mi (I) bk. mı / mi.
mi (II) is. İt. mi müz. Gam dizisinde re ile fa arasındaki ses ve bu sesi gösteren nota işareti.
miat, -di is. (mi:a:t) Ar. mi'âd esk. 1. Bir şeyin yapılması için tanınan süre. 2. Bir şeyin yerine yenisinin verilebilmesi için kabul edilmiş bulunan süre, kullanma süresi: Asker ayakkabısının miadı altı aydır, miadı gelmek zamanı gelmek: "Bakkalın veresiyeyi kestiği bir gün, artık bu işin miadı geldiğine kanaat ederek satış hususunda ısrar edecek olmuş." -A. Ş. Hisar, miadı dolmak bir şeyin kullanım süresi bitmek, eskimek.
mibzer is. Ar. mibzer esk. Tohum ekme aleti.
miçel is. biy. Selüloz moleküllerinin en küçük parçası.
miço is. (mi'ço) it. mozzo den. hlk. Muço.
mide (mi:de) Ar. mi'de anat. 1. Omurgalılarda, sindirim sisteminin, yemek borusu ile onikiparmak bağırsağı arasında besinlerin sindirime hazır duruma getirildiği omurgasız hayvanlarda sindirim kanalının bu bölgeye karşılık olan parçası. 2. mec. Karın, karın bölgesi. 3. mec. Yemek yeme isteği. mide bulandırmak 1) kusacak bir duruma getirmek: "Dibinde, kıyılmış kertenkele ve yılan parçaları varmış gibi midesini bulandırmıştı. " -P. Safa. 2) mec. kuşkulandırmak: "Sinek ufak ama, mide bulandırır." -Atasözü, midesi almamak (veya kaldırmamak veya kabul etmemek veya götürmemek) 1) hastalık, tiksinme vb. sebeplerle bir şeyi yiyememek; 2) mec. çirkin bir şey karşısında huzursuz olmak, rahatı kaçmak. midesi bulanmak 1) kusacak gibi olmak; 2) mec. iğrenmek, tiksinmek; 3) mec. kuşkulanmak, işkillenmek; 4) mec. huzursuz olmak, rahatı kaçıp tedirgin olmak, hoşlanmamak: "Bu rahatlık, bolluk, ferahlık havasına esir ticareti, sömürgecilik gibi kokular karışınca insanın midesi bulanıyor." -B. R. Eyuboğlu. midesi ekşimek (veya kaynamak veya yanmak) yeni yenilmiş yiyeceklerden ötürü midede rahatsızlık duymak: "Mebuslardan midesi ekşiyen birine bizmut, başı ağrıyan bir başkasına veronal verdim." -R. N. Güntekin. midesi (veya içi) ezilmek (veya kazınmak) açlık duymak, mideye oturmak yenilen şey sindirilmeyip mideye rahatsızlık vermek, mideyi bastırmak hafif şeyler yiyerek açlığını gidermek.
→ mide ağzı, mide fesadı, midegörür, mide kapısı
mide ağzı is. anat. Yemek borusunun mideye açılan alt ucu.
mideci sf. Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen (kimse): "Mademki her baktığı insanın ciğerini dahi okuyordu, nasıl olup da etrafım saran mideci dalkavukların ikiyüzlülüğünü anlayamıyordu." -H. Taner.
mide fesadı is. Çok ve çeşitli yemenin yol açtığı mide bozukluğu, mide fesadına uğramak çok ve çeşitli yiyecekler yemekten midesi bozulmak.
mide kapısı is. anat. Midenin onikiparmak bağırsağına açılan alt ucu.
midesiz sf 1. Yenmeyecek şeyleri yiyen. 2. is. Uygunsuz tutum ve davranışlar içerisinde olan kadınları kabullenen erkek. 3. mec. Hiçbir şeyden tiksinmeyen, en iğrenilecek şeyler karşısında bile tiksinti duymayan.
midevi sf. (mi:devi:) Ar. mi'devi esk. 1. Mide ile ilgili olan. 2. Mideye uygun olan, mideye iyi gelen.
midi sf. Fr. midi Orta.
→ midi etek
midibüs is. Fr. midi + İng. bus Küçük otobüs.
midibüsçü is. Midibüs alıp satan, işleten veya kullanan kimse.
midi etek, -ği is. Diz kapağını örten veya diz kapağından üç dört santim kadar aşağı inebilen etek.
midilli is. (midi'lli) Yun. zool. Normalden daha küçük boyda bir tür at.
→ mahşer midillisi
midye is. (mi'dye) Yun. zool Yassı solungaçlı, yumuşakçalardan, kabukları birbirine eşit, denizlerin kayalık yerlerinde kümeler durumunda yaşayan eti yenir bir hayvan (Mytilus).
→ ustura midyesi
midyeci is. Midye avlayan veya satan kimse.
midyecilik, -ği is. Midyecinin İşi.
midyelik, -ği is. Yapay olarak midye üretilen yer.
miftah is. Ar. miftâh esk. Anahtar.
migmatit is. Fr. migmatite jeol. Tortul katmanlar arasına magma girmesiyle oluşan değişim kayacı.
migren is. Fr. migraine tıp Yarım baş ağrısı.
miğfer is. Ar. miğfer Savaşçıların veya itfaiyecilerin başlarına giydikleri demir başlık, tolga: "Yollar, dereler taş dipleri, koparılmış apoletler, atılmış miğferler, terk edilmiş silahlarla dolu." -A. Gündüz.
Mihalıççık peyniri is. Uzun ve büyük kalıplar hâlinde hazırlanan, çok tuzlu ve gözenekli sert bir tür peynir.
mihaniki sf. (miha:niki:) Ar. mihaniki Düşünmeden, ölçülerek değil de yalnızca alışkanlığın verdiği kolaylıkla veya yalnız kasların hareketiyle yapılan (iş, hareket vb.), mekanik: "Mihaniki bir sükûn ile keserim elim aldı." -Ö. Seyfettin.
mihek, -ği is. hlk. bk. mihenk.
mihenk, -gi is. Ar. mihekk 1. min. Mihenk taşı, denek taşı. 2. mec. Birinin değerini, ahlakını anlamaya yarayan ölçüt, mihenge vurmak denemek.
→ mihenk taşı
mihenk taşı is. min. Denek taşı.
milim an is. Far. mihmün esk. 1. Konuk. 2. sf Kalıcı: "Tren en aşağı yarın sabaha kadar burada mihmandır." -R. N. Güntekin. mihman olmak konuk olarak bulunmak: "Bir gece yanında mihman olduğum / Sabah oldu deyi kaldırdın beni." -Halk türküsü.
mihmandar is. Far. mihmân-dâr Resmî konukları ağırlamak ve onlara kılavuzluk etmekle görevlendirilen kimse, konukçu.
mihmandarlık, -ği is. Mihmandarın yaptığı iş.
mihnet is. Ar. mihnet Sıkıntı, üzüntü: "Her mihnet kabulüm yeter ki / Gün eksilmesin penceremden." -C. S. Tarancı. mihnet çekmek sıkıntılı bir duruma katlanmak, sıkıntı çekmek.
mihnetli sf 1. Sıkıntılı, eziyetli. 2. Sıkıntı, eziyet çeken (kimse).
mihnetsiz sf. 1. Sıkıntısız, eziyetsiz. 2. Emek verilmeden elde edilen: Mihnetsiz aş, ya karın ağrıtır ya baş
mihr is. Ar. mehr huk. esk. Müslüman bir erkeğin nikâh esnasında eşine vermeyi kabullendiği mal veya para.
mihrace is. (mihra:ce) Far. mihrüce Hindistan'da racadan daha büyük hükümdarlara verilen unvan.
mihrak is. Ar. mihrak, fiz. esk. Odak.
mihrap, -bı is. Ar. mihrâb 1. din b. Cami, mescit vb. yerlerde Kabe yönünü gösteren, duvarda bulunan ve imama ayrılmış olan oyuk veya girintili yer: "Cennetten, cehennemden bahseden ihtiyar imamı, mihrabın yanındaki kürsüye çıkardı." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Umut bağlanan yer: "Bir mihrap istiyorum, önünde diz çökmeye ." -B. K. Çağlar.
mihver is. Ar. mihver esk. 1. Eksen: "Bir dolap beygiri gibi bir mihverin etrafında dönüp dolaşarak ağaçları muayene eder, zerzevatları sulardı." -R. N. Güntekin. 2. mec. Konuşulan, yazılan, tartışılan veya düşünülen bir konunun en önemli noktası: "Biz, onların mihver kelimelerini ve meselelerini âdeta atlayarak geçeriz." -A. H. Tanpınar.
