me (I) is. Türk alfabesinin on altıncı harfinin adı, okunuşu.
me (II) is. Koyun, kuzu vb. hayvanların çıkardığı ses: "Kara koyun kuzular kuzulamaz /Me deme." -F. H. Dağlarca.
-me (I) bk. -ma / -me (I).
-me- (II) bk. -ma- / -me- (II).
meal, -li is. (mea:l) Ar. me'âl esk 1. Anlam, kavram, mefhum: "Her cepheden tek mealde bir telgraf geliyor." -A. Gündüz. 2. Ortaya çıkan şey, sonuç, netice.
mealen zf. (meat'len) Ar. me'âlen esk. Anlam olarak, anlamca.
mebde is. (mebde:) Ar. mebde' esk._ 1. Baş, başlangıç. 2. Kaynak, kök. 3. man. İlke.
mebiz is. Ar. mebiz anat. esk. Yumurtalık.
meblağ is. (meblâğ) Ar. meblâğ Para miktarı, tutar.
mebni sf. (mebni:) Ar. mebni esk. 1. Yapılmış, kurulmuş, bina olunmuş. 2. zf. -den dolayı, -den ötürü.
mebus is. (mebu:s) Ar. meb'üş Milletvekili: "Söz istemişken unutulan bir mebus tekrar söz istedi." -M. Ş. Esendal.
mebusluk, -ğu is. Milletvekilliği.
mebzul, -lü is. (mebzu:!) Ar. mebzul esk Bol, çok.
mebzuliyet is. (mebzudiyet) Ar. mebzüliyyet esk. Çokluk, bolluk.
mecal, -li is. (-ca:li) Ar. mecal Güç, kuvvet, derman, takat: "Sesini çıkarmak, bağırmak istiyor, mecal bulamıyordu." -P. Safa. mecali (veya mecal) kalmamak güç kalmamak, güçsüzleşmek: "Artık ne yürümeye ne de ayaküstünde durmaya mecali kalmıştı." -M. Ş. Esendal.
mecalsiz sf. Güçsüz, kuvvetsiz, dermansız, takatsiz: "Kendimi öyle yalnız, öyle mecalsiz, öyle bitkin hissediyorum ki..." -S. F. Abasıyanık. mecalsiz düşmek güçsüzleşmek, takati kalmamak: "Bir aralık kadının mecalsiz düştüğünü fark ettiler." -R. H. Karay.
mecalsizlik, -ği is. Argınlık, dermansızlık, takatsizlik: "Genç kız mecalsizlikle bükülerek düşündü, düşündü." -P. Safa.
mecaz is. Ar. mecaz ed. Bir ilgi veya benzetme sonucu gerçek anlamından başka anlamda kullanılan söz.
mecazen zf. (meca:'zen) Ar. mecazen esk. Mecaz yoluyla, mecaz olarak.
mecazi sf. (mecaızi:) Ar. mecazi Mecazla ilgili, mecaz niteliğinde olan.
mecazlı sf. Gerçek anlamından saptırılarak benzetmeli olarak kullanılmış (söz).
mecbur sf. (mecbuır) Ar. mecbur 1. Herhangi bir konuda yükümlü, bir şeyi yapmak zorunda olan: "Biz toprağımızdan düşmanı atmaya mecburuz." -R. E. Onaydın. 2. esk. Bağlı, düşkün, tutkun, mecbur etmek zorlamak: "Ertesi gün beni daireden istifaya mecbur ettiler." -S. F. Abasıyanık. mecbur kalmak (veya olmak) herhangi bir şeyi yapmak zorunda bulunmak, (birini) mecbur tutmak zorlamak, yükümlü saymak, mecbur etmek: "Memleketin büyük menfaati, beni bu yolda harekete mecbur tutuyordu. " -Atatürk.
mecburen zf (mecbu:'ren) Ar. mecburen Kendi isteğinin dışında, zorla, kaçınılmaz, zorunlu olarak.
mecburi sf. (mecburi:) Ar. mecburi Zorunlu: Mecburi iniş.
→ mecburi hizmet
mecburi hizmet is. Bursu veren kuruluşun hizmetinde zorunlu olarak belli bir süre çalışma.
mecburiyet is. (mecbu:riyet) Ar. mecbüriyyet 1. Zorunluluk: "Ayağımızı yorganımıza göre uzatmak mecburiyetindeyiz." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Yükümlülük.
meccanen zf. (mecca:'nen) Ar. meccânen esk. Parasız olarak, bedava.
meccani sf. (mecca:ni:) Ar. meccani esk. Parasız, bedava.
→ leyli meccani
-meçe bk. -maca / -meçe.
mecelle is. Ar. mecelle 1. Kitap. 2. huk. Fıkıh hükümleriyle bu konudaki türlü içtihadı bir araya getiren, Tanzimattan sonra hazırlanmış olan, yasa yerine kullanılan eser.
mecidit is. Fr. medjidite min. Uranyum ve kalsiyum hidratlı doğal sülfatı.
mecidiye is. Ar. mecidiyye Osmanlı Devletinde 1840 yılında basılmış, 20 kuruş değerinde olan gümüş sikke: "On iki mecidiyeyi almadan şuradan şuraya gitmezmiş." -S. M. Alus.
meclîs is. Ar. meclis 1. Bir konuyu konuşmak veya görüşmek için yapılan toplantı. 2. Bu toplantının yapıldığı yer, şûra. 3. Bir konuyu konuşmak veya görüşmek için bir araya gelmiş kimseler topluluğu: "Yemekten sonra meclis gruplara ayrılmıştı." -P. Safa. 4. Dostlar toplantısı: "Meclisi aranan, hoşsohbet, coşkulu, şair ruhlu bir insandı." -H. Taner, meclis kurmak birkaç kişi konuşmak veya eğlenmek İçin toplanmak: "Nihayet bir akşam bütün ihtiyarlar, kadın erkek meclis kurar, ahenge başlarlarmış." -H. E. Adıvar.
→ meclis araştırması, aile meclisi, belediye meclisi, danışma meclisi, idare meclisi, ihtiyar meclisi, köy ihtiyar meclisi, millet meclisi, rakı meclisi, yasama meclisi
meclisara sf. (meclisaıra:) Ar. meclis + Far. -ârâ esk. Güzel konuşan, kendini toplantılarda konuşmasıyla sevdiren (kişi): "Eskilerin hoşsohbet, meclisara, ağzına baktırır dedikleri kişiler vardı." -H. Taner.
meclis araştırması is. Belli bir konuda Türkiye Büyük Millet Meclisinde bilgi edinmek için yapılan inceleme.
meclup, -bu sf. (-lû:bu) Ar. meclûb esk. Tutkun.
mecmu sf. (mecmu:) Ar. mecmu' esk. 1. Bir araya getirilmiş, toplanmış, bütün, hep. 2. is. mat. Toplam.
mecmua is. (mecmu:a) Ar. mecmü'a Dergi.
mecmuacı is. Dergi işleriyle uğraşan kimse.
mecmuacılık, -ğı is. Dergi işleriyle uğraşma: "Şimdi mizah gazeteciliği, hatta mecmuacılık da hemen hemen yarı kusur, yarı kabahat bir acayip şekil aldı." -R. H. Karay.
mecnun sf. (mecnu:n) Ar. mecnûn esk. 1. Sevdadan ötürü kendini kaybetmiş. 2. Çılgın, deli. mecnun olmak 1) sevda sebebiyle kendini kaybetmek; 2) mec. delirmek, çıldırmak: "Alelade, herkesteki gibi, beş on kuruşluk bir maldı, buna kıymet verebilmek için insan mecnun olmalı." -R. H. Karay.
mecnunane sf (mecnu:na:ne) Ar. mecnûn + Far. -âne esk. 1. Çılgın gibi, çılgınca olan: "O anda zihnimden mecnunane bir fikir geçiverdi... " -S. F. Abasıyanık. 2. zf. Mecnunca.
mecnunca zf. (mecnu'nca) Çılgın bir biçimde, delice, deli gibi: "Şehriban'a hayran, meftun, mecnunca bağlı idim." -R. H. Karay.
mecra is. (mecra:) Ar. mecra 1. coğ. Yatak. 2. mec. Bir işin gidişi, bir olayın doğrultusu. mecrası değişmek bir iş, bir olay için gidişi, yönü, doğrultusu değişmek.
mecruh sf (mecruıh) Ar, mecruh esk. 1. Yaralı: "Harbiye nazırıyla sadrazamı vurmuşlar. Ahmet Rıza tehlikeli surette mecruh..." -Ö. Seyfettin. 2. mec. İncinmiş olan (kimse).
Mecus öz. is. Ar. mecüs din b. Ateşe tapanların bağlı oldukları din.
Mecusi öz. is. (mecu:si:) Ar. mecüsi din b. Mecus dininden olan kimse, Zerdüşti.
Mecusilik, -ği öz. is. Mecus olma durumu.
meczup, -bu sf. (meczu:p) Ar. meczüb esk. 1. Tanrı aşkıyla aklım yitirmiş kimse. 2. Aklını yitirmiş, deli, sapık: "Bunlardan başka, köyün iki meczubu, bir cücesi vardır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
-meç bk. -maç / -meç.
meç (I) is. Fr. meche Süngü gibi yalnız batırılarak yaralamaya yarayan, kısa, düz ve ensiz kılıç.
meç (II) 75. Fr. meche Saçın küçük tutamlar biçiminde değişik renklerde boyanmış durumu.
meçhul, -Iü sf. (meçhu:l) Ar. mechül 1. Bilinmeyen, bilinmedik: "Artık demir almak günü gelmişse zamandan / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan." -Y. K. Beyatlı. 2. mat. esk. Bilinmeyen. 3. is. dbl. Edilgen fiil.
→ failimeçhul
meçhulat ç. is. (meçhu:lâ:t) Ar. mechülât esk. Bilinmeyen, anlaşılmayan şeyler, meçhuller.
medar is. (meda:r) Ar. medar esk. 1. coğ. Dönence, cezir karşıtı. 2. Dayanak, yardımcı. medar olmak yardımı, yaran dokunmak.
medarıiftihar (meda:rıiftiha:r) Ar. medar + iftihar esk. Övünülen, onur duyulan, iftihar edilen şey veya kimse.
medcezir is. coğ. Gelgit.
meddah is. (medda:h) Ar. meddah esk. 1. Taklitler yaparak, hoş hikâye anlatarak halkı eğlendiren sanatçı: "Ramazan geceleri bu kahveye meddahlar, cura, bağlama gibi meşhur saz çalanlar geliyordu." -O. C. Kaygılı. 2. mec. Öven, aşın övgüde bulunan kimse.
meddahlık, -ğı is. 1. Meddah sanatı, meddahın işi: "Meddahlıkta kendinden önce gelenleri geçmiş bir adam olarak tanınmıştır." -M. Ş. Esendal. 2. Övücülük.
-meden bk. -madan / -meden.
medeni sf. (medeni:) Ar. merfem"Kentlileşmiş, kırsallıktan kurtulmuş, uygar: "Orada medeni bir insan gibi yaşamak, hasılı oraya yerleşmek istiyordu." -Y. K. Beyatlı.
→ medeni nikâh
medenici is. Medeni hukuk dersini veren öğretim üyesi.
medenileşme is. Uygarlaşma.
medenileşmek (nsz) Uygarlaşmak.
medenileştirme is. Medenileştirmek işi veya durumu.
medenileştirmek (-i) Medeni duruma getirmek, medeniyet seviyesini yükseltmek.
medenîlik, -ği is. Uygarlık.
medeni nikâh is. huk. Nüfus idaresi tarafından kabul edilen ve yasalara göre yapılan resmî evlenme işlemi.
medeniyet is. Ar. medeniyyet sos. Uygarlık.
medeniyetçi is. Medeniyet yanlısı olan kimse.
medeniyetçilik, -ği is. Medeniyet yanlısı olma durumu.
medeniyetsiz sf. Uygarlaşmamış.
medeniyetsizlik, -ği is. Medeniyetsiz olma durumu.
medet, -di is. Ar. meded 1. Yardım, imdat: "Bekleyiniz ha başlıyor ha başlayacak, habire medet efendim..." -H. R. Gürpınar. 2. ünl. "Yardım edin, imdat" anlamında bir seslenme sözü. medet Allah! zor durumda kalındığında söylenen bir söz. medet ummak (veya beklemek) yardım beklemek: "Emin ol ki, dağınık ve kasvetli bir cemiyet içinde aşktan bile medet ummayız." -Y. K. Karaosmanoğlu.
medhüsena is. Ar. medh + Ar. şenâ bk. methüsena.
medih, -thi is. Ar. medh Övme, övgü: "Gel ha güzel ha methin söyleyim /Ağzın şeker, dudakların bal gibi." -Dadaloğlu. methini işitmek (veya duymak) ününden haberdar olmak.
medine .dilencisi Öz. is. Üstü başı perişan, kötü giyimli kimse.
Medine kurdu is. zool. İnsan ve birçok başka memelinin, deri altı katılgan dokusunda yaşayan sıcak ülkeler solucanı (Filaria medinemis).
meditasyon is. Fr. meditation psikol. Dalınç.
mediyastin is. Fr. mediastin anat. Göğsün, yanlardan akciğerler, önden göğüs kemiği, arkadan omurga ile sınırlanan orta bölgesi.
medlul, -Iü is. (medlûd) Ar. medlul esk. Anlam.
medrese is. Ar. medrese 1. din b. İslam ülkelerinde, genellikle İslam dini kurallarına uygun bilimlerin okutulduğu yer: "Geceleri de ya bir cami ya da bir medrese köşesinde kıvrılır yatarmış." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. esk. Fakülte, (bir iş) medreseye düşmek alay içinden çıkılmaz boş tartışmaların konusu olmak.
medreseli is. Medrese öğrencisi.
medüz is. Fr. (Yunan mitolojisindeki Medusa'dan) zool. Denizanası.
medya is. İng. media 1. Büyük iletişim ve yayın organlarının tümü. 2. İletişim ortamı, iletişim araçları, kitle iletişim araçlarının tümü.
→ medya camiası, medya maydanozu, medya starı
medya camiası is. Basın dünyası.
medyacı is. Medya görevlisi.
medyacılık, -ğı is. Medyacı olma durumu.
medya maydanozu is. hkr. Televizyonlarda sık sık programlara katılarak kendinden söz ettiren kimse.
medya starı is. Kitle iletişim araçlarında çok sık yer alan, görünen kimse.
medyatik, -ği sf. Fr. mediatiaue 1. İletişim araçlarına özgü, iletişim araçlarıyla ilgili. 2. Medyada çok yer alan, çok tanınan, çok bilinen (kimse).
medyum is. (me'dyum) Fr. medium Ruh Ötesi iletişim kurma deneylerinde, ruhlarla insanlar arasında aracılık ettiğini ileri süren kimse.
medyumluk, -ğu is. Medyum olma durumu.
medyun sf. (medyu:n) Ar. medyun esk. Verecekli, borçlu, (birine) medyun olmak kendini borçlu hissetmek.
→ medyunuşükran
medyunuşükran sf. (medyuınuşükran) Ar. medyun + şükran esk. Teşekkür borçlu. medyunuşükran olmak teşekkür borçlu olmak.
mefahir ç. is. (mefa:hir) Ar. mefahir esk. 0vünülecek şeyler, övünceler.
mefharet is. Ar. mefharet esk. Övünme, övünce, iftihar etme.
mefhum is. (mefhuım) Ar. mefhûm fel. esk. Kavram: "Hâlbuki hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat okumaya layıktı. " -Ö. Seyfettin.
mefhunıcu is. Mefhumlara bağlı kalan kimse.
mefhumculuk, -ğu is. Mefhumcunun işi: "Siz onu mefhumculukla itham ederken, sadece kelimeleri değiştirerek aynı mefhumculuğu yaptınız." -P. Safa.
mefkure is. (mefkû.re) Ar. mefkure esk. Ülkü, ideal.
mefkûreci is. Mefkure sahibi olan: "Çoğu zaman ihtirasların davalara yardımı mefkurelerin ve mefkûrecilerin yardımı kadar müspetti." -T. Buğra.
mefkûrecilik, -ği is. Mefkure sahibi olma işi veya görevi.
mefluç, -cu sf. (meflû:ç) Ar. meflüc esk. 1. inmeli, felçli: "Mefluç kadın, başım eğiyor, ensesini Bedia'ya uzatıyor." -P. Safa. 2. Bozuk, düzgün olmayan.
mefret sf. Ar. mefred Kocaman, iri, büyük, muazzam: "Cehennem, zincire vurulmuş mefret bir ejderhadır. Bırakınız beni, günahkârları yutayım diye nara atar durur." -H. R. Gürpınar.
mefruş sf. (mefrır.ş) Ar. mefrüş esk. Döşeli.
mefruşat is. (mefru:şa:t) Ar. mefruşat Ev, iş yeri vb. yerleri döşemek için gerekli eşya, döşeme: "Burası, yeni mefruşatla döşenmiş zarifbir yatak odası." -P. Safa.
mefruşatçı is. Mefruşat satan kimse, döşemeci.
mefruşatçılık, -ğı is. Mefruşatçının işi.
mefsuh sf. (mefsuıh) Ar. mefsuh esk. Feshedilmiş, kaldırılmış, dağıtılmış, bozulmuş.
meftun sf. (meftuın) Ar. meftun Tutkun, gönül vermiş, vurulmuş: "Sehriban'a hayran, meftun, mecnunca bağlı idim." -R. H. Karay. meftun etmek kendine bağlamak, (birine) meftun olmak tutulmak, gönül vermek, vurulmak.
meftuniyet is. (meftu:niyet) Ar. meftüniyyet esk. Meftunluk.
meftunluk, -ğu is. Tutkunluk, gönül vermişlik, meftuniyet.
meful, -lü sf. (me'ful) Ar. mefül esk. 1. Yapılmış, işlenmiş. 2. Bir işin etkisinde olan. 3. is. dbl. Tümleç.
→ sarih meful
mega sf. Yun. Çok büyük.
megafon is. Fr. megaphone Sesi yükseltip uzağa İletmeye yarayan koni biçiminde alet.
megahertz is. Fr. megahertz fiz. Değeri bir milyon hertz olan frekans birimi.
megaloman is. Fr. megalomane Megalomaniye tutulmuş olan, kendini çok büyük gören kimse: "Megalomanların at oynattığı edebiyat dünyamız, bu kabil gerçekçi itiraflara pek alışık değildir." -H. Taner.
megalomani is. Fr. megalomanie tıp Büyüklük hastalığı: "Megalomaninin kökeninde çoğu zaman aşağılık kompleksi yatar." -H. Taner.
mega star is. bk. yıldız.
mega store is. bk. büyük mağaza.
megaton is. Fr. megatonne 1. Bir milyon ton değerinde kütle birimi. 2. fiz. Nükleer bir bombanın veya merminin gücünü ölçmeye yarayan birim.
megatonluk, -ğu sf. Herhangi bir megaton değerinde olan.
megavat is. Fr. megawatt fiz. Bir milyon vat değerinde elektrik güç birimi.
megavatlık, -ğı sf. Herhangi bir megavat değerinde olan.
meğer bağ. (me'ğer) Far. meğer Bilinmeyen, farkında olunmayan bir durum İçin kullanılan bir söz, meğerse, oysa, oysaki: "Evinin şaşmaz düzenine, sürekli durgunluğuna, meğer ne de alışmış?" -A. İlhan.
meğerki bağ. (me'ğerki) Far. meğer ki esk. İstek veya emir kipinde olan ve biri diğerini engelleyecek durumda bulunan iki cümleyi birbirine bağlayan bir söz: Bu iş bitmeyecek, meğerki, siz de yardım edesiniz.
meğerse bağ. (me'ğerse) Meğer, hâlbuki, oysa: "Meğerse bana öğretilen o kısa ve sade cümlenin ne sihirli bir tesiri varmış." -R. H. Karay.
mehabet is. (meha:bet) Ar. mehabet esk. 1. Büyük ve saygıdeğer kimselere duyulan saygı. 2. Büyüklük, ululuk, yücelik: "Dağlar ufkunda mehabet ova ufkunda huzur." -Y. K. Beyatlı.
mehabetli sf. Büyük, ulu, yüce: "Dış görünüm de önemlidir. İlle iri kıyım, mehabetli olmak şart değildir." -H. Taner.
mehaz is. (me:haz) Ar. me'haz esk. Bir eser yazılırken başvurulan kaynak.
mehdi sf. (mehdi:) Ar. mehdi esk. Doğru yolda olan, hidayete ermiş olan.
mehel sf. hlk Uygun, yerinde, denk.
mehelsiz sf. Uygun, yerinde, denk olmayan: "Üç ay peyapey hekim, hoca gezdim. En sonra mehelsiz bir şeyden geçti." -H. R. Gürpınar.
mehil, -hli is. Ar. mehl huk. esk. Bir işin bitirilmesi için tanınan ek süre, önel. mehil vermek süre tanımak.
