ne

ne (I) is. Türk alfabesinin on yedinci harfinin adı, okunuşu.

ne, -yi (II) zm. 1. Hangi şey: "Ne ekersen onu biçersin." -Atasözü. 2. Soru biçiminde şaşma bildiren ünlem: Ne, yıkıldı hal 3. Her şey: Ne görse ister. Kimin nesi varsa. Ne isterse yapar. 4. Birçok şey: Neler söylüyor? İnsan aklı neler keşfediyor? 5. sf. Hangi: "Güzel heykel, ne yandan bakarsan, ne yana çevirirsen gene güzeldir." -B. R. Eyuboğlu. 6. sf. Nasıl: Bu ne kıyafet? 7. zf. Neden: Ne karışıyorsun? 8. zf. Şaşma veya abartı bildiren bir söz: Ne sıcak, ne sıcak! Ne güzel çiçekler! Ne kaba adam! 9. "Sana ne, bana ne" gibi sorularda "ne ilgisi var" anlamına gelen bir söz: Zahmeti ben çekeceğim, sana ne? ne âlem yadırganan ancak kızılmayan davranışları olan kimseler için kullanılan bir söz: Ne âlem çocuksun! ne âlemde? nasıl? ne alıp veremiyor? isteği, dileği nedir, niçin musallat oluyor? ne arar (veya onda ... ne gezer) onda yoktur: Onda para ne arar! (herhangi bir yerde) ne arıyor ne, neden oraya gitmiş: Sen burada ne arıyorsun, haydi çabuk eve! ne biçim? nasıl? ne buyrulur? onun nasıl bir şey olduğunu gördünüz, buna ne diyorsunuz? ne çare çaresi yok, elden ne gelir, ne çıkar 1) ne zararı var? "Dar bir gün gelmiş, birinden üç beş kuruş almışım, bundan ne çıkar?" -M. Ş. Esendal. 2) bir sonuç vermez; 3) nasıl bir yarar umulur? ne çiçektir, biliriz ne denli yeteneksiz, niteliksiz olduğunu biliriz, ne dedim de yapılan bir şeyden duyulan pişmanlığı belirten bir söz: Ah be ne dedim de okumadım, ne de olsa ne denli eksiği, kusuru olursa olsun, böyle olmakla birlikte: Ne de olsa, o bizden tecrübelidir, ne demek? 1) bunun anlamı nedir? Bu kelime ne demek? Ne dedim de darıldın? 2) hiç öyle şey olur mu, o nasıl şey, hiç yakışık alır mı? "Sizi hiç han bucağına kor muyuz, herkes bize ne der?" -M. Ş. Esendal. ne demek olsun ne demek, ne demeye 1) ne diye, nasıl bir düşünceyle, hangi maksatla, niçin? 2) hangi anlama? ne denir (veya dersin) bir konuda söyleyecek söz kalmadığını anlatan bir söz. ne dese beğenirsin? beklenmeyen bir söz söylenildiğinde kullanılan bir söz. ne de olsa ne kadar eksiği olursa olsun, ne diye? nasıl bir düşünceyle, niçin? "Sen bundan on yıl önce kişiliğini bulmuştun, ne diye bunu bırakıp başka şeyler arıyorsun?" -B. R. Eyuboğlu. ne ekersen onu biçersin nasıl davranırsan öyle karşılık görürsün, ne fayda iş işten geçtikten sonra alınan boş önlemler için "neye yarar" anlamında kullanılan bir söz. ne gam üzülmeye gerek yok. ne gezer bulunmaz, yoktur: "Kâr mı, ne gezer efendim? Hatta ziyanına satıyordu." -Halikarnas Balıkçısı, ne gibi? nasıl, ne türlü? ne gözle bakmak 1) inancını belirtir biçimde bakmak; 2) değerlendirmek, ne güne duruyor? 1)... varken başka şey gerekmez: Biz ne güne duruyoruz? 2) şimdi yapmazsa ne zaman yapacak? ne günlere kaldık! zamanın olaylarından yakınma anlatan bir söz. ne haber? 1) herhangi bir bilgi var mı? 2) ne var ne yok; 3) alay "senin hiçbir şeyden haberin yok" anlamında kullanılan bir söz; O, başkalarıyla geziyormuş, ne haber? ne hacet gereksiz, gerek yok: "Bir gamlı hazanın seherinde / Israra ne hacet yine bülbül?" -A. Haşim. ne haddine! ona mı düşmüş, ona mı kalmış, ona düşmez: Böyle yazı yazmak onun ne haddine! ne hâlde? hangi durumda? ne hâli varsa görsün öğüt ve uyarı dinlemeyenler için "ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmez" anlamında kullanılan bir söz. ne hikmetse (veya hikmettir) bilinmeyen bir sebepten dolayı: "Elektrik ampulü ne hikmetse hep bozulmuş olurdu. " -H. Taner. "Yalnız ne hikmettir, yapılan yolların bir kısmı çok çabuk bozuluyor." -R. N. Güntekin. ne idiği belirsiz ne olduğu, soyu sopu belirsiz: "Ben âdeta bu ne idiği belirsiz herife gittikçe ısınıyorum." -O. C. Kaygılı, ne imiş? ne değeri var? ne ise neyse, ne istediğini bilmek amacını kesin ve kararlı bir biçimde belirlemek: "Ne istediğini bilen iradeli bir kişiliği ve dişiliği vardı." -H. Taner, ne iyi! mutluluk ve beğenme anlatan bir söz. ne kadar 1) nicelik bakımından miktar, ölçü, fiyat, zaman anlamlarıyla soru bildiren bir söz: Daha ne kadar su koyayım? Bu kitap ne kadar? Ne kadar kaldı? 2) çok, oldukça: "Bizim arkadaşın ne kadar bahtlı büyük anası varmış." -M. Ş. Esendal. 3) ne ölçüde, ne kadar olsa ne de olsa, sonuçta: "Eh ne kadar olsa anadır. Ben de acıdım."-M. Ş. Esendal. ne kadar varsa hepsi, tamamı, ne lazım niçin ilgileniyorsun, ilgilenme, ne mal olduğunu bilmek (veya anlamak) birinin nasıl bir nitelikte, yetenekte ve yaradılışta olduğunu bilmek, kestirmek: "Büyük hanım, bir bakışta onun ne mal olduğunu anlamıştı." -R. N. Güntekin. ne mene ne çeşit, ne türlü: "Bu artırma dedikleri de ne mene şeymiş diye kalktın buraya geldin?" -H. Taner, ne mümkün olacak şey değil, imkânsız: "Görüp de sevmemek ne mümkün seni / Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin."-O. S. Orhon. ne münasebet! hiç Öyle şey mi olur, hiç ilgisi yok: "Ümit, ideal, şahsiyet dediğiniz zaman da hep aynı şeyleri mi anlıyorsunuz? Ne münasebet!" -P. Safa. ne o? ne var, ne oluyor? ne olacak! 1) küçümseme anlatan bir söz: Ne olacak, kenarın dilberi. 2) ne değeri var, önemi yok. ne olduğunu bilememek şaşırmak, aklı başından gitmek, ne oldum delisi olmak ummadığı bir duruma ulaşan kimse çok şımarmak, ne olur (veya olursun veya olursunuz) yalvarırım, lütfen, rica ederim: "Ah ne olur büyük bir adam çıksa da sanatı da böyle tarif etseydi." -B. R. Eyuboğlu. ne olursa olsun her durumda, olumlu veya olumsuz bütün şartlarda: "Ne olursa olsun tahtı ele geçirmek amacını gütmüyorum ben." -T. Oflazoğlu. ne oluyor? ne gereği var veya ne kanşıyor? ne pahasına olursa olsun i) ne büyük özveri isterse İstesin; 2) her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne söylüyorsun? 1) söylediğine dikkat ediyor musun? 2) gerçek mi? doğru mu? ne sularda? ne durumda, ne merkezde? Sizin kovaladığınız iş ne sularda? ne var ki aralarında aykırılık bulunan cümleleri bağlamaya yarar, ama, fakat, lakin, gel gelelim: "Ne var ki Halide Edib'i bu yüzden eleştirmek doğru olmaz." -H. Taner. ne var ne yok 1) ne haberler var, İşler nasıl? 2) olanların bütünü: "İş, hemen ne var ne yok yüklenip yola çıkmaya kalıyordu." -S. F. Abasıyanık. ne yaparsın ki (veya ne yapmalı ki) ne çare ki. ne yapıp yapıp her ne durumda olursa olsun bir çözüm yolu bularak: "Seni ne yapıp yapıp memleketine göndereceğim." -F. R. Atay. ne yazar argo hükmü olur mu? değeri var mı? "Tut ki para babası olduk, kültür ve sanat alanında bir karış yol alamazsak bütün bunlar ne yazar?" -H. Taner, ne yüzle hiç utanmadan. nedir ki 1) şu var ki: Nedir ki onların sözü pek dinlenmez. 2) hangi nedenle? 3) önemsiz, değersiz, neler çok ve çeşitli şeyler: Bugün neler gördük, neler de neler, maydanozlu köfteler alay akla gelmedik şaşılacak şeyler, neye uğradığını bilememek (veya anlamamak veya şaşırmak) ansızın üzücü, sıkıcı, neşeli, güzel veya hoş bir durumla karşılaşmak: "Martı gibi, şiirli duygu dolu bir oyunla karşılaşınca neye uğradığını şaşırır." -N. Cumalı. neyin nesi (kimin fesi) 1) "kimdir, nasıl bir kişidir?" anlamlarında kullanılan bir söz: "En iyisi, adam böyle böyle, evi kiraya istiyor, git, sor, soruştur, neyin nesi, kimin fesidir, derim."-O. Kemal. 2) "ne idiği belirsiz" anlamında kullanılan bir söz. neyleyim "ne yapabilirim, elden ne gelir?" anlamlarında kullanılan bir söz. neymiş söylendiğine göre, güya: "Neymiş, arkadaşlarım getiriyor, kumar oynuyorlarmış." -M. Ş. Esendal.

