la is. (ince ve uzun okunur) İt. la müz. 1. Gam dizisinde "sol" ile "si" arasındaki ses. 2. Bu sesi gösteren nota işareti.
-la / -le (I) isimden isim türeten ek: kum-la, tuz
-la- / -le- (II) İsimden fiil türeten ek: gece-le göz-le-, hece-le-, su-la-, taş-la-, tuz-la- vb.
La kim. Lantan elementinin simgesi.
laakal zf. (lâ:akal) Ar. lâ + akall esk. En azından, hiç olmazsa: "Büyük hanın altında sıra kahveler vardır ya; her birinde laakal iki, üç dava vekiline tesadüf edilir." -R. N. Güntekin.
labada is. (lâ'bada) Yun. bot. Karabuğdaygillerden, dere kıyılarında, sulak çayırlarda kendiliğinden yetişen, çok yıllık ve yaprakları sebze olarak kullanılan bir bitki, e- felek (Rumexpetientia).
labirent is. (lâbirent) Fr. labyrinthe 1. Çıkış yeri kolay bulunamayacak kadar karışık koridorları olan yapı: "Bu labirentte yolumu kaybedip gitmem işten değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. İçinden çıkılması güç veya imkânsız durum, sorun.
laborant is. (laborant) Alm. Laborant Araştırmalarda, laboratuvar deneylerinde yardımcı olarak çalıştırılan kimse: "Röntgen hademesi ile laborantı kandırıp bir radyografisini çektirmişti." -H. Taner.
laborantlık, -ğı is. Laborantın İşi veya mesleği.
laboratuvar is. (laboratuvar) Fr. laboratoire 1. Bilimsel ve teknik araştırmalar, çalışmalar için gerekli araç ve gereçlerin bulunduğu yer: Fizik laboratuvarı. 2. Dil laboratuvarı.
→ laboratuvar muayenesi, dil laboratuarı
laboratuvar muayenesi is. tıp Bir hastalıkta teşhisin konması ve gereken tedavinin belirlenmesi amacıyla yapılan tahlil ve muayene.
labrador is. (lâbrador) İng. labrador jeol. Labrador kıyılarında parlak bir türüne rastlanan, feldspatlar grubundan ve plajiyoklaz serisinden olan alüminyum, kalsiyum ve sodyum silikatı.
labros is. (lâ'bros) Fr. labrus zool. Lapina balığının büyük cinsi.
lacerem sf (lâcerem) Ar. lâ + cerem esk. 1. Şüphesiz, besbelli. 2. zf. Elbette.
laciverdi sf. (lâciverdi:) Far. lâcverd + Ar. -ı Lacivert renkli, laciverde çalan.
laciverdimsi sf. Rengi laciverdi andıran, laciverde benzeyen.
lacivert, -di is. (lâıcivert) Far. lâcverd 1. Koyu mavi renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Bir lacivert pardosü almanın daha iyi olacağına karar verdi." -S. F. Abasıyanık.
→ lacivert pasaport, koyu lacivert
lacivertlik, -ği is. Lacivert renkli olma durumu: "Fakat Emma, uzakta ilk mimozaların arasında tropikal bir lacivertlikle uzanan denize dalmıştı." -A. H. Tanpınar.
lacivert pasaport is. Yurt dışına çıkmak için verilen pasaport.
lacivert taşı is. min. İçinde düzgün bir biçimde dağılmış kükürt bulunan sodyumla alüminyum silikatın oluşturduğu değerli, lacivert renkli taş.
laçın is. zool Bir tür şahin, doğan.
laçka is. (lâ'çka) İt. lasca 1. den. Gemi halatının gevşetilip boşa bırakılması. 2. sf. mec. Gevşemiş, verimsiz duruma gelmiş, düzeni bozulmuş, laçka etmek 1) den. bir halatı koyuverip boşaltmak; 2) mec. gevşetmek, bitkin bir duruma getirmek: "Ne oluyorum demeye vakit bulamadan her tarafını laçka eden bir kesiklik duydu." -S. F. Abasıyanık. laçka olmak 1) vida, mil vb. makine parçaları aşınarak veya yuvalan genişleyerek gevşemek; 2) mec. herhangi bir düzen iyi İşlemez olmak.
laçkalaşma is. Laçkalaşmak işi.
laçkalaşmak (nsz) 1. Laçka duruma gelmek. 2. mec. Herhangi bir düzen İyi işlemez olmak, gevşemek, bozulmak.
laçkalık, -ğı is. Laçka olma durumu.
laden is. (lâ:den) Far. laden bot. 1. Ladengillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen tüylü ve genellikle yapışkan yapraklı, beyaz veya pembe çiçekli, reçinesi hekimlikte kullanılan bir bitki (Cistus creticus). 2. esk. Bu bitkiden elde edilen sürme, rastık.
ladengiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, laden vb. türleri içine alan bir bitki familyası.
ladenli sf. Laden sürmüş olan: "... yanağı ladenli falcı kadın." -H. R. Gürpınar.
lades is. (lâ:des) Far. yâd + dest Tavuğun lades kemiğini iki kişinin birer ucundan tutarak kırması, birinin bir şeyi "aklımda" veya "hatırımda" demeden ötekinden almasıyla yenilmiş sayılarak biten oyun, lades oyun. lades tutuşmak tavuğun lades kemiğini birer ucundan karşılıklı tutup kırarak lades oyununa başlamak: "Lades tutuşmadık ki her defasında hatırımda diyorsun." -A. Ş. Hisar.
→ lades kemiği, lades oyunu, bile bile lades
lades kemiği is. anal. Kuşlarda göğüs kemiğinin üstünde iki kanat arasında bulunan "V" biçimindeki ince kemik: "Dün de muhallebicide tavuk yedik, lades kemiği çıktı." -B. Felek.
lades oyunu is. Lades.
ladin is. bot. Çamgillerden, 50-60 m kadar yükseklikte olan, düz gövdeli, kozalağı aşağıya doğru sarkık, kerestesi ve reçinesi değerli, çam türüne çok yakın bir orman ağacı (Picea).
ladini sf. (lâ:di:ni:) Ar. lâ-dını din b. esk. Din dışı.
laedri sf. (lâıedri:) Ar. lâ + edri esk. 1. Yazarı bilinmeyen, anonim, 2. fel. Bilinemezci.
laedriye is. (lâ:edriye) Ar. lâ + edriyye fel. esk. Bilinemezcilik.
