nu

Nuh öz. is. Ar. Nüh din b. Adem, Şit ve İdris'ten sonra gelen dördüncü peygamber. Nuh der, peygamber demez inanç ve düşüncelerini kolay kolay değiştirmez. Nuh nebiden kalma çok eski, çoktan modası geçmiş, köhnemiş.

nuhuset is. (nuhu:set) Ar. nuhuset esk. Uğursuzluk, kademsizlik.

nukut ç. is. (nuku:t) Ar. nuküd esk. Paralar.

numara is. (nu'mara) İt. numero 1. Bir şeyin bir dizi içindeki yerini gösteren sayı, rakam: Kitap sayfasının numarası. 2. Ölçü, derece: Kırk numara ayakkabı. Sıfır numara tıraş. 3. Benzer şeyleri ayırt etmek için her birinin üzerine işaret olarak yazılan sayı. 4. Öğrenciye verilen not: "Ben ki coğrafya derslerinde daima tam numara almış bir zabitim." -R. N. Güntekin. 5. Bir telefonun açılmasını sağlayan sayılar: Bilinmeyen numaralar. 6. Okullarda öğrencileri birbirinden ayırt etmek için her birine verilen sayı. 7. mec. Eğlendirici oyunlardan her biri: "Bu numaralar da olmasa yazlık bahçelerin tadı olmayacak. " -B. Felek. 8. argo Hile, düzen, dalavere, yalan: "Bırak şimdi numarayı." -H. Taner, numara yapmak argo bir hareketi yalandan yapmak veya yapar gibi görünmek: "Numara yapıyorum gibi bir şey gelmesin aklınıza." -R. N. Güntekin. numarasını vermek bir kimse için kötü bir kanıya varmak.

bir numara, yüznumara, atom numarası

numaracı is. (nu'maracı) tkz. Düzenbaz, hileci, yalan dolanla iş gören kimse.

numaracılık, -ğı is. Numaracının işi.

numaralama is. Numaralamak işi.

numaralamak (-i) Bir veya daha fazla sıra numarasıyla göstermek, numara koymak.

numaralandırma is. Numaralandırmak işi.

numaralandırmak (-i) Numara vermek, numaralama işini yapmak.

numaralanış is. Numaralanma işi veya biçimi.

numaralanma is. Numaralanmak işi.

numaralanmak (nsz) Numaralama işine konu olmak.

numaralayış is. Numaralama işi veya biçimi.

numaralı sf. Belli bir numarası olan: "Tokatlıyan'ın sırasındaki yirmi beş numaralı apartmanı arıyorum." -Ö. Seyfettin.

bir numaralı

numarasız sf. 1. Numara verilerek belirtilmemiş: Numarasız yer. 2. Gözün görme gücünü artırma özelliği bulunmayan (gözlük veya gözlük camı): Numarasız gözlük.

numen is. Fr. noumene fel. Nesnenin kendisi, görüngü karşıtı.

numerik, -ği sf. Fr. numeriaue 1. Sayısal. 2. zf Sayı bakımından.

numune is. (numu:ne) Far. numune Göstermelik: "Ahlak bozukluğu adına ne kadar rezillik varsa, her biri için orada numuneler bulunabilir." -A. Rasim.

numunelik, -ği sf Örneklik: "Ortanca hanım dedikleri, Tayfur'un teyzesi de numunelikti." -S. M. Alus.

nur is. (nu:r) Ar. nür 1. Aydınlık, ışık, parıltı, ziya. 2. İlahi bir güç tarafından gönderildiğine inanılan parlaklık: "Kuru kadın okurken önündeki mezarın bir yeşil nurla tutuştuğunu gördü." -Ö. Seyfettin, nur gibi parlak, pırıl pırıl, nur içinde yatsın sevgiyle anılan ölüler için söylenen bir söz. nur inmek kutsal bir yere gökten ilahî ışık yağmak. nur ol! beğenme, alkış sözü. nur topu gibi sağlıklı, çok güzel ve temiz (çocuk): "Oğlan nur topu gibi idi." -P. Safa.

nuruaynım, nuruçeşmim, nurudidem, nur yüzlü, göz nuru

nurani sf. (nu:ra:ni:) Ar. nürâni 1. Işıklı, nurlu. 2. mec. Saygı uyandıran: "Nurani, babacan, hoşlanılır bir ihtiyar olamazsın." -R. H. Karay.

nurlandırma is. Nurlandırmak işi veya biçimi.

nurlandırmak (-i) Nur gibi yapmak, parlak ve tertemiz bir duruma getirmek.

nurlanış is. Nurlanma işi veya biçimi.

nurlanma is. Nurlanmak işi.

nurlanmak (nsz) 1. Işık içinde kalmak. 2. mec. Temiz, parlak bir duruma gelmek.

nurlu sf. 1. Aydınlık, ışıklı, parlak: "Mehtap bize bir nurlu avize gibi gelirdi." -A. Ş. Hisar. 2. mec. Saygı uyandıran.

nursuz sf. Saygı uyandırmayan, sevimsiz.

nursuz pirsiz

nursuzluk, -ğu is. Nursuz olma durumu.

nursuz pirsiz sf. Sevimsiz, bakımsız.

nuruaynım is. Gözümün nuru.

nuruçeşmim is. Gözümün nuru.

nurudidem is. Gözümün nuru.

nur yüzlü sf. Saygı uyandıran, pak yüzlü (ihtiyar).

Nusayri öz. is. (nusayri:) Ar. nuşayri esk. Hatay ili ve çevresinde yaşayan bir Türk topluluğu.

nutuk, -tku is. Ar. nutk 1. Söz, konuşma: "Onun nutkundan sonra bu meselenin artık münakaşa edilmemesi, bitmesi lazımdı." -M. Ş. Esendal. 2. Söylev: Atatürk'ün onuncu yıl nutku, nutuk atmak (veya çekmek) uzun, sıkıcı bir konuşma yapmak veya özden yoksun bir söylev vermek: "Kıyıda dalgalara nutuk çekip kekemeliğini düzeltmeye çalışıyor." -H. Taner, nutuk vermek bir konuda özel olarak hazırlanıp konuşmak: "Kapıdan içeri bir adım attıktan sonra durdu, nutuk verir gibi elini sallayarak..." -R. N. Güntekin. nutku tutulmak korkudan, şaşkınlıktan ve öfkeden konuşamaz olmak: "Fakat, işte onu karşısında görünce nutku tutulmuş." -H..Taner.