mu

mu bk. mı / mi.

muaccel sf. Ar. mu'accel esk. 1. Acele olunmuş. 2. huk. Peşin, hemen ödenmesi gereken.

muacciz sf Ar. mu'acciz esk. 1. Sıkıntı veren, taciz eden, bıktıran, usandıran: "Bu buhran tatsız, münasebetsiz, muacciz bir buhrandı." -Ö. Seyfettin. 2. Yapışkan, sırnaşık, ukala (kimse).

muaddel sf. Ar. mu'addel esk. Değiştirilmiş, değişikliğe uğramış, değişkin.

muadele is. (mua:dele) Ar. mu'âdele esk. 1. Eşitlik, beraberlik, denklik. 2. mec. Anlaşılmaz iş. 3. mat. Denklem.

muadelet is. (mua:delet) Ar. mu'âdelet esk. Eşitlik, denklik, eş değerlik.

muadil sf. (mua:dil) Ar. mu'âdil esk. Eşit, denk, eş değer.

muaf sf. (mua:j) Ar. ma'fuvv 1. Bağışlanmış, affedilmiş. 2. Ayrı tutulmuş, ayrıcalık tanınmış. 3. Özgür, serbest, muaf tutmak (veya tutulmak) bir ödevi, bir görevi bağışlamak, ayrıcalık tanımak: Askerlikten muaf tutuldu.

muafiyet is. (mua:fiyet) Ar. ma'fuviyyet 1. Ayrı tutulma, kendisine uygulanmama, bağışıklık. 2. tıp Bağışıklık, muafiyet tanımak kendisinden beklenilen veya istenilenlerin bütününü istememek.

muafiyet sınavı, vergi muafiyeti

muafiyet sınavı is. eğt. Eğitimde veya herhangi bir dalda bilgi birikiminin önceden yeterli olup olmadığının belirlenmesi için yapılan sınav.

muaflık, -ğı is. Muaf olma durumu.

muahede is. (mua:hede) Ar. mu'ühede esk. Antlaşma: "Osmanlılar 1681 muahedesiyle Moskova hükümdarının Çarlık unvanını ve Kudüs Ortodoks kilisesi üzerindeki himaye hakkım tanımışlardı." -F. R. Atay.

muahedename

muahedename is. (mua:hedena:me) Ar. mu'âhede + Far. nâme esk. Antlaşma metni.

muaheze is. (mua:heze) Ar. mu'âhaze 1. Kınama, paylama, ayıplama. 2. Eleştiri, muaheze etmek paylamak, ayıplamak, kınamak.

muahezename

muahezename is. (mua:hezena:me) Ar. mu'âhaze + Far. nâme esk. Eleştiri yazısı ve kitabı.

muahhar sf. Ar. mu 'ahhar esk. Sonraki, sonradan gelen, ertelenmiş, daha sonraki.

muahharen zf Ar. mu'ahharen esk. Sonradan.

muakkip, -bi sf Ar. mu'akkib esk. 1. İzleyen, arkasından koşan, takip eden. 2. İşi yürüten.

mualla sf. (muallâ:) Ar. mu'alla esk. Yüksek, yüce.

muallak sf (muallâk) Ar. mu'allak esk. 1. Asılmış, asılı. 2. mec. Sonuca bağlanmamış, sürüncemede kalmış: "Komite mahkemesince verilip de nasılsa icra olunmayan muallak kararları yerine getirirdi." -Ö. Seyfettin. (bir şey) muallakta olmak (veya kalmak) sonuca bağlanmamak, sürüncemede kalmak.

muallel sf. Ar. mu'allelesk. Sakat, eksik.

muallim is. Ar. mu'allim esk. Öğretmen.

başmuallim

muallime is. Ar. mu'allime esk. Bayan Öğretmen: "Zavallı muallime bir heyecan numunesi gösteriyordu." S. F. Abasıyanık.

muallimlik, -ği is. Öğretmenlik: "Yedek subay yetiştiren Levazım Mektebinde muallimlik yaptım. " -B. Felek.

başmıtailimlik

muamelat is. (mua:melâ:t) Ar. mu'âmelât esk. Dairelerde evrak üzerinde yapılan işlemler, işlem: Muamelat müdürü.

muamele is. (mua:mele) Ar. mu'âmele 1. Davranma, davranış: Bana karşı olan muamelesini beğenmedim. 2. Yol, yöntem: Bu adam muamele bilmiyor. 3. İşlem: "Onlar gündelik muamelelere başlayınca da benim ağzım açık kaldı." -R. N. Güntekin. 4. kim. esk. İşlem. 5. tic. esk. Alışveriş: Borsada bugün muamele olmadı, muamele etmek davranmak: "Hanımefendimin hayatım kurtardığı için bütün hizmetkârlar ona güler yüz gösteriyor, iyi muamele ediyorlardı. " -H. Taner, muamele görmek işlem uygulanmak, davranılmak: "İyi muamele görmekle beraber eski neşesini kaybetmişti." -Y. K. Beyatlı.

muamma is. (muamma:) Ar. mu'ammâ 1. Bilmece: "Eski kadınlar, çocukların zihinlerini bilmek için, muammalara başvururlardı." -A. Rasim. 2. mec. Anlaşılmayan, bilinmeyen şey: "Ruhu uykuda farz ettiğim kadın bana pek yaman bir muamma gibi geldi." -H. E. Adıvar. muamma asmak âşıklık geleneğinde herhangi bir konuyu manzum olarak bilmece türünde düzenleyip genellikle kahvehanelerde herkesin göreceği bir yere koymak.

muammalı sf Bilmeceli, muamma dolu: "Bu muammalı İhsan Efendiyi İstanbul'un hangi köşesinde aramalı?"-P. Safa.

muammalık, -ğı is. Muamma dolu olma durumu: "Kadın ruhunun muammalığı ne zaman görülmüş ki?" -A. Gündüz.

muammer sf. Ar. mu'ammer esk. Yaşamış. muammer olmak 1) yaşamak; 2) uzun ve mutlu yaşamak.

muannit, -di sf. Ar. mu'annid esk. İnat eden, inatçı, direngeç, anut.

muaraza is. (muaıraza) Ar. mu'araza esk. Çekişme, kavga.

muare is. Fr. moire 1. Dalgalı parıltılar verilmiş olan bir tür kumaş, kareli kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan.

muarefe is. (mua:refe) Ar. mu'ârefe esk. Karşılıklı birbirini tanıma, tanışma, tanışıklık: "Sizi tanıdığım günden beri aramızda muarefenin alabileceği şekiller üstünde her gün düşünüyorum."-P. Safa.

muarız sf. (mua:riz) Ar. mu'âriz esk. Karşı koyan, karşı çıkan: "Dışarı çıktığında kulağında kalmış rivayetleri ileri sürerek muarızlarını iknaya çalıştı." -H. Taner.

muasır sf. (muaısır) Ar. mu'âşir Çağdaş: Muasır medeniyet.

muasırlaşma is. Çağdaşlaşma.

muasırlaşmak (nsz) Çağdaşlaşmak.

muasırlaştırma is. Çağdaşlaştırma.

muasırlaştırmak (-i) Çağdaşlaştırmak.

muasırlık, -ğı is. Çağdaşlık.

muaşaka is. (mua:şaka) Ar. mu'âşaka esk. Birbirini karşılıklı sevme, sevişme, âşıktaşlık: "Hiçbiriyle muaşakaya vakit bulamamıştı." -R. H. Karay, muaşakada olmak sevişmek, birbirine âşık olmak: "Ahmet'le Fazilet'in muaşakada oldukları ve evlenmeye hazırlandıkları anlaşıldı." -Y. K. Beyatlı.

muaşeret is. (mua:şeret) Ar. mu'âşeret esk. Birbiriyle toplumsal ilişkiler içinde bulunma: "Biz bu farkın muaşeretten üsluba, insan ve zevke kadar derinleştiğine inanıyoruz. " -A. H. Tanpınar.

muaşeret adabı, adabımuaşeret

muaşeret adabı is. Görgü kuralları, adabımuaşeret.

muattal sf. Ar. mu'aüal esk. 1. İşlemez, kullanılmaz duruma gelmiş. 2. Boş, işsiz.

muattar sf Ar. mu'attar esk. Itırlı, güzel kokulu.

muavenet is. (muaıvenet) Ar. mu'üvenet esk. Yardım: "Muavenetine ne kadar muhtacım, vicdan azabından nasıl perişanım, görmüyor musun?" -A. İlhan, muavenet etmek yardım etmek.

muavin is. (mua:vin) Ar. mu'âvin 1. Yardımcı: "Kalkmak üzere olan otobüsün muavini seslendi." -N. Cumalı. 2. Bir görevlinin, bir yöneticinin işine yardım eden, yokluğunda yerini ve yetkilerini üzerine alan kimse.

müdür muavini, şoför muavini

muavinlik, -ği is. 1. Muavin olma durumu. 2. Muavinin görevi.

muayede is. (mua.yede) Ar. mu'ayede esk. Bayramlaşma, birbirinin bayramını kutlama.

muayene is. (mua.yene) Ar. mu'âyene 1. tıp Bir kimsenin hasta olup olmadığını veya hastalığın ne olduğunu araştırma: "En son bir de kan muayenesi yaptılar." -S, F. Abasıyanık. 2. Gözden geçirme, araştırma, yoklama, kontrol: Gümrük muayenesi, muayene etmek 1) bir kimsenin hasta olup olmadığını veya hastalığının nerede olduğunu araştırmak: "Ben de hastaları muayene ettiğim küçük odada yatıp kalkacağım." -Y, K. Karaosmanoğlu. 2) araştırmak, incelemek: "Küçük yokuşu muayene etlim, kimseler yok." -A, Gündüz, muayene olmak hekimce bakılmak,

muayenehane, fennî muayene, laboratuvar muayenesi, sağlık muayenesi

muayeneci is. Araştıran, yoklayan kimse: "Eskiden istanbul gümrüğünde muayeneciymiş." -M. Ş. Esendal.

muayenehane is. (mua'yeneha:ne) Ar. mu'âyene + Far. hane Hekimlerin hastalarını muayene ettikleri yer.

muayyen sf. Ar. mu'ayyen 1. Belli, belirli: "Sizi muayyen bir kimseye benzetmek istiyorum. " -H. Taner. 2. Belirlenmiş, kararlaştırılmış: "Yadırganan bir yığın eser, mimarinin sadece muayyen bir malzemeyi, muayyen bir gaye uğrunda kullanmaktan ibaret olmadığını gösterirler." -A. H. Tanpınar.

muayyeniyet is. Ar. mu'ayyeniyyet esk. Belli olma durumu, bellilik.

muazzam sf. Ar. mu'azzam 1. Çok büyük, çok iri, koskoca, koskocaman: "Muazzam, biraz da esrarlı, karanlık, eski bir konaktaydı. " -H. E. Adıvar. 2. Alışılmışın sınırlarını aşan. 3. mec. Güçlü, önemli: "Fakat muazzam hakikatlere karşı göz yumanlardan değilim." -A. Gündüz.

muazzep, -bi sf. Ar. mu'azzeb esk. Acı, sıkıntı, azap çeken, muazzep etmek acı, azap çektirmek, muazzep olmak acı, azap çekmek.

muazzez sf. Ar. mu'azzez esk Sayılan, saygı duyulan, sevgili, aziz.

mubassır is. Ar. mubaşşir esk. Okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse: "Mubassır Uzun Osman'dan bir izinsiz cezası almıştım." -Y. Z. Ortaç.

