na

Na kim. Sodyum elementinin simgesi.

naaş is. Ar. na'ş esk. Ölen insanın vücudu, ceset: "Annemin naaşı teneşir üzerinde beyaz bir kefenle örtülüydü." -Y. K. Beyatlı.

naat is. Ar. na't esk. 1. Bir şeyin niteliklerini övme. 2. ed. Hz. Muhammed'in niteliklerini övmek, ondan şefaat dilemek amacıyla yazılan kaside.

nabekâr sf. (na:bekâ:r) Far. nâ + Ar. bekâr esk. 1. Yararsız, işe yaramaz: "Muhbirlere göre nabekâr zenginin hüviyeti keşfedilmeden mayısın birinci günü geldi çattı." -H. E. Adıvar. 2. Serseri, haylaz, avare, işsiz.

nabız, -bzı is. Ar. nabz 1. tıp Kalp atışının sağladığı kan basıncından dolayı atardamarlara ve özellikle bilekteki atardamara parmakla basıldığında duyulan kımıldama. 2. mec. Eğilim, düşünce, niyet, nabız almak nabzını saymak, nabzı atmak 1) kalp vuruşu sürmek; 2) mec. ortaya çıkmak, görünmek, belli olmak: "Viyana'da hayat sevincinin nabzı kahvelerde atar." -H. Taner. nabzı durmak ölmek: "Nabzı durdu, nefesi durdu galiba." -Y. Z. Ortaç, (birinin) nabzına girmek elindeki imkânları kullanarak birinin hoşnutluğunu kazanmak, birini yola getirmek ve düşüncelerini benimsetmek. (birinin) nabzına göre şerbet vermek birinin hoşuna gidecek, gururunu okşayacak yolda davranmak, nabzını saymak bir dakikadaki kalp atışını saymak, nabzını tutmak 1) nabzını saymak için bileğini tutmak: "Doktor, hallacın yanına vardı. Nabzını tuttu." -S. F. Abasıyanık. 2) mec. düşüncesini, niyetini, eğilimini anlamaya çalışmak. nabzını yoklamak (veya nabız yoklamak) 1) niyetini, düşüncesini, eğilimini anlamaya çalışmak: "Milletin sesini işitmek, nabzını yoklamak, meselesini ve durumunu kaynakta öğrenmek istiyordu." -T. Buğra. 2) düşünce, niyet ve eğilimi anlamak İçin Ön araştırma yapmak.

nabız yoklaması

nabız yoklaması is. Düşünce, niyet ye eğilimi anlamak için yapılan ön araştırma.

nacak, -ğı is. Sapı kısa, küçük odun baltası: "Silahsız kaldık, köylüler bize dipçik, üvendire, nacak yetiştirdi." -A. Gündüz.

naçar sf. (na:ça:r) Far. nâ + çâr 1. Çaresi olmayan, çaresiz. 2. Zavallı, düşkün, naçar kalmak çare, çıkar yol bulamamak: "Bu eski kafanın nasihatlerinden yıldığı için pek naçar kaldığı anlarda bu kapıyı çalar." -H. R. Gürpınar.

naçiz sf. (na:çi:z) Far. nü + çiz esk. Değersiz, önemsiz: "Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." -Atatürk.

naçizane zf (na: 'çiza:ne) Far. nâ + çiz-âne esk. 1. Önemsiz bir şey olarak, haddi olmayarak: "Bunun için sizlere, naçizane, bir tavsiyem olacak " -T. Buğra. 2. Çok küçük, önemsiz bir şey olarak.

nadan sf. (na:da:n) Far. nâ-dân esk. 1. Bilgisiz, cahil. 2. mec. Nobran, kaba, kötü: "Heyhat ki, iyiler gider, nadanlar kalır." -A. İlhan.

nadanca zf. (na:da'nca) Nadan davranışına benzer bir tarzda.

nadanlık, -ğı is. Nadan olma durumu veya nadanca davranış.

nadas is. Rum. Tarlayı sürerek dinlenmeye bırakma, nadas etmek bir tarlayı sürerek dinlenmeye bırakmak: "İki tarla ötede Çetecioğlu Mustafa, bu yıl mahsulünü kaldırdığı tarlayı nadas etmekle uğraşıyordu." -N. Nâzım, nadasa bırakmak (veya yatırmak) tarlayı ekmeyip bırakmak.

nadaslı sf. Nadasa bırakılmış: "Olgunlaşan çürüyen meyve, yaprak, kök kokuları nadaslı tarlalardan yayılan ekşili kokular sızıyordu bir yerlerden." -N. Cumalı.

nadaslık, -ğı sf. Nadas için ayrılmış: Nadaslık tarla.

nadide sf. (na:di:de) Far. nâ-dide Az görülür, görülmedik, seyrek görülen, çok değerli: "El işi olmasına rağmen el değmeden yapılmış hissim veren bu nadide sanat eserine hayrandı." -C. Uçuk.

nadim sf. (na:dim) Ar. nadim esk. Yaptığı bir davranıştan pişmanlık duyan, pişman, nadim olmak pişman olmak: "Bunlar denizden çıktıklarına nadim olarak yine denize dönmeye karar verir." -A. Ş. Hisar.

nadir sf. (na:dir) Ar. nâdir 1. Seyrek, az bulunur. 2. zf. Seyrek: "Üsküp'e o gün nadir görülür bir kar yağmış." -Y. K. Beyatlı.

nadirat is. (na:dira:t) Ar. nâdirât Seyrek, az görülen, az bulunan şey veya durum.

nadiren zf. (na:diren) Ar. nadiren Seyrek: "Onların evine nadiren yemeğe gittiğim akşamlar..." -H. E. Adıvar.

nafaka is. Ar. nafaka 1. Geçinmek için gerekli olan şeylerin bütünü, geçimlik. 2. huk. Birinin geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimselere, mahkeme kararıyla bağlanan aylık. nafaka bağlanmak yasaca, bakılması zorunlu olan kişiye mahkeme kararıyla evlat, koca gibi bir kimsenin, geçim parası vermesini sağlamak, nafaka sağlamak geçinecek kadar para temin etmek.

nafakalanma is. Nafakalanmak işi.

nafakalanmak (nsz) Geçimi sağlanmak.

nafi sf. (na:fî:)Ar. nâfi' esk. Yararlı.

nafia is. (naıfia) Ar. nâfi'a esk. Bir yeri bayındır duruma getirmek için yapılan işlerin tamamı, bayındırlık işleri.

nafile sf. (nafile) Ar. nafile 1. Yararsız, boşa giden, boş, işe yaramayan: "Delikanlı çağımızdaki cevher / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün." -C. S. Tarancı. 2. is. din b. Fazladan kılınan namaz veya tutulan oruç. 3. zf. Boşuna, boş yere: "Avukata söyle, nafile beklemesin." -R. H. Karay.

nafile namazı, nafile yere

nafile namazı is. Sevap kazanmak amacıyla farz ve vacip namazları dışında kılınan namaz.

nafile yere zf. Boş yere, boşu boşuna: "Ekseriyetle hep şahsi hesaplardan gizlenen bu sebepleri, nafile yere böyle yükseklerde ararız."-A. Ş. Hisar.

nafiz sf. (nafiz) Ar. nafiz esk. 1. Delip geçen. 2. İçe işleyen. 3. mec. Sözü geçen, etkili olan.

nafta is. İng. naphta Petrolden 100-250 °C arasında damıtılan ürün.

naftalin is. Fr. naphtaline kim. Maden kömürü katranının kuru kuruya damıtılmasından elde edilen, özel kokulu, beyaz, 1,158 yoğunluğunda, 80 °C'de eriyen, 218 °C'de kaynayan, suda erimeyen, alkol, benzol ve eterde kolaylıkla eriyen, kumaş, elbise, halı vb.ni güve gibi zararlılardan korumakta kullanılan antiseptik bir hidrokarbon.

naftalinleme is. Naftalinlemek işi.

naftalinlemek (-i) Güveden korumak İçin yünlüler üzerine, arasına naftalin serpmek veya atmak.

naftalinlenme is. Naftalinlenmek işi.

naftalinlenmek (nsz) Naftalin serpilmek, naftalin dökülmek.

nagehan zf (na:geha:n) Far. nâgehân esk. Ansızın.

