Ni kim. Nikel elementinin simgesi.
nice sf. (ni'ce) 1. Kaç, ne kadar. 2. Birçok: "Yalılarda nice yük odaları, oda gibi büyük kilerler vardı." -A. Ş. Hisar. 3. zf Nasıl. 4. zf. Uzun süreden beri.
→ nice nice
nicel sf. Nicelik bakımından, nicelikle ilgili.
niceleme is. Nicelemek işi.
nicelemek (-i) 1. Bir şeyi sayı, ölçü vb. ile bildirmek. 2. man. Bir terime, tek veya çok oluşuna göre bir nicelik yüklemek.
niceleyiş is. Niceleme işi veya biçimi.
nicelik, -ği is. 1. Bir şeyin sayılabilen, ölçülebilen veya azalıp çoğalabilen durumu, kemiyet, miktar: Bir şeyin niceliğinden çok niteliğine önem vermeli. 2. Bir şeyin eşit parçalara bölünebilen ve ölçülebilir olan yanları. 3. Genellikle sayılabilen, toplamı doğrudan sayı olarak belirtilebilen genel özellik.
nice nice zf Pek çok: Allah nice nice yıllara eriştirsin.
niçin zf. (ni'çin) Hangi amaçla, hangi sebeple, neden, niye: "Sen misin Çalıkuşu, dedi, niçin böyle kendi kendine yavaş yavaş yürüyorsun?" -R. N. Güntekin.
nida is. (nida:) Ar. nida' esk. 1. Çağırma, bağırma, seslenme: "Baba: 'ya Allah!' nidası ile yerinden zorla, oğluna abanarak kalktı." -R. H. Karay. 2. dbl Ünlem.
nifak is. (nifa:k) Ar. nifak Geçimsizlik, anlaşmazlık, ara bozuculuk: "Nifak unsurları her ikisinin iyi niyetlerinden yavaş yavaş, sinsi sinsi kendi çıkarlarına yararlanmasını bilecekti." -Y. K. Karaosmanoğlu. nifak sokmak ara açmak, bozgunculuk yapmak: "Bülent ile haminnesinin arasına derin bir nifak sokmuştu." -R. N. Güntekin.
→ nifak tohumu
nifakçı is. Arabozan kimse.
nifakçılık, -ğı is. Nifakçı olma durumu.
nifak tohumu is. Bozgunculuk sebebi, nifak tohumu ekmek (veya saçmak) huzursuzluk, ara bozma sebebi olacak şeyleri yapmak.
nihai sf. (niha:i:) Ar. nihâ'i esk. İşi sona erdiren, işi kesen, son, sonuncu.
→ nihai karar
nihai karar is. huk. Muhakeme sonunda verilen karar.
nihale is. (nihade) Far. nihale Sofrada kullanılan, tencere, çaydanlık, tava altlığı.
nihan sf. Far. nihân Gizli.
nihavent, -di is. (niha:vent) Far. nihâvend müz. Türk müziğinde bir makam.
nihayet is. (niha.yet) Ar. nihayet 1. Son: "Ben nihayete doğru yanımdaki çocuğu dürterek kalktım." -Ö. Seyfettin. 2. zf (ni'ha.yet) Sonunda: "Uzun bir münakaşadan sonra nihayet işi şakaya dökmek zorunda kaldı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. zf. -den başka bir şey değil: "Ama bu, nihayet bir nüktedir." -Y. 2. Ortaç, nihayet vermek 1) ilişkiyi kesmek, bir işi, alışkanlığı yapmaktan vazgeçmek: "Tekaüt olduktan sonra doktorlara inat, oburluğa, nargileye bir nihayet vermemişti." -Ö. Seyfettin. 2) bitirmek, tamamlamak, sonuçlandırmak: "Bu komediye nihayet vermek, buraya bir daha gelmemek üzere çıkıp gitmek isterdim." -H. E. Adıvar. nihayete erdirmek sonlandırmak, sonuca erdirmek, bitirmek, nihayete ermek sona varmak, sonuçlanmak, bitmek.
nihayetinde zf. Sonunda.
nihayetlenme is. Nihayetlenmek işi.
nihayetlenmek (nsz) Bitmek, son bulmak, sona ermek.
