık vermek.
→ omuz başı, omuz eklemi, omuz omuza
omuz başı is. 1. Kol ile omzun birleştiği yer: "Hem bunu soruyorum hem de omuz başından öpüyorum." -R. H. Karay. 2. Yanı başı, üstten aşağı: "Akşamlan Altındiş'in kahvesinde bom oynarken gelir, omuz başımda durur, beni seyrederdi." S. F. Abasıyanık.
omuzdaş is. Aynı amaçla ve birlikte hareket eden, kimse, ayaktaş, hempa: "Eski omuzdaşları gibi ne kahve ne kuşçu dükkânı açmaya ne kolcu yazılmaya ne de gazete müvezziliğine tenezzül etti." -Ö. Seyfettin.
omuzdaşlık, -ğı is. Omuzdaş olma durumu, tesanüt.
omuz eklemi is. anai. Kol kemiğinin başını kürek kemiğinin yuva çukuruyla birleştiren eklem.
omuzlama is. 1. Omzuna alma, omzuna vurma. 2. Destek olma.
omuzlamak (-i) 1. Omzuna almak. 2. Omzuyla dayayıp itmek. 3. ınec. Destek vermek: Adam olanı bir defa omuzlamak yeter. 4. mec. Bir iş veya görevi yüklenmek, sorumluluk almak. 5. argo Alıp götürmek, sırtlayıp kaçırmak, aşırmak.
omuzlanma is. Omuzlanmak işi veya durumu.
omuzlanmak (-i) Omuzlama işine konu olmak.
omuzlu sf. Omzu olan: "İçeriye orta boylu, geniş omuzlu, iri gövdeli bir adam girdi." -M. Ş. Esendal.
omuzluk, -ğu is. ast 1. Rütbeyi göstermek amacıyla omuzlara takılan işaret, apolet. 2. den. Gemilerde baş ve kıç bölümlerinin her bir yanı. 3. hlk. Omza alınıp iki ucuna yük asılan kısa sırık, çiğindirik.
omuz omuza zf. 1. Çok sıkışık bir durumda, yan yana: "Omuz omuza durup kapıdan bahçeyi seyre çalışan bir bedevi kümesi yolunu kesmişti." -R. H. Karay. 2. mec. Dayanışma içinde, birlikte: "Öfkeli insanlar, el ele, omuz omuza. Taksim'e doğru akıyorlardı."-Y". Z. Ortaç.