ok is. 1. Yayla atılan, ucunda sivri bir demir bulunan ince ve kısa tahta çubuk. 2. Yön göstermek amacıyla belli yerlere konulabilen, oka benzer işaret. 3. At arabası, kağnı vb. araçlarda koşum hayvanlarının bağlandığı ağaç: "Dörtnala koşan bir yük arabasının oku böğrüme çarptı." -Ö. Seyfettin. 4. mat. Bir dairede bir kirişin ortasında bu kirişi gören yayın ortasına indirilen doğru parçası, ok atmak hlk. miras kalan mallan paylaştırmak için ad çekmek, ok gibi (yerinden) fırlamak çok hızlı gitmek: "Affedersiniz, beni burada görürse kızar, diye ok gibi fırladı." -B. Felek, ok yaydan (veya yayından) çıkmak geri dönülemeyecek bir iş yapmak: "Amcam, beni bir kahraman gibi müdafaaya çalıştı, çalmadığı kapı bırakmadı. Fakat ok yaydan çıkmıştı." -R. N. Güntekin.
→ ok meydanı, ok yılanı, suoku
o kadar zf. 1. Çok, fazla: "Oyunları o kadar güzel olurmuş ki, bunlar millî bir edebiyat eseri sayılırmış." -A. Ş. Hisar. 2. sf. Kâfi, yeter.
→ bir o kadar
okaliptüs is. Fr. eucalyptus bot. Mersingillerden, asıl yurdu Avustralya olan, boyu 100 m'yi aşabilen, toprağın suyunu çekerek yerin bataklık duruma gelmesini önleyen bir ağaç (Eucalyptus globulus).
okapi sf. Fr. lng. okapi zool. Geviş getirenlerden, Kongo'da bataklık ormanlarda yaşayan, büyük bir antilop boyunda, gövdesi kızıl kestane renginde, bacakları beyaz çizgili bir memeli hayvan (Okapia johnstoni).
okar is. Telli balıkçıl.
okazyon is. Fr. occasion 1. Fırsat. 2. sf. mec. Kelepir: "İlk zamanlar bilseniz ne okazyon şeyler düşüyordu." -H. Taner.
okçu is. 1. Ok yapan veya satan kimse. 2. Okçuluk sporunu yapan kimse, kemankeş.
okçuluk, -ğu is. 1. Ok yapma veya satma işi. 2. sp. Ok ve yay kullanılarak yapılan spor.
okey is. Plastik, tahta, mika vb. maddelerden yapılmış taşlarla oynanan ve konkene benzeyen bir tür oyun.
okeylemek (-i) bk. onaylamak.
okka is. Ar. vukiyye esk. 1283 gr'Iık veya 400 dirhemlik ağırlık ölçüsü birimi, kıyye: "Beş okka şekeri tam on gün idare ettik." -A. Gündüz, okka çekmek hacminden umulmayacak kadar okka ağırlıkta olmak, okka her yerde dört yüz dirhem konuşulan bir gerçeğin açıklığını ve tartışma götürmezliğini anlatmak için söylenen bir söz. okkanın altına gitmek haksız yere ezilmek, bir zarar veya ceza görmek: "Eğer göziinii açmaz, bu kör dövüşüne bir nihayet vermezsen, muhakkak okkanın altına gidersin." -R. N. Güntekin.
okkalama is. Okkalamak işi.
okkalamak (-i) 1. Bir şeyin ağırlığını yaklaşık olarak anlayabilmek için elle yoklamak. 2. mec. Gereğinden çok övmek veya ilgi göstermek, koltuklamak, pohpohlamak.
okkalı sf. 1. Kiloca fazla olan, ağır çeken: "... ablak yüzlü, okkalı bir adamdı nazır hazretleri." -Y. Z. Ortaç. 2. mec. Çok, fazla: "Müfettiş Bey, öncekilerden çok daha okkalı bir yudum içti," -T. Buğra. 3. mec. Ağır: "Önce Bekir'in omzuna okkalı bir sille indirdi. " -N. Cumalı.