başmubassır

mucibince zf. (mu.cibince) Gereğince.

mucip, -bi sf. (muıcip) Ar. mücib esk. Gerektiren, gerektirici. mucip olmak gerektirmek.

mucip sebep

mucip sebep, -bi is. Gerekçe.

mucir is. (mu:cir) Ar. mucir esk Kiraya veren kimse.

mucit, -di is. (mu:cit) Ar. mücîd 1. Yeni bir buluş ortaya koyan, icat eden kimse. 2. sf Yaratıcı, yaratan.

mucize is. (mu:cize) Ar. mu'cize 1. din b. Allah'ın izni ve emri ile yalnız peygamberlerin gösterdiği, özellikle peygamberlere karşı çıkanları ikna etmek, iman etmeyenlerin iman etmelerini sağlamak, inananların imanım güçlendirmek amacı taşıyan olağanüstü işler, hareketler, hâller, tansık. 2. insanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay. 3. İnsan aklının alamayacağı olay; "Şırınga nasılsa umduğumdan çok daha iyi bir tesir yaptı ve zavallı Hacı Ömer, bunu benim bir mucizem gibi gördü.". -R. N. Güntekin. 4. sf. mec. Olağanüstü, şaşırtıcı: "Onların aşkı ve evlilikleri zaten bir mucize değil miydi? " -T. Buğra, mucize göstermek 1) olağanüstü bir olay yaratmak: "Mîllî hareket bu son bir sene zarfında o kadar süratli bir mucize gösterdi ki büyüklüğüyle gözleri kamaştırıyor." -Y. K. Beyatlı. 2) sadece peygambere Özgü, insan aklının ve kabiliyetinin erişemeyeceği olağanüstülükler göstermek, mucize kabilinden umulmayan, beklenmeyen bir biçimde.

mucizeli sf Mucize niteliği bulunan: "Bu rüzgâr, bu mucizeli gemi ile insanı nerelere götürmez." -A. H. Tanpınar.

mucizevi sf (mu:cizevi:) Ar. mu'cizevî Olağanüstü niteliklere sahip.

mucuk, -ğu is. hlk. Bir çeşit küçük sinek.

mucur is. Erm. 1. Kömür kırıntısı, mıcır. 2. Yol yapımında kullanılan taş kırıntısı. 3. mec. Bir şeyin işe yaramayan bölümü.

muço is, (mu'ço) ît. mozzo 1. den. Gemilerde çalışan küçük yaştaki tayfa yamağı, miço. 2. Meyhaneci çırağı.

mudarebe is. Ar. mudârebe tic. Bir yandan sermaye, öte yandan emek konularak kurulan şirket.

mudi is. (mu:di;) Ar. mudi' 1. Bankaya para yatıran kimse. 2. esk. Emanet bırakan kimse.

mudil sf (mu.dil) Ar. mu'dil esk. Karmaşık, güç, çetin.

mudil cümle

mudil cümle is. dbl. Girişik cümle.

mufassal sf. Ar. mufassal esk. Ayrıntılı: "Kağnı arabalarının değiştirilmesi lüzumuna dair mufassal layihalar vermişti." -R. H. Karay.

mufla is. Fr. moufle kim. 1. Cisimleri, aleve değdirmeden ateşin etkisine uğratmak için kullanılan büyük toprak kap, 2. Porselen fırını.

muflon is. Fr. mouflon 1. Pardösülerin içine iliklenerek geçirilen bir çeşit çok kalın, eğreti astar. 2. zool. Yaban koyunu.

muflonlu is. 1. İçinde keçe bulunan çok kalın, yumuşak, parlak tüylü kumaş. 2. sf. Bu kumaş geçirilerek yapılmış olan; Muflonlu yağmurluk.

mugaddi sf. (mugaddi:) Ar. mugaddi esk. Besleyici, besleyen.

mugalata is. (muga:lâta) Ar. mugalata esk. 1. Yanıltacak söz: "Bu adam mugalataya, laf cambazlığına pabuç bırakmaz." -H. Taner. 2. man. Yanıltmaca.

mugalatacı is. Mugalata yapan kimse.

muganni is. (muganni:) Ar. muganni muz. esk. Şarkıcı: "Her muganninin okuyuşu, her çalanın çalışı yine şahsîdir ve ayrıdır." -Y. K. Beyatlı.

muganniye is. Ar. muganniye esk. Şarkıcı kadın.

mugayeret is. (muga:yeret) Ar. muğayeret esk. Uygun olmama durumu, uymazlık, aykırılık.

mugayir sf. (muga.yir) Ar. mugayir esk. Uymaz, aykırı.

muğber sf. Ar. muğber esk. Gücenmiş, gücenik, küskün, muğber olmak gücenmek, küsmek.

muğlak sf. (muğlâk) Ar. muğlak Anlaşılması güç, anlaşılmaz, karışık, çapraşık: "Son günlerin karşı, muğlak vakalarını tahlil edemedi." -P. Safa.

muhabbet is. Ar. muhabbet 1. Sevgi: "Mutfakta onlara yemek, kahvaltı hazırlanırken yukarıda her akşamdan fazla bir muhabbet havası esiyordu." -H. E. Adıvar. 2. Dostça konuşma, yârenlik: "Karın doyuracak değiliz, maksat biraz muhabbet olsun." -N. Cumalı. muhabbet beslemek sevgi duymak. muhabbet etmek karşılıklı, dostça konuşmak: "Bir geçitten ziyade bir toplantı yeri. Mahalle orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder." -H. E. Adıvar.

muhabbet çiçeği, muhabbet kuşu, muhabbetname, muhabbet tellalı, geyik muhabbeti

muhabbet çiçeği is. bot Muhabbet çiçeğigillerden, ekleri yeşilimtırak beyaz, güzel kokulu bir süs bitkisi (Reseda odorata).

muhabbet çiçeğigiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı, iki çenekli bitkiler sınıfı.

muhabbet kuşu is. zool. Papağangillerden, asıl yurdu Avustralya olan, yurdumuzda da kafeslerde üretilen, basit bazı sesleri ve kelimeleri taklit edebilen, eşine çok düşkün, san, yeşil ve kül rengi tüylü, uzun ve sivri kuyruklu bir kuş (Melopsittacus undulatus).

muhabbetname is. (muhabbeîna:me) Ar. mahabbet + Far. nâme esk. 1. Aşk mektubu. 2. Arkadaş, dost mektubu.

muhabbet tellalı is. Pezevenk.

muhabbet tellallığı is. Pezevenklik.

muhaberat ç. is. (muha:bera:t) Ar. muhaberât Haberleşmeler, haberleşme dolayısıyla yapılan yazışmalar: "Bu yolda cereyan etmiş olan muhaberattan bazılarını arz etmekliğime müsaadenizi rica ederim." -Atatürk.

muhabere is. (muha:bere) Ar. muhabere 1. Yazışma. 2. tek. İletişim, muhabere etmek haberleşmek, yazışmak,

muhabere memuru, muhabere sınıfı

muhabereci is. ask. Muhabere sınıfından olan asker.

muhabere memuru is. Telgrafçı, haberleşmeyi sağlayan kimse.

muhabere sınıfı is. ask. Savaşta haberleşme düzeninin kurulmasını, düşmanın elektronik araçlar kullanmasını engellemeyi veya bunu sınırlandırmayı sağlayan yardımcı sınıf.

muhabir is. (muha:bir) Ar. muhabir 1. Basın ve yayın organlarına haber toplayan, bildiren veya yazan kimse: "Ben de Tanın muhabiri olarak aynı trenle gidecektim." -F. R. Atay. 2. Herhangi bir kuruluşun çalışmasıyla ilgili olarak merkezle başka bir ülke arasında bağlantıyı sağlayan görevli: Banka muhabir üyesi.

radyo muhabiri

muhabirlik, -ği is. 1. Muhabir olma durumu: "Diyarbakır'da İstanbul gazetelerine parasız muhabirlik eden uygar ve zeki bir genç tanımıştım." -H. E. Adıvar. 2. Muhabirin görevi.

muhaceret is. (muha:ceret) Ar. muhaceret esk. 1. Göç, göçme. 2. huk. Yaşamakta olduğu ülkeden yabancı bir ülkeye uzun veya kısa süreli yerleşmek için gitme, muhaceret etmek yaşadığı ülkeden ayrılmak.

muhacim is. (muha:cim) Ar. muhacim esk. 1. Saldıran, saldırıcı. 2. sp. Forvet: "Fener takımının muhacimleri arasında şimşek diye anılan Mustafa'dan şikâyet etti." -A. Gündüz.

muhacir sf. (muha:cir) Ar. muhacir 1. Göçmen: "Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik." -Ö. Seyfettin. 2. Hz. Muhammed'e uyarak Mekke'den Medine'ye göç eden. muhacir gitmek göç etmek: "Bunlar Kozan'dan Kırım'a, oradan da Tuna'ya muhacir gitmişler." -P. Safa. muhacir olmak göçmen durumuna girmek.

muhacir arabası

muhacir arabası is. esk. Üstü ve yanlan örtülü, dört tekerlekli, yaysız araba: "Bu kız tenteli muhacir arabasında tanıştığı kıza da benzemiyor değildi." -O. C. Kaygılı.

muhacirlik, -ği is. Göçmenlik: "Yine o kadar muhacirlik olacak, çoluk çocuk meydanda kalacak." -Ö. Seyfettin.

muhaddep, -bî is. Ar. muhaddeb fiz. esk. Dışbükey.

muhaddis is. Ar. muhaddis esk. Hadis bilimiyle uğraşan kimse.

muhafaza is. (muhafaza) Ar. muhafaza Koruma, saklama, korunum: "Zamanımızda kıymetli şeylerin muhafazası güçleşti." -B. Felek, muhafaza altına almak korumak, saklamak, bir yerde tutmak, kapatmak, muhafaza etmek (veya edilmek) 1) korumak, saklamak (veya korunmak saklanmak): "On sene evvelki külhanbeyi modasını o, tek başına hâlâ muhafaza' ediyordu." -Ö. Seyfettin. 2) olduğu gibi bırakmak, kapatmak (veya bırakılmak, kapatılmak): "Ev olduğu gibi muhafaza edilmişti." -A. Haşim.

muhafazakâr is. (muha:fazakâ:r) Ar. muhafaza + Far. -kâr Tutucu: "Yeni prens halk hürriyetleri aleyhinde idi ve muhafazakârlara dayanıyordu." -F. R. Atay.

muhafazakârlık, -ğı is. Tutuculuk: "Hiçbir şeye inanmayan ne inkılapçı ne muhafazakâr ne âlim ne şair olabilir." -O. S. Orhon.

muhafazalı sf. Muhafazası olan.

muhafazasız sf Muhafazası olmayan.

muhafız is. (muhafız) Ar. muhafız 1. Birini veya bir şeyi koruyan, kollayan, gözeten kimse, koruyucu: "Hecinlerimizi bir iki muhafızla tepecikler arasına yerleştirmiştik." -F. R. Atay. 2. esk. Bir kalenin veya bir şehrin önemli yerlerini korumak, düzeni ve güvenliği sağlamakla görevli komutan: "İstasyonda veliahdı uğurlayanlar arasında İstanbul muhafızı da vardı." -F. R. Atay.

muhafız alayı

muhafız alayı is. ask. Devlet başkanlarını, kralları korumakla görevli askerî birlik.

muhafızlık, -ğı is. 1. Muhafız olma durumu. 2. Muhafızın görevi.