nağme is. Ar. nağme 1. Güzel, uyumlu ses, ezgi, melodi: "Boyuna Arapçayı andırır bir nağme mırıldanıyor." -S. M. Alus. 2. muz. Ezgi. 3. mec. Birinin yalandan ve nazlanarak söylediği söz. nağme yapmak tkz. 1) bildiği bir şeyi bilmez görünmek; 2) bahane ileri sürmek.

ara nağme

nağmeli sf. Nağmesi olan.

nağmesiz sf 1. Nağmesi olmayan: "Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur; gönlüm sensiz olmaz." -F. R. Atay. 2. zf. Nağmesi olmadan: "Nağmesiz çalar ama usul bilir." -P. Safa.

nahak sf. (na:hak) Far. nü + Ar. hakk esk. 1. Haksız, gereksiz: "Talihin sana bilasebep verdiği nahak bir mükâfatın kıymetini takdir edemiyorum." -Ö. Seyfettin. 2. zf Boşuna, boş yere.

nahak yere

nahak yere zf. Haksız, gereksiz olarak, boş yere, boşuna: "Her seferinde kıyasıya kapıştıklarını, nahak yere kalp kıracaklarını sanıyor." -A. İlhan.

nahır is. hlk. Sığır sürüsü.

nahırcı is. Çoban.

nahif sf. (nahi:f) Ar. nahif esk. Zayıf, cılız, çelimsiz: "Elleri çok ince, lades kemiklerinden yapılmış gibi nahif parmaklar..." -P. Safa.

zayıf nahif

nahiv, -hvi is. Ar. nahv dbl. esk. Cümle bilgisi.

nahiye is. (na:hiye) Ar. nahiye 1. Bucak: "Kendi kazamızın beş on saat ötesinde bir nahiye merkezinde bulunuyorduk." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bölge.

nahiye müdürü

nahiye müdürü is. esk. Bucaktaki en üst görevli: "Hemen ahlak mücadelesi yapmaya gelmiş bir nahiye müdürü tavrı takındım." -H. E. Adıvar.

nahoş sf. (na:hoş) Far. nü + hoş Hoş olmayan, hoşa gitmeyen, kötü, çirkin: "Öteden beri denemişimdir, bu, daima bana bir nahoş vaka haber verir." -B. Felek.

naif is. Fr. naîf 1. Kendi kendisini yetiştirmiş, doğal bir plastik sanat yeteneğine sahip sanatçılar tarafından yaratılan resim sanatı. 2. sf. Saf, deneyimsiz.

nail sf. (na:il) Ar. nâ'il Erişmiş, ele geçirmiş, başarmış, kazanmış, ulaşmış, nail olmak erişmek, ulaşmak, kavuşmak: "Ondan öteki hayvanların kaçmadığını görünce emeline nail oldu." -H. E. Adıvar.

naip, -bi is. (na:ip) Ar. na'ib tor. Tahtta hükümdar olmadığı zaman veya hükümdarın çocukluğu sırasında devleti yöneten kimse: Kral naibi.

naiplik, -ği is. Naip olma durumu, niyabet.

nakarat is. (nakaraıt) Ar. nakarat 1. müz. Bir şarkıda her kıtadan sonra tekrarlanan ve bestesi değişmeyen parça, kavuştak: "Şirket vapurları, bir şarkının nakaratı gibi, ikide bir geçerlerdi." -A. Ş. Hisar. 2. mec. Çok sık tekrarlanan, bundan dolayı bıkkınlık vererek Önemini yitiren söz: "Bir yandan da Necla: -Ay yoruldu, ay hastalanacak, ay ölecek- diye eski nakaratına devam ediyor." -H. Taner. 3. ed. Bir şiirin içinde iki veya daha çok kez tekrarlanan bölüm.

nakaratlı sf. Nakaratı olan: "Keten helvacı, keten helvam nakaratlı bir türkü ile methederek satardı." -A. Ş. Hisar.

nakaratsız sf. Nakaratı olmayan.

nakavt is. İng. knock out sp. Boks maçında yumruk etkisiyle yere düşen ve on saniye içinde kalkıp devam edemeyen oyuncunun yenilmesi durumu, nakavt etmek 1) boks maçında nakavtla yenmek; 2) mec. mat etmek: "Sekip Tunç'u nakavt etmişti." -Y. Z. Ortaç, nakavt olmak boks maçında nakavtla yenilmek: "Yüzüm gözüm kan içinde, yarı nakavt olmuş bir vaziyetle kapaklandım. " -S. F. Abasıyanık.

nakden zf (na'kden) Ar. nakden 1. Para olarak: "Kamulaştırma bedeli nakden ve peşin olarak ödenir." -Anayasa. 2. Peşin olarak.

nakdî sf. (nakdi:) Ar. nakdi Parasal.

nakdî ceza, nakdî kıymet, nakdî teminat, nakdî vergi, nakdî yardım

nakdî ceza is. Para cezası.

nakdî kıymet is. ekon. Para bakımından değer.

nakdî teminat is. ekon. 1. Borcun ödeneceğine dair, alacaklıya parayla sağlanan güvence. 2. Kredi kullanılması durumunda güvence olarak gösterilen nakit değer.

nakdî vergi is. ekon. Mal veya hizmet yerine para olarak ödenen vergi.

nakdî yardım is. Para olarak yapılan yardım: "Siyasi partiler ... herhangi bir suretle ayni ve nakdî yardım alamazlar." -Anayasa.

nakıs sf. (na:kıs) Ar. nâkiş 1. Eksik, tam olmayan, bitmemiş, noksan. 2. mec. Özrü, kusuru olan. 3. is. mat. Eksi. 4. zf. esk. Eksik, tam olmayan, bitmemiş, noksan biçimde: "Nakıs kalan bilgilerimizi ikmale uğraşırlar." -H.C. Yalçın.

nakış, -kşı is. Ar. nakş 1. Genellikle kumaş üzerine renkli iplikler veya sırma ve sim kullanarak elle, makineyle yapılan işleme, el işi: "Kilimi kilim yapan özelliklerden biri de, nakış aralarındaki boşlukların düzenidir. " -B. R. Eyuboğlu. 2. Özellikle duvar ve tavanları süslemek için yapılan resim: "Bu hatlar, bu çiniler, bu nakışlar olmasa bu abideler de olmazdı." -O. S. Orhon. 3. müz. Beste ve semainin, dört yerine iki haneli olanı. 4. mec. Hile. nakış işlemek kumaş üzerine renkli iplikler, sırma veya sim kullanarak işleme yapmak.

nakış ipliği, nakış makinesi, nakşetmek, nakşolmak, nakşolunmak

nakışçı is. Nakış yapan kimse.

nakışçılık, -ğı is. Nakış yapma işi.

nakış ipliği is. Çeşitli motifleri kumaş üzerine işlemek için pamuk, ipek, yün veya başka maddelerden hazırlanan sırma, sim vb. özel iplik.

nakışlama is. Nakışlamak işi.

nakışlamak (-i) Nakışla bezemek, işlemek.

nakışlı sf. Nakşı olan.

nakışlık, -ğı is. Nakış olma durumu veya değeri: "Mimari değişmiş, heykel değişmiş, diller değişmiş, fakat nakış her zaman nakışlığını korumuştur." -B. R. Eyuboğlu.

nakış makinesi is. Nakış işlemek üzere özel olarak yapılmış makine.

nakışsız sf. Nakşı olmayan: "Ben bu çevreyi motifsiz, nakışsız, dümdüz getiriyorum göz önüne."-B. R. Eyuboğlu.

nakız, -kzı is. Ar. nakz esk. 1. Bozma, çözme. 2. Kırma.

nakzetmek

nakibüleşraf is. Ar. nakıb + eşraf esk. Peygamber soyundan olanların işlerine bakmak üzere kendi aralarından seçtikleri görevli.

nakil, -kli is. Ar. nakl 1. Bir yerden alıp başka bir yere İletme, aktarma, taşıma, geçirme, aktarım: "Boğaziçi hayatında suların ve üstündeki nakil vasıtaları olan kayık, sandal, yelkenli ve vapurların büyük ehemmiyeti vardı." -A. Ş. Hisar. 2. Göç, taşınma: "işte, nakil masrafı da ovucumda, diyerek otuz lirayı saydı." -S. M. Alus. 3. Anlatma, söyleme, hikâye etme. 4. Bir görevden başka bir göreve atanma, tayin. 5. Yazı veya resmin aynısını başka bir şeyin üzerine yapma, kopya etme. 6. Başka dilden bir eseri kendi diline çevirme, tercüme etme.