laf is. (lâf) Far. lâfl. Söz, lakırtı: Ben lafımı bitirmeden o atıldı. 2. Sonuçsuz, yararı olmayan söz: Onun söyledikleri laftan ibaret. 3. Konuşma. 4. Konu, mevzu, bahis: Lafı değiştirdi. 5. ünl. "Öyle şey olamaz, bu sözün hiçbir değeri yok" anlamlarında hafifseme yollu kullanılan bir söz: Şunu yapacakmış, bunu yapacakmış, laf 6. mec. Dedikodu. laf (veya lakırtı) çıkarmak 1) yeni bir şey söylemek, ortaya atmak: "Şimdi unutup laf mı çıkarıyorsun?" -Ö. Seyfettin. 2) dedikodu yapmak, laf açmak söz etmek, söz açmak, konuya girmek, laf altında kalmamak söz altında kalmamak, laf anlamaz 1) söz dinlemeyip kendi bildiğinde inat eden; 2) kaba, aptal (kimse), laf anlatmak sözünü dinletmek, karşıdakini ikna edinceye kadar konuşmak: "Aralarından bir tanesi ille de laf anlatacağım diye çene patlatıp duruyormuş." -Ç. Altan. laf aramızda "başkaları bilmesin, duymasın" anlamında kullanılan bir söz. laf atmak 1) söyleşmek, konuşmak: "Tabii Hayrı Efendiyle biraz laf atacak, belki de biraz işten güçten bahsedecekti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) uzaktan, dolayısıyla dokunacak söz söyleyip işittirmek: "Yakınındaki erkeği kime benzetirse onun lisanından bir şarkı ile laf atıyor." -F. R. Atay. 3) sözle sarkıntılık etmek: "Seyircilerin alışılmış sululuklarından, laf atmalardan kaçındıklarını söyledi." -T. Buğra, laf çıkmak dedikodu başlamak. laf düşmemek söz düşmemek. laf etmek söz etmek: "Öyle laf ettim ki, adamcağız gezdirmeye mecbur kaldı." -S. F. Abasıyanık. laf işitmek azarlanmak, birisi kendisine darılmak, laf kaynayıp gitmek söz boşa söylenmek, anlaşılmaz olmak, hiçbir etki yapmamak: "Her kafadan bir ses çıkıyor, söylenen laflar gülüşmeler arasında kaynayıp gidiyordu." -H. Taner. laf lafı açar "bir konu üzerinde konuşulurken ilgisi dolayısıyla söz başka bir konuya geçer, sohbet uzar, gider" anlamında kullanılan bir söz. laf ola beri gele! konuşulan konu ile İlgili olmayan bir söz söylendiğinde veya bir sorun tartışılırken hiç ilgisiz bir şey İfade edildiğinde söylenen bir söz. laf olmak dedikodu çıkmak, laf olsun âdet yerini bulsun konuşacak herhangi bir konu bulunmadığı durumlarda rastgele söz sarf edildiğinde söylenen bir söz: "A hiç olur mu cümlesini de laf kıtlığında laf olsun âdet yerini bulsun diye söylemişti." -H. Taner. laf oturtmak karşı tarafa gerektiği yerde, beklenilmeyen bir durumda, esaslı ve gereken bir laf söylemek, laf söyledi bal kabağı! alay gereksiz yere ve aptalca söz söyleyen kimse için kullanılan bir söz. laf taşımak dedikodu ederek laf götürüp getirmek, laf yakıştırmak konuşma sırasında yerinde söz söylemek, gerekeni ifade etmek, laf yapmak dedikodu yapmak, laf yetiştirmek birinin söylediklerine olur olmaz karşılık vermek, çene yarıştırmaya kalkmak, laf yok! "mükemmel, çok güzel, kusursuz, eleştirilecek bir tarafı yok" anlamında kullanılan bir söz. lafa boğmak bir konu üzerinde konuşulurken ilgisiz, gereksiz ve anlamsız bir biçimde söz edip asıl konuyu değiştirmek, unutturmak, karıştırmak, lafa dalmak uzun süren bir sohbette bulunmak, çok konuşmak: "Kız Binnaz, kapının Önünde kiminle lafa daldın yine?" -N. Cumalı. lafa karışmak biri veya birileri konuşurken bir başkası konuşmak, konuşmaya katılmak: "Müsteşar bile sözüne itiraz edemiyor, diye lafa karışıyor." -H. Taner, lafa tutmak yersiz, zamansız ve sürekli konuşarak meşgul etmek, oyalamak, lafı ağzına tıkamak birinin rahatça konuşmasını engelleyip susturmak, söylemesine imkân tanımamak, lafı ağzında bırakmak birinin konuşmasını kesmek, sözlerini bitirmesine fırsat vermemek. lafı ağzında gevelemek söylemek isteğini söyleyememek. lafı ağzında kalmak sözü ağzında kalmak, lafı bağlamak bir konu üzerinde son sözü söylemek. lafı değiştirmek başka konuyu dile getirmek, başka bir şeyden söz etmek: "İhtiyarcığı böyle gözü yaşlı gördün mü, lafı hemen değiştirip onun sevdiği askerî mevzulara getirivermelidir." -H. Taner, lafı geçmek 1) sözü etkili olmak, sözü dinlenmek; 2) bahsedilmek: "Kocasının erkek kardeşinin sütkardeşi imişsiniz, ben sizi hiç görmedimdi, fakat bu evde lafınız geçerdi." -P. Safa. lafı kıçından dinlemek (veya anlamak) konuşulan konuyu ilgisiz, üstünkörü veya Önem vermeden dinlemek (veya yanlış, ters anlamak). lafı kısa kesmek söyleyeceğini kısa veya özet olarak belirtmek, az ve öz konuşmak. lafı mı olur? 1) "şimdi onun sırası değil, daha önemli konular var" anlamında kullanılan bir söz; 2) bir iş yapmak için "seve seve zahmete girerim" anlamında kullanılan bir söz. lafı sulandırmak bir konu Üzerinde ciddiyetle durup konuşurken araya İlgisiz, anlamsız veya tutarsız boş laf katmak. lafı uzatmak konuşmayı gereksiz bir biçimde başka sözlerle sürdürmek, lafını (veya lafınızı) balla kestim bir kimsenin sözünü kesmek gerektiğinde "izin verin" anlamında kullanılan bir söz. lafım bilmek akıllı uslu konuşup başkasını rahatsız etmemek, yerinde, güzel ve tutarlı konuşmak. lafını etmek birinden veya bir konudan söz etmek, onunla ilgili olarak konuşmak, lafını kesmek birinin sözünü bitirmesine fırsat vermeden araya girmek: "Vedia yine feylosofun lafım kesti." -Ö. Seyfettin, lafını şaşırmak ne diyeceğini bilememek, şaşırarak başka şeyler söylemek, lafını yabana atmamak söylenen söze değer vermek: "Yooo, lafımı yabana atma, bu işi rahmetli anneciğim de bilirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. lafını yedirmek iddialı olarak söylediği sözü geri alma zorunda bırakmak. lafını yemek verdiği sözden, söylediği sözden vazgeçmek: "Lafımı yemem avrat! dedi, kafam kızdı mı tövbe lafımı yemem!" -O. Kemal. lafta kalmak bir iş düşünce aşamasında kalıp gerçekleşmemek. laftan anlamak söyleneni dinleyip uymak veya uygulamak: "Adam değil ki laftan anlasın!" -N. Cumalı.
→ laf cambazı-, laf ebesi, laf kalabalığı, laf salatası, lafügüzaf, boş laf, iri laf, kuru laf
lafazan sf. Far. lâf-zen esk. Geveze: "Çok lafazan ve bilgilisiniz, ama jeton sizde biraz geç düşüyor anlaşılan." -H. Taner.
lafazanlık, -ğı is. Gevezelik: "Artık lafazanlığı bırakalım da biraz biraz iş görelim, değil mi?"-T. Safa.
laf cambazı is. Etkileyici ve kandırıcı söz söyleyebilen kimse.
laf cambazlığı is. Kandırıcı ve etkileyici söz söyleme.
lafçı sf. 1. Geveze. 2. İyi, etkili konuşan. 3. . mec. Söz götürüp getiren, dedikoducu.
lafçılık, -ğı is. Lafçı olma durumu.
laf ebeliği is. Laf ebesi olma durumu, dil ebeliği, söz ebeliği: "Kalabalıkları coşturan siyasal bir konuşmayı, güldürücü bir laf ebeliği, bir gevezelik bulur."-N. Cumalı.
laf ebesi Çok konuşan, herkese laf yetiştiren kimse, dil ebesi, söz ebesi: "Bir de laf ebesi mübarek, kimseye ağız açtırmaz." -H. Taner.
lafız, -fzı is. (lâfız) Ar. lafz esk. 1. Söz, kelime: "Lafız ve mana, tıpkı eskisi gibi birbirinden ayrı telakki ediliyor." -Y. K. Beyatlı. 2. huk. Yasanın sözle anlatmak, bildirmek istediği anlam.
laf kalabalığı is. Üzerinde konuşulan konuyla, esasla veya sorunla ilgisi olmayan boş söz yığını: Daha da beteri, politikacıların laf kalabalığını dinlemek zorunda bırakılıyoruz. " -N. Cumalı.
laflama is. Laflamak işi.
laflamak (-îe) Konuşmak, sohbet etmek.
