le is. Türk alfabesinin on beşinci harfinin adı, okunuşu.
-le (I) bk. -la / -le.
-le- (II) bk. -la- / -le-.
leasing is. İng. leasing bk. kiralama.
leb is. "Daha söze başlanırken ne denmek istenildiğini çabucak anlamak" anlamındaki leb demeden leblebiyi anlamak deyiminde geçen bir söz: "Doğrusu leb demeden leblebiyi anlarmışsınız, demek ister." -O. Kemal.
lebalep zf. (le'ba:lep) Far. leb-â-leb esk. Ağzına kadar, silme: "Kahve lebalep dolu, tavan ve duvarlar donanmış." -Y. K. Beyatlı.
lebbeyk ünl. Ar. lebbeyk esk. "Buyurun efendim, emredin" anlamlarında bir seslenme sözü.
lebdeğmez is. ed. Saz şiirinde b, f, m, p, v dudaksıl sesleri kullanılmadan söylenen koşma türü, dudakdeğmez.
lebiderya is. Far. leb + derya Deniz kenarı.
leblebi is. Far. leblebi Dış kabuğu çıkarıldıktan sonra fırında kavrulup çerez olarak yenen nohut, leblebiden nem kapmak en küçük bir olay veya davranıştan olumsuz etkilenmek: "Leblebiden nem kapar." -F. Celalettin.
→ leblebi şekeri, demirleblebi, demir leblebi, sakız leblebisi
leblebici is. Leblebi yapan veya satan kimse.
leblebicilik, -ği is. Leblebi yapma veya satma işi.
leblebi şekeri is. İçinde leblebi olan şeker: "İkimize bir külah leblebi şekeri çıkarırdı ceplerinden." -N. Cumalı.
leçe is. hlk. Taşlı tarla.
leçek, -ği is. hlk. Baş örtüsü, yün atkı.
leçelik, -ği is. Leçe.
ledün, -nnü is. Ar. ledunn din b. esk. Tanrı katı.
→ ledün ilmi
ledün ilmi is. din b. Tanrı ile ilgili bilgi.
lef, -ffi is. Ar. leffesk. İçine sokma, iliştirme.
→ leffetmek, leffüneşir
leffetme is. Leffetmek işi veya durumu.
leffetmek, -der (-i, -e) Ar. leff+ T. etmek esk. İçine sokmak, iliştirmek.
leffüneşir, -şri is. Ar. leff + neşr ed. Birkaç adı bir sözün başında söyledikten sonra bunların sıfat veya fiillerini daha aşağıda sıralama: İlk ve ortaöğretim, beş ve altı yıl sürer cümlesinde leffüneşir vardır.
legal, -li sf. Fr. legal huk. Yasal.
legalleşme is. Legalleşmek işi veya durumu.
legalleşmek (nsz) Legal, yasal duruma gelmek.
legalleştirme is. Legalleştirmek işi.
legalleştirmek (-i) Legal duruma getirmek.
legato zf. İt. müz. Bir parçanın notalarını ara vermeden birbirine bağlayarak (söylemek veya çalmak).
legorn is. İng. leghorn Yumurta verimi yüksek, genellikle beyaz tüylü bir tavuk ırkı: "İki sarılı yumurta yumurtlayan bu canım legornlar, iki üç gün ara ile birer birer helak olup gitmişlerdi." -H. Taner.
leğen is. Far. leğen 1. Genellikle, içinde bir şey yıkamak için kullanılan metal veya plastikten yayvan kap: "Adam, önündeki leğene eğilmiş, bardak yıkıyordu." -N. Cumalı. 2. anat. Bütün üstün yapılı omurgalılarda, gövdenin arka veya alt ucunda bulunan, bir yandan omurganın bel bölümüyle, Öte yandan bacaklarla eklemlenen kemik çatı, havsala, (bir kızı) leğen başından almak hamarat diye seçerek almak.
→ leğen ibrik, çamaşır leğeni
leğen ibrik, -ği is. El ve yüz yıkamak, abdest almak için kullanılan, leğen ve ibrikten oluşan takım.
leh is. Ar. leh 1. Bir şeyden veya bir kimseden yana olma, aleyh karşıtı. 2. Bir şeyden veya bir kimseden yana olma: "Babanın fikri, her zaman İçin senin lehinedir." -A. Gündüz. lehinde olmak 1) bir şeyin tarafını tutmuş olmak: "Ben oldum olası ihtiyarlığın ve ihtiyarlamanın lehindeyim." -B. Felek. 2) birinin yararına olmak; 3) bir kimseyi desteklemek. lehinde söylemek (veya bulunmak) 1) iyiliğini söylemek; 2) hakkında iyi söz söylemek, desteklemek, lehine olmak bir kimsenin iyiliğine yardım eder olmak. lehte olmak bir şeyden yana olmak.
