-ma / -me (I) Fiilden isim türeten ek: böl-me, oku-ma, yaz-ma vb.
-ma- / -me- (II) Fulden fiil türeten ek: al-ma-, gizle-me-, ver-me- vb.
maada zf. (maı'ada:) Ar. mâ-'ada esk. -den başka, gayri: "Karakol Cemiyeti'nin de, İstanbul'dan maada, Bursa havalisinde de faaliyette bulunduğu anlaşıldı." -Atatürk.
maaile zf. (ma:'a:ile) Ar. ma'a-'ü'ile esk. Ailece, ev halkıyla birlikte: "Bir perşembe akşamı maaile atölyeye davet olunduk." -H. Taner.
maalesef ,zf. (maalesef) Ar. ma'a + esef Üzülerek söylüyorum ki, ne yazık ki, maatteessüf: Maalesef size yardım edemeyeceğim.
maalmemnuniye zf. (maa'lmemnumiye) Ar. ma'a + memnüniyye esk. İsteye isteye, seve seve, memnunlukla, memnuniyetle: "Eğer sen ahlakıyla çalışıp da buhran sebebiyle işi bozulmuş bir adam olaydın maalmemnuniye yardım ederdim." -H. R. Gürpınar.
maarif is. (maaırif) Ar. ma'arif esk. 1. Bilgi ve kültür. 2. Öğretim ve eğitim sistemi: "En büyük emelim, maarif vekili olarak yurdumun irfanım yükseltmektir." -Atatürk.
maarifçi is. esk. Öğretim ve eğitim kurum veya kuruluşlarında çalışan kimse.
maaş is. Ar. ma'âş Aylık, maaş almak aylık almak, maaş bağlamak aylık bağlamak. maaş vermek aylık vermek, maaşa geçmek aylığa geçmek.
→ maaş bordrosu, asli maaş, dolgun maaş, açık maaşı, emekli maaşı, eytam maaşı, tekaüt maaşı
maaş bordrosu is. Çalışanların bir aylık hizmet bedelini, vergi matrahını ve kesintileri ile aylık net ücretini gösteren cetvel, aylık bordro.
maaşlı sf. Aylıklı: "Biri bir koca görür rüyasında / Yüz lira maaşlı kibar bir adam." -O. V. Kanık.
maaşsız sf. Aylıksız.
maatteessüf zf. (maa'tteessüf) Ar. ma'a + te'essuf esk. Maalesef: "Hayır, Belediye nizamnamesinde maatteessüf -evet aynen böyle söyledi- maatteessüf buna dair bir kayda tesadüf edemedik." -H. Taner.
maazallah ünl. (maazallah) Ar. ma'âzallah "Tanrı korusun, Tanrı esirgesin" anlamlarında bir söz: "Maazallah! Birimize kitaptan rastgele bir şey soracak olsa, yandığımız gündü." -H. Taner.
mabat, -di is. (ma:ba:t) Ar. mâ + ba'd esk. 1. Bitmemiş yazı, roman vb.nde arka, devam, sonra. 2. mec. Kıç.
mabet, -di is. (ma:bet) Ar. ma'bed 1. din b. Tapmak: "Bütün mabetler içinde güneşten ilk ışık alan camidir." -A. Haşim. 2. mec. Özel bir konuda, sevgi ve saygı ile bağlanmanın ortaya konulduğu yer: "Burası jüri heyetinin toplanacağı mukaddes sanat mabedidir." -H. F. Ozansoy.
→ mabet ağacı
mabet ağacı is. bot. Dünyadaki tohumlu bitkilerin en eskisi ve yaşlısı olup yaşayan fosil olarak adlandırılan, 30-40 m boyunda 2-3 m çapında, sonbaharda altın sarısı yapraklarıyla dekoratif bir görünüm sergileyen, dona ve hava kirliliğine karşı dayanıklı bir süs ağacı, Çin çamı (Ginkgo biloba).
mabeyin, -yni is. (maıbeyin) Ar. mâ + beyn esk. 1. Ara: Meseleyi mabeyninizde halletmelisiniz. 2. tor. Eski konaklarda harem ile selamlık arasındaki daire. 3. tor. Padişah sarayı. 4. mec. İki kişi arasındaki soğukluk.
mabeyinci is. tar. Osmanlı devletinde padişahların dışarıyla olan ilişkilerine bakan, buyruklarını ilgililere bildiren, bazı kişilerin dileklerini kendisine ileten görevli: Büyük annem serasker kapısına, mabeyincilerin konaklarına giderek ağlayıp sızhyormuş." -R. N. Güntekin.
mabeyincilik, -ği is. Mabeyincinin görevi.
mablak, -ğı is. Ar. mibla' esk. 1. Hamur, merhem, boya vb. şeyleri ezip karıştırarak yoğurmak için kullanılan ve bir ucu ele alınacak biçimde saplı, öbür ucu yassı olan alet. 2. Aşure kazanlarını karıştırmakta kullanılan, uzun saplı ve yayvan uçlu tahta kepçe.
mabude is. (ma:bu:de) Ar. ma'büde esk. 1. Çok tanrılı dinlerde kendisine tapınılan dişi tanrı, tanrıça, ilahe. 2. mec. Tapımrcasına sevilen kadın, sevgili.
mabut, -du is. (ma:bu:t) Ar. ma'büd din b. Kendisine tapılan varlık, tapacak, tanrı, ilah.
-maca / -meçe Fiilden isim türeten ek: bilmece, bul-maca, çek-mece vb.
Macar öz. is. 1. Macaristan halkından veya bu halkın soyundan olan kimse. 2. Macaristan veya Macarlarla İlgili olan şey: Macar salamı.
→ Macar biberi, Macar ineği, Macar salamı
Macar biberi is. Hafif acı kırmızıbiber.
Macarca öz. is. (maca'rca) 1. Macar dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
Macar ineği is. zool. Eti ve sütü için beslenen bir tür inek.
Macarlık, -ğı Öz. is. Macar olma durumu.
Macar salamı is. Bir tür salam.
-maçasına / -mecesîne Zarf-fiil eki: dur-ma-macasına, iç-mecesine vb.
macera is. (ma:cera:) Ar. mü + cerâ 1. Baştan geçen ilginç olay veya olaylar zinciri, serüven, sergüzeşt, avantür: "Türk şiirinin ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim." -A. H. Tanpınar. 2. mec. Hiç olmayacak gibi görünen iş. macera aramak başına geleceklerden habersiz, sonu bilinmeyen, tehlikeli, heyecanlı bir işe girişmek. maceraya atılmak tehlikeli, yorucu, sıkıcı ve ne olacağı bilinmeyen bir işe kalkışmak.
maceracı sf. (ma:cera:cı) İlginç ve tehlikeli olayları göze alan, maceraperest: "Bizim gibi maceracı insanlarda ne gibi meziyetler bulunduğunu anlamak herkesin kârı değildir." -R.H. Karay.
maceracılık, -ğı is. Serüvencilik.
maceralı sf. (ma:cera:h) Serüvenli, heyecan veren, karmaşık, olağandışı.
maceraperest sf (ma:cera:perest) Ar. macera + Far. -perest esk. Serüvenci, maceracı, macera düşkünü (kimse).
macerasız sf Serüvensiz, heyecan vermeyen, basit, sıradan.
macun is. (ma:cun) Ar. ma'cün 1. Hamur kıvamına getirilmiş madde. 2. Boyacılıkta çatlak ve aralıkları kapamak, camcılıkta camları tutturmak için kullanılan hamur kıvamında karışım: Cam macunu. Yağlı boya macunu. 3. Baharlı, tarçmlı, yumuşak ve yapışkan şekerleme: "Sakın anneme söylemeyin! Söylemezseniz size macun alırım." -O. V. Kanık, macun çekmek 1) boyacılıkta, düzgünlük ve dayanıklılık sağlamak için boyanacak yüzeye macun sürmek; 2) çatlak, delik yerleri kapatmak veya camı çerçeveye tutturmak İçin macun sürmek.
→ macun küreği, bal mumu macunu, camcı macunu, cam macunu, çelik macunu, diş macunu, üstübeç macunu
macuncu is. (ma:cuncu) Macun yapan veya satan kimse.
macunculuk, -ğu is. Macun yapma veya satma işi.
macun küreği is. Üzerinde macun hazırlanan ve sıva işlerinde kullanılan yardımcı el aleti.
macunlama is. Macunlamak işi.
macunlamak (-i) Macun çekmek: Camı macunlamak. Kapıları macunlamak.
macunlanma is. Macunlanmak işi.
macunlanmak (nsz) Macunlama işine konu olmak veya macunlama işi yapılmak.
macunlaşma is. Macunlaşmak işi.
macunlaşmak (nsz) Macun koyuluğuna gelmek.
macunlatma is. Macunlatmak işi.
macunlatmak (-i) Macunlama işini yaptırmak.
macunluk, -ğu is. İçine macun konulmaya yarayan özel kap.
maç is. İng. match Bazı spor dallarında iki takım, iki kişi, iki taraf arasında yapılan karşılaşma: "Paris'te maça gitmek şöyle dursun, stadyumların yerini bile öğrenmek aklımdan geçmedi." -B. R. Eyuboğlu. maç satmak müsabaka sonucunu belirlemek amacıyla meşru olmayan yollardan veya para karşılığı anlaşmaya varmak, maç yapmak iki takım veya İki kişi kazanmak amacıyla aralarında karşılaşma yapmak.
-maç / -meç Fiilden isim türeten ek: bulamaç, de-meç, yırt-maç vb.
maça is. (ma'ça) İt. mazza 1. Oyun kâğıtlarında, mızrak ucuna benzer, ayaklı siyah beneklerle oluşan dizi, pik. 2. mdn. Döküm parçasında, içi boş, kopya elde etmek için kullanılan kum, maden veya erimiş durumdaki döküm maddesine dayanıklı başka bir maddeden yapılmış dolgu kalıp.
→ maça beyi, maça kızı
maça beyi is. İskambil destesinde maça dizisinde yer alan as, birli, maça beyi gibi kurulmak saygısızca yayılarak oturmak.
maça kızı is. 1. İskambil destesinde maça dizisinde yer alan kız. 2. Bir tür iskambil oyunu.
maç maç zf Bir şeyi çiğnerken "maç" diye ses çıkararak: "Bunların ağdalanır maç maç Öterken sakızı." -M. A. Ersoy.
macuna is. (maçu'na) İt. macchina den. İslimle çalışan ağırlık kaldırma makası.
Madagaskarlı sf. Madagaskar halkından olan.
madalya is. (madalya) İt. medaglia Savaşta yararlık gösterenlere, yarışlarda ve sergilerde derece alanlara ödül, bazen de önemli bir olay dolayısıyla ilgililere hatıra olarak verilen metal nişan: "Hemen, gümüş ve mineden kendi madalyamı verdim." -F. R. Atay. madalyanın (veya madalyonun) ters tarafı (veya tersi) olumlu bir iş, bir durum veya bir olayın düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.
→ madalya töreni
madalyalı sf. Madalya almış olan.
madalyasız sf. Madalyası olmayan.
madalyasızlık, -ğı is. Madalyasız olma durumu.
madalya töreni is. Yararlılık gösteren veya bir yarışmada derece alan birine madalya verilirken yapılan toplantı.
madalyon is. İt. medaglione Boyna zincirle takılan, genellikle değerli metalden yapılmış, İçine küçücük resim gibi şeyler konulan, türlü biçimde süs eşyası.
madalyoncu is. Madalyon yapan veya satan kimse.
madam is. Fr. madame 1. Fransa'da evli kadınlara verilen san. 2. Türkiye'de Müslüman olmayan evli kadın.
-madan / -meden Zarf-fiil eki: bil-meden, oku-madan, öğren-medens, or-madan vb.
madara sf. Far. madara argo Kötü, sevimsiz. madara etmek kötü duruma düşürmek, yalanını, yanlışını çıkarmak, madara olmak kötü duruma düşmek, yalanı, yanlışı ortaya çıkmak.
madaralaşma is. Madaralaşmak işi.
madaralaşmak (nsz) Madara durumunda olmak.
madde is. Ar. madde 1. Duyularla algılanabilen, bölünebilen, ağırlığı olan nesne, özdek: "Bütün uyuşturucu maddeler gibi, vazgeçemeyeceği kadar bağlanarak yalana alışır." -N. Cumalı. 2. Bir şeyi oluşturan öge: Cam yapmak için silisli maddeler kullanılır. 3. Yasa, sözleşme, antlaşma vb. metinlerde, her biri başlı başına bir yargı getiren ve çoğu kez rakamla belirtilen bölüm: "Kanun tatbikatında merhamet bilmez. Suçları maddeleriyle ölçer. Hükmünü verir, çarpar. " -H. R. Gürpınar. 4. Sözlük ve ansiklopedilerde tanımlanan, anlatılan kelime, ad veya konulardan her biri: "Bir uzmanla buluşacağı zaman ansiklopediyi açar, o konuyla ilgili maddeyi okur." -S. Birsel. 5. İleri sürülen sorun: Bu maddeyi ileride inceleriz. 6. Para, mal vb. ile ilgili şey: Maddeye önem vermek. 7. Kendi içinde bütünlüğü olan anlatım: Cevapları bir, iki, üç diye maddeledi.
→ madde başı, ak madde, boyar madde, boz madde, geçici madde, ham madde, kozmik madde, madde madde, uyuşturucu madde, gönderme maddesi, kanun maddesi, katkı maddesi, tekel maddesi
madde başı is. Sözlük yapma düzeninde başlı başına bir anlam ifade eden ve siyah olarak yazılan, tanımı verilen sözlük birimi.
maddeci is. fel. 1. Materyalist. 2. mec. Para, mal vb.ne çok önem veren kimse.
→ tarihî maddeci
maddecilik, -ği is. fel. 1. Materyalizm. 2. mec. Para, mal vb.ne çok önem verme.
→ tarihî maddecilik
maddeleme is. Haddelemek işi.
maddelemek (-i) Madde madde yazmak.
maddeleşme is. Maddeleşmek işi.
maddeleşmek (nsz) Madde durumuna gelmek; "... kuvvetin ise hayatta maddeleşmiş timsali ancak paraydı." -Ö. Seyfettin.
madde madde zf. Maddeler hâlinde sıralayarak.
maddesel sf. 1. Madde ile ilgili, maddi, 2. fiz. Madde özelliğinde olan, maddi.
→ maddesel nokta
maddesel nokta is. Bir maddenin, üç boyuttan soyutlanmış varsayılan çok küçük parçası.
maddeten zf. (ma'ddeten) Ar. maddeten esk. Madde bakımından, maddi bakımdan, manen karşıtı: "Mîlletini maddeten ve manen yükseltmek istemeyen adam nasıl samimi Türkçü olabilir?"-O. S. Orhon.
maddi sf. (maddi:) Ar. maddi 1. Madde İle ilgili, maddesel, manevi karşıtı: "Devletin temel amaç ve görevleri... insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi İçin gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır." Anayasa. 2. Maddeden oluşan. 3. Nesnelerle ilgili olan: Maddi şartlar. 4. Mal, para, varlıkla ilgili olan. 5. mec. Paraya, mala çok önem veren (kimse). 6.fiz. Maddesel: Maddi dünya.
maddileşme is. Maddileşmek işi.
maddileşmek (nsz) Maddeye önem verir duruma gelmek.
maddileştirme is. Maddileştirmek işi.
maddileştirmek (-i) Maddi duruma getirmek.
maddilik, -ği is. fel. Maddi olma durumu, cismanilik, maddiyet.
maddiyat ç. is. (maddiya:t) Ar. müddiyyüt 1. Sahip olunan mal veya paralar. 2. Madde ile ilgili şeyler. 3. mec. Mal mülk, para ile ilgili şeyler.
maddiyet is. Ar. maddiyet esk. Maddilik: "Gittikçe artan sessizlik içinde bu iki adamın maddiyetleri birer gürültü çıkarıyor gibi geliyor." -H. R. Gürpınar.
madem bağ. (ma:dem) Ar. mü + dam "Değil mi ki, -diği için, -diğine göre" anlamlarında sebep göstermek için, başına getirildiği cümleyi daha sonraki cümleye bağlayan bir söz, mademki: "Bakma sen, madem tanıdıkmış, bulur bir çaresini." -Ç. Altan.
mademki bağ. (ma:demki) Ar. mâ + dam + Far. ki Madem.
maden is. (ma:den) Ar. ma'den jeol. 1. Yer kabuğunun bazı bölgelerinde çeşitli İç ve dış doğal etkenlerle oluşan, ekonomik yönden değer taşıyan mineral. 2. sf. Bu mineralden yapılmış: Maden kap. 3. Maden ocağı veya maden işletmesi. 4. mec. Çok değerli şeyleri kapsayan kaynak: Bu kütüphane bir madendir, değerini bilin. 5. argo Uyuşturucu, esrar, eroin: "İstersen sana biraz maden vereyim de çek!" -O. C. Kaygılı. 6. tkz. Kolay ve iyi kazanç sağlayan iş veya parası elinden kolaylıkla alınan kimse. 7. kim. Metal.
→ maden bilimi, maden cevheri, maden damarı, Maden Devri, maden filizi, maden gazı, madenkırmız, maden kirası, maden kömürü, maden kuyusu, maden mavisi, maden ocağı, maden sodası maden suyu, maden yatağı, maden yünü, çıplak maden, ergimiş maden, kırmız madeni
maden bilimi is. min. Mineraloji.
maden cevheri is. min. İçindeki maden oranı işletilmeye elverişli miktarda olan filiz.
madenci is. 1. Maden işleten kimse. 2. Maden ocaklarında çalışan işçi.
madencilik, -ği is. 1. Yer altındaki madenlerin araştırılması, çıkarılması ve işletilmesiyle ilgili teknik ve yöntemlerin bütünü. 2. Madencinin yaptığı iş.
maden damarı is. min. Maden cevherinin yoğun olarak bulunduğu bölüm.
Maden Devri is. tar. Tarihten önceki zamanların ayrıldığı üç çağdan sonuncusu olan ve madenlerin kullanılmaya başladığı zaman dilimi.
maden filizi is. min. Maden cevheri.
maden gazı is. fiz. Madende oluşan gaz.
madenî sf. (ma:deni:) Ar. ma'deni Madensel, madenle ilgili.
→ madenî para, madenî yağ, madenî yün
madenî para is. Altın, gümüş, bakır, bronz, alüminyum vb. maddelerin alaşımından yapılan para, demir para.
madenî yağ is. Madensel ürünlerden elde edilen yağ.
madenî yün is. Maden yünü.
madenkırmız is. kim. Antimon birleşimlerinden al renkte bir madde, kırmız madeni.
maden kirası is. huk. Maden işletilsin veya işletilmesin devlete verilen para.
maden kömürü is. jeol. Taş kömürü.
maden kuyusu is. Maden ocağı.
maden mavisi is. 1. Kül rengine çalan parlak mavi. 2. sf. Bu renkte olan.
maden ocağı is. Kazılarak maden cevheri çıkarılan yer.
madensel sf. 1. Madenle ilgili veya madene özgü olan, madenî, metalik: Madensel bir renk. 2. Madenden yapılmış.
madenselleşme is. Madenselleşmek durumu.
madenselleşmek nsz Madensel özellik kazanmak: "Hoparlörden daha da madensel-leşen ses uğulduyordu kasabanm her köşesinde." -N. Cumalı.
madensi sf. 1. Maden gibi olan. 2. is. kim. Metalsi.
maden sodası is. Maden suyu içine sıkıştırılmış gaz doldurulduktan sonra elde edilen şişe suyu.
maden suyu is. İçinde erimiş mineraller bulunan ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanılan kaynak suyu.
maden yatağı is. Maden filizi katmanlarının bulunduğu alan.
maden yünü is. Yalıtkan olarak kullanılan bir madde, madenî yün.
mader is. (ma:der) Far. mâder esk. Ana, anne.
maderşahi is. (ma:derşa:hi:) Far. mâder + şah + Ar. -i sos. esk. Anaerkil.
maderşahilik, -ği is. sos. Ana erklilik.
maderzat, -di is. Far. mâder-zâd esk. Anadan doğma.
madımak, -ğı is. Erm. bot. hlk. İlkbaharda kırlarda yetişen, ufak yeşil yapraklı, ıspanak gibi pişirilip yenilen bir bitki.
madik, -ği is. Erm. 1. Miskete fiske vurarak oynanan zıpzıp oyunu. 2. argo Dolap, hile: "Gazetecilerin pintiliklerinden, kitapçıların madiklerinden uzak ve serbest yaşıyorum." -H. R. Gürpınar, (birine) madik atmak (veya etmek veya oynamak) argo dolap çevirmek, hile yapmak.
madikçi is. Hile yapan, hileci kimse.
madikleme is. Madiklemek işi veya durumu.
madiklemek (-i) Hile yapmak, dolap çevirmek.
madlen is. Bir çikolata türü: "Şu mendebur şekersiz madlenlerle dolu kavanozu uzattı." -B. Felek.
madrabaz is. Far. madara-bâz 1. Hayvan, balık, sebze, meyve vb. yiyecekleri yerinden getirerek toptan satan kimse. 2. sf. mec. Hile yapan, hileci: "... bunlar kusurlu, adi camlardır, köy evi camları! Madrabazlar böylelerini köylere satarlar." -R. H. Karay.
madrabazlık, -ğı is. 1. Madrabaz olma durumu. 2. Madrabaza yakışır davranış: "Öyle ya, hırsızlık et, katillik et, madrabazlığın envasını yap, sonra Allah'a avuç açarak af dile... Böyle şey olmaz!" -P. Safa.
madreporlar ç. is. zool. Mercanlar sınıfının kalkerli hayvanları içine alan bir takımı.
madrup, -bu sf. Ar. madrüb esk. 1. Dövülmüş (kimse). 2. is. mat. Çarpılan.
madun sf. (ma:du:n) Ar. mü + dün esk. 1. Alt aşamada bulunan. 2. is. Ast.
maestoso zf. (maesto'so) İt. müz. 1. Bir parça görkemli bir biçimde ve ağır tempoyla çalınarak. 2. is. Bu tempo ile çalınan parça. 3. is. Eğlenceli müzik parçası.
maestro is. (mae'stro) İt. maestro müz. 1. Besteci. 2. Orkestra şefi.
mafevk sf. (ma.fevk) Ar. mâ-fevk esk. 1. Üst aşamada bulunan. 2. is. Üst, yukarı.
mafiş sf. Ar. mâjîhi şey' tkz. 1. Yok, kalmadı: Bende para mafiş! 2. is. Bir çeşit yumurtalı ve hafif hamur tatlısı.
mafsal is. Ar. mafsal esk. 1. onat. Eklem. 2. tekno. Birbirine bağlanmış parçaların her yönden dönmesini sağlayan bağlantı öğesi.
mafya is. İt. mafia 1. Yasa dışı işlerle uğraşan, zor kullanarak birtakım gizli çıkarlar sağlayan örgüt. 2. Bu Örgüte mensup olan kimse. 3. Gizli örgüt.
→ mafya çizgisi
mafyacı is. Mafya gibi davranan.
mafyacılık, -ğı is. Mafyacı olma durumu, mafya üyesi olma.
mafya çizgisi is. Takım elbisenin kumaşında bulunan, ince, dikey çizgi.
mafyalaşma is. Mafyalaşmak işi veya durumu.
mafyalaşmak (nsz) 1. Mafya durumuna gelmek. 2. Mafya işleriyle uğraşmak.
mafyalık, -ğı is. Mafyanın yaptığı iş.
maganda is. argo Görgüsüz, kaba, anlayışsız, terbiyesiz ve uyumsuz kimse.
→ maganda kurşunu
maganda kurşunu is. Serseri kurşun.
magandalık, -ğı is. Maganda olma durumu.
magazin is. İng. magazine 1. Halkın çoğunluğunu ilgilendirecek, çeşitli konulardan söz eden, bol resimli yayın: "Jimmy, ince belli, uzun bacaklı, filmlerde, magazinlerde gördüğümüz standart Amerikan bahriyelisi..." -H. Taner. 2. Genellikle sanat, eğlence ve spor dünyasında tanınmış kişilerle ilgili haber ve yorum. 3. tek. Depo.
→ magazin basım, magazin dünyası
magazin basını is. Yazısı az, resmi bol, genellikle eğlence ve spor dünyasında tanınmış kişilerin yaşantılarıyla ilgili haber ve yorumlara yer veren yayın.
magazin dünyası is. Genellikle eğlence ve spor dünyasında tanınmış kişilerin içinde bulunduğu çevre veya ortam.
magazinleşme is. Magazinleşmek işi.
magazinleşmek (nsz) Magazin durumunu almak: "Hem unutmayalım ki magazinleşen bir edebiyat dergisi asıl maksadından ve kalitesinden çok şey kaybetmeye ... mahkûmdur. " -Y. N. Nayır.
magma is. (ma'gma) Fr. magma jeol. Yerin içinde, sıvı veya hamur kıvamında uçucu gazlarla doymuş olarak bulunan eriyik.
magmasal sf.jeol. Magmasal.
magmatik, -ği sf. Fr. magmatiaue jeol. Magma ile ilgili, magmasal.
magnezit is. Fr. magnesite min. Lüle taşı.
magnezyum is. Fr. magnesium kim. Atom numarası 12, atom ağırlığı 24,30, yoğunluğu 1,7 olan, gümüş renginde, parlak bir alevle yanan, çok hafif bir element (simgesi Mg).
