ol sf. esk. 1. O gösterme sıfatı: "Dedi gördüm ol habibin anasın" -Süleyman Çelebi. 2. zm. O gösterme zamiri.
olabilir sf. Gerçekleşme İmkânı bulunan, olur, mümkün, kabil: Olabilir her yola başvurdum.
olabilirlik, -ği is. Olasılık, ihtimal.
olacak, -ğı sf. 1. Olması, yapılması uygun olan: Bu olacak iş mi? 2. is. Olma, gerçekleşme olasılığı bulunan şey: Olmuşa değil, olacağa bak! "Olacakla öleceğe çare bulunmaz." -Atasözü. 3. is. Olmasının önüne geçilemeyen durum: İş olacağına varır, olacak gibi değil olamaz, olmuyor, olacağa benzemiyor.
→ oldu olacak
olagelme is. Olagelmek işi.
olagelmek (nsz) Sürmek, süregelmek, devam etmek: "Su Doğu'da da olmuştur, Batı'da da olmuştur ve olagelmektedir." -B. Felek.
olağan sf 1. Sık sık olan, olagelen, doğal, tabii, olmadık karşıtı: "Dilimizi doğru yazmak, doğru konuşmak olağan değil, ulusal bir görevdir." -T. Buğra. 2. Alışılmış olan, normal: "Mutluluğa, bolluğa alışmayacak, bunları olağan görmeyecek insan yoktur." -H. E. Adıvar.
→ olağan dışı, olağanüstü
olağan dışı sf. Olağan olmayan, gayritabii.
olağanlaşma is. Olağanlaşmak işi: "... Suat'ın bunca yıl düşman olduğu annesiyle ilişkisinin olağanlaşması o günlerde mi başlamıştır?"-A. İlhan.
olağanlaşmak (nsz) Olağan duruma gelmek.
olaganlaştırma is. Olaganlaştırmak işi veya durumu.
olaganlaştırmak (-i) Olağan duruma getirmek.
olağanlık, -ğı is. Olağan olma durumu.
olağanüstü sf. 1. Alışılmıştan, benzerlerinden farklı olan, fevkalade: Bazı kentlerin, insanın üstünde olağanüstü bir etkisi oluyor." -H. E. Adıvar. 2. Beklenmedik bir zamanda yapılan, önceden tasarlanmamış olan, fevkalade: "İlk önemli dedikodu, olağanüstü vergiler yüzünden çıkmış." -K. Tahir. 3. Büyük bir hayranlığa yol açan, harikulade: "Kadın milletinin bu gibi ince hesaplarda olağanüstü bir kabiliyeti var." -H. Taner.
→ olağanüstü hâl
olağanüstü hâl, -li is. Sıkıyönetimden önce, sonra veya bundan tamamen bağımsız olarak kanunla belirtilen olağanüstü yetkilerin sivil yönetime verilmesi ve kullanılması durumu.
olağanüstülük, -ğü is. Olağanüstü olma durumu: "Bu yalılarda da hıdırellezi belirtir hiçbir olağanüstülük görülmüyordu." -S. Birsel.
olamaz sf. (ola'maz) 1. Olmasını önleyecek derecede güçlü engelleri bulunan, olanaksız, gayrimünıkün: Havada uçmak, eskiden insan için olamaz sanılırdı. 2. ünl. Hayret, şaşırma bildirmek için kullanılan bir söz.
olam azlık, -ğı is. Olamaz olma durumu.
olanak, -ğı is. Yararlanılan uygun şart veya durum, imkân: "Zamanını istediği gibi tasarruf etme olanağı elindedir." -H. Taner. olanak sağlamak bir işin olmasına elverişli ortamı hazırlamak.
olanaklı sf. Olma ihtimali bulunan, mümkün, kabil.
olanaksız sf. Olanağı olmayan, olma ihtimali bulunmayan, gayrimümkün, imkânsız.