nihayetsiz sf. Sonsuz, sonu gelmez, bitip tükenmez: "Kırk yaşına gelince bir yorgunluk hisseder, nihayetsiz ve sebepsiz bir can sıkıntısı duyarsınız." -Ö. Seyfettin.
nihayetsizlik, -ği is. Nihayetsiz olma durumu.
nihilist is. Fr. nihiliste fel. Nihilizm yanlısı kimse, hiççi, yokçu: "Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş anarşistlerin, nihilistlerin yahut eski zamandaki dinsizlerin akıbetine uğrarlar." -Ö. Seyfettin.
nihilizm is. Fr. nihilisme fel. 1. Moral gerçeği ve değerleri reddeden bir Öğreti. 2. Her türlü gerçek varlığı inkâr eden aşırı bireycilik, hiççilik, yokçuluk. 3. Her türlü siyasi düzeni inkâr eden, toplumun birey üzerinde hiçbir baskısını kabul etmeyen görüş: "Bir nevi şiddetli mefkûrecilik, bir nevi nihilizm, daha doğrusu bir nevi... zırdelilik." -P. Safa.
Nijeryalı öz. is. Nijerya halkından olan kimse.
nikâh is. Ar. nikâh 1- huk. Bir erkekle bir kadının evlilik birliği kurmasını sağlayacak yasal işlem: "On beş güne kadar nikâhınız oluyor diye işittim, pek sevindim." -R. N. Güntekin. 2. esk. Nikâh sırasında erkeğin kadına borçlandığı para: Kadın nikâhından vazgeçmiş, nikâh düşmek birbiriyle evlenmelerine yasal yönden veya örf bakımından engel bulunmamak: "Ben kardeşinin yavuklusuyum, sana nikâh düşmez, cevabını alırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu. (bir kadını) nikâh etmek bir erkek bir kadını nikâhla almak, nikâh kıymak nikâh memuru kanuna göre çiftlerin karı koca olduklarını bildirmek, nikâh tazelemek 1) boşandığı kişiyle yeniden evlenmek; 2) mec. bir işe yeniden başlamak, nikâhta keramet vardır nikâh evlenenleri sevgi bağıyla bağlar.
→ nikâh memuru, nikâh şekeri, medeni nikâh, resmî nikâh, belediye nikâhı, imam nikâhı, muta nikâhı, yıldırım nikâhı
nikahlama is. Nikahlamak işi.
nikahlamak (-i) 1. Nikâh etmek. 2. Nikâh kıymak.
nikâhlanış is. Nikahlanma işi veya biçimi.
nikahlanma is. Nikahlanmak işi.
nikahlanmak (nsz, -e; -le) 1. Bir kimseye nikâhla bağlanmak. 2. Bir erkekle bir kadının yasal olarak nikâh işlemleri yapılmak.
nikâhlayış is. Nikahlama işi veya biçimi.
nikâhlı sf. 1. Aralarında nikâh işlemi yapılan: "Arkadaşlar da tanırlar. Çokları yenge diye çağırıyor. Nikâhlı karım sanıyorlar." -S. F. Abasıyanık. 2. zf Nikâhlı olarak: "Yedi ay nikâhlı durduk, sekizinci ay düğün." -M. Ş. Esendal.
→ imam nikâhlı
nikâhlık, -ğı sf Nikâhla ilgili.
nikâhlılık, -ğı is. Nikâhlı olma durumu veya biçimi.
nikâh memuru is. Kanunlara uygun olarak nikâh işlemini yapan, nikâh kıyan görevli: "Sevimle Turgut'u nikâh memuru gibi yan yana karşıma oturttum." -R. N. Güntekin.
nikâhsız sf. 1. Aralarında nikâh olmadığı hâlde karı koca hayatı süren: "Siz erkekler ekseriya nikâhlı kadınla nikâhsız kadınlarınız arasında bir fark gözetirsiniz." -H. C. Yalçın. 2. zf. Nikâhsız olarak: "Ben de onlara karşı, komşulara karşı nikâhsız oturmaktan sıkılıyorum." -M. Ş. Esendal.
nikâhsızlık, -ğı is. Nikâhsız olma durumu veya biçimi.
nikâh şekeri is. Nikâh töreninde davetlilere dağıtılmak üzere özel olarak yaptırılan şeker.
nikap, -bı is. (nika:p) Ar. nikâb esk. Yüz örtüsü, peçe.