→ mehil müddeti
mehil müddeti is. Önceden tanınan süre.
mehle is. hlk. Kasaplık hayvanların omuz başından çıkan külbastılık veya pastırmalık yumuşak et.
Mehmetçik, -ği öz. is. Türk askerine sevgi duygusu ile verilen ad: "Evvela o çok sevdiğim Mehmetçik adı, askere giden masum köylümüzün kahramanlığım değil, kimsesizliğini, garipliğini, saflığım hatıra getiriyor." -P. Safa.
mehr is. bk. mihr.
mehtap, -bı is. Far. meh + tüb Ay ışığı: "Oklar gibi saplanmada kalbe / Vurdukça semadan yere mehtap." -A. Haşim. mehtaba çıkmak ay ışığında gezip dolaşmak: "O gece mehtaba çıkmak için bir hayli evvelinden başlayan tatlı bir hazırlık devresi vardı." -A. Ş. Hisar.
mehtaplı sf. Mehtabı olan: "Nihayet mehtaplı ılık ağustos akşamında atıma atladım." -H. E. Adıvar.
mehter is. Far. mihter tar. 1. Mehter takımında görevli kimse. 2. Mehter takımı. 3. Çadırlara bakan uşak.
→ mehterbaşı, mehterhane, mehter musikisi, mehter müziği, mehter takımı, mehter yürüyüşü
mehteran ç. is. Far. mihterân tar. Mehterler.
mehterbaşı is. tar. Mehter takımının yetiştirilmesinden ve çalışmasından sorumlu kimse.
mehterhane is. (mehterha:ne) Far. mihter + hâne 1. tar. Mehter takımı. 2. tar. Bu takımın görev yaptığı yer. 3. argo Hapishane: "Samatya'da sekiz yerinden vurarak üç sene mehterhanede yatmıştı." -Ö. Seyfettin.
mehter musikisi is. Mehter müziği.
mehter müziği is. Klasik Türk müziği makamları ile usullerinin kullanıldığı tek sesli bir müzik türü.
mehter takımı is. tar. Kös, nakkare, zil, zurna ve borulardan kurulan askerî mızıka takımı, mehterhane.
mehter yürüyüşü is. İki adım ileri, bir adım geri yapılan yürüyüş.
-mek bk. -mak / -mek.
mekân is. Ar. mekân 1. Yer, bulunulan yer. 2. Ev, yurt. 3. astr. esk. Uzay. mekân tutmak bir yere yerleşmek.
→ mekân akustiği, mekân grupları, mekân zarfı, cennetmekân, tebdilimekân
mekân akustiği is. fîz. İçinde bulunulan yerin ses düzeninin uyumu.
mekâncı is. Mekân tutan kimse.
mekân grupları ç. is. Bir yeri dolduran Öğeler.
mekanik, -ği is. Fr. mechaniaue 1. fiz. Kuvvetlerin maddeler ve hareketler üzerine etkisini inceleyen fizik dalı. 2. sf. Denge veya hareket kurallarıyla ilgili. 3. sf. Makine ile yapılan. 4. sf. mec. Düşünmeden yapılan.
mekanikçi is. Mekanikçiliğe ilişkin veya mekanikçilikten yana olan görüş, kimse vb.
mekanikçilik, -ği is. fel. 1. Bütün fiziksel olayları, uzay ve uzayda yer değiştirmelerle açıklayan görüş, mekanizm, devimselcilik karşıtı. 2. Canlı varlıkları, organik olayları, mekanik yasalara göre açıklayan öğreti, mekanizm.
mekanikleştiricilik, -ği is. Makine-İnsan ikilemini model alan maddeci kuram.
mekanizasyon is. Fr. mecanisation Mekanik düzeni sağlama.
mekanize sf. Fr. mecanise ask. Savaş ve taşıma gereçleriyle donatılmış (kıta veya birlik).
→ mekanize birliği
mekanize birliği is. ask. Savaş ve ulaştırma araçlarıyla donatılmış birlik.
mekanizm is. Fr. mecanisme fel. Mekanikçilik.
mekanizma is. (mekani'zma) İt. mechanisma 1. Belli bir sonuca ulaşmak için karmaşık bir biçimde düzenlenmiş organ veya parçalar birleşimi, sistem, düzenek. 2. Organların işleyiş biçimi: "Akıl, henüz insan mekanizmasındaki tam yerini bulmamıştır." -F. R. Atay. 3. Ateşli silahların işlemesini sağlayan mekanik bölüm. 4. mec. Oluş, ortaya çıkış, işleyiş: "Oyunların mekanizmasını sezince tekdüzeleşiyor birden dünya." -H. Taner.
mekân zarfı is. dbl. Yer zarfı.
mekik, -ği is. Far. mekük 1. El veya otomatik dokuma tezgâhlarında atkı veya argaç denilen ve enine olan iplikleri, uzunlamasına olan arışların arasından geçirmeye yarayan masuralı araç. 2. Oya yapmakta kullanılan, kemik, ağaç veya plastikten, iki ucu sivri, arasından iplik geçecek bir yarığı bulunan küçük araç. 3. sp. Genellikle karın kaslarının güçlendirilmesi için yapılan beden hareketi. 4. astr. Uzay gemisi, mekik atmak 1) mekiği arışlar arasından hızla geçirmek; 2) mec. hiçbir yerde duramayıp iki yer arasında gidip gelmek, mekik dokumak iki yer arasında sürekli gidip gelmek: "Görüntümüz iyi ile kötü arasında mekik dokudu." -T. Halman. mekik gibi sürekli gidip gelen.
→ mekik diplomasisi, mekik oyası
mekik diplomasisi is. Bir sorunun çözümü için devletler arasında gerçekleştirilen, seri biçiminde yapılan diplomatik temaslar.
mekik oyası is. Dantel.
mekkâre is. (mekkâ:re) Ar. mekkâre tar. 1. Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan at, deve, katır vb. hayvanlar. 2. Bu amaçla halktan ücret karşılığında kiralanan yük hayvanı: "Gündüzki muharebede obüs isabetiyle yaralanmış bir mekkâre katırının canhıraş çığlığı..." -A. İlhan.
mekkâreci is. Yük hayvanı kiralayarak taşıma işi yapan kimse: "Mehmet'i doğru Çanakkale'ye sevk ettiler ve mekkâreci yaptılar." -H. E. Adıvar.
meknuz sf. (meknuız) Ar. meknuz esk. Gömülü, saklı.
mekruh sf. (mekru:h) Ar. mekruh 1. din b. İslam dininde, dinî bakımdan yasaklanmadığı hâlde yapılmaması istenen. 2. esk. İğrenç, tiksindirici.
meksefe is. Ar. mikşefefız. 1. Kondansatör. 2. tek. Otomobillerde kondansatör görevini yapan parça.
Meksika dalgası is. sp. Seyircilerin tribünde bir dalga görüntüsü verecek biçimde gruplar hâlinde ve birbiri ardınca hızla kollarını yukarıya doğru kaldırıp ayağa kalkmaları ve tekrar oturmaları biçiminde yaptıkları tezahürat.
Meksikalı öz. is. Meksika halkından olan kimse.
mektep, -bi is. Ar. mekteb esk. Okul: "Atatürk'ün hemen herkesin gördüğü, mektep kitaplarına kadar geçmiş bir fotoğrafı vardır. " -A. H. Tanpınar. mektep görmemiş 1) okula gitmemiş; 2) tkz. kaba, saygısız, mektep medrese görmüş okumuş, öğrenim görmüş. mektepten çıkan eşek Marsıvandan çıkmaz yükseköğrenim yapmış olsalar bile bazılan hiç eğitilmemiş gibi davranabilirler: "Türkiye'de bedbinler, her şeyi siyah ve mübalağalı surette berbat görenler, mektepten çıkan eşek Marsıvandan çıkmaz, derler." -Ö. Seyfettin. mektebi asmak derslere girmemek için keyfi olarak okula gitmemek, okulu asmak: "Güzel havada mektebi aşamamış bir ilkokul öğrencisi somurtkanlığı ile kafileye katıldım." -H. Taner.
→ mektep çocuğu, mektep kaçağı, iptidai mektep, orta mektep, ana mektebi, mahalle mektebi
mektep çocuğu is. 1. Öğrenci, okul çocuğu. 2. sf. argo Acemi, toy.
mektep kaçağı is. Okul kaçağı.
mektepli is. 1. Okula giden kimse, öğrenci. 2. sf. Okulda yetişmiş olan, alaylı karşıtı: "Kazada mektepli dişçi olmadığı için onu vilayete götürdüm." -R. N. Güntekin.
mektup, -bu is. (-tu.bu) Ar. mektüb Bir şey haber vermek, sormak, istemek veya duygulan bildirmek için, birine çoğunlukla posta yoluyla gönderilen, zarfa konulmuş yazılı kâğıt, name: "Mektubunda diyorsun ki gel gayri / Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım." -B. S. Erdoğan, mektup almak yazılan mektup adrese gelip ele geçmek: "Bir gün, bilmediğim bir memleketten bir mektup aldım." -A. Gündüz, mektup atmak mektubu postaya vermek, mektubu dışından okumak bir kimsenin içinden geçeni yüz çizgilerinden anlamak.
→ açık mektup, taahhütlü mektup, güven mektubu, itibar mektubu, itimat mektubu, kefalet mektubu, kredi mektubu, tavsiye mektubu, teminat mektubu
mektupçu is. tar. 1. Osmanlılarda, bir resmî dairenin yazı işlerini yönetmekle yükümlü yüksek görevli kişi. 2. esk. Bir il idaresinin yazı işlerini yöneten görevli.
mektupçuluk, -ğu is. Mektupçunun görevi.
mektuplaşma is. Mektuplaşmak işi.
mektuplaşmak (nsz, -le) Karşılıklı mektup yazmak ve göndermek: "Anlaşılıyor ki, kocasıyla mektuplaşmak istiyormuş." -M. Ş. Esendal.
melaike ç. is. (melâıike) Ar. melâ'ike din b. 1. Melekler. 2. hlk. Melek gibi güzel kadın: "Yerin melaikesi misin, yoksa cennetin hurisi mi?"-S. M. Alus.
→ tatmaz melaike
melal, -li is. (melâ:l) Ar. melal esk. 1. Can sıkıntısı, usanç: "Melalimizi avutmak için bin türlü eğlence, bin türlü zevk icat ettik." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Üzüntü, hüzün, dert: "Her zaman, doğduğu, çocukluğunu geçirdiği memleketin rüzgârlarıyla bir melal duyardı." -S. F. Abasıyanık.
melamet is. (melâ:met) Ar. melümet esk. Kınama, ayıplama, azarlama, çıkışma.
Melami öz. is. (melâ:mi:) Ar. melâmı esk. Melamilik yanlısı olan kimse.
Melamilik, -ği öz. is. Her türlü gösteriş ve dünya kaygılarından uzak kalmayı öğütleyen Sünni tarikatı: "Mevlevilikten, Melamilikten dem vuruyorlardı." -R. H. Karay.
melanet is. (melâ:net) Ar. mel'anet esk. Büyük kötülük, lanetlenecek iş veya davranış.
melanit is. (melânit) Fr. melanite min. Doğal demir ve kalsiyum silikat.
melankoli is. (melankoli) Fr. melancolie psikol. 1. Kara sevda: "Babam melankoliye uğramış, köşesinde düşünüp duruyor." -A. Gündüz. 2. mec. Hüzün.
melankolik, -ği sf. (melânkolik) Fr. melancoliaue 1. Kara sevdaya tutulmuş, kara sevdalı: "Tanzimat devrinin en lirik ve en melankolik simasını kaybettik." -O. S. Orhon. 2. mec. Hüzün veren, hüzün belirtisi olan: "Bu memleket musiki gibi hem melankolik hem şakrak bir memlekettir." -S. F. Abasıyanık.
melanurya is. (melânu'rya) hat. melanuria zool İzmaritgillerden, gümüş renkli, eti kılçıklı bir Akdeniz balığı (Sparus melanuiya).
melas is. (melas) Fr. melasse Şeker üretiminde, bülurlaşan şeker alındıktan sonra kalan şekerli posa.
melce is. Ar. melce'esk. Sığınak, bannak.
melek, -ği is. Ar. melek 1. din b. Tanrı ile insan arasında aracılık yaptığına ve nurdan olduğuna inanılan manevi varlık. 2. mec. Terbiyeli, uysal kimse: "Yanlarındaki kızlar ise sahici birer melekti." -S. F. Abasıyanık. melek gibi 1) sessiz, sakin, çok temiz ve iyi huylu: "Kimi tarafları pek ince delikanlılar melek gibi kızları övüyorlardı." -S. F. Abasıyanık. 2) güzel: "Annem melekler gibi iyi kadındır." -S. F. Abasıyanık.
→ melek otu
meleke is. Ar. meleke 1. Tekrarlama sonucu kazanılan yatkınlık, alışkanlık: "Tahmin yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körleşirse..." -H. Taner. 2. feî. ve psikol. Yeti. 3. Yelken makarası.
melek otu is. bot. Maydanozgillerden, su kenarlarında yetişen, çiçekleri yeşilimtırak beyaz çok yıllık bîr bitki (Angelica sylvestris).
melekût is. (melekûıt) Ar. meleküt din b. esk. Ruhlar ve melekler âlemi.
meleme is. 1. Melemek işi. 2. Koyun veya keçi sesi: "Uzaktan ağıla giren koyunlarla kuzuların telaşlı uzun melemeleri sessizliği parçalıyordu." -H. E. Adıvar. 3. sf. hlk. Ağırkanlı, rahatına düşkün.
melemek (nsz) Koyun, kuzu veya keçi bağırmak.
melengiç, -ci is. hlk. Çitlembik.
meles is. hlk. Beli çökük at.
meleş is. hlk. İki kuzulu koyun.
meleşme is. Meleşmek işi.
meleşmek (nsz) Birlikte melemek.
melez sf. Ar. meles 1. biy. Değişik türden hayvan veya bitkiden üremiş (hayvan veya bitki), kırma, azma, metis. 2. Değişik ırkta ana babadan doğmuş olan (kimse): "Melez bir insan ırkının karışımı, bu adama kuvvet vermiş." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Katışık, karışık: Melez bir dil.
melezleme is. Melezlemek işi.
melezlemek (-i) İki ayrı türü çiftleştirip birleştirmek.
melezlenme is. Melezlenmek işi.
melezlenmek (nsz) Melezleme işi yapılmak.
melezleşme is. Melezleşmek işi.
melezleşmek (nsz) 1. bot. Bir bitki başka bir bitki türünün çiçekleriyle döllenmek. 2. mec. Yabancılaşmak.
melezleştirme is. Melezleştırmek işi veya biçimi.
melezleştirmek (-i) Melez duruma getirmek.
melezlik, -ği is. Melez olma durumu, kırmalık: "Dînde de, cemiyette de bu kırmalık, bu melezlik tuhaf oluyor." -A. Gündüz.
melfuf sf. (melfm'f) Ar. melfuf esk. Sarılmış, bağlanmış, eklenmiş.
melfufen zf (melfuı'fen) Ar. melfufen esk. Eklenmiş olarak.
melhem is. bk. merhem.
melhuz sf. (melhu:z) Ar. melhuz esk. Mülahaza edilen, düşünülen.
melik is. Ar. melik esk. Padişah, hükümdar, hakan.
melike is. Ar. melike esk. 1. Kadın hükümdar: "Loş, esrar dolu ülkesini devre çıkmış bir orman melikesi gibi..." -R. H. Karay. 2. Padişah karısı.
→ çayırmelikesi
melinit is. Fr. melinite kim. Aslı pikrik asit olan patlayıcı bir madde.
melisa is. (meli'sa) Yun. bot. Oğul otu.
→ melisa ruhu
melisa ruhu is. Baygınlığa karşı iyi gelen oğul otu özü: "Nilgün'ün yolladığı melisa ruhundan bir kaşık dolusu içtim." -R. H. Karay.
mel mel zf. hlk. "Aptal aptal veya üzgün üzgün bakmak" anlamlarındaki mel mel bakmak deyiminde geçer.
melodi is. Fr. melodie müz. Ezgi: "Biz bu melodileri ilk olarak Cemal Sahir operetlerinden duymuş, bellemiştik." -H. Taner.
melodik, -ği sf Fr. melodigue Melodi ile ilgili, ezgili.
melodram is. Fr. melodrame tiy. 1. Yunan trajedilerinde koro başı ile bir oyuncu arasında geçen şarkılı diyalog. 2. Oyuncuların müzik eşliğinde sahneye girip çıktıkları bir oyun türü. 3. Çağdaş tiyatroda, duygusal ve acıklı olaylara dayalı bir oyun türü.
melon sf. Fr. melon Yuvarlak ve bombeli (şapka): "Şimdilerde kimsenin giymediği melon bir şapka, boynunda yün atkısı olan bir adam..." -M. Ş. Esendal.
meltem is. Yazın karadan denize doğru esen mevsim rüzgârı: "Ne sert kış, ne gümrah ve gölgeli yaz / Ne ılık meltemler ve keskin ayaz." -A. K. Tecer.
melul, -lü sf (melûl) Ar. melûl 1. Üzgün. 2. Boynu bükük, zavallı, yoksul: "Garipler köyü az çok çıplak ve kayalık bir yar ortasında sıkışmış, ıssız ve melul duruyor." -M. Ş. Esendal.
→ melul mahzun
melul mahzun zf. Çok üzgün, sıkıntılı, ağlamaklı bir biçimde: "Sebatı Bey, çaresizlik içinde melul mahzun etrafına bakındı." -H. Taner.
melun sf. (me'lun) Ar. mel'ün 1. Tamı tarafından lanetlenmiş olan, lanetli: Melun şeytan. 2. is. Lanetlenmiş kimse: "Kendisini Müslüman adıyla takdim eden bu kır saçlı melunu da tamdım." -A. Gündüz. 3. mec. Nefretle karşılanan, kötü.
melunca sf. Meluna yakışan, melun gibi: "O bakışta hiç de melunca bir kandırma fikri gizlenemez." -F. F. Tülbentçi.
memalik, -ği ç. is. (memaûik) Ar. memâlik esk. Memleketler.
memat is. (mema:t) Ar. memat esk. Ölüm: Hayat memat meselesi.
→ hayat memat, hayat memat meselesi
memba is. (memba:) Ar. menba' 1. Kaynak, pınar: "Siyah gözleri, siyah birer kaynar su memba gibiydi." -H. E. Adıvar. 2. mec. Bir şeyin çıktığı yer: "Böyle bir siyaset, sabit ve payidar bir membadan çıkar." -M. Ş. Esendal.
→ memba suyu
memba suyu is. İçinde erimiş mineraller bulunan, içme suyu olarak veya tedavi amacıyla kullanılan su: "Uzun değneklerine dayanmış çobanlar iddia ederler ki memba sularının her biri, bir derde devadır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
meme is. onat. 1. Yavrularını emzirmek için, memelilerin göğsünde türlü biçim ve sayıda bulunan ve meme başı denilen çıkıntıları olan organ, bicik, emcek, emcik. 2. Bazı araçların meme başına benzeyen bölümü: "Tam topu şişirmiş, memesini bağlıyordu." -R. İlgaz. 3. Vücudun herhangi bir yerinde oluşmuş küçük çıkıntı: "O, sağ elinin parmaklarını bükerek kulak memesinin altına koymuş, ağzı açıktı." -S. F. Abasıyanık. 4. ask. Ateşli silahların veya bazı patlayıcıların ateşlendiği çıkıntı: Tüfek memesi. 5. den. Gemi çapasında kolların birleştiği şişkin yer. meme vermek emzirmek: "Genç kadın arkasını dönerek göğsünü açtı ve özenle meme vermeye başladı." -A. Gündüz, meme yapmak tek. motorlu araçlarda platin elektrik akımını geçirmeyecek ölçüde oksitlenmek, İşlevini yapmaz olmak, memede olmak henüz meme ile beslenmek, memeden kesmek artık emzirmemek.