olanaksızlaşma is. Olanaksızlaşmak işi, imkânsızlaşma.
olanaksızlaşmak (nsz) Olanaksız duruma gelmek, imkânsızlaşmak.
olanaksızlık, -ğı is. Olanaksız olma durumu, imkânsızlık.
olanca sf (ola'nca) Bütün, elde bulunanın hepsi: "Bunları unutmak, sarsılmamak, olanca dikkatini konu bulmaya sarf etmek gerekti." -H. E. Adıvar.
olası sf. Görünüşe göre olacağı sanılan, muhtemel, mümkün.
olasıcıük, -ğı is, fel. Bilginin ancak olasılık değeri olduğunu, kesin doğrunun bilinemeyeceğini, bilginin yalnız olasılığa erişebileceğini ileri süren teoriye dayalı kuşkucu öğreti, probabilizm.
olasılı sf. 1. Olasılığa dayanan, belkili, ihtimalli, muhtemel: Olasılı hesaplarla böyle önemli işlere girişilemez. 2. fel. Belkili.
olasılık, -ğı is. 1. Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik, ihtimal: "O gün biyolojicinin yazılı yapma olasılığı vardı." -Ç. Altan. 2. fel. O zamana kadar yapılan deneylerle bir olayın ortaya çıkmasının beklenilmesi, ancak yine de tam bir kesinliliğin bulunmaması durumu.
→ olasılık hesabı
olasılık hesabı is. mat. Bir olayın gerçekleşmesi şanslarının yüzdesini bulmaya yarayan kurallan inceleyen matematik dalı, ihtimaliyet hesabı, ihtimaller hesabı.
olasıya zf. (o'lasıya) Olabileceği ölçüde, olabileceği kadar: "Uzakta ufacık, bambaşka, olasıya beyaz ve beyaz sevimli bir ışık belirdi. " -R. H. Karay.
olay is. 1. Ortaya çıkan, oluşan durum, ilgi çeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü iş, hadise, vaka: "O olaydan sonra bir daha yalnız kalmamıştık onunla." -N. Cumalı. 2. Önemli tarihsel olgu, fenomen: Nötron bombası günümüzün olayıdır, olay çıkarmak hoş olmayan bir durum yaratmak, hadise çıkarmak, olay yapmak bir olayı gereğinden fazla büyütmek, sorun çıkarmak.
→ olay bilimi, gölge olay, sosyal olay, devinme olayı, şiddet olayı
olay bilimi is. fel. Görüngü bilimi.
olaycılık, -ğı is. fel. Görüngücülük,
→ gölge olaycılık
olaylama is. Roman, hikâye, tiyatro eseri vb. edebî türlerde olayları oluşturma, yansıtma: "Yengecin Kıskacı'nı yazarken tipleme, olaylama, kurgulama sürecini görselliğin en uç noktalarına götürmeye çalıştım." -A. İlhan.
olaylaştırma is. Olaylaştırmak işi veya durumu.
olaylaştırmak (-i) Olay durumuna getirmek, olay yapmak.
olaylı sf. Olayı olan, olay çıkmış olan, hadiseli: Olaylı bir toplantı.
olaysız sf. Olayı olmayan, hiçbir olay çıkmamış olan, hadisesiz: Olaysız bir gün görebildik.
olcum is. hlk. 1. Hekimlik taslayan kimse. 2. Kendini becerikli, usta gösteren kimse. 3. Eli işe yatkın, becerikli kimse.
oldu e. 1. Evet. 2. ünl. Başüstüne.
oldubitti is. Başkasına karışma fırsatı vermeden bir işi aceleye ve kargaşalığa getirip sonuca bağlama, olupbitti, emrivaki, oldubittiye (veya olupbittiye) getirmek geri dönülmesi güç veya olanaksız bir durum yaratmak, emrivaki yapmak.