Nikaragualı öz. is. Nikaragua halkından olan kimse.
nikbet is. Ar. -nekbet esk. 1. Talihsizlik, felaket: "Siyasi ikbal veya nikbet yellerine göre yön alan bir huy sahibi olduğunu bilirdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Düşkünlük.
nikbin sf. Far. nik-bin esk. İyimser, optimist: "Zaten yaradılışı icabı çok nikbin bir gençti." -H. C. Yalçın.
nikbinlik, -ği is. fel. İyimserlik.
nikel is. Fr. niçkel kim. Atom numarası 28, atom ağırlığı 58,71, yoğunluğu 8,9 olan, gümüş parlaklığında, demir sertliğinde, kolay işlenebilen ve kolayca tel durumuna getirilebilen bir element (simgesi Ni).
→ nikel kaplama
nikelaj is. (nikelâj) Fr. nickelage 1. Metal bir yüzeyi nikelle kaplama. 2. Nikel kaplanmış metal. 3. Metal üzerine nikelle yapılmış kaplama: "Nikelajı çoktan bozulmuş ucuz çatallar..."-Ç. Altan.
nikel kaplama is. Üzerine nikel kaplanmış metal.
nikelleme is. Nikellemek işi.
nikellemek (-i) Nikel ile kaplamak.
nikelli sf. 1. Birleşiminde nikel bulunan. 2. Nikelle kaplanmış.
nikelsi sf. Nikeli andıran, nikele benzeyen, nikel gibi.
nikelsiz sf. 1. Birleşiminde nikel bulunmayan. 2. Nikelle kaplanmamış.
nikotin is. Fr. nicotine kim. Tütün yapraklarından çıkarılan, renksiz, açıkta bırakıldığında havadan oksijen alarak esmerleşen, 247 °C'de kaynayan, 1,033 yoğunluğunda çok zehirli bir alkaloit (Cl0Hl4N2).
nikris is. Ar. nıkris tıp Gut.
nikriz is. Far. nikriz muz. Klasik Türk müziğinde, dizisi bir sekizli içinde gösterilebilen basit görünüşlü bir birleşik makam.
nilüfer is. Far. nilüfer bot. Nilüfergillerden, yaprakları yuvarlak ve geniş, çiçekleri beyaz, sarı, mavi, pembe renkte, durgun sularda veya havuzlarda yetişen bir su bitkisi (Nymphea).
nilüfergiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örnek bitkisi nilüfer olan bir familya.
nim sf. (ni:m) Far. nim esk. Yarı: Nim resmî.
nimbus is. (ni'mbus) hat. nimbus meteor. Kara bulut.
nimet is. (niımet) Ar. ni'met 1. İyilik, lütuf, ihsan: "Başımızdan gitmesi, ekşi suratından kurtulmamız da bir nimetti." -S. M. Alus. 2. Yaşamak için gerekli her şey: "Desem ki sen benim için hava kadar lazım / Ekmek kadar mübarek / Su gibi aziz bir şeysin / Nimetsin, nimettensin" -C. S. Tarancı. 3. Yiyecek içecek, özellikle ekmek. 4. mec. Yararlanılan imkân: Evinizin iş yerinize bu kadar yakın oluşu nimet, nimet bilmek bir şeyi lütuf kabul etmek: "Çaylarımıza koşarlar, evimize davet edilmeyi nimet bilirler, etrafımızda dolaşırlar." -H. C. Yalçın. nimeti ayağıyla tepmek kısmetini ayağıyla tepmek.
→ nimet hakkı, dünya nimeti
nimet hakkı is. Yenilen, içilen şeyler üstüne yemin sözü: "Affetmezseniz, şu nimet hakkı, ateşte yanarım." -M. Ş. Esendal.
nimetşinas sf. (ni:metşina:s) Ar. ni'met + Far. -şinâs esk. İyilikbilir (kimse).
nine is. 1. Torunu olan kadın, büyük anne, nene: "Altmışlık bir ninenin evinde oda tutmuştum. " -A. Gündüz. 2. Yaşlı kadın. 3. ünl. Yaşlı kadınlar için kullanılan bir seslenme sözü.