→ meme başı, meme bezi, meme süngeri, basur memesi, göz memesi, gözyaşı memesi, keçimemesi, kızmemesi, köpekmemesi, kulak memesi, tavşanmemesi
meme başı is. anal Memenin ucundaki çıkıntı, bicik.
meme bezi is. anot. Memenin süt salgılayan dokusu.
memecik, -ği is. onat. Deri ve sümük doku üzerinde görülen küçük ve sivri çıkıntı.
memeli sf. Memesi olan: "Birdenbire uzun boylu, diri memeli bir hatun askerin önüne çıktı." -S. F. Abasıyanık.
→ gagalı memeli
memeliler ç. is. zool. Doğurarak üreyen, memeleri olan, sıcakkanlı, iki akciğerli, kalbinde dört boşluğu olan, vücutları genellikle tüylerle örtülü omurgalı hayvanlar sınıfı.
→ gagalı memeliler, ilkel memeliler
mememsi sf. Memeyi andıran, memeye benzeyen, meme gibi.
memesiz sf. Memesi olmayan.
meme süngeri is. anat. Meme başının çevresindeki koyu renkli yuvarlak bölüm.
memişhane is. (memişha:ne) hlk. Tuvalet.
memleha is. Ar. memlaha esk. Tuzla.
memleket is. Ar. memleket 1. Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke: "Memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde olabilirler." -Atatürk. 2. Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer, şehir, yurt: "Memleket isterim /Ne başta dert ne gönülde hasret olsun." -C. S. Tarancı. 3. İklim ve üretim bakımından ele alınan bölge: "Lübnan; portakal, turuncu, hurma ve muz memleketiydi." -R. H. Karay. 4. Bir ülkede yaşayan bireylerin bütünü: "Bütün memleketin kadınları bugün, en fakiri bile, beyaz giymişler, beyaz örtünmüşler." -H. E. Adıvar.
→ memleket havası, memleketler arası
memleketçi is. Memleketin her bakımdan yükselmesini, gelişmesini isteyen, bu yolda çaba harcayan kimse.
memleketçilik, -ği is. Memleketçi olma durumu.
memleket havası is. Halk türküsü: "Gülmek istedim, tutturdum bir memleket havası..." -S. F. Abasıyanık.
memleketler arası is. Uluslararası.
memleketli is. 1. Aynı memleketten olan kimse, hemşehri: "Süleyman, çavuşun memleketlisi olduğundan bu gibi teklifsizliklere kendinde hak görürdü." -H. Taner. 2. Memleket halkı.
memleketsiz sf. Memleketi olmayan.
memleketsizlik, -ği is. Memleketsiz olma durumu.
memluk, -kü is. (memlûk) Ar. memlûk esk. Köle.
Memluk, -k'ü öz. is. (-îu:kü) Ar. memluk tar. Kölemenlerden olan kimse.
memnu is. (memnu:) Ar. memnu' esk. Men edilmiş, yasaklanmış, yasak, memnu olmak yasaklanmak: "İnsan ise memnu olan şeye düşkündür." -B. Felek.
→ memnu meyve, memnu mıntıka
memnuiyet is. (memnu:iyet) Ar. memnü'iyyet esk. Yasak olma, yasak edilme durumu.
memnu meyve is. 1. din b. Tanrı'nın yasaklamasına rağmen Âdem'in, Havva'nın elinden yediği meyve. 2. mec. Elde edilmesi yasaklanan şey.
memnu mıntıka is. esk. Girilmesi, film ve fotoğraf çekilmesi yasak olan yer, yasak bölge.
memnun sf. (memnu:n) Ar. memnun Herhangi bir olaydan veya durumdan ötürü sevinç duyan, kıvançlı, mutlu; "Halk, oyunun bittiğini anlayarak memnun, sessizce tiyatroyu boşalttılar." -M. Ş. Esendal. memnun etmek 1) bir kimseyi sevindirmek, ona kıvanç vermek: "Eski arkadaşı kaybetmemek hepsini memnun ediyor." -R. N. Güntekin. 2) yüklüce para veya bol bahşiş vermek: "Birader hafif bir yükümüz var, Aksaray'a götürürsen seni memnun ederiz." -H. R. Gürpınar. memnun olmak sevinmek, sevinç duymak, kıvanmak: "Hâlinden memnun olduğu yüzünden anlaşılıyor." -S. F. Abasıyanık.
memnunca zf. Memnun gibi, az çok memnun.
memnuniyet is. (memnuıniyet) Ar. memnüniyyet Memnun olma, sevinç duyma, sevinme: "Sonra memnuniyetimi celbetmek için olacak bir türkü çağırmaya başladı." -R. H. Karay.
memnuniyetle zf. Kıvanç duyarak, kıvançla.
memnuniyetsiz sf. Memnun olmayan.
memnuniyetsizlik, -ği is. Memnun olmama durumu.
memnunluk, -ğu is. Kıvanma, kıvanç: "Dudak uçlarında ancak sezilebilen bir memnunluk yanıp sönmüştü." -H. Taner.
memorandum is. (memora'ndum) Fr. memorandum Muhtıra, nota.
memul, -lü is. (me:mul) Ar. me 'mül esk. Umulan, düşünülen, memul etmek beklemek, ummak: "Bu hareketleri terbiyenizden hiç memul etmezdim." -H. R. Gürpınar. memul olmak umulmak, beklenilmek.
memur is. (-mu.ru) Ar. me'mür 1. Devlet hizmetinde aylıkla çalışan kimse, görevli: "Kasabaya gelen her yeni memur İlk olarak beni tanır." -T. Buğra. 2. sf. Yükümlü: "Sen de kaçmamasına dikkat edeceksin. Muhafazasına memursun." -R. H. Karay, memur etmek görevlendirmek.
→ evrak memuru, maiyet memuru, muhabere memuru, nikâh memuru, nokta memuru, orman koruma memuru, sağlık memuru, taharri memuru, tapu memuru, zaptiye memuru
memure is. (me:mu:re) Ar. me'müre Bayan memur: "Patronun, benim gibi bir memurenin nazım çekmeye ne mecburiyeti var? "-R.N. Güntekin.
memurin ç. is. (me:mu:ri:n) Ar. me'mürin esk. Memurlar.
memuriyet is. (me:mu:riyet) Ar. me 'müriyyet Memurluk: Eski memuriyetleri bulsam, ne yapacağımı bilirim." -F. R. Atay.
memurluk, -ğu is. (me:murluk) Memur olma durumu, memuriyet: "Bankacılıkmış, hariciye memurluğu İmiş, boş verirdi böyle ıvır zıvır mesleklere..." -H. Taner.
-men (I) bk. -man / -men (I).
-men (II) bk. -man / -men (II).
men is. Ar. men' Yasaklama, izin vermeme.
→ menedilmek, menetmek, menolmak, menolunmak
menafi ç. is. (mena.fi:) Ar. menâfi' esk. Yararlar, faydalar.
→ menafiiumumiye
menafiiumumiye is. (mena:fıiumu:miye) Ar. menâfi' + 'umümiyye huk. Kamu yararı.
menajer is. Fr. manager 1. Yönetici. 2. Bir sporcunun veya sanatçının mesleki işlerini yöneten kimse. 3. sp. Bir spor takımının teknik yöneticisi.
menajerlik, -ği is. 1. Menajer olma durumu. 2. Menajerin görevi.
menakıp, -bı ç. is. (mena:kıp) Ar. menakib esk. Menkıbeler.
→ menakıpname
menakıpname is. (mena:kıbname) Ar. menâkib + Far. nâme ed. Menkıbeleri konu edinen eserlerin ortak adı.
mendebur sf. Far. mendebur Sümsük, sünepe, pis, iğrenç: "Karşımıza kör, topal, sakat, mendebur bir mahluk da çıkabilir." -N. Araz.
mendeburluk, -ğu is. Mendebur olma durumu.
mendelevyum is. Fr. mendelevium kim. Atom numarası 101, kütle numarası 256 olan, izotopu 1957'de yapma olarak elde edilmiş olan element (simgesi Md).
menderes is. (me'nderes) Yun. coğ. Bir akarsu yatağının az eğimli koyak tabanlarında ve ova düzlüklerinde çizdiği S harfine benzeyen kıvrım.
mendil is. Ar. mendil 1. Burun ve ter silmekte, el ve yüz kurulamakta kullanılan küçük, kare biçiminde dokuma veya yumuşak, ince kâğıt: "Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol." -Y. K. Beyatlı. 2. İçine bazı şeyler konulan dokuma, yağlık: "Sabahleyin erkenden işine gider, akşamüstü elinde dolu mendiliyle evine dönerdi." -R. N. Güntekin. mendil atmak herhangi bir duyguyu, gizli bir mesajı haberleşilen insana çeşitli anlamlan olan renkli mendille bildirmek: "Pencereyi açıp gözünün önünde oyalı yeşil mendil mi atacağım Ferit'e?" -N. Cumalı. mendil kadar çok küçük (alan): "Mendil kadar olsun tarlamızı ayır/ Beni doyuracak ağacı göster." -B. R. Eyuboğlu. mendil sallamak birini uzaktan mendil sallayarak selamlamak veya uğurlamak: "Arabalar yaklaşıyor, mendil sallayalım mı?" -A. Gündüz.
→ ıslak mendil, kolonyalı mendil
mendilli sf. Mendili olan: "Mendilli eliyle karşıdan el kol işaretlerine başladı." -N. Cumalı.
mendilsiz sf. Mendili olmayan.
mendirek, -ği is. (me'ndirek) Yun. den. Kıyılarda dalgakıranla yapılmış liman: "Bir mendirek inşa edip denizle sahilin alakasını kestiler." -H. Taner.
menecer is. bk. menajer.
menedilme is. (me'nedilme) Menedilmek işi.
menedilmek (nsz) (me'nedilmek) Ar. men' + T. edilmek Yasak edilmek, yasaklanmak, önüne geçilmek.
menejer is. hlk. bk. menajer.
menekşe is. (mene'kşe) Far. benefşe bot. 1. Menekşegillerden, bir veya çok yıllık otsu bitki (Viola tricolor). 2. Bu bitkinin mor renkli, güzel kokulu çiçeği.
→ menekşe gözlü, menekşe gülü, menekşe rengi, alacamenekşe, hercai menekşe, mormenekşe, yabanî menekşe, Afrika menekşesi, Cezayir menekşesi, deniz menekşesi, Frenk menekşesi, saray menekşesi
menekşegiller ç. is. bot. Çiçekleri ayn taç yapraklı iki çenekti bitkiler familyası.
menekşe gözlü sf. Gözleri koyu lacivert renkte olan.
menekşe gülü is. bot. Tırmanıcı, küçük çiçekli bir gül (Rosa chinensis).
menekşe rengi is. 1. Menekşe çiçeğinin mor rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
menemen is. Yumurta, soğan, yeşilbiber ve domatesle yapılan bir yemek.
menengiç, -ci is. bk melengiç.
menenjit is. Fr. meningite tıp Ateş, şiddetli baş ağrısı, kusma, sayıklama vb. belirtilerle ortaya çıkan, beyin zarlarının iltihaplanmasıyla oluşan bir hastalık.
menent, -di is. Far. münend hlk. Benzer, eş: "Çubuğum yok yâr yoluna uzatam / Menendin yok seni kime benzetem." -H. Türküsü.
menetme is. Menetmek işi.
menetmek, -der (-i) (me'netmek) Ar. men' + T. etmek Yasak etmek, yasaklamak, engel olmak: "Bildiğim bir şey varsa o da patronun odanızdan dışarıya çıkmayı size menettiğidir." -S. F. Abasıyanık.
meneviş is. Far. meneviş 1. Hare. 2. bot. Terementi ağacının tohumu,
menevişleme is. Menevişlemek işi.
menevişlemek (-i) Bir yüzeyde renk dalgalanmaları oluşturmak.
menevişlenme is. Menevişlenmek işi.
menevişlenmek (nsz) Bir yüzeyde renk dalgalanmaları oluşmak, harelenmek.
menevişli sf. Menevişleri olan: "Üstü menevişli kristal bir nargilenin ucunda şıngır şıngır bilezikleriyle Kalyopi..." -A. İlhan.
menfa is. (menfa:) Ar. menfa esk. Bir kimsenin sürgüne gönderildiği yer, sürgün yeri: "Paris'teki menfa hayatında epeyce Frenk alışkanlığı edinmiş." -A. İlhan.
menfaat, -ti is. Ar. menfa'at Çıkar: "Gelip gidenlerden çok menfaat oluyor." -H. E. Adıvar. menfaat gütmek (veya gütmemek) çıkarını ön planda tutmak (veya tutmamak): "Hayatımda hiçbir zaman menfaat gütmedim, paragozlü olmadım." -S. M. Alus. menfaatine yararına,
→ menfaat düşkünü, amme menfaati
menfaatçi is. Çıkarcı.
menfaatçilik, -ği is. Çıkarcılık.
menfaat düşkünü is. Çıkarcı: "Şu milletini üstün görmeyen, şu menfaat düşkünü, şu bozguncu, millî şuura erememiş insanlardır."-O. S. Orhon.
menfaatperest is. Ar. menfa'at + Far. -perest esk. Çıkarcı.
menfaatperestlik, -ği is. Çıkarcılık.
menfaatperver is. Ar. menfa'at + Far. -perver esk. Çıkarcı: "Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, hesapçı bir zahit gibi büktü." -Ö. Seyfettin.
menfaattar is. Ar. menfa'at + Far. -dar esk. Menfaatçi: "Biz birbirimizi çekemeyiz. Ve menfaattar olmadıkça da hiçbir şeyi methetmeyiz. " -H. R. Gürpınar.
menfez is. Ar. menfez esk. Girecek veya geçecek yer, delik, açma: "Atılan gülle ve lağımlardan kale duvarlarında geniş menfezler açıldı." -O. S. Orhon.
menfî sf. (menfi:) Ar. menfi 1. Olumsuz, negatif: "Hayatım üzerine yaptığı bu menfi tesirden kurtulamayacak mıyım?" -A. Gündüz. 2. Her şeyi olumsuz ve kötü yanlarıyla ele alan: "Ortaya konanda kusur ararsanız, kusur bulursanız, o zaman menfi adamsınız, yıkıcı adamsınız." -N. Ataç. 3. dbl. Olumsuz. 4. mat. Negatif. 5. esk. Sürgün edilmiş.
menfilik, -ği is. dbl. esk. Olumsuzluk.
menfur sf. (menfuır) Ar. menfur Nefret edilen, iğrenç, tiksindirici.
mengene is. (me'ngene) Yun. tek. 1. Onarma, işleme, düzeltme vb. İşlemlerin uygulanacağı nesneyi sıkıştırıp İstenildiği gibi tutturmaya yarayan bir çeşit alet; "Yıldız, bileğimi bir mengene gibi sıktı." -A. Gündüz. 2. Yağını veya suyunu çıkarmak için ürünleri sıkmaya yarayan alet, pres: Zeytin mengenesi. Özüm mengenesi.
→ boru mengenesi, demirci mengenesi, kumaş mengenesi, marangoz mengenesi, tezgâh mengenesi
menhiyat is. (menhiya:t) Ar. menhiyyüt din b. esk. Din yasakları.
menhus sf. (menhu:s) Ar. menfyüs esk. Uğursuz: "Odanın içinde yine o menhus koku, o cehennem mazinin kokusu vardı." -A, Gündüz.
meni is. (meni:) Ar. meni fizy. Erkeklerin cinsel organından salgılanan madde, er suyu, döl suyu, bel, atmık, dikel, sperm, sperma.
menisk is. Fr. menisaue 1. fiz. Bir yüzü içbükey, öbür yüzü dışbükey olan mercek. 2. anat. Bazı eklemlerde kemik arasında bulunan kıkırdak bölüm.
menisküs is. Lat. meniscus tıp Diz eklemlerinde kemik arasındaki kıkırdak yapıda oluşan yaralanma, menüsküs.
menkıbe is. Ar. menkabe ed. 1. Din büyüklerinin veya tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamları ve olağanüstü davranışlarıyla İlgili hikâye. 2. Olağanüstü olaylarla ilgili anlatı: "Kemalettin Bey, bize sağda ve solda, alçak, yüksek nihayetsiz tepelerin harp menkıbelerini anlatıyordu." -H. E. Adıvar.
menkıbevi sf. (menkıbevi:) Ar. menkabevi Efsanevî.
menkul, -Iü sf. (menku.i) Ar. menkûl esk. 1. Bir yerden bir yere taşınabilen (mal). 2. Ağızdan ağıza geçerek gelmiş, söylenegelmiş: "Kerameti kendinden menkul şeyhler gibi bu armağanlar onların eksik olan kabiliyetlerinin bir çeşit icazeti oluyor." -H. Taner. 3. is. huk. Bir yerden bir yere taşınabilen mal, taşınır, taşınabilir.
→ menkul kıymetler
menkul kıymetler ç. is. ekon. Senet, bono, tahvil, hisse senedi vb. taşınır değerler.
menolunma is. Menolunmak işi.
menolunmak (nsz) (me'nolunmak) Ar. men' + T. olunmak Yasak olmak, yasaklanmak.
menopoz is. Fr. menopause tıp Kadınlarda gebe kalma ve doğurma yeteneğinin sona ermesi, yaş dönümü, menopoza girmek kadınlar için aybaşı hâlinin ve yumurtlamanın tamamen sona erdiği dönem başlamak.
mensubiyet is. (mensu:biyet) Ar. mensübiyyet esk. Bir yerle, bir kimse ile ilgili, ilişkili olma durumu, ilgililik: "Kendilerine mensubiyetimi duyup derhâl beni satın almasaydı. " -R. H. Karay.
mensucat ç. is. (mensu:ca:t) Ar. mensucat Dokuma, dokumalar, tekstil.
mensup, -bu sf (-su:bu) Ar. mensüb Bir yerle veya bir kimseyle bağlantısı olan, İlişkili, -den olan, -e bağlı (kimse): "Bu cemiyetin mevcudiyeti ve faaliyeti ordu mensuplarının asabiyetini tahrik ediyordu." -Atatürk. mensup olmak bir şey veya kimseyle bağıntısı olmak: "Bizde devlet ve devlete mensup olanlar imtiyazlıdır." -B. Felek.
→ basın mensubu
mensur is. Ar. menşur ed. esk. Düz yazı: "Manzum teliflerim ve mensur tercümelerimle Türk sahnesine ettiğim hizmetin hakikaten bir değeri var mı?" -H. F. Ozansoy.
→ mensur şiir
mensur şiir is. ed. Şiir yönü ağır basan düz yazı, şiirce.
menşe is. (menşe:) Ar. menşe' esk. Başlangıç, bir şeyin çıktığı yer, köken, kaynak, sebep: "Yeter ki marazın menşesi anlaşılmış olsun. " -A. Gündüz.
→ menşe şehadetnamesi
menşeli sf. Kökeni olan, kökenli.
menşe şehadetnamesi is. tic. esk. Köken belgesi.
Menşevik, -ği öz. is. Rus. Menşeviklik yanlısı olan kimse.
Menşeviklik, -ği öz. is. Rus sosyalizmi içinde Bolşevikliğe karşıt olarak gelişen akım.
menşur sf. (menşuır) Ar. menşur esk. 1. Yayılmış, dağıtılmış, neşredilmiş. 2. is. mat. Prizma. 3. is. tar. Padişah tarafından verilen vezirlik vb. bir unvanı gösteren bir ferman türü.
menteşe is. Far. bend-keşe Kapı, pencere, mobilya kapaklan vb. açılır kapanır şeylerde kullanılan, bir mille birbirine tutturulmuş, biri sabit, öbürü hareketli iki parçadan oluşmuş metal parça, reze.