→ magnezyum karbonat, magnezyum klorür, magnezyum sülfat
magnezyum karbonat is. kim. Magnezit ve özellikle kalsiyum ve magnezyum karbonat tuzu olan dolomit biçiminde madde, MgC03.
magnezyum klorür is. kim. Hidratlı billurlar vererek billurlaşan deniz suyunun damıtılmasıyla elde edilen madde, MgCl2.
magnezyumlu sf. Özünde magnezyum bulunduran, magnezyum içeren.
magnezyum sülfat is. kim. Renksiz, küçük iğneler biçiminde ve hidratlı olarak billurlaşan, deniz suyunda ve bazı maden sularında bulunan madde, MgS04.
magri is. Yun. zool. Yılan balığıgillerden, Avrupa kıyılannda yaşayan, eti lezzetli büyük bir balık (Conger conger).
mağara is. (mağa'ra) Ar. mağüre 1. Bir yamaca veya kaya içine doğru uzanan, barınak olarak kullanılabilen yer kovuğu, in: "Şu karşıki dağda derin bir mağara vardır." -A. Gündüz. 2. jeol ve coğ. Karst bölgelerinde kireç taşlarının erimesiyle oluşan, büyük, birbirine koridorlarla bağlı yer altı kovukları.
→ mağara bilimi;, mağara resmi, mağara sesi
mağara bilimci is. Mağara bilimi ile uğraşan kimse.
mağara bilimi is. jeol. Konusu mağaraları, yer altındaki uçurumları, yarıkları, oyukları, yer altı akarsularını araştırmak ve incelemek olan bilim.
mağara resmi is. Tarih öncesi insanların mağara duvarlarına yaptıkları resim.
mağara sesi is. Derin, boğuk ve korkmuş vurgulu ses.
mağaza is. (mağa'za) Fr. magasin 1. Büyük dükkân: "Mahmutpaşa'da bir manifatura mağazası işletiyor ve ayrıca iyi iş yapan bir düğme fabrikasının da yarı yarıya sahibi bulunuyordu." -H. Taner. 2. Eşya ve azık deposu.
→ büyük mağaza, gümrüksüz mağaza, spot mağaza, konfeksiyon mağazası, tesettür mağazası
mağazacı is. 1. Mağazası olan veya mağaza işleten kimse. 2. esk. Depo bekçisi.
mağazacılık, -ğı is. Mağazacı olma durumu.
mağdur sf. (mağduır) Ar. mağdur Haksızlığa uğramış (kimse), kıygın: "Efendiler, asırlardır şarkta mağdur ve mazlum olan milletimiz..." -Atatürk, mağdur etmek zarara uğratmak, mağdur olmak zarara uğramak.
mağduriyet is. (mağdu:riyet) Ar. mağdüriyyet Mağdurluk.
mağdurluk, -ğu is. Mağdur olma durumu, kıygınlık, mağduriyet: "Oy kavgasında kazanılmaya değer bir kalabalık saymadıklarından olacak, onların mağdurluğunu gidermek, onların hakkını korumak çabasına üşenmişler." -H. Taner.
mağfiret is. Ar. mağfiret esk. Bağışlama. mağfiret dilemek bağışlanmayı istemek. mağfiret etmek Tanrı bağışlamak.
mağfur sf (mağfu:r) Ar. mağfur esk. Affolunmuş, bağışlanmış.
mağlubiyet is. (mağlûıbiyet) Ar. mağlübiyyet Yenilgi: "Biz orada zannederdik ki, mağlubiyet ve işgal herkesi intibaha getirmiştir." -A. İlhan.
mağlup, -bu sf. (mağlûıp) Ar. mağlüb Yenilen, yenik düşen, yenik, mağlup etmek yenmek: "Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları behemehal mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır." -Atatürk. mağlup olmak 1) yenilmek: "Gelen imdat kuvvetinden vaktiyle haber alamıyor, mağlup oluyoruz." -O. S. Orhon. 2) mec. isteğine karşı duramamak, gerçekleşmemesi gereken bir şey için iradesizlik gösterip direnememek ve yapılmasını kabul etmek: "Bu hevesine mağlup olmasına bıçak sırtı kaldı. " -R. N. Güntekin.
mağmum sf. Ar. mağmum esk. 1. Gamlı. 2. Sıkıcı, kapanık (hava).
mağribî sf. (mağribi:) Ar. mağribi Batılı.
Mağribî öz. is. (mağribi:) Ar. mağribi Mağrip halkından olan kimse.
mağrip, -bi is. Ar. mağrib esk. Batı: "Mağripten maşrıka dünyanın ucu / Sarrafı bilir altını, tuncu." -Pir Sultan Abdal.
Mağrip, -bi öz. is. Ar. mağrib Afrika'nın, Mısır dışındaki kuzey ülkeleri.
mağrur sf. (mağru:r) Ar. mağrur Kurumlu, gururlu, kibirli, kendini beğenmiş: "İdris bir imparator gibi mağrurdu." -S. F. Abasıyanık.
mağrurane zf. (mağru:ra:ne) Ar. mağrur + Far. -üne esk. Mağrurca: "Bohçacı mağrurane güldü." -E. E. Talu.
mağrurca zf. (mağru'rca) Gururlanarak, kibirlenerek, büyüklenerek, mağrurcasına, mağrurane.
mağrurcasına zf. (mağru'rcasına) Mağrurca.
mağrurlanma is. Mağrurlanmak işi.
mağrurlanmak (nsz) Kurumlanmak, gururlanmak, kibirlenmek, kendini beğenmek: "... hakikati unutmaz, mağrurlanmaz, para, servet, ihtişam, saltanat gibi şeylere tenezzül bile etmezdi." -Ö. Seyfettin.
mağrurluk, -ğu is. Mağrur olma durumu.
mağşuş sf. Ar. mağşuş esk. Karışık.
mahal, -İÜ is. Ar. mahall Yöre: "Nihayet, güç bela bilet mahallini aşıp merdivenlere doğru boşandılar." -H. Taner, mahal kalmamak gerek kalmamak, gereği olmamak. mahal yok yeri, gereği yok: "Otomobilin dinmeyen yaygarasını üstüne alınmaya mahal yoktu." -Ö. Seyfettin.
→ meskûn mahal, şoför mahalli, tevakkuf mahalli
mahalle is. Ar. mahalle 1. Bir şehrin bîr kasabanın, büyükçe bir köyün bölündüğü parçalardan her biri: "Mahallemizin bunca yıllık kasabı, bakkalı bir gece yok oldular." - N. Cumalı. 2. Bir mahallede oturan insanlar, mahalle halkı, mahalle kahvesi gibi havasız, gürültülü ve kalabalık (yer), mahalleyi ayağa kaldırmak bağırıp çağırarak konu komşuyu tedirgin etmek.
→ mahalle arası, mahalle arkadaşı, mahalle bekçisi, mahalle çapkını, mahalle imamı, mahalle kahvesi, mahalle karısı, mahalle mektebi, mahalle muhtarı, aşağı mahalle, kenar mahalle, yukarı mahalle, yedi mahalle, teneke mahallesi
mahalle arası is. Mahallenin sokakları arasında kalan yer.
mahalle arkadaşı is. Aynı mahallede oturan komşu veya dost: "O gün haşarı mahalle arkadaşlarından altı yedi kişi ile birlikte buralarda dolaşıyordu." -O. C. Kaygılı.
mahalle bekçisi is. Mahallenin güvenliğini, düzenini sağlamada yardımcı olan güvenlik görevlisi.
mahallece zf. (mahalle'ce) Mahallede oturanlar tarafından: "Mahallece merhamet edildi." -Ö.Seyfettin.
mahalle çapkını is. Beceriksiz çapkın.
mahalle imamı is. Mahalledeki mescitte veya camide görevli imam.
mahalle kahvesi is. Mahallede oturanların devam ettiği, oyun oynadığı, çay vb. meşrubat içtiği kahve.
mahalle karısı is. hkr. Görgüsüz, kavgacı kadın.
mahalleli sf. 1. Aynı mahalleden olan. 2. is. Aynı mahallede oturan kimselerin bütünü.
mahalle mektebi is. esk. Mahallede bulunan ilkokul: "Henüz beş yaşında mahalle mektebinde okurken, öğleye yakın zelzele olmuştu." -O. C. Kaygılı.
mahalle muhtarı is. Muhtar.
mahallî sf. (mahalli:) Ar. mahalli Yöresel: Mahallî âdetler. Mahallî hükümet.
→ mahallî idare, mahallî seçim
mahallî idare is. huk. Yerel yönetim: "Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ... yargı yolu ile olur." -Anayasa.
mahallîleşme is. Yöreselleşme, yerelleşme.
mahallîleşmek (nsz) Yöreselleşmek, yerelleşmek.
mahallî seçim is. huk. Belli bir bölgede yapılan seçim.
mahana is. Far. bahane hlk. bk. bahane.
maharet is. (mahaıret) Ar. maharet İş görmede beceri, uzluk, ustalık: "Hâlindeki kırgınlıktan, büyük bir derdi olduğunu anlamış, epeyce bir maharetle ağzını aramıştım." -R. N. Güntekin. maharet kazanmak beceri edinmek, ustalaşmak.
maharetli sf. Eli işe yatkın, becerikli, usta.
maharetlilik, -ği is. Beceriklilik.
maharetsiz sf. Eli işe yatkın olmayan, beceriksiz.
maharetsizlik, -ği is. Maharetsiz olma durumu.
mahbes is. Ar, mahbes esk. Cezaevi.
mahbube is. (mahbu:be) Ar. mahbübe esk. Sevilen kadın.
mahbup, -bu is. (-bu:bu) Ar. mahbüb esk. Sevilen erkek.
mahcubane zf. (mahcu:ba:ne) Ar. mahcüb + Far. -âne esk. Mahcupça.
mahcubiyet is. (mahcu:biyet) Ar. mahcübiyyet Utangaçlık.
mahcup, -bu sf. (-cu:bu) Ar. mahcüb Utangaç, sıkılgan: "Kenara mahcup bir çocuk gibi büzüldü." -S. F. Abasıyanık. mahcup çıkarmak (veya çıkarmamak) utandırmak (veya utandırmamak): "Her yazdığımı tutan hocayı mahcup çıkarmamak için yazdıklarımı daha ciddi bir öz eleştiri eleğinden geçirir olmuştum." -H. Taner, mahcup etmek utandırmak, mahcup kalmak utanmış olmak: "Bu tekdir karşısında mahcup kalmak şöyle dursun, geniş geniş güldü." -H. R. Gürpınar, mahcup olmak utanmak.
mahcupça zf (mahcupça) Mahcup bir biçimde, mahcubane.
mahcupluk, -ğu is. Mahcup olma durumu, utangaçlık.
mahcur sf. Ar. mahcur huk. esk. Kısıtlı.
mahcuz sf (mahcur) Ar. mahcuz huk esk. Haciz altına alınmış, hacizli.
mahdum is. (-du:mu) Ar. mahdum esk. Erkek evlat, oğul: "Fakat ne olmuşsa olmuş, geçen gün bizim mahdum top oynarken koca alameti devirmiş." -H. Taner.
mahdut, -du sf. (mahdu:i) Ar. mahdüd esk. 1. Çevrilmiş, sınırlanmış. 2. Sayısı belli olan, sayılı, az: "Hükümetler mahdut bir zaman içinde yaşar." -O. S. Orhon. 3. mec. Dar, basit: "Heyhat, dedi, siz de mahdut fikirli bir muharrirmişsiniz!" -Ö. Seyfettin.
mahfaza is. Ar. mahfaza İçinde küpe, yüzük, bilezik vb. değerli süs eşyalarının saklandığı kutu: "Kadife bir mahfazayı usulcacık karısının yastığının altına koydu." -E. E. Talu.
→ mücevher mahfazası
mahfazalı sf. 1. Mahfazası olan. 2. Korunan, mahfuz: Mahfazalı köy.
mahfazasız sf. Mahfazası olmayan.
mahfe is. Ar. mahaffe esk. Deve, fil vb. hayvanların sırtına konulan, üzerine oturmaya yarayan sepet: "İkide bir beni mahfesinin yanma çağırarak biraz sonra uzağından geçeceğimiz... ebediyetin adını, varsa hikâyesini söylerdi." -A. H. Tanpınar.
mahfel is. bk. mahfil.
mahfi sf. (mahfı:) Ar. mahfi esk. Gizli, saklanmış: "Bu hatıra kalbin mahfi bir köşesinde saklanır." -H. C. Yalçın.
mahfil is. Ar. mahfil esk. 1. Toplantı yeri. 2. Toplanmış kimseler. 3. din b. Camilerde parmaklıkla ayrılmış yüksek yer.
mahfuz sf. Ar. mahfuz esk. Saklanmış, korunmuş, korunan, saklı.
mahfuzen zf. (mahfu:'zen) Ar. mahfuzen esk. Gözaltında olarak: İstanbul'dan mahfuzen getirmişler.
mahıv, -hvı is. Ar. mahv Yok etme, yok olma: "Bunlara mağlup görünmek büsbütün mahvımı hazırlamak demekti." -H. R. Gürpınar.
→ mahvetmek, mahvolmak
mahir sf. (ma:hir) Ar. mahir 1. Becerikli, yetenekli: "Erkek aldatmakta çok mahirsin." -H. R. Gürpınar. 2. Uzman, işini iyi bilen, usta: "Harp fenninin bütün inceliklerini bilen mahir bir kumandandı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
mahirane sf. (ma:'hira:ne) Ar. mahir + Far. -âne esk. Becerikli: "Herhalde gayet gizli ve mahirane bir tahkikata ihtiyaç vardı." -R. N. Güntekin.
mahiye is. (ma:hiye) Far. müh + Ar. -iyye esk. 1. Aylık. 2. zf. Aylık olarak.
mahiyet is. (ma:hiyet) Ar. mâhiyyet Nitelik, vasıf, öz, asıl, esas, içyüz.
mahkeme is. Ar. mahkeme huk. 1. Bir yargıçtan veya bazen savcı ve yargıçlardan oluşan bir kurulun, yargı görevini yerine getirdikleri yer, yargı yeri, yargıevi. 2. Duruşma: Mahkeme tam yedi yıl sürdü, mahkeme açmak mahkemede dava açmak. mahkeme kadıya mülk değil hiçbir kimse, bulunduğu kamu hizmetinde ömrünün sonuna kadar kalamaz, (birinin) mahkemede dayısı olmak yüksek bir makamda koruyucusu, kayırıcısı bulunmak, mahkemeye düşmek mahkemelik olmak: "Korkma, ona zırnık vermem. İcap ederse mahkemeye düşeriz. " -Y. K. Karaosmanoğlu. mahkemeye vermek dava açmak.
→ mahkeme kapısı, mahkeme kararı, mahkeme masrafı, adalet mahkemesi, adliye mahkemesi, istinaf mahkemesi, meşhut cürümler mahkemesi, suçüstü mahkemesi, ticaret mahkemesi, uyuşmazlık mahkemesi, seriye mahkemeleri
mahkeme kapısı is. hlk. Mahkeme: Yıllarca mahkeme kapılarında süründü.
mahkeme kararı is. huk. Dava sonunda açıklanan karar, hüküm.
mahkemeleşme is. Mahkemeleşmek işi veya durumu.
mahkemeleşmek (nsz) Karşılıklı olarak birbirini dava etmek.
mahkemeli sf. Mahkemeye düşmüş, davalı.
mahkemelik, -ği sf. Mahkemede yargılanması, çözümlenmesi gereken: Mahkemelik bir iş. (biri başkasıyla) mahkemelik olmak istemediği hâlde dava konusu olmak.
mahkeme masrafı is. huk. Mahkeme açılırken ödenen ücret ile avukatlık giderleri.
mahkûk sf. (mahkû:k) Ar. mahkük esk. Kazılmış, hakkedilmiş.
mahkûkât ç. is. (mahkû:kâ:t) Ar. mahkükât esk. Kazılmış, hakkedilmiş şeyler.
mahkûm sf. Ar. mahkûm 1. huk. Hüküm giymiş, hükümlü: Müebbet hapse mahkûm bir suçlu. 2. is. Hüküm giymiş kimse: Yeni af kanunuyla mahkûmlar bağışlandı. 3. mec. Zorunda olan, mecbur: Ben burada oturmaya mahkûmum. 4. mec. Kötü bir sonuca varması kaçınılmaz olan. mahkûm etmek 1) hüküm giydirmek: "On beş yıl hapse mahkûm ettiler." -A. İlhan. 2) kötü bir duruma sürüklemek: "Herkes kadını mahkûm etmeye çalıştı." -S. F. Abasıyanık. 3) mecbur etmek, mahkûm olmak 1) hüküm giymek; 2) kötü bir duruma düşmek; 3) mecbur olmak: "Fakat mensup olduğu içtimai sınıf musiki ile hayatını kazanmayı ayıp saydığı için işsizliğe mahkûm olmuştu." -H. E. Adıvar.
→ pranga mahkûmu
mahkûmane zf (mahkû:ma:ne) Ar. mahkûm + Far. -üne esk. Mahkûm gibi, mahkûmcasına: "Onun emrini yerine getirmekten mahkûmane bir zevk alıyor." -P. Safa.
mahkûmiyet is. (mahkûımiyet) Ar. mahkümiyyet huk. 1. Hüküm giymiş olma durumu: Hiçbir mahkûmiyeti yoktur. 2. Hüküm giyilen süre: Mahkûmiyetini bitirmeden öldü.
mahlas is. (mahlas) Ar. mahlas ed. Takma ad.
mahlep, -bi is. Ar. mahleb bot. 1. Gülgillerden, 6-10 m yüksekliğinde bir ağaç, kokulu kiraz, İdris ağacı (Prunus mahaleb). 2. Bu ağacın bahar olarak kullanılan, nohut büyüklüğündeki yemişi.
mahluk is. (mahlûk) Ar. mahlûk esk. Yaratık: "Bütün arzum, bu kinsiz, gurursuz, sade ve sakin mahlukların içinde yaşamaktan ibaretti. " -R. N. Güntekin.
mahlukat ç. is. (mahlû:ka:t) Ar. mahlükât esk. Yaratıklar.
mahlul, -lü sf. Ar. mahlül esk. 1. Hallolmuş, çözülmüş, dağılmış. 2. huk. Mirasçısı olmayan bir kimseden hükümete kalan (mülk). 3. kim. Eriyik.
mahlut sf. (mahlûıt) Ar. mahlut esk. 1. Katışık. 2. is. kim. Karışım.
mahmude is. (mahmu:de) Ar. mahmude bot. 1. Çit sarmaşığıgillerden, yaprakları ok ucu biçiminde, çiçekleri soluk sarı renkte, 50-100 cm boyunda, çok yıllık ve otsu bir bitki (Convolvulus scammonia): izmir mahmudesi. Halep mahmudesi. 2. Bu bitkinin köklerinden çıkarılan, hekimlikte kullanılan, reçineye benzer bir madde.
mahmudiye is. (mahmu:diye) Ar. mahmüdiyye esk. Bugün süs altını gibi kullanılan, II. Mahmut zamanında basılmış, ince altın sikke: "Karısının altınlarını, kızının mahmudiyelerini neleri varsa hep aldılar." -H. F. Ozansoy.
mahmul, -lü sf. (mahmu.i) Ar. mahmul esk. 1. Yüklü, dolu: "Telgraf hatları ziyadesiyle mahmul, çektikleri telgrafı babasıyla annesi bakalım alabilecekler mi?" -A. İlhan. 2. Yükletilmiş. 3. is. man. ve dbl. Yüklem. mahmul olmak dolu bulunmak: "Asıl şair, dilinin bütün imkânlarını, zenginliklerim bilen, hudutsuz bir sevgi, sonsuz bir hırs ve şehvetle mahmul olan kimsedir." -B. R. Eyuboğlu.
mahmur sf. (mahmu:r) Ar. mafımür 1. Sarhoşluğun sebep olduğu sersemlik içinde olan. 2. Uykudan sonra üzerinde sersemlik, ağırlık bulunan. 3. Süzgün, dalgın bakışlı (göz).
→ mahmur çiçeği
mahmur çiçeği is. bot. Çiğdem.
mahmurlaşma is. Mahmurlaşmak İşi veya durumu.
mahmurlaşmak (nsz) Mahmur bir duruma gelmek: "Odanın bir köşesinde, mahmurîaşmış gözleriyle bir annelerine, bir bana bakıyorlardı." -R. N. Güntekin.
mahmurluk, -ğu is. 1. İçki içmiş bir kimsenin duyduğu baş ağrısı ve sersemlik, ayıltı: "Yeşil gözlerinde mahmurluk, sarhoşluk ve çılgınlığa benzer acayip pırıltılar vardı." -H. Taner. 2. Uykudan sonra duyulan ağırlık ve sersemlik.
mahmuz is. Ar. mîhmâz 1. Çizmenin, potinin arkasına takılan ve binek hayvanlarını dürtüp hızlandırmaya yarayan demir veya çelik parça: "Konağın içinde kılıç ve mahmuz şakırtıları duyuldu." -A. Gündüz. 2. Tavukgillerin ve bazı kuşların ayaklan ardında bulunan, boynuz yapısındaki sivri uzantı. 3. Köprü ayaklarında, basıncı azaltmak için suyun geldiği ve gittiği yanlardaki çıkıntı. 4. den. Eski tür savaş gemilerinde su kesimi altında, İleriye doğru uzanan, karşısındaki gemiyi batırabilen uzantı.
→ çavdarmahmuzu
mahmuz çiçeği is. bot. İki çenekliler familyasından Akdeniz bölgesinde yetişen kırmızı, pembe veya beyaz çiçekler açan İki yıllık otsu bir bitki (Centranthus).
mahmuzlama is. Mahmuzlamak işi.
mahmuzlamak (-i) Hızlanması için hayvana mahmuzla dürtmek: "İçeri girer girmez bileğimden kavradı; önüne beni oturttu, hayvanı mahmuzladı." -S. M. Alus.
mahmuzlanma is. Mahmuzlanmak işi.
mahmuzlanmak (nsz) Mahmuzlama işine konu olmak veya mahmuzlama işi yapılmak.
mahmuzlu sf. Mahmuzu olan.
mahpus sf. (-pu.su) Ar. mahbüs 1. Kapatılmış, hapsedilmiş (kimse). 2. is. Bir çeşit tavla oyunu. 3. is. hlk. Hapishane: "At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin / Drama mahpusunda, aman dostlar dinlesin." -H. Türküsü.
→ mahpushane
mahpushane is. (mahpusha.ne) Ar. mahbüs + Far. hâne esk. Cezaevi: "Ulan burası mahpushane değil, Dingo'nun ahırı." -Ö. Seyfettin.
mahpusluk, -ğu is. 1. Mahpus olma durumu. 2. Mahpus olma süresi.
mahra is. Ar. mahra esk. Üzüm taşımaya yarayan ağzı geniş, dibi dar tahta kap.
mahrama is. Ar. mahreme esk Bazı bölgelerde kadınların sokağa çıkarken manto üstüne örtündükleri işlemeli geniş örtü, makrama.
mahreç, -ci is. Ar. mahreç esk. 1. Çıkış yeri, çıkak. 2. dbl. Boğumlanma noktası. 3. mat. Payda.
mahrek, -ği is. Ar. mahrek astr. ve mat. esk. Yörünge.
mahrem sf. Ar. mahrem 1. Yakın akrabadan olduğu İçin nikâh düşmeyen (kimse). 2. Başkalarına söylenmeyen, gizli: "Müdür, dosyadan başka bir rapor çıkardı. Kenarında kırmızı bir damga: Mahrem." -R. H. Karay. 3. is. Sırdaş: "Az vakitte mahremlerimden biri oldu." -H. R. Gürpınar.
mahremiyet is. Ar. mahremiyyet Gizlilik. (birinin) mahremiyetine girmek bir kimsenin özel hayatını öğrenecek kadar ona yakın olmak: "Türkünün bir tarafında kapılar açılıyor ve siz durup dururken hiç tanımadığınız bir insanın mahremiyetine girmiş oluyorsunuz." -B. R. Eyuboğlu.
mahremlik, -ği is. Mahrem olma durumu.
mahrukat is. (mahru:ka:t) Ar. mahrukat esk Yakıt.
mahrum sf. (mahru.m) Ar. mahrum Yoksun: "Esef olunur ki memleket, ilmî ehliyeti haiz, üstün insanlardan mahrumdu." -S. Ayverdi. mahrum etmek yoksun bırakmak, (bir şeyden) mahrum olmak yoksun kalmak: "Servet, ondan mahrum olanların ahlaklarını bozmakta büyük bir amil değil midir? " -H. R. Gürpınar.
mahrumiyet is. (mahru:miyet) Ar. mahrümiyyet Yoksunluk.
mahrumluk, -ğu is. Yoksunluk.
mahrut is. (mahru:t) Ar. mahrüt mat. esk. Koni.
mahruti sf. (mahru:ti:) Ar. mahrüti mat. esk. Konik.
mahsuben zf (mahsu.'ben) Ar. mahsuben Hesaba geçirilerek, alacağa sayılarak, hesabına sayılmak üzere: "Bazen sıkışınca da, ileride getireceği reklamlara mahsuben avans olarak şarap istiyordu." -Ç. Altan.
mahsul, -lü is. (-su:lü) Ar. mahsûl 1. Ürün. 2. Verim. 3. mec. Ortaya çıkan, elde edilen şey: "Her yeni âlem bir eski kıyametin mahsulu değil midir?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
mahsulat ç. is. (mahsu:lâ:t) Ar. mahsulât esk. 1. Ürünler. 2. mec. Ortaya çıkan, elde edilen şeyler.
mahsuldar sf. (mahsu:lda:r) Ar. mahsûl + Far. -dar esk. Verimli: İstediğiniz kadar cennet köyler, sevişen insanlar, mahsuldar topraklar tahayyül edebiliriz." -S. F. Abasıyanık.
mahsup, -bu sf. (-su:bu) Ar. mahsüb esk. Hesap edilmiş, hesaba geçirilmiş, mahsup etmek hesap etmek, hesaba geçirmek. mahsubunu yapmak hesabını yapmak, hesabına geçirmek.
mahsur sf. Ar. mahsur Kuşatılmış, sarılmış, çevrilmiş, mahsur kalmak kuşatılmak, sarılmak, çevrilmek.
mahsus (I) sf. Ar. mahşüş 1. Özgü: "Her sanata mahsus aletler vardır. Bize de böyle bir şeyler lazım..." -H. R. Gürpınar. 2. Biri veya bir şey için ayrılmış, münhasır: "Vatan bizim kılıcımızın ekmeğidir. Daima kendimize mahsus, kendimize münhasır biliriz." -N. Kemal. 3. Özel: "Kayseri'nin sayın valisine mahsus selam ederim." -B. R. Eyuboğlu. 4. zf. Özellikle: Buraya, mahsus bunun için geldim. 5. zf. Bilerek, isteyerek, kasten: "... kapıyı mahsus açık bırakmıştı." -A. İlhan. 6. zf. Şaka olarak, şakadan: Mahsus söylüyor, inanmayın.