laforîzma is. Çok bilinen sözleri veya atasözlerini günün gereklerine göre değiştirme: "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker" atasözünün "akılsız başın cezasını halklar çeker" biçimi bir laforizmadır.
laf salatası is. Çeşitli konuları içine alan anlamsız, boş sözler.
lafügüzaf is. (lâ:jügüza:f) Far. lâf + güzâf esk. Boş söz.
lafzen zf. (lâfken) Ar. lafzen esk. Sözün gelişine, söylenişine, yapışma göre, yazılı olmayarak: "Şantajcılıkla şarlatanlık arasında lafzen ve maddeten benzerlik var." -H. R. Gürpınar.
lafzi sf. (lâfzı:) Ar. lafzı esk. Sözün söylenişine, yapısına ait, sözle ilgili.
laga luga is. "Boş konuşmak" anlamındaki laga luga etmek (veya yapmak) deyiminde geçen bir söz.
lagar sf. (lâ:gar) Far. lâğar esk. Zayıf, çelimsiz: "Babam önde bir lagar beygir sırtındadır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
lagos is. bk. lahos.
lagün is. ît. laguna coğ. Denizden dar bir kıyı kordonu veya bir kanal ile ayrılmış göl, deniz kulağı.
lağım is. (lâğım) Ar. lağım 1. Bir yerleşim merkezinde pis suların akıp gitmesi için yer altında açılmış kanal, geriz. 2. tor. Düşmanın kale duvarlarını yıkmak veya düşman ordugâhına zarar vermek amacıyla, düşman siperlerine doğru yer altından açılan dar yol: "Eğrikapı, girmek için başlıca bir hedef olmuştu, oradan lağımlarla suru yıkmaya girişilmişti." -Y. K. Beyatlı. lağımla atmak bir kayayı delip içine patlayıcı maddeler koyduktan sonra bu maddeleri ateşleyerek parçalamak.
→ lağım çukuru, lağım döşemi, taban lağımı
lağımcı is. 1. Pis su kanallarını açıp temizleyen işçi. 2. tar. Düşman kalelerini yıkmak için lağım kazan asker.
lağımcılık, -ğı is. Lağımcının yaptığı iş.
lağım çukuru is. Atık suları ve pislikleri toplamak için kazılmış kapalı kuyu, foseptik.
lağım döşemi is. Kanalizasyon.
lağıv, -ğvı is. (lağıv) Ar. lağv esk. 1. Bir kuruluşun faaliyetine son verme: "Şehremaneti lağvına karar vermiş, dediler." -H. F. Ozansoy. 2. huk. Hükümsüz kılma, feshetme.
→ lağvedilmek, lağvetmek, lağvolmak, lağvolunmak
lağvedilme is. Lağvedilmek işi.
lağvedilmek (nsz) Ar. lağv + T. edilmek 1. Bir kuruluşun faaliyetine son verilmek. 2. Hükümsüz kılınmak, feshedilmek: Dernek lağvedildi.
lağvetme is. Lağvetmek İşi veya durumu.
lağvetmek, -der (-i) Ar. lağv + T. etmek 1. Bir kuruluşu kaldırmak, işleyişine son vermek. 2. huk. Hükümsüz kılmak, feshetmek, dağıtmak.
lağvolma is. Lağvolmak işi.
lağvolmak (nsz) Ar. lağv + T. olmak 1. Bir kuruluşun faaliyeti sona ermek. 2. Hükümsüz kılınmak, dağıtılmak.
lağvolunma is. Lağvolunmak işi veya durumu.
lağvolunmak (nsz) Ar. lağv + T. olunmak Lağvedilmek.
lahana is. (lâha'na) Yun. bot. Turpgillerden, geniş ve kalınca kat kat yapraklan olan, güz ve kış sebzesi olarak yetiştirilen ve birçok türü olan bitki, kelem (Brassica oleracea).
→ lahana sarması, başlahana, karalahana, kırmızı lahana, yabani lahana, Brüksel lahanası, Çin lahanası, Frenk lahanası
lahanamsı sf. Lahanayı andıran, lahanaya benzeyen, lahana gibi.
lahana sarması is. Sarma.
lahavle ünl. (lâ:havle) Ar. lâ + havle Sabrın tükendiğini belirtmek için söylenen bir söz. lahavle çekmek (veya okumak) "lahavle" sözünü söylemek: "Cömertliği karşısında olduğumu anlayınca lahavle çekip yola devam ettim." -A. Rasim.
lahika is. (lâ:hika) Ar. lahika dbl. esk. Ek.
lahit, -hdi is. (lahit) Ar. lahd 1. Duvarları taş veya tuğladan, üstü taş bir kapakla örtülü mezar: "Firavun'un açık lahîtlerindeki boğuk yankıları dinledim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Taş veya mermerden oyma mezar.
lahmacun is. Ar. lahm + 'acın Üstüne kıyma, kıyılmış soğan, maydanoz ve baharat konularak fırında pişirilen pide türü bir yiyecek.
lahmacuncu is. Lahmacun yapan ve satan kimse.
lahmacunculuk, -ğu is. Lahmacuncunun işi veya mesleği.
lahos is. (lahos) Yun. zool. Hanigillerden, Akdeniz ve Ege'de yaşayan lezzetli bir balık, kaya hanisi.
lahuraki sf. esk. Lahor'a ait: "Hasan lahuraki kumaştan bir entariyi Fatma Hanım'a uzattı." -O. C. Kaygılı.
lahuri is. (lâhuıri:) Ar. lâhüri Lahor'da yapılan her tür şal.
lahut is. (lâ:hu:t) Ar. lâhüt 1. din b. Tanrı âlemi. 2. sf. Kutsal: "Dünya senin bu lahut avazeni duymadıktan sonra kimin sesini dinler, kime kulak asar?" -S. Ayverdi.
lahut is. (lâ:hu:ti:) Ar. lâhüti esk. İlahi: "Musiki mucizesinin en coşkun, en lahuti, en temiz örneklerim veren bestekâr." -S. Ayverdi.
lahza is. (lâhza) Ar. lahza esk. Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, an: "Top gürleyip oruç bozulan lahzadan beri / Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri." -Y. K. Beyatlı.
→ bir lahzada
lahzacık zf (lâ'hzacık) Kısa bir an.
lahzada zf. (lâ'hzada) Çabucak: "Karısının yiyeceğini lahzada pişirir." -H. Z. Uşaklıgil.
laik sf. (lâik) Fr. laıaue huk. Din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrı tutan: "Türkiye Cumhuriyeti ... laik ve sosyal bir hukuk devletidir." -Anayasa.
laikleşme is. Laikleşmek işi veya durumu.
laikleşmek (nsz) Laik duruma gelmek.
laikleştirilme is, Laikleştirilmek durumu.
laikleştirilmek (nsz) Laik duruma getirilmek.
laikleştirme is. Laikleştirmek işi.
laikleştirmek (-i) Dinle ilgili olmayan işleri dinî görüşlerin dışında tutmak.
laiklik, -ği is. 1. Laik olma durumu, laisizm. 2. huk. Devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması, laisizm: "Türkiye Cumhuriyeti, laikliği umdeleri arasına koymakla dini, tecavüzden, istismardan, menfaate, şerre alet etmekten kurtardı. " -O. S. Orhon.
lain sf. (lâi:n) Ar. la'in esk. Lanetlenmiş, melun.
→ şeytanılain
laisizm is. (laisizm) Fr. Idîcisme huk. Laiklik.