ne âlâ, ne denli

Ne kim. Neon elementinin simgesi.

ne âlâ ünl. "Ne iyi, diyecek bir şey yok" anlamlarında kullanılan bir söz: "Pamuk tutarsa ne âlâ! Ama bu yıl bir de çeltiği deneyelim demişler." -B. R. Eyuboğlu. ne âlâ memleket haksız ve yersiz işlerin hoş görüldüğü, kurallaştığı bir ortam için ters anlatışla "diyecek yok, ne güzel" anlamlarında kullanılan bir söz.

nebat is. (neba:t) Ar. nebat bot. esk. Bitki: "Hepsi kır nebatları gibi gelişigüzel, bu mevsim burada, öbür mevsim orada doğup yaşıyorlar." -A. Gündüz.

nebatat ç. is. (neba:ta:t) Ar. nebatat bot. esk. 1. Bitkiler. 2. Bitki bilimi, botanik.

nebatat bahçesi

nebatat bahçesi is. Her türlü bitkinin örnek olarak yetiştirilip meraklılarının incelemesine açık bulundurulan yer, botanik bahçesi.

nebati sf. (neba:ti:) Ar. nebati esk. Bitki İle ilgili, bitkisel.

nebbaş is. (nebba:ş) Ar. nebbüş esk. Mezar soyguncusu.

nebevi sf. (nebevi:) Ar. nebevi esk. Peygamberle ilgili, peygambere ilişkin.

nebi is. (nebi:) Ar. nebi din b. Peygamber.

nebülöz is. Fr. nebuleuse astr. Bulutsu.

nebze is. Ar. nebze Az şey, az.

bir nebze

necabet is. (neca:bet) Ar. necâbet esk. Temiz bir soydan gelme, soyluluk: "Eşyanın bile ihtiyarlamasında bir necabet vardı." -M. C. Kuntay.

necaset is. (neca:set) Ar. necaset esk. 1. Pislik. 2. Dışkı, ters (II).

necat is. (neca:t) Ar. necüt esk. Kurtuluş: "Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman, bir necat gününden ümidini kesmemiş." -Ö. Seyfettin, necat bulmak kurtulmak.

fidyeinecat

nece zf (ne'ce) Hangi dilde, hangi dilden? Bu adam nece konuşuyor? Bu yazı necedir?

Necef taşı is. min. Parlak ve saydam bir çeşit kuvars billuru: "Kabartmaların ortalık yerine de akik ve Necef taşlar serpiştirilmiştir." -S. Birsel.

neci is. Ne İş yapar, ne ile uğraşır? Bu adam necidir? "Benim babam neciydi anne?" -S. F. Abasıyanık. neci oluyor! niçin karışıyor, ona ne? Sen neci oluyorsun, kendi işine baki

necip, -bi is. (-ci:bi) Ar. necib esk. Soylu, soyu temiz.

nedamet is. (neda:met) Ar. nedamet Pişmanlık: "Gözlerime iki damla nedamet yaşı getirmek için dudaklarımı bütün kuvvetimle ısırıyordum." -H. C. Yalçın, nedamet duymak (veya getirmek) pişman olmak: "Ben şimdi nedamet getirdim." -P. Safa.

nedametle zf. (neda:me'tle) Pişmanlık duyarak: "Nedametle, kendimden ve etrafındakilerden tiksinti içinde inzivama dönerim." -R. H. Karay.

nedbe is. Ar. nedbe esk. Yara izi.

neden is. 1. Bir olayı ve durumu gerektiren, doğuran başka olay veya durum, sebep: "İzmir'in işgali faciası, özel nedenlerden, onu ayrıca ilgilendiriyor." -A. İlhan. 2. zf Bir olayı doğuran başka bir olayı sormak için kullanılan bir söz; niçin: "Biz şarklılar neden ille her şeyi büyütüp efsaneleştiririz? " -H. Taner. 3.fel. Bir varlığı veya olayı etkileyen, oluşturan, doğuran şey, sebep, illet, neden olmak bir şeyin olmasına veya ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak.

neden bilimi, neden sonra, neden tanrıcı, ereksel neden, varlık nedeni

neden bilimi is. fel. 1. Olgulara yol açan sebeplerin bütünü, etiyoloji. 2. tıp Hastalık sebeplerini araştıran tıp dalı, etiyoloji.

nedeniyle zf. (nedeniyle) Yüzünden, dolayısıyla, sebebiyle.

ne denli zf. Ne kadar: "Fakat şaşkınlığı ne denli büyük olursa olsun, oranın güzelliği daha büyüktü." -Halikarnas Balıkçısı.

nedenli sf. Nedeni olan, sebepli.

nedenli nedensiz

nedenli nedensiz zf. Hiçbir dayanağı yokken, nedeni olsun veya olmasın, sebepli sebepsiz.

nedense zf. (nede'nse) Bilinmeyen, belli olmayan bir sebep dolayısıyla: "Eline sarılmak istedi, o da nedense elini vermekten çekiniyor."-M. Ş. Esendal.

nedensel sf. fel. Nedenle ilgili olan, sebep niteliğinde olan, illî.

nedensellik, -ği is. fel. Nedensel olma durumu, illiyet.

nedensellik ilkesi

nedensellik ilkesi is. Her şeyin bir sebebi vardır ve aynı şartlar altında, aynı nedenler, aynı etkileri doğurur biçiminde Özetlenebilen ilke.

nedensiz sf. 1. Nedeni olmayan, sebepsiz. 2. zf. Bir sebebi olmadan: Nedensiz gülerdi.

nedenli nedensiz

nedensizlik, -ği is. Nedensiz olma durumu.

neden sonra zf. 1. Aradan bir hayli zaman geçince: "O adamın neden sonra ismini öğrendiler. " -Y. K. Beyatlı. 2. İş işten geçtikten sonra: "Şu karşıdan gelen dilber / Gelir amma neden sonra" -Âşık Ömer.

neden tanrıcı is. din b. Deist.

neden tanrıcılık, -ğı is. din b. Deizm.

nedim is. (nedi:m) Ar. nedim esk. 1. Arkadaş, yakın dost. 2. Yüksek makamdaki kişileri hoş sözlerle, güzel fıkra ve hikâyelerle eğlendiren kimse.

nedime is. (nedi.me) Ar. nedime esk. 1. Hanım arkadaş. 2. Hanım sultanın, yüksek makamda bulunan kadınların yardımcısı olan hanım.