→ kendine mahsus, zata mahsus
mahsus (II) sf. Ar. mahsûs esk. 1. Duyulan, anlaşılan, hissedilen. 2. Belli, ortada, aşikâr.
mahsusen zf. (mahsu: 'sen) Ar. mahsüsen esk. Özellikle.
mahşer is. Ar. mahşer 1. din b. Kıyamet günü dirilenlerin toplanacaklarına inanılan yer. 2. mec. Büyük kalabalık: "Yangın yeri bir mahşer." -H. Taner, mahşer gibi çok kalabalık. (bîr yer) mahşere dönmek çok kalabalıklaşmak.
→ mahşer günü, mahşer midillisi
mahşer günü is. din b. Kıyamet.
mahşerî sf. (mahşeri:) Ar. mahşeri esk. Mahşeri andıran: Mahşerî kalabalık.
mahşer midillisi is. argo Kısa boylu, fitneci kimse.
mahunya is. (mahu'nya) Fr. mahonia bot. İki çeneklilerden, çiçekleri san renkte, kokulu ve salkım durumunda olan, köklerinden sarı boya çücanlan bir süs bitkisi (Mahonia).
mahur is. (ma:hu:r) Far. mahûr müz. Klasik Türk müziğinde bir makam.
mahurbuselik, -ği is. (ma:hu:rbuselik) müz. Klasik Türk müziğinde bir makam.
mahut sf. (ma:hut) Ar. ma'hüd esk. Bilinen, adı geçen, sözü geçen: "Kümbetin duvarı içinden mahut kutuyu çıkaran bendim." -R. H. Karay.
mahvetme is. Mahvetmek işi.
mahvetmek, -der (-i) (ma'hvetmek) Ar. mahv + T. etmek 1. Yok etmek. 2. Bozup işe yaramaz duruma getirmek: Kuraklık ekinleri mahvetti. 3. Onmaz duruma getirmek: "Beni bu güzel havalar mahvetti / Böyle havada istifa ettim / Evkaftaki memuriyetimden." -O. V. Kanık. 4. Boşa gitmesine sebep olmak, heba etmek: Ufak bir dikkatsizlik bütün emeklerimi mahvetti.
mahviyet is. Ar. mahviyyet esk. Alçak gönüllülük.
mahvolma is. Mahvolmak işi.
mahvolmak (nsz) (ma'hvolmak) Ar. mahv + T. olmak 1. Yok olmak: "Bu derece intibak kabiliyeti, tekâmül kuvveti olan dinamik bir millet olmasak mahvolurduk." -O. S. Orhon. 2. Bozulup yararsız duruma gelmek. 3. Onulmaz duruma gelmek. 4. Boşa gitmek, heba olmak.
mahya is. (ma'hya) Far. mâh 4- Ar. -iyye 1. din b. Ramazan gecelerinde, camilerde iki minare arasına gerilen ipler üzerine kandil veya elektrik ampulleriyle yazılan yazı veya yapılan resim: "Japon fenerlerinin, mahyaların ve yıldızların renk renk birbirine karıştığı bir gece buraya gelmişlerdi." -A. İlhan. 2. mim. Çatılarda iki eğik yüzeyin birleştiği bölüm.
→ mahya ışıklığı, mahya kiremidi, mahya şenliği
mahyacı is. 1. Mahya yapan kimse. 2. Kiremit aktarıcısı.
mahyacılık, -ğı is. Mahya yapma işi.
mahya ışıklığı is. Mahya üzerine yazılan 1-şıklı yazı.
mahya kiremidi is. Çatılarda mahyayı örtmek için dizilen, uzunca ve oluk biçiminde kiremit.
mahyalık, -ğı is. Bir çatının köşelerini örten kurşun levha.
mahya şenliği is. Batı Trakya'da et ve pilav yemeğinin topluca yenmesi geleneği.
mahzar is. Ar. mahzar esk. 1. Yüksek makamlı bir kimsenin yanı, huzuru. 2. Yüksek bir makama sunulmak için yazılan çok imzalı dilekçe. 3. huk Mahkeme sicil defteri.
mahzen is. Ar. mahzen Yapılarda yer altı deposu: "Bakanlığın bu değerli birikimim tozlu mahzenlerden çıkarıp hiç değilse bir defa okumasını rica ederim." -H. Taner.
mahzun sf. (mahzu:n) Ar. mahzun Üzgün: "Kızlar mahzun bir sessizlik İçinde parça parça dökülüyordu." -R. N. Güntekin. mahzun etmek üzüntü vermek: "Harap mezarlığın öyle bir hâli vardır ki, insanı ister istemez mahzun eder." -M. Ş. Esendal. mahzun olmak üzgün durumda olmak, boynu bükülmek.
→ melul mahzun
mahzunane zf (mahzu':na:ne) Ar. mahzun + Far. -üne Mahzunca.
mahzunca zf. (mahzu'nca) Mahzun bir biçimde, üzüntüyle, mahzunane.
mahzunlaşma is. Mahzunlaşmak işi.
mahzunlaşmak (nsz) Mahzun duruma girmek, mahzun olmak.
mahzunluk, -ğu is. Mahzun olma durumu: "Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama." -O. V. Kanık.
mahzur is. Ar. mahzur 1. Sakınca. 2. Engel. mahzur doğurmak ortaya engel çıkarmak, sakınca yaratmak: "Ne gibi mahzurlar doğurabileceğini görmemezlikten gelmek mümkün değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu. mahzur görmek sakıncalı bulmak.
mahzurlu sf. Sakıncalı.
mahzursuz sf. Sakıncası olmayan.
maî is. (ma:i:) Ar. mâ 'i esk. Mavi.
mail sf. (ma:il) Ar. mâ'il esk. 1. Eğilimi olan. 2. Eğik 3. Benzeyen, andıran, mail olmak hayran kalmak, vurulmak: "Şu kışlanın kapısına /Mail oldum yapısına" -H. Türküsü.
maile is. (ma:ile) Ar. mâ 'ile coğ. esk. Aklan.
main is. Ar. ma'in geom. esk. Eşkenar dörtgen.
maişet is. (mai:şet) Ar. ma’işet esk. Geçim, geçinme: "Elindeki para kendini bir sene geçindirebilirdi. Bir müddet için artık onun ensesine saklayacak maişet kamçısı kalmıştı. " -H. R. Gürpınar.
maiyet is. (ma:iyet) Ar. ma'iyyet Üst görevlinin yanında bulunan kimseler, alt kademedekiler.
→ maiyet memuru
maiyet memuru is. esk. Yüksek makamlı bir devlet memurunun yanında görev yapan memur.
majeste is. Fr. majeste 1. mec. Devlet başkanları için kullanılan san. 2. esk. Hükümdarlara verilen san. majesteleri devlet başkanlarına bir seslenme sözü.
majör sf. Fr. majeur 1. Büyük, önemli. 2. is. müz. Bir makam, bir akort veya bir aralığın oluşma biçimi. 3. is. fel. ve man. Büyük önerme.
→ majör gam, forsmajör, tambur majör
majör gam is. müz. Beş tonla iki yarım tondan oluşan gam.
majüskül sf Fr. majuscule dbl. Büyük (harf).
-mak / -mek 1. Fiilden isim türeten mastar eki: al-mak, ver-mek vb. 2. Somut isim türeten ek: çak-mak, ye-mek vb.
makabil, -bli is. (ma:kabil) Ar. mâ + kabl esk. Bir şeyin Öncesi, geçmişi.
→ makabline şamil
makabline şamil sf esk. Önceyi kapsayan: Yasaların, genel olarak makabline şamil bir etkileri yoktur.
makadam is. İng. macadam 1. Yolların kaplanması için genellikle 4-7 cm arasında parçalara bölünmüş taş. 2. Kırılmış taş döşenip silindir geçirilerek yapılan yol.
makadamlama is. Makadamlamak işi.
makadanılamak (-i) Makadamla kaplamak.
makak, -ğı is. Fr. macaque zool. Güneydoğu Asya'da yaşayan kuyruklu bir maymun (Macacus).
makale is. (maka:le) Ar. makale Bilim, fen konularıyla siyasal, ekonomik ve toplumsal konuları açıklayıcı veya yorumlayıcı niteliği olan gazete ve dergi yazısı.
→ başmakale
makam is. (maka:m) Ar. makam 1. Mevki, kat, yer: "İnsan değil gökyüzündeki makamını şaşırarak yere inmiş bir melektir." -H. R. Gürpınar. 2. müz. Klasik Türk müziğinde bir müzik parçası veya şarkının İşleniş biçimi.
→ makam arabası, makam odası, makam otomobili, makam ödeneği, makam şoförü, makam tazminatı, adli makam, başkanlık makamı, iddia makamı
makam arabası is. Yüksek makamdaki bir kimse için ayrılan araba, makam otomobili.
makam odası is. Yüksek makamdaki bir kimse için ayrılan oda.
makam otomobili is. Makam arabası.
makam ödeneği is. Makam tazminatı.
makam şoförü is. Makam arabasını kullanan şoför.
makam tazminatı is. Yüksek makamda görevli bulunanlara aylık maaşları dışında fazladan ödenen ücret, makam Ödeneği.
makara is. (maka'ra) Ar. bekere 1. Üzerine İplik, tel, şerit vb. sarılan, kenarları çıkıntılı, ekseni boyunca delik silindir, bobin. 2. Sürme kapak rayları üzerinde hareket edecek biçimde metal veya plastikten yapılmış değişik tiplerdeki sürme kapak aleti. 3. den. Ağır yüklerin kaldırılma ve indirilmesinde kullanılan, birbirine paralel iki veya daha çok tabla arasında dönen, kenarı çepeçevre oluklu tekerlek veya tekerleklerden oluşmuş mekanik alet. 4. den. Bir yükün yukarıya kaldırılmasını sağlayan araç. makara çekmek ötücü kuşlar sürekli ötmek, makara gibi aralıksız (konuşma), makaraları koyuvermek (veya zapt edememek veya salıvermek) tkz. kendini tutamayarak kahkahayla gülmeye başlamak: "Dersin ciddiliğine bakmadan koyuverdik makaraları." -A. İlhan, (bir şeyin) makarasını çözmek ayrıntılarıyla sayıp dökmek: "Yukarı katta ihtiyar imamla yatalak hasta karısının aşağıdan tamamıyla işitilen kavgalarına dair hikâyelerinin makarasını gözerdi." -H. Z. Uşaklıgil. (birini) makaraya almak bir kimseyle alay etmek.
makaralı sf. Makarası olan, makara İle çalışan.
→ makaralı kuş
makaralı kuş is. zool. Sürekli öten kuş.
makarena is. El kol hareketleri ile birlikte yapılan bir tür hızlı dans.
makarna is. (maka'rna) ît. maccherone 1. İrmik veya una yumurta karıştırılarak hazırlanmış türlü biçimlerdeki kuru hamur. 2. Bu hamurdan yapılan yemek. 3. argo İtalyan lireti.
→ burgu makarna, çubuk makarna, fırında makarna, fiyonk makarna, kıymalı makarna, salçalı makama, şerit makarna, yüksük makarna, düdük makarnası
makarnacı is. 1. Makarna yapan veya satan kimse. 2. sf. Makarnayı çok seven (kimse). 3. sf. mec. Şişman, hareketsiz (kimse). 4. şaka İtalyan: "Şimdi kralımızdan jandarma çavuşuna kadar hepimiz makarnacıların emrindeyiz." -Y. K. Karaosmanoğlu.
makarnacılık, -ğı is. Makarna yapma veya satma işi.
makas is. Ar. mikaşş 1. Bir eksen çevresinde dönebilecek biçimde çapraz eklemlenmiş, birbirine bakan yüzleri keskin iki çelik lamadan oluşmuş, arasına yerleştirilen herhangi bir şeyi kesmeye yarayan araç, sındı: "Her iki eliyle kullanırdı makasıyla tarağını. " -N. Cumalı. 2. Birbirine komşu iki demir yolu hattını hemen bunların uzantısmdaki üçüncü hatta bağlamaya yarayan alet. 3. Birbirini kesen demir yolu kavşağı. 4. Bazı araçlarda üst üste konulmuş birkaç yassı çelikten yay. 5. Çatı ve köprülerde genellikle ağaç veya çelikten yapılan, ağırlığı karşılıklı iki ayağa veya duvara aktaran çatılmış kiriş sistemi. 6. Mobilyalarda yukarıdan aşağıya doğru açılan kapakları yatay konumda tutmak amacıyla yapılmış mafsallı, kollu kapak aracı. 7. mec. Çalma, kırpma. 8. mim. Dirsek. 9. den. Üst uçları birbirine bağlı, alt uçları açık olan iki direkten kurulmuş, ağırlık kaldırma düzeni. 10. zool. Bazı eklem bacaklı hayvanların ön ayaklarında bulunan, savunma ve saldırmada kullanılan kıskaç, makas almak yanağı orta parmak ile işaret parmağı arasına alıp sıkıştırmak, makaslamak, makas vurmak makasla kesmek.
→ makas hakkı, makas payı, bahçe makası, çember makası, sürfile makası, tırnak makası
makasçı is. 1. Makas yapan veya satan kimse. 2. Demir yollarında makasları açıp kapayarak trenlere yol veren görevli.
makasçılık, -ğı is. 1. Makasçının görevi. 2. Basında başka gazetelerdeki haberleri kesip olduğu gibi aktarma işi.
makas hakkı is. Makas payı.
makaskâr is. (makaskâ:r) Ar. mikaşş + Far. -kâr esk. Kâğıt oymacılığı ile uğraşan kimse, oymacı, kesme ve oyma sanatı ile uğraşan kimse.
makaslama is. 1. Makaslamak işi. 2. zf. Çaprazlama.
makaslamak (-i) 1. Makasla kesmek. 2. Yazı, film vb.ni kısaltmak, kesmek. 3. Makas almak.
makaslanma is. Makaslanmak işi.
makaslanmak (nsz) 1. Makaslama işine konu olmak. 2. Kesilmek: Bu film makaslanmış.
makaslı sf. Makası olan.
→ makaslı böcek
makaslı böcek, -ği is. zool. Kın kanatlılarından, başı ve makasları iri bir böcek, bağkesen, yereşeği (Lucanius).
makas payı is. 1. Kumaş biçerken ihtiyat olarak bırakılan pay, makas hakkı. 2, mec. Ölçüden fazla bırakılan veya fazlalığı hoş görülen miktar.
makassız sf._ Makası olmayan.
makastar is. Ar. mikaşş + Far. -dür esk. Kumaş biçen, prova yapan, parçalan patrona göre ayarlayan, iş dağıtımını yapan usta.
makat is. Ar. mak'ad esk. 1. Kıç. 2. anat. Anüs. 3. Minderli alçak sedir: "... duvardaki çiviye lambayı asarken odanın makatına yığılır gibi oldu." -A. Sayar. 4. Minder yüzü, minderin üzerine yayılan kumaş.
makber is. Ar. makber esk. Mezar, kabir, metfen: "Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın / Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın." -M. A. Ersoy.
makbul, -lü sf. Ar. makbul 1. Kabul edilen. 2. Beğenilen, hoş karşılanan: "Kahvenin dibekte dövüleni her zaman daha makbul ve içimi şöhretliydi." -S. Ayverdi. 3. Geçer, geçerli, makbul olmak beğenilmek: Neden kemanın çok çalınmışı makbul oluyor?" -H. Taner, makbule geçmek çok beğenilmek, hoşa gitmek, işe yaramak: "O vakit o kış kıyamette / Ne kadar makbule geçer tatlı."-B.Necatigil.
makbuz is. (makbu:z) Ar. makbuz Alındı.
Makedon öz. is. Makedonya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
Makedonca öz. is. (makedo'nca) 1. Makedonya'da kullanılan dil. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
Makedonyalı öz. is. (makedo'nyah) Makedonya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse: "Ben de her Makedonyalı gibi o hızlı yaşamın akışı içindeydim." -N. Cumalı.
maket is. Fr. maauette Mimarlıkta, sanayide ve bazı sanat dallarında yer alan eserlerin taslak durumundaki küçük örneği: "Servet Bey, benim maketleri İncelemekle meşguldü. " -R. N. Güntekin.
→ maket bıçağı
maket bıçağı is. Genellikle maket yapımında kullanılan ince ve keskin bıçak.
maketçi is. Maket yapan kimse.
maketçilik, -ği is. Maket yapma veya satma işi.
makferlan is. (makferlân) (Mc Fairlane adından) Omuzdan yan bele kadar inen pelerini olan palto.
makferlanlı sf. Makferlanı olan: "Eskiden melon şapkalı ve siyah makferlanlı bir Rum doktoru sinirden, demişti." -Y. Z. Ortaç.
maki (I) is. ît. macchia bot. Akdeniz dolaylannda yaygın, yaygın bodur ağaç ve çalılardan oluşan bitki örtüsü.
maki (II) is. (Madagaskar yerlilerinin dilinden) zool. Makigillerden, Madagaskar adasında sık rastlanan, uzun kuyruklu, yumuşak tüylü bir memeli primat (Lemur).
makigiller ç. is. zool. Örneği maki (II) olan primatlar sınıfı.
makilik, -ği is. Maki yetişen yer.
makina is. bk. makine.
makine is. (maki'ne) ît. macchina tekno. 1. Herhangi bir enerji türünü başka bir enerjiye dönüştürmek, belli bir güçten yararlanarak bir işi yapmak veya etki oluşturmak için çarklar, dişliler ve çeşitli parçalardan oluşan düzenekler bütünü: "Tıraş makineleri ile usturalar çekmecelerde dururdu." -N. Cumalı. 2. Bir alet veya taşıtın hareket etmesini sağlayan mekanizması: Saatin makinesi. Gramofonun makinesi. 3. hlk. Araba, otomobil. makine çekmek dikiş makinesinde dikmek, makine gibi çok çabuk, art arda, aynı biçimde yapılan veya olan. makine gibi adam düzgün, çok ve çabuk iş çıkaran adam. makineyi bozmak şaka motoru bozmak.
→ makine dolabı, makine gücü, makine odası, makine yağı, buharlı makine, adres makinesi, alev makinesi, ayak makinesi, balya makinesi, buhar makinesi, bulaşık makinesi, çamaşır makinesi, çekiç makinesi, çıpır makinesi, çoğaltma makinesi, daktilo makinesi, dikiş makinesi, diyaliz makinesi, fotoğraf makinesi, hava boşaltma makinesi, hesap makinesi, indükleme makinesi, kahve makinesi, kalandır makinesi, kambura makinesi, kaynak makinesi, kuluçka makinesi, kurutma makinesi, külhan makinesi, nakış makinesi, pastav makinesi, püskürtme makinesi, sağım makinesi, sıra makinesi, silme makinesi, sürfile makinesi, teksir makinesi, tınaz makinesi, tıraş makinesi, tost makinesi, ücretlendirme makinesi, ütü makinesi, yalan makinesi, yaprak makinesi, yayık makinesi, yazı makinesi, zikzak makinesi
makineci is. Makine satan veya onaran kimse.
makinecilik, -ği is. Makineci olma durumu.
makine dolabı is. Makineler için Özel yapılan dolap.
makine gücü is. fiz. Bir makinenin bir saniyede yapabildiği iş miktarı.
makineleşme is. Makineleşmek işi.
makineleşmek (nsz) 1. Üretimde makine gücünden, giderek daha çok yararlanmak: Tarım işleri makineleşiyor. 2. mec. Davranışları, hareketleri makinelerinkine benzer duruma gelmek, bazı işleri alışkanlıkla yapmak.
makineleştirme is. Makineleştirmek işi.
makineleştirmek (-i) Makine ile yapılmasını sağlamak: Tarımı makineleştirmek.
makineli sf. 1. Makinesi olan, makine ile işleyen. 2. is. ask. Makineli tüfek.
→ makineli tabanca, makineli tüfek, ağır makineli, hafif makineli
makineli tabanca is. Bir tür otomatik silah.
makineli tüfek, -ği is. ask. Tetiğine basıldığında sürekli kurşun atan bir çeşit tüfek, mitralyöz. makineli tüfek gibi çok hızlı, birbiri ardınca: Makineli tüfek gibi konuşuyor.
makine odası is. 1. Makinelerin onarıldığı yer. 2. Sinemalarda sinema makinesinin bulunduğu yer.
makine yağı is. 1. Orta sıcaklıkta ve hafif yük altında çalışan makinelerin hareketli parçalarının yağlanmasında kullanılan bir yağlama yağı. 2. Gres.
makinist is. Fr. machiniste 1. Lokomotif, vapur, fabrika vb.nin makinesini işleten kimse. 2. Makinelerden anlayan, makineleri onarabilen usta.
makinistlik, -ği is. Makinistin görevi.
makosen is. Fr. mocassin 1. Kuzey Amerika Kızılderililerinin giydiği deriden yapılmış, tek parça ayakkabı. 2. Kısa ökçeli, bağsız ayakkabı.
makrama is. Mahrama.
makro sf Fr. macro Büyük, çaplı, mikro karşıtı.
makroekonomi is. Fr. macroeconomie ekon. Bütüncü ekonomi.
makro ekonomik, -ği sf Fr. macroeconomiaue Makroekonomi ile ilgili olan.
makrome is. Fr. macrome Kalın iplikle elde örülmüş iş.
makromeli is. Fr. macromelie Kol ve bacaklardan birinin veya birkaçının aşırı gelişmesi.
makromolekül is. Fr. macromolecule kim. İçinde genellikle pek çok kere tekrarlanan atom gruplarından meydana gelmiş bir veya birçok yapısal motif bulunan molekül.
makrosefal, -li sf. Fr. macrocephale anat. Başı anormal derecede büyük olan (kimse).
maksat, -di is. Ar. makşad İstenilen şey, amaç, gaye, erek: "Bugün oraya gitmeden evvel, Maarif idaresine uğradım. Maksadım evrakı geriye almaktı." -R. N. Güntekin. maksat gütmek bir İşi yaparken gizli amaç beslemek: "Hiçbir maksat gütmeyerek yap-- tığım bu ufak tefek hizmetler boşa gitti." -R. N. Güntekin. maksat hasıl olmak amaca ulaşılmak, amaç gerçekleşmek: "İmzanın arkasına saklanan adam dost, düşman her kim olursa olsun maksat hasıl olmuştu." -H. R. Gürpınar.
maksatlı sf. 1. Bir amacı olan. 2. zf bilerek, İsteyerek, kasıtlı olarak.
maksatsız sf 1. Bir amacı olmayan. 2. zf. mec. Bilmeden, istemeden, kasıtsız olarak.
maksatsızlık, -ğı is. Maksatsız olma durumu.
maksi sf. Fr. maxi 1. Uzun. 2. Maksi etek.
→ maksi etek
maksi etek, -ği is. Boyu topuklara kadar uzanan etek, maksi.
maksimal, -li sf Fr. maximale Maksimum.
maksimum sf. (ma'ksimum) Fr. maximum 1. En büyük, en yüksek, en çok, azami, maksimal. 2. mat. Değişebilen bir niceliğin varabileceği en yüksek olan (smır), azami, maksimal.
maksure is. (maksu:re) Ar. maksure esk. 1. din b. Camilerde, parmaklıklarla çevrilmiş yer. 2. Bir evin yabancıların girmesine İzin verilmeyen bölümü.
maksut, -du sf. (maksuıt) Ar. makşüd esk. İstenen, niyet edilen, güdülen, amaçlanan.
-makta / -mekte Şimdiki zaman görevinde kullanılan ek: sür-mekte-dir, yaz-makta-y-ım vb.
makta is. Ar. makta' esk. 1. Kemikten yapılmış kalem ucunu düzeltmeye yarayan araç: "Bu tabakta kamış kalem, kalemtıraş, kalemi yarmaya ve ucunu düzeltmeye yarayan kemik makta ... vardır." -R. H. Karay. 2. ed. Divan edebiyatında gazelin veya kasidenin son beyti. 3. mat. Kesit.
maktel is. Ar. maktel esk. Cinayet işlenen yer.
maktu sf. (maktu:) Ar. maktu' esk. 1. Kesilmiş, kesik. 2. Kesin olarak değeri biçilmiş. 3. Ölçü ile satılmayan, götürü.