Leh öz. is. Rus. Polonya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
lehçe is. Ar. lehçe 1. db. Bir dilin tarihsel, bölgesel, siyasal sebeplerden dolayı ses, yapı ve söz dizimi özellikleriyle ayrılan kolu, diyalekt. 2. Konuşma tarzı: "Onun lehçesine aşina olanlara göre gayet derin hikmet, pek ince manalar taşırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ lehçe bilimi
Lehçe öz. is. (le'hçe) Polonya dili.
lehçe bilimi is. db. Bir dilin lehçelerini inceleyen bilim dalı, diyalektoloji.
lehçeci is. Lehçe bilimi uzmanı.
lehim is. Ar. lahm 1. Erime noktaları düşük metalleri tutturma işlemlerinde kullanılan, kalay ve kurşun alaşımlarının genel adı. 2. Bu alaşımla yapılan işlem.
lehimci is. Lehim yapan kimse.
lehimcilik, -ği is. Lehim yapma işi.
lehimleme is. Lehimlemek işi.
lehimlemek (-i) Lehimle yapıştırmak, lehimle tutturmak.
lehimlenme is. Lehimlenmek işi.
lehimlenmek (nsz) Lehimle yapıştırılmak.
lehimletme is. Lehimletmek işi.
lehimletmek (-i) Lehim yaptırmak.
lehimli sf. Lehimle tutturulmuş.
lehtar is. Ar. leh + Far. -dür esk. 1. Yandaş, taraftar. 2. ekon. Senet metninde, senet bedelinin kendisine ödenmesi yazılı olan kişi.
lejant, -di is. Fr. leğende Bir fotoğrafın, haritanın, desenin veya karikatürün özünü anlatan yazı.
lejitimist is. Fr. Legitimiste Meşrutiyetçi.
lejyon is. Fr. legion tar. 1. Eski Romalılarda, piyade ve süvarinin oluşturduğu askerî birlik. 2. ask. Birkaç takımdan oluşan asker birliği.
lejyoner is. Fr. legionnaire ask. Lejyon asker.
-Iek bk. -lak/-lek.
leke is. Far. leke, lekke 1. Kirliliği gösteren iz: "Adi madenî kol düğmeleri bunları yeşilimtırak bir leke ile kirletirdi." -A. Ş. Hisar. 2. Bir yüzeyde türlü sebepler dolayısıyla oluşan farklı renk: "Kuyruğunun ucu ile alnının orta yerinde beyaz lekeler vardı." -Ö. Seyfettin. 3. biy. Vücudun herhangi bir yerinde oluşan değişik renk. 4. mec. Yüz kızartacak durum, namussuzluk, kara, şaibe: "Kendi vicdanında kendi durumunu düzeltmek, geçmişin lekesini yıkamak istiyordu." -H. E. Adıvar. 5. astr. Güneş, ay veya herhangi bir gezegenin parlak yüzeyinde görülen karanlık bölüm, (bir şeyi) leke etmek (veya yapmak) lekelemek: Çocuk giysisini leke etmiş, leke getirmek yüz kızartacak, onur kıracak durumla karşılaşmaya yol açmak. leke olmak üstünde leke oluşmak. leke sürmek birine onurunu sarsacak biçimde iftirada bulunmak, suç yüklemek, lekelemek: "Annemi kıskanıyor, bana leke sürmek İstiyor." -H. E. Adıvar.
→ güneş lekeleri, sandık lekesi
lekeci is. esk. Kuru temizleme yapan, kuru temizleyici: "Fahim Bey bütün bunları lekeciye temizletip yine giyermiş." -A. Ş. Hisar.