nakil vasıtası, nakledilmek, nakletmek, naklettirmek, bitki nakli, doku nakli, kan nakli, organ nakli

nâkil sf. (na:kil) Ar. nâkil esk. 1. Taşıyan, aktaran, geçiren. 2. Anlatan, hikâye eden. 3. fiz. İletken.

nakil vasıtası is. Taşıma aracı, taşıt.

nakip, -bi is. Ar. nakib esk. 1. Bir kavmin, kabilenin başkanı veya onun vekili. 2. Bir tekkede en yaşlı derviş veya dede.

nakisa is. (naki.sa) Ar. nakişa esk. Eksiklik, kusur.

nakit, -kdi is. Ar. nakd ekon. 1. Para, akçe: "Vakit nakittir." -Atasözü. 2. Peşin para.

nakit kartı, nakit para

nakit kartı is. Bankalardan peşin para almak İçin, para çekmek için kullanılan kart.

nakit para is. Birikmiş, kullanılmaya hazır para, efektif.

nakkare is. (nakka:re) Ar. nakkare tar. Mehterhanede yer alan, birbirine bağlı iki yarım küre benzeri ve iki değnekle vurularak çalınan bir tür davul.

nakkarhane

nakkarhane is. (nakka:rha:ne) Ar. nakkâr + Far. hâne tar. 1. Mehter takımı. 2. Bu takımın bulunduğu yer.

nakkaş is. (nakka:ş) Ar. nakkaş esk. 1. Yapıların duvar ve tavanlarına süslemeler yapan usta, bezekçi. 2. Nakışçı.

nakkaşlık, -ğı is. 1. Nakkaş olma durumu. 2. Nakkaşın işi.

nakledilme is. Nakledilmek işi.

nakledilmek (nsz) Ar. nakl + T. edilmek Nakletme işi yapılmak veya nakletme işine konu olmak: "Malzeme deniz yoluyla daha ucuza nakledilecektir." -H. Taner.

naklen zf (na'klen) Ar. naklen Nakil yoluyla, aktarılarak.

naklen yayın

naklen yayın is. Bazı olay, gösteri, toplantı, etkinlik vb.nin gerçekleştiği ve yapıldığı sırada radyo veya televizyonda duyurulması, gösterilmesi, anlatılması, canlı yayın.

nakletme is. Nakletmek işi.

nakletmek, -der (-i) Ar. nakl + T. etmek 1. Nakil işini yapmak, bir yerden başka bir yere geçirmek, iletmek: "ikisi de koluna girerek hastayı otomobile naklettiler." -P. Safa. 2. Anlatmak, aktarmak: "Olanı biteni, olduğu gibi bir bir nakledeyim de yüreğiniz rahat etsin."-S. M. Alus.

naklettirme is. Naklettirmek işi.

naklettirmek (-i) Ar. nakl + T. ettirmek Nakil işini yaptırmak, nakledilmesini sağlamak.

naklî sf (nakli:) Ar. nakli esk. 1. Taşıma ile ilgili olan. 2. Nakle dayanan, anlatılan, söylenen (gerçek).

naklî mazi

naklî mazi is. dbl. esk. Belirsiz geçmiş.

nakliyat is. (nakliya:t) Ar. nakliyyât Taşıma İşleri, taşımacılık.

nakliyatçı is. Taşıma işleri yapan kimse, taşımacı.

nakliyatçılık, -ğı is. 1. Nakliyatçı olma durumu. 2. Nakliyatçının işi.

nakliye is. Ar. nakliyye 1. Taşıma işi. 2. Taşıma parası, taşımalık.

vesaitinakliye

nakliyeci is. Taşımacı.

nakliyecilik, -ği is. Taşımacılık: "Samsun ile içeri iller arasında kamyonla nakliyecilik yapmak için birleşmişlerdi." -H. C. Yalçın.

nakşetme is. Nakşetmek işi.

nakşetmek, -der (-i, -e) Ar. nakş + T. etmek 1. Süslemek, bezemek, nakış yapmak. 2. ınec. Kalıcı ve etkili olmasını sağlamak: "Yüzünü hayalime nakşetmek için kalbimin bütün kuvvetiyle bakıyordum." -Y. K. Beyatlı.

Nakşi is. Nakşibendi.

Nakşibendi öz. is. (na'kşibendi:) Ar. nakş + Far. bend + Ar. -i din b. Nakşibendilik tarikatından olan kimse.

Nakşibendilik, -ği öz. is. Şeyh Muhammed Bahaüddin Nakşibend'in kurduğu, gizli ibadete dayanan bir tarikat.

Nakşilik, -ği öz. is. Nakşibendilik.

nakşolma is. Nakşolmak işi: "Hafızalara nakşolması lazım gelen mucizeler bile unutuluyor. " -A. Ş. Hisar.

nakşolmak (-e) Ar. nakş + T. olmak Bir yerde belirli bir iz bırakmak, yer etmek.

nakşolunma is. Nakşolunmak işi veya durumu.

nakşolunmak (nsz) Ar. nakş + T. olunmak Nakşolma işi yapılmak.

nakzen zf. (na'kzen) Ar. nakzen esk. Bozarak. (davayı) nakzen görmek huk. Yargıtay tarafından bozulan bir karar üzerine bozma sebeplerini de göz önünde tutarak davaya yeniden bakmak, (davayı) nakzen iade etmek huk. bir yargı kararını, yargılama yöntemine ilişkin hükümler bakımından yerinde görmeyip bozarak hükmü veren mahkemeye geri göndermek.

nakzetme is. Nakzetmek işi.

nakzetmek, -der (-i) Ar. nakz + T. etmek esk. 1. Bozmak: Yemini nakzetmek. 2. huk. Yargıtay, bir mahkemenin yargısını yerinde veya yolunda bulmayarak geri çevirmek.

nal is. Ar. na'l At, eşek, öküz vb. yük hayvanlarının tırnaklarına çakılan, ayağın şekline uygun demir parçası: "Atların nal tıkırtıları, demir tekerlek gürültüleri işitildi." -Ö. Seyfettin, nal çakmak nallamak, nal deyip mıh dememek bir düşüncede direnmek. nal toplamak at, yarışta sonlara kalmak veya sonuncu olmak, nalları dikmek argo hayvan veya hayvana benzetilen kişi ölmek: "Kitap bastırmak, yazı yazmak takatinden mahrum, nalları dikeceksiniz." -S. F. Abasıyanık.

nalbant, naldöken, dörtnal, dörtnala

nalan is. (na:lâ:n) Far. nâlân İnleyici, inleyen.

nalayık, -ğı sf. (na:lâ:yık) Far. nü + Ar. lâyık esk. Yakışıksız, hoş olmayan: "Başka kızların böyle nalayık hâllerde bulunması senin için bir mazeret değildir kızım." -R. N. Güntekin.

nalbant, -di is. Ar. na'l + Far. bend Hayvanların ayağına nal çakan kimse: "Odun yardı, tarlalarda çalıştı, nalbanda yardım etti." -S. F. Abasıyanık.

nalbantlık, -ğı is. 1. Nalbant olma durumu. 2. Nalbandın işi: "Köyde dülgerlik ve nalbantlık yapardı." -S. F. Abasıyanık.

nalbur is. Ar. na'l + Far. -ber esk. 1. At nalı yapan demirci. 2. Çivi, kilit, menteşe gibi yapı işlerinde kullanılan şeyleri satan kimse, hırdavatçı.

nalburluk, -ğu is. Nalbur olma durumu, hırdavatçılık.

nalça is. Ar. na'l + Far. -çe 1. Ayakkabıların altına çakılan demir. 2. Nal.

nalçalı sf. Nalçası olan: "Neferlerin nalçalı kunduraları onları çiğneyip geçiyor." -H. Taner.

nalçasız sf. Nalçası olmayan.

naldöken is. Taşlı, çakıllı yol.