-mik bk. -mık / -mik vb.
mika is. Fr. mica min. 1. Püskürük ve başkalaşmış kayalar içinde bulunan, alüminyum silikat ile potasyumdan oluşmuş, yapraklar durumunda ayrılabilen, ateşe dayanıklı parlak bir mineral, evren pulu. 2. sf. Bu mineralden yapılmış olan.
mikado is. (mika'do) Jap. 1. Japon imparatorlarına verilen unvan. 2. Fil dişi, tahta veya kemikten yapılmış küçük çubuklarla oynanan bir oyun.
Mikâil öz. is. (mikâ:il) Ar. mika 'il din b. Tanrı buyruğu ile, insanların rızkını dağıtma ve doğa olaylarının gerçekleşmesini sağlamakla görevli melek.
mikalı sf. Yapımında mika maddesi kullanılan.
→ mikalı cam
mikalı cam is. Yapımında mika maddesi kullanılan, darbe aldığında tuz buz olup dağılmayan cam türü.
mikamsı sf Mikayı andıran, mikaya benzeyen, mika gibi.
mikâp, -bı is. Ar. mik'ab mat. esk. Küp: Beş mikâp kum.
mikaşist is. Fr. micaschiste jeol. Küçük kuvars billurlarıyla mikadan oluşmuş, yaprak biçiminde başkalaşmış kaya.
mikoloji is. Fr. mycologie bot. Mantar bilimi.
mikolojik, -ği sf. Fr. mycologiaue bot. Mantar bilimi ile ilgili.
mikos is. Fr. mycose tıp bk. mikoz.
mikoz is. Fr. mycose Mantar asalaklarından oluşan hastalık.
mikro sf. Fr. micro Küçük, çapsız, makro karşıtı.
mikroamper is. Fr. micro-ampere fiz. Amperin milyonda birine eşit akım şiddeti birimi.
mikrobik, -ği sf. Fr. microbiaue tıp 1. Mikroplu: Mikrobik hastalık. 2. Mikropla ilgili.
mikrobiyolog, -ğu is. Fr. microbiologue Mikrobiyoloji uzmanı.
mikrobiyoloji is. Fr. microbiologie Mikropları konu alan bilim dalı.
mikrobiyolojik, -ği sf. Fr. microbiologique Mikrobiyoloji ile ilgili.
mikrocerrahi is. Fr. mikro + Ar. cerrahi tıp Mikroskop altında çok özel araçlarla yapılan ameliyat.
mikrodalga is. fiz. Boyları 1 mm-1 m arasında değişen elektromagnetik dalga.
→ mikrodalga fırın
mikrodalga fırın is. Elektromanyetik dalga ile yiyecekleri kısa sürede pişiren veya ısıtan fırın.
mikroekonomi is. Fr. microeconomie ekon. Ekonomik etkinlikleri ve hesapların kapsayabileceği nicelikleri inceleyen ekonomi dalı.
mikroekonomik, -ği sf. Fr. microeconomiaue Mikroekonomi ile ilgili olan.
mikrofilm is. İng. microfilm Herhangi bir belge, yayın vb.ni küçük sinema filmi gibi bir şerit üzerine çeken, özel bir fotoğraf makinesiyle elde edilmiş film.
mikrofon is. Fr. microphone Elektrik akımı etkisiyle sesi uzakta bulunan alıcıya ulaştıran araç. mikrofona koymak hikâye, roman, oyun vb. eserleri radyo için elverişli duruma getirip yayımlamak.
mikrofoncu is. sin. ve TV Ses kaynağının yer değiştirmesine göre mikrofonu yöneten kimse.
mikrofonik, -ği sf. Fr. microphoniaue Mikrofona uygun düşen: Mikrofonik ses.
mikroklima is. Fr. microclimat coğ. Dar iklim bölgesi: "Emektar payitaht, mikrokozmosunun, mikrokliması olarak her telden çalmayı belki bundan ötürü benimsemiştir. " -H. Taner.
mikrokok is. Fr. microcoaue biy. Nokta biçimdeki mikroplara verilen genel ad.
mikrokozmos is. Fr. microcosmos 1. Uzayda dünya ve insanın durumu: "Emektar payitaht, mikrokozmosunun, mikrokliması olarak her telden çalmayı belki bundan ötürü benimsemiştir." -H. Taner. 2. Küçük canlıların dünyası.
mikrolit is. Fr. microlite min. Bazı taşların yapısında bulunan, prizma biçiminde ve mikroskopla görülebilen billurlar.
mikrometre is. (mikrome'tre) Fr. micrometre 1. Büyük ölçüde büyütme gücü olan teleskop, mikroskop vb. optik aletlerle incelenen nesnelerin oylumlarını ölçmede kullanılan alet. 2. Çok küçük uzunlukları ölçmeye, incelemeye yarayan alet. 3. mat. Mikron.
mikron is. Fr. micron mat. Bir metrenin milyonda biri, milimetrenin binde biri, mikrometre.
mikroorganizma is. Fr. micro-organisme biy. Mikroskopla görülebilen organizma.
mikrop, -bu is. Fr. microbe 1. biy. Mikroskopla görülebilen, çürümeye, mayalanmaya ve hastalıklara yol açan bir hücreli canlı. 2. mec. Kendisinden kötülük ve zarar gelen kimse.
mikroplanma is. Mikroplanmak işi.
mikroplanmak (nsz) 1. Mikroplu duruma gelmek. 2. Kirlenmek.
mikroplaşma is. Mikroplaşmak işi.
mikroplaşmak (-i) 1. Mikrop duruma gelmek. 2. mec. Kötülük yapar duruma gelmek.
mikroplu sf. Mikrobu olan, mikropla buluşan, intani: "Mikroplu ellerimizle hastanın eşyasına dokunmayacağız." -R. N. Güntekin.
mikropluk, -ğu is. Yaramazlık, kötülük, fesatlık: "Sarı saçlı mıncırık bir çocuk, yine senden çıktı mikropluk, dedi." -Ç. Altan.
mikropsuz sf. Mikrobu olmayan, mikrobu öldürülmüş olan: Mikropsuz pamuk.
mikrosefal, -li sf. Fr. microcephale anat. Yetersiz gelişme sonunda beyni ve kafatası küçük olan (kimse).
mikrosinema is. Fr. microcinema sin. Mikroskopla görülebilecek nesnelerin görüntülerini tespit etmekle uğraşan sinema kolu.
mikroskobik, -ği sf. Fr. microscopiaue Mikroskopla görülebilecek kadar küçük olan: Mikroskobik canlı.
mikroskop, -bu is. Fr. microscope Bir mercek düzeneği yardımıyla küçük nesneleri büyütüp daha belirgin duruma getirmeye veya çıplak gözle görülmeyenleri göstermeye yarayan alet. mikroskop altına koymak (veya almak) en ince noktasına kadar araştırmak, didik didik edip incelemek: "Başkalarını nasıl mikroskop altına koydunsa, kendini de öylece koy!" -H. E. Adıvar.
mikser is. İng. mvcer 1. bk. karışına. 2. bk. karmaç.
miktar is. (-taıri) Ar. mikdâr 1. Bir şeyin ölçülebilen, sayılabilen veya azalıp çoğalabilen durumu, nicelik. 2. Ölçü: Yapılan yardımın miktarı artırıldı.