nedret is. Ar. nedret esk. Nicelik bakımından alışılanın, umulanın veya gerekenin altında olma durumu, azlık, seyreklik, nedret kesbetmek seyrelmek.

nefaset is. (nefaıset) Ar. nefaset esk. Nefis olma durumu: "Yemekler her günküne üstün bir nefasete ermiş." -A. Ş, Hisar.

nefer is. Ar. nefer ask. esk. 1. Er: "En kuvvetli, en dikkate değer nefer daima kapının önünde oturuyor."-R. E. Adıvar. 2. Kimse.

dümen neferi, kura neferi

nefes is. Ar. nefes 1. Soluk. 2. Şifa amacıyla hastaya dua okuma. 3. Sigara, pipo içilirken içe çekilen duman: "Sigarasını efkârlı olduğu zamanlar yaptığı gibi sık nefeslerle çabuk çabuk içiyordu." -H. Taner. 4. mec. Canlılık, hayat belirtisi: "Bir insan daha var çok şükür evde /Nefes var /Ayak sesi var / Çok şükür, çok şükür." -O. V. Kanık. 5. ed. Bektaşi ve Alevilerin görüş ve düşüncelerini belirtmek için yazılmış şiir. nefes aldırmamak dinlenmesine fırsat vermemek, aralık vermemek, nefes almak 1) havayı ciğerlerine çekmek, soluk almak: "Nefes aldıkça içime kurum ve is kokusu doluyor sanıyorum. " -R. E. Ünaydın. 2) dinlenmek; 3) ferahlamak, rahatlamak: "Bu telgrafı okur okumaz, geniş bir nefes aldım." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4) mutlu bir biçimde yaşamak: "Gezecek, eğlenecek, nefes alacak hiçbir yer yok." -M. Ş. Esendal. nefes çekmek 1) sigara veya başka bir şeyin dumanını içine çekmek: "Ramazan sigarasının izmaritinden birkaç nefes çekti." -Ç. Altan. 2) esrar içmek, nefes etmek boş bir inanışa göre, rahatsızlığı, illeti geçirmek için okuyup üflemek: "Ahalinin büyük bir kayıtsızlıkla "çiçek" ismini verdiği frengiye nefes eder, tütsü yapardı." -R. H. Karay, nefes tüketmek uzun uzun ve boş konuşmak: "Enişte istediği kadar nefes tüketsin, hepsi bir kulağımdan girer, öteki kulağımdan çıkar." -S. M, Alus. nefesi durmak 1) ölmek: "Nabzı durdu, nefesi durdu galiba." -Y. Z. Ortaç. 2) mec. şaşkınlık içinde kalmak, nefesi kesilmek (veya daralmak veya tutulmak) 1) güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak: "Nefesi daralıyor. yüzü kızarıyor, böğrüne bir ağrı giriyor ve yol ona gittikçe uzuyordu." -M. Ş. Esendal. 2) mec. bunalmak, sıkılmak: "iki güzel filmin arkasından peş peşe on tane moloz film sıralanınca insanın nefesi kesiliyor. " -B. R. Eyuboğlu. 3) mec. hayran kalmak, etkilenmek.

nefes borusu, nefes darlığı, nefes kesici, nefes nefese, nefesi kuvvetli, bir nefes, son nefes, tıknefes, balıknefesi, bir nefeste

nefes borusu is. anat. Soluk borusu.

nefes darlığı is. tıp Solumada yaşanan sıkıntı.

nefesi kuvvetli sf. Okuduğu dualar etkili olan (kimse).

nefes kesici sf. Heyecanlı, coşkulu.

nefesleme is. Nefeslemek işi.

nefeslemek (-i) 1. Nefesini bir şeye yöneltmek, üflemek. 2. Okuyup üflemek, nefes etmek.

nefeslenme is. Nefeslenmek işi.

nefeslenmek (nsz) Nefes alacak kadar duraklamak, biraz dinlenmek: "Halazadem burada biraz nefeslendi." -B. Felek.

nefesli sf. 1. Soluk alıp vermeden uzunca bir zaman durabilen. 2. Üflemeli. 3. mec. Nefesi güçlü olan: "Bir kere hepimizden nefesli idi." -H. Taner.

nefesli sazlar

nefeslik, -ği is. 1. Bir soluk alıncaya kadar geçen süre. 2. Hava alma yeri, hava deliği: "Bir vapur ocağı başında çalışan ateşçilere taze deniz havası ulaştıran nefeslikler gibi ferahlatmasa." -R. H. Karay.

tıknefeslik

nefesli sazlar ç. is. muz. Üflemeli sazlar.

nefes nefese zf Soluk soluğa: "Mermer merdivenleri nefes nefese çıkıp elektrik düğmesine basarken kalbi... yırtılacak gibi çarpıyordu. " -Ö. Seyfettin, nefes nefese kalmak soluğu tıkanacak gibi olmak: "Delikanlı, sonunda gömleği terden sırtına yapışıp nefes nefese kaldığı bir an, gömleğinin yeniyle alnının terini silerek oyunu bıraktı." -N. Cumalı.

nefha is. Ar. nefha esk. 1. Güzel koku. 2. Esinti.

nefir is. (nefv.r) Ar. nefir esk. Yuf borusu.

nefis, -fsi (I) is. Ar. nefs 1. Öz varlık, kişilik: "Çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü." -Ö. Seyfettin. 2. İnsanın yeme içme vb. gereksinimlerinin bütünü, nefsine düşkün bencil, nefsine uymak bedenin isteklerine uymak, günah işlemek: "Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?" -Ö. Seyfettin, (bir şey yapmayı) nefsine yedirememek bir şey yapmayı kendisi için ağır, onur kırıcı bulmak: "Riyakârlığı da bir türlü nefsine yediremiyordu." -S. F. Abasıyanık. nefsini körletmek beden isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek, nefsini yatıştırmak.

nefis izzeti, nefis muhasebesi, nefis mücadelesi, nefis müdafaası, izzetinefis, cebrinefis, kifafinefis

nefis (II) sf (nefi.s) Ar. nefis Pek hoş, İstek uyandıran, çok güzel: "Akşamları soğuk yemekler yiyorum, ama nefis şeylerdi." -R. H. Karay.

nefis izzeti is. Kişinin öz saygısı, kişiliği, yüceliği, onuru, izzetinefis: Bu gülmek, bir nefis izzeti yarasının kanamasını örtüyordu." -R. E. Ünaydın.

nefis muhasebesi is. İnsanın isteklerini, hırslarını ve yaptıklarını gözden geçirmesi, doğru veya yanlışlarını vicdanının süzgecinden geçirip bir değerlendirme yapması. nefis muhasebesi yapmak insan isteklerini, hırslarını ve yaptıklarını gözden geçirmek, doğru veya yanlışlarım vicdanının süzgecinden geçirip bir değerlendirme yapmak: "Normal yaşamının çekişmeleri içinde tekerlenip giden insan, bayramlarda bir nefis muhasebesi yapmak imkânı bulur." -H. Taner.

nefis mücadelesi is. İnsanın, kendi nefsinin isteklerini önleme çabası.

nefis müdafaası is. Korunma, kendini, öz benliğini koruma, nefsi müdafaa.

nefiy, -fyi is. Ar. nefy esk. 1. Sürme, sürgüne gönderme: "Bu nefiy hadisesinin dehşeti konakta, için için hissolunurdu." -Y. K. Beyatlı. 2. dbl. Olumsuzluk ve olumsuz kılma. 3. man. Yadsıma.

nefyedilmek, nefyetmek

nefret is. Ar. nefret 1. Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu. 2, Tiksinme, tiksinti: "Şimdi bu satırlarımı hiddetle, nefretle, iç bulantısı ile yazıyorum. " -A. Gündüz, nefret duymak birinden tiksinmek, hoşlanmamak: "Gönlümde o zamana kadar duyduğum nefret yerine büyük bir korku titriyordu." -M. Ş. Esendal. nefret etmek 1) birine veya bir şeye karşı nefret duygusuyla dolu olmak: "Şu dakikada senden nefret ediyorum, senden böyle hareket beklemezdim." -P. Safa. 2) tiksinti duymak. nefret uyandırmak nefret etmesine sebep olmak: "Çünkü Ömer Bey, başka birinde son derece nefret uyandıran bir kabalık, bir kusur sayılması lazım gelen o gurur ve azamet buhranları içinde bile, bir çocuk saflığım saklıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

nefrit is. Fr. nephrite tıp Böbrek iltihabı.