oldukça zf. (oldu'kça) Yetecek kadar, epey, hayli: "Geceyi oldukça rahat geçireceğinizi ümit ederim." -R. H. Karay.
oldum bittim zf. Oldum olası: "Ben oldum bittim ağlamaya dayanamam." -H. Taner.
oldum olası zf. Eskiden beri, kendimi bildiğimden beri, oldum bittim, oldum olasıya: "Biz bu meslek kusurundan oldum olası kendimizi kurtaramamış ve hâlâ kurtaramamaktayız. "-B. Felek.
oldum olasıya zf Oldum olası.
oldu olacak zf. Çekinmeden, sıkılmadan: "Oldu olacak bunu makamla söyle de bari biraz eğlenelim." -O. C. Kaygılı.
oldurgan sf dbl. Geçişli değilken bir ek katılarak geçişli duruma getirilen (fiil).
oldurma is. Oldurmak işi veya durumu.
oldurmak (-i) 1. Olmasını sağlamak. 2. Olgunlaştırmak.
ole ünl. İsp. ole Yüreklendirmeye yarayan bir seslenme sözü, yaşa: "Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle /Her kalbi dolduran zile, her sineden ole!" -Y. K. Beyatlı.'
olefin is. Fr. olefine kim. Etilen gibi yapısına başka bîr öge veya kok sokulabilen, karbonlu hidrojenlerin genel adı.
oleik, -ği is. Fr. oleiaue kim. Oleik asit.
→ oleik asit
oleik asit, -di is. kim. Yağlarda gliserin ile birlikte bulunan, rengi, kokusu, tadı olmayan, 4 °C'de billur durumunda katılaşan sıvı bir madde.
olein is. Fr. oleine kim. Sıvı yağlarda ve margarinlerde bulunan oleik asidin bir esteri.
oleometre is. (oleome'tre) Fr. oleometre kim. Yağların yoğunluğunu ölçmeye yarayan sıvıölçer.
olgu is. 1. Birtakım olayların dayandığı sebep veya bu sebeplerin yol açtığı sonuç, vakıa: "Bilim yoluyla olguları kavrayıp sıralayabiliriz." -O. Hançerlioğlu. 2. Varlığı deneyle kanıtlanmış şey. 3. ed. Edebî eserlerde olayı geliştiren davranış, iş.
→ sosyal olgu, ardışık olgular
olgucu is. fel. Olguculukla ilgili olan, olguculuk yanlısı kimse, pozitivist.
olguculuk, -ğu is. fel. 1. Araştırmalarını olgulara, deneylere, gerçeklere dayayan, fizik ötesi açıklamaları kuramsal olarak olanaksız ve yararsız gören Auguste Comte'un açtığı felsefe çığın, pozitivizm. 2. ed. Bu çığırın gerçekçilik akımım doğuran edebî eserlerde uygulanmış biçimi.
olgun sf. 1. Yenecek duruma gelmiş (meyve): "Oluğun altına bir sepet iri, olgun, renkli şeftali koymuşlar." -R. H. Karay. 2. mec. Bilgi, görgü ve hoşgörüsü gereği kadar gelişmiş, ağırbaşlı (kimse), kâmil: "Benim bütün cefama olgun adam gibi katlanmasını bilmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ olgun odun
olgunca sf 1. Olgun gibi, olguna benzer. 2. zf Olgun gibi, olguna benzer bir biçimde.
olgunlaşma is. Olgunlaşmak işi: Çocuğun gelişmesi bir ölçüde olgunlaşma, bir ölçüde öğrenme yoluyla olur.
olgunlaşmak (mz) 1. Meyve olgun duruma gelmek. 2. İnsamn bilgi, görgü ve hoşgörüsü gereği kadar gelişmiş olmak: "O zamanlar hepsi de daha gençti, bugün yaşlandılar, elbette daha olgunlaştılar." -N. Ataç.
olgunlaştırma is. Olgunlaştırmak işi.
olgunlaştırmak (-i) Olgun duruma getirmek.
olgunluk, -ğu is. 1. Meyvelerin olgun, yenilebilir olma durumu. 2. İnsanların bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gereği kadar gelişmiş olma durumu, yetkinlik, kemal: "Yüzündeki incelik, olgunluk onu bambaşka seviyede bir erkek gösteriyor." -H. E. Adıvar.