→ eser miktarda, teşehhüt miktarı
mikyas is. (mikya:s) Ar. mikyas esk. Ölçek, ölçü: "Bankaları büyük mikyasta kurulan dolandırıcılık dolabı sanırdı." -Ö. Seyfettin.
mikyaslı sf Ölçeği veya ölçüsü olan.
mikyassız sf. 1. Ölçeği veya ölçüsü olmayan. 2. mec. Hadsiz hesapsız, hesaba kitaba sığmayan: "Küçük kabahatlilerin cezası ise nispetsiz, mikyassız idi." -Ö. Seyfettin.
mil (I) is. Yun. Selin sürükleyip getirdiği çok küçük taneli çamurlaşmış kum ve toprak karışımı.
mil (II) is. Ar. mil 1. Türlü işlerde kullanılmak için yapılan İnce ve uzun metal çubuk. 2. Göze sürme çekmeye yarayan, kemik veya fil dişinden yapılmış ince ve uzun araç. (birinin gözlerine) mil çekmek birinin gözlerini kızgın mille kör etmek.
→ eksantrik mili, kenet mili
mil (III) is. Fr. mille mat. Karada 1609, denizde 1852 m olarak kabul edilen bir uzaklık ölçü birimi: "Köprü ile Kadıköy arasındaki mesafenin kaç mil olduğunu bilmiyordum. " -A. Rasim.
→ deniz mili, hava miti, kara mili
miladi sf. (mi:lâ:di:) Ar. milâdi Milada dayanan, milatla ilgili olan.
→ miladi takvim, miladi tarih
miladi takvim is. Hz. isa'nın doğumunu başlangıç olarak alan takvim.
miladi târih is. Miladi takvimin belirttiği tarih.
milat, -di is. (mi:lâ:t) Ar. mılâd 1. Hz. İsa'nın doğduğu gün. 2. mec. Herhangi bir olayın başlangıcı.
→ milattan önce, milattan sonra, kablelmilat
milattan önce is. Miladi tarih başlangıcından geriye doğru sayılan yıllara göre belirtilen tarih.
milattan sonra is. Miladi tarih başlangıcından bu yana sayılan yıllara göre belirtilen tarih.
mildiyu is. (mi'ldiyu) Fr. mildiou En çok bağlarda görülen, peronospora cinsinden, emeçlerini bitkilerin yapraklarına salarak yaşayan asalak bir mantarın oluşturduğu hastalık.
milel ç. is. Ar. milel esk. Milletler, uluslar.
→ beynelmilel
milföy is. Fr. mille-feuille Milföy hamuru.
→ milföy hamuru
milföy hamuru is. Çeşitli pastaların yapımında kullanılan ince açılmış, yağlı bir tür hamur.
milibar is. Fr. milibar fiz. Bir barın binde biri değerinde atmosfer basıncı ölçü birimi.
miligram 'is. Fr. milligramme mat. Bir gramın binde birine eşit ağırlık ölçüsü birimi (mgr).
mililitre is. (milili'tre) Fr. millilitre mat. Bir litrenin binde birine eşit hacim ölçü birimi (mi).
milim is. Fr. millimetre'den kısaltma 1. mat. Santimetrenin onda biri. 2. zf mec. En küçük veya en az miktarda, milim oynamamak 1) ölçüsüne tam olarak uygun düşmek; 2) hiç kıpırdamamak, milim şaşmamak tam denk düşmek.
→ milim milim, milimi milimine
milimetre is. (milime'tre) Fr. millimetre 1. mat. Bir metrenin binde biri uzunluğunda bir ölçü birimi. 2. zf. mec. Çok az miktarda: "Musikide tegaımi eden ve çalan notadan bir milimetre ayrılmaz." -Y. K. Beyatlı.
milimetrik, -ği sf. Fr. millimetrique 1. Milimetre ile ilgili olan. 2. Milimetrelere bölünmüş.
milimikron is. Fr. millimicron mat. Bir mikronun binde biri (m).
milimi milimine sf. Tam, tastamam, iyice.
milim milim zf En ince Ölçümlerle.
milis is. Fr. milice 1. Savaş sırasında orduya yardımcı olarak toplanan halk gücü. 2. Bazı ülkelerde yardımcı güvenlik gücü: "Şehirde fenalık olmasın diye yerli İslamlardan milis teşkil ediyorlar." -Ö. Seyfettin.
militan is. Fr. militant 1. Bir düşüncenin, bir görüşün başarı kazanması için savaşan, mücadele eden kimse: "Adım öğrenmek istediğinde kim olduğunu bilmediği birtakım yaşlı militanlar, cigaralarını suçlu suçlu içerek..." -A. İlhan. 2. Bir örgütün etkin üyesi. 3. Mücadelesini zor kullanarak ve yasa dışı yollarla yapan taraftar.
militanlaşma is. Militanlaşmak işi veya durumu.
militanlaşmak (nsz) Militan olmak, militan durumuna girmek.
militanlaştırma is. Militanlaştırmak işi veya durumu.
militanlaştırmak (-i) Militan durumuna getirmek.
militanlık, -ğı is. Militan olma durumu.
militarist sf. Fr. militariste Militarizm yanlısı olan.
militarizm is. Fr. militarisme 1. Bir ülkede ordu gücünün aşın derecede ağır basması. 2. Bütün yurt sorunlarının yalnız ordu gücüyle çözülebileceğini savunan görüş.
millenme is. Millenmek işi veya durumu.
millenmek (nsz) Akarsuyun getirdiği kumlu, çamurlu toprak bir yere yığılmak.
millet is. Ar. millet 1, Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan İnsan topluluğu, ulus: "Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin layemut abidesidir." -Atatürk. 2. Bir yerde bulunan kimselerin bütünü, herkes: "Millet tütün paralarım alınca borcunu öder." -N. Cumalı. 3. hlk. Benzer özellikleri olan topluluk: "Şu kadın milletinin kıskançlığının hiç sonu yok.”. -A. Mithat.
→ millet meclisi, milletlerarası, milletsever, millettaş, milletvekili, sineytmillet, yetmiş iki millet
milletçe zf. (mille'tçe) Millet tarafından, millete göre, millet olarak: "Türk ata yurduna ve Türk'ün istiklaline tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe mukabele ve onlarla mücadele eylemek icap ediyordu. " -Atatürk.
milletlerarası sf. Uluslararası: Milletlerarası telefon görüşmesi. Milletlerarası ticaret.
milletlerarasıcı is. Uluslararasıcı.
milletlerarasıcılık, -ğı is. Uluslararasıcılık.
milletleşme is. Milletleşmek durumu.
milletleşmek (nsz) Millet durumuna gelmek.
millet meclisi is. 1. Milletvekillerinin oluşturduğu kurul: "Yola birlikte ve aynı amaç için çıkmış insanlardan kurulu bir gerçek millet meclîsi vardı." -T. Buğra. 2. Bu kurulun toplandığı yapı.
milletsever sf. Ar. millet + T. sever Milletini seven (kimse).
milletseverlik, -ği is. Milletsever olma durumu: "Her şey gibi, vatan ve milletseverlîğin de büyüğü ve küçüğü var." -O. S. Orhon.
millettaş is. Aynı milletten olan kimse: "Kırk senedir hasret kaldığı millettaşlarını görmekten şaşırmıştı." -Ö. Seyfettin.
milletvekili is. (milletvekili) Anayasaya göre millet meclisine seçimle giren millet temsilcisi, mebus, parlamenter, vekil.
→ bağımsız milletvekili
milletvekilliği is. Milletvekilinin görevi, mebusluk.
milli sf. Mili (I, II) olan.
millî sf. (milli:) Ar. milli Milletle ilgili, millete özgü, ulusal: "Bunların arasında millî, şahsi, tarihî bütün elemleri, zaferleri, mazi ve istikballeriyle yaşamıştım." -H. E. Adıvar.