→ okkalı kahve
okkalık, -ğı sf. Herhangi bir okka ağırlığında veya oylumunda olan: "Açlık, sıcak, ihtiyarlık üç bin okkalık bir yük gibi sırtına çökmüştü." -Ö. Seyfettin.
okkalı kahve is. Bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konulmuş kahve.
oklama is. Oklamak işi veya durumu.
oklamak (nsz) 1. Ok gibi fırlamak. 2. (-i) Okla vurmak.
oklanma is. Oklanmak işi veya durumu.
oklanmak (nsz) Okla vurulmak.
oklava is. Hamur açmakta kullanılan silindir biçiminde uzunca, ince değnek: "Yufkacılar burada açarlar, koskocaman oklavalarla." - S. F. Abasıyanık. oklava (veya baston) yutmuş gibi dimdik duran.
okluk, -ğu is. esk. İçine ok konulan ve sırtta taşman meşinden yapılmış ok kılıfı, sadak.
oklu kirpi is. zool. Kemirgenlerden, kirpiye benzeyen, uzun dikenleri olan bir hayvan (Hystrix cristatus).
ok meydanı is. tar. Ok atma ustalığı edinilen veya ok atma yarışı yapılan alan, ok meydanında buhurdan yakmak 1) geniş bir yeri yetersiz bir şeyle ısıtmaya çalışmak; 2) önemli bir iş için yetersiz imkânlardan yararlanmaya çalışmak.
okrama is. Okramak işi veya durumu.
okramak (nsz) hlk. Acıkmış, susamış olan at yiyecek veya su gördüğü zaman kişnemek.
oksalat is. Fr. oxalate kim. Billurları idrarda bulunabilen ve idrar yolunda taş yapan kalsiyum oksalatın kısa biçimi.
oksalik, -ği is. Fr. oxalique kim. Kuzukulağı vb. bitkilerde rastlanan, özellikle temizleme maddesi olarak kullanılan asit (HOCO- COOH), kuzukulağı asidi, oksalik asit.
→ oksalik asit
oksalik asit, -di is. kim. Oksalik. oksidiyon taşı is. min. Oltu taşı.
oksijen is. Fr. oxygene Atom numarası 8, atom ağırlığı 16 olan, hidrojenle birleşerek suyu oluşturan, rengi, kokusu ve tadı olmayan, havada beşte bir oranında bulunan bir gaz, müvellidülhumuza (simgesi O).
→ oksijen çadırı
oksijen çadırı is. Hava geçirmeyen bir dokumadan veya plastikten yapılan, bir kimseyi normal havadan ayırıp saf oksijen veya karbojen etkisi altına koymaya yarayan alet.
oksijenleme is. Oksijenlemek işi. oksijenlemek (-i) kim. 1. Bir maddenin birleşimine oksijen katmak. 2. Saçların rengini sulandırılmış oksijenli su ile sarartmak.
oksijenlenme is. Oksijenlenmek işi. oksijenlenmek (nsz) kim. 1. Oksijen ile birleşmek. 2. Özünde oksijen bulunmak.
oksijenli sf. 1. Birleşiminde oksijen bulunan. 2. Oksijenli su ile sarartılmış (saç): "Kadına oksijenli saçın, yaşı gizlemekten ziyade, olduğundan ilerlemiş gösterdiğini anlatamazsınız. " -R. H. Karay.
→ oksijenli su
oksijenli su is. kim. Hidrojen peroksidin (H202) sulu çözeltisi.
oksilit, -di is. Fr. oxylithe kim. Suyla birleştiğinde oksijen açığa çıkaran, birleşiminde nikel ve bakır tozları bulunan sodyum ve potasyum peroksit.
oksit, -di is. Fr. oxide kim. Oksijenin bir element veya kökle birleşmesiyle oluşan madde.