→ maktu fiyat
maktu fiyat is. tic. Değişmez olarak tespit edilmiş, pazarlık edilmeyen fiyat, kesin fiyat.
maktul, -lü sf. Ar. maktul Öldürülmüş, öldürülen: "Tarlasında, maktul bulunmuş bir çiftçiyi muayene etmiş, rapor vermiştim." -R. N. Güntekin. maktul düşmek (veya olmak) vurulup ölmek, öldürülmek, katledilmek.
makul, -lü sf. (ma:kul) Ar. ma'kül 1. Akla uygun, akıllıca: Makul bir düşünce. 2. Akıllıca iş gören, mantıklı: Makul bir adam. 3. Belirli: "Tutuklanan kişilerin makul süre içinde yargılanmayı ... isteme hakları vardır. " -Anayasa. 4. mec. Aşırı olmayan, uygun, elverişli: Ev için makul bir fiyat istedi. makul olmak akıllıca, akla uygun davranmak: "Öyle bir gazetenin yazarına da biraz daha makul, biraz daha dürüst, biraz daha geniş düşünceli olmak yaraşır." -O. V. Kanık.
makule is. (maku.ie) Ar. makûle esk. 1. Takım, çeşit. 2. man. vefel. Ulam.
makûs sf. (ma:kû:s) Ar. ma'küs esk. 1. Ters çevrilmiş, baş aşağı getirilmiş. 2. mec. Uğursuz, kötü: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz." -Atatürk.
makyaj is. Fr. maauillage 1. Yüzü güzelleştirmek için boyama, yüz boyama, yüz bakımı, düzgün. 2. sin. ve TV İyi görüntü sağlamak, belli bir tipi yaratmak veya yalnızca bazı düzeltmeler yapmak için oyuncunun yüzünde ve başka organlarında yapılan boyama ve değişmeler, makyaj yapmak yüzü çeşitli işlemlerle temizlemek, boyamak ve diğer işlemlerle daha bakımlı ve güzel göstermek.
→ makyaj odası, makyaj takımı, kalıcı makyaj
makyajcı is. Makyaj yaparak geçimini sağlayan kimse, düzgüncü.
makyajcılık, -ğı is. Makyajcının görevi, düzgüncülük.
makyajlama is. Makyajlamak işi veya durumu.
makyajlamak (-i) Makyaj yapmak.
makyajlı sf. Makyajı olan.
makyaj odası is. Televizyon, sinema, fotoğrafçılık ve reklamcılıkta filmin çekiminden önce gerekli makyajın yapıldığı yer.
makyajsız sf. Makyajı olmayan.
makyajsızlık, -ğı is. Makyajsız olma durumu.
makyaj takımı is. Makyaj için gerekli olan malzemeleri bir arada bulunduran set.
Makyavelcilik, -ği öz. is. (Machiavelli'nin adından) Politikada, amaca ulaşmak için ahlaka aykırı da olsa, her türlü aracı hoş gören anlayış, Makyavelizm.
Makyavelizm öz. is. Makyavelcilik.
makyör is. Fr. maauilleur sin. ve TV İyi görüntü sağlamak, belli bir tipi yaratmak veya yalnızca bazı düzeltmeler yapmak için oyuncunun yüzünde ve başka organlarında boyama ve değişim yapan erkek.
makyöz is. Fr. maauilleuse sin. ve TV İyi görüntü sağlamak, belli bir tipi yaratmak veya.yalnızca bazı düzeltmeler yapmak için oyuncunun yüzünde ve başka organlarında boyama ve değişim yapan kadın.
-mal Fiilden isim türeten ek: sağ-mal.
mal is. Ar. mâl 1. Bir kimsenin, bir tüzel kişinin mülkiyeti altında bulunan, taşınır veya taşınmaz varlıkların bütünü: "Mal vardı, mülk vardı. At vardı, araba vardı." -Ö. Seyfettin. 2. Büyükbaş hayvan: "Boz atlar yağız değildi, artık; mallar erimiş, zayıflamıştı." -N. Araz. 3. tic. Alınıp satılabilen her türlü ticaret eşyası, tüccar malı, emtia. 4. mec. Bayağı, aşağılık, kötü kimse: "İyi bir mal olsa buraya gönderirler miydi?" -R. H. Karay. 5. argo Esrar. 6. kaba Orospu, mal bulmuş mağribî gibi büyük bir zenginliğe kavuşmuşçasma büyük sevinç ve coşku İle: "Başka bir gazeteci olsa bu fırsata mal bulmuş mağribî gibi atlardı." -H. Taner. mal canın yongasıdır insan, malına gelen zarardan, canına gelmişçesine acı duyar. mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan bu dünya gelip geçicidir, mala mülke fazla değer vermemek gerekir, mal edinmek kendine mal sağlamak, mal sahibi olmak, mal etmek 1) bir değer karşılığında sahip olmak: "Sen şimdilik buna karşılık diyeceksin ki, dün yüze mal ettiğin arsaları bine, bine olanları on binlere sattın." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) kendi malı, eseri, buluşu gibi benimsemek veya saymak: "Nereden, kimden almış olursak olalım, bin yıldır onu kendimize mal etmişiz, benimsemişiz." -N. Ataç. 3) yüklemek, ait olduğunu göstermek: "Başkalarından kazandığı iki çocuğu da bu zengin ihtiyara mal ederek mirasa sokacak. " -H. R. Gürpınar, mal kaldırmak ürün elde etmek: "Kendisi şu kadarcık tarla sayesinde ancak akşamları bir kaşık sıcak çorba içecek kadar mal kaldırabiliyor." -N. Nâzım, mal kapatmak para karşılığında herhangi bir üretim alanındaki verimin sırf kendisine ayrılmasını sağlamak, mal meydanda bir işin gizli bir yönünün olmadığım belirten bir söz. mal olmak 1) bir değer karşılığında birinin iyeliği altına girmek; 2) bir iş, bir davranış sonucu zarara uğramak: Avcılık hayatına mal oldu. 3) bir yeri, bir şeyi benimsenmek: "Gerçi Meclisî mebusandaki bağımsızlarla hizipçiler henüz tamamıyla bu partiye mal olmamışlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu, mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi malı mülkü yüzünden kendini üzüntüye kaptırmamak veya malı mülkü İle övünmemek gerektiğini anlatan bir söz. mal yapmak servet sahibi olmak, malı götürmek herkesin göz diktiği bir çıkarı elde etmek.
→ mal beyanı, mal bildirimi, mal birliği, mal canlısı, mal müdürü, mal mülk, mal sahibi, mal sandığı, mal varlığı, malın gözü, anamal, anamal birikimi, ara mal, beytülmal, fason mal, kabzımal, mirî mal, resülmal, sermaye mal, tapon mal, taşınmaz mal, dünya malı, işporta malı, ithal malı, mezat malı, orta malı, sıra malı, vakıf malı, yerli malı, ikame mallar
mala is. (ma'la) Far. mâle Harç alıp sürmeye yarayan, çoğu üçgen biçiminde, yassı, demirden, üstten tahta saplı, duvarcı ve sıva aracı, sürgü.
malafa is. tek. Önceden delinmiş parçaları tornalamaya özgü torna tezgâhı bağlama aleti.
malağa is. Fr. malağa 1. İspanya'nın Malanga yöresinde yapılan bir tür şarap. 2. İri taneli misket üzümü.
malak, -ğı is. hlk. Manda yavrusu.
malakit is. Fr. malacihte kim. Yeşil renkli, yontulup parlatılabilen, doğal bakirli, hidratlı karbonat, bakır taşı.
malaklama is. Malaklamak işi.
malaklamak (-i) hlk. Manda, yavrulamak.
malalama is. Malalamak işi.
malalamak (-i) Çimento veya alçı sürülmüş bir yüzeyi mala sürerek düzeltmek.
malama is. Yun. hlk. Samanla karışık tahıl.
malarya is. (mala'rya) ît. malaria tıp Sıtma.
malayani sf. (ma:la:ya:ni:) Ar. mü-lü + ya'nı esk. Boş ve yararsız, saçma: Malayani sözler.
malaz is. hlk. 1. Sulak yer. 2. Sürülmemiş, ot bürümüş toprak. 3. Su altında kalan, su basmış tarla.
mal beyanı is. huk. Mal bildirimi.
mal bildirimi is. huk. Mülkiyeti altında bulunan taşınır ve taşınmaz malların listelenerek istenen makama sunulması, mal beyanı: "Kamu hizmetine girenlerin mal bildiriminde bulunmaları ... kanunla düzenlenir." -Anayasa.
mal birliği is. huk. Hukuk bakımından karı ve kocanın mallarının bir bütün sayılması.
malca zf. (ma'lca) Mal olarak, mal bakımından.
mal canlısı sf. Mala çok düşkün, malı çok seven.
maki is. Mal alıp satan kimse.
→ anamalcı
malcılık, -ğı is. Malanın yaptığı iş.
malç, -cı is. Toprak ve rutubet muhafazası amaçları ile çayır ve mera üzerine bırakılan veya başka yerlerden getirilip serpilen her türlü bitki artığı.
malen zf. (ma':len) Ar. mâlen esk. Mal olarak, malca.
Malezyalı öz. is. Malezya halkından olan kimse.
malgama is. Lat. amaigama kim. Cıvanın herhangi bir madenle birleşerek yaptığı alaşım, amalgam.
-malı / -meli Gereklilik kipi eki: çalış-malı-ydı, gör-meli-ydin vb.
malın gözü is. 1. Bir şeyin en iyisi, en güzeli: "Anam da hep malın gözünü bulur, ama bize göstermez." -S. Ali. 2. sf. Açıkgöz, kurnaz, çokbilmiş. 3. sf. İffetsiz: "Kız ne kadar kaknem veya malın gözü olursa olsun..." -T. Buğra. 4. tkz. Aşağılık ve düzenci kimse: "İlk pansiyoncum, kendi zaten malın gözü olduğu için, herkese en olmadık lekeleri bulaştırmak için fırsat kollardı." -H. Taner.
malı taşı is. den. Bazen kayıklarda çapa yerine kullanılan, ipe bağlı büyükçe taş.
mali sf. (ma:li:) Ar. mâlî 1. Mal ile ilgili: "Mali durumu zaten kötü." -H. Taner. 2. Parasal. 3. Maliyeye ilişkin, maliye ile ilgili: Mali önlemler.
→ mali analist, mali belge, mali cebir, mali senet, maliyıl
mali analist is. ekon. Ekonomik ve mali konulan çözümleyen uzman.
mali belge is. tic. Kredi açılışını göstermek için çıkarılan ve İkrazcı bankaya finansman yenilemesi yapmayı sağlayan senet, mali senet.
mali cebir is. ekon. Paraya ilişkin konulan esas alan bilim dalı.
malihulya is. (maüîhülya) Ar. malihulya psikol. esk. 1. Kara sevda. 2. Kuruntu: Bu motiflerle ileride hazırlayacağı operanın hülyalarını, daha doğrusu malihulyalarını kurarak dalga geçiyordu." -O. C. Kaygılı.
malik is. (madik) Ar. malik Sahip, iye: "Yersiz yurtsuz bir aile görünce sekiz kat apartmanlara malik iratçıyı hatırlayınız." -H. R. Gürpınar, malik olmak sahip olmak.
malikâne is. (ma:likâ:ne) Ar. mâlik + Far. -üne Geniş bir alana kurulmuş, büyük ve gösterişli ev, yurtluk.
Maliki öz. is. (ma:liki:) Ar. mâliki din b. 1. İslamiyette dört Sünni mezhepten biri. 2. Bu mezhepten olan kimse.
Malikilik, -ği öz. is. Maliki mezhebi.
malikiyet is. (ma:likiyet) Ar. mâlikiyyet esk. Malik olma durumu: İnsanlar bir şeye malikiyetle mağrurdurlar: Kültür." -H.. R. Gürpınar,
mali senet, -di is. tic. Mali belge.
maliye is. (ma:liye) Ar. mâliyye 1. Kamu ile ilgili işlerin yürütülmesi için gerekli gelirleri ve harcanan paralan düzenleyen kuralların bütünü: "Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı maliye politikasının sosyal amacıdır." -Anayasa. 2. Konusu bu kurallan incelemek olan bilim dalı. 3. Devlet gelir ve giderlerini yöneten kuruluş, Maliye Bakanlığı: Maliyede çalışıyor.
maliyeci is. Maliye işlerinde uzman olan veya devletin maliye kuruluşlarında çalışan kimse.
maliyecilik, -ği is. 1. Bir devletin mali işleri. 2. Maliyecinin görevi.
maliyet is. (ma:liyet) Ar. mâliyyet ekon. Üretimde bir mal elde edilinceye değin harcanan değerlerin toplamı.
→ maliyet fiyatı, değişken maliyet, değişmez maliyet
maliyet fiyatı is. tic. Bir malın çeşitli üretim ve dağıtım dönemlerinde, o döneme kadar yapılmış olan harcamaların bütünü, doğal fiyat, normal fiyat: Mallar, maliyet fiyatına bir kâr eklenerek satılır.
maliyetli sf. Maliyeti olan, değerli: "Sandıktan maliyetli bir şey çıkmayacağından emin bulunduklarını bu tavırlarıyla anlatmış oluyorlardı. " -H. R. Gürpınar.
maliyetsiz sf. Maliyeti olmayan, değersiz.
maliyetsizlik, -ği is. Maliyetsiz olma durumu.
mali yıl is. ekon. esk. Her yıl bütçenin uygulanması için, martın birinden başlayıp ertesi yıl şubat sonunda kapanan süre.
Malkar öz. is. Kuzey Kafkasya'da Kabarda-Balkar Cumhuriyeti'nde yaşayan Türk soyundan bir halk ve bu halktan olan kimse, Balkar.
Malkarca öz. is. 1. Malkar Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
malkıran is. hlk. Hayvan vebası.
malkoç is. tar. Osmanlılarda akıncılar ocağının komutanı.
mallanma is. Mallanmak işi veya durumu.
mallanmak (nsz) Mal edinmek, zenginleşmek.
mal müdürlüğü -is. Bir ilçede devlet gelirlerinin toplandığı maliye dairesi.
mal müdürü is. Maliye Bakanlığının ilçelerdeki mal işlerini yürütmekle görevli memuru.
mal mülk is. Her türlü taşınır ve taşınmaz maddi varlık.
mal sahibi is. Bir malı, mülkiyeti altında bulunduran kimse.
mal sandığı is. esk. Para alıp veren devlet dairesi.
malt is. Fr. malt Bira yapmak için çimlendirilip kurutularak hazırlanmış arpa.
malta is. Malta eriği: "Biraz ötede malta renkli, yeşil panjurlu, yüksek taş bir binanın önünde bir otomobil bekliyordu." -H. R. Gürpınar.
Malta eriği is. bot. Yenidünya.
Malta humması is. tıp Akdeniz ülkelerinde görülen, en çok keçi sütü ile bulaşan ateşli bir hastalık, Akdeniz humması.
Maltalı Öz. is. Maltız.
maltalık, -ğı is. Malta taşı ile kaplı sofa, avlu: "Bu üç kadın loşça bir maltalığa girdiler" -H. R. Gürpınar.
Malta palamudu is. zool. Uskumrugillerden, ılık ve sıcak denizlerde yaşayan, üzerinde enlemesine mavi çizgiler bulunan, gri renkli bir balık (Naucrates ductor).
Malta taşı is. Bahçe, mutfak vb. yerleri döşemekte kullanılan, dört köşe, yassı, kolay kuılan bir tür taş: "Malta taşı döşeli avlunun sonunda başlayan bahçeye geçerdim." -N. Cumalı.
maltız is. İt. maltese Çoğunlukla yemek pişirmekte kullanılan, içinde ızgarası bulunan, ayaklı ve taşınır ocak: "Bahçenin bir köşesinde akşam için maltıza kömür yerleştiren aşçı, ellerini Önündeki önlüğe silerek kapıda göründü." -N. Cumalı.
Maltız öz. is. İt. maltese Malta adası halkından veya bu halkın soyundan olan kimse, Maltalı.
→ Maltız keçisi
Maltız keçisi is. zool. Ana yurdu Malta adası olan, çok süt veren, kısa tüylü, küçük bir cins keçi.
maltlanma is. Maltlanmak işi.
maltlanmak (nsz) Malt ile işlem görmek, içine malt katılmak.
maltoz is. Fr. maltose kim. Nişastası tam olmayan, hidroloji sırasında ortaya çıkan ve simgesi C12H12O11 olan madde.
malul, -lü sf. (maılûl) Ar. ma'lül 1. Sakat (kimse): "Devlet... malul ve gazileri korur." -Anayasa. 2. Hasta (kimse).
→ malul gazi, harp malulü
malulen zf. (ma:lü:len) Ar. ma'lülen 1. Sakat, hasta bir biçimde. 2. Hastalık, sakatlık sebebiyle.
→ malulen emekli
malulen emekli is. (ma:lû:len emekli) Hastalığı veya sakatlığı dolayısıyla erken emekli edilmiş kimse.
malul gazi is. ask. Bir savaşta veya yurt savunmasında sakatlanmış güvenlik görevlisi.
maluliyet is. (ma:lû:liyet) Ar. ma'lüliyyet esk. Sakatlık.
malullük, -ğü is. Sakatlık.
malum sf. (ma:lüm) Ar. ma'lüm 1. Bilinen, belli. 2. is. Bilinen konu, iş vb, 3. zf. Kuşkusuz. 4. is. dbl. Etken fiil. 5. mat. esk. Bilinen. malum değil olup olmayacağı kesinlikle bilinmeyen konular için kullanılan bir söz. (birine) malum olmak içine doğmak: "Ona da malum oldu haber / Koşup geldi odama." -B. Necatigil. malum ya! bilinen şey: "Bana gücenmeyiniz hanımefendi, malum ya, elçiye zeval yoktur." -H. R. Gürpınar. malumu ilam etmek bilinen ve açık olan bir şeyi söylemeye, açıklamaya kalkmak.
malumat is. (ma:lû:ma:t) Ar. ma'lümât Bilgi: "Bu hakikatler artık çocukların bildikleri en basit malumat sırasına geçmiştir." -H. R. Gürpınar, malumat almak bilgi edinmek. malumat edinmek bilgi edinmek, öğrenmek. malumat vermek bilgi vermek.
→ malumat sahibi
malumatfuruş is. (ma:lû:matfuru:ş) Ar. ma'lümât + Far. -furuş esk. Bilgiçlik taslayan.
malumatfuruşluk, -ğu is. Bilgiçlik taslama, malumatfuruş olma durumu.
malumatlı sf. Bilgili: "Namuslu, çalışkan ve oldukça malumatlı bir adamdı." -R. N. Güntekin.
malumat sahibi is. Bir konuda bilgisi olan kimse, malumattar.
malumatsız sf. Bilgisiz.
malumatsızlık, -ğı is. Malumatsız olma durumu.
malumattar is. (ma:lû:mattar) Ar. ma'lümât + Far. -dâr esk. Malumat sahibi. malumattar etmek bilgi vermek: "Tahkikatın neticesinden beni de malumattar ediniz. " -A. İlhan.
mal varlığı is. huk. Bir kişiye ait para İle ölçülebilen hakların bütünü, mamelek.
malya is. (ma'lya) Deniz dibinde otlara takılmış oltayı kurtarmaya ve deniz derinliklerinden ağ, halat, sicim vb. şeyleri çıkarmaya yarayan dört tırnaklı demir.
malzeme is. Ar. mâ + lezime 1. Gereç, materyal. 2. Bir eserin hazırlanmasında yararlanılan bilgi ve kaynakların tamamı.
→ güzellik malzemesi, temizlik malzemesi, yapı malzemesi
mama is. 1. Bebek için hazırlanan yiyeceklerin genel adı: "Babam Ayşe'ye mama yaptı, ana." -A. Gündüz. 2. Çaça, abla.
→ cici mama
mamafih zf. (ma:ma:fi) Ar. ma'a-mâ-jıh Bununla birlikte, durum böyleyken: "... tansiyon tatmin edicidir, mamafih ihtiyatı elden bırakmayacağız." -A. İlhan.
mamaliga is. (mamali'ga) Rum. Kaynar suda haşlanıp üzerine yağ gezdirilen mısır unu yemeği.
mambo is. (ma'mbo) İng. mambo 1. Haiti kökenli, rumba ve çaçaya benzeyen bir dans. 2. Bu dansın müziği.
mamelek, -ği is. (ma:melek) Ar. mâ + melek esk. Mal varlığı.
mamografî is. İng. mammography tıp Memenin filmini çeken özel bir cihaz.
mamul, -Iü sf. (ma:mul) Ar. ma'mül Yapılmış, işlenmiş, imal edilmiş (eşya, yiyecek).
→ yan mamut
mamulat ç. is. (ma:mu:lâ:t) Ar. ma'mülât Yapılmış şeyler.
mamur sf. (ma:mu:r) Ar. ma'mür Bayındır: "Yıkılmış dilberin mamur illeri / Susmuş bülbüllerin taze dilleri." -Karacaoğlan.
mamure is. (ma:mu:re) Ar. ma'müre esk. Bayındır yer, bayındırlık: "Şu kıraç dağın teras biçiminde kesilmiş tepesinde benim, kaç akşamüstü, büyük hisarlar üstüne kurulmuş, saraylı, kuleli kaç masal mamuresi seyrettiğimi bilemezsiniz." -R. N. Güntekin.
mamut is. Fr. mammouth zool. Filgillerden, dördüncü zamanda Avrupa ve Asya'da yaşamış olan, şimdi ancak fosili bulunan iri, kıllı bir hayvan (Elephas primigenius).
-man / -men (I) İsimden isim türeten ek: koca-man, köle-men, köse-men, Türk-men, uzman vb.
-man / -men (II) Fiilden isim türeten ek: azman, okut-man, öğret-men, say-man, yönetmen vb.
mana is. (ma:na:) Ar. ma'nâ db. Anlam: "Ne halk buyruğun tutarsın ne kul sözün işitirsin / Hiç bilmezsin mana nedir, ne dilde çağırmak gerek." -Yunus Emre. (bir şeyden) mana (veya manası) çıkmak anlamına gelmek, anlamını taşımak: "Kızın adını Emel koydu. Oğlanınkini Fethi... Sanki bundan emelini fethetmiş manası çıkıyordu." -H. R. Gürpınar, mana çıkarmak 1) yersiz bir yargıya varmak, yanlış değerlendirmek; 2) bir söze, söyleyenin aklından geçmeyen bir anlam vermek; 3) anlam çıkarmak, mana vermek kendince bir yargıya varmak, yorumlamak, manasına gelmek anlamına gelmek, manaya gelmek anlam bildirmek.
manaca zf. (ma: 'naca) Anlamca.
manalandırma is. Manalandırmak işi.
manalandırmak (-i) Anlam vermek.
manalı sf. 1. Anlamlı. 2. mec. Gizli anlamı olan, manidar: Manalı bir bakışla baktı.
manas is. zool. Km kanatlılardan, ergin evrede yaprakları, kurtçuk evresinde kökleri kemirerek tarım bitkilerine ve orman ağaçlarına büyük zarar veren bir böcek (Polyhyllafullo).
manasız sf. 1. Anlamsız: "Kim bilir nasıl manasız şeyler karalayıp oraya atmışım." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Yersiz, boş, yararsız: "Arkasından koşanlar bu kokudan kaçtılar, onu ağır ve manasız buldular." -H. C. Yalçın.
manasızlık, -ğı is. Manasız olma durumu, anlamsızlık.
manastır is. Yun. din b. Bazı kesin kurallara bağlı rahip veya rahibelerin dünya ile ilgilerini keserek yaşadıkları yapı, keşişhane: "İnsan manastıra kapansın, rahibe olsun daha iyi öyleyse." -A. İlhan.
manat is. SI. Azerbaycan ve Türkmenistan para birimi.
manav is. Yun. 1. Meyve ve sebze satan yer: "Manav, kasap dükkânlarında alışveriş etmek için sıra beklerken görürdüm." -N. Cumalı. 2. Meyve ve sebze satan kimse. 3. sos. Genellikle Romanya ve Bulgaristan'dan göç etmiş kimse.
manavlık, -ğı is. Manavın işi veya mesleği.
manca is. (ma'nca) İt. mangia 1. Yiyecek. 2. Kedi, köpek yiyeceği.
mancana is. (manca'na) İt. bot. Sütleğengillerden, Antil Adalarında yetişen, çok zehirli bir ağaç (Manzenilla).
mancınık, -ğı is. Ar. mancanik 1. Top yapımının bilinmediği çağlarda, kale kuşatmalarında, ağır taş gülle fırlatmakta kullanılan basit bir savaş aracı: "Ok, mancınık gibi silahlar nasıl eskimişse bugünün tankları, uçakları da eskiyebilir." -N. Ataç. 2. İpekçi çıkrığı.
mancınıkçı is. İpekçi çıkrığını kullanan kimse.
mancınık işi is. Kozadan ipek sağlama işi. Mançu öz. is. Mançurya halkından olan kimse.
Mançuca Öz. is. (mançu'ca) 1. Mançu dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
manda (I) is. zool. Geviş getirenlerden, derisinin rengi siyaha yakın, uzun seyrek kıllı bir hayvan, su sığırı, camız, kömüş (Buffelus). manda gibi çok iri ve hantal. manda gibi yayılmak dikkatsizce ve bütün ağırlığıyla oturmak, manda gibi yemek çok ve acele ile yemek.