nale is. (na:le) Far. nâle esk. İnleme, inilti.

nalekâr sf. (na:lekâ:r) Far. nâle-kâr esk. İnleyen: "İçlerinden biri de ince, hazin, nalekâr bir sesle yavaş yavaş Kur'an okuyordu. " -M. Ş. Esendal.

nalın is. Ar. na'leyn Takunya: "Çarşı hamamlarındaki nalınlar da boy boymuş." -S. Birsel.

natır nalını

nalıncı is. Takunyacı.

nalıncı keseri

nalıncı keseri is. "Yaptığı işlerde hep kendi çıkarını düşünmek" anlamındaki nalıncı keseri gibi kendine yontmak deyiminde geçen bir söz: "Türk aydını daha ne kadar, nalıncı keseri gibi, böyle kendine yontacak?" -A. İlhan.

nalıncılık, -ğı is. Takunyacılık.

nalınlı sf. Takunyalı.

nalınsız sf. Takunyasız.

nallama is. Nallamak işi.

nallamak (-i) 1. Hayvanın ayağına nal çakmak. 2. argo Öldürmek.

nallanış is. Nallanma işi veya biçimi.

nallanma is. Nallanmak işi.

nallanmak (nsz) Nallama işine konu olmak.

nam is. (nam) Far. nâm 1. Ad: "Çemberlitaş'ta bir kahvede sizin namınıza bir mektup varmış." -P. Safa. 2. Ün. nam almak şöhret sahibi olmak, tanınmak, nam kazanmak ün sahibi olarak tanınmak: "Karaman alayı, bizim harp tarihimizde büyük nam kazanmış bir alaydır." -A. Gündüz. nam salmak ününü her yana yaymak, nam vermek (veya salmak) ün kazanmak, nama adına, kendine, kendisine: Nama yazılı senet, namı nişanı kalmamak yok olup unutulmak. namına 1) adına, kendisine: "Bunlardan bazıları kitapçı tarafından kendi namına saklanmıştır." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) yerine, olarak.

bednam, namıdiğer

namağlup, -bu sf. (na:mağlûp) Far. nâ + Ar. mağlüb Mağlup olmamış, hiçbir yenilgi almamış.

namahrem sf. (na:mahrem) Far. nâ + Ar. mahrem 1. Evlenmelerinde yasa bakımından sakınca olmayan (kadın ve erkek). 2. esk. Yabancı, el: "Doğrusunu isterseniz beni aldatmamıştır; ama namahrem karşısında oynamıştır."-S. F. Abasıyanık.

namahremlik, -ği is. Namahrem olma durumu.

namaz is. Far. namaz din b. îslamın beş şartından biri olan ve Müslümanların günde beş vakit, dinî bakımdan belirlenen kurallara göre yapmak zorunda oldukları İbadet, salat: "İki rekât namazı nerede olsa kılarız." -P. Safa. namaz kılmak namaz ibadetini yerine getirmek: "Bu adamlar birer ikişer gidip bir odada namazlarını kıldılar, gene geldiler." -M. Ş. Esendal. namaza durmak namaza başlamak: "Arabalar uzaktan görününce köyüne, adamına göre kâh derviş, kâh sofu olur, hemen namaza dururdu." -M. Ş. Esendal. namazı kılınmak Müslüman birinin cenaze namazı kılınmak: "Bir akşam uyudu / Uyanmayıverdi /Aldılar götürdüler / Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü." -O. V. Kanık.

namaz bezi, namazbozan, namaz niyaz, namaz örtüsü, namaz seccadesi, namaz vakti, akşam namazı, bayram namazı, cenaze namazı, cuma namazı, ikindi namazı, kuşlak namazı, nafile namazı, öğle namazı, sabah namazı, teravih namazı, vitir namazı, yatsı namazı

namaz bezi is. 1. Namaz örtüsü: "Başında kalın ve beyaz ipekten bir namaz bezi vardı. " -Ö. Seyfettin. 2. Başa örtülen bir tür örtü: "Sırtında dört peşli entari, belinde şal kuşak, başında namaz bezi." -R. H. Karay.

namazbozan is. bot. Eğrelti otu türünden bir bitki.

namazcı is. Namazını düzenli kılan kimse: "Okul arkadaşlarından birkaçı dine bağlılık gösterir gibiydiler, büyüdüler, gene namazcı kaldılar." -M. Ş. Esendal.

namazgah is. (namazgâıh) Far. namâz-gâh din b. esk. Açıkta namaz kılmak için hazırlanmış olan ve kıble yönüne doğru dikili bir taşı bulunan yer, musalla: "Yanımdaki kırık taşa bakılırsa burası bir eski namazgahtı." -R. N. Güntekin.

namazlağı is. hlk. Üstünde namaz kılınan seccade.

namazlık, -ğı is. 1. Seccade. 2. sf. Namaz kadar süresi olan, süren: "Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında. " -C. S. Tarancı. 3. hlk. Namazda okunan kısa dualar.

namaz niyaz is. İbadet: _ "Vaktim yok diye namaz niyazı bıraktı." -Ö. Seyfettin, namazında niyazında olmak İslam dininin gerekliliklerini tam anlamıyla yapmak: "O halim selim, namazında niyazında hatun kişi on dakikanın içinde bir ifritleşsin, bir şirretleşsin." -H. Taner.

namaz örtüsü is. Namaz kılarken kadınların başlarına örttükleri tülbent vb. kumaştan yapılan örtü, namaz bezi.

namaz seccadesi is. Üzerinde namaz kılınan seccade.

namazsız sf. 1. Aybaşı durumunda olan (kadın). 2. Namaz kılmayan.

namaz vakti is. Namazın kılınacağı vakit.

namdar sf. (na:mda:r) Far. nâm-dâr esk. Ünlü.

name is. (na:me) Far. nâme esk. Mektup. name okumak herkesin bildiği deyimleri veya sözleri söylemek.

ahitname, amanname, bahname, beyanname, celpname, dahilî nizamname, dahilî talimatname, davetname, ehliyetname, emirname, falname, fetihname, havalename, ibraname, icazetname, iddianame, ihbarname, ihtarname, istidaname, istifaname, ithafname, ithamname, itimatname, izinname, kanun hükmünde kararname, kanunname, kararname, kefaletname, kıyafetname, menakıpname, muahedename, muahezename, muhabbetname, mukavelename, muvafakatname, müdafaaname, nasihatname, nizamname, pendname, ruhsatname, ruzname, salname, seyahatname, silsilename, siyasetname, şehadetname, şartname, şecerename, şehname, şikâyetname, taahhütname, tabirname, takdirname, talepname, talimatname, talimname, tandırname, tarifname, tasdikname, tavsiyename, taziyetname, teknik şartname, teşekkürname, temlikname, umumi vekâletname, vakayiname, vakıfname, vasiyetname, vekâletname, velayetname, zabıtname, zeyilname

nameci is. esk. 1. Mektup yazan kimse. 2. mec. Bahane bulan.

namert, -di sf (na:mert) Far. nâ + merd Korkak, alçak, mert olmayan: "Sana karşı aşktan başka bir şey duydumsa namert olayım. " -T. Buğra, namerde muhtaç olmak (veya bırakmak) güvenilmeyecek kimselerden yardım istemek zorunda kalmak (bırakmak): "İş ki kocam olacak, erkek olsun, beni namerde muhtaç bırakmasın diyormuş. " -H. Taner.

namertçe sf. (Name'rtçe) 1. Korkakça, mert olmayan: "Hâlbuki Türk paşası, böyle namertçe bir oyun düşünmemiş, teklif etmemişti." -Ö. Seyfettin. 2. zf. Korkakça, mert olmayan bir biçimde.

namertlik, -ği is. Alçaklık, korkaklık.

namevcut, -du (naımevcut; -u:du) Far. nâ + Ar. mevcüd esk. Mevcut olmayan, bulunmayan, yok.

namıdiğer zf. (na:mıdiğer) Far. nâm +diger esk. Diğer bir deyişle.