→ kadınnine, sütnine
ninni is. (ni'nni) 1. Bebeklerin uyumasına yardımcı olmak için söylenen türkü: "Gırç gırç bir beşik sallanıyor, kalın, uzun bir kadın sesi ninni söylüyordu." -H. E. Adıvar. 2. ünl. Bu türkülerin sonunda tekrarlanan söz: Uyusun da büyüsün ninni!
nipel is. Fr. nipple tek. İki bağlantı parçasmı birbirine yakın olarak eklemekte kullanılan özel parça.
nirengi is. Far. nirengi esk. Belli sayıda noktanın konumunu kesin olarak tespit edebilmek için, bu noktaları tepe olarak kabul ederek bir alanı üçgenlere bölme işi.
→ nirengi haritası, nirengi noktası
nirengi haritası is. Nirengi yoluyla çıkarılan harita.
nirengi noktası is. 1. Nirengi işleminde ayrılan üçgenlerin tepe noktası. 2. den. Gemicilerin seyir için kullandığı doğal yön noktası. 3. Başlangıç ve hareket yeri: "Biz de yılın ilk gününü önce bir nirengi noktası, sonra da giderek bir bayram olarak aldık " -H. Taner.
nisa is. (nisa:) Ar. nisa Kadın.
nisai sf (nisa:i:) Ar. nisa 'i esk. 1. Kadınla ilgili: Nisai hastalık. 2.. Kadın hastalıkları ile ilgili. 3. Kadınsı.
nisaiye is. (nisaıiye) Ar. nisa 'iyye tıp 1. Kadın hastalıkları, jinekoloji. 2. Hastanelerde kadın hastalıkları ile ilgili bölüm.
nisaiyeci is. Jinekolog.
nisaiyecilik, -ği is. Nisaiyecinin işi.
nisan is. (niısan) Ar. nısân (Süryaniceden) Yılın otuz gün süren, dördüncü ayı, abril, april: "Nisan yağar çeç olur, mayıs yağar sap olur." -Atasözü.
→ nisan balığı, nisan bir, nisan yağmuru
nisan balığı is. Nisan bir.
nisan bir is. Nisanın birinci gününde yapılan aldatma ve şaka.
→ nisan bir şakası
nisan bir şakası is. Nisan bir.
nisan yağmuru is. Nisan ayında yağan ve bereketine inanılan yağmur.
nisap, -bı is. (nisa:p) Ar. nişâb Yeter sayı.
nispet is. Ar. nisbet 1. Oran: "Zira melal devri uzadığı nispette teheyyüç kuvvetli ve devamlı oluyor." -R. H. Karay. 2. Bağıntı, ilgi, ilinti. 3. zf Kıskandırmak veya üzmek İçin: Bunu bana nispet yapıyor. 4. hlk. Birini üzmek İçin veya inat olsun diye yapılan iş. nispet etmek eşit tutmak, oranlamak, nispet kabul etmek (veya etmemek) eşit tutmak (tutulmamak), oranlamak (oranlanamamak). nispet vermek (veya yapmak) karşısındakini kızdırmak için ona gösteriş yapmak: "Yolun ortasında bir kolunu belime dolayarak bana şöylece nispet vermesin mi?" -O. C. Kaygılı, nispeti olmak ilgisi olmak, bağlantısı olmak.
→ nispet eki, nispet i'si
nispetçi is. Nispet vermek huyu olan kimse.
nispet eki is. dbl. Sıfat yapmak üzere isimlere getirilen ek, nispet i'si, yaymispi: Askerî, ilmî, resmî.
nispeten zf (ni'speten) Ar. nisbeten 1. Göre, kıyaslayarak, oranla: "Böylece hem kızı almaya taksiyle gelmiş olacak hem de taksiye nispeten daha az para Ödemiş olacaktı." -Ç. Altan. 2. Bir dereceye kadar, oldukça: Bugün hava nispeten iyi.
nispet i'si is. dbl. Nispet eki.
nispetle zf. Nispeten: "Bu üçüncü gidişimde Erzurum'u bir öncekine nispetle daha çok toparlanmış, gelişmiş buldum." -A. H. Tanpınar.
nispetli sf Oranlı.
nispetsiz sf. 1. Oransız. 2. Birbirine uymayan, farklı.
nispetsizlik, -ği is. Oransızlık.
nispi sf. (nispi:) Ar. nisbi esk. 1.fel. Bağıntılı: Zenginlik, fukaralık nispi durumlardır. 2. Birbirine göre (olan), önceki duruma göre: Bugün hastada nispi bir iyileşme var.