→ olgunluk çağı, olgunluk imtihanı, olgunluk yaşı
olgunluk çağı is. İnsan hayatında beden ve ruhsal yeteneklerinin en yetkin olduğu dönem, olgunluk yaşı.
olgunluk imtihanı is. eğt. esk. Lise son sınıf öğrencilerinin lise bitirme sınavlarından sonra üniversiteye girebilmeleri için bazı derslerden girdikleri yeterlik sınavı.
olgunluk yaşı is. Olgunluk çağı.
olgun odun is. Ağaç gövdesinin öz odun ile dış odun arasında oluşan, ağaç işleri gereci olarak en üstün niteliği taşıyan bölümü.
olgusal is. Olguya ilişkin.
olgusallık, -ğı is. Olgusal olma durumu.
oligarşi is. Fr. oligarchie sos. Siyasal gücün birkaç kişilik bir grubun elinde toplandığı yönetim, aristokrasinin daralmış biçimi, takım erki: "Bugün Fransa gibi iki yüz yıl önce oligarşiyi yıkmış bir ülkede hâlâ kral diye bağıranlar vardır." -N. Cumalı.
oligoklaz is. (oligoklâz) Fr. oligoclase Jeol. Billur kütlelerde serpme durumunda bulunan, beyazımtırak bir tür feldspat.
oligosen is. Fr. oligocene jeol. Üçüncü Çağın miyosen ile eosen arasındaki dönemi.
olijist is. Fr. oligiste jeol. Kızıl renkli, kayaçlarda rastlanan doğal demir oksidi.
olimpik, -ği sf. Fr. olympique Olimpiyatlarla ilgili, olimpiyat ölçülerinde olan: Olimpik yüzme havuzu.
olimpiyat, -di is. Fr. olympiade 1. esk. Yunanistan'da Zeus onuruna yapılan yarışmalar. 2. Her dört yılda bir başka ülkede yapılan, amatörlerin ve ülkelerinde profesyonel olarak futbol, basketbol, voleybol vb. takım sporlarıyla uğraşanların katıldığı uluslararası spor yarışmaları, olimpiyat oyunları. 3. Bazı alanlarda düzenlenen yarışma: "Balkan Olimpiyatına birinciler gidecek dendi mi, bizim ekip hava aldı demektir." -H. Taner.
olivin is. Fr. olivine jeol. Sarımsı yeşil renkli, cam parıltılı, magnezyum ve demirli silikat, peridot.
olma is. Olmak işi veya durumu.
olmadık, -ğı sf. (o'lmadık) Daha önce hiç olmamış, alışılmamış, hiç beklenmeyen, olağan karşıtı: "Aslı olmadık şeye nasıl inanırım?"-Ö. Seyfettin.