muhakeme is. (muha:keme) Ar. muhakeme 1. huk. Birbirine karşı olan iki tarafı dinleyerek bir yargıya varma, yargılama, 2. fel. Usa vurma: "Daima felsefe yapmaya hazır, kurulmuş bir makineye benzeyen ukala dimağım muhakemeye başladı."-O, Seyfettin. 3. mec. Bir sorunu çözmek için çıkar yol arama: "Güldüm, şu muhakemem ne garip münasebetsizlikti." -Ö. Seyfettin, muhakeme etmek 1) yargılamak; 2) akıl süzgecinden geçirmek, düşünmek, muhakeme yürütmek düşünmek, soruna bir çözüm aramak: "Ferit bu aralık kendi kendine muhakemeler yürütmüş..." -S. F. Abasıyanık.

muhakeme usulü

muhakeme usulü is. huk. Yargı yolu.

muhakkak sf. Ar. muhakkak 1. Doğruluğu, gerçekliği kesin olarak bilinen, gerçekliği kesinleşmiş: "Muhakkak olan bir şey varsa, herkese benzemediği idi." -H. Taner. 2. zf. Yüzde yüz: "Eski terbiyeyi bilmesi de muhakkak tesirli oluyordu." -R. H. Karay.

muhakkik sf. Ar. muhakkik esk. 1. Gerçeği araştıran. 2. is. Soruşturucu, soruşturmacı.

muhal, -li sf. (muha:l) Ar. muhal esk. Olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız: "Gizli düşmanların elinden memleketi kurtarmak muhal bulunuyordu.". -S. Ayverdi.

farzımuhal

muhalefet is. (muha:lefet) Ar. muhalefet 1. Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu, aykırılık. 2. Karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu. 3. Demokraside iktidarın dışında olan parti veya partiler, muhalefet etmek karşı davranışta bulunmak, karşı çıkmak.

muhalefet partisi, muhalefet şerhi, ana muhalefet, kıyasa muhalefet

muhalefet partisi is. Hükümet kurmaya katılmamış parti.

muhalefet şerhi is. Karşı olma yazısı, muhalefet gerekçesi.

muhalif is. (muhaılif) Ar. muhalifi. Bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olan, aykırı olan kimse: "Muhaliflerin, Mecliste ordu aleyhine açtıkları cereyan devam ediyordu." -Atatürk. 2. sf. Aykırı: "Fikrine, ümidine, arzusuna muhalif bir şeye rast gelince hemen bozulur." -Ö. Seyfettin.

muhallebi is. Ar. haleb'den. Süte, şeker ve pirinç unu kaynatılarak yapılan bir tatlı.

muhallebi çocuğu, su muhallebisi

muhallebici is. 1. Muhallebi yapan veya satan kimse. 2. Muhallebi satılan yer: "Sabahın bu saatinde yalnız muhallebicilerle mandıralar açık, oralardaysa içki bulunmaz." -A. İlhan. 3. Nazlı büyütülmüş kimse.

muhallebicilik, -ği is. 1. Muhallebici olma durumu. 2. Muhallebi yapma ve satma işi.

muhallebi çocuğu is. Nazlı büyütülmüş çocuk: "Burnundan ateş saçarak alay komutanına muhallebi çocuğu bir ihtiyat zabitini rapor ediyor." -A. İlhan.

Muhammedî öz. is. (muhammedi:) Ar. muhammedi din b. Hz. Muhammed ümmetinden olan kimse, Müslüman.

muhammen sf. Ar. muhammen esk. Oranlanan, tahmin edilen.

muhammes sf. Ar. muhammes esk. 1. Beş parçası olan, beşli. 2. is. mat. Beşgen. 3. is. ed. Beşli.

muhammin sf. Ar. muhammin esk. Oranlayan, tahmin eden.

muhannet sf. Ar. muhanneş'tm hlk. Alçak, korkak, namert.

muharebe is. (muha:rebe) Ar. muharebe 1. . ask. Savaş: "Muharebe zamanında ailemiz büyük felaketler geçirdi." -R. N. Güntekin. 2. mec. Güçlü tartışma.

meydan muharebesi

muharip, -bi is. (muhaırip) Ar. muhârib ask. Savaşçı.

muharrem is. Ar. muharrem Ay takviminin birinci ayı, aşure ayı.

muharrer sf. Ar. muharrer esk. Yazılmış, yazılı, yazıya geçirilmiş: Nama muharrer senet.

emre muharrer senet

muharrik sf. Ar. muharrik esk. 1. Hareketini sağlayan, harekete getiren: Muharrik kuvvet. 2. mec. Kışkırtıcı, ayartıcı.

muharrir is. Ar. muharrir esk. Yazar: "Bir meşhur muharrire birisi bir roman götürmüş. " -S. F. Abasıyanık.

başmuharrir, sermuharrir, mazbata muharriri

muharrirlik, -ği is. Yazarlık.

başmuharrirlik, sermuharrirlik

muharriş sf. Ar. muharriş esk. 1. Tırmalayan, tahriş eden. 2. İrkilten, korku, veren.

muhasamat is. (muha:sama:t) Ar. muhasamat esk. 1. Düşmanlık. 2. Savaşta çarpışma.

muhasara is. (muha:sara) Ar. muhasara esk. Kuşatma, sarma, çevirme, muhasara altına almak (veya alınmak) kuşatmak (veya kuşatılmak): "Avluda neden bir köşede muhasara altına alındığımı o vakit anlamıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu. muhasara etmek kuşatmak.

muhasebat ç. is. (muha:seba:t) Ar. muhasebat esk. Hesap işleri.

muhasebe is. (muha:sebe) Ar. muhasebe esk. 1. Hesaplaşma, karşılıklı hesap görme. 2. Hesap işleriyle uğraşma. 3. Hesapların bütünü. 4. Hesap işlerinin yürütüldüğü yer, saymanlık: "Nedir bu benim çilem / Hesap bilmem /Muhasebede memurum." -O. Rifat. (bir şeyin) muhasebesini yapmak bir şeyin olumlu veya olumsuz yönlerini gözden geçirerek bir yargıya varmak.

nefis muhasebesi

muhasebeci is. Sayman.

muhasebecilik, -ği is. Saymanın görevi, saymanlık: "Babam muhasebecilikle Serez'e gittiği ve bizi de birlikte götürdüğü zaman sekiz yaşındaydım." -H. C. Yalçın.

muhasım is. (muha:sım) Ar. muhâşim esk. Birbirine düşman olanlardan her biri.

muhasır is. (muha:sır) Ar. muhaşir esk. Kuşatan, saran.

muhasip, -bi is. (muhaısip) Ar. muhüsib Sayman.

muhasiplik, -ği is. Saymanlık.

muhassala is. Ar. muhaşşale esk. 1. Elde edilen sonuç, 2.fiz. Bileşke.

muhassas sf. Ar. muhaşşaş esk. Birine ayrılmış, tahsis olunmuş.

muhassasat ç. is. (muhassasa:t) Ar. muhaşşaşât esk. 1. Bir kimseye maaş, tayın vb. olarak verilmiş şeyler. 2. Devlet bütçesinde devlet kuruluşları için ayrılmış para, ödenek.

muhassenat ç. is. (muhassena:t) Ar. muhassenat esk. Yararlı, güzel, hayırlı işler.

muhassıl is. Ar. muhaşşil tar. Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimattan önceki dönemde vergi tahsildarı.

muhat sf. (muha:t) Ar. muhat esk. 1. Kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş. 2. Kitabın sırt kâğıdı İle mukavvasının arasında isteka ile bastırılarak oluşturulmuş hafif çukurluk.

muhatap, -bı is. (muha:tap) Ar, muhâtab Kendisine söz söylenilen kimse, kendisiyle konuşulan kimse, muhatap olmak 1) kendisine söz söylenmek, hitap edilmek: "Konuşmalardan usanmıştım, hiçbir konuşmaya muhatap ve tanık olmayayım." -H. Taner. 2) karşılaşmak: Onun çirkin davranışlarına ben muhatap oldum.

muhatara is. (muha:tara) Ar. muhatara esk. 1. Korku verici durum, tehlike. 2. Zarar, ziyan.

muhataralı sf. Tehlikeli: "Böyle bir zabiti birlik komutanı atamak, Binbaşı Ferit'e muhataralı göründüğünden, taburun ikmal subayı yapıyor onu." -A. İlhan.

muhatarasız sf. Tehlikesiz.

muhavere is. (muha:vere) Ar. muhavere esk. İki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşma: "Basit muhavereye yetecek kadar birkaç lisandan konuştuğunu biliyordum." -R. H. Karay, muhavere etmek birbiriyle konuşmak.

muhavvil sf. Ar. muhavvil esk. Değiştiren, dönüştüren.

muhayyel sf. Ar. muhayyel esk. Hayal gücüyle yaratılan, hayal edilen: "Gülümser bir resimdir / Muhayyel sevgilimdir," -Y. K. Beyatlı.

muhayyer sf. Ar. muhayyer esk. 1. Beğenilmediğinde geri verilmek şartıyla alınan (eşya vb), seçmece. 2. Seçmeli. 3. is. müz. Türk müziğinde bir makam, muhayyer bırakmak seçmeli bırakmak, seçmeye izin vermek.

muhayyerbuselik, muhayyerkürdî, muhayyersümbüle

muhayyerbuselik, -ği is. müz. Türk müziğinde bir makam.

muhayyerkürdi is. Ar. muhayyer + kurdî müz. Türk müziğinde bir makam.

muhayyerlik, -ği is. 1. Seçmeli olma durumu. 2. huk, Seçme hakkı.

muhayyersümbüle is. Ar. muhayyer + Far. sunbule müz. Türk müziğinde bir makam.

muhayyile is. Ar. muhayyile psikol. Hayal gücü: "O andan itibaren muhayyilesi çalışmaya başlamıştı." -A. H. Tanpınar.

muhbir is. Ar. muhbir esk. 1. Haber ulaştırıcı, haber veren kimse: "Genç muhbirler bu defa Hazım Aslan'ın peşinde koşuyorlardı." -H. E. Adıvar. 2. Yasa dışı olan bir durumu yetkili makamlara bildiren kimse, İhbarcı.

muhbirlik, -ği is. Muhbir olma durumu veya muhbirin yaptığı İş.

muhik, -kki sf Ar. muhikkesk. Haklı, doğru.

muhil, -İli sf. Ar. muhill esk. Dokunan, bozan, ihlal eden.

muhip, -bbi sf. Ar. muhibb esk. Seven, sevgi besleyen, dost.

muhit is. (muhiıt) Ar. muhit 1. Çevre, yöre, etraf. 2. mec. Bir kimsenin sürekli ilişkide bulunduğu insanlar topluluğu, çevre: "Bir de şuuraltı dahi olsa, muhitin onu göçüp giden, sönen bir insan telakki ettiğini hissetmiştim." -H. E. Adıvar. muhit yapmak (veya edinmek) ilişkili olduğu, tanışık olduğu kimselerin sayısını çoğaltmak.

muhkem sf. Ar. muhkem Sağlam, sağlamlaştırılmış: "Duvarlar ses geçmeyecek derecede muhkemdi." -Ö. Seyfettin.

muhlis sf. Ar. muhlis esk Dostluğunda ve inançlarında İçten olan.

halis muhlis

muhrik sf Ar. muhrik; esk. 1. Yakıcı. 2. mec. Yanık, dokunaklı (ses).