→ nispi çoğunluk, nispi temsil, yayınispi
nispi çoğunluk, -ğu is. huk. Bir oylamada yanşan kişi, liste veya görüşlerden birinin, diğerlerinin ayrı ayrı elde ettiklerinden daha çok oy alması yoluyla sağlanan çoğunluk.
nispi temsil is. huk. Çoğunluk partisi dışındaki partilerin de kuvvetleri oranında üye seçmelerini sağlayan seçim biçimi.
nisyan is. (-a:nı) Ar. nisyün esk. Unutma: "Resmî vesikalar toplanıp tasnif edilir ve nisyandan kurtulabilir." -Y. K. Beyatlı.
niş is. Fr. niche mim. Duvar içinde bırakılan oyuk, göz, hücre.
nişaburek, -ği is. (nişaıburek) Far. nişaburek müz. Klasik Türk müziğinde rast makamı ve uşşak makamının buselik "si" perdesiyle oluşmuş bir makam.
nişadır is. Far. nişâdür kim. Amonyak.
→ nişadır kaymağı, nişadır ruhu
nişadır kaymağı is. kim. Amonyum karbonat.
nişadır ruhu is. kim. Amonyak.
nişan is. Far. nişan 1. îşaret, iz, belirti, alamet. 2. Nişanlanma sırasında yapılan tören: Bizi nişana çağırdılar. 3. Evlenmek üzere birbirine söz verme, nişanlanma: Nişanı bozmuşlar. 4. Kurşun, taş vb. ile vurulmak istenen hedef. 5. Hedefi vurmak için silah, ok vb.ne gerekli doğrultuyu verme. 6. Devlet nişanı, nişan almak 1) bir hedefi vurmak için ateşli silahlara gerekli doğrultuyu vermek, gezlemek: "Tabancasını kılıfından çıkarmış ve nişan almak üzereydi." -A. Gündüz. 2) kendisine nişan verilmek: "Doktor, Türk ordusunda çalıştığını, üniformamızı taşıdığını, nişan aldığını, övünerek anlattı." -R. H. Karay, (bir şeyi veya bir şeye) nişan koymak ileride tanıyabilmek veya ölçebilmek için bir şeyin durumunu, onun herhangi bir özelliğini akılda tutmak veya iz bırakmak: Dönüşte yolumuzu şaşırmamak için şu çifte kavakları nişan koymuştuk, nişan takmak 1) nişanlanan çiftin nişan yüzüklerini parmaklarına geçirmek: "Birkaç gün sonra akrabalarımıza bir davet vereceğiz. Nişan takacağız." -R. N. Güntekin. 2) göğsüne nişan iliştirmek. nişan yapmak nişan töreni düzenlemek: Şimdilik nişan yapacaklarmış. nişanı atmak (veya bozmak) kadın veya erkek nişandan vazgeçmek.
→ nişangeç, nişan halkası, nişan yüzüğü, ağız nişanı, devlet nişanı
nişancı sf. 1. Attığı kurşun, taş vb. ile hedefi vurmakta ustalık kazanmış olan. 2. is. tar. Padişah divanı üyesi olan, antlaşma, berat, menşur, name ve fermanların basma tuğra çeken görevli, tevkici, tuğrakeş.