→ azot dioksit, bakır oksit, demir oksit, kalsiyum oksit, karbondioksit, karbonmonoksit, nitrik oksit, bazik oksitler
oksitleme is. Oksitlemek işi, yükseltgeme.
oksitlemek (-i) kim. Oksit durumuna getirmek, oksijenle birleştirmek, yükseltgemek.
oksitlenme is. Oksitlenmek işi, yükseltgenme.
oksitlenmek (nsz) kim. Oksijenle birleşerek oksit durumuna gelmek, yükseltgenmek.
oksiyür is. Fr. oxyure zool. Sivrikuyruk.
okşama is. Okşamak işi.
okşamak (-i) 1. Sevgi, şefkat belirtisi olarak elini bir şeyin üzerinde yavaş yavaş gezdirmek veya ona hafifçe vurmak: "Oğlan kızın yanına geldi, saçlarını okşuyor." -H. Taner. 2. mec. Hafifçe dövmek: "Bir gün hani bir huysuzluk ettiği zaman, al eline, biraz okşayıver." -B. Felek. 3. mec. Bir kimseyi hoşnut etmek: "Mektuplarında onun onurunu okşayacak, endişelerini hafifletecek cümleleri artırdı." -Ç. Altan. 4. esk. Benzemek, andırmak, hatırlatmak: Bu iki sarı birbirini okşuyor.
okşamalık, -ğı sf. Gönül okşayıcı özelliği olan: Okşamalık söz.
okşanma is. Okşanmak işi.
okşanmak (nsz) Okşama işine konu olmak: "Zavallı çocuk bu okşanıp öpülmelerden pancar gibi kızarmış bir hâlde kurtuldu." - Y. K. Karaosmanoğlu.
okşantı is. Okşama.
okşatma is. Okşatmak işi veya durumu.
okşatmak (-i, -e) Okşama işini yaptırmak.
okşayıcı sf. Hoşa giden, gönül alan (söz, davranış vb.): "... okşayıcı sözlerle çocuk gönüllerimizi kanatlandırıyordu." -Y. Z. Ortaç.
→ gönül okşayıcı
okşayıcılık, -ğı is. Okşayıcı olma durumu.
okşayış is. Okşama işi veya biçimi: "Orada sıcak alna latif bir serinlik veren bir okşayış meltemi eser." -H. C. Yalçın.
oktan is. Fr. octarte kim. Formülü C8H18 olan doymuş hidrokarbonlara verilen ad.
oktant is. Fr. octant astr. Yıldızların yüksekliğini ve açı uzaklığını gözlemeye yarayan alet.
oktav is. Fr. octave müz. Sekiz sesten oluşan ses dizisi, bir do sesiyle ondan sonraki do sesi arasındaki uzaklık.
oktrua is. (o 'ktrua) Fr. octroi esk. Şehre giren şeylerden alınan vergi.
okul is. 1. Okuyup yazmadan başlayarak en yüksek düzeyde bilim ve sanat bilgisi vermeye kadar, çeşitli derecede toplu olarak öğretimin yapıldığı yer, mektep: "Daha gelir gelmez, ayağının tozu ile vilayet merkezinin okullarını gezdi." -M. Ş. Esendal. 2. Bir okuldaki öğrenci ve görevlilerin bütünü: Okul dağıldı. 3. Ekol. okuldan ayrılmak öğrenime son vermek: "Ortaokulun üçüncü yılına geçince okuldan ayrıldı." -N. Cumalı. okulu asmak (veya kırmak) okuldan kaçmak, derslere girmemek.
→ okul çocuğu, okul kaçağı, okul kooperatifi, okul öncesi, okul sonrası, okullar arası, etkin okul, ilkokul, kardeş okul, karma okul, ortaokul, özel okul, teknik okul, yüksekokul, anaokulu, halk okulu, harp okulu, hayat okulu, sanat okulu, yaz okulu, yatılı bölge okulu
okul çocuğu is. Öğrenci.
okuldaş is. Okul arkadaşı.
okul kaçağı is. Derslere girmeyip okul dışında vakit geçiren öğrenci.
okul kooperatifi is. Okulda öğrencilerin kalem, defter, kitap, yiyecek vb. gereksinimlerini karşılayan kuruluş ve satış yeri.