olmak, -ur (nsz) 1. Meydana gelmek, varlık kazanmak, vuku bulmak: "En şiddetli münakaşa, kumpanyanın ismi için oldu." -S. F. Abasıyanık. 2. Gerçekleşmek veya yapılmak. 3. Bir görev, makam, san veya nitelik kazanmak: "Okumak, eczacı olmak bu sayılı inatlarından biri ve ilkidir." -T. Buğra. 4, Bir şeyi elde etmek, edinmek: "Nihayet ben mal sahibi olacağıma göre rahattım." -S. F. Abasıyanık. 5. Bir durumdan başka bir duruma geçmek. 6. Herhangi bir durumda bulunmak. 7. Uygun düşmek, yerinde görülmek: Böyle iş olmaz. Oraya gitmesek de olur. 8. Yetişmek, olgunlaşmak: Ekinler oldu. Üzümler daha olmadı. 9. Hazırlanmak, hazır duruma gelmek: Çay oldu. 10. Bulunmak: "Kız da hemen olduğu yere oturdu." -M. Ş. Esendal. 11. Geçmek, tamamlanmak: İki yıl oldu. Nerede ise üç yıl olacak. 12. Sürdürmek, yürütmek: İlişkilerimiz dostça olsun istiyorum. 13. Bir kuruluşla, Örgütle ilgili bulunmak, mensup olmak: Partili olmak. 14. Yaklaşmak, gelip çatmak: Sabah oldu. 15. Bir şey, birinin mülkiyetine geçmek: "Pırlanta gerdanlığı da tektaş küpesi de, zümrüt yüzüğü de kendinin olsun!" -S. M. Alus. 16. Ek fiilin geniş zamanı olan -dır (-dir) anlamında kullanılan bir söz: Annesi oluyor. Yeğeni olur. 17. (nsz) tkz. Sarhoş olmak: Sen adamakıllı olmuşsun. 18. (-e) Uymak, tam gelmek: Bu şapka başıma oluyor. 19. (-den) Yitirmek, elinden kaçırmak: Tembelliği yüzünden işinden oldu. 20. (-den) Bir yerde doğmuş, yaşamış olmak: Köyden, kasabadan olmayan, düveni, dirgeni nasıl bilebilir? 21. (-e) Bir olayla karşılaşmak, başına kötü bir şey gelmek: Aman, ona bir şey olmasın! Kimseye bir şey olmadı. 22. (-e) Yol açmak: Bu davranışın ona çok zararı oldu. 23. Bir isim veya sıfatın belirttiği durumu almak: Su, buz oldu. 24. (yar) Sıfat-fiil eki almış kelimelerle birlikte başlama, bitirme vb. bildiren fiilleri oluşturur: Artık bize gelmez oldu. Bu işi yapmış olacak. Söyleyecek olursa... 25. (yar) Hastalığa yakalanmak, tutulmak: Tifo olmak. Verem olmak, ola ki olabilir ki, belki: "Ola ki, bir oldubitti yaratmayı kendi çıkarlarına uygun görmüşlerdir." -S. Birsel. olan (veya olup) biten meydana gelen olaylar, ortaya çıkan durum veya oluşan her şey: "Kilisede olup bitenleri, papazın söylediklerini nihayetine kadar anlattı." -Ö. Seyfettin. olan oldu İş işten geçti, artık yapacak bir şey kalmadı, olmayacak duaya âmin demek gerçekleşmeyecek, sonuç vermeyecek işlerle uğraşmak, oldu olacak, kırıldı nacak hlk. her şey olup bitti, iş işten geçti. oldu olanlar hoş olmayan, kötü birtakım olaylar oldu: Bize oldu olanlar! ... olsun,... . olsun, sözü geçen her şey: "Er olsun subay olsun, harpte ölen her askerin müşterek sembolü meçhul askerdir." -P. Safa. olup olacağı hepsi bu kadar.
→ oldubitti, oldum bittim, oldum olası, oldu olacak, olur olmaz, hazır ol, sağ ol, üretici olmayan alan, olsa olsa, aşk olsun
olmamış sf. (o'lmamıs) Olgunlaşmamış, ham: Olmamış bir şeftali.
olmaz sf. 1. İmkânsız, gerçekleşemez. 2. is. Yapılamayacak iş, tutum veya davranış: "Onun o gözü pekliği, onurla ölümü göze alışıdır ki, Atatürk'e olmazları oldurtmak gücünü vermiştir." -H. Taner, olmaz olmaz olamayacak, imkânsız şey yoktur, olmazsa olmaz olması şart olan.