nefsani sf. (nefsa:ni:) Ar. nefsânı esk. Canlılığın zorunlu kıldığı gereksinim ve isteklerle ilgili, beden arzularıyla ilgili.

nefsaniyet is. (nefsa:niyet) Ar. nefsâniyyet esk. Düşmanlık duygusu, kin besleme.

nefsi müdafaa is. Nefis müdafaası.

neft is. Far. neft kim. 1. Organik maddelerin ayrışmasından oluşan tutuşur sıvıların birçoğu. 2. Çoğunlukla boyacılıkta kullanılan, petrol türevlerinden bir çeşit mineral yağ, neft yağı.

neft yağı

neftî is. (nefti:) Far. neft + Ar. -i 1. Siyaha yakın koyu yeşil: Karacaahmet'in koyu servileri bulutsuz ufukta neftî bir leke hâlinde göze batıyordu." -H. Taner. 2. sf Bu renkte olan.

neftîleşme is. Neftîleşmek işi veya durumu.

neftîleşmek (nsz) Neftî olmak, rengi neftiye dönmek.

neftîleştirme is. Neftîleştirmek işi veya durumu.

neftîleştirmek (-i) Rengini neftiye çevirmek, neftîleşmesine yol açmak: "Arkamda çam korularının parça parça neftîleştirdiği yeşil bir dağ." -R. H. Karay.

neftimsi sf. Rengi neftiyi andıran, neftiye benzeyen.

neft yağı is. Neft.

nefyedilme is. Nefyedilmek işi.

nefyedilmek (-e) Ar. nefy + T. edilmek esk. 1. Sürgüne gönderilmek, sürülmek: "Anadolu'nun her tarafına nefyedilenlerln hatıralarıdır. " -Y. K. Beyatlı. 2. (nsz) dbl Olumsuz kılınmak.

nefyetme is. Nefyetmek işi.

nefyetmek, -der (-i, -e) Ar. nefy + T. etmek esk. 1. Sürgüne göndermek; "Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu'ya nefyetmekle iktifa ediyorum." -F. R. Atay. 2. (-i) dbl. Olumsuz kılmak.

negatif sf. Fr. negatif 1. Olumsuz, menfi. 2. mat. ve fiz. Eksi, pozitif karşıtı. 3. is. Gerçekteki aydınlık ve karanlık bölümleri tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi: "Bütün mahzuru otuz altı film bitmeden negatifi çıkaramıyorsunuz." -H. Taner.

negatif büyüklük, negatif sayı

negatif büyüklük, -ğü is. mat. Aynı türden pozitif bir büyüklükle ters yönde olan büyüklük.

negatif sayı is. mat. Eksi sayı.

nehari sf. (neha:ri:) Ar. nehâri esk. 1. Gündüzlü: "En arka sırada, derslerde nadiren gözüken bir nehari talebe yalnız başına oturuyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. zf Gündüzlü olarak.

nehir, -hri is. Ar. nehr Irmak.

nehir roman

nehir roman is. ed. Irmak roman.

nehiy, -hyi is. Ar. nelty esk. Bir işin yapılmasını yasak etme, engelleme, menetme.

nekahet is. (neka:het) Ar. nekahet Hastalık sonrası, sağlıklı duruma geçme dönemi: "His var mı bu âlemde nekahet gibi tatlı." -Y. K. Beyatlı.

nekahethane

nekahethane is. (neka:hetha:ne) Ar. nekahet + Far. hâne esk. Şifa yurdu, dinlenme yurdu: "O kadar ki sonunda şık ve iyi nekahethanede yatırmak mecburiyeti hasıl olmuş."-S. F. Abasıyanık.

nekais ç. (neka:is) Ar. nekâ 'iş Eksiklikler, noksanlıklar.

nekes sf. Far. nü + kes Cimri.

nekeslik, -ği is. Cimrilik.

nekre sf. Ar. nekre esk. Beklenmedik hoş ve şaşırtıcı sözler söyleyen, güldürücü hikâye anlatan (kimse), nükteci: "Nekre ve zarif, iyi bir hatipti." -F. R. Atay.

nekrelik, -ği is. Nekre olma durumu.

nekroloji is. Fr. necrologie Nekroz bilimi.

nekrolojik, -ği sf. Fr. necrologiaue Nekroz bilimi ile ilgili.

nekrotik, -ği sf. Fr. necrotiaue Nekroz görünümünde veya durumunda olan.

nekroz is, Fr. necrose Canlı maddelerin fiziksel ve kimyasal değişimi.

nektar is. Fr. nectar 1. Yunan mitolojisinde, içenleri ölümsüzlüğe kavuşturan tanrı İçkisi. 2. Meyve özü. 3. bot. Bal özü.

nem is. Far. nem 1. Havada bulunan su buharı. 2. Hafif ıslaklık, rutubet. 3. Toprağın nemi, öl, höl.

nemçeker, nemdenetir, nemölçer, bağıl nem, mutlak nem, salt nem, ağaç nemi

nema is. (nema:) Ar. nema esk. 1. Büyüme, gelişme, çoğalma. 2. ekon. Faiz, ürem.

nemalandırma is. Nemalandırmak işi veya durumu.

nemalandırmak (-i) Nemalanmasını sağlamak.

nemalanma is. Nemalanmak işi.

nemalanmak (nsz) (nema.ianmak) 1. Faizin katılmasıyla para çoğalmak. 2. mec. Beslenmek.

nemcil sf. bot. Nemden ve nemli yerden hoşlanan (bitki), hidrofil.

Nemçe öz. is. (ne'mçe) SI. tar. Osmanlılarca, Avusturya'ya ve halkına verilen ad.

nemçeker is. 1. Havadaki nemin niceliğini ölçüp gösteren alet, higroskop. 2. sf Havadaki nemi emme özelliği olan, higroskopik.

nemdenetir is. fiz. Bir yerdeki nemlilik derecesini durağan durumda bulunduran alet, higrostat.

neme gerek, -ği is. Neme lazım.

neme lazım is. 1. "Bu işle ilgilenmem, buna karışmam" anlamlarında kullanılan bir söz: "Sen gel benim canımı al, sonra da Cennete ilet / Sen onu cinlere vadet, cansız neme lazım Cennet?" -B. R. Eyuboğlu. 2. Doğrusunu isterseniz, doğruyu söylemek gerekirse: "Neme lazım, adamcağız hiç falso vermedi, fırsat bu fırsat deyip şahsi işlerini açmaya yellenmedi." -H. Taner.

neme lazımcı is. İlgilenilmesi gereken şeylerle ilgilenmekten kaçınan kimse.

neme lazımcılık, -ğı is. Gerekli şeylerle ilgilenmekten kaçınma durumu, bir şeyi umursamama durumu: "Belki de gerekli olan bizim de bu neme lazımcılığa katılmamız ve olup olmadık şeylere burnumuzu sokmamamızdır." -S. Birsel.

neme yönelim is. biy. Canlıların zorunlu olarak havanın nemine göre yönelmesi ve yer değiştirmesi, higrotropizm.

nemf is. Fr. nymphe zool. Böceklerin kurtçuk durumdan yetişkin duruma geçerken aldıkları özel biçim.

nemlendirici sf. 1. Nemlendirmeye yarayan. 2. is. Klima tesisatında havanın nemlenmesini sağlayan bölüm.

nemlendirici krem

nemlendirici krem is. Kuru ciltlerin bakımı için veya makyaj öncesinde kullanılan özel krem.

nemlendirme is. Nemlendirmek işi.

nemlendirmek (-i) Nemli duruma getirmek, rutubetlendirmek.

nemleniş is. Nemlenme işi veya biçimi.

nemlenme is. Nemlenmek işi.

nemlenmek (nsz) Nemli duruma gelmek, rutubetlenmek: "Kayıkta üstlerine oturduğumuz minderlerin nemlenen yastıklarına sürdüğüm elim..." -A. Ş. Hisar.

nemletme is. Nemletmek işi veya durumu.

nemletmek (-i) Nemli duruma getirmek.

nemli sf. 1. Nemi olan, az ıslak, rutubetli, kuru karşıtı: "Hafif bir rüzgâr dalgası nemli saçlarının arasından geçti." -P. Safa. 2. mec. Yaşlı (göz).

nemlilik, -ği is. Nemli olma durumu.

nemölçer is. Havanın nem derecesini Ölçmeye yarayan alet, higrometre.

nemrut, -du sf. Ar. nemrüd Yüzü gülmez, acımaz, can yakıcı.

nemrutlaşma is. Nemrutlaşmak işi.

nemrutlaşmak (nsz) Nemrut gibi davranmak, acımasız olmak, yüzü gülmemek.

nemrutluk, -ğu is. Nemrut olma durumu.