muhrip, -bi is. Ar. muhrib ask. Torpido, top ve denizaltılara karşı silahlarla donatılmış, küçük, hızlı giden savaş gemisi, destroyer.

muhtaç, -cı sf (-ta:cı) Ar. muhtaç 1. Bir şeye gereksinim duyan. 2. Yoksul, fakir (kimse): "Muhtaç hemşehrilerin bir kısmı etrafımda dolaşmaya, bana kur yapmaya başladılar." -R. N. Güntekin. 3. Bakmaya mecbur olduğu aile bireylerini veya kendisini geçindirmeye yetecek geliri, malı, kazancı bulunmayan. (birine) muhtaç etmek birini, gereksinim duyduğu bir şeyi başkasından sağlamak zorunda bırakmak, muhtaç olmak gereksinim duymak: "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur. " -Atatürk.

muhtaçlık, -ğı is. Bakmaya mecbur olduğu aile bireylerini veya kendisini geçindirmeye yetecek geliri, malı, kazancı olmayanların içinde bulunduğu durum.

muhtar is. (muhta:r) Ar. muhtar 1. Köy ve mahallenin yasalarla belirtilmiş işlerini yürütmek için o köy veya mahallede oturanların seçtikleri kimse: "Bîr sabah kalktım, sofaya muhtar önde bütün köylü yığılmış." -H. E. Adıvar. 2. sf. mec. Her işe burnunu sokan. 3. sf. esk. Özerk.

failimuhtar, köy muhtarı, mahalle muhtarı

muhtariyet is. (muhiaıriyet) Ar. muhtâriyyet esk. Özerklik: "Belgrat paşalığının muhtariyeti hakkında şifahi bir anlaşma yaptı." -F. R. Atay.

muhtarlık, -ğı is. 1. Muhtarın görevi veya makamı. 2. Muhtarın görevini yaptığı yer.

muhtasar sf. Ar. muhtasar esk. Kısaltılmış olan, kısa, özet.

muhtasaran zf (muhta'saran) Ar. muhtasaran esk. Kısaca, kısaltarak, özet olarak.

muhtekir sf. Ar. muhtekir esk. Vurguncu.

muhtel, -İli sf Ar. muhtell esk. Düzeni bozulmuş, bozuk.

muhtelif sf Ar. muhtelif esk. 1. Zıt, birbirini tutmayan. 2. Çeşit çeşit, çeşitli: "Genç kız ve arabacı, birbirlerine muhtelif hislerle bakışarak beklediler." -P. Safa.

muhtelis sf Ar. muhtelis esk. Kamu malını zimmetine geçiren, çalan.

muhtelit sf. Ar. muhtelit esk. Karma, karışık.

muhtemel sf. Ar. muhtemel İhtimal dâhilinde olan, beklenen, beklenir, umulur, olası, olasılı, mümkün: "Bir insan için güzel olanın, daha birçok insan için de güzel olması pek muhtemeldir." -N. Ataç.

muhtemelen zf. (muhte'melen) Ar. muhtemelen Umulur ki, beklenir kî, görünüşe bakılarak.

muhterem sf Ar. muhterem Saygıdeğer, sayın: "Bendenizle birlikte muhterem okuyucuların hepsi de güler, durur." -A. Rasim.

muhteri sf. (muhteri:) Ar. muhteri' esk. 1. Yeni bir şey yaratan, icat eden. 2. mec. Yalanlar uydurarak bir kimseye iftirada bulunan.

muhteris sf. Ar. muhteris esk. Hırslı: "Bizim doğru yolda bulmadıklarımız, muhteris ve kendi ikballeri için çalışıyor zannettiklerimizdir." -T. Buğra.

muhteriz sf Ar. muhteriz esk. Çekingen.

muhtesip, -bi is. Ar. muhtesib esk. İslam şehirlerinde çarşı ve pazar esnafını din kurallarına göre denetleyen görevli, belediye memuru.

muhteşem sf. Ar. muhteşem 1. Görkemli: "Ne büyümüş, ne koca göbekli muhteşem bir mahluk olmuştu." -S. F. Abasıyanık. 2. Büyük.

muhteva is. (muhteva:) Ar. muhteva Bir şeyin içindeki, içerik: "Nesir olarak Naima Tarihi'ni hem muhteva hem ifade bakımından beğenirim." -B. Felek.

muhtevalı sf. İçerikli.

muhtevi is. (muhtevi:) Ar. muhtevi esk. İhtiva eden, içine alan, kapsayan, içinde bulunduran.

muhteviyat ç. is. (muhteviya:t) Ar. muhteveyüt esk. İçindekiler: "Bu üç vesika muhteviyatım göz Önünde tutarak hep beraber, kısa bir tahlil yapalım'." -Atatürk.

muhtıra is. Ar. muhtira 1. Herhangi bir şeyi hatırlatmak, uyarmak amacıyla yazılan yazı. 2. Bir devletin başka bir devlete politik sorunlarla ilgili olarak yolladığı uyarı yazısı, diplomatik nota. 3. Andıç. 4. Günlük.

muhzır is. Ar. muhzir tar. İlgililerin mahkemede bulunmalarını sağlayan görevli: "Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet." -Ziya Paşa.

muin is. (mui:n) Ar. mu'in esk. Yardımcı: Tanrı muinin olsun.

muinli sf. tar. Askere alındığında ailesine bakacak kimsesi olan.

muinsiz sf. tar. Askere alındığında ailesine bakacak kimsesi olmayan.

muit, -di is. (mui:t) Ar. mu'ıd esk. Okullarda çocukları çalıştırmakla görevli kimse, öğretmen yardımcısı.

mujik, -ği is. Rus. Rus köylüsü.

-muk bk. -mık / -mik vb.

mukaar sf Ar. muka"ar fiz. esk. İçbükey.

mukabele is. (muka:bele) Ar. mukabele 1. Karşılık verme, karşılama, karşılık. 2. Karşı gelme, başkaldırma. 3. Toplu yerlerde yüksek sesle hatim okunurken Kur'an okumasını bilenlerin gözleriyle Kur'an'ı takip etmesi, bilmeyenlerin dinlemesi. 4. esk. Karşılaştırma, karşılıklı yapılan okuma, mukabele etmek 1) karşılık vermek, karşılıkta bulunmak: "Dahilî isyanlara mukabele ve mukavemet ettik." -Atatürk. 2) karşı gelmek. mukabele okumak topluluk karşısında dinleyicilerin takip edebileceği biçimde Kur'an'ı okumak, mukabelede bulunmak karşılık vermek.

mukabeleci is. 1. Camilerde Kur'an okuyan kimse. 2. esk. Bürolarda temize çekilmiş hesapları müsveddeleri ile karşılaştıran görevli. 3. esk. Askerin yoklamasını yapan kimse.

mukabelecilik, -ği is. Mukabeleci olma durumu.

mukabeleli sf Karşılığı olan, mukabelesi bulunan.

mukabelesiz sf. Karşılığı olmayan, mukabelesi bulunmayan: "Mukabelesiz selam askerliğe yaraşmaz. " -H. Taner.

mukabil sf. (mukaıbil) Ar. mukabil 1. Bir şeye karşılık olarak yapılan, bir şeyin karşılığı olan: "Düşmanlarla beraber Anadolu'da mukabil teşkilat yapmak üzere yetmiş beş kişi kadar göndermiş." -Atatürk. 2. Bir şeyin karşısında bulunan. 3. zf. Karşılık olarak: "Bir iki iyi habere mukabil her gün nice kaza ve bela haberleri verir." -A. Ş. Hisar. 4. zf. Rağmen: "Annemi çok sevmesine mukabil, teyzemle arası bozuktu." -R. N. Güntekin.

mukaddem sf. Ar. mukaddem esk. 1. Önce gelen, önceki. 2. man. Öncül.

mukaddema zf. (mukaddema:) Ar. mukaddema esk. Önce, evvelce, eskiden.

mukaddeme is. Ar. mukaddime esk. bk. mukaddime.

mukadder sf. Ar. mukadder esk. Yazgıda var olan, yazgı ile ilgili olan, alında yazılı olan, mukadder olmak alnında yazılı olmak, belirlenmiş olmak: "Cennet denilen şeyin bir gün gelip insanlara mukadder olabileceğini düşündüm." -H. E. Adıvar.

mukadderat is. (mukaddera.t) Ar. mukadderat Yazgı: "Ben öyle istiyorum... Mukadderat denilen büyük kuvvet öyle istiyor. " -A. Gündüz.

mukaddes sf. Ar. mukaddes Kutsal: "Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir." -Ö. Seyfettin.

mukaddesat ç. is. (mukaddesat) Ar. mukaddesat esk. Kutsal sayılan her türlü inanç ve davranışlar.

mukaddesatçı is. Kutsal tanınan şeylere aşırı ölçüde bağlılık gösteren kimse.

mukaddesatçılık, -ğı is. Mukaddesatçı olma durumu.

mukaddime is. Ar. mukaddime esk. 1. Ön söz: "Babam, 'eti senin, kemiği benim!' mukaddimesiyle beni hocaya emanet ettiğini söyledi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bir olayın başlangıcı.

mukaffa sf. (mukaffa:) Ar. mukaffa ed. esk. Uyaklı.

mukallit, -di is. Ar. mukallid esk. Taklitçi.

mukallitlik, -ği is. Mukallit olma durumu, mukallidin işi.

mukannen sf. Ar. mukannen esk. 1. Belli, belirli, kesinleşmiş, şaşmaz. 2. Kanun durumuna gelmiş, kanunlaşmış.

mukarenet is. (muka.renet) Ar. mukûrenet esk. 1. Yaklaşma, kavuşma, bitişme. 2. Yakınlık.

mukarrer sf. Ar. mukarrer esk. Kararlaşmış, kararlaştırılmış, mukarrer bulunmak kararlaşmak.

mukarrerat ç. is. (mukarrera.t) Ar. mukarrerât esk. Alınan kararlar, kararlaştırılmış şeyler.

mukassem sf. Ar. mukassem esk. Ayrılmış, bölünmüş.

kıyasımukassem

mukassi sf. (mukassi:) Ar. mukassi esk. Sıkıntılı, sıkıntı verici, bunaltıcı: "Meyhane mukassi görünür taşradan amma / Bir başka ferah, başka letafet var içinde." -Nedim.

mukataa is. (muka.taa) Ar. mukata'a tar. Kesim.

mukataalı sf. Kesime verilmiş (yer).

mukattar sf. Ar. mukattar esk. Damıtılmış, damıtık.

mukavele is. (muka. vele) Ar. mukavele huk. Sözleşme: "Meşhur aktör davet edilmiş, hatta mukavelesi bile yapılmak üzere imiş!" -H. F. Ozansoy. mukavele yapmak sözleşmek.

mukavelename, satış mukavelesi

mukaveleli sf. Sözleşmeli, mukavelename is. (muka.velena.me) Ar. mukavele + Far. nâme esk. Sözleşme.

mukavelesiz sf. Sözleşmesiz, mukavemet is. (muka. vemet) Ar. mukavemet 1. Dayanma, karşı durma, karşı koyma, direnme, direniş, dayanırlık: "Şuurlu, realist ve uyanık bir mukavemet cephesinin mevcudiyetine ne büyük ihtiyaç vardı." -S. Ayverdi. 2.fiz. Direnç, mukavemet etmek (veya göstermek) direnmek, dayanmak, karşı koymak: "Belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı." -Ö. Seyfettin, mukavemeti kırılmak direnci, gücü azalmak.