→ millî eğitim, millî ekonomi, millî gelir, millî güvenlik, millî hüviyet, millî iktisat, millî irade, millî kimlik, millî marş, millî mücadele, Millî Mücadele, millî müdafaa, millî savunma, millî takım, Mîsakımillî
millî eğitim is. Eğitimin ulusal olması.
millî ekonomi is. Ulusal ekonomi.
millî gelir is. ekon. Bir yıllık toplumsal üretimde, üretim araçları için harcananların düşülmesinden sonra kalan bölüm, ulusal gelir.
millî güvenlik, -ği is. Kamu düzeni ve emniyeti: "... yetkili merci... millî güvenlik gereklerinin ihlal edilmesi ... hâlinde belirli bir toplantı ve gösteri yürüyüşünü yasaklayabilir. " -Anayasa.
millî hüviyet is. sos. Millî kimlik: "Garp medeniyetine girişimiz millî hüviyetimizi yok etmek için değil, onu yaşatmak, geliştirmek içindir."-O. S. Orhon.
millî iktisat, -di is. Ulusal ekonomi.
millî irade is. huk. Ulusça kullanılan ve hiçbir gücün etkileyemeyeceği kuvvet.
millî kimlik, -ği is. sos. Bir milletin kendine özgü düşünüş ve yaşayış biçimi, dil, töre ve gelenekleri, toplumsal değer yargıları ve kuralları ile oluşan, özellikler bütünü, millî hüviyet.
millîleşme is. Millî nitelik kazanma: "Genç Kalemler dergisinde beliren bu hareketle sadeleşmekten millîleşmeye doğru ciddi bîr adım atılmıştır." -F. R. Atay.
millîleşmek (nsz) Millî nitelik kazanmak.
millîleştirilme is. Millîleştirilmek işi.
millîleştirilmek (nsz) Millî durama getirilmek.
millîleştirme is. Millîleştirmek işi.
millîleştirmek (-i) 1. Millî bir nitelik vermek. 2. Özel sektöre ait yerli ve yabancı firmaları devlet mülkiyetine geçirmek, ulusallaştırmak.
millîlik, -ği is. Millî olma durumu.
millî marş is. İstiklal Marşı.
millî mücadele is. Bağımsızlık için yapılan savaş veya bu savaş süresi.
Millî Mücadele İstiklal Savaşı, Kurtuluş Savaşı: "Belki Millî Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir." -A. H. Tanpınar.
millî müdafaa is. Ulusal savunma.
millî savunma is. Ulusal savunma.
millî takım is. sp. Uluslararası yarışmalarda bir ülkeyi temsil etmek için bir araya gelmiş sporcular grubu.
milliyet is. Ar. milliyyet 1. Millete özgü olma veya millî olma durumu, ulusallık: Milliyet davası. 2. Bağlı bulunan millet, tabiiyet: Bu adamın milliyeti nedir?
→ milliyetsever
milliyetçi is. Milliyet ilkesini benimseyen, ulusçu.
milliyetçilik, -ği is. Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarım her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk: "Bu şüphe, bu hayal sukutu beni çok geçmeden sert ve mutaassıp bir milliyetçiliğe atacaktı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
milliyetperver sf. Ar. milliyet + Far. -perver esli Milletini seven, milletine bağlı olan (kimse), ulussever.
milliyetperverlik, -ği is. Milliyetperver olma durumu, ulusseverlik.
milliyetsever sf. Milliyetini benimseyen, milliyetçi.
milliyetseverlik, -ği is. Milliyetçi olma durumu, milliyetini benimseme durumu: "Millî şuuru uyandırmak için küçük vatan ve milliyetseverliğîn dar sınırı içinde kalamayız." -O. S. Orhon.
milliyetsiz sf. Millet sevgisi olmayan, millî duyguları zayıf (kimse).
milliyetsizlik, -ği is. Milliyetsiz olma durumu.
milsiz sf. Mili (I, II) olmayan.
milyar is. Fr. milliard 1. Milyon kere bin, bin milyon, 1.000.000.000. 2. Bu sayının adı.
milyarder is. Fr: milîiardaire 1. Bir veya daha çok milyarı olan kimse. 2. Maddi varlığı bakımından zengin sayılan kimse: "Sue, yetmiş yaşındaki milyarderin kırkını geçmiş karısı." -A. İlhan.
milyarderlik, -ği is. Milyarder olma durumu.
milyarlarca sf. (milyarla'rca) Pek çok, çok sayıda.
milyarlık, -ğı sf. 1. Niceliği milyarla ölçülen: Beş yüz milyarlık bütçe. 2. Maddi varlığı milyar değerinde olan: Milyarlık sporcular.
milyon sf. Fr. million 1. Bin kere bin, 1.000.000.2. is. Bu sayının adı.
milyoner is. Fr. millionnaire 1. Bir veya daha çok milyonu olan kimse. 2. Maddi varlığı bakımından zengince sayılan kimse: "Ben oldum bittim milyoner olmak istiyorum." -A. İlhan.
milyonerlik, -ği is. Milyoner olma durumu.
milyonlarca sf. (milyonla'rca) Pek çok, çok sayıda: "Her milletten milyonlarca insan kafiyeyi bu gözlerle görür." -Y. K. Beyatlı.
milyonluk, -ğu sf. 1. Niceliği milyonla ölçülen: "Çanakkale'de hemen bir milyonluk düşman ordusu eritildi." -Ö. Seyfettin. 2. Maddi varlığı milyon değerinde olan.
→ bir milyonluk, beş milyonluk, on milyonluk, yirmi milyonluk
mim (I) is. Ar. mim 1. Arap alfabesinin yirmi dördüncü harfinin adı. 2. esk. Biten bir yazının altına konulan İşaret, mim koymak 1) unutulmaması için işaret koymak; 2) önemli bularak üstünde ısrarla durmak: "Bu lafıma mim koy dedi Sabri Bey." -A. İlhan.
mim (II) is. Fr, mime Uy. 1. Eski Yunan ve Roma'da yaşamı, töreleri taklit amacı güden komedi türü. 2. Bir oyuncunun herhangi bir davranış veya duyguyu yüz ve vücut hareketleriyle anlattığı komedi türü. 3. Bu türü gerçekleştiren sanatçı.
mimar is. (mi:ma:r) Ar. mi'mür Yapıların planını yapıp bunların gerçekleşmesini sağlayan kimse: "Binanın mimarını da bulsanız, bu sualinize cevap vermez." -H. F. Ozansoy.
→ mimarbaşı, iç mimar
mimarbaşı is. tar. Osmanlı sarayında, resmî yapıların onarım ve yapım işleriyle uğraşan mimarların başı.
mimari is. (mi:ma:ri:) Ar. mi'mâri 1. Mimarlık. 2. Yapı: "Marcel Prousi'un bir Mikel Angelo hummasıyla meydana koyduğu o heybetli roman mimarisi karşısında gene böyle bir fütura kapılarak sindiğimi, ezildiğimi hissetmekleyim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. sf. Mimarlıkla ilgili, mimarlığa ilişkin.
→ iç mimarî
mimarisiz sf. Planı mimar tarafından yapılmayan (kaba yapı): "Bu mimarisiz, çirkin fakat heybetli barbar bina..." -S. F. Abasıyanık.
mimarlık, -ğı is. 1. Mimar olma durumu, mimarın işi ve mesleği. 2. Belirli ölçü ve kurallara göre yapılar yapma sanatı, mimari.
→ iç mimarlık
mimber is. bk. minber.
mimik, -ği is. Fr. mimiaue 1. Yüz, el, kol hareketleriyle düşünceyi anlatma sanatı: "Bütün rolleri şahısların sesleri, tavırları, mimikleriyle tek başına oynamıştı." -Y. Z. Ortaç. 2. Duyguları, düşünceleri belirtecek biçimde yüzde beliren kımıldanışlar, hareketler: "Bu özelliği anıldığında hanımlar tiksinti ve korku mimikleri yaparlardı." -H. Taner.
mimleme is. Mimlemek işi.
mimlemek (-i) Birini, hoşa gitmeyen veya İyi olmayan bir davranışı dolayısıyla hakkında iyi düşünülmeyenler arasına koymak: "Kışkırtıcıları, elebaşıları mimleyelim, sonra tek tek haklarından geliriz, dedi." -N. Cumalı.
mimlenme is. Mimlenmek işi.
mimlenmek (nsz) Mimleme işine konu olmak.
mimli sf. Genellikle davranışlarından kuşku duyulan, kötü olarak bilinen, mimlenmiş.
mimoza is. (mimo'za) Fr. mimosa bot. Baklagillerden, çiçekleri sarı, bazı türleri beyaz veya menekşe renginde, yaprakları akasya yaprağına benzeyen bir süs bitkisi, gümüşi akasya (Mimosa).
minakop, -bu is. zool. Gölge balığı.
minare is. (mina:re) Ar. menâre mim. Namaz vaktinin geldiğini bildirmek için camide müezzinin ezan okuduğu, sala verdiği, şerefesi olan, çoğunlukla taştan, yüksek ve ince yapı: "Sokak kapısını çalarken, minarede akşam ezanı okunuyordu." -Y. Z. Ortaç. minare gibi çok uzun. minareyi çalan kılıfını hazırlar kolay kolay gizlenemeyecek kadar büyük bir yolsuzluğu yapan kimse, sorumluluktan kurtulma yollarını önceden düşünür.