→ olmazsa olmaz
olmazlı sf man. Olması ihtimal dışı olan.
olmazlık, -ğı is. man. Olmazlı olma durumu veya olmazlı olan şey.
→ üçüncünün olmazlığı
olmuş sf Olgunlaşmış, ergin, olmuş (veya pişmiş) armut gibi eline düşmek emeksiz ve zahmetsizce eline geçmek.
olmuşluk, -ğu is. Olmuş olma durumu.
olsa olsa zf 1. Son ihtimâl olarak, nihayet: "Olsa olsa aynı aileden biriyle evlenebilirdi. " -R. H. Karay. 2. Ancak: "Olsa olsa sanat enstitüsü mezunudur." -H. Taner.
olta is. (o'lta) Yun. 1. Genellikle, bir olta takımının ava hazır bütünü. 2. Balık avlamada kullanılan, ucuna çengelli iğne takılı, çoğunlukla at kuyruğu kılından olan veya naylon tellerden yapılmış İplik: "Oltanın ucuna bir şeyler takılmış olmalıydı." -T. Buğra. 3. mec. Hile, düzen, oyun, yem: "Ankara'nın sorumluları bu oltanın yabancısı değillerdi." -T. Buğra, olta atmak 1) balık yakalamak için olta takımını suya atmak; 2) mec. tuzak kurmak, oltaya düşmek hileyle karşılaşmak, oyun veya düzen içine girmek: "Sersem balık gibi bu oltaya düşeceklerdi. " -H. F. Ozansoy. oltaya takılmak tuzağa düşmek, oltaya vurmak balık yakalanmak. oltayı yutmak argo aldanmak.
→ olta balığı, olta iğnesi, olta takımı, el oltası
olta balığı is. Olta İle avlanan balık: "Kayıkçı Hasan'ın oğlu Cemal, olta balığı getirmiştir. " -M. Ş. Esendal.
oltacı is. 1. Balık avı gereci satan kimse. 2. Olta ile balık avlamada usta kimse.
oltacılık, -ğı is. 1. Olta yapma veya satma işi. 2. Olta ile balık avlama işi.
olta iğnesi is. Olta takımının ucuna takılan ve biçimlerine göre değişik adlarla anılan küçük çengel.
olta takımı is. Olta İle balık avlamada kullanılan iğne, zoka vb. gereçlerin bütünü.
Oltu kebabı is. Oltu yöresine özgü, yatay olarak kızartılan ve şişe geçirilip küçük küçük kesilen bir tür kebap.
Oltu otu is. bot. Pire otu.
Oltu taşı is. min. Çeşitli süs eşyalarının yapımında kullanılan kara kehribar, oksidiyon taşı.
Oltu tozu is. Pire otunun kurutulup toz durumuna getirilmesiyle pire öldürücü olarak kullanılan toz.
oluk, -ğu is. 1. Bir şeyin akmasına yarayan üst yanı açık boru: Değirmen oluğu. 2. Yağmur sularını damların kenarlarına toplayıp akıtan yatay konumlu, genellikle çinko boru: "Oluklardan kol gibi buzlar sarkıyordu." -T. Buğra. 3. Bir şeyin üzerinde oyulmuş yol. 4. astr. Ay yüzeyinde görülen uzun yarıklardan her biri. oluk gibi akmak çok bol ve arası kesilmeden gelmek: "Para oluk gibi akıyordu Nahit'e." -T. Buğra.
olukçuk, -ğu is. 1. Küçük oluk. 2. anot. Bazı organların yüzeyinde bulunan çentikler.
oluklaşma is. Oluklaşmak işi.
oluklaşmak (nsz) Oluk durumuna girmek, oluk görünümü almak.
oluklu sf. 1. Oluğu olan. 2. Üstünde yol yol olukları bulunan: Oluklu saç. Oluklu mukavva.