mukavemet koşusu

mukavemetçi is. 1. Düşman saldırısına boyun eğmeyip her çeşit araçla karşı gelen yurtsever kimse. 2. sp. Uzun mesafe koşucusu.

mukavemet koşusu is. sp. 3-15 km arasındaki uzun mesafeli koşulardan her biri.

mukavemetli sf. Dayanıklı, güçlü, dirençli.

mukavemetsiz sf. Dayanıksız, güçsüz, dirençsiz.

mukavemetsizlik, -ği is. Mukavemetsiz olma durumu.

mukavim sf. (mukaıvim) Ar. mukavim esk. 1. Dayanıklı, güçlü, dirençli. 2. mec. Karşı koyan, başkaldıran.

mukavva is. (muka'vva) Ar. mukavva Kalın karton.

mukavves sf. Ar. mukavves esk. Kavisli, eğri, eğmeçli.

mukavvi sf. (mukavvi:) Ar. mukavvi esk. Kuvvetlendirici, güç katıcı.

mukayese is. (muka.yese) Ar. mukayese Benzeterek veya karşılaştırarak değerlendirme, karşılaştırma, kıyaslama: "Bu kitabın kahramanıyla hakikat arasında yeniden mukayeseye başladı." -P. Safa, mukayese etmek karşılaştırmak, kıyaslamak.

mukayeseli sf. Karşılaştırmalı: "Politika felsefesine ve mukayeseli devletçilik şuuruna aşina olarak yetişmemişti." -S. Ayverdi.

mukayyet sf. Ar. mukayyed esk. 1. Bağlı olan, bağlanmış. 2. Bir şart veya kayıtla bağlı olan. 3. Yazılmış, yazılı, kayıtlı.

mukayyet olmak korumak, gözetmek: "İstanbul pek havalandı, balolar, danslar... Kıza mukayyet olamayacağız." -R. H. Karay.

mukayyit, -di is. Ar. mukayyid esk. 1. Kayıt işlerini yapan kimse. 2. Kaydedici makine.

mukim sf (muki:m) Ar. mukim esk. Bir yerde, bir evde oturan, eğleşen, ikamet eden.

mukni sf. (mukni:) Ar. mukni esk. İnandıran, ikna eden.

mukoza is. Lat. anat. Sümük doku.

mukriz sf. Ar. mukriz esk. Ödünç para veren, borç veren.

muktebes sf. Ar. muktebes esk. Yararlanmak için alınmış, aktarılmış.

muktedir sf. Ar. muktedir Bir şeyi yapmaya, başarmaya gücü yeten, erkli.

muktedir olmak gücü yetmek, yapabilmek.

muktesit, -di sf. Ar. mukteşid esk. Tutumlu.

mukteza sf. (mukteza:) Ar. mukteza 1. Gerekli. 2. is. Bir iş yapılırken gerekli işlemlerin bütünü.

muktezi sf. (muktezi:) Ar. muktezi esk. Gerekli.

mukus is. Fr. mucus Solunum yolları ve sindirim organlarının hücreleri tarafından salgılanan madde.

mulaj is. (mulâj) Fr. moulage 1. Bir şeyin bal mumu, alçı vb. bir madde ile kalıbını çıkarmak için yapılan işlemlerin bütünü. 2. Bu işlemler sonunda elde edilen kalıp.

mulaj kâğıdı

mulaj kâğıdı is. Terzilerin patron (II) çıkarmak için kullandıkları bir çeşit saydam kâğıt.

multimedya is. Fr. multi + İng. media Çoklu ortam.

multimilyoner is. Fr. multi + millionnaire Çok zengin kimse.

multipleks sf. Fr. multiplex Aynı zamanda, aynı hat üzerinde birçok iletişim sağlayan veya bu özellikte olan (alet).

mum is. Far. mûm 1. Bir fitilin üzerine erimiş bal mumu, içyağı, stearik asit veya parafın dökülüp genellikle silindir biçiminde dondurulan ince, uzun aydınlatma aracı: "Kandil geceleri bu velilerin yerleri mumlarla donanırdı." -Y. K. Beyatlı. 2. Bal mumu. 3. fız. Işık şiddeti birimi, kandela. 4. kim. Bazı böcekler ve bitkiler tarafından salgılanan, böceklerin deri ve tüylerini, bitkilerin yüzeyini kaplayarak koruyucu görev yapan, içinde serbest yağ asitleri, alkoller ve doymuş hidrokarbonlar bulunan esterler: En bilinen mum, arıların yaptığı bal mumudur. mum dibine ışık vermez etkili kişi kendi yakınlarına yardımcı olamaz, mum etmek muma çevirmek, mum gibi 1) dosdoğru, dimdik; 2) uslu, kıpırtısız; 3) tertemiz, düzgün; 4) zayıf, sararıp solmuş, mum kesilmek sessiz, uslu, doğru düzgün durmak: "Öteki çocuklar mum kesilmişler, sahte bir sessizlikle birer disiplin modeli olmuşlardı." -Ç. Altan. mum olmak 1) hırçınlığı, yaramazlığı bırakmak; 2) argo razı olmak: O bu işe çoktan mum olmuştur, ama kendini naza çekiyor, mum yakmak kutsal sayılan bir yere giderek adak adadığında mum yakıp koymak, mum yapıştırmak 1) bir şeyi kırmızı mumla mühürlemek; 2) mec. önemli bir şeyi unutmayıp akılda tutmak, muma döndürmek (veya çevirmek) her sözü dinler duruma getirmek, uslandırmak, mumla aramak çok isteyerek ve özlemle aramak: "Kısacası, böyle bir komşuyu mumla arasa bulamayacaktır." -T. Buğra. (bir şey başka bir şeyi) mumla aratmak daha kötü olan yeni bir şey, bir durum, bir kimse, pek iyi olmayan eskisini aratmak.

mum ağacı, mum ampul, mum boyası, mum cilası, mum çiçeği, mumdirek, mum direk, mum duruşu, mumhane, mum palmiyesi, mumsöndü, bal mumu, bal mumu macunu, eğir mumu, mühür mumu, yer mumu

mum ağacı is. bot. Sıcak ülkeler ile Kuzey ve Batı Avrupa'da yetişen bir tür mum palmiyesi (Myrica cerifera).

mumaileyh is. (mu:ma:ileyh) Ar. mümâ + ileyh esk. Adı geçen, yukarıda anılan, sözü geçen kimse.

mum ampul is. Mum biçiminde ampul.

mum boyası is. Mum, terebentin, su ve toprak boyalarla hazırlanan boya.

mum cilası is. Parafin ve bal mumunun terebentin veya neft yağında çözüştürülmesi ile elde edilen, ağaç eşyaları cilalamakta kullanılan madde.

mumcu is. 1. Mum yapan veya satan kimse. 2. tar. Yeniçeri Ocağmda çavuşlardan sonra gelen, yeniçeri ağasına bağlı on îkî subaydan her biri. 3. esk. Fitilli tüfek kullanan asker.

mum çiçeği is. bot. İki çeneklilerden, güzel kokulu, şemsiye biçiminde küçük beyaz çiçekler açan, etli yapraklı, sanlıcı bir süs bitkisi (Cerinthe minör ve Cerinthe retortra).

mumdirek, -ği sf. Çok uslu, yaramazlık yapmayan.

mum direk, -ği-sf. Dimdik.

mum duruşu is. sp. Vücudun, ense ve omuzlara dayanarak ellerin kalçayı desteklemesiyle baş aşağı, yere dikey bulunduğu durum.

mumhane is. (mumha:ne) Far. müm + hane esk. Mum üretim yeri.

mumlama is. 1. Mumlamak işi. 2. bot. Bitki hücrelerinin değişikliğe uğrayarak kendilerini su geçirmez duruma getirir biçimde mum bağlaması olayı. 3. sin. Laboratuvarlardan çıkmış bir filmin çeşitli aletlerde kolayca dönmesini sağlamak için iki kenarına ince bîr bal mumu katmanı sürme.

mumlamak (-i) 1. Bal mumu sürmek, bal mumuna batırmak. 2. Mühürlemek, mühür mumu sürmek. 3. Mum cilası yapmak.

mumlanma is. Mumlanmak işi.

mumlanmak (nsz) Mumlama işi yapılmak veya mumlama işine konu olmak.

mumlaşma is. Mumlaşmak işi.

mumlaşmak (nsz) Bal mumu durumuna gelmek.

mumlayıcı is. sin. Filmleri mumlamakta kullanılan alet.

mumlu sf. 1. Mumu olan, mum konulmuş olan: Yedi mumlu pasta. 2, Muma batırılmış, mumla hazırlanmış olan: "Mehmet geldiği zaman mektubu bitirmiş, mumlu çaputa sarmıştı"-M. N. Sepetçioğlu.

mumlu kâğıt

mumluk, -ğu sf. 1. Herhangi bir sayıda mumu olan: Üç mumluk şamdan. 2. fiz. Herhangi bir mum gücünde olan: Yüz mumluk ampul. 3. is. Şamdan.

mumlu kâğıt, -di is. Mürekkep geçirmeyen ve delinebilir bir dolgu maddesi emdirilmiş, mürekkebi geçiren, fakat kolay delinmeyen bîr cins pelürden veya lifli bir dokudan oluşturulmuş, teksir makinesinde basılacak yazıların yazıldığı kâğıt.

mum palmiyesi is. bot. Ilıman bölgelerde yetişen; gövdesi boyunca 1 cm kalınlığında bir mum katmam bulunan, yapraklan hurma yaprağına benzeyen bir ağaç (Cerexylon andicola).

mumsöndü is. Cem ayinlerinde, aydınlatmak için kullanılan mumum tören bitiminde söndürülmesinin yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkmış bir inanış.

mumya is. (mu:mya) Far. mümiyâ 1. Birtakım özel ilaçlar kullanılarak bozulmayacak duruma getirilmiş olan ve kazılarla ortaya çıkarılan ceset. 2. mec. Çok zayıf kimse. mumya gibi çok zayıf ve renksiz (kimse).

mumyalama is. Mumyalamak işi.

mumyalamak (-i) Bir cesedi, bozulmaması için özel ilaçlarla mumya durumuna getirmek.

mumyalanma is. Mumyalanmak işi veya durumu.

mumyalanmak (nsz) Mumya durumuna gelmek.

mumyalatma is. Mumyalatmak işi.

mumyalatmak (-i) Mumya durumuna getirmek.

mundar sf. hlk. Murdar.

munfasıl sf. Ar. munfasıl esk. Ayrı duran, ayrılmış, ayrık.

munis sf. (mu:nis) Ar. munis 1. Alışılan, alışılmış, yabancı olmayan. 2. Cana yakın, uysal, sevimli; "Ağlamaktan renkleri silinmiş zannolunan Icüçük munis gözleriyle bakıyordu." -O. S. Orhon. 3. mec. Uygun: "Bu fikir birdenbire bana o kadar munis, yapılabilmesi o kadar kolay göründü ki hemen yola düştüm." -Y. K. Karaosmanoğlu.

munkabız sf. Ar. munkabiz esk. 1. Büzülmüş, toplanmış. 2. Pekliği olan, peklik çeken. 3. mec. Verimsiz, işe yaramaz.

munkalip, -bi sf. Ar. munkalib esk. Değişmiş, dönüşmüş olan.

munsap, -bı is. Ar. munşabb esk. 1. coğ. Bir ırmağın denize veya başka bir ırmağa döküldüğü, kavuştuğu yer, kavşak. 2. sf. Kavuşan.

muntazam sf. Ar. muntazam 1. Düzgün. 2. Düzenli, derli toplu: "Hizmetçi muntazam bir içki sofrası hazırlamak için paketleri toplayıp giderken..." -P. Safa. 3. zf. Düzenli, sürekli ve düzgün bir biçimde: "Bizi beslemek için muntazam yumurtlarlar." -Ö. Seyfettin.

muntazaman zf (muntazaman) Ar. muntazaman esk. Düzenli olarak: "Bu garip ve yorucu vazifeyi, derslerini ve müzakerelerini yaptığı gibi muntazaman başardı." -S. F. Abasıyanık.

muntazır sf. Ar. muntazir esk. Bekleyen, gözleyen, muntazır olmak beklemek, gözlemek.

munzam sf. Ar. munzamm esk. 1. Katılmış, ulanmış, eklenmiş. 2. is. Katma, ekleme, ek.

