-lü bk. -lı / -li vb.

Lübnanlı öz. is. Lübnan halkından olan kimse.

lüfer is. Yun. zool. Eti beyaz, tadı güzel, gövdesi pullu bir balık (Pomatomus saltatrix): "Lüfer varken palamut yenir mi, diye çıkıştım. " -A. Rasim.

koruk lüferi

lüferci is. Lüfer avcısı veya lüfer yemesini seven kimse.

lüfergiller ç. is. zool. Sıcak ve ılık denizlerde yaşayan kemikli balıklar familyası (Pomatomidae).

lügat, -ti is. Ar. luğat esk. 1. Kelime, söz, sözcük. 2. Sözlük: "Bu arada bizim diyalekt dediğimiz mahallî sözleri umumi lügate aktarmak da kabildir." -B. Felek, lügat paralamak konuşma dilinde geçmeyen yabancı kelimeler kullanmak, ağdalı konuşmak: "Deli eniştemiz, dil dökerek ve lügat paralayarak âlim görünmek isterdi." -A. Ş. Hisar.

lügatçe is. Ar. luğat + Far. -çe esk. 1. Küçük sözlük. 2. Herhangi bir eserin sonunda' yer alan ek sözlük.

lügatçi is. Sözlükçü.

lügatçilik, -ği is. Sözlükçülük.

lügol, -lü ıs. Fr. lugol kim. Yüz birim suya bir birim İyodo-iyodür katılarak oluşturulan güçlü bir çözelti.

-lük bk. -lık/-likvb.

lük is. Far. luk esk. Boyacılıkta kullanılan Hint zamkı.

lük boyası

lük boyası is. esk. Kırmızı boya.

lüknet is. Ar. luknet esk. Dilde pelteklik, tutukluk.

lüks (I) is. Fr. luxe 1. Giyimde, eşyada, harcamada aşırı gitme, gösteriş, şatafat: "Lüksleri, rahatları, eğlenceleri yerindedir. " -N. Cumalı. 2. sf. Gösterişli, şatafatlı: "Bu lüks lokantada öğle yemeği yiyor." -T. Buğra. 3. sf. Gerekli olanın sınırlarını aşan: "Kim demiş onu, diye arsız arsız sırıtmış ve lüks mevkiye doğru yürümüş." -H. Taner.

lüks baskı, lüks hayat, lüks koltuk, lüks mevki, lüks tarife

lüks (II) is. Fr. lux fiz. 1. Aydınlatma ölçü birimi. 2. Hava basınçlı bir tür petrol lambası, lüks lambası: "Lüksün kuvvetli ışığı altında saçları ve yüzü bembeyaz, gözleri kamaşmış." -R. N. Güntekin.

lüks lambası, lüksmetre

lüks baskı is. Kitapların iyi cins kâğıt ve Özel ciltli kapaklara basılan biçimi.

lüks hayat is. Fazla masraf gerektiren tantanalı, gösterişli ve göz kamaştırıcı yaşama biçimi.

lüks koltuk, -ğu is. sin. ve tiy. Salonun arka ve yan taraflarında özel bölmelerde yer alan ve ücreti farklı olan koltuk.

lüks lambası is. Lüks (II). lüksmetre is. (lüksme'tre) Fr. luxmetre Aydınlıkölçer.

lüks mevki is; Birinci mevki.

lüks tarife is. İyi hizmet verilen yerlerde uygulanan, normal fiyattan yüksek olan ücret.

lüle is. Far. lüle esk. 1. Bükülmüş, durulmuş şey: Bir lüle kaymak. 2. Tütün çubuğu, pipo, nargile vb.nin ucuna takılan, tütün konulan yuva: "Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden." -M. A. Ersoy. 3. hlk. Su akan musluksuz boru: "Lüleden akan su bollaşmıştı." -A. Sayar.

lüle lüle, lüle taşı

lüleci is. Çubuk, nargile, pipo vb.nde kullanılan lüleyi yapan kimse.

lüleci çamuru

lüleci çamuru is. Lüle yapılan Özlü ve kızıl balçık.

lülecilik, -ği is. Lüle taşı işçiliği.

lüleli sf. Kıvrık kıvrık (saç).

lüle lüle sf. Kıvrımları olan, kıvrım kıvrım: "Halamın bir kucak, sapsarı, lüle lüle saçları vardı." -O. Kemal.

lüle taşı is. min. Doğal magnezyum silikat, lüle taşı, Eskişehir taşı, Magnezit.

lümen is. Fr. lumen fiz. Işık şiddeti 1 mum olan, eşit dağıtımlı bir nokta kaynağının 1 steradyan İçine yayımladığı ışık akısı.

lümensaat

lümensaat, -ti is. fiz. Işık miktarı birimi lümenlik ışık akışıyla 1 saatte yayılan ışık ölçüsü.

lümpen sf. Alm. Lümpen 1. Marksçılık akımına göre toplumsal sınıf bilinci olmayan. 2. İçinde bulunduğu toplumun kültürüne yabancı düşen, sözde bilgili tutum ve davranışlarıyla itici olan.

lünet is. Fr. lunette Gözlük camı, gözlük: "Gözümde ince yeşil tek lünetle seriaser." -A. Rasim.

lüp is. argo 1. Hiç emek vermeden ele geçirilen şey: Lüpe bayılır. Lüp buldu mu dayanamaz. 2. Büyükçe bir şeyin birdenbire ve kolaylıkla yutulmasını anlatan ses.

lüpçü is. Bedavacı.

lüpçülük, -ğü is. Bedavacılık.

lüpletme is. Lüpletmek işi.

lüpletmek (-i) argo Hızlı bir biçimde yiyecekleri mideye indirmek: "... baklavaları, börekleri lüpletiyor." -H. F. Ozansoy.

lüpten zf. Açıktan, bedavadan, parasız olarak: "Malum ya bize lüpten bilet verirler." -H. E. Adıvar.

