is. Fr. nu 1. Çıplak. 2. Çıplak resim.

nüans is. Fr. rntance Ayırtı, çalar, fark: "Ellerini ve kollarım hiç kullanmaya lüzum duymadan nüanslarım sesiyle vererek oynadı." -H. Taner.

nübüvvet is. Ar. nübüvvet din b. esk. Nebilik, savacılık, peygamberlik.

nüdist is. İng. nudist Her yerde çıplak gezmeyi savunan kimse.

nüdizm is. İng. nudisme Her yerde çıplak gezmeyi savunan bir anlayış.

nüfus is. (nüfu:s) Ar. nufüs 1. Kişi: Burada beş nüfus var. 2. Bir ülkede, bir bölgede, bir evde belirli bir anda yaşayanların oluşturduğu toplam sayı: Nüfus sayımı. Nüfusu çoğalmak. 3. Ortak bir özellik gösteren kimselerin bütünü: Tarım nüfusu. Gecekondu nüfusu, nüfusunu çıkarmak nüfus kütüğüne kayıt yaptırarak nüfus cüzdanı almak: "Kızının çocuklarının nüfusunu çıkartacağım." -M. E. Adıvar.

nüfus bilimi, nüfus coğrafyası, nüfus cüzdanı, nüfus kâğıdı, nüfus kalemi, nüfus kaydı, nüfus kesafeti, nüfus kütüğü, nüfus patlaması, nüfus planlaması, nüfus sayımı, nüfus tezkeresi, nüfus yoğunluğu, kırsal nüfus

nüfus bilimci is. Nüfus bilimiyle uğraşan kimse, demograf.

nüfus bilimi is. İnsan nüfusunu yapı, gelişme ve dağılım açısından inceleyen bilim, demografı.

nüfus bilimsel sf. Nüfus bilimiyle ilgili, demografik.

nüfus coğrafyası is. Yeryüzündeki nüfus yoğunluğunun dağılışını inceleyen ve bunu türlü yönleriyle açıklayan coğrafya kolu.

nüfus cüzdanı is. Bir ülkenin vatandaşlarına devletçe verilen, kimlikleriyle kişisel durumlarını gösteren resmî belge, kafa kâğıdı, kafa koçanı, nüfus kâğıdı, nüfus tezkeresi.

nüfusçu is. Nüfus memuru.

nüfus kâğıdı is. Nüfus cüzdanı: "Dün nüfus kâğıdıma baktım, orada bir de Ayşe ismi var."-S. F. Abasıyanık.

nüfus kalemi is. esk. Nüfus memurluğu: "Ancak başkası daha önce bu adı almış olduğundan, nüfus kaleminde başına bir de Öz koydular." -M. Ş. Esendal.

nüfus kaydı is. Nüfusa yazılma.

nüfus kesafeti is. Nüfus yoğunluğu.

nüfus kütüğü is. Nüfusa kayıtlı olunan defter.

nüfus patlaması is. Nüfusun çeşitli nedenlerle öngörülenden fazla artması.

nüfus planlaması is. Ailelere, sahip olmak istedikleri ve yetiştirebilecekleri çocuk sayısı konusunda karar verebilme ve bunu gerçekleştirecek yöntemleri uygulayabilme imkânlarının verilmesi.

nüfus sayımı is. Ülkenin nüfus sayısını tespit etmek için yapılan sayım.

nüfus tezkeresi is. Nüfus cüzdanı: "Her zaman çantasında bu resimli nüfus tezkeresi bulunurdu." -S. F. Abasıyanık.

nüfus yoğunluğu is. Nüfus ile bu nüfusun üzerinde yaşadığı toprakların yüzölçümü arasındaki oran, nüfus kesafeti.

nüfuz is. (nüfuız) Ar. nüfuz 1. İçine geçme. 2. mec. Söz geçirme, güçlü olma, erk: "Birbirlerinin servetlerini, nüfuzlarını, rütbelerini, kabiliyetlerini bilirlerdi." -A. Ş. Hisar. nüfuz etmek 1) bir şeyin içine işlemek, geçmek: "Tatlı bir duman, bütün varlığını sararak en derin yerlerine kadar nüfuz ediyordu. " -P. Safa. 2) inceliğine varmak, anlamak; 3) etkili olmak: "Ecnebiler ona değil, o ecnebilere nüfuz ediyordu." -Y. K. Beyatlı. nüfuzu altında tutmak söz geçirme gücünü üstün kılmak, egemenliği altında bulundurmak: "Onu uzun müddet nüfuzu altında tuttuğuna bir misal olarak..." -A. Ş. Hisar.

nüfuz sahibi, nüfuz ticareti

nüfuzkâr sf. (nüfu:zkâ:r) Ar. nüfuz + Far. -kâr esk. Etkileyici, güçlü: "Tekrar nüfuzkâr gözlerini bana atfederek manasız bir tebessümle cevap verdi." -Ö. Seyfettin.

nüfuzlu sf. 1. Sözü geçer, istediğini yaptıran, erkli: "Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa'ya kaçmış, fakat nüfuzlulardan birinin aracılığıyla İstanbul'a dönmüştü." -R. H. Karay. 2. Yüksek (makam), üst (kademe): "Arkadaşlarının nüfuzlu yerlerde bulunmasına karşın o hep kenarda kalmayı yeğledi." -H. Taner.

nüfuzsuz sf. Nüfuzu olmayan.