→ boy menteşe, cermen menteşe, piyano menteşe, pomel menteşe, paravan menteşesi
mentol, -lü is. Fr. menthol 1. Nane kokusu. 2. kim. Nane esansından elde edilen, renksiz, keskin kokulu, bir tür alkol kristali.
mentollü sf. İçinde mentol bulunan: Mentollü kâğıt mendil.
menus sf. (me:nu:s) Ar. me'nüs esk. 1. Alışılmış olan. 2. Yabancılık çekmeyen, alışmış, alışık.
menü is. Fr. menu 1. Yenecek yemeklerin listesi. 2. Sofraya çıkarılacak yemeklerin hepsi. 3. bl. Komut veya seçenek listesi.
→ ana menü,Jiks menü
menüsküs is. Lat. meniscus onat. Menisküs.
menzil is. Ar. menzil esk. 1. Yolculukta dinlenmek amacıyla durulan yer, konak: "Tanrı yardımcı olsun gayri yolda kalana / Biz menzile vararak atları çektik hana." -F. N. Çamlıbel. 2. İki konak arasındaki uzaklık. 3. Bir günlük yol. 4. ask. Bir merminin ulaşabildiği uzaklık, erim: Top menzili. 5. ask. Ordunun cephe gerisi işlerinin bütünü: "Ne yedi ne içti, bir menzil subayının bütün gayreti ile çalıştı." -F. R. Atay. 6. tar. At değiştirmek veya konaklamak için kervanların ve posta tatarlarının İndikleri bina veya han. 7. tar. Ok atma yarışlarında erişilen mesafe: "Sonra yine menzil ölçülmüş, yeni bir rekor kırdığı anlaşılmıştır." -S. Birsel, menzil atmak tar. ok atış yarışmalarında rekor kırmak, menzil beygiri gibi koşmak durup dinlenmeden çalışmak, menzil dikmek tar. atılan ok ile kınlan rekorun yerini belirten taş dikmek.
menzilci is. tar. Uzak yerlere menzil beygirleriyle giden posta tatarı.
menzile is. Ar. menzile esk. Aşama, kerte, yükseklik derecesi.
mepsuten zf. (me'psu:ten) Ar. mebsüten esk. Yayılmış, açılmış bir biçimde.
mera is. (mera:) Ar. mer'â coğ. Otlak, çayırlık: "Yağmurun altında çobanıyla beraber meraya çıktı, birdenbire şaşırdı." -Ö. Seyfettin.
→ mera bitkileri, mutlak mera, besi merası, dağ merası
mera bitkileri ç. is. bot. Meralarda kendiliğinden yetişen veya yapay olarak yetiştirilen, yem değeri olan veya olmayan tüm bitki türleri.
merak is. (-ra:kı) Ar. merak 1. Bir şeyi anlamak veya öğrenmek için duyulan istek: "Ona bu merak nereden, nasıl, niçin, ne zaman illet olmuştur diye az kafa yormadım." -H. Taner. 2. Bir şeyi edinme, yapma, bir şeyle uğraşma isteği: "Öteden beri güzel giyinmeye, güzel konuşmaya merakım vardır." -R. N. Güntekin. 3. Düşkünlük, heves. 4. Kaygı, tasa. merak etme! kaygılanma! "Merak etme, tam namusluca ve gizlice bir iflas!" -A. Gündüz, (bir şeyi) merak etmek 1) anlamak veya öğrenmek istemek: "Bir gün, böyle dalgın oynarken, anası onun elini bağlı gördü, merak etti." -M. Ş. Esendal. 2) kaygılanmak: "Hele okuyanı, araştıranı, hatta sadece neler oluyor diye merak edeni hiç yoktu aralarında." -T. Buğra, merak getirmek kara sevdaya tutulmak, merak olmak anlamak veya öğrenmek isteği olmak: Bu iş bana merak oldu. (bir şeye) merak sarmak (veya duymak veya salmak) bir şeyi edinme, yapma veya onunla uğraşma İsteğine kapılmak, bir şeye eğilim duymak: "Bu adama, her gördüğüm vakit, merhamet ve korku ile karışık bir merak duyuyordum." -R. N. Güntekin. "Miralay beyimiz, emekli olduktan sonra komisyonculuğa kalkan veya cins tavuk yetiştirmeye merak salan soydan değildir." -H. Taner, meraka düşmek kaygılanmak: "Sevecek birini görse bile, acaba daha güzeli bulunmaz mı diye meraka düşer." -S. Birsel, merakına dokunmak (veya merakını mucip olmak ) ilgisini çekmek, merakından (veya meraktan) çatlamak 1) çok kaygılanmak; 2) bir şeyi öğrenmek İsteğini aşın ölçüde duymak: "Rica ederim söyleyiniz, merakımdan çatlayacağım. " -Y. K. Karaosmanoğlu. merakını uyandırmak merak etmesine sebep olmak, meraklanmak: "Kızın en çok merakım uyandıran şey, Hasan'ın yeni kıyafetiydi." -O. C. Kaygılı, merakta bırakmak kaygı içinde bırakmak, merakta kalmak kaygı içinde olmak.
→ kırkmerak
meraklandırma is. Meraklandırmak işi.
meraklandırmak (-i) Meraklanmasına yol açmak, kaygılandırmak, tasalandırmak.
meraklanış is. Meraklanma işi veya biçimi.
meraklanma is. Meraklanmak işi.
meraklanmak (-e) 1. Kaygılanmak, üzülmek, tasalanmak. 2. Bir şeyin sebebini anlamak için çaba harcamak.
meraklı sf. 1. Her şeyi anlamak ve bilmek isteyen, mütecessis: "Büyük kapının önünde binlerce meraklı birikmişti." -H. Taner. 2. Bir şeye çok düşkün olan, sürekli onunla uğraşan: "Sedef ve gümüş kakmalı bıçaklara, revolverlere meraklıydı." -Y. K. Beyatlı. 3. Titiz: "Rakım Bey yaşlı, ak saçlı, temizlik meraklısı, temizlik mütehassısı bir adamdı." -A. Ş. Hisar. 4. Kendisini ilgilendirmeyen bir konuda bilgi sahibi olmaya çalışan (kimse). 5. hlk. Kaygılı: O meraklı bir kadındır, patırtı çekemez.
meraklılık, -ğı is. Meraklı olma durumu.
meraksız sf. 1. Anlama, öğrenme isteğini duymayan. 2. Kaygısız, aldırışsız.
meraksızlık, -ğı is. Meraksız olma durumu.
meral, -li is. zool. Maral: "Hangi bağda bulsam ben o merali." -Bayburtlu Zihni.
meram is. (mera:m) Ar. meram İstek, amaç, gaye, maksat: "Benim meramım sana yalnız bir şey sormak." -Ö. Seyfettin, meram (veya meramını) anlatmak isteğini, derdini anlatmak: "Gözlerim siyasi ihtiraslar bürüyen kimselere meram anlatmak mümkün olmamıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. meram etmek üstüne düşmek, yapmak istemek: "İşte o, meram ettiği zaman etrafındakilere böyle tahakküm ederdi." -R. N. Güntekin.
merasim is. (mera:sim) Ar. merasim 1. Tören: "Herkes Taksim'e merasime gitmiş, kalabalık orada birikmiştir, diye avundu." -H. Taner. 2. mec. Resmî işlerde yol yöntem, yol yordam.
→ merasim salonu, bayrak merasimi, cenaze merasimi
merasimli sf Kurallara, törelere aşırı bağlı olan.
merasim salonu is. Tören salonu.
merasimsiz sf. 1. Törensiz. 2. mec. Resmî davranıştan uzak, yalın, sade.
merbut sf. (merbu:t) Ar. merbut 1. Bağlı, bağlanmış: "Kulaklarında yekdiğerine beyaz ibrişimle merbut pırlanta, ufak menekşe abdest küpeleri..." -H. R. Gürpınar. 2. İlişik, ilişkin, merbut olmak bağlı bulunmak.
merbutiyet is. (merbu:tiyet) Ar. merbütiyyet esk. Bağlılık: "Birkaç günlük yol arkadaşına, hatta alelade bir arkadaşa bu kadar merbutiyet göstermek tabii değildi." -R. N. Güntekin.
mercan is. Ar. mercan 1. zool. Tropik ve ılık denizlerde yaşayan, geniş resifler oluşturan, mercanlar sınıfının örneği olan, kırmızı kalker iskeletti hayvan (Corallium rubrum). 2. Bu hayvanın İskeletinden elde edilen ve süs eşyaları yapımında kullanılan madde: "Alafrangalık, parmaklarımızı narin bir mercan gibi ortaya çıkaran kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı." -Ö. Seyfettin. 3. sf. Bu maddeden yapılmış: "Mercandan bir kolye ile mercan küpeler takmıştı." -N. Cumalı. 4. zool. İzmaritgillerden, Atlantik Okyanusu, Akdeniz ve Karadeniz'de bulunan, açık kırmızı renkte, eti beğenilen bir balık, mercan balığı (Pagrus pagrus).
→ mercan adası, mercan ağacı, mercan balığı, mercaniğnesi, mercanköşk, mercan otu, mercan resifi, mercan teknesi, mercan terliği, mercan tespih, mercan yeşili, mercan yılanı, yabani mercanköşk
mercan adası is. den. Su yüzüne kadar çıkan mercan resiflerinden oluşmuş ada, atol.
mercan ağacı is. bot. Fasulyegillerden, sıcak ülkelerde yetişen, çiçekleri parlak kırmızı, tırmanıcı bir süs bitkisi (Erythrina).
mercan balığı is. zool. Mercan.
mercancı is. 1. Mercan avlayan kimse. 2. Mercan işleyen kimse.
mercaniğnesi is. Soldan sağa ve köşelerde birer düğüm oluşturarak yapılan zikzak işleme.
mercanköşk is. Far. merzengoş bot. Ballıbabagillerden, küçük yapraklı, güzel kokulu bir saksı bitkisi, şile, yayla kekiği, merzengûş (Origanum majorana).
mercanlar ç. is. zool. Örnek hayvanı mercan olan, sölenterlerden bir sınıf.
mercanlı sf. İçinde mercan bulunduran.
mercan otu is. bot. Karanfilgillerden, nemli yerlerde yetişen, yaprakları karşılıklı, çiçekleri beyaz, çok yıllık otsu bir bitki (Sagyna procumbens).
mercan resifi is. den. Yıllık ortalama deniz suyu sıcaklığı 20 °C'nin üzerinde bulunan bölgelerde, kıtasal kenardaki adaların sığ sahillerinde, kalkerli bitkisel ve hayvansal organizmaların yığılımı.
mercan teknesi is. den. Mercan avlamak için yapılan özel bir tür tekne.
mercan terliği is. Ayak topuğunu kavrayan, arka bölümü olmayan, Ökçesiz, genellikle kırmızı deriden terlik.
mercan tespih is. Mercandan yapılan, değerli tespih.
mercan yeşili is. 1. Mercan renginde olan yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan.
mercan yılanı is. zool. Kırmızı olan vücudunda halka biçiminde siyah lekeler bulunan bir Amerika yılanı (Elaps corallinus).
mercek, -ği is. fiz. İçinden geçen paralel ışınları düzenli bir biçimde birbirine yaklaştıran veya birbirinden uzaklaştıran, camdan veya ışık kırıcı herhangi bir maddeden yapılmış, genellikle küresel yüzeylerle sınırlanmış saydam cisim, adese, lens.
→ ıraksak mercek, yakınsak mercek, göz merceği
mercekli sf. Merceği olan: "İrfan'ın kalın mercekli bağa gözlüğü gözündeydi." -A. İlhan.
merceksi sf. Merceği andıran, merceğe benzeyen, mercek gibi.
merci is. (merci:) Ar. merci' Başvurulacak yer veya makam: "O devirlerde devletin yüksek kademeli mercilerine 'kapu' denirdi." -S. Ayverdi.
→ adli merci, yetkili merci
mercimek, -ği is. Far. merdumek bot. 1. Baklagillerden, beyaz çiçekli bir tarım bitkisi (Lens culinaris). 2. Bu bitkinin, besin değeri yüksek, ufak, kırmızı, sarı veya yeşil, yuvarlak ve yassıca tohumu, yasmık, mercimek kadar çok küçük ve yuvarlak, mercimeği fırına vermek ikz. kadınla erkek gizlice aşk ilişkisi kurmak.
→ mercimek çorbası, mercimek kemiği, mercimek köftesi, mercimek pilavı, su mercimeği
mercimek çorbası is. Ana malzemesi kırmızı, yeşil ve sarı mercimekten oluşan, soğan, un, tereyağı, et suyu, tuz, kırmızı veya karabiber ile hazırlanan çorba.
mercimek kemiği is. anaî. Orta kulakta örs ve üzengi kemiği arasında bulunan küçük kemik.
mercimek köftesi is. Kırmızı mercimeğin hafifçe pişirilmesinden sonra soğan, maydanoz, taze nane ve yeşil soğan karışımına katılıp iyice yoğrulması sonunda hazırlanan bir yemek türü.
mercimek pilavı is. Yeşil mercimek, kıyma, ince bulgur ve tereyağıyla yapılan bir tür pilav.
mercimeksi sf. Mercimeği andıran, mercimeğe benzeyen, mercimek gibi.
merdane (I) sf (me'rda.ne) Far. merd-âne esk. 1. Erkeğe yakışan: "Mesirelere gittiği günlerde, merdane laubaliliğiyle yiyecek ve içeceğe müteallik hazırlıkların başına geçerdi. " -Y. K. Beyatlı. 2. zf Mertçe.
merdane (II) is. Ar. merdâne 1. Türlü işlerde kullanılan, silindir biçiminde araç. 2. Kalın oklava.
merdaneleme is. Merdanelemek işi.
merdanelemek (-i) Bir şeyin üzerinden merdane geçirmek.
merdikıpti is. Far. merd+ Ar. kibti Çingene: "Şecaat arz ederken merdikıpti sirkatin söyler." -Koca Ragıp Paşa.
merdiven is. Far. nerduban Bir yere çıkmaya veya bir yerden inmeye yarayan basamaklar dizisi: "Bu merdivenleri yapıldığı günden beri bu kadar telaşla çıkmamışımdır." -Y. Z. Ortaç, merdiven dayamak ileri bir yaş basmak veya yaklaşmak: "Elliye merdiven dayadık, ötesine de geçtik." -N. Araz.
→ merdiven altı, merdiven boşluğu, merdivenevi, merdiven korkuluğu, merdivenkovası, merdiven sahanlığı, asma merdiven, ip merdiven, kırkmerdiven, yürüyen merdiven, aşkmerdiveni, mutfak merdiveni, servis merdiveni, yangın merdiveni, yer altı merdiveni
merdiven altı is. Katlar arasındaki merdivenlerin altında kalan boşluk.
merdiven boşluğu is. Çok katlı evlerde bulunan merdivenlerin çevresindeki boşluk.
merdivenci is. Yapılardaki beton merdivenleri döken kimse.
merdivenevi is. Binalarda merdivenden yapılan duvarlarla çevrili kısım.
merdiven korkuluğu is. Merdivenlerin boşluk tarafındaki demir veya ahşap parmaklık, tırabzan: "Merdiven korkuluğu demek olan tırabzanın başındaki direk başlığa tırabzan babası denir." -B. Felek.
merdivenkovası is. mim. Dönerek çıkılan merdivenlerde yukarıdan aşağıya bakıldığında ortada görülen boşluk.
merdivenli sf. Merdiveni olan: "Köşebaşını dönünce karşımıza merdivenli bir setin üstünde kubbeli bir bina çıktı." -R. N. Güntekin.
merdiven sahanlığı is. Merdiven boşluğu veya başı.
merdivensi sf. Merdiveni andıran, merdivene benzeyen, merdiven gibi.
merdümgiriz sf. Far. merdum-giriz esk. İnsanlara karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan (kimse), mizantrop.
merek, -ği is. hîk. Samanlık, odunluk, hayvan yemi deposu veya ahır.
meres is. hlk. Köpekte yaş.
meret, -di is. Ar. mârid 1. Sıkıntı veren, hoşlanılmayan şeyler veya kimseler için kullanılan sövgü sözü: "... istediği kahveyi zamanında getirmedi diye kızıp -Ulan ne fasarya oğlan şu Kâzım be, meredin çaylak çaylak bakınmaktan başka işe yaradığı yok dîye bağırmış." -H. Taner. 2. sf. hlk. Uğursuz.
mergup, -bu sf. Ar. merğüb esk. Sevilip aranan, istenilen, beğenilen: "Böyle altı erkekli, iki kadınlı bir mecliste, kadınların en güzeli pek nadir ve merguptur." -P. Safa.
merhaba is. (me'rhaba:) Ar. merhaba 1. Selam: "Sıkı fıkı dostluklarım değil, şöyle uzaktan bile merhabalarını istemiyorum." -M. Yesari. 2. ünl. "Geniş ve mamur yere geldiniz, rahat ediniz, günaydın, hoş geldiniz" anlamlarında bir esenleşme veya selamlaşma sözü: Merhaba, arkadaş! Hoş geldiniz, merhaba etmek hâl hatır sormak, görüşüp konuşmak: "Bir oturun bakalım, bir merhaba edelim!" -M. Ş. Esendal. (biriyle) merhabası olmak esenleşecek kadar tanışıklığı, yakınlığı olmak, (biriyle) merhabayı kesmek biriyle İlgisini kesmek.
merhabalaşma is. Merhabalaşmak işi.
merhabalaşmak (nsz, -le) Birini merhaba sözüyle esenlemek.
merhale is. Ar. merhale 1. Derece, basamak, aşama, evre: "Bu yolun üstünde Edirne bir konak, hürriyet bir merhaledir." -F. R. Atay. 2. esk. Varılması istenen noktaya kadar aşılması gereken yerlerin her biri, konak, menzil. 3. esk. Bir yolcunun sekiz saatte gidebileceği mesafe.
merhamet is. Ar. merhamet Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma. merhamet duymak acıma veya şefkat duygusu uyanmak veya kabarmak: "Ömrümde hiç kimseye bu kadar saf ve derin merhamet duymamıştım." -P. Safa. merhamet etmek acımak, merhamete gelmek acıma duygusuna kapılmak.
merhameten zf. Ar. merhameten esk. Acıyarak, merhamet ederek.
merhametli sf. Acıması olan, merhamet eden.
merhametsiz sf. Acıması olmayan, acımasız, katı yürekli, kalpsiz: "Babam, kararını merhametsiz bir kalple icra etti." -Y. K. Beyatlı. merhametsiz olmak merhamet etmemek: "Kadınlar ve çocuklar, hep bu sesin arkasından koşuyorlar, belki eğleniyorlar, belki merhametsiz oluyorlar." -H. E. Adıvar.
merhametsizce zf. (merhametsi'zce) Merhamet etmeksizin, merhametsiz bir biçimde, acımadan: "Bunun dışına çıkacak olanları merhametsizce cezalandıracağını bildirdi." -H. Taner.
merhametsizlik, -ği is. Acımasız olma durumu, acımasızlık, kalpsizlik.
merhem is. Ar. merhem 1. Deriye sürülerek kullanılan, içinde birçok etkili madde bulunan, yumuşak ve koyu kıvamda, yağlı veya yağsız ilaç: "O eller seni kurtarmak içindi, o eller yarana merhem sürmek içindi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Çare: "Her merhemi heryareye merhem mi sanırsın?" -Z. Paşa. merhem olmak bir derde çare olmak.
→ çoban merhemi, uyuz merhemi
merhemleme îs. Merhemlemek işi.
merhemlemek (-i) Merhem sürmek.
merhum is. (-hu:mu) Ar. merhum Ölmüş Müslüman erkek, rahmetli, merhum olmak ölmek.
merhume is. (merhuıme) Ar. merhume Ölmüş Müslüman kadın, rahmetli: "Merhumenin vasiyeti varmış, Karacaahmet'e defnolunacak."-M. Ş. Esendal.
meri sf. (meri:) Ar. mer'ı huk. Yürürlükte olan, geçerli: "Fethi Bey hükümeti, meri olan bu maddeyi tatbik ettiği için kürsüden izahat vermek ıztırarında kalıyor." -Y. K. Beyatlı.
meridyen is. Fr. meridien astr. Boylam: Ekvator dairesi, birer derece aralıkla 360 eşit parçaya bölündükten sonra her dereceden bir meridyen yayı geçirilir.