-lak / -lek İsimden isim türeten ek: diş-lek, teker-lek, yuvar-lak vb.
lak is, 1. Uzak Doğu'da yetişen Amerika elmasından çıkan zamk. 2. Boyacılıkta kullanılan, kırmız böceğinin üst deri bezlerinin salgıladığı madde.
laka is. (lâka) ît. lacca Lak.
lakacı is. Lakçı.
lakacılık, -ğı is. Lakacının işi.
lakap, -bı is. (lâkap) Ar. lakab Bir kimseye, bir aileye kendi adından ayrı olarak sonradan takılan, o kimsenin veya o ailenin bir özelliğinden kaynaklanan ad. lakap takmak bir kimseye onun bir özelliğini belirtecek bir ad vermek: "Arkadaşının taktığı bu lakabı, Ger Ali, soyadı kanunu çıkınca isminin başından alıp sonuna koydu mu, bilmiyorum. " -Y. Z. Ortaç.
lakaplı sf. 1. Herhangi bir lakabı olan. 2. Lakap takılmış olan.
lakaydi is. (lâıkaydi:) Ar. la + kaydi esk. Aldırmazlık, ilgisizlik, umursamazlık, kayıtsızlık: "Hâlinde bir gevşeklik ve lakaydi vardı."-V. Safa.
lakayıt, -ydı sf. (lâıkayıt) Ar. la + kayd 1. İlgisiz, aldırmaz, umursamaz, kayıtsız: "Yüzündeki gülümseyiş geçti, yeniden lakayıt, uzak ve donmuş hâlini takındı." -S. F. Abasıyanık. 2. zf. İlgisiz, aldırmaz, umursamaz, kayıtsız bir biçimde, lakayıt kalmak ilgisiz davranmak, aldırmamak: "Onun gözyaşlarına lakayıt kalmak mecburiyetinde bulunuyorum."-M. Ş. Esendal.
lakayıtlık, -ğı is. Lakayıt olma durumu: "Hiç alakaları yokmuş gibi, büyük bir Iakayıtlık içinde, kuru bir lisanla söylüyorlardı." -C. Uçuk.
lakçı is. Laka veya vernik süren işçi.
lakçılık, -ğı is. Lakçmın İşi.
lake sf. (lake) Fr. laque Lak ile cilalanmış: "Yaldızlı beyaz lake karyolasının yanındaki koltukta dadısı uyukluyordu." -C. Uçuk.
lakerda is. (lâke'rda) Yun. Palamut, torik vb. balıklardan dilim dilim kesilerek yapılan salamura: "Aşçı kadın ömründe lakerda görmemiş." -A. Gündüz.
lakerdacı is. Lakerda yapan veya satan kimse.
lakerdacılık, -ğı is. Lakerdacı olma durumu.
lakırdı is. bk. lakırtı.
lakırtı is. 1. Söz, laf: "Biz burada takırtıya başlayalı iki dakika ya oldu ya olmadı." -P. Safa. 2. mec. Boş söz, dedikodu, laf: Lakırtıdır o, aldırma! lakırtı ağzından dökülmek isteksiz konuşmak, lakırtı çıkarmak laf çıkarmak: "Sonra tahsisat yoktur, gelecek sene bütçesine para konulacak diye lakırtı çıkardılar." -M. Ş. Esendal. lakırtı etmek 1) konuşmak: "Bir gün sinirli olur da ters bir takırtı ederse, ben susarım." -M. Ş. Esendal. 2) dedikodu konusu etmek. lakırtı taşımak laf taşımak, lakırtı yetiştirmek bir söze karşılık vermekte gecikmemek: "Birbirine takırtı yetiştirmeye, cevap bulmaya çatışıyorlar ." -M. Ş. Esendal. takırtısı ağzında kalmak konuşan kimsenin, bir başkasının söze başlaması veya ani bir olay sonucunda sözü yarım kalmak. takırtısı mı olur? konuşulan bir şeyin önemsizliğini veya yersizliğini anlatmak için söylenen bir söz. takırtısını etmek hakkında konuşmak: "Köylü ile Gülsüm, çocukları o kadar eğlendirmişti ki, sofrada hep onların takırtısını ediyorlar, durmadan gülüyorlardı." -R. N. Güntekin. lakırtıya boğmak gereksiz ve boş sözlerle konuşmayı uzatmak. takırtıya tutmak konuşarak oyalamak: "Şükran, elleri atımın dizgininde, beni bıralcmıyor, lakırtıya tutuyordu." -R. N. Güntekin. takırtıyı ağzına tıkamak birinin sözünü bitirmesine imkân vermeden onu ters bir karşılıkla susmak zorunda bırakmak. takırtıyı ezip büzmek konuşmasını beceremeyip aynı şeyleri tekrarlamak.
→ takırtı ebesi, takırtı kavafı, takırtısı az, bir çift takırtı, pis takırtı
lakırtıcı sf. 1. Lakırtı bulup söyleyen, konuşkan. 2, Geveze. 3. mec. Dedikoducu.
lakırtı ebesi sf. Geveze: "Karı lakırtı ebesidir." -H. R. Gürpınar.
lakırtı kavafı sf. Geveze.
lakırtısı az sf. Sessiz, az konuşan, durgun (kimse): "Rıza, sağ olsun, takırtısı az bir oğlandı." -H. Taner.
lakin bağ. (lâ:kin) Ar. lâkin Ama, fakat: "Halis bir şiir fena okunabilir, lakin sahte bir şiir iyi okunamaz." -Y. K. Beyatlı.
laklak, -ğı sf. (lâklâk) Ar. laklak 1. Leyleğin gagasıyla çıkardığı ses. 2. mec. Ara vermeden söylenilen saçma sapan söz dizisi, gevezelik. laklak etmek karşılıklı, gelişigüzel, havadan sudan konuşmak.
laklaka is. (lâklâka) Ar. laklaka esk. Gereksiz, anlamsız, boş söz.
laklakiyat ç. is. (lâklâkiya:t) Ar. laklakiyyüt esk. Boş lakırtılar, değersiz sözler.
laklama is. Laklamak işi.
laklamak (-i) Laka veya vernik sürmek.
lakonik, -ği sf (lâkonik) Fr. laconique Kısa ve özlü (söz), veciz: "Son derece lakonik olan bu tebliği..."-Y'. K. Karaosmanoğlu.
lakoz is. (lâkoz) Yun. zool. Hanigiller familyasından yuvarlak kuyruğu bulunan bir balık türü (Epinephelus zeneus).
lakrimal, -lî sf. (lâkrimal) Fr. lacrymal anot. Gözyaşı kemiği bezesi: "İçindeki trajedi barutunu lakrimal bezelerinde ıslatıyor." -P. Safa.
laktaz is. (lâktaz) Fr. lactase kim. Süt şekerini üzüm şekerine çeviren bir bağırsak enzimi.
laktik asit, -di is. Fr. acide lactique kim. Ekşi sütte ve bitkilerin çoğunda bulunan asit alkol, süt asidi.
laktoz is. (laktoz) Fr. lactose kim. Sütte bulunan, sütün buharlaşmasıyla kristal durumunda toplanan şeker, süt şekeri (C12H22O11).
lal (I) sf. (lâ:l) Far. lal Dili tutulmuş, konuşamaz duruma gelmiş, dilsiz, lal etmek konuşamaz duruma sokmak, susturmak: "Bazı ihtiyar âlimlerimizin lisana vukuflarına hayran oldum, mantıklarıyla bizi lal ettiler."-Y.K.Beyatlı.
→ lalüebkem
lal, -li (II) is. (lâ:l) Ar. la'l esk. 1. Parlak kırmızı renkte, bıllurlaşmış, saydam bir alüminyum oksidi olan değerli bir taş. 2. sf. Bu taşın renginde olan. 3. Kırmızı renkli bir çeşit mürekkep.
lala is. (la'la) Far. lâlâ esk. 1. Çocuğun bakım, eğitim ve öğretimiyle görevli kimse: "Mekteple ev arasında daima bir lalanın refakatinde gidip gelmeye alıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. tar. Şehzadelerin özel eğitmenleri. 3. ünl. tar. Padişahların vezirlerine seslenirken kullandıkları bir söz. lala paşa eğlendirmek işini gücünü bırakıp karşısındakinin hoş vakit geçirmesini sağlamak.
lalalık, -ğı is. Lala olma durumu veya lalanın görevi: "Onlara da lalalık galiba bize düştü." -H. E. Adıvar.
lalanga is. (lâlânga) Yun. Yağda kızartılarak üzerine şeker veya şerbet dökülen bir hamur tatlısı: "Rana bir lalanga yapar, alimallah parmaklarını yalarsın." -E. E. Talu.
lale is. (lâ:le) Far. lâle 1. bot. Zambakgillerden, yapraklan uzun ve sivri, çiçekleri kadeh biçiminde, türlü renkte bir süs bitkisi (Tulipa gesneriana). 2. Meyve koparmak için ucuna üçlü veya dörtlü bir çatal geçirilmiş sırık. 3. tar. Ağır hapis mahkûmlarının boynuna geçirilen demir halka.