okullar arası sf. Birçok okul ile İlgili olan.
okullaşma is. Okullaşmak durumu: İlimizde okullaşma oram çok yükseldi.
okullaşmak (-de) 1. Bir yerde okula giden öğrenci oranı artmak. 2. Okul sayısı yükselmek.
okullu is. Bir okula devam eden kimse, öğrenci.
okul öncesi is. 1. Çocuğun okul çağına girmesinden önceki çağı. 2. sf. Bu çağla ilgili, bu çağa özgü: Okul öncesi eğitim.
okul sonrası is. 1. Okul çağından sonraki çağ. 2. sf. Bu çağla ilgili, bu çağa özgü: Okul sonrası eğitim.
okuma is. Okumak işi, kıraat: "Okuması vardı, yazması azdı." -B. Felek, okumayı sökmek okula yeni başlayan öğrenci, verilen eğitim sonrası okumaya başlamak, okuma becerisini kazanmak.
→ okuma bayramı, okuma kitabı, okuma saati, okuma yazma, okuma yitimi, sesli okuma, sessiz okuma, dikiş okuması
okuma bayramı is. Öğrenimin ilk yılında öğrencilerin okumaya başlamasını kutlamak amacıyla yapılan tören.
okumak (-i) 1. Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlamak veya aynı zamanda seslere çevirmek: "Bana umutsuz bir sesle son raporları okudu." -F. R. Atay. 2. Yazılmış bir metnin iletmek istediği şeyleri öğrenmek: "Gazete bile okumak istemiyorum." -B. Felek. 3. Bir konuyu öğrenmek için okulda, bir öğretmenin yanında veya yazılı şeyler üzerinde çalışmak, öğrenim görmek: "Çabuk dil öğrenmedi, okumak istemedi." -H. E. Adıvar. 4. Şarkı, türkü, şiir vb.ni sesli olarak veya ezgi ile söylemek: "Salon boşalmaya başladı, biz şiirler okuyup dinliyoruz." -R. H. Karay. 5. Bir şeyin anlamını çözmek: Şifre okumak. 6. Hastalığı iyi edeceğini ileri sürerek okuyup üflemek, üfürükçülük etmek. 7. mec. Bazı belirtilerle bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak: "Yüzünü benden saklıyor. Niçin? Çehresinde, melalinde askının matemini okumayayım, diye mi?" -Ö. Seyfettin. 8. argo Sövmek, küfretmek. 9. hlk. Bir yere çağırmak, davet etmek, okuntu göndermek, okuyup üflemek dinî inanca göre bir duayı okuduktan sonra, üfleyerek ruhlara yollamak: "Gerçi her gece yatmadan evvel okuyup liflerse de çok geçmeden yine uyanır ve kalkardı." -A. Ş. Hisar.
okuma kitabı is. Okuma becerisini kazandırmak amacıyla hazırlanan ve içinde değişik metinler bulunan kitap.
okuma saati is. Zamanın belli bir bölümünü okumaya ayırma anı, okuma vakti.
okuma vakti is. Okuma saati.
okuma yazma is. Okuma ve yazma bilgisi.
okuma yitimi is. tıp Görmede hiçbir bozukluk olmadığı hâlde okuma yetisinin yok olması, aleksi.
okume is. Lat. bot. Afrika'da yetişen, kerestesi parlak, öz odunu mor, dış odunu pembe renkli bir ağaç (Aucoumea).
okumuş sf. Okuyarak bilgisini genişletmiş, öğrenim görmüş (kimse): "İki yabancı dil bilen, okumuş, kibar bir tıbbiye talebesi." -R. N. Güntekin. okumuş olmak okunmuş gibi görünmek, öyle farz edilmek.
okumuşluk, -ğu is. Okur yazar, öğrenim görmüş olma durumu.
okunaklı sf. Açık ve düzgün harflerle yazılmış, kolaylıkla okunabilen (yazı): "Eksik olmasın, bizim vergi dairelerinden okunaklı makbuz alınmaz." -B. Felek.