-mur Fiilden isim türeten ek: yağ-mur.

murabaha is. (muraıbaha) Ar. murabaha esk. 1. Bir malı çok fazla kârla satma. 2. Tefecilik.

murabahacı is. 1. Bir malı çok fazla kârla satan kimse. 2. Tefeci.

murabahacılık, -ğı is. Tefecilik.

murabba (1) sf. Ar. murabba' esk. 1. Dört şeyden oluşan, dörtlü. 2. mat. Kare. 3. ed. Dört dizeli bentlerden oluşan divan edebiyatı şiiri.

murabba (II) sf. (murabba:) Ar. murebbâ' esk. 1. Terbiye edilmiş. 2. is. Kaynatılıp kıvama geldikten sonra dondurulan meyve suyu tatlısı.

murabıt is. Ar. murâbit 1. Savaşçı derviş. 2. Marabut.

murabut kuşu is. zool. Uzun bacaklılardan, leyleğe benzeyen, gagası İri ve uzun bir kuş (Leptoptilus).

murafaa is. (muraıfaa) Ar. murâfa'a huk. esk. Duruşma.

murahhas is. Ar. murahhas esk. Delege.

murahhas aza, murahhas üye

murahhas aza is. Yetkili üye.

murahhaslık, -ğı is. Delegelik.

murahhas üye is. Yetkili olan üye.

murakabe is. (muraıkabe) Ar. murakabe esk. 1. Denetleme: "Onun tatlı sert murakabesi, konağın her ferdince kabul edilmiş." -S. Ayverdi. 2. Tasavvufta Tanrı'ya bağlanarak çile doldurma, murakabe etmek denetlemek.

murakıp, -bı is. (muraskıp) Ar. murâkib esk. 1. Denetçi. 2. Tanrı'ya bağlanarak çile dolduran kimse.

başmurakıp

murakıplık, -ğı is. Denetçilik.

başmurakıplık

murana is. Lat. muraena zool. Yılan balığına benzeyen, çok yırtıcı, sıcak denizlerde yaşayan, göğüs yüzgeci olmayan, eti beğenilen bir deniz balığı (Muraena).

murassa sf. (murassa:) Ar. murassa' esk. Değerli taşlarla bezenmiş, cevahirle süslenmiş: "Cemal Paşa'nın göğsünde murassa bir nişan takılıyordu." -F. R. Atay.

murat, -di is. (mura:t) Ar. murâd 1. İstek, dilek. 2. Amaç, erek, gaye. murat almak dileğine kavuşmak, murat etmek dilemek, İstemek: "Enişteleri murat etseler ona iyi bir koca bulamazlar mıydı sanki?" -R. N. Güntekin. murada (veya muradına) ermek isteğine kavuşmak, dileği gerçekleşmek, arzusu yerine gelmek: "Sevdalılar nihayet murada eriyorlar." -R. N. Güntekin.

murç, -cu is. Erm. Betonu kırmakta veya betona delik açmakta kullanılan sivri uçlu, çelikten yapılmış bir alet.

murdar sf. Far. murdar 1. Kirli, pis: "Bu murdar kümeste nasıl oturuyorsun bilmem?" -A. Mithat. 2. Cinsel birleşmeden sonra yıkanmamış (kimse). 3. Şeriata uygun olarak kesilmemiş olan (hayvan).

murdarüik

murdarilik, -ğî is. anat. esk. Omurilik.

murdarlık, -ğı is. Murdar olma durumu.

muris sf. (mu:ris) Ar. müriş esk. Miras bırakan.

murt is. Far. mürd bot. Mersin ağacının yazın olgunlaşan, bezelye büyüklüğünde, morumsu siyah, çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan meyvesi, murt yememek yükseklerden uçmak, burnu büyük olmak: "Engin dallardan murt yemezdi. Onun alacağı kız ya çok zengin ya da tanınmış bir aileye mensup olmalıydı." -O. Kemal.

musaddak sf. Ar. muşaddak esk. Onaylı.

musaffa sf (musaffa:) Ar. musaffa esk Temizlenmiş, arıtılmış.

musahabe is. (musa:habe) Ar. musahabe esk. Konuşma, görüşme, söyleşi.

musahhih is. Ar. musahhih esk. Düzeltici.

musahhihlik, -ği is. 1. Musahhih olma durumu. 2. Düzelticilik.

musahip, -bi is. (musa:hip) Ar. muşâhib esk. 1. Sohbet, arkadaşlık eden kimse. 2. tar. Tatlı konuşmaları ile büyüklerin, Özellikle padişahların güzel zaman geçirmelerini sağlamakla görevli kimselere verilen unvan.

musahiplik, -ği is. Musahibin yaptığı iş.

musakka is. Ar. musakka Ufak parçalar biçiminde doğranmış sebzelerin, kuşbaşı et veya kıyma ve soğanla pişirilmesiyle yapılan bir yemek: Patlıcan musakkası. Kabak musakkası.

musalla is. (musalla:) Ar. musalla din b. 1. Namaz kılmaya yarayan açık yer, namazgah. 2. Camilerde cenaze namazı kılınan yer.

musalla taşı

musallat sf Ar. musallat Bir kimse veya şeyin üzerine bıktıracak kadar düşen (kimse). musallat etmek birini, bir başkasının başına bela etmek, musallat olmak birini sürekli rahatsız etmek, birine sataşmak, hiç peşini bırakmamak: "Akşamdan beri yüreğine musallat olan o sıkıntı gene yerini almaya başlamıştı." -N. Cumalı.

musalla taşı is. Cenaze namazı kılınmak için üstüne tabut konulan masa biçiminde yüksekçe taş: "Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında." -C. S. Tarancı.

musalli sf. (musalli:) Ar. muşalli esk. Beş vakit namazını sürekli olarak kılan.

musandıra is. (musa'ndıra) Yun. 1. Evlerde yatak yorgan konulan yer, yüklük: "Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatağına uzandı." -Ö. Seyfettin. 2. Mutfakta yüksek ve geniş raf.

musanna ş/? (musanna:) Ar. musanna' esk. 1. Uydurma, düzme. 2. Sanatla yapılmış, bir usta elinden çıkmış, sanatlı. 3.fel. Yapıntılı.

musannif is. Ar. musannif esk. 1. Sınıflandıran. 2. Kitap yazan, yazar.

musap, -bı sf. (musa:p) Ar. muşâb esk. 1. Başına bir kötülük, felaket gelmiş olan. 2. Hastalığa yakalanmış, tutulmuş, uğramış: "Herkes, hastalığın cinsine göre, aşağı yukarı musap sayılır." -S. F. Abasıyanık.

musavver sf. Ar. musavver esk. 1. Resim konulmuş, resimli. 2. Zihinde tasarlanmış, düşünülmüş olan.

Musevi öz. is. (Mu:sevi:) Ar. müsevi din b. Yahudi.

Musevilik, -ği öz. is. Yahudilik.

Mushaf öz. is. Ar. muşhafdin b. Kur'an: "Yarın gel, burada Mushaf a el bas, tövbe et, seni köyde bırakayım." -H. E. Adıvar.

musir, -rrı sf. Ar. muşirr esk. Bir söz veya düşüncede direnen, ayak direyen (kimse).

musibet is. (musvbet) Ar. musibet 1. Ansızın gelen felaket, sıkıntı veren şey: "Bir musibet bin nasihatten yeğdir." -Atasözü. 2. sf. mec. Uğursuz.

musikar is. (mu:sika:r) Far. müsikâr esk. 1. Gagasındaki deliklerden rüzgâr estikçe türlü sesler çıktığına inanılan bir masal kuşu. 2. muz. Mıskal.

musiki is. (mu.siki:) Ar. mûsiki 1. Müzik: "Musikisinde bir taraftan din / Bir taraftan bütün hayat akmış." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Kulağa hoş gelen sesler dizisi: "Şiirin musikisi demek, resmin musikisi demek gibi bir şeydir." -N. Ataç.

edvar musikisi, mehter musikisi

musikişinas is. (mu:siki:şina:s) Ar. musiki + Far. -şinâs esk. Müzikle uğraşan kimse.

muska is. Ar. nüsha 1. İçinde dinî ve büyüleyici bir gücün saklı olduğu sanılan, taşıyanı, takanı veya sahip olanı zararlı etkilerden koruyup iyilik getirdiğine inanılan bir nesne, yazılı kâğıt vb., hamaylı: "İnsan, üstünde tercihen boynunda mutlaka bir muska taşımalıydı." -A. Ş. Hisar. 2. Üçgen biçiminde katlanmış olan şey.

muska böreği

muska böreği is. İçine peynir, kıyma vb. konularak üçgen biçiminde katlanan bir tür börek.

muskacı is. Muska yazan kimse.

muskacılık, -ğı is. Muskacının işi.

muslihane zf (musliha:ne) Ar. muşlih + Far. -âne esk. Barışçı bir yolla.

muslin is. Fr. mousseline 1. Sık dokunmuş, parlak, ince, yumuşak bir tür kumaş: "Bir bebek yatağı hazırlar gibi özene bezene muslinlerle süslemiştim." -R. N. Güntekin. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan.

musluk, -ğu is. Ar. maslük 1. Takıldığı boru veya kabın içindeki akışkanı, İstenildiğinde akıtabilecek bir düzende yapılmış açılır kapanır alet. 2. El yıkamaya yarayan yer, lavabo: "Beni musluğa götüren namuslu polisler kurtulduğumu görünce sevindiler." -A. Gündüz.

rakorlu musluk, hava musluğu, lavabo musluğu, yangın musluğu

muslukçu is. 1. Musluk satan veya onaran kimse. 2. argo Abdest almak için ceketini çıkaranların para veya değerli şeylerini çalarak hırsızlık yapan kimse.

muslukçuluk, -ğu is. 1. Muslukçunun yaptığı iş. 2. argo Abdest almak için ceketini çıkaranların para veya değerli şeylerini çalarak yapılan hırsızlık.

musluklu sf. Musluğu olan.

musluksuz sf. Musluğu olmayan.

muson is. Fr. mousson coğ. Güney Asya kıyılarıyla Hint Denizi'nde yaz ve kış mevsimlerinde birbirine ters yönlerden esen geniş alanlı rüzgâr.

mustarip, -bi sf. Ar. muztarib Istırap ve acı çeken: "Büyük bir millet, gururunda, haklarında, tarihinde mağdur ve mustaripti." -A. H. Tanpınar. mustarip etmek acı ve ıstırap vermek: "Adada bulundukları haberi beni ne kadar heyecana düşürdüyse, gitmeleri ihtimali de o derece mustarip etti." -A. Gündüz.

mustatil is. (mustat'r.l) Ar. mustatil esk. Dikdörtgen: "O siyah ağaç gövdesi, o mustatilin içine ne kadar güzel oturmuş." -O. V. Kanık.