Namibyalı öz. is. Namibya halkından olan kimse.

namlı (I) sf. Ünlü, tanınmış: "Namlı müzelerin hepsi bazı evleri büyük bir önemle sunarlar. " -B. R. Eyuboğlu.

namlı şanlı

namlı (II) is. hlk. Samanından ayrılmamış . arpa, buğday yığını.

namlı şanlı sf. Çok ünlü.

namlu is. Far. nâmlü 1. ask. Tüfek, tabanca, top vb. ateşli silahların ucunda bulunan boru biçimindeki parça. 2. Kasatura, kılıç, meç, bıçak vb. kesici silahların uzun ve keskin bölümü.

namus is. (na:mus) Ar. nâmüs 1. Bir toplum içinde ahlak kurallarına karşı beslenen bağlılık. 2. Dürüstlük, doğruluk, namusu iki paralık olmak onursuz bir duruma düşmek.

namusu temizlenmek bir işin içinden kendi saygınlığım yitirmeden çıkmak: "Öyleyse, evvela, senin istediğin dava görülmüş olur. Yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Namusun temizlenmiş olur." -Ö. Seyfettin. namusuna dokunmak birinin namus ve onurunu olumsuz biçimde etkilemek, namusuna sinek kondurmamak 1) kollamak, gözetlemek; 2) namusuna, onuruna laf söylettirmemek. namusunu temizlemek ahlak ve onuruna ters düşen bir durumdan kurtulmak için birini veya kendini öldürmek. namusuyla yaşamak ahlak ve onuruna bağlı yaşamak.

namus belası, namus borcu, namus cinayeti, namus davası, namus sözü

namus belası is. Namusunu ve halk arasındaki saygınlığını korumak için katlanılan sıkıntı.

namus borcu is. Mutlaka yerine getirilmesi, ödenmesi gereken görev, borç: "Korkmadan buraya bakmak o zavallı için de bir namus borcu olmuştu." -R. N. Güntekin.

namus cinayeti is. 1. Namus temizleyebilmek için işlenen cinayet. 2. Töre cinayeti.

namus davası is. 1. huk. Namusuna dokunulan kişinin açtığı dava. 2. mec. Onur meselesi.

namuskâr sf. (na:muskâ:r) Ar. nâmüs + Far. -kâr esk. Namuslu, namusuna düşkün.

namuslu sf. 1. Ahlak kurallarına uygun olarak davranan: "Benim babam namuslu bir vatanperverdi." -A. Gündüz. 2. tkz. Uygun, hilesiz, gereği gibi: "Sallanma, git bana namuslu bir kahve pişir." -M. Ş. Esendal.

namusluluk, -ğu is. Namuslu olma durumu: "Öyle bir namusluluk ki bu, irili ufaklı bir sürü namussuzluktan ve ihanetten alınma derslerle oluşmuş." -A. İlhan.

namus sözü is. Namus ve onur üzerine verilen söz, şeref sözü.

namussuz sf. Ahlak kurallarına uygun olarak davranmayan, ahlak kurallarını çiğneyen.

namussuzca zf. (namussuzca) Namussuz bir biçimde.

namussuzluk, -ğu is. Namussuz olma durumu veya namussuzca davranış: "Çıplak bir erkeğe sürünmek namussuzluğunu yapmaktansa ölmeyi tercih ediyor." -R. N. Güntekin.

namünasip, -bi sf. (na:müna:sip) Far. nü + Ar. munâsib esk. Uygunsuz: "Bazı kimseler, bana müracaat ederek bu namünasip hâllerden şikâyet ettiler." -R. N. Güntekin.

namüsait, -di sf. (na:müsa:it) Far. nâ + Ar. musâ'id esk. Uygun olmayan, elverişsiz; "Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir." -Atatürk.

namütenahi sf. (na:'mutena:hi) Far. nâ + Ar. mutenâhi 1. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. 2. zf. esk. Sonsuz, ucu bucağı olmayan bir biçimde: "Öğleye yakın bu sis dağılınca gökyüzü namütenahi açılıyordu." -S. F. Abasıyanık.

namütenahilik, -ği is. Sonsuz olma durumu: "Sanki birdenbire, ona, nihayetsiz derinlikleri, renksiz ve lekesiz namütenahilikleri gösteriyor." -P. Safa.

namzet, -di is. (na:mzet) Far. nâmzed 1. Aday: "Ben kalkar, namzedin yüzüne dik dik bakarım." -Ö. Seyfettin. 2. hlk. Sözlü, yavuklu. namzet göstermek bir iş için aday belirleyip sunmak, aday göstermek.

namzetlik, -ği is. Adaylık.

nan is. (na:n) Far. nân esk. Ekmek: "Alçak, nan ve nimet nankörü hain!" -S. M. Alus.

namazız

nanay is. argo Yok: Bende para nanay.

nane is. (na:ne) Ar. na'na' bot. 1. Ballıbabagillerden, yaprakları sapsız, çiçekleri beyaz veya menekşe renginde, güzel kokulu, yapraklan baharat olarak kullanılan, çok yıllık ve otsu bir kültür bitkisi (Mentha piperita). 2. Bu bitkinin kurutulmuş yapraklarından elde edilen baharat, nane yemek yakışıksız bir davranışta bulunmak, uygunsuz bir iş yapmak.

nanemolla, nane ruhu, nane suyu, nane şekeri, bahçe nanesi, dağ nanesi, kedi nanesi, su nanesi, taş nanesi, yaban nanesi

naneli sf. 1. Nanesi olan. 2. İçinde nane ruhu olan.

nanemolla sf. alay 1. Güçsüz, dayanıksız (kimse). 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız (kimse): "Nanemollalar gibi boyuna hastalık derken, derdi nedir diye içine vesvese girecek..." -S. M. Alus. 3. İşten kaçman, üşengeç.

nane ruhu is. Nane yapraklarından çıkarılan esans.

nanesiz sf. Nanesi olmayan.

nane suyu is. İçinde nane ruhu eritilmiş su.

nane şekeri is. Nane ruhu karıştırılarak yapılan bir çeşit şeker.

namaziz is. (na:nıazi:z) Far. nân + Ar. 'aziz esk. Ekmek: "Ah mübarek nimet, sana evvelden namaziz derlerdi." -H. R. Gürpınar.

nanik, -ği is. Başparmağı burna değdirip Öteki parmakları açarak ve sallayarak yapılan alay işareti.

nanikleme is. Naniklemek işi.

naniklemek (-i) Başparmağı burun ucuna değdirip diğer parmakları sallayarak alay işareti yapmak.

nankör is. Far. nün + kür Kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmeyen kimse, iyilikbilmez: "Ben galiba biraz nankör tabiatlıyım. " -S. F. Abasıyanık.

nankörce sf. (nankö'rce) 1. Nanköre yakışır. 2. zf. Nankör bir biçimde.

nankörleşme is. Nankörleşmek durumu.

nankörleşmek (nsz) Nankör duruma gelmek.

nankörlük, -ğü is. 1. Nankör olma durumu. 2. Nankörce davranış, küfran, küfranlık: "Kadın ağzını açmış, gözünü yummuş, ne nankörlüğünü ne taş yürekliliğini bırakmıştı. " -H. E. Adıvar. nankörlük etmek nankörce davranmak, nankörlük görmek nankörce davranışla karşılaşmak: "Annen bu yalıya o kadar emek vermiş, sonra nankörlük görmüş."-P. Safa.

nanobakteri is. İng. nano + Fr. bacterie Son derece küçük bakteri.

nanoteknoloji is. İng. nano + Fr. technologie Madde atomik veya moleküler boyutta incelenerek yepyeni özelliklerinin açığa çıkarılması.

nansuk, -ğu is. Fr. nansouk Bir cins ince, sık dokunmuş patiska: "Annesine gelince şu-' anda nansuk üzerine pembe pamukaki ile fisto yapmakta." -H. Taner.

napalm is. Fr. napalm (sodyumun kısaltması Na ve palmitat kelimelerinden) kim. Yangın bombalarının doldurulmasında kullanılan, alüminyum veya sodyum palmitatla kıvamlaştınlmış madde.

napalm bombası

napalm bombası is. Napalm doldurulmuş türlü biçimlerde bomba.

nar is. Far. nâr, enâr bot. 1. Nargillerden, yaprakları karşılıklı, çiçekleri büyük, koyu kırmızı renkte, küçük bir ağaç (Punica granatum). 2. Bu ağacın kırmızımtırak sarı sert bir'kabukla örtülü, İçinde çok sayıda kırmızımtırak, sulu taneler bulunduran yuvarlak yemişi, nar gibi iyice kızarmış (yiyecek).