→ minare boyu, minaregölgesi, minare kırması, şeytanminaresi
minare boyu is. Aşağı yukarı 10-20 m arasında olan yükseklik: "Bir anda uykunun dibine doğru birkaç minare boyundaki yüksekliklerden atılmış gibiydi." -P. Safa.
minareci is. Minare yapan usta.
minarecik, -ği is. Küçük minare: "Bu minarecik köyün bütün evlerinden, bütün bacalarından yüksekti." -M. Ş. Esendal.
minarecilik, -ği is. Minarecinin yaptığı iş.
minaregölgesi is. argo Gerçekleşmesi imkânsız durum.
minare kırması sf. Çok uzun boylu (kimse).
minareli sf. Minaresi olan: "Beyaz minareli küçük ve sakin mahalle camileri..." -Ö. Seyfettin.
minaresiz sf. Minaresi olmayan.
minber is. Ar. minber mim. Camilerde hatibin çıkıp hutbe okuduğu merdivenli, yüksekçe yer.
minder is. 1. İçi yumuşak bir malzeme ile doldurularak dikilen, oturmaya, yaslanmaya yarar şilte: "Köşkte, yerlerdeki hasırlara serilen halılar üstüne konmuş minderlerde oturulurdu." -A. Ş. Hisar. 2. sp. Yer alıştırmalarında ve atlamalarda, düşmelerin sertliğini gidermek için kullanılan, deri veya kauçuktan yapılmış şilte. 3. sp. Güreş karşılaşmalarının üzerinde yapıldığı, en az 10 cm kalınlığında, 9 m çapında bir çember çizilmiş olan, çaprazlama köşeleri kırmızı ve mavi renklerle belirlenmiş yaygı, minder çürütmek 1) işsiz, güçsüz oturmak; 2) bir yerde uzun süre oturmak; 3) otururken yapılan işlerle uzun yıllar uğraşmak, (birini) minder dışına atmak ortadan kaldırmak, silmek, kovmak: "Kötü para iyi parayı kovduğu gibi, kötü yazar da iyi yazarı minder dışına atmaya çabalamaktadır." -S. Birsel. minderden kaçmak 1) güreşte oyuna katılmamak; 2) güreşte oyun sırasında minderin dışına çıkmak.
→ erkân minderi, güreş minderi, köşe minderi, yer minderi
mine is. (mi'ne) Far. minâ 1. Metal eşya üzerine vurulan renkli cam katmanı. 2. Saat kadranı. 3. Dişlerin taç kısmını kaplayan beyaz ve sert doku. 4. mec. İnce ve parlak nakış.
→ mine çiçeği, ağaç minesi
mineci is. Mine yapan sanatçı.
mine çiçeği is. bot. 1. Mine çiçeğigillerden, yaprakları karşılıklı ve oymalı, çiçekleri başak durumunda alacalı, mavi veya menekşe renginde, sapı dört köşeli olan güzel kokulu bir bitki (Verbena). 2. Bu bitkinin çiçeği.
mine çiçeğigiller ç. is. bot. Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden, mine çiçeği vb. türleri içine alan bir bitki familyası.
mineleme is. Minelemek işi.
minelemek (-i) Mine ile süslemek.
mineli sf. Mine ile bezenmiş: "Enfiyesini, üstü mineli bir kukadan çekerdi." -A. Ş. Hisar.
mineral, -li is. Fr. mineral jeol. 1. Normal sıcaklıkta doğada katı durumda birtakım maddelerle karışık veya birleşik olarak bulunan veya kimyasal yollarla elde edilen inorganik madde. 2. sf. İçinde inorganik maddeler bulunan: Mineral maddeler.
→ mineral bilimi
mineral bilimci is. Mineral bilimi ile uğraşan kimse, minerolog.
mineral bilimi is. min. Mineral ve billurlarla, onların fiziksel ve kimyasal özelliklerini inceleyen bilim, mineroloji.
mineralleştirici is. Bir madenle birleşerek onu mineral duruma dönüştüren madde.
mineralleştirme is. Mineralleştirmek işi.
mineralleştirmek (-i) kim. 1. Bir metali mineral duruma getirmek. 2. İçinde mineral maddeler eritilerek suyu, maden suyu niteliğine getirmek.
mineralli sf. 1. İçinde mineral bulunan. 2. is. jeol. İçinde mineralleşmiş tabakalar ve cevherler bulunan kaya veya arazi parçası.
mineralsiz sf. İçinde mineral bulunmayan.
minerolog, -ğu is. Fr. mineralogue min. Mineral bilimci.
mineroloji is. Fr. mineralogie min. Mineral bilimi.
minerolojîk, -ği sf. Fr. mineralogiaue Mineral bilimi ile ilgili.'
minesiz sf. Minesi olmayan.
mini sf. Fr. mini Çok küçük veya kısa.
→ mini etek
minibüs is. Fr. mini + İng. bus 10-12 kişilik oturma kapasitesi olan küçük otobüs.
minibüsçü is. Minibüsü olan, minibüs alıp satan veya işleten kimse.
minibüsçülük, -ğü is. Minibüs İşletme işi.
minicik,.-ği sf. (mi'nicik) Küçücük, ufacık: "Minicik ellerini uzatarak bu taş nedir, diye soruşu hâlâ hatırımızda." -O. S. Orhon.
mini etek, -ği is. Diz kapağından yukarıda, çeşitli kısalıkta etek.
minik, -ği sf. Küçük ve sevimli: Ne minik şeyi
minimal, -li sf. Fr. minimal mat. Minimum.
minimetre is. (minime'tre) Fr. minimetre tek. Silindir biçimindeki nesnelerin iç çaplarını denetlemekte kullanılan ölçü aleti.
minimini sf. (mini'mini) 1. Küçücük: "Minimini gül yağı şişesini getirdi, içine kolonya koydum." -H. E. Adıvar. 2. Pek sevimli, kin çük (çocuk): "Büyükçe çocuklar onun bu hâline gülüşürlerken miniminiler yüzlerini buruşturuyorlardı." -O. C. Kaygılı.
minimum is. (mi'nimum) Fr. minimum 1. Bir şey için gerekli en az veya en küçük (derece, nicelik). 2. mat. Değişken bir niceliğin inebildiği en alt, asgari, minimal.
miniskül sf. Fr. miniscule Küçük (harf).
mink is. İng. mink zool. Vizon.
minkale is. Ar. minkale mat. esk. İletki.
minnacık, -ğı is. (mi'nnacık) Çok küçük, minimini.
minnet is. Ar. minnet 1. Yapılan bir İyiliğe karşı kendini borçlu sayma, gönül borcu, müdana: "Sesinde bir minnetin sıcaklığı vardı." -H. Taner. 2. Bir iyiliğe karşı teşekkür etme, memnuniyet duyma: "Oğlunun elinden ne gelse borç sayıyor, ödeyemeyeceği bir minnet duygusu altında eziliyordu." -N. Cumalı. minnet altında kalmamak birinin iyiliğine karşı kendini borçlu durumdan kurtarmak için, karşılık olarak bir iyilikte bulunmak, minnet duymak birinin iyiliğine karşı kendini ona borçlu saymak: "Bana karsı gösterilen bu güven ve sevgiden dolayı çok minnet duymama rağmen, siyasi hayata atılmak istemiyordum." -H. E. Adıvar. minnet etmek boyun eğip yalvarmak.