-muş bk. -mış / -miş vb.

muş is. Fr. mouche den. Altı düz, küçük gezinti vapuru: "Ertuğrul yatına bir muş yaklaştı. O muştan redingotlu asker üniformalı birçok paşalar çıktılar." -Y. K. Beyatlı.

muşamba is. Ar. muşamma' 1. Bir tarafına kauçuk veya yağlı boya sürülerek su geçirmeyecek duruma getirilen kaim bez. 2. sf Bu bezden yapılmış olan: "Arabacı, yaylının muşamba perdelerini bağladı." -H. E. Adıvar. 3. Su geçirmeyecek biçimde yapılmış yağmurluk. 4. Linolyum, muşamba gibi çok kirlenmiş (çamaşır, kumaş, örtü vb.).

muşambalaşma is. Muşambalaşmak işi veya durumu.

muşambalaşmak (nsz) Muşamba gibi olmak, muşamba durumunu almak, muşambaya dönmek.

muşambalı sf. Muşambası olan.

muşambasız sf. Muşambası olmayan.

muşmula is. (mu'şmula) Yun. bot. 1. Gülgillerden, 2-3 m yükseklikte dikenli küçük bir ağaç (Mespilus germanica). 2. Bu ağacın olgunlaşıp yumuşadıktan sonra yenilebilen, yuvarlak, mayhoş, buruk ve beş çekirdekli meyvesi, döngel, beşbıyık, muşmula gibi asık (surat).

muşmula suratlı

muşmula suratlı sf. Asık suratlı olan (kimse).

muşta is. (mu'şta) Far. muşte 1. Karşısındakine vurmak İçin özel olarak açılmış deliklerine parmakların geçirilmesi ile kullanılan demir parçası. 2. Kunduracıların, derileri vurarak inceltmek için kullandıkları metalden tokmak. 3. Parmağın biri bükülüp sivriltilerek vurulan yumruk.

muştalama is. Muştalamak işi.

muştalamak (-i) Muşta ile vurmak.

muştu is. Sevindiren haber, sava, müjde, erim, beşaret.

muştucu is. Muştu getiren, savacı, müjdeci: "Ona göre çocuklar sadece savaşa sürülecek erlerin bir muşiucusudur." -S. Birsel.

muştulama is. Muştulamak işi.

muştulamak (-i, -e) Sevinilecek bir iş, olay vb.nin olduğunu birine haber vermek, müjdelemek.

muştulanma is. Muştulanmak işi, müjdelenme.

muştulanmak (nsz) Sevinçli bir haber verilmek, müjdelenmek.

muştulu sf. Sevindirici, müjdeli.

muştuluk, -ğu is. Muştucuya verilen armağan, müjdelik.

mut (I) is. Bütün özlemlerin eksiksiz ve sürekli olarak yerine gelmesinden duyulan kıvanç, kut, saadet.

mut, -du (II) is. Ar. mudd hlk. Yaklaşık iki avuç dolusu tahılı içine alan ölçek: "Koca imamdan gündeliği yarım mut zahireyle eğreti aldığı öküzler gibi bir çift öküzün kendisinde de olması hâlinde duyacağı bahtiyarlığı düşünmekteydi." -N. Nâzım.

muta (I) is. (mu'.ta:) Ar. mu'tâ esk. Veri.

muta (II) is. Ar. mut'a esk. 1. Geçici kazanç. 2. Muta nikâhı.

muta nikâhı

mutaassıp, -bı sf. Ar. muta'aşşib Bağnaz: "Mutaassıptır, okuduğu birkaç esere saplanmıştır. " -H. E. Adıvar.

mutaassıplaşma is. Mutaassıplaşmak işi.

mutaassıplasın ak (-i) Mutaassıp duruma gelmek.

mutaassıptık, -ğı is. Bağnazlık.

mutabakat is. (ınutaıbakat) Ar. mutabakat 1. Uyuşma, anlaşma, uzlaşma, antant. 2. Uygunluk. 3. biy. esk. Uyum. mutabakat sağlamak anlaşmak, uzlaşmak.

mutabakat zaptı

mutabakat zaptı is. İki ülke arasında karşılıklı olarak eğitim, kültür, spor, ekonomi ve hukuk alanlarında yapılacak programlar ile bunlara ilişkin uygulamaların onaylandığı ön anlaşma.

mutabık, -ğı sf. (muta:bık) Ar. mutâbikesk. 1. Birbirine uyan, aralarında anlaşmazlık olmayan. 2. Uygun, mutabık kalmak uyuşmak, anlaşmaya varmak: "O akşam da müzakere sonunda bu yaşıtım üvey dayımla mutabık kaldık." -H. F. Ozansoy. mutabık olmak aralarında anlaşmazlık olmamak, anlaşmak.

mutaf is. Far. müytâb esk. 1. Keçi kılından hayvan çulu, yem torbası vb. dokuyan kimse. 2. Keçi kılından dokunmuş veya örülmüş çul, çuval, yem torbası vb. şey.

mutallaka is. (mutallâka) Ar. mutallaka esk. Boşanarak dul kalmış kadın.

muta nikâhı is. Bazı yerlerde kadına verilen para karşılığında yapılan geçici nikâh, evlenme, muta.

mutantan sf. Ar. mutantan esk. Görkemli, şatafatlı: "Salih Paşa'ya, uğrayacağı iskelelerde mutantan istikballer yapılması hakkında talimat verilmişti." -Atatürk.

mutariza is. (mu:iarıza) Ar. mu'tariza esk Yay ayraç.

mutasarrıf sf Ar. mutaşarrif esk. 1. Kendinde kullanım hakkı olan, elinde bulunduran. 2. is. tar. Tanzimat'tan sonra, Osmanlı yönetim teşkilatında sancakların yöneticisi.

mutasarrıflık, -ğı is. 1. Mutasarrıfın görev ve makamı: "On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim." -Ö. Seyfettin. 2. tar. Sancak.

mutasavver sf. Ar. mutasavver esk. Tasarlanmış, düşünülmüş.

mutasavvıf is. Ar. mutasavvıf Tasavvuf inançlarım benimseyerek kendini Tanrı'ya adamış kimse, sofi.

mutasyon is. Fr. mutation biy. Değişinim.

mutasyonist is. Fr. mutationiste Değişinimci.

mutasyonizm is. Fr. mutationisme biy. ve sos. Değişinimcilik.

mutat, -di sf. (mu:ta:t) Ar. mu'tâd esk. Alışılmış, alışılan: "Kendilerine güçlükle yol açan mutat zevat da onun peşi sıra otomobilleriyle uzaklaştılar." -H. Taner.

mutavaat is. (muta:vaat) Ar. mufâva'at esk. 1. Boyun eğme, uyma, itaat etme. 2. dbl. Dönüşlü.

mutavaat fiili

mutavaat fiili is. Dönüşlü fiil.

mutavassıt is. Ar. mutavassıt esk. Aracı.

mutazarrır sf. Ar. mutazarrir esk. Zarar görmüş, zarara uğramış.

mutçuluk, -ğu is. fel. Hayatın anlamını mutlulukta bulan, insan davranışlarının mutluluk isteğiyle belirlendiği görüşüne dayanan ahlak Öğretisi, evdemonizm.

muteber sf. (mu:teber) Ar. mu'teber 1. Saygın, itibarı olan, hatırı sayılır, sözü geçer: "Selanik'in en varlıklı, en muteber, en güzide ailelerinden sayılıyor." -A. İlhan. 2. İnanılır, güvenilir. 3. Değerli: "Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." -Muhibbi. 4. Yürürlükte olan, geçerliliği olan. muteber olmak yürürlükte olmak, geçerli olmak: "Hükmün muteber olması için ittifakla alınması elzemdir." -T. Buğra.

mutedil sf. (mu:tedi!) Ar. mu'tedil 1. Ilımlı: "O, tarafsızlığın mutedil duygularından ziyade taraftarlığın şiddetli hırslarından zevk alırdı." -A. Ş. Hisar. 2. coğ. Ilıman.

mutedillik, -ği is. Ilımlılık.

mutekit, -di sf. (mu:tekit) Ar. mu'tekid esk. Bir şeye inanan, itikat eden, inançlı, inanlı, imanlı, mümin, dindar.

mutemet, -di is. (mu:temet) Ar. mu'temed 1. Dairelerde, iş yerlerinde bazı para işlerine bakan görevli. 2. esk Kendisine inanılıp güvenilen kimse.

mutemetlik, -ği is. Mutemedin görevi.

mutena sf (mu:tena:) Ar. mu'tenâ esk 1. Özenilmiş, Özenle yapılmış: "En mutena çiçek muhakkak ki menekşedir." -R. H. Karay. 2. Seçkin, önemli: "Bir dakika evvelki mutena alayın hayalini heyecanlı ... gözlerle takip ediyorlardı." -H. E. Adıvar.

muteriz sf. (mu:teriz) Ar. mu'teriz esk 1. Karşı gelen, itiraz eden, itirazcı. 2. huk. İtiraz eden (kimse).

mutezile is. (mu:tezile) Ar. mu'tezile fel. esk Kaderi inkâr ederek "kul, ettiklerinin yaratıcısıdır" diyen ve Tanrı'nın sıfatları konusunda sünnet ehlinden ayrılan bir felsefe.

mutfak, -ğı is. Ar. matbah 1. Yemek pişirilen yer, aş damı. 2. Yiyecekleri hazırlama sanatı: Türk mutfağı,

mutfak dolabı, mutfak havalandırması, mutfak havlusu, mutfak merdiveni

mutfak dolabı is. Mutfak aletlerinin yerleştirilmesi için yaptırılan özel dolap.

mutfak havalandırması is. Mutfaklara yerleştirilen havalandırma sistemi.

mutfak havlusu is. Mutfakta kullanılan havlu, el bezi.

mutfak merdiveni is. Mutfak ile dış avluyu birbirine bağlayan merdiven.

muti sf (muti:) Ar. muti' esk. Yumuşak başlı, itaat eden: "Genç Çerkez'in daima kendisine muti ve ikinci safta kalacağını ümit ederek dışarıdan gelin almamayı tercih etmişti." -H. E. Adıvar.

mutlak sf. Ar. mutlak 1. Salt: "Eskilerden üstün olmasa da onlar kadar mutlak bir roman yazmak istiyorum." -H. E. Adıvar. 2. Kendi başına var olan, hiçbir şeye bağlı olmayan, bağımsız, saltık. 3. zf. Kesin olarak, mutlaka.

mutlak değer, mutlak mera, mutlak nem, mutlak sıcaklık, mutlak sıfır

mutlaka zf (ınu'tlaka:) Ar. mutlaka Kesinlikle: "Mutlaka sabırsızlığından kendi kendine soyunmaya girmiştir." -Y. K. Karaosmanoğlu.

mutlakçı is. Saltçılık yanlısı olan.

mutlakçılık, -ğı is. Saltçılık.

mutlak değer is. mat. Salt değer.

mutlakiyet is. Ar. mutlakiyyet esk. Saltçılık.

mutlak mera is. coğ. Kendiliğinden gelişen ve otlatmaya elverişli bir bitki Örtüsünü üzerinde taşıyan mera.

mutlak nem is. Salt nem.

mutlak sıcaklık, -ğı is.fız. Salt sıcaklık.

mutlak sıfır is. fiz. ve kim. Salt sıfır.