→ meridyen dairesi, meridyen düzlemi, başlama meridyeni
meridyen dairesi is. astr. Meridyen düzleminin gök küresiyle ara kesiti.
meridyen düzlemi is. astr. İki kutup arasındaki doğru ile o yerin çekül doğrultusunun belirttiği düzlem, nısfınnehar.
Merih öz. is. Ar. mirrih astr. Güneşe olan uzaklığı, yerin güneşe olan uzaklığından daha çok olan dış gezegenlerin ilki, Mars.
merinos is. (meri'nos) Fr. merinos zool. 1. Uzun, çok ince, beyaz ve bol tüylü yapağısından dokumacılıkta yararlanılan bir koyun cinsi, merinos koyunu (Ovis dries hispanica). 2. Bu koyundan elde edilen yün. 3. sf. Bu yünden yapılmış olan. merinos koyunu
merinos koyunu is. Merinos.
meristem is. Fr. meristeme Sürgen doku.
meriyet is. Ar. mer'iyyet esk. Yürürlük.
merkantilist is. Fr. mercantiliste sos. Merkantilizm yanlısı olan kimse.
merkantilizm is. Fr. mercantilisme sos. Ülkenin refahını sahip olduğu altın, gümüş vb. değerli madenlere bağlayan, ülkedeki değerli maden yataklarının işletilmesine önem veren ve ihracatı artırıp ithalatı azaltmaya çalışan iktisat öğretisi.
merkat, -di is. Ar. merkad esk. Mezar, kabir: "Bir evliya merkadi veya bir mukaddes emanet önünde dua edecekti." -R. H. Karay.
merkep, -bi is. An merkeb zool. Eşek.
merkepçi is. Eşekçi.
merkez is. Ar. merkez 1. Bir ülkenin, bölgenin veya kuruluşun yönetim yeri: Ankara Türkiye'nin merkezidir. 2. Bir işin öğretildiği yer: Er eğitim merkezi. 3. Bir işin yoğun olarak yapıldığı yer: "İki harp esnasında, burası kolay kazançların, vurgunculuğun en işlek merkezlerinden biriydi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Belirli bir yerin ortası: Şehir merkezi. 5. Polis karakolu: "Sizi merkezimize gönderip tevkif ettireceğim." -A. Gündüz. 6. mec. Biçim, durum, yol. 7. mat. Bir kapalı eğrinin veya bazı çokgenlerde köşegenlerin kesişme noktası. 8. mat. Bir dairenin veya bir küre yüzeyinin her noktasından aynı uzaklıkta bulunan iç nokta, özek: Daire merkezi. Küre merkezi.
→ merkez açı, merkezkaç, merkez parti, iç merkez, bu merkezde, ağırlık merkezi, deprem merkezi, haber merkezi, hükümet merkezi, iletişim merkezi, iş merkezi, kâr merkezi, konuşma merkezi, kültür merkezi, moral eğitim merkezi, ordu merkezi, sağlık merkezi, satış merkezi, tam bakım merkezi, ticaret merkezi, yerleşim merkezi, dış merkezli, eş merkezli, gün merkezli, yer merkezli
merkez açı is. mat. Köşesi çemberin merkezinde bulunan açı.
merkezce zf. (merkezce) Merkeze göre, merkez bakımından.
merkezci is. Merkeziyetçi.
→ benmerkezci
merkezcil sf.fiz. Merkeze doğru yaklaşan.
merkezcilik, -ği is. Merkeziyetçilik.
→ benmerkezcilik, yer merkezcilik
merkezî sf. (merkezi:) Ar. merkezi Merkezde olan, merkezi oluşturan: "Dur bakalım; biraz daha merkezî mahallelere yaklaşalım, diyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ merkezî ısıtma, merkezî idare, merkezî ülke, merkezî yıkama, merkezî yönetim
merkezî ısıtma is. Merkeze bağlı ortak ısıtma sistemi.
merkezî idare is. Merkezî yönetim.
merkezîleşme is. Merkezîleşmek işi.
merkezîleşmek (nsz) Merkez durumuna gelmek.
merkezîleştirme is. Merkezîleştirmek işi.
merkezîleştirmek (-i) Otoriteyi ve işi bir merkezde toplamak.
merkezî ülke is. Yönetme, denetleme ve konumu bakımından merkezde bulunan ülke.
merkeziyet is. Ar. merkeziyyet Merkeziyetçilik: "En sıkı ve katı bir merkeziyet sistemi, diğer faaliyet merkezlerini bloke edebilir." -B. Felek.
→ ademimerkeziyet
merkeziyetçi is. Merkeziyetçilik yanlısı olan (kimse) veya merkeziyetçiliğe uygun (iş, 'yönetim), merkezci.
→ ademimerkeziyetçi
merkeziyetçilik, -ği is. 1. Otoritenin ve işin tek bir merkezde toplanmasını amaçlayan görüş, merkeziyet, merkezcilik. 2. Bu görüşe dayanan yönetim biçimi.
→ ademimerkeziyetçilik
merkezî yıkama is. Merkeze bağlı veya bir merkezden yönetilen temizlik sistemi.
merkezî yönetim is. Yönetme, denetleme ve işletme bakımından yetkinin bir yerde toplandığı yönetim tarzı, merkezî idare.
merkezkaç sf. fiz. Merkezden uzaklaşan, santrifüj.
→ merkezkaç kuvvet
merkezkaç kuvvet ıs. fiz, Bir merkez çevresinde dönen bir cismi merkezden uzaklaştıran kuvvet: Hızla çevirdiğimiz bir sapanda elimizi çeken güç merkezkaç bir kuvvettir.
merkezkaç kuvveti is. bk. merkezkaç kuvvet.
merkezkaçlama is. kim. Bir karışımın bileşenlerini merkezkaç kuvvetle ayırma işlemi.
merkezleme is. Merkezlemek işi veya durumu.
merkezlemek (-i) Merkez durumuna getirmek.
merkezlenme is. Merkezlenmek işi.
merkezlenmek (nsz) 1. Aynı merkezde toplanmak, temerküz etmek. 2. Merkezî bir yönetime bağlanmak.
merkezleşme is. Merkezleşmek işi veya durumu.
merkezleşmek (nsz) Merkez durumuna gelmek.
merkezleştirme is. Merkezleştirmek işi.
merkezleştirmek (-i) Merkez durumuna getirmek.
merkez parti is. Görüş açısından uç noktalarda olmayan siyasi kuruluş.
merkum sf. (merkuım) Ar. merkum esk. 1. Yazılmış. 2. Adı geçen, az önce anılan (kimse).
merkûp, -bu sf. Ar. merküb esk. Üzerine binilmiş olan.
Merkür Öz. is. Fr. mercure astr. Güneş sisteminin güneşe en yakın olan gezegeni, Utarit.
merlanos is. zool. Bir tür mezgit balığı (Merlangus communis).
mermer (I) is. Ar. mermer jeol, 1. Bileşiminde % 75'ten çok kalsiyum karbonat bulunan, genellikle beyaz, renkli ve damarlısı da olan, cilalanabilen, billurlaşmış kireç taşı: "Mermerler sanki binlerce yılın gurup ve şafaklarının pembesini eme eme utanan gelin yanağı gibi kızarmışlardır." -Halikarnas Balıkçısı. 2. sf. Bu taştan yapılmış: "Başhemşire, hastanenin mermer salonunda karşıladı doktoru." -N. Cumalı. mermer gibi beyaz, parlak, sert, sağlam ve pürüzsüz.
→ mermer kireci, su mermeri
mermer (II) Ar. mermer Beyaz ve ince bir tür bez.
→ mermerşahi
mermerci is. Mermer çıkaran, işleyen, satan, mermer vb. taşlardan yapılarda ıslak zemin işleri, mutfak döşemesi, eviye veya mezar taşları yapan kimse.
mermercilik, -ği is. 1. Cilalı yüzeyler elde etmek için sert taşlan işleme sanayisi. 2. Mermer işleme sanatı.
mermerimsi sf Mermersi.
mermer kireci is. Mermerden yapılmış kireç.
mermerleşme is. jeol. Genellikle başkalaşma etkisiyle, kireç taşlarının yeniden billurlaşma sonucu mermere dönüşmesi.
mermerleşmek (nsz) Mermer durumuna dönüşmek.
mermerleştirme is. Mermerleştirmek işi.
mermerleştirmek (-i) Mermer durumuna getirmek.
mermerli sf. Mermeri olan: "Şair Yusuf Ali'ye ait olması en şüpheli görünen masa, kırık mermerli, yuvarlak bir kahve masasıydı." -R. N. Güntekin.
mermerlik, -ği is. Mermerle döşeli yer.
mermersi sf. Mermeri andıran, mermere benzeyen, mermer gibi, mermerimsi.
mermerşahi is. (mermerşa:hi) Ar. mermer + Far. şâh + Ar. -i Tülbent İle patiska arasında ince bir tür pamuklu kumaş: "Apış arasına fazla tülbent ve mermerşahi tıkarak bebeği çarpık ve ayrık bacaklı, tenasüpsüz olmaktan korur." -R. H. Karay.
mermi is. Ar. mermi Ateşli silahların attığı patlayıcı ve delici madde, kurşun: Piyade mermisi. Topçu mermisi.
→ mermi çekirdeği, yorgun mermi, top mermisi
mermi çekirdeği is. Merminin kovan kısmının üstünde bulunan, tüfek, top veya tabancadan fırlatılan bölümü.
merserize is. Fr. mercerise 1. Kimyasal bir yöntemle parlaklık verilmiş pamuk ipliği. 2. sf. Bu iplikle yapılmış olan: Merserize fanila.
mersi ünl. Fr. merci "Teşekkür ederim" anlamında kullanılan bir söz.
mersin is. Yun. bot. Mersingillerden, Güney ve Batı Anadolu dağlarında yetişen, yaprakları yaz kış yeşil kalan, gıda ve parfüm sanayisinde ham madde olarak kullanılan, meyvesi murt adıyla bilinen, esansı çıkarılan, beyaz çiçekli, güzel kokulu bir ağaç, mersin ağacı, sazak (Myrtus communis).
→ mersin ağacı, mersin balığı, mersin morinası, yaban mersini
mersin ağacı is. bot. Mersin.
mersin balığı is. zool. Mersin balığıgillerden, ılık denizlerde, göllerde yaşayan, tatlı sularda yumurtlayan, yumurtalarından havyar yapılan bir balık, kolan balığı (Acipenser sturio).
mersin balığıgiller ç. is. zool. Örneği mersin balığı olan, vücutları parlak pullarla veya kemik düğmeciklerle Örtülü, çoğu yumurtlama zamanında ırmak ağızlarına gelen iğ biçiminde uzun balıklar familyası.
mersin balıkları ç. is. zool. Mersin balığıgiller familyasını içine alan balıklar takımı.
mersingiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, mersin, karanfil, okaliptüs gibi yaprakları almaşık, çiçekleri genellikle talkım durumunda bulunan güzel kokulu bitkileri içine alan bir familya.
mersin morinası is. zool. Mersin balığıgillerden, Karadeniz, Hazar Denizi ve bu denizlere dökülen ırmaklarda yaşayan, yumurtasından havyar yapılan bir balık (Huso huso).
mersiye is. Ar. mersiye ed. Ağıt.
mersiyehan is. (mersiyeham) Ar. mersiye + Far. -h"ân esk. Ağıt okuyan, ağıtçı.
mert, -di sf. Far. merd 1. Yiğit: "Merttir, yiğittir, yüreği de, bileği de pektir." -T. Buğra. 2. Sözünün eri, güvenilir (kimse).
→ civanmert
mertçe zf (me'rtçe) Erkeğe yakışır biçimde, yiğitçe, merdane (I).
mertebe is. Ar. mertebe 1. Aşama, derece, rütbe: "Bu sanatkârı bir yarım ilah mertebesine yükselten ne kuvvet ne de hususiyettir. " -A. Ş. Hisar. 2. Evre, safha.
→ mümkün mertebe
mertek, -ği is. Erm. Yapıda kullanılan dört köşe veya yuvarlak, kalınca ağaç.
mertlik, -ği is. Yiğitlik, erkeklik: "Umudu olmadığı için, mertlik bende kalsın diye öyle görünürdü." -H. Taner.
→ civanmertlik
meryemana asması is. bot. Akasma.
meryemana dikeni is. bot. Deve dikeni.
meryemanaeldiveni is. bot. Çan çiçeğinin bir türü.
meryemanakandili is. Zayıf yanan ışık.
meryemanakuşağı is. hlk. Gökkuşağı.
meryem pelesengi is. bot. Kabuklarından aynı adla anılan bir reçine çıkarılan ve Antil adalarında yetişen bir ağaç (Calophyilum calaba).
merzengûş is. Far. merzengoş bot. esk. Mercanköşk: "Havada kekik ve merzengûş kokuyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
mesabe is. (mesaıbe) Ar. mesabe esk. Derece, değer, rütbe, mesabesinde yerinde, değerinde, hükmünde: "Bu davetler, âdeta, diplomasi tarikatının ayinleri mesabesindedir." -Y. K. Karaosmanoğlu.
mesafe is. (mesa:fe) Ar. mesafe 1. Ara, aralık, uzaklık: "Beş kilometrelik mesafede yine konuşmadık." -R. H. Karay. 2. mec. İlişkilerde çok içten olmama durumu, resmiyet. mesafe bırakmak (veya koymak) ilişkilerde samimi olmamak.
→ kısa mesafe, baraj mesafesi, fren mesafesi
mesafeli sf. 1. Arası olan, uzaklığı bulunan. 2. mec. İlişkilerde İçtenliğe yer vermeyen: "Mesafeli ve Ölçülü, tam bir İstanbul efendisi konuşması vardı." -H. Taner. 3. zf. mec. İlişkilerde içtenliğe yer vermeyen bir biçimde: "Benimle ne kadar mesafeli konuşuyorsun, âdeta resmî." -A. İlhan.
mesafelik, -ği is. Aralık.
mesaha is. (mesa:ha) Ar. misüha esk. 1. Yeri ölçme. 2. Yüz ölçümü.
mesai ç. is. (mesa:i:) Ar. mesâ'ı Çalışma, emek. mesai yapmak (veya mesaiye kalmak) bir iş yerinde, yasal günlük iş süresi dışında ek bir ücretle fazla çalışmak.
→ mesai saati, tam mesai, teşrikimesai, yarım mesai
mesail ç. is. Ar. mesâ'il esk. Sorunlar: "... ve şair mesaîl hakkında da noktainazarlarımız bildirildi." -Atatürk.
mesai saati is. Çalışma saatleri, iş zamanı.
mesaj is. Fr. message 1. Bir devlet büyüğünün, bir sorumlunun belirli bir olay veya durum dolayısıyla ilgililere gönderdiği bildiri. 2. mec. Yazı veya sözle verilen, gönderilen bilgi, bildirme yazısı, ileti: "Kendisi ile bir mesaj yollamak istiyorum." -F. R. Atay. 3. mec. Yazı veya sözle anlatılması amaçlanan duygu, düşünce, mesaj bırakmak yazı veya sözle bilgi vermek: "Giderken ona bir mesaj bırakmamış, haber de vermemiş." -A. Ş. Hisar.
→ tebrik mesajı
mesamat ç. is. (mesa:ma:t) Ar. mesammât; mesâmme' nin çokluk biçimi, esk. Gözenekler.
mesame is. (mesaime) Ar. mesâmme onat. esk. Gözenek.
mesane is. (mesame) Ar. mesane anat. esk. İdrar torbası.
mescit, -di is. Ar. mescid din b. Genellikle minaresiz, küçük cami: "Hac parasıyla mescidin tamir olunmasını vasiyet etmek istiyordu." -Ö. Seyfettin.
mesel is. Ar. mesel esk. 1. Örnek alınacak söz: "Büyük annemin sık sık kullandığı bir mesel belleğimde beliriyor." -H. Taner. 2. Atasözü. 3. Eğitici hikâye veya masal, mesel olmak söz, cümle, dize vb. atasözü durumuna gelmek.
→ darbımesel, iradımesel
mesela e. (me'selâ:) Ar. meselâ Söz gelişi: Bir hayvan, mesela bir kedi...
mesele is. Ar. mes'ele 1. Sorun: "Nevin meseleyi derhâl anlayarak kapıya geldi, arabacıya seslendi." -P. Safa. 2. Güç iş: "Bunların Fransızcasım sökmek bir mesele, manalarını sökmek ikinci bir meseledir." -R. N. Güntekin. 3. mat. esk. Problem, mesele çıkarmak sorun çıkarmak, mesele etmek dert etmek, mesele olmak dert olmak, (bir şeyi) mesele yapmak önemsiz bir şeyi önemli bir sorun durumuna getirmek, mesele yok! herhangi bir güçlük yok!
→ boğaz meselesi, gönül meselesi, hayat memat meselesi, ölüm kalım meselesi
meşen is. Fr. mecene Sanat ve bilim adamlarım koruyan kimse: "Anacığı Sait Faik'in tek meşeni, en anlayışlı dostu, sır yoldaşı oldu dünyada." -H. Taner.
meserret is. Ar. meserret esk. Sevinç: "Arabacı birdenbire meserretle bağırdı." -R. N. Güntekin.
mesh is. Ar. mesh esk. 1. Bir şeyi elle sıvazlama. 2. din b. Abdest alırken ıslak eli başa ve meste sürme, mesh etmek abdest alırken ıslak eli başa ve meste sürmek: "Kavuklarını kaldırıp usturayla tıraş edilmiş başlarım mesh ederlerdi." -R. E. Onaydın.
Mesih öz. is. Ar. mesih din b. Hz. İsa'ya verilen adlardan biri.
mesire is. (mesv.re) Ar. mesire esk. Gezinti yeri, gezilecek yer.
mesirelik, -ği is. Gezmeye elverişli yer, mesire yeri.
mesken is. Ar. mesken Konut, ikametgâh: "Bu acayip meskeninde yaz kış kalın kepeneğe sarılmış otururdu." -M. Ş. Esendal. mesken tutmak yerleşmek: "Yârim İstanbul'u mesken mi tuttun / Gördün güzelleri beni unuttun. " -Halk türküsü.
meskenet is. Ar. meskenet esk. 1. Miskinlik, beceriksizlik. 2. Yoksulluk, fakirlik.
Mesket Türkleri ç. öz. is. Ahıska Türkleri.
meskukât ç. is. (meskû:kâ:t) Ar. meskukât esk. Sikkeler, metal paralar.
meskûn sf. (meskû'.n) Ar. meskûn 1. İnsan oturan, şeneltilmiş (yer): "Kürekleri var gücüyle çekerek meskûn adanın kömür iskelesine yanaştı." -S. F. Abasıyanık. 2. Yurt edinilmiş (yer), meskûn kılmak bir yeri şeneltmek.
→ meskûn mahal
meskûn mahal, -İli is. Yerleşim merkezi.
meskût sf. (meskû:t) Ar. mesküt esk. Söylenmemiş. meskût geçmek söylemeden geçmek. meskût kalmak konuşulmamak.
meslek, -ği is. Ar. meslek 1. Bir kimsenin geçimini sağlamak için yaptığı sürekli iş: "Mesleği ile ilgili olanlar bir yana bırakılırsa çok az kitabı vardı." -T. Buğra. 2. Uğraş. 3. fel. Birbirine bağlı bilimsel veya felsefi düşünceler birliği. 4. fel. Bir fikir çevresinde toplanmış çeşitli bilgiler, dizge, sistem. 5. esk. Çığır, okul, ekol: Edebî meslekler. meslek icabı mesleğinin gereği olarak: "Bir yandan meslek icabı, bir yandan da herkesçe sevilip sayılan babayani bir adam olarak kadın, erkek farkı gözetmem." -R. N. Güntekin. meslek seçmek geçimini sağlamak için yeteneklerine ve İsteğine göre bir işi sürekli yapmak, mesleğinin eri olmak işinin uzmanı veya ustası olmak: "Mesleğimin eri olduğumu takdir edersiniz." -R. N. Güntekin.