Lüterci öz. is. 1. Lütercilikle ilgili olan kimse. 2. Lütercilikten yana olan kimse.

Lütercilik, -ği öz. is. din b. Kilise öğretisinin yalnızca kutsal kitaba dayanmasını isteyen Martin Luther'in kurduğu mezhep.

lütesyum is. (lüte'syum) Fr. lutecium (Paris'in eski adı Lutetia'dan) kim. Atom numarası 71, atom ağırlığı 175 olan, iterbiyumun çözüşmesi ile oluşan, renksiz tuzlar veren, henüz uygulama alanı olmayan çok ender bîr element (simgesi Lu).

lütfen zf. (lü'tfen) Ar. lütfen 1. Birinden bir şey isterken "dilerim, rica ederim" anlamında kullanılan bir söz: "Lütfen yukarıya teşrif buyurun beyefendi!" -O. C. Kaygılı. 2. mec. İstemeyerek, gönülsüz: Aylarca sonra lütfen uğradı.

lütfetme is. Lütfetmek işi.

lütfetmek, -der (-i, -e) Ar. lutf+ T. etmek 1. Vermek, ihsan etmek, bağışlamak: "Okuduğumuz şiiri bana lütfeder misiniz?" -Y. Z. Ortaç. 2. Söylemek, bildirmek: Adınızı lütfeder misiniz? 3. İzin vermek, müsaade etmek: "Acep bir morsa daha lütfeder misiniz, gibi nazikâne ve hatır alıcı cümleler sarf ettiği de olmuyor değildi." -H. Taner. 4. Yüksek veya saygın bir kimse alçak gönüllülük göstermek: Lütfedip gelseniz.

lütfeyleme is. Lütfeylemek işi.

lütfeylemek (-i) Ar. lutf + T. eylemek esk. Lütfetmek.

lütuf, -tfu is. Ar. lutf Önem verilen, sayılan birinden gelen iyilik, yardım, ihsan, inayet, atıfet: "Allah'ın lütuflarına karşı minnet ve şükran duygularıyla dolmuştu." -C. Uçuk. lütuf dilemek yardım istemek: Merhametin biricik kaynağı olan senden lütuf diliyorum.

lütfetmek, lütfeylemek

lütufkâr sf. (lütufkâır) Ar. lutf + Far. -kâr esk. İyiliksever, kibar: "Lütufkâr bir genç kızla beraber olmadığı için otomobile binemez. " -P. Safa.

lütufkârane zf. (lütufkâ:ra:ne) Ar. lutf+ Far. -kâr-âne esk. İyilikle davranarak.

lütufkârlık, -ğı is. Lütufkâr olma durumu: "Size geldiği zaman lütufkârlığınızda devam edebilirsiniz." -H. E. Adıvar.

lüzucet is. (lüzuıcet) Ar. luzücet esk. 1. Yapışkanlık, yapışkan olma durumu. 2. Yapışıp uzayan şeyin durumu.

lüzuci sf. (lüzu:ci:) Ar. luzûci esk. Yapışkan.

lüzum'is. (lüzu:m) Ar. luzüm Gerek, gereklik, gereklilik, icap: "Sizden saklamaya lüzum yok, dedi." -R. H. Karay, lüzum görmek (veya görmemek) gerekli bulmak (bulmamak) gerekli görmek (görmemek): "Bütün bunlardan bahsetmeye lüzum görmedim." -Y. K. Karaosmanoğlu. lüzum var gerekli. lüzum yok gereksiz, lüzumundan fazla gerekenden çok.

lüzumlu sf. Gerek, gerekli, lazım.

lüzumlu lüzumsuz

lüzumlu lüzumsuz zf. Yerli yersiz, gerekli gereksiz: "Bu toy müdürü küçümsediğini her haliyle belli ediyor, bir mesele hakkında izahat verirken, lüzumlu lüzumsuz bilgiçlik taslıyordu." -H. Taner.

lüzumsuz sf. Gereksiz: "Evin bir ucunda bir fırın, Öbür ucunda bir külhan vardı ki tıpkı bu merdiven gibi lüzumsuzdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. lüzumsuz görmek gereksiz bulmak.

lüzumsuz adam, lüzumlu lüzumsuz

lüzumsuz adam is. Bir iş için gereken nitelikleri taşımadığı hâlde orada görevli olarak bulunan veya avare, boş ve ilgisiz kimse.

lüzumsuzca zf. Gereksiz olarak: "Yürek çarpıntıları içinde bulunduğumu biliyorum, ama duymuyorum, kendimi hatta lüzumsuzca uyuşmuş sanmaktayım." -R. H. Karay.

lüzumsuzluk, -ğu is. Gereksizlik.

lüzumsuz yere zf. Boş yere, gerek yokken: "Lüzumsuz yere kendimi yeni tehlikelere almasam, zahmetlere katlanmasam mı?" -R. H. Karay.