→ lekeci kili
lekeci kili is. min. Kumaşlardaki lekeleri çıkarmak için kullanılan bir tür kil.
lekecilik, -ği is. Doğa biçimlerini değil, boya biçimlerini değerlendiren ve boya vuruşundan doğan görüntünün, insanın iç coşkusunu anlatmaya yeter olduğuna inanan soyut resim anlayışı, taşizm.
lekeleme is. 1. Lekelemek işi. 2. mec. Namusa dokunur bir suç yükleme, iftira etme: "Eski müdürlerim her gittikleri yerde olmadık iftiralarla lekelemeye çalışıyorlardı." -H. Taner.
lekelemek (-i) 1. Bir şeyi kirletmek, bir şey üzerinde leke oluşturmak: Kumaşı lekelemek. 2. mec. Birine, namusa dokunur bir suç yüklemek: "Durup dururken bir genci lekelemek güzel bir şey değil..." -Ç. Altan.
lekelenme is. 1. Lekelenmek işi. 2. mec. Adı kötüye çıkma.
lekelenmek (nsz) 1. Leke oluşmak. 2. mec. Kötü tanınmak.
lekeletme is. Lekeletmek işi.
lekeletmek (-i) Lekeli duruma getirmek.
lekeli sf. 1. Herhangi bir sebeple üzerinde leke oluşmuş, lekesi olan: "Armutların en fenası, en kavruk, en lekeli ve en hamı bile asildir." -R. H. Karay. 2. mec. Kötü tanınmış, lekelenmiş.
→ lekeli humma
lekeli humma is. tıp Tifüs.
lekesiz sf. 1. Lekesi olmayan, tertemiz: "Ayşe'nin güneşli yanık ayakları, lekesiz pembe halıya gömülüyordu." -C. Uçuk. 2. mec. Namuslu.
lekesizlik, -ği is. Lekesiz olma durumu.
leksik birimi is. Sözlük birimi.
leksikograf is. Fr. lexicographe Sözlük yazarı, sözlükçü.
leksikografı is. Fr. lexicographie 1. Sözlük yazarlığı. 2. Sözlük bilgisi.
leksikolog, -ğu is. Fr. lexicologue Sözlük bilimci.
leksikoloji is. Fr. lexicologie Sözlük bilimi.
leksikolojik, -ği sf. Fr. lexicologique Sözlük ilimi ile ilgili.
lektör is. Fr. lecteur 1. Okutman. 2. Yayınevlerinde yayımlanması düşünülen eserleri inceleyerek değerlendiren kimse: "Yayınevi on on beş lektörle çalışıp çok daha fazla iş çıkarabiliyor." -H. Taner.
lektörlük, -ğü is. Okutmanlık.
lemis, -msi is. Ar. lems esk. El İle dokunarak duyma, bir şeye el ile dokunma.
lenduha sf esk. Çok iri ve kaba: "O lenduha kapının mandalına erişip de ağır ve paslı demirini yerinden oynatmak kolayca becereceği iş değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
lenf is. Fr. lymphe anot. Damarlarında dolaşan kanla, doku öğeleri arasında aracı görevi yapan, kan plazması ve lenfositten oluşan saydam, san renkte bir sıvı, ak kan, lenfa.
lenfa is. Fr. lymphe anat. Lenf.
lenfatik, -ği sf. Fr. lymphatique 1. Lenfle ilgili olan. 2. tıp Lenfatizme tutulmuş olan (kimse): "En iyi çocuk tipi ... uykudan baş kaldırmayan lapacı yani, kof şişman lenfatik çocuktur." -R. H. Karay.
lenfatizm is. Fr. lymphatisme tıp Vitamin azlığından veya lenf boğumlarının hacminin artmasından doğan, derinin aşırı beyazlığı, tenin çok yumuşak olması, ayaklarda şişme ve boyundaki bezlerde büyüme vb. belirtilerle kendini gösteren bir hastalık.
lenfosit is. Fr. lymphocyte biy. Kanda, kemik iliğinde, lenfte bulunan, tek ve çok iri çekirdekli, küçük, renksiz bir kan hücresi.
lenger is. Far. lenger esk. 1. Yayvan ve kenarları geniş, büyük bakır kap: "Tenha köyün sokaklarında lengerler içinde balık götüren ateş bacaklı çocuklara baktım." -S. F. Abasıyanık. 2. sf. Bir lengerin alabileceği miktarda olan: "Beykoz çayırında İddiaya girip bütün bir kuzuyla bir lenger iç pilavını gövdeye rüyamızda mı indirmiştik." -A. İlhan. 3. den. Gemi demiri.
lengüistik, -ği is. Fr. linguistiaue Dil bilimi.
Leninci öz. is. Leninciliği benimsemiş veya Lenincilik yanlısı kimse.
Lenincilik, -ği öz. is. Lenin'in düşüncelerine dayanan bir akım.
Leninist öz. is. Leninci.