narçiçeği, kudret narı

nâr is. (na:r) Ar. nâr esk. Ateş. nârına (veya nâra) yanmak ateşine yanmak.

nârıbeyza

nara is. (na:ra) Ar. na're 1. Haykırma, bağırma: Akıncıların naralarıyla savaş alam çınladı. 2. Sarhoş veya külhanbeyi bağırması. nara atmak (veya basmak) yüksek sesle uzun uzun haykırmak: "Boyuna bağırıyor, şarkı söylüyor, nara atıyorlar." -Ö. Seyfettin.

nar balinası is. zool. Narval.

narcıl is. Ar. nârcil bot. esk. Hindistan cevizi.

narçiçeği is. 1. Parlak kırmızı renk. 2. sf. Bu renkte olan: "İri, narçiçeği dudaklarında tatlı bir gülümseyiş." -R. H. Karay.

nardenk, -gi is. Far. nârdeng esk. Nar, erik, kızılcık vb. yemişlerden yapılan pekmez.

nardin is. Far. nârdın bot. Maydanozgillerden, çayırlarda yetişen ve hayvanlara yem olarak verilen, başakçıkları tek çiçekli küçük bir bitki (Eryngium campestre).

narenciye is. (naırenciye) Far. nürenc + Ar. -iyye bot. Turunçgiller.

narenciyeci is. Narenciye üreticisi.

narenciyecilik, -ği is. Narenciyeci olma durumu.

narenç, -ci is. Far. nârenc bot. Turunç.

nargile is. Far. nargile Tömbeki denilen bir cins tütünün dumanının sudan geçirilerek içilmesini sağlayan araç: "Sağdan soldan nargile gurultularının yükseldiği işitiliyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

nargile tütünü

nargile tütünü is. bot. Tömbeki.

nargiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, nar çeşitlerini içine alan küçük bir familya.

narh is. Far. nirh tic. Tüketiciyi korumak amacıyla, özellikle temel ihtiyaç maddeleri için resmî makamlarca belirlenen ve her yerde geçerli olan fiyat, narh koymak ihtiyaç maddeleri için değişmez fiyat belirlemek.

nârıbeyza sf. (na: 'rıbeyza:) Ar. nâr + beyzâ' esk. Akkor.

narin sf. (na:rin) Far. narin 1. İnce yapılı, yepelek, nazenin: "Bir tezgâhta tülbent dokuyan narin bir kıza âşık oldum." -S. F. Abasıyanık. 2. İnce, nazik: "Söğüdün yaprağı narindir narin." -Halk türküsü.

narinlik, -ği is. Narin olma durumu.

narkotik, -ği sf. Fr. narcotique,Uyuştamcu.

narkotizm is. Fr. narcotisme Uzun süre ve çok miktarda uyuşturucu madde kullanmaktan doğan bozuklukların bütünü.

narkoz is. Fr. narcose tıp İlaçla yapay olarak sağlanan ve vücutta bir veya birkaç görevin azalmasına yol açan uyku durumu, narkoz vermek ilaç vererek hastayı bilinçsiz ve ağrı duymaz duruma getirmek.

narkozcu is. Ameliyat sırasında hastaya narkoz veren uzman.

narkozculuk, -ğu is. Narkozcunun işi.

narkozitör is. Fr. narcositeur tıp Narkozcu.

narsisizm is. Fr. narcissisme psikol. Özseverlik.

narsist sf. Fr. narcissist psikol. Özsever.

narsis kompleksi

narsist kompleksi is. psikol. Kendini sevme özelliğini ön plana çıkarma işi: "Narsis kompleksi az buçuk herkeste vardır." -H. Taner.

narsistlik, -ği is. Narsisizm.

narval, -li is. (Danca nahrval'den) zool. Atlas Okyanusu'nun Antartika bölgesinde yaşayan bir tür balina, nar balinası (Monodon monoceros).

narven is. Far. nârven bot. Karaağaç.

nas, -ssı is. Ar. naşş esk. 1. Açıklık, açık ve kesin yargı, 2. fel. Dogma.

nasbetme is. Nasbetmek işi.

nasbetmek, -der (-i, -e) Ar. naşb + T. etmek esk. Atamak.

nasfet is. Ar. naşfet esk. Hakkaniyet.

nasıl zf. (na'sıl) T. ne + Ar. asi 1. Bir işin ne biçimde, hangi yolla olduğunu belirtmek için kullanılan bir söz: "Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir hareketin yapılış biçimine duyulan şaşkınlığı belirten bir söz: "Falih Rıfkı Atay gibi en güzel Türkçeyi yazan bir muhabirin kaleminden bu satırlar nasıl çıktı?" -O. S. Orhon. 3. İşin zorunlu olduğunu belirten bir söz: Bu yaptıklarından sonra ona nasıl kızmam? Okula nasıl gitmez! 4. Ne kadar çok: Seni nasıl seviyorum. 5. Elbette, kesinlikle: Bak nasıl sınıfını geçecek! 6. "Ben sana dememiş miydim, gördün mü?" anlamlarında kullanılan bir söz: Nasıl, kitap kiminmiş? 7. "Ne dediniz? veya iyi mi, beğendiniz mi?" anlamlarında kullanılan bir söz: Nasıl, bir daha söyler misiniz? 8. sf. Ne gibi, ne türlü, nasıl ki iki cümle arasındaki anlam ilişkisini "olduğu gibi" anlamıyla bağlayan bir söz: "Acele etmez ağırdan alır, nasıl ki bu aksam da ağırdan alıyor." -M. Ş. Esendal. nasıl olmuşsa her nasılsa: "Nasıl olmuşsa, gece anam şişenin kırıldığının farkına varmamış." -M. Ş. Esendal. nasıl olsa her durumda, er geç: "Ölüm nasıl olsa gelecek diye düşündü." -M. Ş. Esendal. nasılsınız bir kimsenin sağlığım ve durumunu öğrenmek için sorulan nezaket sorusu.

nasılsa zf. (na'sılsa) Herhangi bir sebeple veya bilinmeyen bir sebeple: "Araba tam duracağı sırada nasılsa sol tekerlekler küçük bir hendeğin içine kaydı." -O. C. Kaygılı.

nasıp, -sbı is. Ar. naşb esk Atama.

nasbetmek

nasır is. Ar. nüsür En çok el ve ayağın sürekli sürtünmelere uğrayan noktalarında üst derinin kalınlaşması ve sertleşmesiyle oluşmuş deri: "Ellerinde nasır, yüzlerinde nur / Yarına ümitle yürüyenlere / Bir selam uçuralım." -O. V. Kanık, nasır bağlamak (veya tutmak) 1) nasırlanmak; 2) mec. duygusuzlaşmak, duyarlığını yitirmek: O adamın kalbi nasır bağlamış, nasırına basmak çıkarını engellemek: "Tütün alıcılarının nasırına basmamak, gölgelerini bile çiğnemeden dolanıp da geçmek gerektiğini biliyordu." -N. Cumalı.

nasırlanma is. Nasırlaşma.

nasırlanmak (nsz) Nasırlaşmak.

nasırlaşma is. Nasırlaşmak işi.

nasırlaşmak (nsz) 1. Nasır oluşmak. 2. mec. Duyarlığını yitirmek.

nasırlı sf. Nasırı olan, nasır bağlamış, nasırlaşmış: "Beni yontan eller nasırlı ... köylü elleriydi." -B. R. Eyuboğlu.

nasırsız sf. Nasırı olmayan.

nasihat, -ti is. (nasi:hat) Ar. nasihat Öğüt: "Nasihatleri sonuna kadar dinler ve bitince hiç sesini çıkarmaz." -M. Ş. Esendal. nasihat etmek (veya vermek veya nasihatte bulunmak) öğüt vermek: "Dinle sana bir nasihat edeyim / Hatırdan gönülden geçici olma." -Karacaoğlan. "Ayrılırlarken anası, Ayşe'ye son bir nasihat verdi." -N. Cumalı.

nasihatname, nasihat yollu, baba nasihati

nasihatçi is. Öğüt veren kimse, öğütçü: "Birinci ciltte garip, kaçık, bön, saf gördüğümüz Don Kişot, ikinci ciltte nasihatçi, oldukça muvazeneli bir adam oluyor." -Ö. Seyfettin.