→ keskin nişancı, kör nişancı
nişancılık, -ğı is. Nişancı olma durumu.
nişane is. (nişa:ne) Far. nişane 1. Ateşli silahlarda hedefin uzaklığına ve bulunduğu yerin yüksekliğine göre namluya gereken yükseliş açısını veren, silahı bu hedefe doğrultmaya yarayan alet. 2. Hedef. 3. Eser, iz, belirti: "Toprak üzerinden nişaneleri kaldırmak ilim karşısında maziyi unutturmaz." -Y. K. Beyatlı.
nişangâh is. (nişangâ:h) Far. nişân-gâh 1. Ateşli silahlarda hedefin uzaklığına ve bulunduğu yerin yüksekliğine göre namluya gereken yükseliş açısını veren, silahı bu hedefe doğrultmaya yarayan alet. 2. Hedef.
nişangeç, -ci is. Düzeltilmiş bir ağaç parçasının kenarına değişik aralıklarda paralel çizgiler çizmek için marangozlukta kullanılan el aracı.
nişan halkası is. Nişan yüzüğü.
nişanlama is. Nişanlamak işi.
nişanlamak (-i, 4e) 1. Bir çiftin evlenme işinin kararlaştığına belirti olarak parmaklarına yüzük takmak, yavuklamak: "Ali Ağanın kızını yarı yalvarma, yarı yıldırma ile bana nişanlayıvermişlerdi." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir hedefi vurmak İçin silah, taş vb.ne belli bir doğrultu vermek. 3, Bir şeyin yerini belirtmek, işaretlemek, nişan koymak.
nişanlanış is. Nişanlanma işi veya biçimi.
nişanlanma is. 1. Nişanlanmak işi. 2. Bir erkekle bir kadının ileride birbirleriyle evlenmek için yaptıkları sözleşme.
nişanlanmak (nsz, -le) 1. Nişanlı duruma gelmek, adaklanmak. 2. Evlenmeye söz verme belirtisi olarak nişan yüzüğü takmak: "Bu, bizim nişanlandığımız gündür." -R. H. Karay.
nişanlı is. 1. Evlenmek için söz verip yüzük takmış olan kimse, adaklı, nişanlı, yavuklu: "Bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller gönderecektir." -S. F. Abasıyanık. 2. Belirleyici bir işareti, alameti, nişanı olan kimse.
→ uzatmalı nişanlı
nişanlık, -ğı sf. 1. Nişan için: Nişanlık terlik. 2. is. Belirti, işaret: Yolun başına bîr nişanlık koy da kaybolmayalım.
nişanlılık, -ğı is. Nişanlı olma durumu, yavukluluk: "Dayımla yengem, bu ağzı süt kokan masum kızın birkaç saat içinde nişanlılığını haber alınca şaşırdılar." -R. N. Güntekin.
nişansız sf. Belirleyici bir işareti, alameti, nişanı olmayan: "Ve bütün seferden bize yine ve yalnız bir Türk çocuğunun isimsiz, nişansız mezarından başka bir şey kalmadı." -F. R. Atay.
nişan yüzüğü is. Evlenecek olan çiftin nişanlandıklarıda taktıkları ve düğünden sonra da taşıdıkları halka biçiminde yüzük, nişan halkası, alyans.
nişasta is. (nişa'sta) Far. nişâste Tahıl tanelerinden, mercimek, bezelye vb. bakla türleri veya patates gibi birtakım yumrulardan özel yöntemlerle çıkarılan una benzer bir madde: Buğday nişastası. Mısır nişastası. Patates nişastası. Pirinç nişastası.
→ nişasta buğdayı
nişasta buğdayı is. bot. Bir buğday türü olan kaplıcayı andıran, ufak taneli, nişastası çok, dağlık yerlerde yetişen bir buğday türü.
nişastacılık, -ğı is. Nişasta yapma veya satma işi.
nişastalanma is. Nişastalanmak İşi veya durumu.
nişastalanmak (nsz) Nişastaya karışmış olmak, nişasta ile işlem görmek.
nite zf. (ni'te) esk. Nasıl, niçin.
nitekim zf (ni'tekim) 1. Gerçekten, hakikaten: "Arkanda idi, nitekim köşke kadar arkandan ayrılmadı, daima arkanda bulunacak." -R. H. Karay. 2. Sonuç olarak: "Nitekim, kendisi de bunu anlamış gibi, vapurda bütün yolculuğumuz boyunca bir köşeye çekilip oturmuş." -Y. K. Karaosmanoğlu.
nitel sf Nitelik bakımından, nitelikle ilgili.
niteleme is. Nitelemek işi.