Nemse öz. is. (ne'mse) tar. Nemçe.

ne ... ne ... bağ. Far. 1. Birden fazla özne, tümleç veya fiili birlikte inkâr etmek İçin, bunlardan önce yer alan kelimelerin başlarına getirilen tekrarlamalı bağlaç, hem ... hem ... karşıtı: "Günlerce ne gördüm ne de bir kimseye sordum." -Y. K. Beyatlı. 2. Ne ile bağlanan özne veya cümlelerden önceki fiiller aşağıda gösterilen durumlarda olumsuz kullanılırlar: a) Fiil, ne ile bağlanan özne veya cümlelerden önce gelirse: Gelmediler ne annem ne babam, b) ne'li cümlenin fiili şartlı olursa: Sen ne yaz ne kış dinlemezsen çabuk çökersin, c) fiilden önce olumsuz bir anlam veren bir ünlem veya zarf bulunursa: Ne tütüne ne içkiye sakın alışmayın. Ne İzmir'e ne Bursa'ya hiç gitmemiş. ç) -diği, -inceye kadar, -ince, -dikçe, -dikten sonra veya -den önceki biçimindeki zarf-fiillerle; Ne memlekette konuşulan dili ne oranın âdetlerini bilmediğinden çok zahmet çekti. Ne çay ne kahve içmeyeli rahat ettim. Ne parası ne malı kalmayıncaya kadar saçtı savurdu. Ne kitabı ne defteri bulamayınca kızdı. Ne sigara ne içki içmedikçe korkmasın. Ne sen ne o gelmedikten sonra (veya gelmeden önce) ben yalnız ne yapayım? 3. iki sıfat veya sıfat durumunda olan iki kelimenin başına getirildiğinde iki kavramın ortalaması olan üçüncü bir kavram anlatan bir söz: Ne sıcak ne soğuk. Ne uzun ne kısa. Ne az ne çok. 4. sf. Çokluk, güzellik vb. anlatan bir söz: "Fakat ne eşya ne eşya!" -P. Safa. ne altını bırakmak ne üstünü bir şeyin veya yerin her tarafını karıştırmak, dolaşmak vb: Geze dolaşa şehrin ne altını bıraktık ne üstünü, ne dağda bağım var ne çakaldan davam tuttuğum bir taraf yok ki ona saldıranların karşısında olayım, ne hesaba gelmek ne de kantara elle tutulur feyfeggl olmamak, tutarlı ve sağlam görünmemek: Anlattıkların ne hesaba gelir ne de kantara. (tavşan boku gibi) ne kokar ne bulaşır kimseye iyiliği de dokunmaz, kötülüğü de. ne od var ne ocak yoksulluk ve perişanlık içinde, ne olur ne olmaz her ihtimali düşünmek gerekir: "Ben, kendi hayvanımı ne olur ne olmaz diye söğüt ağaçlarından birinin kütüğüne bağlamak lüzumunu gördüm." -Y. K. Karaosmanoğlu. ne sakala minnet ne bıyığa en yakın akrabalarının bile yardımını istemeyerek kendi imkânlarıyla yetinme. ne Samın şekeri ne Arabın zekeri (veya yüzü) yararı olsa bile istenmeyen kimseler için söylenen bir söz. ne şeytanı gör ne salavat getir gücünün yetmediği işe kalkışmamayı, kalkışılırsa da başkalarından medet ummamayı anlatmak için söylenen bir söz: "Gerçi çiğ yememişler karınları ağrımıyordu ama, gene de ne şeytanı görmek ne de salavat getirmekten yanaydılar." -O. Kemal, ne şiş yansın ne kebap iki taraf da gücendirilmesin veya korunsun, ne yârdan geçer ne serden hiçbir şeyden vazgeçmeyen, özveride bulunmayan için kullanılan bir söz: "Ne yârdan geçerim ne serden / Ne denizlerden ne gökyüzünden." -O. V. Kanık.

nene is. esk. 1. Anne. 2. Nine.

neodim is. Fr. neodyme kim. Atom numarası 60, atom ağırlığı 144,3, yoğunluğu 6,96 olan, seryumdan daha sert bir element (simgesi Nd).

neojen is. Fr. neogene jeol. 1. Üçüncü zamanın bölündüğü dört büyük devirden son ikisi olan pliyosen ile miyoseni birden kavrayan sistem. 2. sf. Bu sistemle ilgili.

neolitik, -ği sf. Fr. neolithique tar. Taş Devrinin son çağı ile ilgili.

neolojizm is. Fr. neologisme dbl. Söz türetmecilik ve uydurmacılık.

neon is. (ne'on) Fr. neon kim. 1. Atom sayısı 10, atom ağırlığı 20,2, yoğunluğu 0,7 olan, sıvı durumuna getirilmiş havadan elde edilerek ışık araçlarında kullanılan, havada pek az olarak bulunan, asal gazlar sınıfından bir element (simgesi Ne). 2. Neon lambası: "O koca çınarın altındaki fıskiyeli, kameriyeli, neon ışıklı havuz kaça çıkardı?" -S. F. Abasıyanık.

neon lambası, neon tüpü

neon lambası is. Neon tüpü kullanılarak yapılan aydınlatma aracı, neon.

neon tüpü is. İçinde neon gazı bulunan boru biçiminde bir çeşit ampul.

neoplatonizm is. (neoplâtonizm) Fr. neoplatonisme fel. Yeni Eflatunculuk.

neoplazma is. (neoplâzma) Fr. neoplasıne tıp 1. Yeniden oluşan doku. 2. Ur.

neozoik, -ği sf. Fr. neozoi'que jeol. Üçüncü ve dördüncü zamanla ilgili.

nepotist is. İng. nepotist Akraba ve yakın arkadaşlarını kayıran.

nepotizm is. İng. nepotism Akraba ve yakın arkadaşları kayırma.

Neptün öz. is. Fr. Neptün Güneşe yakınlık bakımından sekizinci olan gezegen

neptünyum is. (neptii'nyum) Fr. neptunhım kim. Atom numarası 93, atom ağırlığı 239 olan, uranyumun nötronlarla bombardımanından yapay olarak elde edilen, radyoaktif bir element (simgesi Np).

nerde zf. (ne'rde) bk. nerede.

nere zf. (ne're) 1. Hangi yer? Buranın nere (veya neresi) olduğunu biliyor musunuz? Bu, nerenin (veya neresinin) resmi? 2. is. Vücudun hangi tarafı veya hangi organı: Nereniz ağrıyor? ... nere ... nere iki şeyin aralarındaki uzaklığı veya nitelik ayrımını belirten bir söz: Konya nere Ankara nere.

nerede zf. (ne'rede) 1. "Hangi yerde?" anlamına yer zarfı: "Bu kadın nerede imiş, babası onu nerede görmüş?" -M. Ş. Esendal. 2. iini. "İmkânsız" anlamında bir söz: "Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede!" -Ö. Seyfettin.... nerede ... orada söylenilen iki şeyin birlikte olması gerektiği anlatılmak istendiğinde kullanılan bir söz: Ben nerede sen orada, nerede akşam, orada sabah bir kimsenin gece kalacak belli bir yeri olmadığını, rastgele bir yerde kalabileceğini anlatan bir söz. nerede bu bolluk bu işi yapmak sanıldığı kadar kolay değil, imkânlar sınırlı, nerede hareket, orada bereket hareket olan yerde bolluk olur, nerede kaldı ne yararı oldu? "Senin filozofluğun nerede kaldı?" -Ö. Seyfettin. nerede kaldı ki olacak gibi görülmeyen bir düşünceyi anlatan sözün başına getirilir: O kendisi bilmez, nerede kaldı ki başkasına öğretsin.