→ lale ağacı, Acem lalesi, dağ lalesi, Manisa lalesi, denizlaleleri
lale ağacı is. bot. Manolyagillerden, ana yurdu Güney Amerika olan, çiçekleri laleye benzeyen bir süs ağacı (Liriodendron tulipifera).
laleli sf. 1. Lale bulunan veya yetiştirilen (yer). 2. Üzerinde lale deseni veya motifi bulunan.
lalelik, -ği is. Osmanlı seramik ve cam sanatının güzel örneklerinden olan ve içine lale konulan vazo.
lalettayin sf. (lâ:letta:yi:n) Ar. lâ-alü + ta'yin esk. Gelişigüzel: "Lalettayin bir mart gününün, lalettayin bir pazartesi..." -S. F. Abasıyanık.
lalezar is. (lâ:leza:r) Far. lâle-zâr esk. Lale yetiştirilen yer, lale bahçesi.
lalüebkem sf (lâ:lüebkem) Far. lal + Ar. ebkem esk. Dili tutulmuş, konuşamaz duruma gelmiş, dilsiz.
lam (I) is. (lam) Fr. lame 1. Mikroskopta incelenecek maddelerin üzerine konulduğu dar, uzun cam parçası. 2. Dar, çok ince metal parça.
lam (II) is. Ar. lam Arap alfabesinin yirmi üçüncü harfinin adı. lam elif çevirmek (veya çizmek) kısa bir süre dolaşıp gelmek: "Akşamüstü gelirken, Langa'dan doğru bir lam elif çevirelim dedik." -H. R. Gürpınar. lamı cimi yok değişmez, kesin, başka yolu yok: "Lütfö'ye akordeon çaldırıyorlar, lamı cimi yok, çalacak." -A. İlhan.
lama (I) is. (lama) Fr. lama zool. Geviş getirenlerden, Güney Amerika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan, yük hayvanı olarak kullanılan, karadan aka kadar türlü renklerde olabilen, tüyleri uzun, boyu yüksek ve boynu uzun hayvan (Lama).
lama (II) is. (lama) Tibetçeden Tibetlilerde ve Moğollarda Buda rahibi.
→ dolay lama
lamacı is. Lamacılık yanlısı olan kimse.
lamacılık, -ğı is. 1. Budizm'in Orta Asya ve özellikle Tibet'te yaşayan biçimi. 2. Tibet Budizmi'nde oluşan hiyerarşik düzen.
lamaist is. (lâmaist) Fr. lamaist Lamacı.
lamaizm is. (lâmaizm) Fr. lamaism Lamacılık.
lamba is. (lâ'mba) Yun. 1. Petrol gibi yanıcı bir madde yakarak veya elektrik akımıyla içindeki teller akkor durumuna geçerek ışık veren alet: "Bir gaz lambasının ışığında önüme serdiğim haritayı tetkik ediyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Radyo ve televizyonlarda kullanılan, havası boşaltılmış veya içine düşük basınçlı bir gaz doldurulmuş cam, seramik veya çelikten ampul. 3. Kapı, pencere kenarlarına açılan, genellikle dik açılı girinti, lamba açmak kapı, pencere kenarlarında genellikle dik açılı girinti açmak. lambayı açmak 1) ışığı yakmak; 2) lambanın fitilini yükseltip ışığını çoğaltmak.
→ lamba karpuzu, floresan lamba, alev lambası, elektron lambası, gaz lambası, ışıntı lambası, idare lambası, ikaz lambası, karpit lambası, lüks lambası, neon lambası, petrol lambası, sinyal lambası, sis lambası, spot lambası, stop lambası, tepe lambası, trafik lambası, yağ lambası
lambada is. (lâmbada) 1. Güney Amerika'da yapılan bir dans. 2. Bu dansın müziği.
→ lambada dansı
lambada dansı is. Lambada.
lamba karpuzu is. Işığı yumuşatmak için lambalara geçirilen, mat camdan, basık vazo biçiminde nesne.
lambalama is. Lambalamak işi.
lambalamak (-İ) 1. Lamba ışığıyla incelemek: Yumurtaları lambalamışlar. 2. Kapı ve pencere kenarlarına girinti açmak.
lambalı sf. 1. Herhangi bir sayıda lambası olan: Üç lambalı avize. 2. Lamba İle çalışan: Beş lambalı radyo. 3. Birbirinin içine geçebilecek biçimde yapılmış: Lambalı döşeme tahtası.
lambalık, -ğı is. 1. Eski evlerde lamba koyacak veya takılacak yer. 2. sf. Bir lambanın alabileceği kadar: Bir lambalık gaz yağı.
lambasız sf. Lambası olmayan.
lambri is. (lambri) Fr. lambris mim. 1. Bir yapının iç duvar kaplaması: Mermer lambri. Ahşap lambri. 2. Tavan kaplaması.
lame is. (lame) Fr. lame 1. Dokusunda çoğunlukla gümüş ve altın renginde tel bulunan kumaş veya metal parlaklığı verilmiş deri. 2. sf. Böyle bir kumaş veya deriden yapılmış olan: "Zehra, lame balo pabuçlarından görünecek olan ayak tırnaklarını da cilaladı."-C. Uçuk.
lamekân sf. (lâ:mekâ:n) Ar. lâ-mekân esk. 1. Mekânı olmayan, mekansız. 2. Yersiz yurtsuz, belli bir adresi olmayan.
→ lamekân takımı
lamekân takımı is. Yersiz yurtsuz, adresi belirsiz kişiler topluluğu.
lamel is. (lamel) Fr. lamelle 1. Mikroskopla yapılan incelemede bazen lamların üstüne kapatılan dört köşe, küçük ve ince cam parçası. 2. biy. Çok ince tabaka.
lamelif sf. (lâ:melif) Ar. lam + elifi. Dolambaçlı. 2. Eğri büğrü, çarpık.
laminarya is. (lâminarya) Lat. bot. Bütün denizlerde yetişen, sarı veya esmer renkte, emici köklerle kayalara tutunan, uzun şeritler durumunda bir deniz yosunu (Laminaria).
lamise is. (lâ:mise) Ar. lâmise biy. esk. 1. Dokunum. 2. Anten. 3. zool. Duyarga.
lan imi. argo Ulan: "İte bak lan, dedi, nasıl da horozlanıyor?" -N. Cumalı.
lanarkit is. (lânarkit) Fr. lanarkite kim. Hidratlı doğal kurşun sülfat,
lando is. (lâ'ndo) Fr. landau Dört tekerlekli, içinde dingillere paralel olarak düzenlenmiş karşılıklı iki oturma sırası bulunan, üstü açılıp kapanabilen çift körüklü binek arabası, london.