minnettar is. Ar. minnet + Far. -dar Birinden gördüğü iyiliğe karşı kendini borçlu sayan, gönül borcu olan kimse, gönül borçlusu: "Beni de aranıza aldığınıza minnettarım." -H. Taner, minnettar kalmak birinden görülen iyiliğe karşı teşekkür duygusu beslemek: "Kendine minnettar kalan ahalinin elleri üzerinde geziyor." -Ö. Seyfettin.
minnettarane zf. Ar. minnet + Far. -dâr-ane esk. Minnettarca.
minnettarca zf. (minnetta'rca) Mesut bir biçimde, mesut olarak, minnettarane.
minnettarlık, -ğı is. Minnettar olma durumu, şükran: "... büyük adama memleketin minnettarlığı anlatılacak gibi değildi." -F. R. Atay.
minnoş ünl. tkz. Küçük ve sevimli kimselere söylenen bir seslenme sözü.
minorka is. İng. minorca zool. Genellikle siyah tüylü, balta veya gül ibikli yumurta tavuğu.
minör sf Fr. mineur 1. Daha küçük. 2. muz. Bir makam, bir akort, bir gam, bir aralık özelliği olan. 3. is. fel. ve man. Küçük önerme.
mintan is. Far. nlm + ten 1. Yakasız, uzun kollu erkek gömleği: "Cepkenini, damalı mintanım çıkarmış, kolalı gömleğine kravatını bağlıyordu." -T. Buğra. 2. Gömlek üzerine giyilen kollu yelek.
→ yakasız mintan
mintanlık, -ğı sf. Mintan yapmaya elverişli olan.
minüskül is. Fr. minuscule Küçük harf.
minüsküs is. bk. menisküs.
minval, -li is. Ar. minval esk. Biçim, yol, tarz.
minyatür is. Fr. miniature 1. Çoğunlukla eski yazma kitaplarda görülen, ışık, gölge ve hacim duygusu yansıtılmayan küçük, renkli resim sanatı: "Aynı oyunu, avuç içi kadar bir minyatürden seçilmiş bir köşecikle oynuyorlar." -B. R. Eyuboğlu. 2. Bu biçimde yapılmış küçük resim. 3. Bir şeyin küçük ölçekte kopyası veya benzeri: "Ufacık, minyatür bir yüzü, aynı ufaklıkta vücudu vardı." -S. F. Abasıyanık.
minyatürcü is. Minyatür yapan sanatçı.
minyatürcülük, -ğü is. Minyatür yapma sanatı.
minyatürleşme is. Minyatürleşmek durumu.
minyatürleşmek (nsz) Minyatür duruma gelmek.
minyatürleştirme is. Minyatürleştirmek işi veya durumu.
minyatürleştirmek (-i) Bir şeyin küçük bir kopyasını, benzerini veya modelini oluşturmak.
minyon sf. Fr. mignon İnce, küçük, sevimli, cici, çıtı pıtı.
mir is. Far. mır esk. 1. Baş, kumandan, amir. 2. Bey, emir.
mira is. (mi'ra) ît. mira Arazi üzerinde seçilmiş bir işaret noktasının düşeyini gösteren, yön belirtmek için uzaktan gözlenen, geometrik biçimli tahta lata.
miraç, -cı is. (mi:ra:ç) Ar. mi'rüc esk. Göğe çıkma.
→ Miraç Gecesi, Miraç Kandili
Miraç Gecesi öz. is. Hz. Muhammed'in göğe çıktığına inanılan recep ayının yirmi yedinci gecesi.
Miraç Kandili öz. is. Miraç Gecesi kutlanan kandil.
miralay is. Far. mir + T. alay ask. esk. Albay.
miralaylık, -ğı is. Miralay olma durumu veya aşaması, albaylık.
miras is. (mi:ra:s) Ar. mırâş 1. huk. Birine, ölen bir yakınından kalan mal mülk, para veya servet, kalıt, bırakıt, tereke. 2. mec. Kalıtım yoluyla gelen herhangi bir özellik. 3. mec. Bir neslin kendinden sonra gelen nesle bıraktığı şey: Konukseverlik bize atalarımızdan mirastır, miras yemek 1) kendine miras kalmak: "Erkek çocuk ne kadar miras yerse kız çocuk da o kadar miras yer." -F. R. Atay. 2) kendine kalan mirası tüketmek: "Son zamanlarda İzmir'deki gazinocu bir amcasından beş bin liralık bir de miras yemişti." -H. Taner, mirasa konmak bir kimseye önemlice bir kalıt kalmak: "Bizimkiler okkalı bir mirasa konmuşlar da o hergelenin hakkım mı yemişler ne?" -H. Taner.
→ baba mirası
mirasçı is. (mi:rasçı) 1. Kendisine miras kalan, vâris: "Aradım buldum tarlanın mirasçısını, adamı Ödemiş'ten aldım geldim." -N. Cumalı. 2. mec. Başkasının iyi veya kötü yönlerini aynı biçimde ortaya koyan: "Anasının kıskançlığına mirasçı olan çelimsiz solgun çocuk da yaşamayacağa benziyordu. " -H. R. Gürpınar.
mirasyedi is. (mi:rasyedi) 1. Kendisine önemli bir miras kalan, mirasa konan kimse: "Kiraladıkları otlakların sahibi yıllardır Manastır'a yerleşmiş bir mirasyediydi." -N. Cumalı. 2. mec. Çok savurgan kimse: "Hayatını, gençliğini bir mirasyedi gibi hiç düşünmeden yiyip bitirmiş."-M. Yesari.
mirasyedilik, -ği is. Mirasyedi olma durumu veya mirasyediye yaraşır davranış.
mirat is. Ar. mir'ât esk. Ayna.
mirî sf. (mi.ri:) Far. mir + Ar. -i esk. 1. Hükümetin, hazinenin malı olan, beylik. 2. is. tar. Devlet hazinesi.
→ mirî kâtibi, mirî mal
mirîci is. (mi:ri:ci) tar. Osmanlı maliyesinde, koyunları sayıp vergilerini toplayan görevli.
mirî kâtibi is. tar. Osmanlı devletinde maliye ile halk arasında davalara bakan yargıç.
mirim ünl. "Beyim, aziz dostum, arkadaşım" anlamlarında bir seslenme sözü.
mirî mal is. tar. Devlet malı, hazîne malı.
mirliva is. (mirliva:) Far. mir + Ar. liva ask. esk. Tuğgeneral.
mirlivalık, -ğı is. Tuğgenerallik.
mirza is. (mirza:) Far. mirza esk. Bazı Türk topluluklarında ve İran'da kullanılan bir soyluluk sanı.
mis (I) is. Ar. misk Güzel koku. mis gibi 1) temiz ve güzel kokulu: "Hava mis gibi çam kokuyor." -H. E. Adıvar. 2) çok iyi, usta: "Ben mis gibi tornacıyım, sanatımı bırakamam. " -S. F. Abasıyanık. 3) pekâlâ, elbette.
→ mis sabunu, mis üzümü
mis (II) is. İng. miss Evlenmemiş kadın.
misafir is. (misa:jir) Ar. musâfir 1. Konuk: "Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer." -Atasözü. 2. tıp esk. Gözün saydam tabakasında herhangi bir sebeple oluşan beyaz leke. misafir ağırlamak konuğa gerekli ilgiyi göstermek, ikramda bulunmak: "Bir değil, birkaç misafiri dahi ağırlayabiliriz." -M. Yesari. misafir etmek konuk olarak karşılayıp yedirip içirmek, yatırmak: "Onu, evin çocuklarıyla bir odada misafir etmişlerdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. misafir gibi oturmak 1) bulunduğu yerden her an ayrılacakmış gibi eğreti, üstünkörü oturmak; 2) mec. hiç iş yapmamak, misafir kalmak bir yerde yiyip içmek, yatmak ve konuk olarak ilgi görmek: "Cemile sekiz, on gün çiftlikte misafir kalacaktı." -R. N. Güntekin. misafir olmak bir yerde konuk olarak karşılanıp gerekli ilgiyi, izzet ve ikramı görmek: "Aklına esince atına atlar ve Rüstem Bey'e beş on gün misafir olur." -S. F. Abasıyanık.