→ niteleme sıfatı
nitelemek (-i) Bir şeyin niteliğini belirtmek.
niteleme sıfatı is. dbl. Bir ismi niteleyen sıfat: Yeşil elbise. Güzel kız.
nitelendirilme is. Nitelendirilmek işi.
nitelendirilmek (nsz) Nitelendirme işine konu olmak.
nitelendirme is. Nitelendirmek işi, vasıflandırma.
nitelendirmek (-i) Niteliğini belirtmek, nitelik kazandırmak, vasıflandırmak.
niteleniş is. Nitelenme işi veya biçimi.
nitelenme is. Nitelenmek işi, vasıflanma.
nitelenmek (nsz) Niteliği belirtilmek, nitelik kazanmak, vasıflanmak.
niteleyiş is. Niteleme işi veya biçimi.
nitelik, -ği is. 1. Bir şeyin nasıl olduğunu belirten, onu başka şeylerden ayıran Özellik, vasıf, keyfiyet: "Niteliğini kestiremediği müzmin iştahsızlıktan yorgun düşmüş." -A. İlhan. 2. Bir şeyin iyi veya kötü oluşu, kalite. 3.fel. Bireyi, nesne veya yaşantının bir yönünü, ötekilerden ayırt etmeye yarayan ve ölçebilen Özellik, keyfiyet.
nitelikli sf. 1. Bir şeye ayırt edici özellik veren, vasıflı. 2. Bir şeye nitelik bakımından üstünlük kazandıran, kaliteli.
→ nitelikli işçi
nitelikli işçi is. İstenilen nitelikleri taşıyan, iyi yetişmiş, usta işçi, kalifiye işçi, vasıflı işçi.
niteliksiz sf. 1. Ayırt edici özelliği olmayan, basit, düz. 2. Nitelik bakımından üstün olmayan, kalitesiz.
→ niteliksiz işçi
niteliksiz işçi is. İstenilen nitelikleri taşımayan, iyi yetişmemiş, vasıfsız işçi.
niteliksizlik, -ğî is. Niteliksiz olma durumu, kalitesizlik.
nitramit is. Fr. nitramite min. Doğal amonyum nitrat.
nitrat is. Fr. nitratekim. Nitrik asit tuzu.
→ potasyum nitrat, sodyum nitrat
nitratin is. Fr. nitratine min. Doğal sodyum nitrat.
nitratlaşma is. kim. Organik maddelerin nitrat durumuna dönüşmesi.
nitratlı sf. 1. Temel maddesi nitrat olan: Nitratlı patlayıcı madde. 2. Nitrat emdirilmiş: Nitratlı kâğıt.
nitrik asit, -di is. Fr. kim. Organik maddeler üzerinde yakıcı ve sarartıcı bir etki gösteren, birleşiminde bir azot, üç oksijen ve bir hidrojen bulunan, yoğunluğu 1,52 olan, 86 °C'de kaynayan, sanayide kullanılan asit (HN03), kezzap.
nitrik oksit, -di is. kim. Nitrojen veya amonyağın oksitlenmesiyle elde edilen, renksiz zehirli gaz (NO).
nitrogliserin is. Fr. nitroglycerine kim. Nitrik asit içine gliserin konularak elde edilen, uçuk san renkte, yağ kıvamında, güçlü patlayıcı özelliği olan madde.
nitrojen is. Fr. nitrogene kim. Azot.
nitroselüloz is. Fr. nitrocellulose kim. Kâğıt yapımında kullanılan, pamuk veya odun hamuru biçimindeki selüloz üzerine nitrik ve sülfürik asit karışımının etkimesiyle elde edilen selülozun nitrat esteri.
niyabet is. (niyaıbei) Ar. niyabet esk. Naiplik.
niyaz is. (niya:z) Far. niyaz Yalvarma, yakarma: "Şeyh, sonu gelmez bir ibadet ve niyaz hâlinde, gözleri kapalı, okuyor, üflüyordu." -R. H, Karay, niyaz etmek (veya eylemek) yalvarmak.