mutlandırma is. Mutlandırmak işi.

mutlandırmak (-i) Mutlanmasma yol açmak, mutlanmasmı sağlamak: "Seninle bir dakika mutlandırıyor beni." -H. M. Ebcioğlu.

mutlanma is. Mutlu olma işi.

mutlanmak (nsz) Mutlu olmak.

mutlu sf. 1. Mutluluğa erişmiş olan, ongun, mesut, bahtiyar: "Bu yüz neşeli değil, taşkın denecek kadar mutlu idi." -T. Buğra. 2. Mutluluk veren: Mutlu bir olay. mutlu etmek mutluluk vermek, bahtiyar etmek. mutlu olmak mutluluk duymak, bahtiyar olmak.

mutluca sf. 1. Mutlu olmaya yakın: "Fırtınalı yaşamının ender mutluca dönemlerinden birinde, aydınlık kafa ile aydınlık bir karar aldı." -H. Taner. 2. zf. Mutlu bir biçimde.

mutlulandırma is. Mutlulandırmak işi.

mutiulandırmak (-i) Mutlulanmasma yol açmak, mutlulanmasmı sağlamak.

mutlulanma is. Mutlulanmak işi.

mutlulanmak (nsz) Mutlu bir duruma gelmek, mutlanmak.

mutluluk, -ğu is. Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık: "Kâmuran'ın bahçesi ikisi arasında tam bir mutluluk durağı." -H. E. Adıvar.

mutluluk çubuğu

mutluluk çubuğu is. İktidarsızlık sorunu bulunanlara sağlıklı cinsel yaşantı için Özel olarak takılan yapay organ.

mutmain sf. Ar. mupna 'in esk. İnanmış, gönlü kanmış, emin olan. mutmain olmak inanmak, gönlü kanmak.

mutmainlik, -ği is. Mutmain olma durumu.

mutsuz sf. Mutlu olmayan, bedbaht.

mutsuzlaşma is. Mutsuzlaşmak işi.

mutsuzlaşmak (nsz) Mutsuz duruma gelmek.

mutsuzluk, -ğu is. Mutsuz olma durumu, bedbahtlık.

muttali sf. (muttali) Ar. muttali' esk Öğrenmiş, haber almış, bilgi edinmiş, muttali olmak bir durumdan haberi olmak, bir durum üzerine bilgi edinmek.

muttarit, -di sf. Ar. muttarid esk Tekdüze.

muttasıf sf. Ar. muttaşif esk. Nitelenmiş, nitelikli, vasıflı.

muttasıl sf. Ar. muttaşil esk 1. Bitişik, yan yana olan. 2. zf. Aralık vermeden, aralıksız, hiç durmadan, biteviye: "Tokmak muttasıl dövülüyor." -R. H. Karay.

muvacehe is. (muva:cehe) Ar. muvacehe esk. Yüzleşme, yüz yüze gelme,

muvacehesinde Bir durum karşısında, yüzüne karşı.

muvafakat, -ti is. (muvafakat) Ar. muvafakat Uygun görme, onama, kabul etme. muvafakat etmek uygun görmek, onaylamak, kabul etmek.

muvafakatname

muvafakatname is. Ar. muvafakat + Far. nâme esk. İzin verildiğine ilişkin üzerinde bilgi bulunan yazılı belge.

muvaffak sf. Ar. muvaffak 1. Başarmış, başarılı (kimse). 2. Başarılmış, başarılı (iş), muvaffak olmak başarmak: "Birdenbire vali yapsalardı belki daha ziyade muvaffak olacaktım. " -R. N. Güntekin.

muvaffakiyet is. Ar. muvaffakiyyet esk. Başarı: "Ben bu tedaviyi gayet muvaffakiyetle yeğenim Ziya'ya tatbik ettim." -R. N. Güntekin.

muvaffakiyetli sf. Başarılı: "Kadınlara ve kızlara yaptığı muvaffakiyetli taarruzları hatırlamaya çalışıyordum." -P. Safa.

muvaffakiyetsiz sf. Başarısız.

muvaffakiyetsizlik, -ği is. Başarısızlık: "Köylü kadınlar senin muvajfakiyetsizliğine gülüyorlardı." -M. Ş. Esendal.

muvafık, -ğı sf. (muva.fık) Ar. muvafık esk. Uygun: "Böyle bir teklifi kabul etmek kolay ve muvafık değildir." -Atatürk, muvafık bulmak (veya bulmamak) uygun görmek (veya görmemek), kabul etmek (veya etmemek): "Bu, saadet, hürriyet vaat eden düşman kumandanının karşısında inat etmeyi muvafık bulmadı." -Ö. Seyfettin, muvafık olmak uygun düşmek, kabul edilebilir olmak: "Balkanlardan denizi seyretsek daha muvafık olur." -R. H. Karay.

muvahhit, -di sf. Ar. muvahhid esk. Tanrı'nın birliğine inanan.

muvakkat, -ti sf. Ar. muvakkat Geçici: "Her muvakkat memuriyet odası gibi sade ve dağınık döşemeli bir yere girdiler." -P. Safa.

muvakkaten zf. (muva 'kkaten) Ar. muvakkaten esk. Az bir zaman süresince, geçici olarak, eğreti olarak: "Muvakkaten onu nöbetçi asistanın odasına yatırmışlar." -P. Safa.

muvakkit is. Ar. muvakkit esk. Güneşe bakarak namaz vakitlerini bildiren kimse.

muvakkithane

muvakkithane is. (muvakkitha:ne) Ar. muvakkit + Far. hâne esk. Muvakkitin görev yaptığı yer.

muvasala is. (muva:sala) Ar. muvasala esk. Muvasalat.

muvasalat is. (muva.salât) Ar. muvasalat esk. Bir yere ulaşma, varma, muvasala: "Salih Paşa'ya ait telgrafı, Amasya'ya muvasalatında kendisine verirdim." -Atatürk, muvasalat etmek varmak, ulaşmak.

muvaşşah is. Ar. muvaşşah esk. Akrostiş.

muvazaa is. (muvaızaa) Ar. muvöza'a esk. Danışık, danışıklık.

muvazaalı sf. Danışıklı.

muvazene is. (muva:zene) Ar. muvâzene esk. 1. Denge: "Bilirsiniz ki bizde deli tabiri sadece ... akli muvazenesi bozulmuş manasına gelmez." -A.. Ş. Hisar. 2. Dengeleme.

muvazeneli sf. 1. Dengeli, ölçülü: "Beyaz kalın boynu üzerinde kafası çok muvazeneli, çok yerinde, çok erkek görünüyor." -A. Ş. Hisar. 2. mec. Davranışları ölçülü olan.

muvazenesiz sf. 1. Dengesiz, ölçüsüz. 2. mec. Ne yaptığını bilmeyen, bir sözü bir sözünü, bir davranışı bir başka davranışını tutmayan.

muvazenesizlik, -ği is. Dengesizlik, ölçüsüzlük: "Hepsi muvazenesizlik alametleri." -R. H. Karay.

muvazi sf. (muva:zi:) Ar. muvazi esk. Koşut.

muvazzaf is. Ar. muvazzaf 1. ask. Silahlı Kuvvetlerde çalışan meslekten subay ve astsubaylarla askerlik hizmetini yapan erler. 2. sf. esk. Bir görev ve hizmetle yükümlü olan (kimse).

muvazzaf hizmet, muvazzaf subay

muvazzaf hizmet is. ask. Askerlik çağına giren erkeklerin yapmakla yükümlü bulundukları askerlik görevi.

muvazzaflık, -ğı is. Muvazzaf olma durumu.

muvazzaf subay is. ask. Mesleği askerlik olan subay.

muylu is. Ar. muhil'den tek. 1. Başka bir parça için dönme ekseni görevini yapan, silindir biçiminde parça. 2. Bir milin yatağında dönmesini sağlayan bölüm. 3. Bir top namlusunun iki yanına tutturulan miller.

muylu yatağı

muylu yatağı is. ask. Top kundağının yanlarında bulunan, silah muylularının geçmesi için açılmış delikli bölüm.

-muz bk. -mız / -miz vb.

muz is. Ar. müz bot. 1. Muzgillerden, sıcak bölgelerde yetişen, bir çenekli, çok yıllık bir bitki (Musa sapientum). 2. Bu bitkinin kendine özgü hoş kokulu, tatlı, besleyici, kaim kabuklu, uzun meyvesi.

muzaffer sf. Ar. muzaffer esk. Üstünlük elde etmiş, zafer kazanmış, yenmiş, utkulu: "Boş sokakta bir dakika evvelki mutena alayın hayalini heyecanlı ve muzaffer gözlerle takip ediyorlardı." -H. E. Adıvar. muzaffer olmak üstün gelmek, yenmek, zafer kazanmak: "Yaşayabilmek için muzaffer olmaya mecburduk." -F. R. Atay.

muzafferane zf. (muza'ffera:ne) Ar, muzaffer + Far. -öne esk. Muzafferce.

muzafferce zf. (muzaffe'rce) Üstün bir biçimde, zafer kazanmışa yaraşır biçimde, muzafferane.

muzafferiyet is. Ar. muzafferiyyet esk. Üstün gelme, üstünlük, zafer kazanma: "Bir sene, her gün başka bir muzafferiyet haberi getirerek geçti."-Ö. Seyfettin.

muzgiller ç. is. bot. Sıcak bölgelerde yetişen, özellikle muzları içine alan bir çenekliler familyası.

muzır, -rrı sf. Ar. muzirr 1. Sağlığı bozan. 2. Zararlı. 3. Yaramaz, cinsel gelişmeye zararlı. 4. Her şeyi bozan, karıştıran (çocuk).

muzır yayın

muzırlaşma is. Muzırlaşmak işi veya durumu.

muzırlaşmak (nsz) Muzır duruma gelmek.

muzırlık, -ğı is. 1. Zararlı olma, zararlı iş veya davranışlarda bulunma durumu. 2. Zarar verici yaramazlıklar. .

muzır yayın is. eğt. Pedagojik açıdan belli bir yaş altındaki çocuklara zararlı olan kitap, gazete, dergi vb. yayın.

muzip, -bi sf. (mu:zip) Ar. mu'zib Şaka etmekten hoşlanan, takılgan: "Hiç de yaramaz ve muzip bir çocuk olamamakla beraber ona kötü oyunlar oynamaktan çekinmemişimdir." -Y. K. Karaosmanoğlu.

muzipçe zf. (muzipçe) Muzibe yakışır biçimde, muzip gibi.

muzipleşme is. Muzipleşmek işi.

muzipleşmek (nsz) Takılgan davranışta bulunmak.

muziplik, -ği is. Takılganlık, yaramazlık: "Mektepte böyle değildir ... sörlerin katmerli taassuplarını her gün şahlandıracak muziplikler bulurdu," -A. Gündüz, (birine) muziplik etmek şaka bir kimseye sözler söylemek: "Genç kadın, ona muziplik etmekten hoşlanır gibi gülerek devam ediyordu. " -R. N. Güntekin. (birinin) muzipliğine uğramak aldatılmak, şakaya hedef olmak: "Gülmüşler ve kendisine, arkadaşının bir muzipliğine uğradığını söylemişler." -F. R. Atay.

muzlim sf Ar. muzlim esk. 1. Karanlık. 2. mec. Gizli, belirsiz.

muzmahil, -İli sf. Ar. muzmahill esk. Çökmüş, çöküntüye uğramış.

muzsu sf. Muzu andıran, muza benzeyen, muz gibi.