→ haymana mandası, Hint mandası
manda (II) is. Fr. mandat huk Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bazı az gelişmiş ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip bağımsızlığa kavuşturuncaya kadar Birleşmiş Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere verilen vekillik.
mandacı is. 1. huk. Bir ülkeyi manda temeline göre yönetmesi için Milletler Cemiyeti tarafından görevlendirilen devlet, mandater. 2. (ar. Osmanlı İmparatorluğunda, tersanedeki gemilerin bakımı ile görevli kimse.
mandacılık, -ğı is. Mandacı yanlısı tutum.
mandagözü is. esk. Nikel yirmi kuruş.
mandal (I) is. Ar. mandal 1. Kapı vb. şeyleri kapalı tutmaya yarayan, döner tahta veya metal parça. 2. îpe serilen çamaşırı tutturmak için kullanılan yaylı kıskaç. 3. Ut, kanun, keman vb. çalgıların tellerini geren düğme.
→ çamaşır mandalı, dış kapının mandalı, kapımandalı, kapı mandalı
mandal (II) is. hlk. Evlek.
mandalina is. (mandali'na) İt. mandarına bot. 1. Turunçgillerden, ılıman iklimlerde yetişen ve portakala çok benzeyen bir ağaç (Citrus nobilis). 2. Bu ağacın turuncu renkli, tatlı, kokulu, lezzetli meyvesi.
mandallama is. Mandallamak işi.
mandallamak (-i) 1. Kapı, pencere kanadını mandalla tutturmak. 2. Çamaşırı mandalla tutturmak. 3. Telsizlerde konuşmaları anlaşılmaz duruma getirmek için sürekli olarak düğmelere basmak.
mandallanma is. Mandallanmak işi.
mandallanmak (nsz) Mandallama İşi yapılmak, mandalla tutturulmak.
mandallı sf. 1. Üzerinde mandal bulunan. 2. Mandalla kapatılmış olan (kapı, pencere). 3. Mandalla ipe tutturulmuş.
mandalsız sf. 1. Üzerinde mandal bulunmayan. 2. Mandalla kapatılmamış olan (kapı, pencere). 3. Mandalla ipe tutturulmamış.
mandapost is. Fr. mandat-poste Posta havalesi.
mandar is. Yun. den. Gemilerde küçük makara.
mandarin is. Port. mandarine esk. Avrupalıların Çin devlet memurlarına verdikleri ad.
mandarinlik, -ğı is. 1. Mandarin olma durumu. 2. Mandarinin görevi veya makamı.
mandater is. Fr. mandataire Mandacı.
mandepsi is. (mandepsi) Rum. argo Tuzak, oyun. mandepsiye basmak (veya bastırmak veya düşmek) aldatılmak, tuzağa düşmek: "Karı kocaya benzemiyordu ya, neyse beni adamakıllı mandepsiye bastırdılar. " -A. Gündüz.
mandıra is. (ma'ndıra) Yun. Koyun, keçi vb. süt veren hayvanların barındırıldığı, süt ve süt ürünlerinin elde edildiği yer: "Şehirden iki saat Ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getiriyor, ona kestiriyor. " -Ö. Seyfettin.
mandıracı is. Mandıra işleten kimse: "Yalnız kendi korucuları, kolcuları, çobanları, mandıracıları silahlıydı." -Ö. Seyfettin.
mandıracılık, -ğı is. Mandıra işletme işi veya biçimi.
mandolin is. Fr. mandoline muz. İkişer ikişer aynı değerde dört çift telli, kısa saplı bir çalgı.
mandolinci is. 1. Mandolin yapan veya satan kimse. 2. Mandolin çalan kimse.
manej is. Fr. manege sp. 1. At eğitimi. 2. Bu eğitimin yapıldığı yer. 3. Binicilik gösterilerinin tümü.
manen zf. (ma:'nen) Ar. ma'nen esk. Kişinin iç dünyası yönünden, manevi bakımdan, maddeten karşıtı: "Milletini maddeten ve manen yükseltmek istemeyen adam nasıl samimi Türkçü olabilir." -O. S. Orhon.
manevi sf. (ma:nevi:) Ar. ma'nevi Görülmeyen, duyularla sezilebilen, soyut, ruhani, tinsel, maddi karşıtı.
→ manevi evlat, manevi ilim, manevî tazminat, manevi zarar
manevi evlat, -di is. huk. Bir kişinin kanunlara göre evlat edindiği kimse.
manevi ilim, -İmi is. sos. Anlayış yöntemini esas alan bilim dalı.
manevi tazminat is. huk. Tazminat davası.
maneviyat ç. is. (ma:neviya:t) Ar. ma'neviyyât 1. Maddi olmayan, manevi şeyler: "Maddi faydalar temin etmeyen zaferin maneviyatıyla Övünmekten ne çıkar?" -H. R. Gürpınar. 2. mec. Yürek gücü, moral: "Bu hastalıkta mühim olan maneviyattır, maneviyatınızı kuvvetli tutunuz." -A. İlhan. maneviyatı bozulmak moral gücü sarsılmak. maneviyatını kırmak moral gücünü sarsmak.
manevi zarar is. Manevi yönden uğranılan kayıp.
manevra is. (mane'vra) İt. manovra 1. Bir aletin işleyişini düzenleme, yönetme işi veya biçimi. 2. Geminin bir yere yanaşmak veya bir yerden çıkmak İçin yaptığı hareket. 3. Lokomotifin, katar katmak veya katar dağıtmak için ileri geri giderek hattan hatta geçmesi. 4. Hareket, gidiş geliş. 5. mec. İstenilen amaca ulaşmak için tutulması gereken yol: "Bu alaylı sözler altında Hüsnü'yü faaliyete teşvik manevrası sırıtıyor." -H. R. Gürpınar. 6. ast Tatbikat, manevra yapmak 1) bir araca istenilen hareketi yaptırmak: "Sonra yolun başında ileri geri manevra yapan traktörün Rum şoförüne bir işmar geçti." -H. Taner. 2) ask. askerî birlikler savaş denemesi yapmak.
manevra fişeği is. ask. Askerî harekâtta kullanılan ve kurusıkı atım yapan fişek.
manga (I) is. (ma'nga) İt. banco ask. 1. On kişilik asker birliği: "Ormanın kıyısından dönen yoldan, neredeyse bir manga silahlı adam çıktı." -N. Cumalı. 2. Savaş gemilerinde deniz erlerinin yattığı koğuş.
manga (II) is. Jap. Japon çizgi romanı.
mangal is. Ar. mankal Isınmaya, bir şey pişirmeye yarayan, sac, bakır veya pirinçten, türlü biçimlerde üstü açık ayaklı ocak, korluk: "Masanın solunda küçük bir sac mangal yaz kış sürekli olarak yanardı." -S. Birsel. mangal gibi yüreği olmak cesareti çok olmak: Sen bana iyi baksana, bende mangal gibi yürek var!" -O. Kemal, mangalda kül bırakmamak yapamayacağı işleri yapabilirmiş gibi söylemek.
→ mangal kömürü, mangal yağı, mangal yürekli
mangal kömürü is. Odun kömürü.
mangal yağı is. Etin yapışmaması için mangaldaki ızgaraya sürülen yağ.
mangal yürekli sf. Korkusuz, gereğinden fazla cesur, gözünü daldan budaktan esirgemeyen, gözü pek.
mangan is, Fr. kim. Manganez.
manganez is. Fr. manganese kim. Atom numarası 25, atom ağırlığı 54,93, yoğunluğu 7,39 olan, 1244 °Cde eriyen, doğada oksit durumunda bulunan, çeliği sertleştirmek İçin kullanılan, çok sert ve kırılgan bir element, mangan (simgesi Mn).
manganin is. Fr. manganine kim. Manganezin bakır ve nikelle yaptığı alaşım.
mangır is. esk. 1. Bakırdan yapılmış, iki buçuk para değerinde sikke. 2. Nargile lülesine konulmak için kömür tozundan yapılan, çabuk tutuşur, tavla pulu biçiminde bir çeşit yakacak. 3. argo Para: "Muhakkak işin ucunda mangır olmalı amca, yoksa içeriye giremezsin." -H. E. Adıvar.
mangırlı sf. Bol parası olan.
mangırsız sf. Hiç parası olmayan.
mangiz is. argo Para.
mango is. Port. manga bot. Hint kirazı.
mani is. Fr. manîe psikol. Kişinin sevinç, güven ve her türlü etkinliklerinin normal olmayan bir biçimde arttığı ruh hastalığı.
mâni (I) is. (ma:ni:) Ar. mâni' Bir şeyin yapılmasını önleyen şey, engel: "Kaç zamandır beynimi, kanımı ateşlendiren bu idealimin lezzetini tatmak İçin her mâniyi çiğneyeceğim. " -H. R. Gürpınar, mâni olmak önüne geçmek, engellemek, önlemek.
mâni (II) is. (ma:ni:) Ar. ma'nâ'dan ed. Genellikle birinci, ikinci ve dördüncü dizeleri uyaklı olan, daha çok hecenin yedili ölçüsüyle söylenen halk şiiri: "Her köyde mâni, türkü söyleyen biri var." -M. C. Anday. mâni düzmek (veya yakmak) 1) mâni okumak; 2) müzik eşliğinde mâni söylemek.
→ ayaklı mâni
mania is. (ma:nia) Ar. mâni'a Engel.
mânialı sf. Engelli.
mâniasız sf Engelsiz.
mânici is. Mâni söyleyen kimse.
Manicilik, -ği is. fei. İranlı düşünür Mani'nin III. yüzyılda kurduğu ve iyilik kötülük esasına dayalı dinî doktrin, Manihaizm.
manicilik, -ği is. Mâni söyleme işi.
manidar sf. (ma:ni:dar) Ar. ma'nı + Far. -dür Anlamlı olan, manalı.
manifatura is. (manifatu'ra) İt. manifattura Fabrika yapımı her türlü kumaş, bez vb. dokumalar: Manifatura dükkânı.
manifaturacı is. 1. Manifatura eşyası satan kimse, bezzaz: "Manifaturacılar balonun tarihini pek fena bir güne, ay sonuna düşürmüşlerdi. " -R. N. Güntekin. 2. Manifatura eşyasının satıldığı yer: "Çarşı içinde küçük bir manifaturacı dükkânı vardı." -N. Cumalı.
manifaturacılık, -ğı is. Manifaturacı olma durumu, bezzazlık.
manifesto is. (manife'sto) İt. manifesto 1. tic. Bir gemideki mallan göstermek için kaptan tarafından boşaltma işlemlerinin yapılacağı gümrük idaresine verilen liste. 2. Bildiri. 3. Toplumsal bir hareketin siyasal inanç ve amaçlarınm açık ifadesi.
Manihaizm is. Fr. manicheisme fel. Manicilik.
manika is. (mani'ka) ît. manica den. Gemilerde, ambarlara ve makine bölümüne hava vermek için güverteye açılan baca.
manikür is. Fr. manicure Elin ve özellikle el tırnaklarının bakımı.
manikürcü is. Mesleği manikür yapmak olan kimse.
manikürcülük, -ğü is. Manikürcünün yaptığı iş: "Melek manikürcülük de öğreniyormuş." -S. F. Abasıyanık.
manikürlü sf. Manikür yapılmış: "Manikürlü parmaklarıyla kırmızı tırnaklı ayak parmaklarım tutuyordu." -Ç. Altan.
manikürsüz sf. Manikürü olmayan.
maniple is. (maniple) Fr. manipuler Telgraf işaretlerini göndermek için, bir devredeki akımı kesmekte veya yeniden vermekte kullanılan araç, manipülatör.
manipülasyon is. (manipülâsyon) Fr. manipulation 1. İnsanlan kendi bilgileri dışında veya İstemedikleri hâlde etkileme. 2. Seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme. 3. ekon. Varlıkları yapıcı, açıklayıcı ve yararlı bir biçimde kullanma işi.
manipülatör is. (manipülatör) Fr, manipulateur 1. Manipleyi kullanan kimse. 2. Maniple. 3. sf. İnsanlan kendi bilgileri dışında veya istemedikleri hâlde bilinçli ve amaçlı olarak etkileyen.
Manisa kebabı is. Manisa yöresine özgü bir kebap türü.
Manisa lalesi is. bot. Düğün çiçeğigillerden, korularda, kırlarda yetişen bir bitki (Anemone pulsatilla).
manişka is. İt. manesco den. İki dilli iki makara ile yapılan palanga.
manita is. (mani'ta) İt. 1. argo Sevgili. 2. Manitacılık.
manitacı is. Manitacılıkla para sızdıran dolandırıcı: "Bu Kılçık Nâzım filan, manitacı herifler." -A. İlhan.
manitacılık, -ğı is. Tanışıyormuş gibi yaparak veya çevredeki yandaşlarından destek alarak birinden para sızdırma işi, bir çeşit dolandırıcılık, manita.
manivela is. (manivela) ît. manovella 1. Bir ucunun bağlı bulunduğu bir nokta çevresinde dönen kol. 2. fiz. Kaldıraç.
manivelah sf. Manivelası olan: "Hep birden harekete geçen kayıkları birer manivelah oyuncak zannettim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
mankafa sf. (ma'nkafa) 1. Anlayışsız, aptal. 2. hlk. Sakağı hastalığına tutulmuş (at).
mankafalık, -ğı is. 1. Mankafa olma durumu, anlayışsızlık, aptallık. 2. hlk. Atlarda görülen süreğen, şiddetli sakağı.
manken is. Fr. manneguin 1. Genellikle moda evlerinde giysileri alıcılara gösterme işiyle görevli kimse, model. 2. Ressam ve heykeltıraşların gerektikçe model olarak kullandıkları, türlü biçimleri alabilen eklemli, çoğunlukla tahtadan yapılmış insan veya hayvan örneği. 3. Terzilerin, giysi denemek, sergilemek için kullandıktan insan vücudu biçimindeki tahta, mukavva vb. kalıp. manken gibi vücut ölçüleri düzgün ve İnce olan.
→ konu mankeni
mankenlik, -ği is. Mankenlik işi.
mankurt, -du sf. Ulusal kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yabancılaşan.
mankurtlaşma is. Mankurtlaşmak durumu.
mankurtlaşmak (-i) Ulusal kimlikten uzaklaşmak, içinde bulunduğu topluma yabancılaşmak.
mano is. ît. mano argo Kumar oynatan kişinin kazançtan aldığı pay.
manolya is. (manolya) Fr. magnoîia bot. 1. Manolyagillerden, yaprakları almaşık, iri ve parlak yeşil renkte bir süs ağacı (Magnoîia grandi/lora). 2. Bu ağacın çok iri, beyaz ve limon kokusunda güzel çiçeği.
manolyagiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, manolya vb. güzel kokulu bitkileri içine alan familya.
manometre is. (manome'tre) Fr. manometre fîz. Basıölçer.
mansıp, -bı is. Ar. manşib esk. Makam, yüksek memuriyet: "Paraya, pula, mevkiye, mansıba hiç mi hiç önem vermez." -H. Taner.
mansiyon is. Fr. mention Bir yarışmada konulan ödüle yeterli nitelikte görülmemekle birlikte, anılmaya değer bulunan kimseye veya esere verilen derece.
manşet is. Fr. manchette 1. Gömleğin kol ağzına geçirilen, genellikle çift katlı kumaştan yapılan bölüm, kolluk. 2. Gazetelerin ilk sayfasına iri puntolarla konulan başlık: "Gazete manşetlerinden bezmişim, on gün gazete yüzü görmeyeyim." -H. Taner. 3. sp. Voleybolda topa vuruş biçimi.
manşon is. Fr. manchon 1. Elleri soğuktan korumak için kullanılan astarlanmış kürk, el kürkü. 2. tek. Ek bileziği.
mantalite is, Fr. mentalite Düşünme yapısı, akıl gücü.
mantar is. Yun. 1. bot. Mantarlardan, içinde zehirlileri de bulunan, silindir bir gövde ve üst tarafı şapka biçiminde olan İlkel bitkilerin genel adı (Fungi): Çayır mantarı. 2. Esnek ve sudan hafif olduğundan şişe tapası, cankurtaran simidi, cankurtaran yeleği, ayakkabı tabanı ve daha birçok şeylerin yapımında kullanılan, su geçirmeyen, meşe ağacı tabakası: "İpek çorap ve altı mantar iskarpin giymeyen kadınlar âdeta sınıf dışı ve eski biçim insanlardır." -H. E. Adıvar. 3. Bu tabakadan yapılan şişe tapası. 4. Çocukların özel tabanca İle patlattıkları barutlu madde. 5. Balık ağlarını su yüzünde tutmaya veya olta sarmaya yarayan mantar parçası. 6. Hayvanların burun ucu. 7. argo Uydurma söz, yalan. 8. tıp Mantar hastalığı. mantar atmak argo yalan söylemek, martaval atmak, mantar gibi yerden bitmek birdenbire veya kendiliğinden ortaya çıkmak. mantara basmak argo birinin hazırladığı oyuna düşmek, oyuna gelmek.
→ mantar ağacı, mantar bilimi, mantar çorbası, mantardoğuran, mantarhane, mantar hastalığı, mantar kent, mantar meşesi, mantar özü, mantar tabakası, mantar tabancası, acı mantar, akmantar, deli mantar, kök mantar, sarımantar, su mantarları, ağaç mantarı, çayır mantarı, çörek mantarı, horoz mantarı, kav mantarı, keçi mantarı, koyun mantarı, kurt mantarı, kuzu mantarı, kültür mantarı, pas mantarı, sığır mantarı, sinek mantarı, taş mantarı, yer mantarı, ağ mantarlar, bazitli mantarlar, cıvık mantarlar, gerçek mantarlar, zehirli mantarlar, sürme mantarları
mantar ağacı is. bot. Turunçgillerden, kerestesi çok gözenekli, süngerimsi, açık sarı renkli bir ağaç (Phelloderidron amurerıse).
mantar bilimci is. Mantar bilimi ile uğraşan kimse.
mantar bilimi is. bot. Mantarların yapılarını, yaşayışlarını ve yol açtıkları hastalıkları inceleyen bilim dalı, mikoloji.
mantarcı is. 1. Mantar yetiştiren veya satan kimse. 2. sf. argo İnsanları birtakım hilelerle şaşırtıp paralarını çalan (kimse), yalancı, düzenbaz.
mantarcılık, -ğı is. 1. Mantar yetiştirme veya satma işi. 2. argo Mantarcı olma durumu.
mantar çorbası is. Mantarların pişirilmesinden sonra unun yoğurtla karışımının tereyağı, sarımsak İle birlikte bol su içinde kaynatılmasıyla yapılan bir çorba türü.
mantardoğuran sf. böt. Mantarlaşmış hücreler oluşturacak mantar tabakasını doğuran (büyütken doku).
mantarhane is. (mantarha:ne) Yun. + Far. hâne esk. Mantarların işlendiği yer.
mantar hastalığı is. 1. Bazı mantarların yol açtığı bitki veya hayvan hastalığı. 2. tıp Çoğunlukla yüzde, deri üzerinde koyu, kızıl veya mor renkli oluşan bir cilt hastalığı, küflüce.
mantar kent is. Nüfûsu hızla artan yerleşim bölgesi.
mantarlama is. Mantarlamak işi.
mantarlamak (-i) argo Aldatmak, yalan söylemek.
mantarlar ç. is. bot. Sap, yaprak, çiçek vb. organlar yerine dallı veya düz iplikler görünüşünde emeçlerden oluşan, klorofilsiz, çiçeksiz, İlkel bitkiler sınıfı.
→ ağ mantarlar
mantarlaşma is. Mantarlaşmak işi.
mantarlaşmak (nsz) bot. Hücre zarlarına mantar özü karışarak geçirimsiz duruma gelmek.
mantarlı sf. 1. İçinde mantar bulunan, içine mantar konulmuş olan: Mantarlı çorba. 2. Mantarı olan: Mantarlı şişe. Mantarlı ayakkabı. 3. Mantar hastalığına yakalanmış: "Arabalarda, manda sırtında, insan omzunda, kel, kör, uyuz, egzamalı, mantarlı, cüzzamlıya kadar bir köylü kafilesi tam bu zamanda gelir." -S. F. Abasıyanık.
mantarlık, -ğı is. 1. Yenilebilen mantarların yetiştirildiği yer. 2. İncelenmek amacıyla mantar kültürlerinin saklandığı yer.
mantar meşesi is. bot. Batı Akdeniz bölgesinde yetişen bir tür meşe, sezü (Quercus suber).
mantar özü is. bot. Karbon, hidrojen ve oksijenden oluşan bazı bitki hücrelerinin çeperlerini kaplayarak sıvı ve gazların geçmesini önleyen, bu sebeple hücrenin ölümüne veya mantar oluşumuna yol açan madde.
mantarsı sf. Mantarı andıran, mantara benzeyen, mantar gibi.
mantar tabakası is. bot. Ağaçlarda hücrelerin çeperlerine mantar özü yığarak ve protoplazmasmı yitirerek mantar oluşumuna yol açan, dış büyütken tabaka.
mantar tabancası is. Borusunun ucuna içi barutlu mantar takılarak patlatılan, tabanca biçiminde bir çeşit çocuk oyuncağı.
mantı is. Çinceden 1. İçine kıyma konularak küçük bohçalar biçiminde dürülen hamur parçalan. 2. Bu hamur parçalarıyla hazırlanan yemek.
→ kırcı mantı, Kayseri mantısı, yağ mantısı
mantıcı is. Mantı yapan veya satan kimse.
mantık, -ğı is. Ar. mantık 1. Doğru düşünme sanatı ve bilimi: "Akılla, mantıkla açıklanmayacak durumlar vardır dünyada." -N. Cumalı. 2. Doğru düşünmenin yolu ve yöntemi: "Ali Rıza bey gerçi bir vakit bu mantığa kulak vermiyor göründü." -R. N. Güntekin. 3. fel. Düşüncenin ve düşüncenin varlık biçimlerinin, öğelerinin, türlerinin, olanaklarının, yasalarının ve düşünce bağlamlarının bilimi.
→ mantık dışı, mantık öncesi, simgesel mantık
mantıkça zf. Mantık bakımından, mantığa göre.
mantıkçı is. 1. Mantık bilimiyle uğraşan kimse. 2. Kesin ve sağlam bir yönteme göre akıl yürüten kimse. 3. Mantık derslerini veren öğretmen.
mantıkçılık, -ğı is. fel. 1. Mantık biliminin her şeyin üstünde olduğunu benimseyen felsefe. 2. man. Bütün bilimleri matematik biçime indirgeyen ve matematiği mantığın bir uygulaması durumuna getiren öğreti.
mantık dışı sf. 1. Mantıkla hiçbir ilgisi olmayan. 2. Mantıkla çözümlenemeyen: Mantık dışı, mantıksız demek değildir.
mantıken zf (ma'ntıken) Ar. mantıken Mantıkça.
mantıki sf. (mantıki:) Ar. mantıki Mantıklı: "Birkaç türlü tefsire imkân bırakmayan, tek manalı, sarih ve mantıki söz." -P. Safa.
mantıklı sf. 1. Mantığa uygun, akla uygun, mantıksal, mantıki: Mantıklı söz. 2. Mantığa uygun davranan: Mantıklı adam.
mantık öncesi is. Mantıksal düşüncesinin henüz oluşmadığı donem.
mantıksal sf. Mantıklı: "Mantıksal bir dille açığa vurduğu bu harika önerinin aksayan bir yanı vardı." -N. Nadi.
mantıksız sf. 1. Mantığa, akla aykırı olan: "Şuuru yerinde bir adam için bu sevinç mantıksız ve çirkindir." -R. H. Karay. 2. Mantığa uygun davranmayan: Mantıksız adam.
mantıksızlık, -ğı is. Mantıksız davranma durumu: "... milliyetle dinin aleyhinde bulunmaktaki mantıksızlığı, zirzopluğu anlıyor gibi oluyordum."-Ö. Seyfettin.
manti (I) is. İt. mante den. Gemi serenlerini direklere asılı tutan halat ve makara.
manti (II) is. argo Sakalı çıkmamış genç oğlan.
mantin is. Fr. mantille esk. Canfese benzeyen bir tür ipekli kumaş.
mantinota is. (mantino'ta) ît. mantenuta argo Kapatma, metres.
mantis is. Fr. mantisse mat. Bir sayının logaritmasının ondalık bölümü.
manto is. (ma'nto) Fr. manteau Kadın paltosu: "Kürklü, zarif ve epeyce pahalı bir mantoya büründüğü için, kadının yüzü görünmüyordu. " -A. Gündüz.
mantolu sf. Mantosu olan: "Daha çok küçükken akranlarımla oynarken, koyu kahverengi mantolu kadınları birden annem sanırdım."-N. Cumalı.
mantoluk, -ğu sf. Manto yapmaya elverişli (kumaş): Mantoluk kumaş.
mantosuz sf. Mantosu olmayan.
manuel is. Fr. manuel 1. El kitabı. 2. sf. Elle işletilen.
manyak, -ğı sf. Fr. maniaaue 1. Maniye yakalanmış (hasta). 2. mec. Gülünç, garip, şaşırtıcı davranışları olan (kimse). 3. ünl. hkr. "Aptal, çılgın, dengesiz, deli" anlamlarında bir seslenme sözü.
manyakça sf. (manya'kça) 1. Manyağa yakışan. 2. zf. Manyağa yakışır biçimde.
manyaklaşma is. Manyaklaşmak işi.
manyaklaşmak (nsz) Manyak duruma gelmek, manyak gibi davranmak.
manyaklaştırma is. Manyaklaştırmak işi.
manyaklaştırmak (-i) Manyak duruma getirmek.
manyaklık, -ğı is. Manyak olma durumu veya manyakça davranış.
manyat is. İt. menaida den. 1. Alamanadan küçük, üç çifte balıkçı kayığı. 2. Bu kayıklarla atılıp karadan çekilen küçük ağ.
manyetik, -ği sf. Fr. manetiaue fiz. 1. Mıknatısla ilgili, kendinde mıknatıs özellikleri bulunan. 2. is. bl. Yüzeyine manyetik kayıt yoluyla bilginin depolanabildiği bir mıknatıslanabilir kaplaması olan plak şekilli tabaka.