→ misafirhane, misafir odası, misafir salonu, başmisafir, kulak misafiri, şeref misafiri, Tanrı misafiri
misafirhane is. (misa:firha:ne) Ar. musâfir + Far. hâne 1. Konukevi. 2. esk. Yolcuların konakladıkları han, kervansaray vb.
misafirlik, -ği is. 1. Konukluk: "Ne misafirliğe gideriz, ne de bize gelirler:" -ö. Seyfettin. 2. sf. Konuk için, konuğa özgü: Bu örtüler misafirlik.
misafir odası is. Evlerde konukların alındığı oda: "Anamı, misafir odasını düzeltirken bulurduk."-N. Cumalı.
misafirperver is. Ar. musâfir + Far. -perver esk. Konuksever.
misafirperverlik, -ği is. Konukseverlik.
misafir salonu is. Evlerde veya resmî konutlarda konuklara aynlan salon.
misak is. (mi:sa:k) Ar. mîşâk esk. Sözleşme, antlaşma, bağlaşma.
→ Misakımillî
Misakımillî is. (mi:sa:kımilli:) Ar. mîşâk + milli tar. Erzurum ve Sivas kongrelerinde tespit edilip Osmanlı Mebusan Meclisinde 28 Ocak 1920'de kabul edilen ve milletçe sonuna kadar uygulanmasına karar verilen altı maddelik millî sözleşme.
misal, -li is. (misa:l) Ar. misâl 1. Örnek olarak alınabilen, gösterilen şey, örnek: "Cumhuriyet tarihimizde bunun iki misali vardır." -F. R. Atay. 2. sf. Benzer: "Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında." -C. S. Tarancı.
→ söz misali
misel is. Fr. micelle kim. Koloit iyonlarında molekül yığılmasından oluşan ve yalnız başına koloidin bütün niteliğini taşıdığı kabul edilen bölüm.
misil, -sli is. Ar. mişl esk. 1. Eş, benzer: "Misli görülmemiş bir refaha, bir saadete ermiştim. " -R. H. Karay. 2. Miktar. 3. Defa, kez, kat: "Ona edeceğiniz her hareketi yüz misli ile size iade ederim." -A. Gündüz, misli menendi yok benzeri, eşi yok: "Bu sonbahar sabahında Gülhane Parkının misli menendi yoktur." -S. F. Abasıyanık.
misilleme is. Kötü bir davranışa aynen verilen karşılık.
misina is. (misi'.na) it. messina 1. Yapay ve sentetik ham maddeden tek kat çekilmiş, değişik kalınlıkta iplik. 2. den. Balıkçıların olta ipi olarak kullandıkları kıl veya naylondan iplik: "Kopmuş, çürümüş misinaları tamir ediyor, paslı iğneleri değiştiriyordu." -S. F. Abasıyanık.
misis is. İng. mistress Evlenmiş kadın.
misk is. Ar. misk 1. Asya'nın yüksek dağlarında yaşayan bir tür erkek ceylanın karın derisi altındaki bir bezden çıkarılan güzel kokulu madde. 2. Mis. misk gibi mis gibi. misk yerini belli eder değerli kişi nerede olsa varlığım gösterir.
→ devaimisk
miskal, -li is. Ar, mişkâl mat. esk. 4,5 g değerinde eski bir ağırlık ölçü birimi, miskalle çok az ölçüde, çok az miktarda: Muhabbet kantarla, alışveriş miskalle.
misket (I) is. Fr. muscat Mis üzümünden yapılan şarap.
misket (II) is. Fr. mousauet 1. Bomba ve şarapnellerin içinde bulunan kurşun veya demir tanelerin adı. 2. Bilye.
→ misket oyunu
misket (III) is. hlk 1. Ankara ve çevresinde oynanan bir tür halk oyunu. 2. Bu oyunun müziği.
→ Bornova misketi, Yalova misketi
misket oyunu is. Bilyelerle oynanan oyun.
miskin sf. Ar. miskin 1. Çok uyuşuk olan (kimse): "Hayran olduğum adamı miskin bir mektep çocuğu gibi yaka paça alıp götürdü. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Hoş görülemeyecek durumlar karşısında tepki göstermeyen (kimse). 3. Cüzzam hastalığına tutulmuş olan (kimse). 4. esk. Aciz, zavallı: "Aşık olan miskin olur / Hak yoluna teslim olur" -Yunus Emre.
→ miskinhane, miskinler tekkesi
miskinane zf. (miski:na:ne) Ar. miskin + Far. -üne esk. Miskince.
miskince zf (miski'nce) Miskin gibi, miskin bir biçimde, miskinane.
miskinhane is. (miskinha:ne) Ar. miskin + Far. hâne esk. Cüzzamhların yerleştirildikleri yer.
miskinler tekkesi is. İşsiz güçsüz oturanların, tembellerin toplandıkları yer: "Ev miskinler tekkesine dönüşmüştü, ortalığı pislik götürüyordu." -Ö. Seyfettin.
miskinleşme is. Miskinleşmek işi veya durumu.
miskinleşmek (nsz) Uyuşuk, tembel duruma gelmek.
miskinlik, -ği is. Uyuşuk, tembel olma durumu veya miskine yakışacak davranış, meskenet.
mis sabunu is. Güzel kokulu sabun.
mistir is. İng. mister Bay.
mistik, -ği is. Fr. mystiaue 1. Mistisizm yanlısı olan, ilahiyat veya mistik yaşamla uğraşan kimse, gizemci. 2. sf. Mistisizm ile ilgili: "Gaipten sesler duyuyor, ruhuna fısıldanan mistik şiirler yazıyordu artık." -Y. Z. Ortaç.
mistisizm is. Fr. mysticisme 1. fel. Tanrı'ya ve gerçeğe akıl ve araştırma yolu ile değil de gönül yolu ile, duygu ve sezgi ile ulaşabileceğini kabul eden felsefe ve din doktrini, gizemcilik. 2. Bir konuda en üst derecede bulunabilme tutkusu: "Bizi sıhhatimize iman ettiren, kuvvetlerimizin arttığını duyuran spor mistisizmi daha teessüs etmemişti." -A. Ş. Hisar.
mis üzümü is. Kokulu üzüm.
misvak, -ğı is. Ar. misvak 1. bot. Kuzey Afrika, İran ve Hindistan'da yetişen dikensiz küçük bir ağaç (Salvadora persica). 2. Bu ağacın, ucu dövülüp fırça durumuna getirilen ve diş temizliğinde kullanılan çubuğu.
misyon is. Fr. mission 1. Bir kimseye veya bir kurula verilen özel görev: "Bu kadar mühim bir diplomatik misyon bir askere nasıl tevdi edilir?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Dinsel, bilimsel veya diplomatik bir görev yüklenmiş kimselerden oluşan kurul, misyon üstlenmek özel bir görevi üzerine almak: "Günün birinde böyle bir misyon üstleneceğini umduran bir yaşamı yoktur." -H. Taner.
misyoner is. Fr. missionnaire 1. Bir dini, özellikle Hristiyanlığı yaymakla görevli kimse. 2. mec. Bir düşünceye, bir ülküye kendini adayan kimse.
misyonerlik, -ği is. Misyoner olma durumu veya misyonerin görevi.
-miş bk. -mış /- miş vb.
-miş'li geçmiş is. dbl. Belirsiz geçmiş.
mit is. Fr. myihe 1. Geleneksel olarak yayılan veya toplumun hayal gücü etkisiyle biçim değiştiren, tanrı, tanrıça, evrenin doğuşu ile ilgili hayalî, alegorik bir anlatımı olan halk hikâyesi, mitos: Ergenekon efsanesi bir mittir. 2. mec. Efsaneleşen kavram veya kişi.
mitil is. Yun. 1. İçine yün, pamuk vb. doldurulan beyaz yastık veya yorgan kılıfı. 2. İki yüzü beyaz kapsız yorgan.
miting is. Ing. meeting Gösteri amacıyla veya bir olaya dikkati çekmek için, genellikle açık yerlerde yapılan toplantı: "Maçlara, mitinglere gidenler kendi değer ölçülerini yitirir, kalabalığın akışına kapılırlar." -N. Cumalı.