→ meslek içi eğitim, serbest meslek
mesleki sf. (mesleki;) Ar. mesleki Mesleğe ilişkin, meslekle ilgili olan.
meslek içi eğitim is. Görevliye mesleğiyle İlgili olarak verilen kurs: "Hâkim ve Savcıların ... meslek içi eğitimleri... kanunla düzenlenir. " -Anayasa.
mesleksel sf. Mesleki.
mesleksiz sf. Mesleği olmayan, işsiz güçsüz (kimse).
mesleksizlik, -ği is. Mesleksiz olma durumu.
meslektaş is. Aynı meslekten olan kimse: "Avrupa'daki yeni tıp hareketlerini, bazı meslektaşlar gibi büsbütün İhmal etmiş değilimdir. " -R. N. Güntekin.
meslektaşlık, -ğı is. Meslektaş olma durumu.
mesmu sf. (mesmu:) Ar. mesmü' esk. İşitilmiş, duyulmuş olan.
mesnet, -di is. Ar. mesned 1. Dayanak. 2. esk. Mevki, makam.
mesnetli sf. Dayanağı olan.
mesnetsiz sf. Dayanağı olmayan: Mesnetsiz iddialarla bir sonuç alınmaz, mesnetsiz atmak dayanağı olmadan konuşmak.
mesnevi is. (mesnevi;) Ar. mesnevi ed. 1. Her beyti ayrı uyaklı bir divan edebiyatı nazım biçimi. 2. Bu türdeki eserlerin genel adı.
mesrur sf. (mesru:r) Ar. mesrur esk. Sevinmiş, sevinçli.
mest (I) sf. Far. mest Sarhoş, mest etmek kendinden geçirmek: "Kendisini mest eden, krallaştıran kuvvet, artık kendi başını yiyecek kadar büyümüştü." -T. Buğra, mest olmak kendinden geçmek, sarhoş olmak.
→ sermest
mest (II) is. Ar. mesh Üzerine mesh edilebilen, kısa konçlu, hafif ve yumuşak bir tür ayakkabı.
mestane zf (mesta:ne) Far. mest-âne esk Sarhoş gibi, kendinden geçmişçesine: "Bir de yağmur sesi var ki, Sabahattin ona da âşıkane, mestane kulak kabartır." S. Birsel.
→ sermestane
mestçi is. Mest yapan veya satan kimse.
mestçilik, -ği is. Mest yapma veya satma işi.
mestur sf. (mestuır) Ar. mestur esk. Örtülü, kapalı, gizli.
mesture sf. (mestu.re) Ar. mesture esk. Örtülü, kapalı, gizli.
→ tahsisatımesture
mesudane zf. (me'su:da:ne) Ar. mes'üd + Far. -âne esk Mesutça: "Mesudane bir hayat geçireceğimizi, annemin bizi yakında cennette beklediğini söylüyorlardı." -Y. K. Beyatlı.
mesul, -lü sf. Ar. mes 'ül esk. Sorumlu, mesul olmak sorumlu olmak, mesul tutmak sorumlu görmek.
mesuliyet is. (mesuıliyet) Ar. mes'üliyyet Sorumluluk: "Hatta utanmasalar bütün Çırçır yangınının mesuliyetini ona yükleyecekler. " -R. N. Güntekin. mesuliyet almak sorumluluk yüklenmek: "Üstümüze ağır bir mesuliyet aldık." -A. Gündüz.
mesuliyetti sf. 1. Sorumlu. 2. Sorumluluk gerektiren: Mesuliyetli bir iş.
mesuliyetsiz sf 1. Sorumsuz. 2. Sorumluluk gerektirmeyen: Mesuliyetsiz bir iş.
mesuliyetsizlik, -ği is. Sorumsuzluk.
mesut, -du sf. (me'suıt) Ar. mes'üd Mutlu, sevinçli, ongun: "Bu eseri vücuda getiren bir milletin evladı, bir ordunun başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım." -Atatürk, mesut etmek mutlu kılmak. mesut olmak mutlu olmak, onmak: "O olmasa ne kadar rahat edeceğim, ne kadar mesut olacağım!" -H. C. Yalçın.
mesutça zf (mesu'tça) Mesut bir biçimde, mesut olarak, mesudane.
meşakkat, -ti is. Ar. meşakkat Güçlük, sıkıntı, zorluk, zahmet, meşakkat çekmek sıkıntı içinde olmak: "Elazığ'a kadar çektiği yol meşakkatlerini anlatıyor." -P. Safa. meşakkate katlanmak güçlüğe, sıkıntıya dayanmak, göğüs germek.
meşakkatli sf. Güç, sıkıntılı.
meşakkatsiz sf. Güç olmayan, sıkıntısız.
meşale is. Ar. meş'ale 1. Ucunda, alev çıkararak yanıcı bir madde bulunan, aydınlatmaya yarayan değnek: "Jandarmalar petrolle külü karıştırarak meşale yapıyorlardı." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Bir düşüncenin öncüsü. meşale çekmek önderlik etmek, önayak olmak.
meşaleci is. Ortalığı aydınlatmak için çıra vb. yakmakla görevli kimse.
meşbu sf. (meşbu:) Ar. meşbû' esk. 1. Dolmuş, dolu. 2. kim. vefiz. Doymuş.
meşe is. Far. bîşe bot. 1. Kayıngillerden, üç yüz kadar türü arasında, kış yaz yapraklarını dökmeyenleri de bulunan, kerestesi dayanıklı bir orman ağacı (Quercus). 2. sf. Bu ağaçtan yapılmış olan.
→ meşe kömürü, meşe odunu, meşe palamudu, saçlı meşe, saplı meşe, sidikli meşe, tüylü meşe, mantar meşesi, mazı meşesi, palamut meşesi, Türk meşesi, yer meşesi
meşecik, -ği is. bot. Kurtluca.
meşe kömürü is. Meşenin yakılması ile elde edilen dayanıklı kömür.
meşelik, -ği is. Meşe korusu veya meşe ormanı.
meşe odunu is. 1. Meşe ağacından elde edilen dayanıklı odun. 2. mec. Anlayışsız, görgüsüz ve kaba saba kimse.
meşe palamudu is. bot. Meşe türü bir cins palamut.
meşgale is. Ar. meşgale Uğraşılan şey, iş güç, uğraşı: "Bu yeşillik köşesini kurutmamak bizim için de bir meşgale teşkil etmişti." -H. C. Yalçın.
meşgul, -lü sf Ar. meşgul 1. Bir işle uğraşan, iş görmekte olan: "Belediye doktoru, kışın kimya tecrübeleri ile meşguldü." -S. F. Abasıyanık. 2. Çalışır, kullanılır durumda olan, dolu: Telefon meşgul, meşgul etmek 1) vaktini almak; 2) uğraştırmak; 3) oyalamak. meşgul olmak vaktini vermek, uğraşmak, oyalanmak: "Kâtip daha fazla meşgul olmaya lüzum görmeden genç kızı yalnız bırakıp gitti." -P. Safa.
meşguliyet is. (meşgu.-liyet) Ar. meşğüliyyet 1. Meşgul olma, uğraşma durumu. 2. Uğraş.
meşher is. Ar. meşher esk. Sergi: "Güzele yönelen bir merkezin dolayı, zevksizlik meşheri olamaz." -H. Taner.
meşhet, -di is. Ar. meşhed esk. 1. Şehit düşülen yer. 2. Şehidin gömüldüğü yer.
meşhur sf. (meşhurr) Ar. meşhur Ünlü, tanınmış, herkesçe bilinen, angın (kimse): "Yeni Park gazinosunda kasabanın meşhur kara dut şerbetiyle beraber bir parça da içki içilir." -R. N. Güntekin. meşhur olmak ün kazanmak, tanınmak, ün almak, ünlenmek.
→ galatımeşhur
meşhurluk, -ğu is. Meşhur olma durumu, ünlülük, tanınmışlık.
meşhut sf. (meşhu:t) Ar. meşhüd esk. Görülen, gözle görülmüş, tanık olunmuş.
→ meşhut suç, cürmümeşhut
meşhut cürümler mahkemesi is. huk. Suçüstü mahkemesi.
meşhut suç is. huk. Suçüstü.
meşihat is. (meşi:hat) Ar. meşihat esk. 1. Şeyhlik. 2. Şeyhülislamın makamı, şeyhülislamlık.
meşime is. (meşi:me) Ar. meşime anat. esk. 1. Döl yatağı. 2. Etene.
meşin is. Far. misin 1. İşlenmiş koyun derisi. 2. sf. Bu deriden yapılmış olan: "Yağız atlar kişnedi / Meşin kırbaç sakladı / Bir dakika araba yerinde durakladı." -F. N. Çamlıbel. meşin gibi 1) kararmış ve sertleşmiş (insan derisi); 2) İyi pişirilmeyip çiğ kalmış et.
→ meşin suratlı, meşin yuvarlak
meşin suratlı sf. Utanmaz, şerefsiz (kimse).
meşin yuvarlak, -ğı is. Futbol topu.
meşk is. Ar. meşk: esk. 1. Bir öğretmenin, aynısını yazmaları için öğrencilerine verdiği yazı örneği. 2. Yazı veya müzikte alışmak ve öğrenmek için yapılan çalışma, el alıştırması. 3. Yazı veya müzik dersi, meşk almak ders almak, meşk etmek alışmak veya öğrenmek için çalışmak: "Her sabah saatlerce keman meşk ederek yanık birtakım havalar çalarmış." -A. Ş. Hisar, meşk vermek ders vermek: "Esasen hemen onun meşk vereceği kızları getirmiş, ona takdim etmişti." -H. E. Adıvar.
meşkûk, -kü sf. (meşkûık) Ar. meşkuk Şüphe uyandıran, şüpheli: "Biz her gün gazeteler yüzünden hem doğruluğu hem cinsi meşkûk birçok şeyler duyup öğreniyoruz." -A. Ş. Hisar.
meşkûr sf. (meşkû:r) Ar. meşkûr esk. Beğe-, nilmiş, övülmüş.
meşrep, -bi is. Ar. meşreb esk. 1, Yaradılış, huy, karakter, mizaç: "Bunların arasında bilhassa Vehbi Dede isminde Mevlevi bir musikişinas tamdı ve meşrebine uygun buldu. " -H. E. Adıvar. 2. Davranış biçimi: "Kişilik genel çizgisi meşrep olarak bilinir." -N. Ataç.
→ hafifmeşrep, kalender meşrep
meşru sf (meşru:) Ar. meşru' huk Yasal: "Meşru, gayrimeşru, ölümlü, ölümsüz, çocuklarının sayısını bilen yok." -H. Taner. meşru saymak geçerli bulmak.
→ meşru müdafaa
meşrubat ç. is. (meşru.-ba:t) Ar. meşrubat İçecek.
meşrubatçı is. Meşrubat hazırlayan, üreten veya satan kimse.
meşruhat ç. is. (meşru:ha:t) Ar. meşruhat esk. Bir maddenin açıklanması için yazılanlar, açıklamalar.
meşruiyet is: (meşru:iyet) Ar. meşrü'iyyet esk. Meşruluk.
meşrulaşma is. Meşrulaşmak işi.
meşrulaşmak (nsz) Meşru duruma gelmek.
meşrulaştırma is. Meşrulaştırmak işi.
meşrulaştırmak (-i) Meşru duruma getirmek: Bürokrasi bilhassa bizde tembelliği, kararsızlığı, kafasızlığı, kötü niyeti, bilgisizliği meşrulaştırmak demek olmuştur." -F. R. Atay.
meşruluk, -ğu is. (meşru:luk) Geçerli olma durumu, meşruiyet.
meşru müdafaa is. Uğranılan bir saldırı karşısında kişinin kendisini korumak için başvurduğu yol.
meşrut sf. (meşru:t) Ar. meşrut esk. Şarta bağlı, şartlı.
meşruta is. (meşru:ta) Ar. meşruta esk. Bir kimseye, mirasçılara veya bir kuruluşa satılmamak şartı ile verilmiş mülk: Cami meşrutası.
meşruten zf. (meşru:'ten) Ar. meşruten esk. Şarta bağlı olarak.
→ meşruten tahliye
meşruten tahliye is. huk. özgürlüğü bağlayıcı cezanın bir bölümünü iyi hâl ile geçiren hükümlünün, şartlara uymaması durumunda yeniden hapsedilmesi şartıyla salıverilmesi.
meşruti sf. (meşru.ti:) Ar. meşruti esk. Meşrutiyetle ilgili olan.
meşrutiyet is. (meşru:tiyet) Ar. meşrütiyyet 1. Hükümdarlıkla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükümet biçimi. 2. tor. Osmanlı İmparatorluğunda 1876 Anayasasıyla başlayan ve 1918 Mondros Mütarekesine kadar süren, I. ve II. Meşrutiyet dönemi adlarıyla anılan süre.
meşrutiyetçi is. Meşrutiyet yanlısı olan kimse.
meşrutiyetçilik, -ği is. Meşrutiyetçi olma durumu.
meşum sf. (meşu:'m) Ar. meş'üm esk. Uğursuz: "İlk çocuğunu doğuran genç bir kadına meşum şeyler söylememeliydim, sustum." -A. Gündüz.
meşveret is. Ar. meşveret esk. 1. Bir konu hakkında birinin düşüncesini sorma, danışma: "Ne kadar hükümetler varsa, meşveret usulüne kabul etmiş." -Ö. Seyfettin. 2. İki veya daha fazla kişinin birbiriyle fikir alışverişinde bulunması, meşveret etmek 1) danışmak; 2) iki veya daha fazla kişi birbiriyle fikir alışverişinde bulunmak.
met, -ddi (I) is. Ar. medd coğ. Kabarma: "Bir met zamanı gökyüzü kurşunla örtülü / Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi." -Y. K. Beyatlı.
met (II) is. 1. Çelik çomak oyununda kullanılan değnek parçası. 2. Bu oyunda kullanılan, 10-15 cm uzunluğundaki değnek.
meta is. (meta:) Ar. meta' 1. Mal, ticaret malı. 2. Elde bulunan varlık, sermaye: "Batıdan aldığımız öteberi arasında en kıymetli meta kendi memleketimizi karış karış dolaşma arzusu olmalıdır." -B. R. Eyuboğlu.
metabolizma is. Fr. metabolisme biy. Canlı organizmada veya canlı hücrelerde hareketi, enerjiyi sağlamak için oluşan, biyolojik ve kimyasal değişimlerin bütünü.
metafizik, -ği is. Fr. metaphysiaue fei Doğa ötesi.
metafîzikçi is. Metafizik ile uğraşan kimse: "Metafızikçilerin söyledikleri cihan ötesi, o sır âlemi nerede idi? " -H. R. Gürpınar.
metafizikçilik, -ği is. Metafizikçinin İşi veya mesleği.
metafor is. Fr. metaphore ed. İstiare.
metal, -li is. Fr. metal kim. 1. Çok yüksek elektrik ve ısı iletkenliği, kendine özgü parlaklığı olan, oksijenli birleşimiyle çoğunlukla bazik oksitler veren madde, maden. 2. Dizgi makinelerinde satırları oluşturmak için eritilen antimon ve kurşun alaşımı.
→ metal bilimi, metal yatak, metal yorulması, alkali metaller
metal bilimi is. kim. Genellikle elementleri, özellikle metalleri saf olarak elde eden ve bunların işleme tekniğini belirleyen kimya endüstrisi kolu, metalürji.
metalik, -ği sf. Fr. metallique 1. Madensel, madenle ilgili. 2. Madenden yapılmış, madenî. 3. Metal gibi parlak olan.
→ metalik renk
metalik renk, -gi is. Parlak renk.
metalografi is. Fr. metallographie mdn. Maden, alaşım ve maden filizlerinin yüzeylerini, kesitlerini ve billurlaşma özelliklerini mikroskopla inceleyerek çözümünü yapan bilim kolu.
metaloit, -di is. Fr. metalloıde kim. Metalsi.
metalsi is. kim. Metallerin fiziksel özelliklerini, metal olmayan öğelerin ise kimyasal özelliklerini taşıyan element, madensi, metaloit.
metalürji is. Fr. metallurgie kim. Metal bilimi.
metalürjik, -ği sf. Fr. metallurgiaue kim. Metal bilimi ile ilgili.
metal yatak, -ğı is. tek. Yapımında metal kullanılan yatak.
metal yorulması is. fîz. Metallerin molekül yapısında yük, direnç ve titreşim nedeniyle bozukluk oluşması.
metamorfik, -ği sf. Fr. metamorphiaue Başkalaşıma uğramış olan.
metamorfizm is. Fr. metamorphisme jeoî. Başkalaşım.
metamorfoz is. Fr. metamorphose Başkalaşma.
metan is. Fr. methane kim. Çürümekte olan karbonlu maddelerden çıkan, havada san bir alevle yanan, renksiz bir gaz, bataklık gazı (CH,).
metanet is. (metaınet) Ar. metanet Metin olma, dayanma, dayanıklılık, sağlamlık: "Kalbimde lüzumundan fazla metanet var." -A. Gündüz, metanet göstermek kötü bir duruma katlanmak, dayanmak.
metanetli sf. Dayanıklı, metin.
metanetsiz sf. Dayanıksız.
metanetsizlik, -ği is. Dayanıksızlık.
metapsişik, -ği sf. Fr. metapsychiaue psikol. Ruh ötesi.
metastaz is. Fr. metastase tıp Organizmanın herhangi bir noktasında bulunan bir hastalık olayının organizmanın başka bir yerine sıçraması, göçüm.
metatez is. Fr. metathese dbl. Göçüşme.
→ uzak metatez
metazori zf. Yun. Zorla.
metbu sf (metbu:) Ar. meibü' esk. Kendisine bağlanılan.
metelik, -ği is. Fr. metalligue esk. 1. Çeyrek kuruş, on para değerinde demir para: "Köprüyü yelek cebimdeki son metelikle geçtim." -Y. Z. Ortaç. 2. mec. Çok az para: "Bende tek metelik yok diye kahkahayı bastı." -Ö. Seyfettin, metelik etmez çok değersiz görülen (nesne veya kimse): "Gözümde, milyonu olsa da, kalp para ile metelik etmez." -S. F. Abasıyanık. metelik vermemek değer ve önem vermemek, umursamamak, aldırış etmemek: "Orayı gördükten sonra ben, gayri dünyanın hiçbir tarafına metelik vermem. " -Y. K. Karaosmanoğlu. meteliğe kurşun atmak hiç parası kalmamak.
meteliksiz sf. Parası olmayan, züğürt: "Artık senin gibi sarhoş, meteliksiz herifle yaşayamam. " -S. Birsel.
meteliksizlik, -ği is. Züğürtlük.
meteor is. Fr. meteore astr. 1. Atmosfer içinde oluşan sıcaklık değişmeleri, rüzgâr, yıldırım, yağmur, dolu vb. olaylara verilen genel ad. 2. Akan yıldız.
→ meteor taşı
meteorit is. Fr. meteorite astr. Gök taşı, meteor taşı.
meteorolog, -ğu is. Fr. meteorologue 1. Hava tahmincisi. 2. Meteoroloji uzmanı.
meteoroloji is. Fr. meteorologie meteor. Atmosfer içinde oluşan sıcaklık değişmelerini, rüzgâr, yıldırım, yağmur, dolu vb. olayları inceleyen fizik dalı, hava bilgisi.