→ manyetik alan, manyetik disk, manyetik kart, manyetik kartuş, manyetik kaset, manyetik şerit, manyetik tambur
manyetik alan is. fiz. Bir mıknatısın N ucundan dışan çıkıp dağıldıktan sonra yine toplanıp S ucundan içine giren kuvvet çizgilerinin yayılmış bulunduğu alan.
manyetik disk is. bl. Yüzeyinde manyetik kayıt yoluyla bilginin depolanabildiği bir mıknatıslanabilir kaplaması olan plak şekilli tabaka.
manyetik kart is. bl. Yüzeyinde manyetik kayıt yoluyla bilginin depolanabileceği mıknatıslanabilir bir alan olan kart.
manyetik kartuş is. bl. Bir koruyucu İçinde bulunan ve koruyucusundan çıkarmaksızın kullanılabilir manyetik şerit ve koruyucu bileşim, manyetik kaset.
manyetik kaset is. bl. Manyetik kartuş.
manyetik şerit, -di is. bl. Yüzeyinde manyetik kayıt yoluyla bilginin depolanabildiği bir mıknatıslanabilir kaplaması olan bir şerit.
manyetik tambur is. bl. Yüzeyinde manyetik kayıt yoluyla bilginin depolanabildiği bir mıknatıslanabilir kaplaması olan dik bir dairesel silindir.
manyetit is. Fr. magnetite kim. Mıknatıs özelliği olan doğal demir oksidi (Fe204).
manyetize sf. Fr. magnetise Manyetizma ile etki altına alınmış, manyetize etmek manyetizma ile etkilemek, manyetize olmak manyetizma ile etkilenmek: "... bütün köpekler sanki manyetize olmuş gibi iki geceli dizilmişler." -Ö. Seyfettin.
manyetizma is. (manyeti'zma) Fr. magnetisme 1. Mıknatıs özelliklerinin bütünü. 2. Fiziğin bu özellikleri inceleyen bölümü. 3. Telkin ve hipnozla bir kimseyi etkileme.
manyetizmacı is. Manyetizma yapan kimse.
manyetizmacılık, -ğı is. Manyetizmacının yaptığı iş.
manyeto is. (manye'to) Fr. magneto fiz. İçinde mıknatıslı demir bulunan elektrik üreteci.
manyetolu sf. Manyetosu olan: Manyetolu çakmak.
manyetometre is. Fr. magnetometre fiz. Manyetik momentleri ve manyetik alanların momentlerini ölçmeye, karşılaştırmaya yarayan alet.
manyetosuz sf. Manyetosu olmayan.
manyezi is. Fr. magnesie tıp İç sürdürücü olarak kullanılan, beyaz renkli, suda az eriyen, hiçbir tadı olmayan, magnezyum oksidinin bir adı.
manyezit is. Fr. magnesite kim. Doğal magnezyum silikat, lüle taşı, Eskişehir taşı.
manyok is. (Brezilya yerlilerinin dilinden) bot. Sütleğengillerden, sıcak ülkelerde yetişen, yapraklan almaşık, üçü veya yedisi bir arada yelpaze durumunda olan, büyük bir ağaç (Manihot utilissima).
manzara is. Ar. manzara 1. Bakışı, dikkati çeken her şey. 2. Görünüş: "Boğaz'ın ucundan Karadeniz'e bir kapı gibi açılan manzara... " -H. R. Gürpınar. 3. Konusu bir doğa veya şehir parçası olan resim, gravür veya desen, tablo. 4. mec. Görünüş, durum: Bu sade dekor ölümün manzarasını ulvi bir tablo gibi güzelleştirmişti." -O. S. Orhon. manzara koymak televizyon yayını sırasında beklenmeyen kesinti aralarını doldurmak için ekrana değişik manzara resimlerini getirip göstermek.
manzaralı sf. 1. Manzarası olan. 2. Manzarası iyi olan: Manzaralı bir ev.
manzarasız sf. 1. Manzarası olmayan. 2. Manzarası kötü olan.
manzum sf Ar. manzum ed. 1. Şiir biçiminde yazılmış. 2. esk. Düzenli, muntazam.
manzume is. (manzu:me) Ar. manzume 1. ed. Şiir, nazım: "Başladı kâh ezbere, kâh cep defterinden manzumeler okumağa." -R. N. Güntekin. 2. fel. esk. Dizge.
Maocu öz. is. Maoculuğu benimsemiş veya Maoculuk yanlısı kimse.
Maoculuk, -ğu öz. is. Mao Çe-Tung'un düşüncelerine dayanan Marksist akım.
mapa is. (mapa) İt. mappa den. 1. Ucu halkalı cıvata. 2. Gemi içini aydınlatmaya yarayan, içinde zeytinyağı bulunan siperli fener.
mapus is. Ar. malıbüs hlk. 1. Mahpus. 2. Mapushane, cezaevi, hapishane: "Mapuslarda çürüyemem / Başımı belaya sokma benim." -O. V. Kanık, mapusa düşmek hapse girmek.
→ mapushane
mapushane is. (mahpushame) Ar. mahbüs + Far. hâne hlk Cezaevi: "Mapushane çeşmesi yandan akıyor yandan." -Halk türküsü. mapushaneye düşmek hapse girmek.
maraba is. hlk. 1. Çiftçi. 2. Çiftçilikte, toprağı işleyerek ürüne ortak olan kimse, ortakçı, ortak, yarıcı.
marabacılık, -ğı is. Ortakçılığa dayanan tarım işçiliği.
marabut is. (mura.but) Ar. murabit esk. Kuzey Afrika'da dervişlere verilen ad, murabit.
maral is. Moğ. zool. Dişi geyik, meral.
marangoz is. Yun. Ağaç işleriyle uğraşan ve ağaçtan çeşitli eşya yapan usta.
→ marangoz baliği, marangozhane, marangoz mengenesi
marangoz balığı is. zool. Testere balığı.
marangozhane is. (marangozha:ne) Yun. + Far. fyâne Marangozun çalıştığı iş yeri: Bir marangozhanesi var.
marangozluk, -ğu is. 1. Marangozun işi: "Kasabada ustalarının yanında marangozluk öğrenenlerin de onların ardından göç ettikleri duyuluyordu." -N. Cumalı. 2. Marangozun zanaatı.
marangoz mengenesi is. Tutkallanmış veya işlenecek olan tahtaların tutturulduğu kıskaç.
maranta is. (mara'nta) (botanik bilgini Bartolomeo Maranta'nın adından) bot. Bir çenekliler sınıfından, Antillerde ve bütün tropikal bölgelerde yetiştirilen, kökündeki yumrulardan ararot çıkarılan bir kamış çeşidi, ararot kamışı (Maranta arundinaca).
Maraş dondurması is. Maraş yöresine özgü sert ve kıvamlı dondurma.
Maraş işi is. Karton üzerine gerilmiş kumaşa sim, sırma vb. sarılarak yapılan bir tür nakış.
maraton is. Fr. marathon 1. sp. 42,195 m'lik en uzun yol koşusu. 2. mec. Sabır gerektiren uzun iş.
maratoncu is. Maratonda yanşan sporcu.
maraz is. Ar. maraz esk 1. Hastalık. 2. mec. Dayanılması güç durum. 3. sf. mec. Huysuzluğu ve titizliği ile can sıkan: Aman ne maraz adamsın!
maraza is. Ar. maraza hlk 1. Hastalık. 2. Anlaşmazlık, çekişme, kavga, maraza aramak çekişmek, olay çıkarmak için bahane aramak: "İkinci yarıda herkesin dili bir karış dışarı çıktığı, maraza aradığı, çamurlaştığı zaman, seninki, oyuna yeni girmiş gibi terütaze koşar durur." -H. Taner. maraza çıkarmak kavgaya yol açmak, kavga çıkarmak, anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak.
marazi sf. (marazi:) Ar. marazı esk. 1. Hastalıkla ilgili, hastalıklı: "O marazi psikolojik an geçtikten sonra bunların manaları ne olduğunu yazan da seçemez." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Hastalık derecesinde: Marazi kıskançlık.
marazlanma is. Marazlanmak işi.
marazianmak (nsz) hlk Hastalanmak, hasta olmak: "Acep marazlandı mı ki?" -R. H. Karay.
marazlı sf. Hastalıklı, hasta.
marazlık, -ğı is. Güç, sıkıntılı, huzursuz durum. marazlık etmek güç, sıkıntı veren, huzursuzluk doğuran bir durum yaratmak: "Bugünlerde başım zaten dertte, bir de sen marazlık etme!" -A. İlhan.
marda is. Yun. Iskarta mal.
mareşal, -li is. Fr. marechal ask 1. En yüksek askerî rütbe: Mareşal Fevzi Çakmak 2. Bu rütbede bulunan general, müşir.
→ feldmareşal
mareşallik, -ği is. 1. Mareşal olma durumu, müşirlik. 2. Mareşal unvanı.
→ mareşallik asası
mareşallik asası is. ask Mareşallerin tören sırasında ellerinde tuttukları kısa ve üzeri süslü sopa.
margarik asit, -di is. Fr. acide margariaue kim. Margarin yapımında kullanılan yapay yağ asidi.
margarin is. Fr. margarine kim. İçyağlannda bulunan, margarik asidin gliserinle birleştirilmesiyle de yapay olarak elde edilen, 47 °C'de eriyen ve besin değeri olan bitki yağı.
marifet is. (maırifet) Ar. ma'rifet 1. Ustalık, hüner, uzmanlık: "Meğer ne marifetleri varmış o gösterişsiz saatin!" -H. Taner. 2. Uygun olmayan, hoşa gitmeyen, can sıkıcı iş veya davranış: Yaptığın marifeti beğendin mi? 3. esk. Bilim, bilgi. 4. esk Aracı, ikinci el. marifet iltifata tabidir başarılı bir iş, desteklenir, takdir ediür, Övülürse daha iyi işler yapılır.
marifetiyle zf. Eliyle, aracılığıyla.
marifetli sf. Usta, hünerli.
marifetsiz sf. Ustalığı olmayan, hüner gerektirmeyen.
marihuana is. İng. marihuana bot Hindistan'da yetişen kenevirin çiçeklerinden ve yapraklarından elde edilen uyuşturucu madde (Cannabis sativa).
marina is. (mari'na) İt. marina den. Küçük teknelerin ve yatların barınabilmeleri için özel bir mendirekle çevrilen veya bir liman içinde ayrılan deniz alanı, yat limanı.
marinacılık, -ğı is. Marina işletmeciliği.
marinat, -di is. Fr. marinade Av hayvanlarının, balığın ve diğer et türlerinin daha lezzetli olması ve yumuşaması için baharatlardan hazırlanan bir sos türü.
mariz sf. (maruz) Ar. mariz esk. Hastalıklı, hasta olan.
marizleme is. Marizlemek işi veya durumu: "Seni arkadaşlarıyla tenha bir yerde kıstırıp marizlemeye karar vermiş." -O. C. Kaygılı.
marizlemek (-i) Dövmek, dayak atmak.
marj is. Fr. marge 1. Sınır. 2. Yazılmış veya basılı bir kâğıdın kenarında bırakılmış boşluk. 3. ekon. Ticari bir işlemde zarar tehlikesine karşı ayrılan pay.
→ kâr marjı
marjinal sf. Fr. marginal mat. 1. Birimleri matematik anlamda değişken olabilen. 2. mec. Toplumda görüş ve yaşayış biçimiyle uçlarda bulunan, çizgi dışı, aykırı (kimse).
marjinalleşme is. Marj halleşmek durumu.
marjinalleşmek (nsz) Marjinal olmak.
marjînallik, -ği is. Marjinal olma durumu.
marjlı sf. Marjı olan: Marjlı defter.
marj sız sf. Marjı olmayan.
mark is. Alm. Mark esk. 1. Alman para birimi. 2. Finlandiya para birimi, markka.
marka is. (ma'rka) İt. morca 1. Resim veya harfle yapılan işaret. 2. Bilet, para yerine kullanılan metal veya başka şeyden parça. 3. Bir ticari malı, herhangi bir nesneyi tanıtmaya, benzerinden ayırmaya yarayan Özel isim veya işaret, marka giymek kullanmak için seçkin, kaliteli olan malı tercih etmek.
→ çarliston marka, çarliston marka kereste, kazık marka
markacı is. Marka satan kimse.
markaj is. Fr. marquage sp. Bazı takım oyunlarmda ayakla veya vücutla karşı takım oyuncusunun davranışına engel olma, tutma, gölgeleme, markaja alınmak Markaja alma işi yapılmak, markaja almak Takım oyunlarında karşı takımdaki bir oyuncuyu yakından izlemek, tutmak, gölgelemek.
markajcı is. Takım oyunlarında karşı takımdaki bir oyuncuyu yakından izleyen, tutan, gölgeleyen kimse, gölgeleyici.
markalama is. Markalamak işi.
markalamak (-i) Bir nesneyi tanıtmak veya benzerlerinden ayırmak İçin işaret koymak.
markalanma is. Markalanmak işi.
markalanmak (nsz) Markalama işi yapılmak.
markalı sf. Markası olan.
markasız sf. Markası olmayan.
marke sf Fr. marque İşaretlenmiş, belirtilmiş. marke etmek sp. takım oyunlarında karşı takımdaki bir oyuncuyu yakından İzlemek, tutmak, gölgelemek, markaja almak.
market is. İng. market Özellikle her türlü yiyecek maddesinin, ev, büro, mağaza vb. yerlere ait gereçlerin satıldığı dükkân.
→ hipermarket, müzik market, süpermarket
marketçi is. Market işleten kimse.
→ süpermarketçi
marketçilik, -ği is. Market İşletme işi.
→ süpermarketçilik
marketing is. İng. marketing bk. pazarlama.
marki is. Fr. marauis Bazı Batı devletlerinde kont ile dük arasındaki bir soyluluk unvanı.
markiz is. Fr. marguise 1. Markinin karısı. 2. İki kişilik, alçak, oldukça geniş koltuk. 3. mim. Bir kapı veya pencere Önünde yağmurdan korunmak İçin yapılan saçak.
markizet is. Fr. marauisette Bir çeşit ince ve çoğu kez çiçekli, pamuklu kumaş.
markka is. Fin. Finlandiya para birimi, mark.
markör is. Fr. maraueur Önemli ibareleri veya dikkati çekmek istenilen yerleri işaretlemeye yarayan kalem.
Marksçı öz. is. Marksçılık yanlısı olan görüş veya kimse.
Marksçılık, -ğı öz. is. Marks'ın düşüncelerine dayanan devrimci sosyalist akım.
Marksist öz. is. Fr. marxiste Marksçı.
Marksizm öz. is. Fr. marxisme Marksçılık.
marley is. (bir marka adından) mim. Yapılarda döşeme gereci olarak kullanılan plastik madde.
Marmara çırası is. "Perişan etmek, mahvetmek veya perişan olmak, mahvolmak" anlamlarındaki Marmara çırası gibi yakmak (veya yanmak) deyiminde geçen bir söz: Bunlar kendilerine tutulanları Marmara çırası gibi cayır cayır yakıyorlar." -O. C. Kaygılı. "Ben o saat anladım ki bu çapkından ümidini kesmedikçe Marmara çırası gibi yanacaktır."-H. Taner.
marmelat, -di is. (marmelât) Fr. marmeîade Şeker karıştırılarak pişirilmiş meyve ezmesi: Ayva marmeladı.
→ ayva marmeladı, erik marmeladı
marn is. Fr. marne mdn. Çok ince taneli kil minerallerinden ve kalsitin değişik oranlardaki karışımından oluşan tortul kayaç, pekmez toprağı.
marnlama is. Marnlamak işi veya durumu.
marnlamak (-i) Kireci az olan toprağın içine marn katarak daha iyi duruma getirmek.
maroken is. Fr. maroauin 1. Fas'ta işlenen yumuşak bir çeşit keçi derisi. 2. Üzerine benekler basılarak marokene benzetilen koyun derisi. 3. sf. Marokenden yapılmış veya marokenle kaplanmış: "Garp cephesi kumandamyla maroken bir kanepede yan yana oturuyorduk." -Y. K. Karaosmanoğlu.
marokenci is. Maroken eşya yapan kimse.
marokencilik, -ği is. Maroken deriden çeşitli eşya yapma sanatı.
maron is. Fr. marron 1. Kestane rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
marpuç, -cu is. Far. mârpiç Nargileye takılan ve kolayca içmeyi sağlayan, hortum biçiminde uzun ve bükülgen boru: "Nargilesinin marpucunu ayırdı dudaklarının arasından. " -N. Cumalı.
marpuççu is. Marpuç yapan veya satan kimse.
marpuççuluk, -ğu is. Marpuççu olma durumu.
mars is. Ar. mers Tavlada oyunculardan birinin, karşı taraf pul toplamaya başlamadan bütün pullarını toplayıp oyunu bitirerek iki sayı kazanması: "Terlikçi ihsan, üst üste iki düşeş atmakla marsı sağlamış gibiydi." -H. Taner, mars etmek 1) tavla oyununda karşısındakine hiçbir pul toplamaya fırsat vermeden, kendi pullarını toplayıp oyunu kazanmak; 2) tkz. karşısındakini söz söyleyemeyecek duruma getirmek, mars olmak 1) tavla oyununda pul toplamaya fırsat bulamadan oyunu kaybetmek; 2) tkz. söz söyleyemeyecek duruma gelmek.
Mars is. Fr. mars astr. Merih.
marsık, -ğı is. Yapılırken iyice yakılmadığı için, yakıldığında duman ve koku vererek baş ağrısı yapan odun kömürü: "Mangalın üstünde bir boru, marsık kokusu dar sokağı doldurmuş." -S. F. Abasıyanık. marsık gibi koyu esmer, kömür gibi, simsiyah.
marsıvan is. Far. mârzbân tar. Sınırdaki korma görevlisi.
marsıvan ayısı is. Marsıvan eşeği.
marsıvaneşeği sf. Geri zekâlı, çok kaba ve aptal.
marsıvan eşeği is. zool. Gayet iyi cins eşek, marsıvan, marsıvan ayısı.
marsıvan otu is. bot. Bileşikgillerden bir cins kokulu bitki (Tanacetum balsamita).
marş is. Fr. marche 1. Ritmi, yürüyen bir kimsenin veya topluluğun adımlarını hatırlatan müzik parçası: "Bu şiir, ya da manzumeyi marş biçimine bile sokmuştur." -S. Birsel. 2. Bir topluluğu simgelemek için düzenlenmiş müzik parçası: "Millî marş İstiklal Marşı'dır." -Anayasa. 3. Otomobil, kamyon vb. motorlu araçlarda motoru işletme düzeni: Marş anahtarı. 4. ünl. Askerlikte yürüyüşe geçmek için verilen komut.
→ marş marş, millî marş
marşandiz is. Fr. marchandise Yük treni.
marş marş ünl. 1. "Yürü" anlamında bir seslenme sözü. 2. mec. "Çık git, uzaklaş" anlamlarında bir seslenme sözü.
mart is. Lat. Yılm otuz bir gün süren, üçüncü ayı: "Mart ayı, dert ayı." -Atasözü, mart havası gibi kararsız, huysuz (kimse), mart içeri, pire dışarı tedirgin edici biri geldiğinde gitmeye kalkan kimseler için kullanılan bir söz. mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır mart ayındaki şiddetli soğuklarda insanlar ellerine geçen her şeyi yakmak zorunda kalırlar.
→ mart dokuzu, mart kedisi
martaloz is. Yun. bk. martolos.
martaval is. argo Yalan, uydurma söz, palavra: "Dünkü yazdıklarının bütün martaval olduğunu bugün itiraf etmez misin?" -H. R. Gürpınar, martaval atmak (veya okumak) inanılmayacak sözler söylemek, yalan söylemek.
martavalcı sf. Yalan söyleyen, palavracı.
martavalcılık, -ğı is. Yalan söyleme, yalancılık.
mart dokuzu is. esk. 1. Gregoryen takvimine göre martın üçüncü haftasında görülen bir fırtına. 2. Bahar mevsiminin başlangıcı: "Mart dokuzunda çıra yak, bağ buda." -Atasözü.
martı is. //. martin zool. Martıgillerden, çoğu beyaz renkte, eti yenmez, yüzücü, perde ayaklı deniz kuşlarının ortak adı (Larus).
→ küçük martı
martıgiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfına giren, birçok türü bulunan bir familya.
martin is. ît. martini hlk. Tek kurşun atan bir çeşit tüfek: "At martini Debreli Hasan, dağlar inlesin / Drama mahpusunda, aman dostlar dinlesin." -Halk türküsü.
martini is. (marti'ni) ît. martini Portakal kabuğu, cin ve vermutla yapılan içki.
mart kedisi is. "Çapkın ve azgın kimse" anlamındaki mart kedisi gibi deyiminde geçen bir söz: "Mart kedisi gibi camlara çıkıp karnım dolduran yabanın kaltağını buradan atmaktan başka çaremiz yoktur." -E. E. Talu.
martolos is. Yun. ask. esk. Türk garnizonlarında hizmet eden garson.
maruf sf. (ma:ru:f) Ar. ma'rûf 1. Herkesçe bilinen, tanınan, belli, sanlı: "Her kapısından çıplak bir baldır uzanan maruf mahalle burnumuzun dibinde değil." -H. Taner. 2. huk. Dinî bakımdan uygun görülen, beğenilen, buyralan.
marufiyet is. (ma:ru:fıyet) Ar. ma'rüfiyyet Bilinme, tanınma, belli olma: "Memuriyetlerinin marufiyeti icabıyla birbirini ismen tanımamaları mümkün değildi." -H. R. Gürpınar.
marul is. Yun. bot. Bileşikgillerden, geniş ve uzun olan yeşil yapraklan taze olarak yenilen bir bitki (Lactuca sativa).
→ acı marul, kıvırcık marul, yabani marul, deniz marulu, eşek marulu, yağ marulu
marulcu is. Marul yetiştiren veya satan kimse.
marulcuk, -ğu is. bot. Çöpleme.
marulumsu sf. Marulu andıran, marula benzeyen, marul gibi.
Maruni öz. is. (ma:ru:ni:) Ar. mârüni 1. Lübnan ve Suriye'de oturan Katolik Süryani topluluğu. 2. Bu topluluktan olan kimse.
maruz sf. (ma:ru:z) Ar. ma'rüz 1. Bir olayın, bir durumun etkisinde veya karşısında bulunan: "Herkes, her an müthiş bir tehlikeye maruzdur." -P. Safa. 2. esk. Arz edilen, sunulan, verilen, maruz bırakmak bir olayın veya bir durumun etkisinde bırakmak: "Türk Cumhuriyeti varlığım, istikbalini safsatalarla tehlikeye maruz bırakamaz." -Y. K. Karaosmanoğlu. maruz bulunmak (veya olmak) bir olaym veya bir durumun etkisinde bulunmak, maruz kalmak (veya kalmamak) bir olay veya bir durumla karşı karşıya olmak (olmamak): "Taraf taraf işgallere, istilalara maruz kaldık." -Y. K. Karaosmanoğlu.
maruzat is. (ma:nı:za;t) Ar. ma'rüzât Mevki, makam veya yaş bakımından büyük birine sunulan, bildirilen dilek veya bilgi, sunuş: Size maruzatım var.
marya is. (ma'rya) Yun. zool. 1. Beş yaşından büyük veya damızlık dışı bırakılmış dişi koyun. 2. Dişi hayvan. 3. Bir tür küçük balık.
→ marya ağı
marya ağı is. den. Uzunluğu altmış, genişliği üç dört kulaç olan bir tür balık ağı.
mas, -ssı is. Ar. maşş esk. Emme, emerek içine çekme, soğurma.
→ massetmek
masa is. (ma'sa) Yun. 1. Ayaklar veya bir destek üzerine oturtulmuş tabladan oluşan mobilya: "Çoğunlukla akşam yemeğinden sonra, sofra kaldırılınca yemek masasında yazardım o öyküleri." -N. Cumalı. 2. Aynı masada oturanların tümü. 3. Dairelerde, kurumlarda belli konularla ilgili işlerin görüldüğü bölüm: Kaçakçılık masası. Kıbrıs masası. 4. coğ. Düz duruşlu yer, düzlek yapı. 5. sp. İç içe geçme ayaklarıyla yükseldiği ayarlanabilen masa biçiminde atlama aracı. masaya oturmak bir anlaşmazlığı çözümlemek üzere bir araya gelmek, toplanmak.