→ telin mitingi
mitingci is. Miting düzenleyen veya mitinge katılan kimse.
mitleşme is. Mitleşmek durumu.
mitleşmek (nsz) Mit durumuna gelmek.
mitleştirme is. Mitleştirmek işi.
mitleştirmek (-i) Bir kimse, bir varlık, bir olay vb.ni hayal gücü ile büyütmek, yüceltmek, mit durumuna getirmek.
mitokondri is. Fr. mitochondrie biy. Kondriyom öğesi hâlinde sitoplazmanm içinde bulunan organcık.
mitoloji is. Fr. mythologie 1. Mitleri, doğuşlarını, anlamlarını yorumlayan, inceleyen bilim: "Tezini mitolojiden hazırlayan gözlüklü bir delikanlı." -H. Taner. 2. Bir ulusa, bir dine, özellikle Yunan, Latin uygarlığına ait mitlerin, efsanelerin bütünü: Yunan mitolojisi.
mitolojik, -ği sf. Fr. mythologîgue Mitoloji ile ilgili, mitolojiye ait.
mitos is. Yun. Mit.
mitoz is. Fr. mitose biy. Karyokinez.
mitral, -li sf Fr. mitral anot. Kalpte sol kulakçık ile sol karıncık arasında bulunan kapakla ilgili.
→ mitral darlığı, mitral hücreler, mitral kapakçığı, mitral yetersizlik
mitral darlığı is. tıp Kanın kulakçıktan karıncığa geçişini zorlaştıran mitral kapakçığının iki parçasının kısmen birbirine kaynaması.
mitral hücreler ç. is. tıp Beyinde koku lopu içinde bulunan sinir hücreleri.
mitral kapakçığı is. tıp Sol kulakçık ile sol karıncık arasında kanın akışını düzenleyen, iki parçadan oluşan kapak.
mitral yetersizlik, -ği is. tıp Karıncığın büzülmesi sırasında kanın kulakçığa geri gelmesine sebep olan mitral bozukluk.
mitralyöz is. Fr. mitraiîîeuse ask. Bir tür makineli tüfek, makineli: "Yandaki odadan mitralyöz ateşini andıran daktilo tıkırtıları geliyordu." -H. Taner, mitralyöz gibi hiç durmadan, ara vermeden (konuşma).
miyancı is. bk. meyancı.
miyane is. Far. miyüne bk. meyane.
miyar is. (mi:ya:r) Ar. mi'yâr esk. 1. Değerli madenlerde yasanın istediği ağırlık, saflık ve değer derecesini gösteren ölçü. 2. mec. Ölçüt, ölçü: "Pakize bu son fikri fazla beğenmişti ve itiraf edeyim ki Pakize'nin zevki benim için bir çeşit miyar olmuştu." -A. H. Tanpınar. 3. kim. Ayıraç.
miyasma is. (miya'sma) Fr. miasma esk. Salgın hastalıklara yol açtığına inanılan etken.
miyav is. Kedinin çıkardığı ses, kedi sesi.
miyavlama is. Miyavlamak işi: "Kedinin miyavlamaları âdeta yanık bir yalvarıştır." -A. Haşim.
miyavlamak (nsz) Kedi "miyav" diye ses çıkarmak.
miyavlatma is. Miyavlatmak işi.
miyavlatmak (-i) 1. Kediyi bağırtmak. 2. mec. Birini çok yalvartmak.
miyaz is. Fr. myase Sinek kurtçuklarının insanda ve hayvanlarda ortaya çıkardığı bozukluk.
miyokart, -di is. Fr. myocarde onat. Kalp kası.
miyom is. Fr. myome tıp Kas dokusu uru.
miyop, -bu sf. Fr. myope tıp 1. Nesnelerin görüntüleri ağ tabakanın ön tarafında kaldığı için uzağı iyi göremeyen (göz): "Saffet... miyop gözlerinin en sevimli gülümseyişiyle yanımıza geldi." -H. E. Adıvar. 2. Gözleri uzağı iyi göremeyen (kimse).
miyopluk, -ğu is. Miyop olma durumu.
miyosen is. Fr. miocene jeol. 1. Üçüncü Çağın memeliler ve maymunların gelişmiş olduğu dönemi. 2. sf. Bu döneme ilişkin: Miyosen yerey.
-miz bk. -mız / -miz vb.
miza is. (mi'za) ît. misa Kumarda ortaya sürülen para.
mizaç, -cı is. (miza:ç) Ar. mizâc 1. Huy, yaradılış, tabiat, karakter: "Birdenbire mizacı değişen Sabri'yi kadınlardan bile tanımayan kalmadı." -Ö. Seyfettin. 2. esk İnsan vücudunun fizyolojik yapısı, sağlık.
mizaçgir sf. Ar. mizâc + Far. -gir esk. Herkesin huyuna ve keyfine göre davranan, nabza göre şerbet vermesini bilen.
mizaçgirlik, -ği is. Mizaçgir olma durumu: "Nüfuzlu akrabasından yardım ve kendi mizaçgirliği sayesinde bir iki senede parlamış, büyük bir hariciye memuru olmuş." -R, N. Güntekin.
mizaçlı sf. Mizacı herhangi bir özellikte olanı: "Fransa'da bütün ömrünü bir vilayet köşesinde yol mühendisi olarak geçirmiş, sakin ve yumuşak mizaçlı bîr adamcağız..." -Y. K. Karaosmanoğlu.
mizaçsız sf. Sağlığı iyi olmayan, rahatsız, keyifsiz.
mizah is. (miza:h) Ar. mizah ed. Gülmece: "İnci gibi güzel bir yazısı ve mizaha da istidadı varmış." -Y. K. Beyatlı.
→ kara mizah
mizahçı îs. Gülmece sanatçısı.
mizahçılık, -ğı is. Gülmece sanatçılığı.
mizahımsı sf. Mizahsı.
mizahi sf. (miza:hi:) Ar. mizahi İçinde gülmece bulunan, gülmece niteliği taşıyan (yazı, karikatür vb.).
mizahsı sf. Mizahı andıran, mizaha benzeyen, mizah gibi, mizahımsı,
mizan is. (mi:za:n) Ar. mizan esk 1. Terazi. 2. Tartı, ölçü aleti. 3. Ölçü. 4. mat. Sağlama. 5. tic. Bir tüccarın, ticari durumunu, işinin genel sonucunu gösteren, belirli zamanlarda yaptığı hesap özeti.
mizana is. (miza'na) İt. mezana den. Üç veya daha çok direği bulunan yelkenli gemilerde arka direk.
→ kontra mizana
mizanpaj is. Fr. mise en pages Gazete, dergi vb. yayınlarda sayfa düzeni.
mizanpajlı sf. Mizanpaj yapılan, mizanpajı olan.
mizanpaj sız sf. Mizanpajı olmayan.
mizanpli is. Fr. mise en plis Islak saçm sarılıp sıcak hava yardımıyla kurutulmasından sonra fırça ve tarakla yapılan kadın saç tuvaleti.
mizansen is. Fr. mise en scene 1. tiy. Yönetmenin oyuncuları oyuna uygun bir uyum içine sokması için yaptığı hazırlık, çalışma. 2. mec. Bir şeyi, bir durumu olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen: "Bu bir mizansendi, İnceden inceye düzenlenmiş bir sahne."-T. Buğra.
mizantrop is. Fr. misanthrope 1. Toplumdan, insandan kaçan kimse, merdümgiriz. 2. İnsandan nefret eden kimse.
Mn kim. Manganez elementinin simgesi.
mnemotekni is. Fr. mnemotechnie Birtakım alıştırma ve çağrışımlardan yararlanarak belleği geliştirme yöntemi.