okunaksız sf. Açık ve düzgün harflerle yazılmamış, kolaylıkla okunamayan (yazı).
okunma is. Okunmak işi: "Her şairin içinde bir okunma, bir yayılma, bir beğenilme hırsı vardır." -O. V. Kanık.
okunmak (nsz) 1. Okuma işine konu olmak: "Sokak kapısını çalarken akşam ezam okunuyordu." -Y. Z. Ortaç. 2. Okunulmak. 3. mec. Belli olmak, açıkça görünmek: "Bütün söyleyecekleri yüzünden okunuyor." -Y. Z. Ortaç. 4. hlk. Davet edilmek, çağrılmak.
okuntu is. hlk. Çağrı kâğıdı, çağrılık, davetiye.
okunulma is. Okunulmak işi veya durumu.
okunulmak (nsz) Okuma işi yapılmak: Karanlıkta okunulmaz.
okunuş is. Okunma İşi veya biçimi.
okur is. Okuyan kimse, okuyucu, kari: "Bu iki yazar çok okuru olmanın tadını çıkarmasını da bilmişlerdir." -S. Birsel.
→ okuryazar
okuryazar is. Okuması yazması olan, öğrenim görmüş (kimse): "Şimdi Diyarbakır'ın okuryazar gençlerinin hepsi beni tanıyor." -H. E. Adıvar.
okuryazarlık, -ğı is. Okuryazar olma durumu.
okus pokus is. Dolap, düzen, hile.
okutma is. Okutmak işi: "Ertesi gün, onu okutmaya başlayacağını, adam edeceğini müjdeledi." -H. E. Adıvar.
okutmak (-i, -e) 1. Okumasını, öğrenim görmesini sağlamak. 2. Okuma işini yaptırmak: "Kumandan paşaya bu akşam şiir okutmak istiyoruz." -F. R. Atay. 3. Ders vermek, bir konu üzerinde yetiştirmek: Lisede İngilizce okutuyor. 4. argo Satarak elinden çıkarmak: "Bana iki sandık çay verdi. Bunları al okut! dedi." -S. F. Abasıyanık.
okutman is. Üniversitede yabancı dil, Türkçe ve inkılap tarihi gibi ortak, zorunlu dersleri öğretmek için görevlendirilen, uygulamalı çalışmaları yöneten öğretim elemanı, lektör.
okutmanlık, -ğı is. Okutmanın görevi, lektörlük.
okutturma is. Okutturmak işi.
okutturmak (-i, -e) Okutma işini yaptırmak.
okutulma is. Okutulmak işi.
okutulmak (nsz) Okutma İşine konu olmak.
okutuş is. Okutma işi veya biçimi.
okuyucu is. 1. Sürekli olarak gazete, dergi vb. okuyan, okur, kari: "Sevgili okuyucularım, hepinize şen, mesut, kısmetli ve bereketli yıllar dilerim." -B. Felek. 2. Şarkı, türkü okuyan kimse, şarkıcı, türkücü. 3. hlk. Düğüne çağrı yapan kimse.
→ optik okuyucu
okuyuculuk, -ğu is. Okuyucu olma durumu.
okuyuş is. Okuma işi veya biçimi.
oküler is. Fr. oculaire fiz. Optik aletlerinde objektiften aldığı ışınları göze veren mercek sistemi.
okültizm is. Gizlicilik.
okyanus is. Yun. coğ. Kıtaları birbirinden ayıran engin, açık deniz, ana deniz, umman: Atlas Okyanusu. Hint Okyanusu.
→ okyanus çukuru, okyanus mavisi
okyanus çukuru is. 3000-4000 m derinlikten 6000-7000 m derinliğe kadar devam eden deniz dibi çukuru.
okyanus mavisi is. 1. Koyu mavi. 2. sf. Bu renkte olan.
Okyanusya öz. is. Güney yarım kürede Avustralya ve çevresindeki adaları içine alan kıta.
ok yılanı is. zool. Başı pullu, boyu 2 m kadar olan, zehirli ve tehlikeli bir yılan.