oluk oluk zf Pek çok: "Haziran gecesinin sıcağı bir yandan, ateş bir yandan, yüzlerinde oluk oluk ter akıyordu." -Y. Kemal.
olumlama is. man. Olumluluğu ortaya koyma, icap.
olumlu sf. 1. Gözetilen amaca veya beklenilene uygun, yararlı, müspet, pozitif: "Spor sayfalarını okuyarak toplumumuzdaki olumlu gelişmeleri de izleyebilirsiniz." -N. Cumalı. 2. Yapıcı: "Olumlu tip, olumlu sanat diye bir şeyler tutturmuşlardı." -N. Cumalı. 3. Onaylayan, kabul eden, lehte olan: Olumlu bir cevap. 4. Olgulara, deneylere dayalı olarak bazı nitelikleri belli olan, müspet, pozitif. 5. Davranışları beğenilen, yapıcı düşünceleri olan, yararlı.
→ olumlu cümle, olumlu eylem, olumlu fiil, olumlu tümce
olumlu cümle is. dbl. Yüklemi olumlu olan cümle, olumlu tümce: Çocuk okula gitti. Öğrencinin bilgisiz olduğu anlaşılıyordu gibi.
olumlu eylem is. dbl. Olumlu fiil.
olumlu fiil is. dbl. Bir işin, bir davranışın, bir oluşun olduğunu bildiren fiil, olumlu eylem: söylemiş, yazacak gibi.
olumluluk, -ğu is. Olumlu olma durumu.
olumlu tümce is. dbl. Olumlu cümle.
olumsal sf. fel. Olması kadar olmaması da mümkün bulunan, zorunlu karşıtı.
olumsallık, -ğı is. Olumsal olma durumu, zorunluluk karşıtı.
olumsuz sf. 1. Yapıcı ve yararlı olmayan, hiçbir sonuca ulaşmayan, gözetilen amaca veya beklenilene uygun olmayan, menfi, negatif. 2. Onaylamayan, kabul etmeyen, aleyhte olan. 3. mec. Davranışları beğenilmeyen, yıkıcı düşünceleri olan, zararlı, menfi: "İnsan içinde olumsuz duyguların oluşmasını önlemeli." -EL Taner. 4. fel. Bir şeyi inkâr eden, inkâr veya ret özelliği taşıyan.
→ olumsuz etimle, olumsuz eylem, olumsuz fiil, olumsuz tümce
olumsuz cümle is. dbl. Yüklemi olumsuzluk kavramı veren cümle, olumsuz tümce: Çocuk hasta değilmiş. Parası yok. Gelmezseniz biz de gitmeyiz gibi.
olumsuz eylem is. dbl. Olumsuz fiil.
olumsuz fiil is. dbl. Olumsuzluk kavramı veren fiil, olumsuz eylem: Söylememeliydi, hastalanmaz, gelmeyince, yorgun değildir gibi.
olumsuzluk, -ğu is. Olumsuz olma niteliği veya durumu, menfilik.
→ olumsuzluk eki, olumsuzluk kelimesi
olumsuzluk eki is. dbl. Kökü fiil olan bir kelimeye olumsuzluk kavramı veren ek. Türkçede bu kavram -ma, -ine eki ile verilir: Sevmemek, sevmeyecek, okumamış gibi.
olumsuzluk kelimesi ir. Cümle içinde art arda kullanılan iki veya daha çok özneyi, tümleci, yüklemi, aralarından bazılarına olumsuzluk kavramı vererek birbirine bağlayan veya yüklemin olumsuz çekimini sağlayan değil kelimesi: Bu işi Ali ve Mehmet değil, Ayşe yapar.
olumsuz tümce is. dbl. Olumsuz cümle.
olunma is. Olunmak işi veya durumu.
olunmak (nsz) Olma işine konu olmak: Bu ilaçla iyi olunmaz.
olupbitti is. Oldubitti, emrivaki, olupbittiye getirmek oldubittiye getirmek.