→ meteoroloji istasyonu
meteoroloji istasyonu is. Hava kürede sık sık görülen değişiklikleri İnceleyen ve ölçen gözlemevi.
meteorolojik, -ği sf Fr. meteorologiaue Meteoroloji ile ilgili olan.
meteor taşı is. astr. Gök taşı.
metfen is. Ar. medfen esk. Mezar, kabir, sin, makber.
metfun sf. (metfu:n) Ar. medfün esk. Gömülmüş olan, gömülü.
methal, -li is. Ar. medhal esk. 1. Bir yapının giriş yeri, giriş, antre: "Methalin solundaki ocaklı bir salon mahkemelik ederdi." -F. R. Atay. 2. ed. Giriş. 3. muz. Giriş, (bir işte) methali olmak bir işe karışmış bulunmak, bir işte parmağı olmak.
methaldar sf Ar. medhal + Far. -dar esk. Bir işe karışmış olan, bir işte parmağı olan.
methetme is. Methetmek işi: "Boksör Vehip, onun mektupta kendini methetmesine hak vermişti." -R. N. Güntekin.
methetmek, -der (-i) Ar. medh + T. etmek Övmek: "Evet, kendimi methediyorum, bile bile methediyorum, bana deli doktor derler..." -P. Safa.
methiye is. Ar. medhiyye esk. 1. Övgü. 2. ed. Bir kimseyi veya bir şeyi övmek için yazılmış şiir. methiye düzmek övmek, övgü şiiri yazmak.
methüsena is. Ar. medh + Ar. şenâ Övme, ululama.
metil is. Fr. -metliyle kim. Doymuş hidrokarbon kökleri serisinin ilk basamağı.
metilen is. Fr. methylene kim. Metanın iki hidrojen atomunu yitirmesiyle türeyen bir kök (CH2).
metilik, -ği sf. Fr. meihyliaue kim. Metan birleşimlerinin sıfatı: Metilik alkol.
metin, -tni (I) is. Ar. metn 1. Bir yazıyı biçim, anlatım ve noktalama özellikleriyle oluşturan kelimelerin bütünü, tekst. 2. Basılı veya el yazması parça, tekst.
metin (II) sf. (metim) Ar. metin Acılar karşısında dayanma gücünü yitirmeyen, sağlam, dayanıklı, metanetli: "Geçimi yolunda, maddeten ve manen metin bir ailedir." -R. H. Karay, metin olmak dayanıklı ve sağlam olmak, metanetini yitirmemek: "Buhran içinde olduğunuzu hissediyorum, direksiyonu başkasına veriniz ve metin olmaya çalışınız." -A. Gündüz.
metis sf. Fr. metis biy. Melez.
metneryum is. kim. Atom numarası 109, atom ağırlığı 268 olan, 25 °C'de katı olduğu, gümüş renginde veya gri renkte olduğu tahmin edilen yapay bir element (simgesi Mt).
metodik, -ği sf. Fr. meihodiaue 1. Yöntemli: "Yazdığı anıları metodik bir şekilde inceleyen bu kürsü oldu." -H. Taner. 2. Düzenli, derli toplu.
metodoloji is. Fr. methodologie man. Yöntem bilimi.
metodolojik, -ği sf. Fr. meihodologiaue Yöntem bilimsel.
metot, -du is. Fr. methode Yöntem.
→ aktif metot, sarmal metot
metotlu sf. Yöntemli.
metotsuz sf. Yöntemsiz.
metotsuzluk, -ğu is. Yöntemsizlik.
metraj is. Fr. metrage 1. mat. Metre olarak uzunluk. 2. Metre ile ölçme.
metrajlı sf. Herhangi bir metre uzunluğunda olan: Kısa metrajlı filmler yaklaşık 300-600 m'den uzun olurlar.
metrdotel is. Fr. maître d'hötel Başgarson.
metrdotellik, -ği is. Başgarsonluk.
metre is. (me'tre) Fr. metre 1. mat. Yer meridyen dairesinin kırk milyonda biri olarak kabul edilen, temel uzunluk ölçüsü birimi: "İskenderun körfezine sekiz yüz metre yukarıdan bakıyordum." -R. H. Karay. 2. Genellikle desimetre, santimetre, milimetrelere bölünmüş ölçü aracı. 3. sf. Herhangi bir metre uzunluğunda olan: Üç metre kumaş.
→ metre kare, metre küp, metre sistemi, çelik metre, şerit metre, akselerometre, alkalimetre, alkolmetre, altimetre, ampermetre, anemometre, areometre, asidimetre, azotometre, barometre, bolometre, çift desimetre, dansimetre, debimetre, densimetre, desimetre, dilatometre, dinamometre, elektrodinamometre, elektrometre, fotometre, füzyometre, galvanometre, gazometre, grafometre, gramsantimetre, grizumetre, hektometre, hidrometre, higrometre, interferometre, kalorimetre, kilogrammetre, kilometre, klinometre, kolorimetre, kronometre, lüksmetre, manometre, manyetometre, mikrometre, milimetre, minimetre, odyometre, oleometre, ommetre, ozonometre, odyometre, parametre, parkmetre, pedometre, piknometre, pirometre, plüviyometre, polarimetre, radyometre, sakarimetre, sakkarometre, santimetre, sülfürimetre, takeometre, takimetre, takometre, taksimetre, tansiyometre, telefonometre, telemetre, termometre, voltametre, voltmetre
metre kare is. mat. Kenarı 1 m olan bir karenin alanına eşit yüzey ölçüsü birimi.
metre küp is. mat. Kenarı 1 m olan bir küpün hacmine eşit hacim ölçüsü birimi: Beş metre küp kum.
metrelik, -ği sf. Uzunluğu herhangi bir metre olan: Üç metrelik kumaş.
→ santimetrelik
metres is. Fr. maîtresse Evli bir erkekle nikâhsız yaşayan kadın, kapama, kapatma, zamazingo. metres tutmak metresle yaşamak.
metre sistemi is. mat. Metre, metre kare, metre küp gibi kökü metreye dayanan Ölçü sistemi, metrik sistem.
metreslik, -ği is. Metres olma durumu, metreslik etmek metres olarak yaşamak: "Şimdi onun bir sucuk tüccarına metreslik ettiğini söylüyorlardı." -H. Taner.
metrik, -ği sf. Fr. metriaue mat. Metre veya metreyi temel olarak alan ölçülerle ilgili, ölçümlü.
→ metrik sistem
metrik sistem is. mat. Metre sistemi.
metris is. Ar. metres ask. Askerin çarpışma sırasında korunması için yapılan toprak siper.
metro is. (me'tro) Fr. metro 1. Büyükşehirlerde semtler arasında işleyen yer altı demir yolu hattı. 2. Bu hatta çalışan taşıt.
metroloji is. Fr. metrologie 1. Ölçme ile ilgili bir bilim dalı. 2. Ağırlıklar ve ölçüler üstüne inceleme kitabı: Paucton'un metrolojisi.
→ hukuki metroloji
metrolojik, -ği sf. Fr. metrologiaue Metroloji ile ilgili.
metronom is. Fr. metronome müz. Bir müzik parçasının hangi hızla çalınması gerektiğini gösteren alet: "İki cam silici demir şimdi bir metronom temposuyla sağa sola gitmeye başladılar." -H. Taner.
metropol, -lü is. Fr. metropole Ana kent.
metropolit is. Fr. metropolite Ortodokslarda patrikten sonra gelen ve bir bölgenin din işlerine başkanlık eden din adamı.
metropoliten sf. Fr. metropolitain 1. Bir devletin veya bir ülkenin ana şehrine ilişkin. 2. is. Metro.
metroseksüel is. Fr. metrosexuel Bakımlı erkek.
metruk, -kü sf. (metruık) Ar. metruk esk. 1. Bırakılmış, terk edilmiş: "İki gün sonra onun ölüsünü civardaki metruk bir köşkün kuyusunda buldular." -R. N. Güntekin. 2. Kullanılmayan.
metrukât ç. is. (metru:ka:t) Ar. metrükât esk. Ölen birinin bıraktığı şeyler.
metruke sf. (metruıke) Ar. metruke esk. Bırakılmış, geriye kalmış.
metrukiyet is. (metruıkiyet) Ar. metrükiyyet esk. 1. Bırakılma, terk edilme. 2. Ayrılma, boşanma.
mevali ç. is. (meva:li:) Ar. mevâli tar. Osmanlı Devleti'nde görev yapan yüksek dereceli ilim adamları.
mevcudat ç. is. (mevcu:da:t) Ar. mevcudat esk. 1. Var olan şeyler, varlıklar. 2. Yaratıklar.
mevcudiyet is. (mevcu:diyei) Ar. mevcüdiyyet esk. 1. Varlık: "Birinci vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur." -Atatürk. 2. fel. Var oluş.
mevcut, -du sf (mevcu:t) Ar. mevcüd 1. Var olan, bulunan: "Gerçi, bir nevi karaborsa mevcuttu ama, bundan faydalanmak hem alan hem satan için hayli tehlikeli idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. is. Bir topluluğu oluşturan bireylerin tümü: Okulun öğrenci mevcudu, mevcut olmak var olmak, bulunmak: "Bir insanın aklım bozabilmesi için evvelce bu aklın mevcut olması lazım gelir." -A. Ş. Hisar.
mevdu sf. (mevdu:) Ar. mevdu' esk. Emanet edilmiş, verilmiş, bırakılmış.
mevduat ç. is. (mevdu:a:t) Ar. mevdü'ât 1. ekon. Belli bir süre sonunda veya istenildiğinde çekilmek üzere bankalara faizle yatırılan para, tevdiat: Vadeli mevduat. Vadesiz mevduat. 2. esk. Yatırım.
→ mevduat defteri, vadeli mevduat, vadesiz mevduat
mevduat defteri is. Banka cüzdanı.
mevhibe is. Ar. mevhibe esk. Bağış, vergi, ihsan: "Bu, sanatımın bana bahşettiği bir mevhibedir." -S. F. Abasıyanık.
→ mevhibeiilahiye
mevhibeiilahiye is. (mevhibeiilâ-.hiye) Ar. mevhibe + ilâhiyye esk. Tanrı vergisi.
mevhum sf. (mevhuım) Ar. mevhum esk. Gerçekte olmayıp var sanılan, var diye düşünülen, kuruntuya dayanan, vehmolunmuş: "Onun mevhum bir büyüklüğe bile tahammülü olamazdı." -M. C. Kuntay.
mevize is. Ar. mev'ize esk. 1. Vaaz. 2. Öğüt.
mevki is. (mevki:) Ar. mevki' 1. Yer, mahal: "Gelibolu civarında Akbaş mevkisinde bir cephane deposu vardı." -Atatürk. 2. Makam: "... senelerce devletin yüksek mevkilerinde bulundu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Bazı ulaşım araçlarında yolculara veya tiyatro, sinema vb. yerlerde seyircilere sağlanan konfora ve bilet ücretlerine göre düzenlenmiş yer: "İkinci mevki sıralar oldukça dolmuş, localardan ise ancak bir ikisi tutulmuş." -M. Ş. Esendal. 4. Durum: "Hey Allah'ım ben ne müşkülatlı bir mevkide kalmışım şimdi." -O. C. Kaygılı, mevkisi olmak bir işte Önemli bir makamda bulunmak.
→ birinci mevki, kilit mevki, lüks mevki, müstahkem mevki
mevkuf sf. Ar. mevkuf esk. 1. Vakfedilmiş. 2. is. huk. Tutuklanmış, tutuklu: "... şirketin başlıca müdürleri orada mevkuf." -A. İlhan.
mevkufen zf (mevku:'fen) Ar. mevkufen esk. Tutuklu olarak: "Muhittin Paşa mevkufen Sivas'a getirilmiştir." -Atatürk.
mevkufiyet is. (mevku:fiyet) Ar. mevküfiyyet esk. 1. Tutukluluk durumu. 2. Alıkonulma durumu: "Bu sıkıcı evin içinde, bu mevkufıyetin yalnızlığı içinde çûdırayım mı?"-Y.Z. Ortaç.
mevkut sf. (mevku.t) Ar. mevkut esk. Süreli, periyodik.
mevkute is. (mevku:te) Ar. mevkute esk. Belli zaman aralıkları ile çıkan yayın, süreli yayın, periyodik.
mevla is. (mevlâ:) Ar. mevlâ esk. Efendi, sahip, malik, mevlasım bulmak istediğine erişmek.
Mevla öz. is. (mevlâ:) din b. Tanrı: "Bakalım Mevla'm neler eyler, ne eylerse güzel eyler. " -R. H. Karay.
Mevlevi Öz. is. (mevlevi:) Ar. mevlevi Mevlevilik tarikatına bağlı kimse.
→ Mevlevihane, Mevlevi püavı
Mevlevihane is. (Mevlevi:ha:ne) Ar. mevlevi + Far. Ijâne Mevlevi tekkesi.
Mevlevilik, -ği öz. is. Mevlana Celalettin Rumi'nin görüşlerine dayanan ve oğlu tarafından kurulan tarikat.
Mevlevi pilavı is. Kemiksiz koyun etinin hafifçe pişirilmesinden sonra nohut, kestane, havuç, soğan, yağ, fıstık ve pirinçle karıştırılıp kısık ateşte hazırlanan bir pilav türü.
mevlit, -di is. Ar. mevlid 1. Hz. Muhammed'in doğumunu, hayatım anlatan mesnevi. 2. Bu mesnevinin okunduğu dinî tören: "Daha mevlit bitmeden dört aydır yağmayan yağmur dışarısını sel içinde bıraktı." -Ö. Seyfettin. 3. esk. Doğma, doğum. 4. esk. Doğum yeri, insanın doğduğu yer.
→ mevlit alayı, Mevlit Kandili, mevlit şekeri, büyük mevlit ayı, küçük mevlit ayı
mevlit alayı is. esk. Hz. Muhammed'in doğum günü olarak benimsenen rebiyülevvelin on ikinci günü düzenlenen tören.
mevlithan is. (mevlitha.n) Ar. mevlid + Far. -İfân Mevlit okuyan kimse.
Mevlit Kandili öz. is. Hz. Muhammed'in doğum günü olan Rebiyülevvel ayının on ikinci gecesinde kutlanan kandil.
mevlit şekeri is. Mevlit okunduktan sonra dağıtılan, özel olarak yapılmış şeker.
mevlut, -du is. (mevlût) Ar. mevlüd esk. 1. Mevlit. 2. Yeni doğmuş çocuk.
mevrut, -du sf. (mevru:t) Ar. mevrüd esk. Gelen, gelmiş: "Dâhiliye Nezaretinden mevrut telgrafta dahi azimetim bildirilmekte. " -Atatürk.
mevsim is. Ar. mevsim 1. Yılın, güneşten ısı, ışık alma süresi ve dolayısıyla iklim şartlan bakımından farklılık gösteren dört bölümünden her biri, sezon: "Bütün bir mevsim vur patlasın çal oynasın, eğlenildi." -S. F. Abasıyanık. 2. Bazı atmosfer olaylarının en çok belirdikleri zaman: Yağmur mevsimi. Fırtına mevsimi. 3. Herhangi bir ekimin yapıldığı veya bir ürünün yetiştiği dönem: "Kütahya'ya bir kiraz ve Bursa'ya bir şeftali mevsiminde gitmiştim." -A. Gündüz. 4. Herhangi bir şeyin etkinlik dönemi, sezon: Tiyatro mevsimi. 5. mec. Yaşam bölümü: Yaşamın kıs mevsimi yaşlılıktır.
→ Ölü mevsim, av mevsimi, yağmur mevsimi, yumurtlama mevsimi
mevsimlik, -ği sf. 1. İlkbahar ve sonbaharda giyilen: "Sırtında mevsimlik bir manto vardı." -M. Yesari. 2. Mevsime ait: "Hemen şeftali, portakal, mevsimlik sulu meyve, ne varsa satmaya başlıyorum." -S. F. Abasıyanık. 3. zf Bir mevsim için, bir mevsim süresince: Bu köşk mevsimlik tutulmuş.
mevsimli mevsimsiz sf. Yersiz, gereksiz, zamansız.
mevsimsel sf. Mevsimlik: Mevsimsel işçi.
mevsimsiz sf. Zamanı iyi seçilmemiş, uygun zamanı gelmeden olan veya yapılan: "Bunlar kendi aralarında mevsimsiz bir mevki paylaşması kavgasına girmiş görünüyorlardı. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ mevsimli mevsimsiz
mevsuf sf. (mevsu.f) Ar. mevşûfesk. 1. Nitelenmiş, nitelikleriyle belirlenmiş. 2. dbl Sıfat tamlamasında tamlanan.
mevsuk sf. (mevsu:k) Ar. mevsuk esk 1. Belgeye dayanan, doğru, doğruluğuna güvenilen, sağlam. 2. dbl. Tamlanan.
mevt is. Ar. mevt esk. Ölüm.
→ basübadelmevt
mevta ç. sf. (mevta:) Ar. mevta esk. Ölü, ölmüş kimse: "Kimi mevtasına kefen biçmiyor / Kimi helal rızkı yiyip içmiyor. "-Seyranı.
mevlit, -du sf. (mevu:t) Ar. mev'üd esk Vadolunmuş, söz verilmiş.
mevzi is. (mevzi:) Ar. mevzi' 1. Yer, mahal. 2. ask. Bir askerî birliğin yeri veya bu birlik tarafından ele geçirilen bölge: "Ne olursa olsun, bizim vazifemiz cephaneyi topçu mevzilerine yetiştirmektir." -A. Gündüz.
mevzii sf. (mevzii:) Ar. mevzi'i 1. Yöresel: Mevzii yağış olacak. 2. tıp Yerel.
mevzilenme is. Mevzilenmek işi.
mevzilenmek (nsz) ask. Mevziye yerleşmek, mevziye girmek.
mevzu is. (mevzu:) Ar. mevzu' Konu: "Para aklımdan geçen bir mevzu olmamıştır." -A. Gündüz, mevzuya girmek asıl konuyu ele almak.
→ bahis mevzusu
mevzuat ç. is: (mevzu:a:t) Ar. mevzü'ât 1. Bir ülkede yürürlükte olan yasa, tüzük, yönetmelik vb.nin bütünü: "Mahkemenin hangi süre içinde başlaması gerektiğine dair bir kayıt da yoktu mevzuatta." -Ç. Altan. 2. tic. esk. Sandık, çuval, teneke gibi içine ticaret malı konulan koyacaklar.
mevzulu sf. Konulu.
mevzun sf. (mevzu:n) Ar. mevzun esk. 1. Biçimli, düzgün, oranlı, uyumlu: Mevzun vücut. 2. ed. Ölçülü: Mevzun bir söz.
mevzusuz sf. Konusuz.
mevzuubahis, -hsi sf (mevzu:'ubahis) Ar. mevzu' + bahş esk. 1. Söz konusu: "O hâlde burada yine kanmak ve kandırmak mevzuubahistir." -S. F. Abasıyanık. 2. Adından söz edilen, mevzuubahis etmek söz konusu etmek, hakkında konuşmak. mevzuubahis olmak söz konusu olmak.
mey (I) is. Far. mey esk. Şarap.
→ meyhane
mey (II) is. müz. Türk halk müziğinde kullanılan, ağzı yassı bir tür zurna.
meyan (I) is. bot. Meyan kökü.
→ meyan balı, meyan kökü, acı meyan, dikenli meyan
meyan (II) is. Far. miyün esk. Ara, orta: "Meclis azaları meyanından aykırı birtakım prensiplere temayül gösterenler zuhura başlamıştı." -Atatürk.