Leninizm öz. is. Lenincilik.
lens is. İng. lens 1. fiz. Mercek. 2. Gözün saydam tabakasının üzerine doğrudan uygulanan, görmeyi düzeltici mercek, kontak lens.
→ kontak lens
lento (I) zf. (le'nto) İt. lento müz. 1. Ağır bir biçimde (çalınmak). 2. is. Bu tempoda çalınan parça.
lento (II) is. (le'nto) Fr. lento mim. Boyunduruk.
leopar is. Fr. leopara zool. Pars.
lep, -bi is. Far. leb 1. Dudak. 2. Kenar.
→ lebalep, lebdeğmez, lebiderya
lepiska is. (lepi'ska) (Leipzig şehrinin adından) 1. Leipzig şehrinde üretilen ipek. 2. sf. Uzun, sarı ve yumuşak (saç): "Küçüğü bağrıma bastım ve sezdirmeden lepiska saçlarım gözyaşlarımla ıslattım." -A. Gündüz.
lepra is. Yun. tıp Cüzzam.
lerzan sf. Far. lerzân esk. Titrek: "Uzak fenerler, ateş böcekleri gibi, lerzan ve donuk bir ziya neşrediyordu." -Ö. Seyfettin.
lerze is. Far. lerze esk. Titreme, titreyiş: "Aşklarının düşüncesi artık lerze değil yeis ve meraret veriyordu." -H. E. Adıvar.
lesepase is. Fr. laissez-passer 1. Bir sınırdan geçebilmek için verilen yazılı izin. 2. Bu izni gösteren belge: "Elimdeki lesepase buraya kadarmış." -A. Gündüz.
leş is. Far. iaşe 1. Kokmuş hayvan ölüsü: "Yollarda insan, at ve deve leşleri nadir değildir. " -F. R. Atay. 2. sf. Çok kötü kokan. leş gibi 1) çok pis (yer); 2) rahatsız edici, ağır (koku); 3) tembel veya çok yorgun, leş gibi sarhoş körkütük sarhoş, çok sarhoş, leş gibi serilmek kollarını bacaklarını yayarak kımıldamadan yatmak, (birinin) leşini çıkarmak çok dövmek, adamakıllı dövmek. (birinin) leşini sermek öldürmek: "Evin içini allak bullak edip leşini gözünün önüne sereyim mi?"-S. M. Alus.
→ leş kargası, gemi leşi
leşçil sf. Leşle beslenen (hayvan).
→ leşçil akbaba
leşçil akbaba is. zool. Tüyleri beyazımsı, kanat uçları siyah, çıplak başlı küçük akbaba.
leş kargası is. 1.zool. Kargagillerden, Avrupa ve Asya'da orman, çayır ve bahçelerde yaşayan, başı kara, vücudu kül rengi bir kuş (Corvus cornis). 2. sf. mec. Asalak, birinin üzerinden çıkar sağlayan: "Belki de bu yüzden Kâmil Bey oğlundan hep leş kargası diye bahsederdi." -S. Dölek.
leşker is. Far. leşker esk. 1. Asker: "Aldı gam leşkeri gönül şehrini." -Dertli. 2. Ordu.
letafet is. (letaıfet) Ar. letafet 1. Güzellik, hoşluk: "Evet, bu kadının tebessümünde başka letafet var..." -A. Rasim. 2. Yumuşaklık, incelik: "Bu ne letafet, bu ne güzellik ya Rabbi, diye mırıldandı." -Ö. Seyfettin.
letarji is. Fr. lethargie tıp Yaşama işlevlerinin çok zayıfladığı, çok derin ve sürekli patolojik uyku durumu.
letarjik, -ği sf. Fr. lethargiaue Letarji ile ilgili.
Letçe öz. is. (le'tçe) Letonca.
Letonca öz. is. Letonya'da kullanılan dil.
Letonyalı öz. is. Letonya halkından olan kimse.
leva is. (le'va) Bulg. Bulgar para birimi.
levanten is. Fr. levantin 1. Yakın Doğu ülkelerinden olduğu hâlde Avrupalı gibi görünen Hristiyan, tatlı su Frengi. 2. sf Avrupalı gibi görünmeye Özenen, züppe tavırlı. 3. sf. Bu tavra özgü olan: "Beyoğlu'nun dar, soğuk ve levanten bir salonu..." -Ö. Seyfettin.
levanti is. Bir rüzgâr türü: "Kışın sırtındaki paltoyu artık ne dıramudana ne de levanti rüzgârı ıtçurabiliyordu." -S. F. Abasıyanık.