→ masa başı, masa örtüsü, masa saati, masa tablası, masa takvimi, masa tenisi, masa topu, masaüstü, masaüstü yayıncı, yuvarlak masa, yuvarlak masa toplantısı, ameliyat masası, bilardo masası, bilgisayar masası, buzul masası, daktilo masası, fiskos masası, içki masası, iflas masası, infaz masası, kriz masası, kurgu masası, orta masası, oyun masası, peri masası, pinpon masası, reji masası, tuvalet masası, ütü masası, yazı masası, yemek masası
masa başı sf. Masada oturularak yapılan: Masa başı çalışması.
masa başında zf Uygulamaya yönelik olup olmadığına bakmaksızın tartışarak, konuşarak, görüşerek.
masaj is. Fr. massage 1. Vücut yüzeyinde el, elektrik, su aracılığıyla çeşitli işlemler yapma biçiminde, iyileştirme ve bakım yöntemi. 2. Ovma, ovuşturma, masaj yapmak Sağlık, bakım ve yarışmalara hazırlık amacıyla vücudun çeşitli bölgelerini özel araç ve yöntemlerle ovmak, ovuşturmak: "Kolonya çarpar, pudralar, kremle ikinci bir masaj daha yapardı yüze." -N. Cumalı.
masajcı is. Sağlık veya tedavi amacıyla masaj yapan kimse, masör.
masajcılık, -ğı is. Masajcı olma durumu.
masajlama is. Masajlamak işi veya durumu.
masajlamak (-i) Masaj yapmak.
masal is. Ar. mesel 1. Genellikle halkın yarattığı, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa sürüp gelen, çoğunlukla İnsanların veya tanrıların başından geçen, olağan dışı olayları anlatan hikâye: "Masal olsun roman olsun, ikisi de anlatı sanatıdır." -N. Cumalı. 2. Öğüt verici, ahlak dersi veren alegorik eser: La Fontaine'in masalları. 3. mec. Boş ve yalan söz: "Müttefikler karşı hücuma geçtikten sonra, milleti aynı masalla uyutmak olanaksızlaştı." -H. Taner. 4. mec. Değersiz, önemsiz şey: "Yaratıcı gücü kalmayan bir yazıcı bir masaldan başka nedir?" -H. E. Adıvar. masal gibi olmayacak biçimde. masal okumak (veya anlatmak) inandırıcı olmayan, oyalayıcı sözlerle kandırmaya çalışmak.
→ masal âlemi, kocakarı masalı, kurt masalı, peri masalı
masal âlemi is. Doğaüstü, gerçek dışı, ancak masallarda rastlanabilecek yerler, masal âleminde yaşamak 1) gerçek olmayan, gerçekleşmesi güç olan şeyler düşünerek yaşamak; 2) masallardaki gibi olağanüstü güzel anlar yaşamak.
masalcı is. 1. Masal anlatan, yazan veya okuyan kimse. 2. mec. Yalan uyduran, hayalî şeyler anlatan kimse.
masalcılık, -ğı is. Masalcı olma durumu.
masalımsı sf. Masalsı.
masallaştırma is. Masallaştırmak işi.
masallaştırmak (-i) Masal durumuna getirmek.
masalsı sf. Masalı andıran, masala benzeyen, masal gibi, masalımsı.
masa örtüsü is. Masa üzerine serilen kumaş vb. maddeden yapılan örtü.
masara is. Ar. ma'şara Küçük, dar yer veya hücre: "Adına masara denen ayakyolu gibi taş bir hücreye yatırmışlar." -R. N. Güntekin.
masarif ç. is. (masa:rif) Ar. masarif esk. Giderler, masraflar.
masarika is. (masari'ka) Yun. anat. Bağırsakları tutan karın iç zan.
masa saati is. Masa üzerinde kullanılmak üzere yapılan saat.
masat, -di is. Ar. mişfyaz Bıçak bilemeye yarayan çelikten, çubuk biçiminde araç: Kasap masadı. Aşçı masadı.
masa takvimi is. Masa üzerine konan özel olarak yapılmış bir tür takvim.
masa tenisi is. sp. Kurallan tenisinkine benzeyen, masa üzerinde özel top ve raketlerle oynanan bir oyun, masa topu, pinpon.
masa topu is. sp. Masa tenisi.
masaüstü is. bl. Bilgisayar açıldığında klasör, program vb. simgeler ile genel görüntülerin yer aldığı çalışma ortamı.
→ masaüstü yayıncı
masaüstü yayıncı is. Masaüstü yayıncılık yapan kimse.
masaüstü yayıncılık, -ğı is. Kitap, dergi vb. yayınlan bilgisayar ortamında baskıya hazırlama işi.
masif sf. Fr. massif Kütlesi, görünürdeki bütün hacmi kaplayan, kaplama veya doldurma olmayan, som.
masiko is. Fr. massicot kim. Rengi kırmızı İle sarı arasında değişen, doğal kurşun oksit (PbO).
mask is. Fr. masaue Genellikle ölünün yüzüne uygulanarak elde edilen yüz kalıbı.
maskanyin is. Fr. mascagnine kim. Doğal amonyum sülfat.
maskara sf. Ar. maskara 1. Eğlendirici, sevimli, güldürücü, sevimli, soytarı, hoş: Görseniz ne maskara şey! 2. is. Karnaval maskesi: Çocuk bir maskara satın aldı. 3. is. Kirpik boyası, rimel. 4. hkr. Şerefsiz, onursuz, haysiyetsiz, rezil (kimse): Bırak şu maskarayı, maskara etmek 1) bir kimseyi veya şeyi gülünç ve şerefsiz duruma düşürmek: "Şu kendini bütün memlekete maskara eden münevver züppenin eksik tarafı millî şuurdan başka nedir?" -O. S. Orhon. 2) bir şeyi bozmak, berbat etmek, maskara olmak gülünç bir duruma düşmek, (birinin) maskarası olmak birinin eğlencesi olmak: "Hazır yemeğe tamah edip insanların maskarası olmanın âlemi var mı?" -H. Taner, (birinin) maskarasını çıkarmak birini rezil etmek, küçük düşürerek gülünç duruma sokmak, (birini) maskaraya almak biriyle eğlenmek, alay etmek, (birini) maskaraya çevirmek gülünç bir duruma sokmak.
→ gönül maskarası, karnaval maskarası
maskaraca zf. Maskara gibi, maskaraya benzer.
maskaralarıma is. Maskaralanmak işi veya durumu.
maskaralanmak (nsz) 1. Maskaralık etmek. 2. Şerefsiz, haysiyetsiz ve gülünç davranışlarda bulunup herkesin eğlencesi olmak.
maskaralaşma is. Maskaralaşmak işi.
maskaralaşmak (nsz) 1. Eğlendirici, hoş bir durum almak. 2. Herkesin eğlencesi durumuna gelmek.
maskaralık, -ğı is. 1. Eğlendirici, güldürücü davranış, soytarılık: "Sarhoşun salıncak üzerindeki bu maskaralıklarını kahkahalarla seyrediyorlardı." -O. C. Kaygılı. 2. Şerefsizce, haysiyetsizce davranış, rezalet.
maskarat is. İt. bk. maskarata.
maskarata is. (maskara'ta) İt. mascherata Ayakkabının üst yüzünün Ön tarafında dikişle ayrılan burun bölümü.
maske is. (ma'ske) Fr. masque 1. Boyalı karton, kumaş veya plastikten yapılan ve başkalarınca tanınmamak için yüze geçirilerek kullanılan yapma yüz. 2. Korunmak için özel olarak yapılıp yüze geçirilen şey: Gaz maskesi. 3. Yüz ve boyun güzelliği için cilde sürülen krem, macun vb. şeyler. 4. mec. Gerçek duyguları veya bir şeyin gerçek görünüşünü gizleyen aldatıcı görünüş, davranış: Hayırseverlik maskesiyle kendi çıkarını yürütüyor. 5. psikol. Kişinin oynadığı rol veya hem kendisine hem de çevresine karşı takındığı davranış, maskesi düşmek gerçek niyeti ve niteliği ortaya çıkmak, (kendi) maskesini atmak amaçlarını gizlemesini bilen kimse, bu tutumunu bırakarak gerçek kişiliğini ve amaçlarını açığa vurmak, maskesini düşürmek (veya sıyırmak) gerçekleri ortaya çıkarmak: "Yüzlerinden yalancı maskeleri sıyırmak, hiçlikleri meydana çıkarmak Çalıkuşu'nun en büyük eğlencesiydî." -R. N. Güntekin. (birinin) maskesini kaldırmak gizli amaçlarını, gerçek kişiliğini ortaya çıkarmak.
→ gaz maskesi, karnaval maskesi, toz maskesi
maskeleme is. Maskelemek işi: "... böyle bir şeye inanmaktaki utancını sahte bir istihza gülüşüyle maskelemeye çalışarak sordu." -P. Safa.
maskelemek (-i) 1. Görünmemesini sağlamak, maske ile örtmek, alalamak, kamufle etmek. 2. mec. Gerçek görünüşünü saklamak, gizlemek: "Nefsine itimadı o kadar kuvvetli idi ki, aşırı bir resmiyetle maskelenen nazik istiskalleri anlamamazlığa vurur. " -H. Taner.
maskelenme is. Maskelenmek işi.
maskelenmek (nsz) Maskeleme işi yapılmak veya maskeleme işine konu olmak.
maskeli sf. 1. Maskesi olan, maskelenmiş. 2. mec. Davranış ve tutumunda gerçek kişiliğini saklayan.
→ maskeli balo
maskeli balo is. Yüze maske takılarak gidilen balo.
maskesiz sf. 1. Maskesi olmayan. 2. zf. mec. Davranış ve tutumunda gerçek kişiliğini saklamadan: "Hah işte, şimdi maskesiz, açık konuşalım." -H. R. Gürpınar.
maskot is. Fr. mascotte 1. Uğur getireceğine inanılan şey. 2. Uğur sayılan kimse veya hayvan, uğurluk.
maskulen sf. Fr. masculin Erkeksi.
maslahat is. Ar. maslahat esk. 1. İş, önemli iş, mesele. 2. kaba Erkeklik organı.
→ idareimaslahat
maslahatgüzar is. (maslahatgüzar) Ar. maslahat + Far. -guzâr Bir büyükelçinin temsilci olarak bulunduğu ülke dışına çıkması durumunda veya o ülkeye gelmesinden önce ona vekâlet eden diplomat, işgüder.
maslahatgüzarlık, -ğı is. 1. Maslahatgüzar olma durumu, maslahatgüzarın mesleği. 2. Maslahatgüzarın makamı, işgüderlik.
maslak, -ğı is. Ar. maşlâk esk. 1. Sürekli su akan boru: "İlerideki maslaktan su doldurmaya giden simsiyah bir zenci kızının yakasından asıldı." -O. C. Kaygılı. 2. Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. 3. Büyük yalak.
maslup, -bu sf. (maslû:p) Ar. maşlüb esk. Asılmış, asılarak öldürülmüş (kimse).
masmavi sf. (ma'sma:vi) Her yanı mavi, gömgök: "Gökyüzü mavi, masmaviydi/ Güneş gittikçe ısıtıyordu." -O. V. Kanık.
masnu is. (masnu:) Ar. maşnü' esk. 1, Sanatla yapılmış ürün. 2. sf. Aslı olmayan, uydurma, yapma, düzme, düzmece, sahte.
masnuatf. is. (masnu:at) Ar. maşnü'âtesk. 1. Sanatla yapılmış şeyler, sanat eserleri. 2. Aslı olmayan şeyler, yapma ve düzme şeyler.
mason is. Fr. maçon Masonluk derneği üyesi, farmason.
→ mason locası
mason locası is. Çeşitli derecelerdeki masonlardan oluşan gruplardan her biri.
masonluk, -ğu is. 1. Birtakım kardeşlik ilkelerini benimseyen, birbirlerini parola ve işaretlerle tanıyan, loca denilen bölümlere ayrılan kimselerden kurulu dernek. 2. Mason olma durumu, farmasonluk.
masör is. Fr. masseur Erkek masajcı, ovucu.
masöz is. Fr. masseuse Bayan masajcı, ovucu.
masraf is. Ar. maşrifi. Harcanan para, gider: Onların masrafı çoktur. 2. Bir şeyin yapımında kullanılan gereç, harç: Bu yemeğin masrafı bol tutulmuş, masraf etmek para harcamak, masraf görmek alışveriş veya ödeme işlerini yapmak, masraf kapısı açmak para harcamayı gerektiren bir işe girişmek. masrafa girmek bir iş veya yapım için çok para harcamak: "Bir adamın hiç tanımadığı insanlar için bu kadar zahmet ve masrafa girmesine bir türlü akıl erdiremiyorum. " -R. N. Güntekin. masrafı çekmek bir iş için gereken parayı Ödemek, gideri karşılamak, masraftan çıkmak beklenmedik bir sırada para harcama durumunda kalmak, paradan çıkmak.
→ masraf kapısı, cari masraf, mahkeme masrafı
masraf kapısı is. Para harcamayı gerektiren bir iş: "Şampiyon olunca takım şımardı, ille dış seyahat diye tutturuyor, hadi sana yeni masraf kapısı." -H. Taner.
masraflı sf. Çok masraf gerektiren, pahalıya çıkan: Bu, masraflı bir iş.
masrafsız sf. 1. Masraf gerektımıeyen veya az masrafı olan, ucuza mal olan. 2. zf. mec. Külfeti az bir biçimde: "Emeksiz, masrafsız birer çocuk sahibi olduk." -R. N. Güntekin.
masruf sf. (masru:f) Ar. masruf esk. Sarf edilmiş, harcanmış.
massetme is. (ma'ssetme) 1. Emme, İçine çekme, 2.fiz. Soğurma.
massetmek, -der (-i) Ar. maşş + T. etmek esk. 1. Emmek, içine çekmek, 2.fiz. Soğurmak.
mastar (I) is. Ar. maşdar dbl. Fiilin -mak / -mek veya -ma / -me ekleri alan ve isim gibi kullanılan biçimi, eylemlik: al-mak, üşümek, gör-me, bul-ma vb.
mastar (II) is. Ar. mistâr Sıvacı ve duvarcıların, cetvel gibi kullandıkları, uzun, ensiz ve düz tahta.
mastara is. Ar. mistara mat. esk. İletki.
master is. İng. master bk. yüksek lisans.
mastı is, Rum. zool. Kulakları uzun ve düşük, bacaklan kısa, bodur bir köpek cinsi.
→ mastı çiçeği
mastı çiçeği is. bot. Öküzgözü.
mastika is. (masti'ka) Yun. 1. Sakız rakısı: "Elinde kesme kristal bir sürahi, kadeh boşaldıkça koşup mastika dolduruyor." -A. İlhan. 2, Sakız ağacından çıkarılan reçine.
mastor sf. Rum. argo Çok sarhoş, mastur.
mastur sf. Rum. argo Mastor.
masturi is. (mastu'ri) Yun. den. Geminin en geniş yeri.
mas turizm is. Kitle turizmi.
mastürbasyon is. Fr. masturbation Cinsel bölgelere dokunarak orgazm sağlama.
masum sf. (ma:su:m) Ar. ma'şüm 1. Suçsuz, günahsız: "Tetkiklerinizde elbette birçok masum mücrimlerle karşılaşmışsınızdır." -H. R. Gürpınar. 2. Temiz, saf: "Hem, bizim çocuklarımız gözü kapalı, masum çocuklar... " -R. N. Güntekin. 3. is. hlk. Küçük çocuk: Dört tane masumu var.
masumane zf. (ma:su:ma:ne) Ar. ma'şüm + Far. -Üne Masumca.
masumca zf. (masu'mca) Suçsuz, temiz, masum bir biçimde, masumane.
masume sf. (ma:su:me) Ar. ma'şüme esk. 1. Suçsuz, günahsız (kadın): "O masumeyi yataklarda inletmek senin şanına yakışır mı?"-K. N. Güntekin. 2. Temiz, saf (kadın).
masumiyet is. (ma:su:miyet) Ar. ma'şümiyyet Masumluk: "Masumiyetini ispat edebildiği için şimdi başka vazifeye verilmiş." -H. Taner.
masumluk, -ğu is. Masum olma durumu, masumiyet: "O acı, adi, iğrenç tecrübelerden sonra bulmaya çalıştığım masumluk, şimdi bir hayal değil, bir hakikattir." -S. F. Abasıyanık.
masun sf. (masum) Ar. maşün esk. 1. Korunan, korunmuş: "Poyrazdan masun bir kulübe göreceksin." -S. F. Abasıyanık. 2. Saklanmış.
masuniyet is. (masumiyet) Ar. maşüniyyet esk. 1. Korunmuş olma durumu. 2. İnik. Dokunulmazlık.
→ tesrii masuniyet
masura is. (masu'ra) Yun. 1. Karton, tahta veya plastikten yapılan, üzerine şerit, iplik vb. sarılan koni veya silindir. 2. Çeşme zıvanası. 3. esk. Bir akarsu ölçü birimi.
maş is. Far. maş bot. Bir çeşit börülce (Phaseolus aureus).
maşa is. Far. mâşe 1. Ateş veya kızgm bir şey tutmaya, korları karıştırmaya yarayan iki kollu metal araç: "Kahveci ocaktan maşayı kapmış, o da fırlamıştı dışarı." -Ç. Altan. 2. Çok küçük şeyleri tutmaya yarayan küçük, kollu araç: Saatçi maşası. 3. Saçları kıvırmak, düzeltmek için elektrik veya ateşle ısıtılan maşa biçiminde alet: "Maşa ile kıvrılmış gibi dalgalı saçları vardı." -P. Safa. 4. mec. Başkasının isteklerine, amaçlarına alet olan kimse. 5. sp. Bisiklet çatısının ön ve arkasındaki çatal biçiminde, tekerleklerin takıldığı parça, maşa gibi zayıf ve kuru (kimse), (birini) maşa gibi kullanmak (birinin) maşası olmak, maşa kadar çok ufak (doğan çocuk), maşa varken elini yakmak bir işten gelebilecek zarardan kendini koruyacak bir yol varken o yolu tutmamak, (birinin) maşası olmak sakıncalı bir işte biri tarafından araç olarak kullanılmak.
→ kara maşa, termoelektrik maşa, zilli maşa
maşacı is. Maşa yapan veya satan kimse.
maşacılık, -ğı is. Maşacının işi veya mesleği.
masala is. Erm. hlk. Bağ ve bahçelerde kenarları set biçiminde birbirinden ayrılan, genellikle dikdörtgen toprak parçası, evlek.
maşalama is. Maşalamak işi.
maşalamak (-i) Saçları maşa İle kıvırmak veya düzeltmek.
maşalanma îs. Maşalanmak işi.
maşalanmak (-i) Maşa ile tutturulmak: Saçları maşalanarak...
maşalı sf. 1. Maşası olan: Maşalı saat. 2. Maşa ile kıvrılmış (saç).
→ eli maşalı
maşalık, -ğı is. 1. Başkasının pek de hoş olmayan, sakıncalı isteklerine, amaçlarına alet olma durumu. 2. sf. Aşırı hırçınlık, yaramazlık yüzünden dayak yemeye aday (çocuk). maşalık etmek başkalarının çıkan, isteği ve amaçlan doğrultusunda çalışmak.
maşallah ünl. (ma:şallah) Ar. mâ + şâ'e + Allah 1. "Ne güzel, Allah nazardan saklasın" anlamlannda beğenme duygulan bildiren bir söz: "Maşallah! Şu güzelliğe bak, Ruhsar..." -A. İlhan. 2. Umulmadık durumlar karşısında şaşkınlık ve sitem belirtmek için söylenen bir söz: "Baksana... Maşallah üçü de çocukluktan çoktan çıkmışlar!" -O. C. Kaygılı. 3. is. Nazar değmemesi için çocukların üzerine takılan veya çeşitli araç, bina vb. yerlere asılan, üstünde "maşallah" yazılı nazarlık, maşallahı var bir kimsenin veya bir şeyin iyi bir durumu anlatılırken söylenen bir söz: Çocuğun bugün maşallahı var, hiç huysuzluk etmedi.
maşatlık, -ğı is. Ar. meşed + T. -lık Müslüman olmayanların, özellikle Yahudilerin mezarlığı: "Maşatlığın ince bir yosun tabakasıyla Örtülü mermerleri güneşle kızıyor, tatlı bir göbektaşı sıcaklığı alıyordu." -R. N. Güntekin.
maşer is. (ma.şer) Ar. ma'şer sos. esk. İnsan topluluğu, toplum.
maşerî sf. (ma.şeri:) Ar. ma'şeri esk. 1. Topluluğa ait olan, toplumu ilgilendiren. 2. sos. Toplumsal: "Mitingler, maşerî bir tepkinin varlığım ortaya çıkardı." -A. İlhan.
maşlah is. Ar. maşlah esk. 1. Tek parçalı ve kol yerine yanklan olan bir çeşit kadın üstlüğü: "Kalın bir Doğu maşlahı giymiş, işlemeli beyaz bir baş Örtüsü örtmüştü." -A. Gündüz. 2. Bazı varlıklı Arapların giydiği ipekten pelerin.
maşrapa is. Ar. maşraba Metal, toprak, plastik vb.nden yapılmış, ağzı açık, kulplu, bardağa benzeyen, küçük kap: "Su testisinin ağzına ters kapatılmış maşrapaya su doldurdu, " -N. Cumalı.
maşnk is. Ar. maşrik esk. Doğu.
maşuk sf. (ma:şu:k) Ar. ma'şük esk. Sevilen, âşık olunan (erkek): "Biz sevdik, âşık olduk, sevildik, maşuk olduk." -Yunus Emre.
maşuka is. (ma:şu:ka) Ar. ma'şüka esk. Sevilen, âşık olunan (kadın): "Demek hamal Mehmet'in, sürücü Ahmet'in maşukalarına yaptıklarını sen de bana yapacaksın?" -H. R. Gürpınar.
mat (I) is. Far. mat Satranç oyununda taraflardan birinin yenilgisi, mat etmek 1) satranç oyununda yenmek: "İki kişiyi birden satrançta mat ettim." -A. Gündüz. 2) bir tartışma sonunda karşısındakini cevap veremez duruma düşürmek; "Başkaları onları mat etmeden onlar kendi çelişkileri ile kendilerini çelmeliyorlardı." -H. Taner. 3) kötü duruma düşürmek, bozmak: "Başka bir çocuk arabasındaki hafif cümbüşü birdenbire bu araba mat etti." -O. C. Kaygılı, mat olmak 1) satranç oyununda yenilmek; 2) bir tartışma sonunda veya benzeri bîr durumda yenik düşmek.
→ şah mat
mat (II) sf. Fr. mat Parlak olmayan, donuk.
→ ipek matı
matador is. Fr. matador Boğa güreşçisi, toreador.
matafora is. (matafo'ra) İt. mattofore den. Sandalları asmaya yarayan ve gemilerin bordalarında bulunan dikme.
matafyon is. İt. matajioni den. Yelkenlere ve teknelere açılan delik.
matah is. Ar. meta' alay İnsan, mal, eşya vb. için küçümseme yollu bir söz: "Kadının çantası da matah bir şey değil zaten." -Ç. Altan.
matara is. (mata'ra) Ar. mithare Yolculukta ve askerlikte kullanılan, boyna veya bele asılı olarak taşınan, genellikle aba veya deriden yapılmış, metal su kabı: "Çatlağın ilerisindeki kaynaktan da mataralara su doldurulmuş. " -A. Gündüz.
matbaa is. Ar. matba'a Basımevi.
matbaacı is. Basımcı, basımevi sahibi.
matbaacılık, -ğı is. Basımcılık.
mathu sf. (matbu:) Ar. matbu' Basılı, basılmış (kâğıt, kitap vb.).
matbua is. (matbu:a) Ar. matbü'a esk. Basma.
matbuat w. (matbu:a:t) Ar. matbu'ât Basın.
matem is. (ma:tem) Ar. matem Yas: "Camiin methali, minberi, kamilen siyah matem bayraklarıyla kaplı." -A. İlhan, matem tutmak yas tutmak.
→ matem ayı, matem havası
matematik, -ği is. Fr. mathematiaue 1. Aritmetik, cebir, geometri gibi sayı ve ölçü temeline dayanarak niceliklerin özelliklerini inceleyen bilimlerin ortak adı, riyaziye. 2. sf. Sayıya dayalı, mantıklı, ince hesaba bağlı: "Eski yorumcular daha ileri gitmiş, evrenin yaratılmasında ve doğanın kurallarında bile matematik bir Öz bulmuşlardır." -H. Taner.
matematikçi is. 1. Matematikle uğraşan kimse, riyaziyeci, matematisyen. 2. Matematik öğretmeni.
matematikçüik, -ği is. Matematikçi olma durumu.
matematiksel sf. 1. Matematik bilimi ile İlgili olan, riyazi. 2. mec. Kesin, sağlam, bütün kuşkulardan, bütün ters ihtimallerden uzak olan.
matematisyen is. Fr. mathematicien Matematikle uğraşan kimse.
matem ayı is. din b. esk. Kamer aylarından muharrem ayı.
matem havası is. Bir yerde herhangi bir sebeple ortaya çıkan üzüntülü durum.
matemli sf. Yaslı.
materyal, -li is. Fr. materiel Malzeme, gereç.
materyalist is. Fr. materialiste fel. Materyalizmden yana olan kimse veya görüş, maddeci.
materyalizm is. Fr. materiaîisme fel. Dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, Tanrı, ruh vb. manevi kavramları ret ve inkâr eden felsefi görüş, maddecilik, özdekçilik.
matine is. Fr. matinee 1. Tiyatro, sinema, konser salonu vb.nde gündüz gösterisi: "Hani yani isteyen arasın bulsun beni / Yedi matinesindeyim." -B. Necatigil. 2. Herhangi bir eseri tanıtmak, okumak, yorumlamak veya bir sanatçıyı anmak amacıyla düzenlenen toplantı: "Bir dönemde yaygınlaşan şiir matineleri değişik nedenlerle çok çabuk yozlaştı." -N. Cumalı.