→ bu meyanda
meyan (III) is. Far. miyün müz. Şarkıların makam geçişlerinin yapıldığı ve melodik hareketin nakarata bağlandığı bölüm.
meyan balı is. Meyan kökünden elde edilen bir tür içecek.
meyancı is. Aracı, aracılık eden kimse.
meyancılık, -ğı is. Aracılık eden kimsenin durumu: "Ben bu iki rivayetin arasında meyancılık edecek değilim." -H. R. Gürpınar.
meyane is. (meya:ne) Far. miyâne Çorba vb. yiyeceklere lezzet kazandırmak için un ve yağla yapılan sos. meyanesi gelmek helva vb. kıvamına gelmek.
meyan kökü is. bot. Fasulyegillerden, 30-60 cm yükseklikte, tüysü yapraklı, mavimsi, mor çiçekli, tatlı olan toprak altı bölümleri hekimlikte ve serinletici içkilerin yapımında kullanılan, çok yıllık otsu bir bitki, meyan (Glycyrrhiza glabra).
meydan is. Ar. meydân 1. Alan, saha: "Yüz binlerce asker sokakları, meydanları, kırları dolduruyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Yarışma, eğlence veya karşılaşma yeri: "Şehir kapılarının önündeki meydanlarda davul zurna çalınıyor, cirit, bar oynanıyordu." -A. H. Tanpınar. 3. Bulunulan yer ve çevresi, ortalık: "Kileri kilitlemezdi, paraları meydanda dururdu." -Ö. Seyfettin. 4. Fırsat, imkân veya vakit. 5. Mevlevi tekkelerinde ayin yapılan yer. meydan açmak sebep olmak: "Bu hareket, daha ileride kim bilir ne boğuşmalara meydan açacaktır?" -R. N. Güntekin. meydan almak esk. gelişmek, yayılmak, geniş ölçüde olmak, meydan bırakmamak fırsat vermemek: "Ona ağız açmaya meydan bırakmadım." -R. N. Güntekin. meydan bulamamak fırsat bulamamak. meydan (bir şeye veya kimseye) kalmamak fırsat bulamamak: "Bu beladan kurtulabilmek için bir çare düşünmeye meydan kalmadan Ali, bir gece kasabaya girdi." -M. Ş. Esendal. meydan okumak korkmadığını, çekinmediğini açıkça bildirmek, kavga veya yarışmaya çağırmak: "Hülasa yüz türlü yüzmek bilir, dalgıçlara meydan okurdu." -R. H. Karay, meydan vermemek kötü bir durumun gerçekleşmesi İçin imkân veya zaman bırakmamak: "Sonra sultanın cevabına meydan vermeden döndü." -Ö. Seyfettin, meydana atılmak ortaya çıkmak, meydana atmak ortaya çıkarmak. meydana çıkarmak 1) açıklığa kavuşturmak, ortaya çıkarmak, belli etmek: "Marifetlerini birer birer meydana çıkarıyor." -R. H. Karay. 2) bularak ortaya çıkarmak. meydana çıkmak 1) ortaya çıkmak, görünmek: "Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıkmıştı." -S. F. Abasıyanık. 2) belli olmak: Askerlikte hasta olduğu meydana çıktı. 3) yetişmek, büyümek: "Aîtınyaprak Şirketi bizim son ekmek kapımızdı, bundan sonra iş bulabileceğim şüpheli, kardeşlerim daha meydana çıkmış sayılmaz." -R. N. Güntekin. meydana dökmek hepsini sergilemek, ortaya dökmek, meydana düşmek bir iş yapmak için kendini ortaya atmak, meydana gelmek 1) olmak, oluşmak: "Siyasi parti grupları en az yirmi üyeden meydana gelir." -Anayasa. 2) ortaya çıkmak: "Savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler ... dışında kişinin yaşama hakkına ... dokunulamaz." -Anayasa, meydana getirmek olmasını sağlamak, oluşturmak. meydana koymak yapıp ortaya çıkarmak, göstermek, meydana vurmak belli etmek, ortaya çıkarmak: "Beşikten beri ruhlarına akıtılan düşmanlığı meydana vurmak için tam fırsatı bulmuşlardı." -Ö. Seyfettin, meydanı (birine veya bir şeye) bırakmak 1) savunduğu şeyden vazgeçmek: "Çok güzel görünen bir şey var ki, o da İki tarafın da meydanı bırakıp kaçmamalarıdır." -M. Ş. Esendal. 2) yarışmadan çekilmek, meydanı boş bulmak kendisini engelleyecek kimse görmeyerek aşırı davranışlarda bulunmak.
→ meydan dayağı, meydan korkusu, meydan muharebesi, meydan saati, meydan savaşı, meydan sazı, at meydanı, er meydanı, hava meydanı, köy meydanı, ok meydanı, siyaset meydanı, söz meydanı
meydancı is. 1. Avlu, bahçe vb. yerleri süpürüp temizleyen hizmetli. 2. Hapishane koğuşlarında ayak işlerini gören kimse: "O kimseyi beklemezdi, böyle olduğu hâlde meydancılar birini çağırmaya geldikleri zaman, kalbi şiddetli şiddetli çarpmaya başlardı." -S. Derviş. 3. Mevlevi tekkelerinde konukları karşılayan, meydanı açan, Mevlevi raksını düzenleyen tarikat adamı.
meydancık, -ğı is. Küçük meydan: Küçük bir grup meydancığa toplanmıştı.
meydancılık, -ğı is. Meydancı olma durumu.
meydanda sf 1. Ortada, belli, açık, aşikâr. 2. is. Ortada bulunan, gözle görülen şey: "Bu genç bir deve İdi. Semeri yoktu. Çok tüylü kamburu meydandaydı." -Ö. Seyfettin. meydanda bırakmak 1) açıkta, evsiz barksız bırakmak; 2) ortada, herkesin gözü önünde bırakmak.
meydan dayağı is. esk. Ceza olarak açıkta ve kalabalık içinde suçlulara atılan dayak. meydan dayağı atmak kalabalık içinde iyice dövmek, (birine) meydan dayağı çekmek herkesin içinde veya çok dövmek. meydan dayağı yemek kalabalık içinde iyice dayak yemek: "Vallahi meydan dayağı yesem bu kadar perişan olmazdım." -R. N. Güntekin.
meydani is. (meydaıni:) Ar. meydânı Beyaz veya renkli, yol yol ipek çözgülü dokunmuş kumaş.
meydan korkusu is. tıp Alan korkusu.
meydanlık, -ğı is. Geniş, meydana benzeyen yer, açıklık: "Deve güreşinin yapılacağı meydanlık orada idi." -S. F. Abasıyanık.
meydan muharebesi is. ask. Meydan savaşı: "Meydan muharebesi yüz kilometrelik bir cephe üzerinde cereyan ediyordu." -Atatürk.
meydan saati is. Halkın yararlanabilmesi için alanlara konulan büyük saat.
meydan savaşı is. ask. Bir savaşta, kesin sonuç almak için düşmana karşı bütün güçlerle yüklenilen ölüm kalım savaşı, meydan muharebesi.
meydan sazı is. müz. On iki teli olan, sesinin yüksekliği sebebiyle açık yerlerde çalınmaya uygun, halk ozanlarının kullandığı en büyük saz, divan sazı.
meyhane is. (meyhame) Far. mey-hâne 1. İçki satılan ve içilen yer, içki yeri: "Çiçek Pasajı, sade Beyoğlu'nun değil, belki dünyanın da en civcivli meyhanesi idi." -H. Taner. 2. Kabare.
→ meyhane pilavı, koltuk meyhanesi, selatin meyhanesi
meyhaneci is. Meyhane işleten kimse.
→ meyhaneci otu
meyhanecilik, -ği is. Meyhane işletme işi.
meyhaneci otu is. bot. Çobandüdüğü.
meyhane pilavı is. 1. Kıyma, soğan, biber ve domates kullanılarak bulgurdan yapılan bir pilav türü. 2. Meyhane havasına özgü ve mezelik niteliğinde olan pilav.
meyil, -yli is. Ar. meyi 1. Eğiklik, eğim, akıntı: "Fazılpaşa Yokuşu'nda akşam olurken, tatlı bir meyille denize uzanan kırmızı damların üzeri kararır." -H. E. Adıvar. 2. Eğilim, temayül. 3. mec. İlgi, gönül verme: "Beni görüp yönün öte döndürme / Yine gitmez meylim sendedir sende." -Pir Sultan Abdal, meyil vermek 1) eğiklik sağlamak; 2) mec. ilgi göstermek, gönül vermek: "Her dilbere meyil verme / Ya sevilir ya sevilmez." -Erzurumlu Emrah, meyli olmak beğenmek, ilgisi olmak, hoşuna gitmek: "Kızın sana meyli olduğunu görünce seni kızdan soğutmak için bu planı yaptı." -O. C. Kaygılı.
→ meyletmek, meylettirmek
meyilli sf. 1. Bir yana eğimi olan, eğik: "Ağaçlı tarlaları, tek tuk bağ kulübeleri olan arkası meyilli bir arazi." -H. E. Adıvar. 2. İlgili, gönül vermiş.
meyilsiz sf. Meyli olmayan.
meyletme is. Meyletmek işi.
meyletmek, -der (-e) Ar. meyi + T. etmek 1. Eğilmek. 2. Gönül vermek.
meylettirme is. Meylettirmek işi.
meylettirmek (-i) Meyletme işini yaptırmak.
meymenet is. Ar. meymenet İyi nitelik, uğur, hayır, bereket.
meymenetli sf. Uğurlu.
meymenetsiz sf. 1. Uğursuz. 2. Suratsız, kılıksız, huysuz, ters (kimse): "Birtakım uygunsuz, meymenetsiz heriflerle geziyormuş. " -H. Taner.
meymenetsizlik, -ği is. Uğursuzluk, kademsizlik, şeamet, nuhuset.
meyus sf. (me:yu:s) Ar. me'yüs esk. 1. Üzgün: "Ağır ve meyus adımlarla yürüdü." -S. F. Abasıyanık. 2. Umutsuz, karamsar: "Odaya girince Remzi'yi şaşkın ve meyus bir hâlde gördüm." -M. Ş. Esendal. meyus etmek üzmek: "Müsteşar yanında böyle kalmak onu meyus ediyordu."-M. Ş. Esendal. meyus olmak üzgün ve umutsuz bir duruma düşmek: "Bir ümidin çıkmaması, insanın ikinci defa meyus olması demektir." -R. N. Güntekin.
meyusiyet is. (me:yu:siyet) Ar. me'yüsiyyet esk. Umutsuzluk: "Bu meyusiyet ve bedbinlik gecesini muhteşem bir sabah takip edecekmiş!"-K.C. Yalçın.
meyve is. Far. mive 1. bot. Bitkilerde çiçeğin döllenmesinden sonra yumurtalığın gelişmesiyle oluşan tohumları taşıyan, genellikle yenebilen organ, yemiş. 2. mec. Ürün, sonuç, kâr: "Mektebimizin şapirografla basılan haftalık Fidan'ında, en güzel meyve benim imzamdır." -Y. Z. Ortaç, meyve almak 1) ürün elde etmek; 2) mec. yarar elde etmek. meyve veren ağaç taşlanır bilgili, hünerli, işinde başarılı olan kimseler kıskanılır, eleştirilir ve işlerini yapmaları zorlaştırılır. meyve vermek 1) ürün vermek; 2) mec. bir eser ortaya çıkarmak, meyveye durmak meyve verecek duruma gelmek.
→ meyve ağacı, meyve bahçesi, meyve dışı, meyve ezmesi, meyvehoş, meyve içi, meyve kabuğu, meyve ortası, meyve reçeli, meyve sineği, meyve suyu, meyve şekeri, meyve yaprak, baklamsı meyve, buğdaysı meyve, etli meyve, incirsi meyve, kapçık meyve, kuru meyve, memnu meyve, sebze meyve toptancısı, yalancı meyve, yasak meyve, zeytinsi meyve
meyve ağacı is. Meyve veren ağaç.
meyve bahçesi is. İçinde meyve ağaçları olan bahçe.
meyveci is. Meyve yetiştiren veya satan kimse, yemişçi.
meyvecilik, -ği is. 1. Meyve yetiştirme işi. 2. Meyve alıp satma işi.
→ turfanda meyvecilik
meyvedar sf Far. mive-dâr esk. Meyveli, meyvesi olan, meyve veren.
meyve dışı is. bot. Birinci zar.
meyve ezmesi is. Meyvelerin ezilmesi sonucu elde edilen yiyecek.
meyvehoş is. Far. mive + huşk esk. 1. Kuru yemiş. 2. Kuru yemiş satılan yer.
meyve içi is. bot. Meyvelerde, tohumların bulunduğu iç bölüm.
meyve kabuğu is. bot. Meyvenin dış yüzeyini kaplayan kalın tabaka.
meyvelenme is. Meyvelenmek işi.
meyvelenmek (nsz) Meyveli duruma gelmek, meyve vermek.
meyveli sf 1. Meyvesi olan, meyve veren, yemişli: Meyveli ağaç. 2. Meyve ile yapılmış, içinde meyve bulunan: Meyveli gazoz. Meyveli pasta. 3. mec. Yaratıcı olan, olumlu bir şey ortaya koyabilen. meyveli ağacı taşlarlar bilgili, hünerli, işinde başarılı olan kimselere genellikle sataşılır.
meyvelik, -ği is. 1. Meyve ağacı dikili, belirli büyüklükte yer, yemişlik. 2. Meyve konulan kap, yemişlik: Meyvelikte portakallarla bir tek elma vardı." -S. F. Abasıyanık.
meyve ortası is. bot. Yemişlerin meyve dışı ve meyve içi arasında bulunan sulu ve etli bölümü.
meyve reçeli is. Meyveden yapılan şekerli tatlı.
meyve sineği is. zool. Meyvelere musallat olan sinek türü.
meyve sineğigiller ç. is. zool. Kanatlarında koyu renkli lekeler bulunan bir tür sinek familyası (Trypetidae).
meyvesiz sf. Meyvesi olmayan, meyve vermeyen: "İçi yer yer kümeleşip yer yer seyrekleşen meyveli meyvesiz ağaçlarla doluydu." -N.Cumalı.
meyvesizlik, -ği is. Meyvesiz olma durumu.
meyve suyu is. Meyveden elde edilen su.
meyve şekeri is. kim. Levüloz.
meyve yaprak, -ğı is. bot. Çiçeğin, döllenmeden sonra yemişi oluşturan yaprağı.
meyyal, -li sf. (meyyad) Ar. meyyal esk. Eğilimli, eğimli; "Kuraldı, semizliğe meyyal bir bünyedeydi." -Y. K. Beyatlı.
meyyit is. Ar. meyyit Ölü.
-mez bk. -vaaz I -mez.
mezalim ç. is. (meza:lim) Ar. mezâlim esk. Yapılan zulümler, haksızlıklar, kıyımlar.
mezamir ç. is. (meza:mi:r) Ar. mezamir esk. 1. Düdükler. 2. Makamla okunan Zebur sureleri.
mezar is. Ar. mezar Ölünün gömülü olduğu yer, kabir, sin, makber, gömüt: "Mezar, tabuta yakın yerdeymiş ve cenaze dilencilerle kalabahklaşmıştı." -M. Ş. Esendal. mezardan çıkarmak bir kimseyi ölümden kurtarmak. mezarını kazmak kötülüğünü istemek, kötü duruma düşürmek için uğraşmak.
→ mezar kaçkını, mezar soyguncusu, mezar taşı, anıt mezar
mezarcı is. 1. Mezar kazan kimse. 2. Mezarın bakımını yapan kimse.
mezarcılık, -ğı is. 1. Mezar kazma işi. 2. Mezar bakımını yapma işi.
mezaristan is. Ar. mezar + Far. -istân Mezarlık.
mezar kaçkını is. Çok zayıflamış kimse.
mezarlık, -ğı is. Mezarların bulunduğu yer, kabristan, gömütlük, sinlik, mezaristan: "Kasabanın kenar mahallelerinden sonra bir mezarlık başlardı." -S. F. Abasıyanik.
→ araba mezarlığı
mezar soyguncusu is. Ölüyle birlikte gömülen değerli eşyaları çalan kimse, ölü soyucu, kefen soyucu, nebbaş.
mezar taşı is. Gömülen kişiye ait kimlik bilgileri, dua vb. yazıları kazınmış olarak üzerinde bulunduran ve mezarın baş ucuna dikilen taş: "Aklımız ahiret ve ölüm fikrine mermerden mezar taşlarıyla alışırdı." -R. H. Karay.
mezat, -di is. Ar. mezâd 1. Açık artırma ile satış. 2. Açık artırma ile satış yapılan yer: Bu masayı mezattan aldım, mezada çıkarmak (veya koymak) açık artırma yoluyla bir malı satışa çıkarmak: "Nesi var nesi yoksa, toplar, buraya getirir, mezada koyardı." -M. Ş. Esendal.
→ mezat malı
mezatçı is. 1. Arttırma ile satışı yönlendiren kimse: "Mezatçı bağırıyordu: Elli bir lira, yok mu arttıran?" -Ç. Altan. 2. Sürekli olarak mezadı takip eden kimse.
mezat malı is. Bayağı ve ucuz mal.
mezbaha is. Ar. mezbaha Kesimevi.
mezbele is. Ar. mezbele esk. 1. Çöplük: "Köyün mezbelesinde, köpek enikleriyle insan yavruları birbirine karışmış, oynaşıyorlar." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Aşağılık ve kötü durum.
mezbelelik, -ği is. hlk. Çöplük.
mezcetme is. Mezcetmek işi.
mezcetmek, -der (-i, -e; -le) Ar. meze + T. etmek esk. Birbirine katmak, katıştırmak.
meze is. (me'ze) Far. meze 1. İçki içilirken yenilen yiyecek: "Salatayı, peyniri yenilediler. Bu kadar mezenin yenilip bu kadar içkinin içilmesi gene de bir saat sürmedi." -N. Cumalı. 2. mec. Eğlence, alay.
mezeci is. Meze satan kimse.
mezecilik, -ği is. Meze yapıp satma işi.
mezelik, -ği sf. 1. Meze yapılmaya elverişli, meze olarak kullanılan. 2. is. Meze olarak yenilen şey: Mezelik almaya gitti.
mezellet is. Ar. mezellet esk. Alçalma, bayağılaşma.
mezgit is. zool. Mezgitgillerden, Avrupa ve Türkiye denizlerinde yaşayan, uzun vücutlu, büyük ağızlı, eti lezzetli bir balık, tavuk balığı (Gadus merlangus).
mezgitgiller ç. is. zool. Balıklar sınıfının kemikli balıklar takımına giren, genellikle tatlı sularda yaşayan bir familyası.
mezhebi geniş sf. Namus konusunda aşırı hoşgörülü davranan (kimse): "Mezhebi ne kadar geniş olursa olsun, evinin içinde böyle bir münasebete nasıl göz yumar?" -P. Safa.
mezhep, -bi is. Ar. mezheb 1. din b. Bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları sebebiyle ortaya çıkan kollarından her biri: "Anasının hatırasına bu derin hürmet, ömrünün sonlarına doğru, babamda âdeta bir mezhep hâlini almıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Anlayış, görüş. 3. esk. Öğreti.
→ mezhebi geniş, geniş mezhepli
mezhepçi is. Mezhep yanlısı olan kimse.
mezhepçilik, -ği is. Mezhepçi olma durumu.
meziyet is. Ar. meziyyet Bir kişiyi veya nesneyi benzerinden üstün gösteren nitelik: "Cemal Paşa'da anlamadığı işi ehline bırakmak meziyeti vardı." -F. R, Atay.
meziyetli sf. Beğenilen, üstün nitelikleri bulunan: "Köy halkı meziyetli insanlardı. Haksızlıktan ve yalanlardan ürkerlerdi." -S. F, Abasıyanık.
meziyetsiz sf. Beğenilmeyen, üstün nitelikleri bulunmayan.
mezkûr sf. Ar. meşkûr esk. Adı geçen, anılan, sözü geçen, zikredilen, zikrolunan: "Mezkûr evi de kiraya vermiştim." -S. F. Abasıyanık.
mezmur is. Ar. mezmûr esk. Makamla okunan Zebur suresi.
mezoderm is. Fr. mesoderme anat. Orta deri.
mezon is. Fr. mezon fiz. Elektrondan ağır, protondan hafif bir atom cisimciği.
mezosfer is. Fr. mâsosphere astr. Orta yuvar.
mezoterm is. Fr. mezoterm biy. Ilıkçıl.
mezozoik, -ği is. Fr. mesozoigue jeol İkinci Çağ.
mezozom is. biy. Bakterinin üremesi sırasında bakteri zarından kıvrımlar yaparak meydana gelen mitokondri benzeri yapı.
mezra is. (mezra:) Ar. mezra' esk. 1. Ekime elverişli, ekilecek tarla veya yer, ekenek. 2, Kırsalda birkaç evden oluşan en küçük yerleşim birimi.
mezraa is. Ar. mezra'a bk. mezra.
mezru sf. (mezru:) Ar. mezru" esk. Ekilmiş, ekili.
mezun sf (me:zu:n) Ar. me'gün 1. Bir okulu bitirerek diploma almış (kimse): "Olsa olsa sanat enstitüsü mezunudur." -H. Taner. 2. esk. İzin almış, İzinli: "Vedia'dan öğrendim, seyahate çtkacakmışsınız, mezunmuşsunuz." -P. Safa. 3. esk. Bir iş için yetki verilmiş, yetkili: Bunu yapmaya mezun değilim, mezun olmak okul, kurs vb.ni bitirmek.
mezuniyet is. (me:zu:niyet) Ar. me'züniyyet 1. Okulu bitirme: Mezuniyet sınavı. 2. esk. İzinli olma durumu. 3. esk. Yetki.
mezura is. (mezu'ra) İt. misura Terzilikte ölçü almak İçin kullanılan, genellikle 1,5 m uzunluğunda şerit metre, mezür.
mezür is. Fr. mesure 1. Mezura. 2, Ölçü: "Kunduraları galiba ayağını sıktığı için mezürü bozuyor, aktrisi kızdırıyordu." -R. N. Güntekin.
mezzosoprano is. İt. müz. 1. Soprano ile kontralto arasında kadın sesi. 2. Sesi böyle olan sanatçı.
Mg kim. Magnezyum elementinin simgesi.