nereden zf. (ne'reden) 1. "Hangi yerden?" anlamına yer zarfı. 2. Nasıl, ne gibi bir ilişki ile: Nereden hatırınıza geldi de, bu işi ortaya koydunuz?

nereden nereye

nereden nereye zf. 1. İki olay arasındaki ilişkiye şaşılarak: Nereden nereye, siz böyle bir iş isteyebilir miydiniz? 2. Uzak, dolambaçlı bir ilişki ile.

neredeyse zf. (ne'redeyse) 1. Hemen hemen: "Arabacım neredeyse donmak üzereydi." - K. Hulusi. 2. Kısa bir süre içinde: Neredeyse gelecek.

nereli sf (ne'reli) Birinin memleketini, doğum yerini sormak için kullanılan bir söz: Siz nerelisiniz?

neresi zm. (ne'resi) 1. Hangi yönü: Bunun neresi güzel? 2. Tekrarlandığında karşılaştırılan şeylerin uzaklığını belirten bir söz: İzmir neresi, Ankara neresi? 3. zf. Nerede, hangi yerde: İlkokul neresi?

nereye zf. (ne'reye) "Hangi yere?" anlamına yer zarfı: Kitabı nereye koydun?

nereden nereye

nergis is. Far. nergis bot. Nergisgillerden, çiçekleri ayrı veya bir kök sap üzerinde şemsiye durumunda, açılmadan önce bir yenle örtülü bulunan ve bazı türlerinde beyaz, bazılarında sarı renkte, 20-80 cm yükseklikte, soğanlı bir süs bitkisi (Narcissus).

nergis zambağı, bataklık nergisi

nergisgiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, nergis, fulya, kardelen gibi çoğu küçük ve kokulu çiçekleri içine alan bir bitki familyası.

nergis zambağı is. bot. Soğanla üretilen, iri ve güzel çiçekli bir süs bitkisi, güzelhatun çiçeği (Amaryllis).

neritik, -ği sf Fr. neritique coğ. Kıyı şeridinde deniz kabukları, kum, çakıl vb. şeylerle oluşan yığınakla ilgili.

nervür is. Fr. nervure 1. Bir veya iki milimlik pili. 2. Direnci artıran çıkıntı: Bazı demirlerin üzerinde nervür vardır.

nervürlü sf. Nervürü olan.

nervürlü çelik, nervürlü demir

nervürlü çelik, -ği is. Direnci artıran, üzerinde çıkıntılar bulunan, dişli demir çubuk, nervürlü demir.

nervürlü demir is. Nervürlü çelik.

nesebi gayrisahih sf. halk. Yasal olmayan bir birleşme sonunda doğan (çocuk).

nesebi sahih sf. huk. Kanuna uygun bir evlenme sonunda doğan (çocuk).

nesep, -bi is. Ar. neseb esk. Soy, baba soyu.

nesebi sahih, hasebi nesebi

nesi zm. 1. Kimi, akrabası mı, yakını mı? Ali, Ahmet'in nesidir? 2. Hangi yönü, hangi tarafı: "Bunun nesi iyi?" -H. Taner, nesi var 1) çok iyi, çok güzel: "Hem nesi var yahu, akça pakça kız." -S. F. Abasıyanık. 2) hastanın durumunu öğrenmek amacıyla kullanılan bir söz: Cemal'in nesi var? - Nezle olmuş, nesi var nesi yok bütün serveti, her şeyi: "Eşkıyalar yolun gerisini de tutmuşlardı. Can maldan tatlı. Herkes nesi var nesi yok efenin önüne döktü." -Ö. Seyfettin.

nesiç, -sci is. Ar. nesc esk. 1. anal. Doku. 2. Dokuma.

nesih, -shi is. Ar. nesh esk. 1. Kaldırma, hükümsüz bırakma. 2. Arap harflerinin, basımda ve yazma kitaplarda en çok kullanılan çeşidi.

nesil, -sli is. Ar. nesi 1. sos. Kuşak: "Bu nesil öyle zamanlar geçirdi ki doğduğuna lanet etti." -F. R. Atay. 2. Hayvanlarda döl. nesli tükenmek bitmek, tamamen yok olmak, ortadan kalkmak: "Oralarda nesli tükenmiş sandığımız âşıklar, halkı coşturmak için ozanlann kopuzlarını çalıyorlar." -O. S. Orhon.

nesilden nesile, aslı nesli

nesilden nesile zf. Kuşaktan kuşağa, kuşaklar boyunca: "Bir şehrin hayalimizde aldığı çehreleri, insandan insana değiştiği gibi nesilden nesile de değişir." -A. H. Tanpınar.

nesim is. Ar. nesim esk. Hafif yel, esinti.

nesir, -sri is. Ar. neşr ed. Düz yazı: "Her millette olduğu gibi bizde de kelimeleri şiir canlandırmış, nesir sadece kullanmıştır." - Y. K. Beyatlı.

nesne is. 1. Belli bir ağırlığı ve hacmi, rengi, maddesi olan her türlü cansız varlık, şey, obje: "Ağzımıza koyduğumuz şey değil, tadını tuzunu bildiğimiz nesne değil." -S. M. Alus. 2. dbl. Geçişli fiili bütünleyen yalın veya belirtme durumunda bulunan tümleç: "Ali bir kitap almış" cümlesinde "kitap" nesnedir. 3. fel. Öznenin dışında kalan her konu, obje: "Her nesne ve olaya alaycı bir gözle bakmak ilkesinden yola çıkar bu görüş. " -S. Birsel.

nesne öbeği, belirli nesne, belirtili nesne, belirtisiz nesne, ortak nesne

nesnel sf. 1. Nesne ile ilgili, nesneye ilişkin, öznel karşıtı. 2. mec. Gerçeğe varmak amacıyla, taraf tutmadan inceleme yapan, hüküm veren, afaki, objektif. 3. fel. Bireyin kişisel görüşünden bağımsız olan, objektif, nesnelci is. fel. Nesnelcilik yanlısı olan kimse, objektivist.

nesnelcilik, -ği is. fel. Öznenin değil nesnenin gerçekliğine dayanan bilgileri arayan akıl yolu, objektivizm.

nesnelleşme is. fel. Nesnel duruma gelme.

nesnelleşmek (nsz) Nesnel duruma gelmek.

nesnellik, -ği is. Nesnel olma veya nesnelerin gerçeğine dayanma durumu, afakilik, objektiflik, öznellik karşıtı.

nesne öbeği is. dbl. Nesneyle ilgili olarak kullanılan kelimelerin bütünü: Bir adam, 'yan taraftaki geniş kapının iki kanadını' açtı.

nesnesel sf. Nesneye ilişkin.

nesnesiz sf. 1. dbl. Nesnesi olmayan. 2. is. psikol. Belli bir nesneye dayanmayan ruhsal durum.

neşren zf. (ne'sren) Ar. neşren Nesir olarak, düz yazı olarak.

neşe is. Ar. neş 'e 1. Mutlu olmaktan doğan ve dışa vurulan sevinç, şetaret: "Zaferin bütün neşesi bu ihtiyarda idi." -F. R. Atay. 2. Hafif sarhoşluk, çakırkeyif olma. neşesi kaçmak sevinci azalmak, kederlenmek: "O günden sonra Canan'ın uzun müddet neşesi kaçtı." -P, Safa. neşesi yerinde neşeli: "O, neşesi yerinde, beyti tekrarlayarak kadehini kaldırdı." -Y. Z. Ortaç, neşesini bulmak neşeli bir duruma gelmek, neşelenmek.

neşelendirme is. Neşelendirmek işi.

neşelendirmek (-i) Neşeli duruma getirmek, şenlendirmek, keyiflendirmek.

neşeleniş is. Neşelenme işi veya biçimi.

neşelenme is. Neşelenmek işi.

neşelenmek (-e, -den) Neşeli duruma gelmek, şenlenmek, keyiflenmek.