nasihatçilik, -ği is. Nasihatçinin işi.

nasihatname is. (na:sihatna:me) Ar. nasihat + Far. nâme esk. Dinî konularda öğüt veren eser.

nasihat yollu zf. Öğüde benzer bir biçimde.

nasip, -bî is. (nasi:p) Ar. naşıb 1. Birinin payına düşen şey. 2. Bir kimsenin elde edebildiği, sahip olabildiği şey: "Türk'e ve Türk vatanına bir kurtuluş nasip ise onu gene Mehmetçiklerden beklemeliyiz." -A. Gündüz. 3. Kısmet, talih, baht: Tembellerin nasibi aç kalmaktır. 4. Günlük kazanç, nasip almak 1) Bektaşilikte tarikata girme töreni yapılmak; 2) yararlanmak, kısmetine düşeni elde etmek: "Konaktaki hamamlardan halayıklar, hizmetçiler de nasiplerini alırmış." -S. Birsel, nasip etmek (veya etmemek) 1) fırsat vermek; 2) eriştirmek: "Allah bana o rezaletle gelmeyi nasip etmesin, ölmek daha iyi." -H. E. Adıvar. nasip olmak 1) fırsat düşmek, elvermek: "Acaba İstanbul'u bir daha görmek nasip olacak mı?" -H. E. Adıvar. 2) mutluluk veren güzel şeylere erişmek, ulaşmak, kavuşmak: "Hiçbir erkeğe nasip olmadığını iddia edeceğim hayat, hep kaçamaklarla dolu idi." -R. H. Karay, nasibini almak 1) güzel, hoşa giden bir şeyden kısa bir süre de olsa yararlanmak, sebeplenmek: "Herkes ondan haz veya hüzün, kendi nasibini alırdı." -A. Ş. Hisar. 2) nasiplenmek.

nasiplenme is. Nasiplenmek işi.

nasiplenmek (-den) Nasibini almak, sebeplenmek.

nasipli sf. 1. Nasibi olan, kısmetli. 2. Her istediğine kolayca ulaşan.

nasiplilik, -ği is. Nasipli olma durumu.

nasipsiz sf. 1. Nasibi olmayan, kısmetsiz. 2. Her istediğine ulaşamayan.

nasip sizlik, -ği is. Nasipsiz olma durumu.

naşir is. (na:sir) Ar. naşir esk. Nesir yazan, nesir ustası.

Nasrani öz. is. (nasra:ni:) Ar. naşrâni din b. Hristiyan, İsevi.

Nasranilik, -ği Öz. is. Hristiyanlık, İsevilik.

Nasrettin Hoca öz. is. "Her yanı açık olduğu hâlde yalnız bir girişi bulunan veya kilitli olan yer" anlamındaki Nasrettin Hocanın türbesi gibi deyiminde geçer.

Nasturı Öz. is. (nastuıri:) Ar. nestüri din b. Nastur adlı Süryani rahiplerinden birinin ortaya koyduğu mezhepten olan kimse.

nasyonalist sf. Fr. nationalisîe Ulusçuluk yanlısı.

nasyonalizm is. Fr. nationalisme Ulusçuluk.

nasyonal sosyalizm is. Hitler ve Nasyonal Sosyalist Partisinin öğretisi, Hitlercilik.

naşi zf (na:şi:) Ar. nâşi esk. Ötürü, dolayı: Hastalığından naşi gelemedi.

naşir is. (na:şir) Ar. naşir esk. 1. Yayan, saçan. 2. Yayımcı.

natamam sf. (na:'tamam) Far. nâ + Ar. tamâm esk. Eksik, tamamlanmamış, bitmemiş.

natıka is. (na:tıka) Ar. natıka esk. 1. Düşünüp söyleme yeteneği. 2. Düzgün ve iyi konuşma yeteneği.

natıkalı sf. Düzgün ve iyi konuşan.

natıkasız sf. Natıkası olmayan.

natır is. Ar. nâtir Kadınlar hamamında hizmet eden ve müşterileri yıkayan kadın.

natır nalını

natırlık, -ğı is. Natır olma durumu veya natırın işi.

natır nalını is. Kadınlar hamamında en yüksek ökçeli nalın türü.

nativizm is. Fr. nativismefel. Doğuştancılık.

nato sf. (na'to) Rum. "Söz dinlemez, söz anlamaz, taş gibi kafa" anlamlarındaki nato kafa, nato mermer deyiminde geçen bir söz.

natron is. Fr. natron kim. Hidratlı doğal sodyum karbonat.

natuk sf. (natu:k) Ar. natük esk. Düzgün, güzel ve kolaylıkla söz söyleyen.

natura is. (natu'ra) Lat. İnsanın yaradılış özelliği: "Biraz da hastanın naturasını kollamadan ilaç yazar." -R. N. Güntekin.

natür is. Fr. nature Tabiat, doğa.

natüralist sf. Fr. naturaliste Natüralizm akımını benimseyen (kimse).

natüralizm is. Fr. naturalisme Doğalcılık.

natürel sf. Fr. naturel Doğal: Natürel renk.

natürist is. Fr. naturiste Natürizm öğretisini benimseyen kimse.

natürizm is. Fr. naturismefel. Doğacılık.

natürmort, -du is. Fr. nature morte Konusu, cansız varlıklar veya nesneler olan resim.

navçağan is. bot. Çiçekleri katmerli ve mor renkte olan bir tatula türü (Datura).

navlun is. (navlu:n) Yun. 1. Bir yerden başka yere ulaştırmak için gemiye alınan eşyanın bütünü. 2. Taşıyıcı tarafından, gemisinde taşınacak yük için istenen ücret: "Kendi kesemden navlun parasını ödeyecektim, nasıl olsa."-E. E.Talu.

naylon is. (naylon) İng. nylon (fabrikaca konulan ad) 1. Dayanıklı ve esnek döküm maddesi: "Apartmanın kapıcısı naylonlara sardığı çöpleri yamaçtan aşağı attı." -H. Taner. 2. sf. Bu maddeden yapılmış olan. 3. sf. mec. Düzme, düzmece, sahte.

naylon fatura, naylon kız

naylon fatura is. tic. Giriş faturası olmayan bir mal için alıcıya verilen veya birini harcama yapmış gibi göstermek amacıyla düzenlenen faturanın halk arasındaki adı.

naylon kız is. Çağdaş, modern kız.

naz is. (na:z) Far. nâz 1. Kendini beğendirmek amacıyla yapılan davranış, cilve, eda. 2. İsteksiz gibi görünerek yalvartmak amacıyla yapılan davranış: Çok naz âşık usandırır. 3. Şımarıklık: Ben onun nazını çekmem. naz etmek nazlanmak: "Bu kız araya girmemiş olsaydı, Sevim, belki bana bir parça naz ederdi." -R. N. Güntekin. (kendini) naza çekmek istekli olduğu hâlde yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak, (birine) nazı geçmek dilediğini kabul ettirecek kadar hatırı sayılmak, nazına katlanmak istenen her şeyi hangi durumda olursa olsun yerine getirmek: "Cemal Paşa, gençlik akımı içinde hatırı sayılır olduğunu bildiği için sonuna kadar Halide Hanım'ın nazına katlandı." -F. R. Atay. (birinin) nazını çekmek her istediğini yerine getirmek: "Ben karım için çalışıyorum. Epeyce kazanıyorum. Onun nazım çekerek bütün çocuklarına katlanıyorum." -M. Ş. Esendal.

nazal sf. Fr. nasal dbl. Genizsil.

nazar is. Ar. nazar 1. Belli kimselerde bulunduğuna inanılan, insanlara, özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren, bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç, göz. 2. esk. Bakış, bakma, göz atma: "İlk nazarda mağrur, azametli tesirini veriyor." -S. M. Alus. nazar değmek (veya nazara gelmek) göz değmek: "Hele marangoz Halil'in gözünü de denemiş. Nazara gelmemek için kendi kendine okuyup üflüyor, nerede tahta görürse tak tak vuruyor." -H. Taner, nazarı değmek gözü değmek, (birinin) nazarında birinin düşüncesine göre, birinin gözünde: "Bu, İsviçreliler nazarında bizim itibarımızı hayli yükseltmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. (bir şeye şu veya bu) nazarıyla bakmak ona öyle imiş gibi, o gözle bakmak: Ona düşman nazarıyla bakıyor.