olur sf. 1. Olabilir: Bu olur iş mi? 2. is. Onay, tasdik, yapabilme izni. 3. e. "Evet" anlamında bir kabul sözü: Gazeteyi okur musun? -Olur. olur ... değil şaşma anlatan bir söz: "Olur tesadüf değil, dün Büyükada iskelesinde karşı karşıya gelince şaşırakatdım." -R. H. Karay, olur almak yetkili makamdan bir uygulamayı yapabilmek için yazılı izin almak, olur ki belki, muhtemelen: "Olur ki kıza bir söz atar, olur ki sarkıntılık ederler." -M. Ş. Esendal. olur şey değil "olamaz veya gerçekleşmesi beklenmez" anlamında kullanılan bir söz. olur vermek yetkili makam bir uygulamanın yapılabilmesi için yazılı izin vermek, oluruna bakmak bir işin yapılabilirliğini araştırmak, yapmaya çalışmak, (bir işi) oluruna bırakmak (veya bağlamak) 1) sonucu önemsemeyerek bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek; 2) bir işi kendi gidişine bırakmak, oluruyla yetinmek elde olanları yeterli bulmak, kanaat etmek.
→ olur olmaz
olurluk, -ğu is. Olabilme durumu.
olur olmaz is. 1. Rastgele, sıradan, kimliği, niteliği belirsiz kişi: "Öyle olur olmaza ağzını açıp da bir çift laf etmez." -Y. Kemal. 2. sf. iyi mi kötü mü olduğuna bakılmadan seçilen: "Ayla'nın sanat gereği en olağan ilişkilerini bile kıskançlıkla karşılıyor, olur olmaz nedenlerle kırıyordu kızı." -N. Cumalı. 3. sf. Doğru mu, yanlış mı, yerinde mi yersiz mi olduğu düşünülmeden söylenen (söz). 4. zf. Olunca, olmasından hemen sonra.
oluru is. 1. Pazarlıkta olabilecek en düşük fiyat. 2. Bir işin yapılabilmesini sağlayacak çıkar yol.
oluş is. 1. Obua işi veya biçimi, vuku. 2. Oluşma, teşekkül, tekevvün. 3. fel. Bir durumdan öteki duruma geçiş.
→ ön oluş, dağ oluşu
oluşma is. Oluşmak işi, teşekkül.
oluşmak (nsz) Belli bir varlık kazanmak, ortaya çıkmak, meydana gelmek, teşekkül etmek, tekevvün etmek: "Gün batımına yakın İskenderun körfezini sis basıyor, sisten dağlar oluşuyor." -R. H. Karay.
oluşturma is. Oluşturmak işi.
oluşturmak (-i) Oluşmasını sağlamak, meydana getirmek, teşekkül ettirmek, tekvin etmek: "Bu kahraman orduyu doğuran ve oluşturan bu millet var oldukça: Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!" -B. Felek.
oluşturulma is. Oluşturulmak işi: "Kanun ... yönetim organlarının oluşturulmasında ve her türlü radyo ve televizyon yayınlarında tarafsızlık ilkesini gösterir." -Anayasa.
oluşturulmak (nsz) Oluşması sağlanmak, teşekkül ettirilmek.
oluşuk, -ğu sf. jeol. 1. Oluşmuş. 2. is. Bir jeoloji döneminde meydana gelmiş katmanlar dizisi: Üçüncü zaman oluşukları.
→ karasal oluşuk
oluşum is. 1. Oluşma işi, teşekkül, teşkil. 2. jeol. ve astr. Katman, kütle, gök cismi vb.nin biçimlenme süreci.
→ sosyal oluşum
oluşumcu is. Oluşumculuk yanlısı olan kimse.
oluşumculuk, -ğu is. psikol İnsanın ruh dünyasında oluşan ve gelişen bir durumun yaşla geliştiğini ileri süren görüş.