neşeli sf. 1. Sevinçli, keyifli, şen: "Bugün ne kadar iyi, ne kadar neşeli olduğumu görüyor musunuz?" -R. N. Güntekin. 2. zf. Sevinçli, keyifli, şen bir biçimde: "Onu o kadar neşeli karşıladı ki hemen keyfi yerine geldi."-P. Safa.

neşesiz sf. Neşesi olmayan.

neşesizlik, -ği is. Neşesiz olma durumu, üzgünlük: "Odada derin bir neşesizlik yüzleri buruşturmuştu." -P. Safa.

neşet is. Ar. neş 'et esk. Çıkma, ileri gelme. neşet etmek kaynağını bir yerden almak, doğmak.

neşide is. (nesi:de) Ar. neşide esk. 1. Bir toplulukta okunmaya değer şiir: "Neşidesini okurken, birdenbire bir açılışı, bir derinleşmesi vardır." -M. Ş. Esendal. 2. Atasözü gibi kullanılan beyit veya dize.

neşir, -şri is. Ar. neşr esk. 1. Yayma, dağıtma, saçma. 2. Yayım.

neşredilmek, neşretmek, neşrolunmak, leffüneşir

neşredilme is. Yayımlanma.

neşredilmek (nsz) Ar. neşr + T. edilmek esk. Yayımlanmak: "Hususi değil, bilakis gazetelerde neşredilecek kadar güzel bir yazı..." -P. Safa.

neşren zf (ne'şren) Ar. neşren esk. Yayım yoluyla.

neşretme is. Neşretmek işi.

neşretmek, -der (-i) Ar. neşr + T. etmek esk. 1. Yaymak, dağıtmak, saçmak. 2. Yayımlamak: "Alacağımız fazla haberleri yine neşredeceğiz." -A. Gündüz.

neşriyat is. (neşriya:t) Ar. neşriyyât Yayın.

neşrolunma is. Neşrolunmak işi veya durumu.

neşrolunmak (nsz) Ar. neşr + T. olunmak esk. Yayımlanmak.

neşter is. Far. nışter tıp Kan almak, aşı yapmak veya küçük apseleri açmak İçin kullanılan ufak bıçak, neşter vurmak bir sqrunu kesin bir sonuca ulaşmak amacıyla ele almak.

neşterleme is. Neşterlemek işi.

neşterlemek (-i) 1. Neşterle kesmek. 2. mec. Üzüntü verecek bir durumu veya sorunu hatırlatmak, deşmek: "Cemiyetin böyle üstü kapalı işleyen yaralarım açıp da neşterlemelidir." -Ö. Seyfettin.

neşvünema is. (ne'şvünema:) Ar. neşv + nema esk. Gelişme, yetişme, neşvünema bulmak gelişmek.

net sf. Fr. net 1. Bütün çizgileri belirgin olan, gözün bütün ayrıntılarıyla algıladığı, iyi görünen. 2. İyi duyulan (ses). 3. Kesintilerden sonra geri kalan miktarda olan, safı: "Bin beş yüz net veriyorlardı, vergi, sigorta çıktıktan sonra." -H. Taner. 4. mec. Açık seçik olan, anlaşılmaz yanı bulunmayan: "Hayatını didik didik etmek, son beş altı yıllık çizgisini net olarak ortaya çıkarmak istiyordu." -T. Buğra.

net resim, net ücret

netameli sf. (neta:meli) 1. Gizli bir tehlikesi olduğu sanılan, tekin olmayan: "Artıkyürüyelim, bir an önce çıkalım bu netameli yerden." -O. C. Kaygılı. 2. Başına sık sık kaza gelen: Netameli çocuk.

netekim zf. bk. nitekim.

netice is. Ar. netice Sonuç.

neticelendirme is. Sonuçlandırma.

neticelendirmek (-i) Sonuçlandırmak.

neticeleniş is. Neticelenme işi veya biçimi.

neticelenme is. Neticelenmek işi, sonuçlanma.

neticelenmek (nsz) Sonuçlanmak: "Bu, bir türlü neticelenmeyen maceranın artık hiç şüphesiz sonudur." -R. H. Karay.

neticeleşme is. Neticeleşmek işi veya durumu.

neticeleşmek (nsz) Sonuca erişmek.

neticesiz sf. Sona ulaşmayan, sonuçsuz: "Sizi şu neticesiz hevesten vazgeçirmek için tehlikeyi göze aldım, geldim." -R. H. Karay.

neticesizlik, -ği is. Neticesiz olma durumu.

neticeten zf. (neti:'çeten) Ar. neticeten esk. Sonuç olarak.

netleşme is. Netleşmek işi veya durumu.

netleşmek (nsz) Net, açık seçik, iyi bir duruma gelmek.

netleştirme is. Netleştirmek işi.

netleştirmek (4) Net ve açık bir duruma kavuşturmak.

netlik, -ği is. Net olma durumu: "Ferit gözlerini açınca evvela etrafı görüşündeki netliğin verdiği' hayret içinde Vafi Bey'in açık yeşil gözlerindeki berrak huzurla karşılaştı."-P. Safa.

net resim, -smi is. Genellikle 1/10 ölçeğinde çizilen ve işin, önden, yandan, üstten görünüşünü veren teknik resim.

net ücret is. ekon. Brüt ücretten gelir vergisi, sigorta primi vb. kesildikten sonra ele geçen ücret.

neuzübillah is. (neu:'zubillah) Ar. ne'üzubillah din b. "Tanrı'ya sığındık, Tanrı korusun" anlamlarında, tehlikeli bir durumla karşılaşıldığında kullanılan bir söz.

nev is. Ar. nev' Çeşit, cins, tür: "Bu kadının hastalığı, isterinin çok şiddetli bir nevidir." -P. Safa.

nevi şahsına münhasır

neva is. (neva:) Far. neva esk. 1. Ses, ahenk, nağme. 2. müz. Klasik Türk müziğinde bir makam adı ve yegâhtan bir oktav tiz olan "re" perdesi.

nevabuselik

nevabuselik, -ği is. (neva:buselik) müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.

nevale is. (nevade) Ar. nevale Gereken yiyecek ve içecek şeyler, azık: "Halk, sırtlarında heybeleri, ellerinde nevale sepetleriyle vapura girdi." -Y. K. Beyatlı. nevaleyi düzmek 1) gerekli yiyecek ve içeceği sağlamak: "Elinde yiyecek paketleriyle evin nevalesini düzmüş, geri dönüyor." -R. H. Karay. 2) sofrayı hazırlamak.

soğuk nevale

nevazil is. (neva:zil) Ar. nevazil tıp esk. Nezle: "Sabah erkenden ayaza çıkarsan nevazil olursun..."-B. Felek.

nevaziş is. (neva:ziş) Far. nevâziş esk İltifat, gönül alma, okşama: "Vaktiyle en tatlı iltifatları, en sıcak nevazişleri ondan işittim." -O. S. Orhon.

nevbahar is. Far. nev + bahar esk. 1. İlkbahar. 2. müz. Türk müziğinde birleşik bir makam.

neveser is. Far. nev + Ar. eşer müz. Klasik Türk müziğinde birleşik bir makam.

nevir, -vri is. Ar. nevr hlk. Yüzün rengi, bet beniz, nevri dönmek belli etmemeye çalıştığı bir Öfkeye kapılmak, çok sinirlenmek: "Halit'in tavrım beğenmemişti. Herifin birdenbire nevri dönmüştü." -S. F. Abasıyanık.

nevi şahsına münhasır sf. Kendine Özgü davranış ve karakteri olan (kimse): "Nevi şahsına münhasır bir ziyankâr hırsız, iki üç günde bir eve giriyor..." -R. N. Güntekin.

nevmit, -di sf. (nevmi:t) Far. nevmid esk. 1. Umutsuz, çaresiz. 2. zf Umutsuz, çaresiz bir biçimde: "Bir kısmı geceyi burada geçirmek zaruri olduğu kanaatinde idi, ona göre bir şey yapalım, ateş yakalım diye, nevmit ve şaşkın söyleniyorlardı." -R. N. Güntekin. nevmit olmak çaresiz kalmak, umudu kalmamak: "Bu dönüşlerde Fahim Bey yorgun, bezgin, nevmit olurmuş." -A. Ş. Hisar.