nüfuz ticareti is. Bir kimsenin bulunduğu makamın gücüne dayanarak bazı işlere karışıp kendine çıkar sağlaması: "Ben yıllardan beri bir türlü bu nüfuz ticareti üzerinde davamı anlatamamışımdır." -F. R. Atay.

nühüft is. Far. nuhuft müz. esk. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.

nükleer sf. Fr. nucleaire fiz. Atom çekirdeği ile ilgili, çekirdeksel.

nükleer enerji, nükleer reaktör, nükleer santral, nükleer silah

nükleer enerji is. fiz. Atom çekirdeğinin parçalanmasından doğan enerji.

nükleer enerjik, -ği sf.fiz. Nükleer enerji ile ilgili.

nükleer reaktör is. fiz. Uranyum, plütonyum vb. atom çekirdeklerinin parçalanmasından yararlanılarak enerji elde edilen kaynak.

nükleer santral, -li is. fiz. Nükleer reaktör yardımıyla elde edilen enerjiyi dağıtan merkez.

nükleer silah is.fiz. Nükleer enerji ile yıkım gücü sağlayan silah.

nükleik is. Fr. nucleigue kim. Çekirdek özünün ikiye bölünmesiyle meydana gelen fosfatlı asit.

nükleik asit

nükleik asit, -di is. kim. Bütün canlı hücrelerde özellikle hücre çekirdeğinin proteininde bulunan kompleks asit gruplarından her biri.

nükleon is. Fr. nucleonfiz. Atom çekirdeğini oluşturan proton ve nötronun ortak adı.

nükleoprotein is. kim. Proteinlerin nükleik asitlerle kurduğu moleküler birlik.

nüks is. Ar. nuks Bir durumun veya olayın yeniden ortaya çıkması, nüks etmek Hastalık veya başka bir durum yeniden ortaya çıkmak, depreşmek: "Hastalığı üç senede bir nüks eder." -R. H. Karay.

nükte is. Ar. nükte 1. İnce anlamlı, düşündürücü ve sakalı söz, espri: "Hoş konuşur, nükteleri kahvelere intikal etmiştir, kıyafeti ve tavrı zariftir." -H. E. Adıvar. 2. esk. Yazıda, resimde, sözde ve davranışta ince, derin anlam, espri: Bu fıkradaki nükteyi anlayamadım. nükte yapmak nükteli söz söylemek.

nükteci sf Nüktedan: "Bu hazırcevap, nükteci ve biraz da tok sözlü Barba ile hemen ahbap olduk."-O. C. Kaygılı.

nüktecilik, -ği is. Nükteci olma durumu.

nüktedan sf. (nüktedam) Ar. nükte + Far. -dan esk. ince, güzel nükteler yapan (kimse), nükteci: "Necmi'yi bilirsiniz, ney çalar, edebiyata meraklı, nüktedan ... bir çocuk." -B. Felek.

nüktedanlık, -ğı is. Nüktedan olma durumu.

nükteli sf. Nükte ile süslenmiş, nüktesi olan, esprili: "Hazırcevap ve nükteli sözler söylemek şöhretini kazanmış." -A. Ş. Hisar.

nüktesiz sf. Nüktesi olmayan.

nükûl, -lü is. (nukü.i) Ar. nukül esk. Vazgeçme. nükûl etmek caymak, vazgeçmek.

nümayiş is. (nüma.yiş) Far. nümayiş esk. 1. Gösteri: "Darülfünun gençleri istanbul'da büyük bir nümayiş yapmışlardı." -F. R. Atay. 2. Gösteriş: "Sizden çok emin olduğum için hiçbir nümayiş beklemem ve istemem. " -P. Safa.

nümayişçi is. 1. Bir gösteride yer alan kimse, gösterici. 2. Gösterişçi: "... nümayişçi neşesi fazla seziliyor." -R. H. Karay.

nümayişkâr sf. (nüma:yişkâ:r) Far. numâyiş-kâr esk. Gösteri ile, gösteriş ile ilgisi olan.

nümismat is. Fr. numismate Madalya ve eski para bilimiyle uğraşan kimse.

nümismatik, -ği is. Fr. numismatiaue Eski para ve madalyaların tarihi ve tanımıyla uğraşan bilim.

nüsha is. Ar. nüsha 1. Birbirinin tıpkısı olan yazılı şeylerin her biri: Bu yazma eserin üç nüshası daha var. 2. Gazete, dergi vb.nde sayı: "Geçende Sarıkamış'ta çıkan Varlık gazetesinin bir nüshası geldi." -F. R. Atay. 3. Benzer, aynı, kopya: "Rasim, Kâmuran'ın erkek ve kudretli bir nüshası." -H. E. Adıvar.

asıl nüsha, asli nüsha

nütasyon is. Fr. nutation astı: Üğrüm.

nüve is. Ar. nüve Bir şeyin özü, çekirdek.

nüzul, -lü is. (nüzu:l) Ar. nuzül hlk. İnme: "Zavallıyı bir de nüzul örselemiş, sağ kolu ile sağ bacağını işlemez hâle getirmişti." -R. N. Güntekin. nüzul inmek (veya gelmek) hlk. felç geçirmek, felce uğramak: "Kendisine nüzul inmediğinden şüphe edecek kadar zihninde fikir uzanışları yok." -P. Safa.

nüzullü sf. İnmeli, felçli: "Yorganın üstüne bıraktığı nüzullü kolu gözümün önünden gitmiyor." -P. Safa.