→ halk matinesi
matiz (I) is. Yun. den. İki halatı ek yeri kalınlaşmayacak biçimde birbirine ekleme işi.
matiz (II) sf Yun. argo 1. Çok sarhoş. 2. tiy. Orta oyununda ve Karagöz'de sarhoş, matiz olmak argo sarhoşluktan sızacak duruma gelmek.
matizlik, -ği is. Sarhoşluk.
matkap, -bı is. Ar. mişkab tek. Tahta, maden, beton vb. sert maddeler üzerinde delik açmaya yarayan alet, delik açma aleti, delgi.
matla is. (matla:) Ar. matla' esk. 1. Gök cisimlerinin doğması. 2. Gök cisimlerinin doğduğu yer. 3. ed. Divan edebiyatında kaside veya gazelin İlk beyti.
matlaşma is. Matlaşmak işi.
matlaşmak (nsz) Mat duruma gelmek.
matlaştırma is. Matlaştırmak işi.
matlaştırmak (-i) Mat duruma getirmek.
matlık, -ğı is. Mat olma durumu.
matlup, -bu sf. (matlûp) Ar. matlüb esk. 1. İstenilen, aranılan. 2. is. tic. Alacak.
matmazel is. Fr. mademoiselle Türkçede evlenmemiş Hristiyan kızlar için "bayan" sözü yerine kullanılan bir söz: "Matmazelin saçı başı birbirine karışmıştı." -S. F. Abasıyanık.
matrah is. Ar. matrah ekon. Bir verginin miktarını belirtmek için temel olarak alınan değer.
→ vergi matrahı
matrak, -ğı is. Ar. mitrâk esk. 1. Kaim sopa, değnek. 2. sf. argo Eğlenceli, gülünç, hoş: "Cavcav gibi matrak oğlan var mı yahu?" -A. İlhan, matrak geçmek argo alay etmek, eğlenmek: "Matrak mı geçiyorsun benimle?" -N. Cumalı. matrağa almak alaya almak, eğlenmek.
matrakçı is. tor. Osmanlı ordusunda acemilere matrakla savaşmayı öğreten usta.
matriarkal, -li sf. Fr. matriarcal sos. Anaerkil.
matriks is. biy. İçinde birçok biyolojik olayın meydana geldiği, akıcılığı az, cansız bir sıvı ortam.
matris is. Fr. matricefız. 1. Hesap ve kumanda işlerini gerçekleştirmeye yarayan elektronik devre. 2. İstatistikte, bir elemanlar topluluğunun düzenlenmiş biçimi. 3. mat. Gerçek ve karmaşık sayıların dikdörtgen biçiminde tablosu. 4. Baskı yoluyla teksir İçin kullanılan, girintili çıkıntılı metal veya mukavva kalıp, baskı kalıbı.
→ matris kâğıdı
matris kâğıdı is. Basılacak formanın kalıbım almada kullanılan yumuşak karton.
matruş sf. Ar. matruş Tıraş olmuş: "Matruş biri görüldü mü, herhalde ecnebidir diye kestirilir atılırdı." -H. Taner.
matruşka is. Rus. Özellikle Rusya'dan dünyaya yayılan, tahtadan yapılmış iç içe bebeklerden oluşan süs eşyası.
matruşluk, -ğu is. Sakalsız, bıyıksız olma durumu: "Matruşluk, bugünkü deyimiyle sakalsızlık, bıyıksızlık bizde cumhuriyetle başlamış." -H. Taner.
matrut, -du sf. (matru:t) Ar. matrüd esk. Kovulmuş, çıkarılmış, kovuntu.
matuf sf. (ma:tu:j) Ar. ma'tüfesk. 1. Bir yöne eğilmiş. 2. Yöneltilmiş, matuf olmak bir şeye yöneltilmek.
matuh sf. (ma;tu:h) Ar. ma'tüh esk. Bunamış, bunak.
maun is. (Amerika yerlilerinin dillerinden) bot. 1. Tespih ağacıgillerden, Hindistan ve Honduras'ta yetişen büyük bir orman ağacı, akaju (Swietenia mahagoni). 2. Bu ağacın parlak kırmızımtırak renkte, sert ve İyi cilalanan kerestesi. 3. sf. Bu keresteden yapılan: "Parası olsa o deminki maun yemek odası takımım üç bin dokuz yüze koparıverirdi." -H. Taner.
maval is. Ar. mevvâl argo Yalan, uydurma söz: "Bu sürgünlük mavalı neyin nesi? Aslı astarı var mı? Ya varsa, ne yaparım ben?" -A. İlhan, maval okumak yalan söylemek, yalan söyleyerek oyalamak, masal okumak.
mavera is. (ma.vera:) Ar. mâ + verâ' esk. 1. Öte. 2. Görülen âlemin ötesi.
mavi is. (ma:vi) Ar. mâ'i 1. Yeşil ile menekşe rengi arasında bir renk, bulutsuz gökyüzünün rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
→ mavi boncuk, mavihastalık, mavikantaron, maviküf, mavi yakalılar, açık mavi, havai mavi, koyu mavi, Akdeniz mavisi, boncuk mavisi, çivit mavisi, deniz mavisi, gece mavisi, gökyüzü mavisi, kristal mavisi, lavanta mavisi, maden mavisi, okyanus mavisi, petrol mavisi, safir mavisi, süt mavisi
mavi boncuk, -ğu is. Nazar değmesin veya göze gelmesin inancıyla takılan boncuk. mavi boncuk dağıtmak birçok kişiye birden sevgi göstermek ve söz konusu kişileri, bu sevginin yalnız kendisine verildiğine inandırmak. mavi boncuk kimde? birçoklarına ayrı ayrı "en çok sevdiğim sensin" diyen kimsenin "şimdi en çok sevileni kim?" anlamında bir söz.
mavihastalık, -ğı is. tıp Kalbi ikiye ayıran bölmenin kapanması sonucu temiz ve kirli kanın birbirine karışmasına yol açan hastalık.
mavikantaron is. bot. Birleşikgi Herden, baharda buğday tarlalarında mor renkli çiçekler açan bir bitki, belemir, peygamber çiçeği, acımık (Centaurea cyanus).
maviküf is. bot. Özellikle tütün fidelerinde üreyerek yaprak hastalığına yol açan asalak mantar.
mavileşme is. Mavileşmek işi.
mavileşmek (nsz) Mavi duruma gelmek.
mavileştirme is. Mavileştirmek işi.
mavileştirmek (-i) Mavi duruma getirmek.
mavili sf. 1. Üzerinde mavi renk olan. 2. Mavi renkte giysi giymiş olan (kimse).
mavilik, -ği is. Mavi renkte olma durumu.
mavimsi sf. Rengi maviyi andıran, maviye benzeyen, mavimtırak.
mavimtırak, -ğı sf. (ma:vimtırak) Mavimsi.
maviş sf (maıviş) hlk. Ak tenli, mavi gözlü olan (kimse), maviş maviş (bakmak) mavi gözlerle (bakmak): "Dudaklarım yalıyor, sesler çıkarıyor ve maviş maviş bakıyordu." -S. F. Abasıyanık.
mavi yakalılar ç. is. Üretim sürecine bedensel gücüyle katılarak maaş veya ücret karşılığı çalışan kişiler.
mavna is. (ma'vna) Ar. mâ'üne den. esk. 1. Gemilere ve yakın kıyılara yük taşıyan, güvertesiz büyük tekne: "Mavnalar kocaman gövdeleriyle sallanır..." -S. F. Abasıyanık, 2. Büyük, üç köşe yelkenli yük gemisi: "Köpüklü denizin üstünde serseri martılar uçuşuyor, yanımızdan yelkenli bir mavna geçiyordu."-ö. Seyfettin.
mavnacı is. Mavna işleten kimse.
mavnacılık, -ğı is. Mavna işletmeciliği.
mavra is. hlk. 1. Gevezelik. 2. Palavra. mavra atmak (veya sıkmak) 1) gevezelik etmek; 2) palavra atmak.
mavracı sf. 1. Geveze. 2. Palavracı.
mavruka is. (mavm'ka) Kurşundan dökülmüş uzun ve yuvarlak, iki ucu delikli, mazgallanıp cıvayla parlatılmış veya sarı madenden döküm yapılıp nikelajlanmış, 80-130 gr ağırlığında bir av aleti.
mavzer is. Alm. Mauser ask. esk. Atış hızı dakikada ortalama altı mermi olan ve orduda kullanılan bir tüfek tipi.
maya (I) is. Far. mâye 1. kim. Bazı besinlerin yapımında mayalanmayı sağlamak için kullanılan madde, ferment: Ekmek mayası. Yoğurt mayası. Kımız mayası. 2. kim. İçerdikleri enzimlerin katalizör niteliği etkisiyle şekerleri karbondioksit ve alkole dönüştüren bir hücreli bitki organizmaları. 3. mec. Yaradılış, öz nitelik: "Belki biri soyutlanmaya daha az yatkın, öteki daha fazla tetikti, ama mayaları galiba birdi." -A. İlhan. 4. argo Arsız, utanmaz kimse, maya çalmak mayalanmayı sağlamak.
→ maya ağacı, mayabozan, mayası bozuk, ekşi maya, bira mayası, ekmek mayası
maya (II) is. zool. hlk. 1. Damızlık dişi hayvan. 2. Dişi deve.
maya (III) is. Uzun havalardan bir tür halk türküsü.
maya ağacı is. bot. Meyvelerinden yemek yağı çıkarılan bir tür hurma ağacı (Elaels).
mayabozan is. Bir mayanın etkisine karşı koyan, protein yapısında madde.
mayalama is. Mayalamak işi.
mayalamak (-i) Maya koymak, içine maya karıştırmak.
mayalandırma is. Mayalandırmak işi.
mayalandırmak (-i) Mayalanmasını sağlamak.
mayalanma is. 1. kim. Organik maddelerin bazı mikroorganizmalarca salgılanan enzimler etkisiyle uğradığı değişiklik, tahammür, fermantasyon. 2. Sıvı veya hamur durumda bulunan organik maddelerin kendiliğinden kabarıp köpürerek gaz çıkarması olayı.
mayalanmak (nsz) Mayanın etkisiyle ekşiyip kabarmak: Hamur mayalandı.
mayalı sf. 1. İçine maya karıştırılmış. 2. Maya ile ekşiyip kabarmış. 3. is. Daire şeklinde açılan mayalanmış hamurun, sac veya fırında pişirilmesiyle elde edilen ekmek.
mayalık, -ğı sf. 1. Maya olarak kullanılmak için ayrılmış, maya olmaya yarar. 2. hlk. Damızlık (hayvan): Mayalık koyun.
mayası bozuk, -ğu sf. 1. Kötü yaradılışlı, karaktersiz (kimse). 2. Hain.
mayasıl is. Ar. mâ + yeşil tıp 1. Tende kızartı, kaşınma, sulanma, kabuk bağlama vb. doku bozukluklarıyla kendini gösteren ve bulaşıcı olmayan bir deri hastalığı, egzama: "Rıza Bey'in ayak parmakları mayasıl olmuştur." -H. Taner. 2. Basur.
→ mayasıl otu
mayasıl otu is. bot. Bir deri hastalığına karşı kullanılan bitki türleri.
mayasız sf. 1. İçinde maya bulunmayan. 2. mec. Kötü huylu.
maydanoz is. Yun. bot. Maydanozgillerden, 50-80 cm uzunlukta, ufak yeşil yapraklı, hoş kokulu İki yıllık otsu bir bitki (Petroselinum crispum).
→ eşek maydanozu, Frenk maydanozu, medya maydanozu, yaban maydanozu
maydanozgiller ç. is. bot. Ayrı çanak yapraklı İki çeneklilerden, çiçekleri şemsiye durumunda olan, anason, kereviz, maydanoz, kimyon vb. bitkileri içine alan bir familya.
mayhoş sf. Far. mey + hoş 1. Tadı şekerli ve az ekşi olan: Mayhoş bir şerbet. 2. mec. Bozulmuş veya bozulmaya yüz tutmuş olan (dostluk ilişkisi): Onların araları mayhoş. Bugünlerde aramız mayhoş bir durum aldı.
mayhoşluk, -ğu is. Mayhoş olma durumu.
mayın is. İng. mine ask. Toprak altına, üstüne veya suyun içine yerleştirilen, doğrudan doğruya, çarpma veya basınç etkisiyle patlayarak zarara yol açan patlayıcı madde: Akustik mayın. Mıknatıslı mayın, mayın dökmek (veya döşemek) denize mayın bırakmak, denizi mayınlamak, mayın taramak denizde ve karada bulunan mayınların yerini belirlemek ve kullanılmaz duruma getirmek.
→ mayın arama tarama gemisi, mayın gemisi, mayın tarlası, serseri mayın
mayın arama tarama gemisi is. den. ve ask. Deniz içine döşenmiş mayınlan bulmaya yarayan bir aygıtla donanmış gemi.
mayıncı is. Mayın dökmeye yardım eden veya mayın döşeyen kimse.
mayın gemisi is. ask. Denize mayın dökmek için özel olarak yapılmış gemi.
mayınlama is. Mayınlamak işi.
mayınlamak (-i) ask. Bir yere mayın dökmek veya döşemek.
mayınlanma is. Mayınlanmak işi.
mayınlanmak (nsz) Mayınlama işi yapılmak.
mayınlı sf. Mayınlanmış yer: Sınırlarda mayınlı bölgeler vardır.
mayınsız sf Mayını olmayan, mayınlanmamış yer: Mayınsız arazi.
mayın tarlası is. ask. Patlayıcı maddelerin döşendiği veya çokça bulunduğu yer.
mayıs (I) is. Yun. Yılın otuz bir gün süren, beşinci ayı.
mayıs (II) is. hlk. Taze sığır gübresi: "Küçük kızların mayıs kokan toprak sofalarda yetiştirdikleri koza sepetleri..." -S. F. Abasıyanık.
→ mayıs böceği, mayıs böcekleri
mayıs böceği is. zool. Kın kanatlılardan, uzunluğu 20-25 mm olan, gelişmesi üç beş yıl süren, bitkilere zararlı bir böcek (Melolontha vulgaris).
mayıs böcekleri ç. is. zool. Otçul özellikleri dolayısıyla bitki sağlığı yönünden Önem taşıyan böcekler topluluğu.
mayıslı sf Bol gübreli: "Elleri ayakları kadın değildi, ama geri kalan her yanından dişilik, mayıslı toprak gibi gür, bereketli fışkırıvermişti." -T. Dursun K.
mayışma is. Mayışmak işi.
mayışmak (nsz) hlk. Çok yemekten, sıcaktan veya zevkten gevşemek.
mayi is. (maıyi) Ar. mayi' Sıvı: "Ufak bir küvetin içine siyah gibi görünen bir mayi döktü."-R. H.Karay.
mayistra is. (mayi'stra) İt. maistro 1. den. Grandi direğinin en alt sereni ve bu serene çekilen yelken. 2. meteor. Kuzeybatı rüzgârı.
maymun is. Ar. meymün 1. zool. Dört ayaklı, iki ayağı üzerinde de yürüyebilen, ormanda toplu olarak yaşayan, kuyruklu hayvan. 2. sf. Taklitçi. 3. sf mec. Çirkin ve gülünç: Maymun herif, maymun gibi 1) tuhaf, gülünç hareketler yapan; 2) taklitçi, maymun gözünü açtı geçen bir olaydan ders alındığını anlatan bir söz. (bir şeyi) maymuna benzetmek (veya çevirmek veya döndürmek) gülünç ve çirkin duruma sokmak. maymuna dönmek 1) çirkin ve gülünç duruma girmek; 2) uslanmak.
→ maymun balığı, maymun iştahlı, denizmaymunu
maymun balığı is. zool. Yuvarlak başlı bir cins köpek balığı (Sauatina vulgaris).
maymuncuk, -ğu is. 1. Küçük maymun. 2, Her kilidi açmaya yarayan, demirden, eğri ve sivri araç: "Çakısını, maymuncuk gibi kullanarak kapıyı açmak istedi." -R. N. Güntekin. 3. zool. Ergin evrede bağ üzümlerinin yaprak ve sürgünlerini, kurtçuk evresinde kökleri kemiren, parlak siyah km kanatlı böcek (Otiorrhyncus peregrinus).
maymun iştahlı sf. Hevesi çabuk geçen, kararsız.
maymunlar ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, memeliler sınıfının etenliler alt sınıfına giren bir takım, primatlar.
maymunlaşma is. Maymunlaşmak işi.
maymunlaşmak (nsz) 1. Maymuna benzemek, maymun gibi davranmak. 2. mec. Taklitçi davranmak: "Şimdi ne vakit kendimden başka birisini taklide kalksam bu maskara hayvan aklıma gelir, içimden: -Maymunlaşmışım, derim." -Ö. Seyfettin.
maymunlaştırma is. Maymunlaştırmak durumu.
maymunlaştırmak (-i) Maymun davranışları ile hareket ettirmek: "İnsanları o kadar maymunlaştırdınız ki yarın, öbür gün Afrika ve Amerikan ormanlarının birinde maymun medeniyeti zuhur edeceği ihtimali Önünde insanın düşüneceği geliyor." -H. R. Gürpınar.
maymunluk, -ğu is. Güldürmek veya dikkati çekmek için yapılan tuhaflık.
maymunsu sf. Maymun gibi, maymuna benzer.
mayna is. (mayna) İt. ammainape den. 1. Yelken indirme, fora karşıtı. 2. ünl. "İndir" anlamında bir seslenme sözü: "Martı'ya beş metre kala "Mayna!" diye bağrıldı." -Halikamas Balıkçısı. 3. argo Bırakılma, son verilme: Kavga mayna oldu. mayna etmek 1) herhangi bir şeyi halat ve palanga aracılığıyla denize veya yere indirmek: "... filikalarım mayna etmişlerdi." -A. İlhan. 2) firtma yatışmak.
mayo is. (ma'yo) Fr. maillot Genellikle denize girerken ten üzerine giyilen, vücudun gerekli kısımlarını sıkıca örten giysi.
→ güreş mayosu
mayocu is. Mayo diken veya satan kimse.
mayoculuk, -ğu is. Mayo dikme veya satma işi.
mayonez is. Fr. mayonnaise Yumurta sarısı, zeytinyağı ve limonla yapılan bir çeşit koyu, soğuk yiyecek.
mayonezli sf. Mayonez katılmış veya karıştırılmış: "Ellerim yıkayıp dairesine, mayonezli levrekle fasulye pilakisi yemeye gitti." -H. Taner.
mayonezsiz sf. Mayonezi olmayan, mayonez katılmamış.
mayşor is. Fr. maillechort (alaşımı ilk kez yapan Maillot ve Chorier'in adlarından) kim. Alman gümüşü.
maytap, -bı is. Far. mâh + tâb Yandığında renkli ve parlak ışıklar saçan, şenlik gecelerinde yakılan havai fişek, (birini) maytaba almak biriyle alay etmek, eğlenmek: "Bu evde hepsi beni maytaba alıyor." -H. R. Gürpınar.
-maz / -mez 1. Olumsuz geniş zaman eki: anla-maz-sın, bil-mez-ler, oku-maz-sınız, yaz-maz vb. 2. Fiilden sıfat türeten ek: çıkmaz (sokak), tüken-mez (kalem) vb.
mazak, -ğı is. zool. Kırlangıç balığıgillerden, Atlantik Okyanusu, Akdeniz ve Marmara denizinde yaşayan, kırmızı renkli, lezzetli bir balık (Trigla lineata).
mazarrat is. Ar. mazarrat esk. Zarar.
mazbata is. Ar. mazbata esk. Tutanak.
→ mazbata muharriri
mazbata muharriri is. esk. Bir komisyon kararının gerekçesini kaleme alan üye.
mazbut sf. Ar. mazbut 1. Ele geçirilmiş, zapt edilmiş. 2. Bir yere yazılmış, deftere geçirilmiş. 3. Unutulmamış, hatırda kalmış. 4. Düzenli, düzgün, beğenilen: "Bunlar arasında aklı başında, mazbut devlet adamları da vardı." -B. R. Eyuboğlu. 5. Doğa olaylarından etkilenmeyecek biçimde korunmuş olan (yapı).
mazeret is. (maızeret) Ar. ma'zeret 1. Kendini veya başka birini özürlü göstermek için ileri sürülen sebep, özür, bahane: "Kabahatime mazeret haklı sebep aramıyorum." -A. Gündüz. 2. Bir kimseyi özürlü gösteren durum veya olay. 3. Bir şeyden kurtulmak veya kaçınmak için ileri sürülen gerekçe, bahane. mazeret bulmak içinde bulunulan durumu açıklayacak bir sebebi ortaya koymak: "Kendini gösterdiğine pişman olmuş gibi görünüyor, bir mazeret bulmaya çalışıyordu. " -R. N. Güntekin.
→ mazeret kâğıdı
mazeret kâğıdı is. Öğrencinin okula gelemeyişinin sebebini bildiren ve velisi tarafından imzalanarak okul yönetimine verilen belge, tezkere.
mazeretli sf Mazereti olan, mazur.
mazeretsiz sf. Mazereti olmayan.
mazeretsizlik, -ği is. Mazeretsiz olma durumu.
mazgal is. Yun. 1. Kale duvarlarında iç yanı geniş, dış yanı dar delik. 2. Yağmur sulannı kanalizasyon şebekesine çekmek için kullanılan üzeri parmaklıklı demirle kapatılmış delik.
mazgallı sf Mazgalları olan.
mazlıar is. Ar. mazhar esk. 1. Bir şeyin ortaya çıktığı, göründüğü yer veya kimse. 2. sf Bir iyiliğe erişmiş, erişen (kimse), mazhar olmak iyi bir şeye ermek, ulaşmak.
mazhariyet is. Ar. mazhariyyet esk. Erişme, elde etme: "Her şeyde olduğu gibi, her nesilden birkaç kişi bu umumi mazhariyetin üstüne çıkar." -A. H. Tanpınar.
mazı (I) is. Far. mâzû 1. bot. Servigillerden, yapraklan almaşık ve küçük pullar biçiminde, gövdesi düz olan, dipten dallanan bir süs bitkisi (Thuya). 2. Hayvansal ve bitkisel asalakların bitkilerde oluşturduğu ur.
→ mazı meşesi
mazı (II) is. hlk. Kağnı ve arabalarda iki tekerleği birbirine bağlayan ağaç dingil.
→ kağnı mazısı
mazılık, -ğı is. Mazı ağaçlarının çok olduğu yer.
mazı meşesi is. bot. Mazı üstünde urların oluştuğu meşe türü (Quercus infectoria).
mazi is. (ma:zi:) Ar. mazi 1. Geçmiş; "Genç olmak maziyi ulu orta tahkir için bir mazeret değildir." -H. R. Gürpınar. 2. dbl. Geçmiş zaman: Görmüş, gördü, maziye karışmak geçmişte kalmak, yürürlükten ve işlerlikten çıkmak.
→ nakit mazi
mazlum sf. (-lu:mu) Ar. mazlum 1. Zulüm görmüş, haksızlığa uğramış, kendisine zulmedilmiş: "Millî Mücadele, mazlum bir milletin kaynayan benliğinden taşmıştır." -A. Gündüz. 2. mec. Sessiz ve uysal, boynu bükük.
mazlumluk, -ğu is. 1. Haksızlığa ve zulme uğramış olma durumu, ezilmişlik. 2. mec. Sessizlik, uysallık.
mazmun is. (mazmu:n) Ar. mazmun esk. 1. Anlam, kavram. 2. ed. Divan edebiyatında bazı kavramları dolaylı anlatmak için kullanılan nükteli ve sanatlı söz.
maznun sf. Ar. maznun huk. esk. Sanık.
mazohist is. Alm. Masochist bk. mazoşist.
mazoşiste/ Fr. masochistepsikol. Özezer.
mazoşizm is. Fr. masochisme psikol. Eziyet ve acı ile cinsel zevk alma eğilimi, özezerlik.
mazot is. Rus. kim. Yakıt olarak kullanılan, ham petrolün damıtma ürünlerinden biri, motorin.
→ mazot göstergesi
mazot göstergesi is. Mazotla çalışan motorlu araçlarda mazotun düzeyini gösteren alet.
mazotlama is. Mazotlamak işi.
mazotlamak (-i) 1. Mazot tabakasıyla kaplamak. 2. Yağlı parçaları mazotla temizlemek, yıkamak.
mazruf sf. (mazruıf) Ar. mazruf esk. 1. Zarf içine konmuş, zarflı: Zarfa değil, mazrufa bakmalı. 2. is. Zarflı kâğıt.
mazur sf. (ma:zu:r) Ar. ma'zür Mazereti olan, mazeretli, mazur görmek kusura bakmamak, hoş görmek, bağışlamak, affetmek: "Büyük işler deruhte etmemiş insanların, bu husustaki tereddütlerini mazur görmelidir." -Atatürk, mazur olmak mazeretli olmak, bahanesi bulunmak: "Bununla taş atan çocuğun mazur olması icap etmez." -P. Safa.
mazurka is. (mazu'rka) Slav. 1. Bir çeşit Leh dansı. 2. Bu dansın müziği.
mazuryum is. Fr. masurium kim. Teknetyumun eski adı.
Md kim. Mendelevyum elementinin simgesi.