→ namaz niyaz
niye zf. (niye) Niçin, neden: "Sen bana niye söylemedin, sadaka verirdik, adak adardık." -M. Ş. Esendal,
niyet is. Ar. niyyet 1. Bir şeyi yapmayı önceden isteyip düşünme, maksat: "Niyeti ilk önüne gelen telefonlu dükkâna dalmaktı." -H. Taner. 2. Fal gibi kullanılmak amacıyla içine mâni yazılıp katlanmış veya şekerlere sarılmış kâğıt parçası. 3. din b. Namaz kılmaya, oruç tutmaya ve abdest almaya karar verip başlama, niyet çekmek niyetçiden niyet almak: "Birisi niyet çeksin de biz de bir lokma bir şey yiyelim diye bekleşiyorlar." -S. F. Abasıyanık. niyet etmek bir şeyi yapmayı zihinde tasarlamak, düşünmek, niyetlenmek. niyet tutmak fala bakılırken olması istenilen şeyi aklından geçirmek.
→ art niyet, iyi niyet
niyetçi is. Alıştırılmış güvercin, saka kuşu, tavşan vb. hayvanlara para karşılığında niyet çektiren kimse.
niyetçilik, -ği is. Niyetçinin işi.
niyeti bozuk, -ğu sf. Kötü bir davranışta bulunması beklenen (kimse).
niyetleniş is. Niyetlenme işi veya biçimi.
niyetlenme is. Niyetlenmek işi.
niyetlenmek (-e) 1. Niyet etmek, tasarlamak: "Birkaç kere gitmeye niyetlendi." -Y. Z. Ortaç. 2. Oruç tutmaya karar vermek.
niyetli sf. 1. Niyeti olan, niyet eden: "En kuşkulu insanlar çoğu zaman en kötü niyetliler arasından çıkıyor." -H. Taner. 2. Oruç tutmakta olan (kimse).
→ art niyetli, iyi niyetli
niyetlilik, -ği is. Niyetli olma durumu.
→ art niyetlilik, iyi niyetlilik
niyetsiz sf. 1. Niyeti olmayan, niyet etmeyen. 2. Oruç tutmayan.
niyetsizlik, -ği is. Niyetsiz olma durumu.
niyobyum is. Fr. niobium kim. Atom numarası 41, atom ağırlığı 92,91, yoğunluğu 8,57 olan, oksijen, kükürt, klor vb. maddelerle birleşikler veren bir element, kolombiyum (simgesi Nb).
niza is. (niza:) Ar. niza' esk. Çekişme, bozuşma, kavga.
nizam is. (niza:m) Ar. nizâm 1. Düzen: "Evin nizamında Türk kadınlarının vakur zarafeti göze çarpar." -O. S. Orhon. 2. Kural: "Şimdi, eski sıralar bozuldu, yeni sıralar, yeni nizamlar gelinceye kadar böyle olacak!" -M. Ş. Esendal.
→ nizamname, yanaşık nizam, kol nizamı
nizami sf (niza:mi:) Ar. nizami esk. 1. İstenilen düzende olan, düzene uygun olan, kurallara uygun olan. 2. Kanunlarla ilgili olan.
nizamiye is. (niza:miye) Ar. nizâmiyye 1. Askerlik dairesi. 2. Kışla, garnizon ve bazı kuruluşların girişi. 3. ask. esk. Tanzimat döneminde kara ordusu: "Henüz nizamiye ve gönüllü taburcuların neferleri dağılmamıştı." -Ö. Seyfettin.
→ nizamiye kapısı, nizamiye karakolu
nizamiye kapısı is. ask. Kışla ve garnizonlarda giriş kapısı.
nizamiye karakolu is. ask. Nizamiye kapısındaki karakol.
nizamlı sf. 1. Düzenli, tertipli. 2. Tüzüğe uygun.
nizamname is. (nizamna:me) Ar. nizâm + Far. nâme esk. Tüzük.
nizamsız sf. 1. Düzensiz, tertipsiz. 2. Tüzüğe aykırı.
nizamsızlık, -ğı is. 1. Nizamsız olma durumu, düzensizlik, tertipsizlik: "Ben hem müfrit hem mutedil olmak isterim, azami bir nizamsızlıkta azami bir nizam ararım." -P. Safa. 2. Tüzüğe aykırılık.