nazar boncuğu, nazandikkat, nazarıitibar, noktainazar, sarfınazar

nazaran zf. Ar. nazaran Göre, oranla, kıyasla: "Buna nazaran şimdi vereceğim malumat ve izahatı anlamak daha kolay olacaktır." -Atatürk.

nazar boncuğu is. 1. Nazar değmesin diye takılan mavi boncuk veya bunun yerini tutan başka şey, göz boncuğu. 2. sf. mec. Eşi benzeri olmayan, tek.

nazandikkat, -ti is. Ar. nazar + dikkat İlgi. nazarıdikkatini çekmek ilgisini çekmek.

nazarıitibar is. Ar. nazar + i'tibâr esk. İlgi, dikkat, nazarıitibara almak dikkat etmek, dikkate almak.

nazari sf. (nazari:) Ar. nazari esk. Kuram niteliğinde olan, kuramsal, teorik: "Bazı nazari dersler bir kısım talebeye hiç şüphesiz daha eğlenceli gelecektir." -H. F. Ozansoy.

nazariyat ç. is. (nazariya:t) Ar. nazariyyüt esk. Kuramlar.

nazariyatçı is. Kuramcı.

nazariye is. Ar. nazariyye esk. Kuram, teori: "Hiçbir fikir, hiçbir nazariye bu sevgiyle karşılaşamaz."-O. S. Orhon.

nazariyeci is. Teorisyen, kuramcı.

nazarlık, -ğı is. Nazarı etkisiz duruma getirdiğine inanılan kumaş parçası, mavi boncuk, kurşun, dua yazılı kâğıt, muska vb. şeyler: "Aman nazar değmesin, buna derhâl bir nazarlık astırmak!" -A. Ş. Hisar.

nazenin sf (na:zeni:n) Far. nazenin esk. 1. Cilveli, nazlı: "Kenarın dilberi nazik de olsa nazenin olmaz." -Atasözü. 2. Narin, ince yapılı. 3. Şımarık, nazlı yetiştirilmiş: "Gel gelelim bu nazeninim, gümrük kolcularıyla fingirdemeye başlamış." -R. N. Güntekin.

nazım, -zmı is. Ar. nazm ed. Hece ve durak bakımından denk ve kendi başına bir bütün olan uyaklı söz dizisi, manzume, şiir, koşuk.

nazım birimi, nazım türü, nazmetmek, serbest nazım

nâzım sf (na:zım) Ar. nâzım 1. Düzenleyen, düzene koyan, tertip eden. 2. is. ed. Manzume yazan kimse.

nâzım plan

nazım birimi is. ed. Şiirde en küçük anlam bütünlüğünü sağlayan ve kendi içinde bağımsız dize topluluğu.

nâzım plan is. mim. Bir yerleşim bölgesinin bütün bayındırlık işlerinde göz önünde tutulmak için hazırlanmış plan.

nazım türü is. ed. İçeriğine ve konusuna göre şiirin kendi içinde ayrılması ve adlandırılması.

nazır sf (na:zır) Ar. nazir 1. Bir yere doğru bakan (ev, oda vb.): Küçük fakat çok şirin bir oda, gölgelik, denize nazır." -H. Taner. 2. is. esk. Bakan: "Eski nazırlardan birisine ilk defa burada rastladım." -A. Gündüz.

hariciye nazırı, telaşe nazırı

Nazi öz. is. (na'zi) Alm. Nazi Nazizm yanlısı olan kimse.

nazik, -ği sf (na:zik) Far. nâzuk 1. Başkalarına karşı saygılı davranan: Nazik adam. 2. İnce yapılı, narin: "Kadın fevkalade nazik ve güzel, çocuklar oya gibi idiler." -S. F. Abasıyanık. 3. Özen, dikkat gösterilmezse kırılabilen, bozulabilen, kötüleşebilen: Nazik bir araç. 4. Özen gösterilmezse, gerekli önlemler alınmazsa kötüleşebilen, kritik: "Şimdi devleti tehlikeden kurtaracak pek nazik zamandır." -A. Ş. Hisar. 5. Dikkat isteyen, özen gerektiren: Nazik bir iş.

alinazik

nazikâne zf. (na:zikâ:ne) Far. nâzuk-âne İncelikle, saygıyla, nezaketle.

nazikçe sf (na:zi'kçe) 1. Nazik, ince, saygılı. 2. zf Nazik, ince, saygılı bir biçimde.

nazikleşme is. Nazikleşmek işi.

nazikleşmek (nsz) 1. İnce, saygılı bir biçimde davranır olmak. 2. Özen gösterilmezse kötüleşebilecek bir duruma girmek: "... bahsin nazikleştiği bu sırada bir söz sarf etmiş olmak için..." -M. Ş. Esendal.

naziklik, -ği is. Nazik olma durumu veya nazikçe davranış, nezaket.

nazil sf. (na:zil) Ar. nazil esk. 1. İnen, inmiş. 2. Konaklayan.

Nazileştirme is. Nazileştirmek işi.

Nazileştirmek (-i) Propaganda yolu ile Nazizm yanlısı yapmak.

nazir sf. (nazi.r) Ar. nazir esk. Benzer, eş, örnek: "Bazen geçen sene görmüş olduğumuz bir perçemin nazilini görürdük." -A. Ş. Hisar.

nazire is. (nazi:re) Ar. nazire esk. 1. Karşılık olarak, benzetilerek yapılan davranış, söz. 2. ed. Başka bir manzume örnek alınarak aynı ölçü ve aynı uyakla yazılan şiir: "Yahya Kemal'e bayılıyor, boş zamanlarında onun rubailerine nazireler yazmaya çalışıyordu. " -H. Taner, nazire yapmak bir söze, bir davranışa benzeriyle karşılık vermek.

nazirsiz sf. Benzersiz, eşsiz: "Evvelce nazirsiz güzel olması lazım gelen yüzü, artık buruşmuş... " -R. E. Ünaydın.

Nazizm öz. is. Fr. nazisme Almanya'da 1930'lu yıllarda Hitler tarafından kurulan Nasyonal Sosyalist Partisinin, Alman ırkının üstünlüğünü savunan politikası, Hitlercilik.

nazlanış is. Nazlanma işi veya biçimi.

nazlanma is. Nazlanmak işi.

nazlanmak (nsz) 1. Kolayca gönlü olmamak, ısrar beklemek: "Ara sıra buluşup içer, birbirine nazlanıp türlü lakırtılar söylemekten hoşlanırlar." -M. Ş. Esendal. 2. İsteksiz görünmek.

nazlaşma is. Nazlaşmak işi.

nazlaşmak (-i) Karşılıklı olarak naz yapmak.

nazlı sf. 1. Kolayca gönlü olmayan, kendini ağır satan, ısrar bekleyen, işveli, edalı: "Nazlı mı nazlı, süzüm süzüm süzülen bir kız çocuğuydu." -T. Buğra. 2. Üstüne titremlen, değer verilen, sevgili: "Ben çocukluğumdan beri gayet nazlı büyüdüm." -P. Safa. 3. Özen isteyen, nazik. 4. Sağlığını, dayanıklılığım çabuk bitiren.

nazlılık, -ğı is. Nazlı olma durumu.

nazmen zf Ar. nazmen Şiir olarak.

nazmetme is. Nazmetmek İşi veya durumu.

nazmetmek, -der (-i) Ar. nazın + T. etmek Nazım biçimine sokmak, nazım olarak düzenlemek: "Şair doğmuş olanlar bile nazmetmek kabiliyetini yavaş yavaş edinirler."-Y. K. Beyatlı.

Nb kim. Niyobyum elementinin simgesi.

-ncı / -nci, -ncu / -ncü Sayı adlarından, sıra sayıları türeten ek: altı-ncı, on-u-ncu, üç-ü-ncü, yedi-nci vb.

-nç Fiilden isim ve sıfat türeten ek: bas-ı-nç, gül-ü-nç, kork-u-nç, sev-i-nç vb.

Nd kim. Neodim elementinin simgesi.