nevralji is. Fr. nevralgie tıp Sinir üzerinde duyulan, genellikle şiddetli ve batıcı ağrı.

nevraljik, -ği sf. Fr. nevralgiaue tıp Nevraljiyle İlgili, nevralji türünden olan: Nevraljik ağrılar.

nevrasteni is. Fr. neurasthenie psikol. Başağrıları, sindirim güçlükleri vb. fiziksel rahatsızlıklar ve ruhsal görevlerde gevşeme ve bitkinlik biçiminde görülen, sinirsel güçlerin zayıflamasından doğan nevroz, sinir argınlığı: "Mefkure birdenbire kaybolmayıp yavaş yavaş zayıflarsa, şeker hastalığı, nevrasteni, isteri başlarmış." -Ö. Seyfettin.

nevresim is. Far. nev + Ar. resm Torba biçiminde dikilmiş, yorgana geçirilen kılıf.

nevrofik, -ği is. bk. nörotik.

nevroloji is. Fr. neurologie tıp bk. nöroloji.

nevropat sf. Fr. nevropathe psikol. Sinir hastası.

nevroz is. Fr. nevrose psikol. Genellikle bunalım ve beden görevleri üzerinde yakınmalarla beliren, kişiliğin ve uyumun bütününü etkilemeyen, ruhsal kaynaklı sinir hastalığı, sinirce.

nevruz is. (nevru:z) Far. nev + rüz 1. Eski takvimlere göre yılın ve baharın ilk günü sayılan martın yirmi birine rastlayan gün. 2. bot. Çiçekleri aslanağzına benzeyen, türlü renkte bir kır bitkisi. 3. bot. Nevruz otu.

Nevruz Bayramı, nevruz otu

Nevruz Bayramı is. Nevruz günü baharın gelişini kutlamak için kırlarda yapılan bayram.

nevruz otu is. bot. İki çeneklilerden, çiçekleri aslanağzma benzeyen, türlü renkte, taşıdığı glikozit sebebiyle İç söktürücü olarak kullanılan bir kır bitkisi (Linaria vulgaris).

nevton is. İng. newton fiz. Uluslararası birim sisteminde, kütlesi 1 kg olan cisme saniye karede 1 m'lik bir ivme veren güç birimi.

Nevyunanilik, -ği öz. is. ed. XX. yüzyıl başında Yahya Kemal ve Yakup Kadri'nin başlattıkları Akdeniz mitolojisine yönelen edebiyat hareketi ve anlayışı.

nevzat is. (nevzaıt) Far. nev-züd esk. Yeni doğan çocuk.

ney is. Far. ney müz. Klasik Türk müziğinde ve özellikle tekke müziğinde yer alan, kaval biçiminde, yanık sesli, kamıştan bir üflemeli çalgı: "Bu ücra ve metruk sarayda yalnız arada sırada bir Türk gencinin neyi işitiliyor." -Y. K. Beyatlı. ney üflemek (veya üfürmek) ney çalmak: "Astımı olmasa, babası gibi ney üfürmeye bile heves edecektir. " -H. Taner.

neyce is. Far. ney-çe esk. 1. müz. Küçük ney. 2. Dokumacıların kullandığı küçük kamış.

neyse bağ. (neyse) 1. Önemi yok, olan oldu. 2. ünl. Çok şükür, bereket versin. 3. zf. Konuyu kapatalım, uzatmayalım, her ne ise. neyse ne bir yere, bir dereceye kadar: "Erkekler neyse ne, ama kadınlar..." -S. F. Abasıyanık.

neyzen is. Far. ney-zen müz. Ney üfleyici, ney çalan kimse.

neyzen bakışlı

neyzen bakışlı sf. Boynunu yana çarpıtarak bakan.

nezafet is. (nezafet) Ar. nezafet esk. Temizlik, paklık.

nezahet is. (nezaıhet) Ar. nezâhet esk. Temizlik, ahlak temizliği.

nezaket is. (nezaıket) Ar. nezâket 1. Başkalarına karşı saygılı ve incelikle davranma, incelik, naziklik, zarafet: "Ben bu kıza bir türlü nezaket öğretemedim." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Bir iş veya durum için önemli olma, dikkatli davranmayı gerektirme. nezaket göstermek davranışlarda nazik olmak: "Galiba beni tanımış olacak, ondan sonra biraz fazla nezaket göstermek isledi." -M. Ş. Esendal, nezaket kesbetnıek sıkıntılı, nazik, kritik bir durum almak.

nezaketen zf. (neza:'keten) Ar. nezaketen Nezaket olarak, nazik davranarak: "Senede dört kelime konuşmadığım adama nezaketen gülmeye bile mecbur değilim." -S. F. Abasıyanık.

nezaketli sf İnce, nazik: "... geniş bilgili, çok nezaketli, şahsına hürmet telkin ettirmiş ve dostları tarafından çok sevilmiş bir zattı." -A. Ş. Hisar.

nezaketlilik, -ği is. Nezaketli olma durumu.

nezaketsiz sf. Nazik olmayan: "Birdenbire tavırlarım değiştirmişler, nezaketsiz diyemeyeceğim, ama oldukça soğuk bir eda takınmışlardı. " -Y. K, Karaosmanoğlu.

nezaketsizlik, -ği is. İnce ve nazik olmama durumu, kabalık: "Bir iki kere aklıma geldi, nezaketsizlik olmasın diye sormadım." -A. İlhan.

nezaret is. (neza:ret) Ar. nezâret 1. Bakma, gözetme, gözetim. 2. huk. Gözaltı. 3. Nezarethane: "Zaptiye nezaretinde temiz bir dayaktan sonra hepimizi bir yere sürdüler." -R. N. Güntekin. 4. esk. Bakanlık. 5. esk. Görü. nezaret etmek denetlemek, bakmak: "Sevincimi belli etmemek için tekerleklerin çıkarılmasına hâlâ nezaret ediyorum." -A. Gündüz, nezarete almak gözaltına almak.

nezarethane

nezarethane is. (neza:retha:ne) Ar. nezâret + Far. hâne Gözaltına alınan kimselerin konulduğu yer: "Emniyet müdürlüğünde nezarethane dedikleri yerdi burası." -Ç. Altan.

nezaretli sf. Görünüşlü, görüntüye sahip, manzaralı: "Yüksek, havadar, nezaretli bir ev."-S. M. Alus.

nezaretsiz sf. Görünüşü olmayan, manzarasız, görüntüsüz: "O oda hem daraş hem nezaretsiz hem de lodosa karşı..." -S. M. Alus.

nezdinde zf. Yanında, huzurunda, gözetiminde.

nezetme is. Nezetmek işi veya durumu.

nezetmek, -der (-i) Ar. nez' + T. etmek esk. 1. Koparmak, çekip almak: Bu hakkı benden nezedemezsiniz. 2. Can çekişmek.

nez hâli is. Can çekişme durumu.

nezif, -zfi is. Ar. nezf esk. Kanama: "Bu şiddetli nezfin önüne geçememekten korkuyordu." -P. Safa.

nezih is. (nezi:h) Ar. nezih esk. Temiz, temiz ahlaklı.

nezir, -zri is. Ar. nezr esk. Adak: "Yerden bir avuç saman aldı, ellerinin arasında bir nezri yerine getirir gibi ovuşturup havaya üfledi. " -A. H. Tanpınar.

nezretmek

nezle is. Ar. nezle tıp Soğuk almaktan ileri gelen, burun akması, aksırma ile beliren hastalık, ingin, dumağı, zükâm, nevazil: "Havaların değişik gitmesi, bir sıcak bir soğuk olması adamcağızı nezle etmiş, üstelik nezle göğsüne inmiştir." -B. Felek.

nezle otu, bahar nezlesi, İspanyol nezlesi, saman nezlesi

nezleli sf. Nezlesi olan: "Bu nevi rahatsızlığı nezleli ve hafifçe sıtmalı olduğumuz zaman da duyarız." -Y. K. Karaosmanoğlu.

nezle otu is. bot. Pişik otu.

nezretme is. Nezretmek İşi veya durumu.

nezretmek, -der (-i, -e) Ar. nezr + T. etmek esk Adamak.

nezt, -zdi is. Far. nezd esk 1. Yan. 2. Kat.