levazım ç. is. (leva:zım) Ar. levazım 1. Değişik iş kollarında gerekli olan şeyler, araç ve gereçler: "Anadolu şehirleri, kasabaları, köyleri harıl harıl levazım gönderdiler." -Y. K. Beyatlı. 2. Gerekli araç ve gereçleri sağlayan büro: "Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kâğıdı okudu, levazım müdürü ile konuştu." -M. Ş. Esendal. 3. ask. Ordunun lojistik hizmetinde bulunan bütün malzeme veya bu malzemeyi sağlayan bölüm: "Sağlık, levazım gibi geri hizmetlerde çalıştırılıyor, sedye, karavana taşıyorduk." -N. Cumalı.
→ levazım bölüğü, levazım sınıfı
levazımat is. (leva:zımat) Ar. levâzimât esk. 1. Gerekenler, lazım olan şeyler: "Çamaşırlarını, elbiselerini, bütün eşya ve levazımatım da İngiltere'den getirtti." -R. H. Karay. 2. ask. Askerî araç gereçlerin tümü.
→ cenaze levazımatı
levazımatçı is. 1. Levazımat satan veya alan kimse. 2. Öleni gömmek için gerekli malzemeyi satan kimse.
levazım bölüğü is. ask. Levazım işleriyle uğraşan askerî birlik.
levazımcı is. Levazım sınıfından olan kimse.
levazımcılık, -ğı is. Levazımcının görevi: "İyi asker olmayan Cemal Paşa, mükemmel levazımcılık yapıyor."-F. R. Atay.
levazım sınıfı is. ask. Silahlı kuvvetlerin, silah ve cephanenin dışında kalan yiyecek, giyecek vb. gereksinimlerini sağlayan asker sınıfı.
levendane zf. Far. levend-âne esk. Levende yakışır biçimde,, yakışıklı ve gösterişli bir tarzda.
levent, -di is. Far. levend 1. tor. Osmanlı donanmasında ve kıyılarında görev yapan asker sınıfı: "Kıyıdaki barakadan bizim leventler birer birer çıkıp denize dalarlardı." -C. Uçuk. 2. sf Uzun: "Kuvvetle büyüyen levent kavaklardan başlar; sırasıyla meşe, ayva, köknar ve çamlarla biterdi." -S. F. Abasıyanık. 3. sf. mec. Boylu boslu, yakışıklı (kimse).
leventlik, -ği is. 1. Levent olma durumu. 2. Levendin görevi.
levha is. Ar. levha 1. Bir yere asılmak için yazılmış yazı, safiha: "İçeri girince göze ilk çarpan şey duvardaki yazı levhaları oluyordu. " -R. N. Güntekin. 2. Tablo, resim: "Resimci dükkânlarında Türkler aleyhinde birçok levhalar asılmıştı." -Ö. Seyfettin. 3, Tabela.
→ alçı levha, serlevha, reklam levhası, sayı
levhası levhacı is. Levha yapan veya satan kimse.
levhacık, -ğı is. Çok ince ve çok küçük levha.
levhacılık, -ğı is. Levhacmın yaptığı iş veya mesleği.
levrek, -ği is. Yun. zool. Levrekgillerden, eti beyaz, üzeri pullu iri bir balık (Labrax labrax).
→ aklevrek, uzun levrek, taş levreği, tatlı su levreği
levrekgiller ç. is. zool. Kemikli balıklardan, bir bölümü tatlı sularda yaşayan, yüzgeçleri dikenli bir familya.
levüloz is. Fr. levulose kim. Balda ve birçok meyvede bulunan bir tür şeker, meyve şekeri, fruktoz.
levye is. Fr. levier tek. 1. Bir mekanizmanın kumanda kolu. 2. Bir şeyi yerinden oynatmak, kaldırmak, harekete geçirmek, gevşetmek vb. için kullanılan, kaldıraca benzer araç: "Sonra bir el çekti gemiyi tezgâhtan ayıracak levyeyi." -Ç. Altan.
ley is. (Rumence leu'dan) Rumen para birimi.
-leyin İsimden zarf türeten ek: sabah-leyin, akşam-leyin, gece-leyin vb.
leylak, -ğı is. (leylâ:k) Ar. leylâk bot. 1. Zeytingillerden, yaprakları karşılıklı bir ağaççık (Syringa vulgaris). 2. Bu ağacın koni durumunda toplanmış, beyaz, eflatun veya pembe renkte, güzel kokulu çiçekleri: "Bahar yağmuru ancak mor salkımlarla leylakların açtığı bir memlekette çekilebilir." -R. H. Karay.