lanet is. (lâ:net) Ar. la'net 1. Tanrı'nın sevgi ve ilgisinden yoksun olma, beddua: "Başıma yağan bu ana laneti beni ürpertiyor." -Y. Z. Ortaç. 2. sf. Ters, berbat, çok kötü: "Lanet filozofum diyerek ortaya çıkıp Allah'a ve kullara karşı hezeyan eden tımarhanelik herifler!" -Ö. Seyfettin. lanet etmek ilenmek, kötülüğünü istemek: "Bu nesil öyle zamanlar geçirdi ki doğduğuna lanet etti." -F. R. Atay. lanet okumak bir kimsenin Tanrı'nın merhametinden yoksun kalmasını dilemek: "Hele sevgilisinin de hastalandığı bu korkunç haftalarda, fabrikanın cinayetlerine ne kadar lanet okuyor, biraz da kendisi vasıta olduğundan dolayı ne derece ıstırap çekiyordu." -R. H. Karay. lanet olsun! bir ilenme sözü: "Bir sabah lanet olsun dedim, yaptığım iyilik gözüne dizine dursun/" -S. F. Abasıyanık.
lanetleme is. 1. Lanetlemek işi. 2. sf. Lanetlenmiş: "Ben, yalnız, evsiz barksız, anasız babasız bir serseri değildim. Yurdu yad ellere geçmiş, bayrağı yırtılmış, milleti perişan olmuş, yeryüzünde ne idiği belirsiz, bir garip insan, bir lanetleme idim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
lanetlemek (-i) 1. Kargımak, beddua etmek, lanet etmek. 2. Tanrı, merhametinden yoksun bırakmak. 3. Dinden kovmak.
lanetlenme is. Lanetlenmek işi.
lanetlenmek (nsz) Lanet edilmek, lanete uğramak.
lanetli sf. Lanetlenmiş, kargınmış, kargışlı, melun.
langır lungur zf. 1. Metalsi bir ses çıkararak: Araba langır lungur bozuk kaldırımdan geçti. 2. mec. Dikkatsizce, savruk bir biçimde: Onun langır lungur söylemesine bakmayın.
langırt is. Dikdörtgen masa üzerinde türlü aletleri yönetmek yoluyla küçük topları belirli deliklere sokmak veya bu deliklere girmesini önlemek amacına dayanan oyun.
langur is. (lângur) İng. langur zool. Maymunlardan, Hindistan'da yaşayan, kül rengi veya kırmızıya çalan san tüylü, büyük bir maymun (Presbytis entellus).
langust is. (lângust) Fr. langouste zool. Kabuklulardan, makaslan olmaması, duyargalarının daha uzun ve güçlü olmasıyla ıstakozdan ayrılan, eti için avlanan bir deniz hayvanı (Palinurus vulgaris).
lanolin is. (lânolin) Fr. lanoline kim. Yapağıdan elde edilen, eczacılıkta ve parfümeride kullanılan, sarımtırak renkte bir yağ.
lanse sf. (lanse) Fr. lance İleri atılmış, ortaya çıkarılmış, lanse etmek tanıtmak amacıyla öne sürmek, ortaya çıkarmak.
lantan is. (lântan) Fr. lanthane kim. Atom numarası 57, atom ağırlığı 138,9, yoğunluğu 6,1 olan, beyaz, havada çabuk oksitlenen, parlak bir alevle yanan, seyrek bulunur bir element (simgesi La).
lantanit is. (lântanit) Fr. lanthanide kim. Birbirine çok yakın kimyasal özellikler gösteren, atom numarası 57-71 arasında olan, seyrek bulunan elementlerin genel adı.
lap is. Yumuşak ve ağır bir şey düştüğünde çıkan ses: Hamur lap diye yere düştü.
→ lap lap
lapa is. (lapa) İt. lappa 1. Nişastalı tanelerin, su ile kaynatılarak bulamaç kıvamına getirilmiş durumu: Bulgur lapası. Pirinç lapası. 2. Keten tohumu vb. bitkilerin kaynatılmasıyla elde edilen, sıcak olarak tülbent içinde vücuda dıştan uygulanan ilaç: Keten tohumu lapası. Hatmi lapası, lapa gibi yumuşak, gevşek bir biçimde: "Sen de kendini lapa gibi bırakma'." -B. Felek, lapa vurmak ağrıyı kesmek, iyileştirmek amacıyla lapa koymak.
lapacı sf. 1. Vücutça toplu ve iri olmasına rağmen direnci az olan: Gösterişine bakmayın, lapacının biridir. 2. Yorgun, bitmiş tükenmiş: "Belki o ılık kışlarda biraz fazla nezle oluyor, lodostan belki biraz fazla lapacı oluyorduk ama memnunduk." -S. F. Abasıyanık.
lapacılık, -ğı is. Tembellik, gevşeklik.
lapa lapa zf. Yassı ve iri taneler durumunda (kar yağmak): "Sokakta lapa lapa kar yağarken ben, köşe minderinde göğsümde udum ile durmadan çalıyordum." -R. N. Güntekin.
lapçın is. (lâpçın) Far. lâp-çin esk. Tabanı meşinden olan mest, edik: "Sarığı ile cübbesi ve lapçınları ile tam bir hoca efendi idi." -T. Buğra.
lapçınlı sf. Ayağına lapçın giymiş olan.
lapilli is. (lâpilli) ît. lapillijeol. Yanardağlardan fırlayan çok küçük katı parça.
lapina is. zool. Lapinagillerden, kayalık kıyılarda, sığ sularda yaşayan 25-35 cm uzunluğunda, kırmızı benekli, mavi veya yeşil balık (Crenilabrus pavo).
lapinagiller ç. is. zool. Kemikli balıklar takımına giren bir familya.
lap lap zf. Köpek, kedi vb. hayvanlar "lap" diye sesi çıkararak (su, süt vb. içmek): Köpek sütü lap lap içiverdi.
Lapon öz. is. (lâpo'n) Fin. 1. Laponya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse, Laponyalı. 2. sf. Laponya veya Laponlara özgü olan: "Şimdi uzun karlıklarda bir Lapon kızağı / Önünde Ren geyiği." -B. Necatigil.
Laponca öz. is. (lâpo'nca) Lapon dili.
Laponyalı Öz. is. (lâpo'nyolı) Lapon.
lappadak zf (lappadak) Bir şey "lap" sesi çıkararak (düşmek).
lap-top is. İng. lap top bk. dizüstü.
larenjit is. (lârenjit) Fr. laryngite tıp Gırtlaktaki aşırı ve süreğen iltihap.
larghetto zf. (larghetto) İt. müz. 1. Bir parça largodan çabuk ve hafif çalınarak. 2. is. Bu biçimde çalınan müzik parçası.
largo zf. (largo) İt. müz. 1. Bir parçan ağır ve görkemli çalınarak veya söylenerek. 2. is. Bu ağırlıkta çalınan müzik parçası.
larp zf. Ansızın ve güçlü, larp diye ansızın ve güçlü bir biçimde: Larp diye önümüze çıkıverdi.
larpadak zf. (la'rpadak) Ansızın: Larpadak yakaladı.
larva is. (larva) Lat. zool. Kurtçuk.
larvacıl sf. zool. Larvayla beslenen (hayvan). laser is. bk. lazer.
laski is. (lâski:) Ar. laski esk. Yakı ile ilgili.
laskine is. (lâskine) Fr, lansauenet İskambil kâğıtlarıyla oynanan bir oyun.
laso is. (lâso) Fr. lasso Kement.
lasta is. (lâsta) Fr. laste mat. Kuzey Avrupa'da kullanılan, 2000 kg'a yakın gemi yüklerine ve büyük miktardaki ticaret mallarına değer biçmeye yarayan kütle ölçü birimi.
lasteks is. (lâsteks) İng. lastex 1. Kauçuk, ipek, pamuk veya yün karışımı bir tür yapma kumaş. 2. sf Bu kumaştan yapılmış olan: Lasteks mayo.
lastik, -ği is. (lâstik) Fr. elastique 1. Ayakkabı üzerine giyilen kauçuktan pabuç: "Lastikleri ayağında, bastonu koluna asılı, erkenciydiyine." -N. Cumalı. 2. Kauçuktan yapılmış ayakkabı. 3, Kauçuktan yazı silgisi. 4. Taşıtların jantlarına yerleştirilen, elastiki tekerlek bandajı: "Şoförle bahçıvan arabanın ön sol lastiğini pompalıyorlar." -H. Taner. 5. Esnek, ince kauçuk veya kauçuklu şerit. 6. Bir tür esnek örgü. 7. Korse. 8. Uzun konçlu çorabın düşmesini Önlemek için üst kısmına gelecek biçimde bacağa geçirilen esnek şerit. 9. sf. Kauçuktan yapılmış: "Rıza, lastik yakalığı fırlamış, gözleri dönmüş, kan ter içinde İçeriye düşer." -R. N. Güntekin. lastik gibi 1) çevik: "Neme lazım lastik gibi kaleci." -H. Taner. 2) az pişmiş, sert (et).