→ Çin leylağı, Hint leylağı
leylaki is. (leylâıki:) Ar. leylaki esk. 1. Leylak rengi. 2. sf. Bu renkte olan: "Erguvan göklerin altında sular leylaki." -F. N. Çamlıbel.
leylek, -ği is. Far. legleg zool. Leyleksilerden, kışın tropikal Afrika'da yaşayan, siyah telekli, uzun gagalı, uzun bacaklı, büyük, beyaz, göçmen kuş (Ciconia ciconia): "Ona en çok hüzün veren leyleklerin gidişleriydi." -C. Uçuk. leylek gibi zayıf ve uzun bacaklı. leyleği havada görmek şaka çok gezmek. leyleğin (yuvadan) attığı yavru (olmak) çevresinde yeteri kadar ilgi görmeyen kimse: "Gözlerimi önüme indirmiştim, başım dönüyor, kulaklarım vınlıyordu. Ben, bilhassa ben, leyleğin attığı yavru." -O. Kemal. leyleğin ömrü (veya günü) laklakla geçer boş, anlamsız konuşanların durumunu anlatmak için söylenen bir söz.
→ leylekgagası, karaleylek
leylekgagası is. Bir çizimin oranları bozulmadan daha küçük veya daha büyük çizim için kullanılan araç.
leylekgiller ç. is. zool. Leyleksilerden bir familya (Ciconiidae).
leylekler ç. is. zool. Leyleksiler takımının bir alt takımı (Ciconiiformes).
leyleksiler ç. is. zool. Kuşlar sınıfından leylekler, sümsükgiller, balıkçıllar ve flamanları içine alan omurgalı hayvanlar takımı.
leyli sf. (leyli:) Ar. leylî esk. 1. Yatılı: "Orada Amerikan mektebine leyli verdi." -P. Safa. 2. Geceye özgü: "Kadınlar orada güzel, ince, saf, leylidir."-A.. Haşim.
→ leyli meccani
leyli meccani sf. esk. Parasız yatılı.
lezar is. Fr. lezard Kertenkele derisinin sepilenmesiyle elde edilen bir tür deri.
lezbiyen is. Fr. lesbien Eş cinsel, sevici kadın.
lezbiyenizm is. Fr. lesbianisme Kadınlar arası eş cinsellik, sevicilik.
lezbiyenlik, -ği is. Lezbiyen olma durumu: "Mektep kaçkınımsı hâlleri, aşırı neşeleri, Roksan'la aralarında lezbiyenlik gibi şeyler bile düşündürebilir." -H. Taner.
leziz sf. (lezv.z) Ar. leziz 1. Tadı güzel, lezzetli. 2. mec. Hoş, güzel, zevkli, latif: "Bunun öte tarafında hayalî, leziz bir âlem mevcuttur." -M. Ş.Esendal.
→ abdillleziz
lezyon is. Fr. lesion tıp Doku bozukluğu.
lezzet is. Ar. lezzet 1. Ağız yoluyla alınan tat: "Tekrar odaya dönse bu kaynağın suyunda umduğu lezzeti tekrar bulabilecek miydi?" -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Herhangi bir şey karşısında duyulan zevk, haz: "Ona da dinlenmek gibi bir lezzet yetişir." -A. Rasim. lezzet almak hoşlanmak: "Uysal hayatımız daima gönlümün de, aklımın da en lezzet aldığı meşgalesi." -R. H. Karay.
lezzetlendirme is. Lezzetlendirmek işi.
lezzetlendirmek (-i) Tat vermek, lezzetlenmesini sağlamak.
lezzetlenme is. Lezzetlenmek işi.
lezzetlenmek (nsz) İyi bir tat kazanmak, tat verilmek, lezzetli bir duruma gelmek.
lezzetli sf. 1. Tadı güzel: "Bizim yazıcı için bundan daha iyi, bundan daha lezzetli bir ilaç olamaz." -A. Rasim. 2. Zevkli, haz dolu: "Bu gayretli millet önünde, bu gayretli millet için yaşamak ve gülmek, ne lezzetli bir sonuçtur." -H. E. Adıvar.
lezzetlilik, -ği is. Tadı güzel olma durumu.
lezzetsiz sf. Tadı güzel olmayan, tatsız.
lezzetsizlik, -ği is. Tatsız olma durumu.