→ lastik ağacı, lastik tutkalı, balon lastik, dış lastik, iç lastik, yedek lastik
lastik ağacı is. bot. Kauçuk.
lastikçi is. 1. Lastik ürünlerini yapan veya satan kimse. 2. Otomobil lastiğini satan veya onaran kimse.
lastikçilik, -ği is. Lastikçi olma durumu.
lastikli sf. 1. İçinde veya üzerinde lastik bulunan: Lastikli şerit. Lastikli tekerlek. 2. mec. Türlü anlamlar verilebilen (söz, konuşma).
→ lastikli takırtı, lastikli söz
lastikli lakırtı is. Lastikli söz: "Anlamamazlıktan geldiğim, bazı lastikli lakırtılarla bunu bana dokunduruyorlardı." -R. N. Güntekin.
lastikli söz is. Değişik anlamlara gelebilen, farklı değerlendirilebilen konuşma.
lastikotin is. (lastikotin) İng. leasting coating 1. İnce iplik ile çok sık dokunmuş yünlü kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan: Lastikotin pantolon.
lastiksiz sf. Lastiği olmayan.
lastik tutkalı is. Lastiklerin kasnağa yapıştırılmasını sağlayan madde.
laşe is. (lâ:şe) Far. lâşe esk. Leş.
lata (I) is. (lata) Alm. Latte Dar ve kalınca tahta.
lata (II) is. (lata) ît. cocaletta'dan esk. Osmanlılarda ilmiyenin giydiği bir tür üstlük: "Latasının kollarım geçirerek kapıya doğru yürüdü." -P. Safa.
latalı sf. Latası olan.
latanya is. (lâtanya) Fr. latania bot. Bazı türleri evlerde süs bitkisi olarak yetiştirilen, bazı türlerinden de dokumalık iplik elde edilen bir tür palmiye (Latania rubra).
latasız sf Latası olmayan.
lateks is. (lateks) Fr. latex bot. Bazı bitkilerin genellikle süt görünüşünde olan öz suyu.
lateksli sf. Özünde lateks bulunduran.
latekssiz sf. Özünde lateks bulundurmayan.
laterit is. (lâterit) Fr. laterite jeol. Sıcak, nemli iklimlerde oluşan, parlak kırmızı veya kahverengiye çalan kırmızı renkli, demir oksit ve alüminyum bakımından zengin toprak.
lateritli sf. Özünde Iaterit bulunduran.
laterna is. (lâte'ma) İt. lanterna müz. Kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir tür org: "îlkin laterna eşliğinde sirtakiler yapıldı, sonra hızlı danslara geçildi." -H. Taner.
laternacı is. Laterna yapan, satan veya çalan kimse.
latife sf (lâtif) Ar. latif Yumuşak, hoş, ince bir güzelliği olan: "Bu latif yere rüzgâr nüfuz edemez, güneyin kızgın ateşi orayı yakamazdı. " -H. E. Adıvar.
→ cinsilatif
latifçe sf. (lâtifçe) 1. Latif, hoş: "Soyadı günlerinin latifçe bir hatırası vardır." -F. R. Atay. 2. zf Latif, hoş olarak.
latife is. (lâtife) Ar. latife Şaka. latife etmek şaka etmek: "Hesap işleri müdürüne latife ederek durgunluğu bozmak istedi ise de söze karışan olmadı." -M. Ş. Esendal. latife götürmek şaka kaldırmak: "Hiç latife götürecek hâlim yokken, kendimi tutamadım; kahkahaları atmaya başladım." -S. M. Alus. latife latif gerek "şaka yaparken bile incelikten ayrılmamak gerek" anlamında kullanılan bir söz.
latifeci is. Şakacı: "Acaba küçük hanım, latifeci bir adam diye işittiği için benimle böyle, zarifane bir şaka mı ediyordu?" -R. H. Karay.
latifecilik, -ği is. Latifeci olma durumu.
latiflîk, -ği is. Latif olma durumu: "Gölün latifliğini üstündeki yüksek ve çıplak dağ bozuyor." -Ö. Seyfettin.
latifundia is. (lâtifundia) Lat. latifundia İlkel yöntemlerle ve düşük verimle işletilen geniş tarım alanları.
latifti ndiacılık, -ğı is. Latifundia sistemi ile geniş tarım alanlarını işletme yöntemi veya biçimi.
latilokum is. Lokum.
Latin öz. is. (Lâtin) tar. 1. İtalya'da Latium bölgesi halkından olan kimse. 2. Latin halkları. 3. sf Latinlerle ilgili olan.
→ Latin çiçeği, Latin dilleri, Latin halkları, Latin harfleri, Latin yelkeni
Latince öz. is. (lâti'nce) 1. Latin dili. 2. sf Bu dille yazılmış olan.
Latin çiçeği is. bot. Latin çiçeklerinden, kalkan biçiminde yuvarlak yapraklı, sarı ve kırmızı çiçekli bir süs bitkisi, hançer çiçeği, kapuçin (Tropeoalum).
Latin çiçeğigiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örneği Latin çiçeği olan bir familya.
Latin dilleri ç. is. db. Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce vb. dillerin ortak adı.
Latin halkları ç. is. Dilleri Latinceden türemiş İtalyan, Fransız, İspanyol, Portekiz halkları, Latin.
Latin harfleri ç. is. Genellikle Avrupalıların kullandığı Eski Roma dönemindeki yazı sistemine dayanan harflerin her biri.
Latinlik, -ği Öz. is. Latin olma durumu.
Latin yelkeni is. den. Bir serene bağlanarak direğe eğik bir durumda kaldırılan üçgen yelken.
laubali sf. (lâ:uba:li:) Ar. la + 'ubâli 1. Saygısız, çekinmesi olmayan: "O ilk gönderdiği laubali ve kaba haberi yumuşatmış." -S. Ayverdi. 2. Senli benli, teklifsiz: "Gelenlerden biri gülerek laubali bir tavırla ona yaklaştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. zf. Aşırı samimi bir biçimde, teklifsizce, laubali olmak aşırı samimi veya teklifsizce davranmak: "Bütün işkencelerime eziyetlerime rağmen yine benimle laubali oluyordu." -S. F. Abasıyanık.
laubalice sf. (la:uba:li'ce) 1. Laubaliye yakın: "Memur biraz daha laubalice suallerle genç kızı oyalamaya çalıştı." -P. Safa. 2. zf. Laubali bir biçimde.
laubalileşme is. Laubalileşmek işi.
laubalileşmek (nsz) Laubali davranışta bulunmak.
laubalilik, -ği is. (lâ:uba:li:lik) Laubali olma durumu veya laubaliye yakışır davranış: "Salih biraz daha laubaliliği ele alarak dedi ki..."-P.Safa.
laubaliyane zf. (lâubali'yame) Ar. la + 'ubâli + Far. -üne esk. Saygısızca.
lav is. (lâv) Fr. lave min. Yanardağların püskürme sırasında yeryüzüne çıkardıkları, dünyanın derinliklerinden gelen kızgın, erimiş maddeler, püskürtü.
→ lav silahı, lav taşması
lava ünl. (lâva) İt. den. Herhangi bir yere yanaşmış filikanın kürek çekmeksizin ilerlemesi için verilen buyruk, lava etmek 1) bir filikayı ilerletmek; 2) mec. birini çekiştirmek.
lavabo is. (lavabo) İt. lavabo 1. Üzerinde su muslukları bulunan, porselen, emaye, sac vb.nden yapılmış, el, yüz, bulaşık yıkamaya yarar, çukur yer veya eşya: "Lavabonun kırık aynasında saçlarını taradı." -H. Taner. 2. Ayakyolu, hela, yüznumara, tuvalet. 3. mec. Lokanta, gar vb. yerlerde bu düzenin bulunduğu yer.
→ lavabo bataryası, lavabo musluğu
lavabo bataryası is. Lavabolarda kullanılan birkaç aygıtın bir araya getirilerek belirli biçimde eklenmesinden oluşan takım.
lavabo musluğu is. Lavaboya gelen soğuk ve sıcak suyu açıp kapayan ve akmasını ayarlayan musluk.
lavaj is. (lâvaj) Fr. lavage tek. 1. Bir işlem sonrası, metal yüzeyleri su ile yıkama. 2. tıp Bir organı su vererek yıkayıp temizleme. lavaj yapmak herhangi bir organı mikroplardan temizlemek amacıyla yıkamak, arıtmak: "Nuruosmaniye Semti'ndeki kârgir evinden, hastalarına lavaj yaparken, siyah çarşafını taktırarak bir kupa arabasına bindirip acele gitmişlerdi." -R. H. Karay.
lavanta is. (lâva'nta) İt. lavanda Lavanta çiçeğinden yapılan ispirtolu esans: "Aşağıdan caz sesi, lavanta kokusu ve alkollü bir hava geliyor." -R. H. Karay. .
→ lavanta çiçeği, lavanta mavisi
lavantacı is. 1. Lavanta yapan kimse. 2. Gezici olarak esans satan kimse.
lavantacılık, -ğı is. Lavanta yapma ve satma işi.
lavanta çiçeği is. bot. Ballıbabagillerden, mavi veya mor renkli çiçekleri koku sanayisinde kullanılan bir bitki (Lavandula angustifolia): "Öğle uykuma daldığım hasır üzerinde başımın altına konmuş yastık lavanta çiçeği kokardı." -Z. O. Saba.
lavantalık, -ğı is. Lavanta kokusunu koymaya yarayan şişe.
lavanta mavisi is. 1. Lavanta rengindeki mavi. 2. sf. Bu renkte olan.
lavantin is. (lavantin) İt. lavantin bot. Lavanta çiçeğinin bir başka türü.
lavaş is. (lâvaş) Far. lavaş 1. Mayalı hamurdan tandırda pişirilerek yapılan ve yapıldığı yere göre büyüklüğü değişen ince ekmek türü. 2. Yufka inceliğinde açılmış uzun sade pide.
lavdanonı is. (lâvdanom) Fr. laudanum esk. İçinde afyon bulunan sulu bir İlaç.
lavman is. (lavman) Fr. lavement 1. Kalın bağırsağı anüs yoluyla su fışkırtarak yıkama. 2. Bu iş için kullanılan alet ve sıvı.
lavrensiyum is. (lâvre'nsiyum) kim. bk. lorentiyum.
lavrovit is. (lâvrovit) Fr. lawrowite jeol. Piroksen grubundan doğal silikat.
lav silahı is. ask. Uzun menzilli, ateşli bir silah türü.
lavsonit is. (lâvsonit) Fr. lawsonite jeol. Hidratlı alüminyum ve kalsiyum çift silikatı.
lavta (I) is. (lâ'vta) Alm. Laute müz. Mızrapla çalınan, gövdesi uttan küçük bir çalgı.
lavta (II) is. (lâ'vta) İt. levatrice 1. Ebe. 2. Doğacak çocuğu ana rahminden çekmeye yarayan alet. 3. esk. Erkek doğum hekimi.
lavtacı is. Lavta (I) çalan kimse.
lavtacılık, -ğı is. Lavtacının mesleği.
lav taşması is. Lavın püskürme sırasında yanardağ ağzından çıkarak alçak yerlere doğru yayılması.
lavuk, -ğu sf. argo Gereksiz konuşan (kimse).
layemut sf. (lâ:yemu:t) Ar. lâ + yemüt esk. Ölümsüz, ölmez.
layenkati is. (lâ:yen:kati) Ar. lâ + yenkati' esk. Kesintisiz, aralıksız.
layık, -ğı sf (lâtyık) Ar. lâyik 1. Nitelikleri, özü, hareketleri, davranışlarıyla bir şeyi elde etmeye hak kazanmış olan: "Sevilmeye o herkesten fazla layıktır." -P. Safa. 2. Bir kimseye uygun olan, yaraşan. layık görmek yakıştırmak, uygun görmek: Ben işte oyum, şimdi söylemeye layık görmediğiniz Dikmen Yıldızı..." -A. Gündüz. layık olmak 1) hak kazanmış olmak: "Bu itimada ne kadar az layık olduklarının farkına ancak yıllar sonra varabilmişîmdir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) uygun olmak, layığını bulmak 1) dengini, yaraşır eşini bulmak; 2) hak ettiği cezayı bulmak: "İster misin, Tayfun'un da gözüne ilişsin; layığını bulmuş diye sevinsin." -S. M. Alus.
layıkıyla zf. (lâ.yıkı'yla) Gerektiği gibi, gerektiğince: "Düşmanın ancak bir bataryası var, lakin bizim martinelli layıkıyla cevap veriyor." -Ö. Seyfettin.
layiha is. (lâ:yiha) Ar. lâyitya esk. 1. Herhangi bir konuda.bir görüş ve düşünceyi bildiren yazı: "Yazılacak raporlarım, layihalarım var gibi bahanelerle İstanbul'a bile inmezmiş."-A. Ş. Hisar. 2. huk. Tasarı.
→ kanun layihası
layt sf. İng. light 1. Hafif, yağsız veya şekersiz. 2. mec. Kılıbık.
laytmotif is. (laytmotif) Alm. Leitmotiv müz. 1. Bir eserde, bir duyguyu, bir düşünceyi veya kişiliği göstermek için sürekli tekrarlanan motif, ana motif. 2. mec. Bir edebî eserde, bir kültür ürününde pek çok tekrarlanan formül.
layuhti sf. (lâ.yuhti:) Ar. lâ 4- yuhtl esk. Hata işlemeyen, yanlış yapmayan.
Laz öz. is. (lâz) 1. Güney Kafkasyalı bir halk veya bu halktan olan kimse. 2. sf. Bu halkla ilgili olan.
laza is. hlk. Bal koymaya yarayan küçük tekne.
lazanya is. (lâza'nya) İt. lasagna Bir çeşit İtalyan makarnası.
Lazca öz. is. (lâ'zca) 1. Lazların kullandığı dil. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
lazer is. (lazer) ing. laserfız. Çok güçlü pırıltılar oluşturan, değişik alanlarda kullanılan ışık kaynağı.
→ lazer ışını
lazer ışını is. Tıpta, haberleşmede ve sanayide kullanılan çok kuvvetli ve toplu ışık.
lazım sf (lâ:zım) Ar. lâzim 1. Gerek, gerekli: "Yaratıcı hamleler yapmak İsteyen bir millet için mutlaka bir şeye inanmak lazım." -O. S. Orhon. 2. dbl. esk. Geçişsiz (fiil), lazım gelmek (veya olmak) gerekmek: "Onu düzeltmek, yerine yerleştirmek için orada beş, on dakika durmak lazım gelmişti." -O. C. Kaygılı.
→ neme lazım
lazıme is. (lâ:zıme) Ar. lâzime esk. 1. Yapılması gerekli olan şey. 2. man. ve mat. Gerekçe.
lazımlık, -ğı is. (lâızımlık) Ördek.
Lazlık, -ğı is. Laz olma durumu, Laz gibi davranma.
lazut is. hlk. Mısır.
L demiri is. Sanayide kullanılan L biçiminde bükülmüş demir çubuk.