-kü bk -gı / -gi vb.
Kübalı Öz. is. Küba halkından olan (kimse).
kübik, -ği sf. Fr. cubiaue 1. Küp ve kesme biçiminde olan. 2. Kübizm akımına uyularak yapılmış olan: Kübik yapı. Kübik resim. 3. mat. Küp (II) biçiminde olan.
→ yan kübik
kübist sf. Fr. cubiste 1. Kübizmle ilgili olan. 2. Kübizmi uygulayan, kübizm yanlısı (kimse).
kübizm is. Fr. cubisme Nesneleri geometrik biçimlerde gösteren bir sanat akımı.
-küç bk. -gıç / -giç vb.
küçücük, -ğü sf. (kü'çücük) Çok küçük: "İçeride küçücük tezgâhların önünde iki müşteri onu süzüyordu." -S. F. Abasıyanık.
küçük, -ğü sf. 1. Boyutları, benzerlerininkinden daha ufak olan, büyük karşıtı: "Bir aralık başımın üstünde kartaldan küçük, atmacadan büyük yırtıcı kuşlardan birinin döndüğünü gördüm." -M. Ş. Esendal. 2. Yaşı daha az olan: "Ortanca ve küçük ablalar ... beni, arabanın beklediği sokağa indirdiler. " -R. N. Güntekin. 3. Niceliği az olan: "Kimseden en küçük bir alaka görmüyordum. " -S. F. Abasıyanık. 4. Niteliği aşağı olan, bayağı: Küçük adam. 5. Geri aşamada: Küçük bir memur. 6. Değersiz, önemsiz: Bu iyi temiz, sıhhatli, küçük insanların uykusu bambaşka bir şey." -S. F. Abasıyanık. 7. Büyümesini, gelişmesini henüz tamamlamış olan: "Düşüncesi bu noktaya gelince birdenbire Azize'nin küçük kızım hatırladı." -H. E. Adıvar. 8. Kısık, parlak olmayan(ses): "Küçük, tatlı bir sesle kovboy şarkıları söyledi." -R. H. Karay. 9. is. Yaşça küçük olan kimse, çocuk: Küçük, buraya gel. 10. is. Yaş, makam, rütbe, derece bakımından daha aşağı olan kimse: "Küçüğü tümen kumandanı idi." -F. R. Atay. 11. is. Küçük abdest. küçük dağları ben yarattım demek çok böbürlenmek, kibirlenmek: "Aslarda o küçük dağları ben yarattım diyen heybet... varken ... o güdük, o boynu bükük konçinalar onlara bir türlü el kaldıramıyorlar." -H. Taner, küçük düşmek değeri veya onuru sarsılmak: "Kimsenin yanında küçük düşmeni istemem." -R. N. Güntekin. küçük düşürmek değerini veya şerefini sarsmak: "Handan'ı küçük düşürdüğünü, asıl suçun da bu olduğunu kabul etmişti." -T. Buğra, küçük görmek değer, önem vermemek: "Bütün bu fânilikleri küçük görerek bunları ancak gönül oyalayıcı şeyler diye telakki ettiklerini gösteriyordu. " -A. Ş. Hisar, küçükle küçük, büyükle büyük olmak 1) her yaştaki kişilere karşı dostça, arkadaşça davranmak; 2) her makam ve durumdaki kişilere karşı dostça ve anlayış göstererek davranmak: "Protokol kaidelerini, çok zaman, bir yana atıp küçükle küçük, büyükle büyük olmasını biliyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu. küçük köyün büyük ağası büyüklük taslayanlar için söylenen bir söz. küçük oynamak kumarda az para ile oynamak.
→ küçük abdest, küçük ad, Küçük Asya, küçük ay, Küçükayı, küçükbaş, küçük bey, küçük burjuva, küçük çaplı, küçük çapta, küçük dalga, küçük dil, küçük dil ünsüzü, küçük gezegen, küçük hanım, küçük harf, küçük Hindistan cevizi, küçük kan dolaşımı, küçük karga, küçük köprü, küçük kumru, küçük martı, küçük mevlit ayı, küçük orta, küçük önerme, küçük parmak, küçük sakarca, küçük sesli uyumu, küçük şalgam, küçük tansiyon, küçük terim, küçük tövbe ayı, küçük ünlü uyumu, en küçük, sonsuz küçük, büyüklü küçüklü
küçük abdest is. Çiş, idrar, hacet.
küçük ad is. Ön ad.
Küçük Asya is. Anadolu.
küçük ay is. Şubat ayı, gücük ay.
Küçükayı öz. is. astr. Göğün Kuzey Kutbu bölgesinde, Büyükayı'nın tersi durumda, bir takımyıldız, Dübbüasgar.
küçükbaş is. Kasaplık hayvanlardan koyun ve keçiye verilen ortak ad.
küçük bey is. 1. Evin küçük erkek çocuğu. 2. mec. Çıtkırıldım, şımarık genç: "Küçük bey, bizimle birlikte sen de söylesene!" -O. C. Kaygılı.
küçük burjuva is. Gelir düzeyi düşük şehirli halk.
küçük çaplı sf Değeri ve ağırlığı az.
küçük çapta sf. 1. Belirli bir ölçüde. 2. Yaygın olmayan.
küçükçe sf. Biraz küçük.
küçük dalga is.fız. Orta dalga.
küçük dil is. onat. Damağın arkasında bulunan dile benzer küçük uzantı, küçük dilini yutmak şaşırmak, donakalmak: "Kadıncağız beni bu hâlde görünce az kalsın küçük dilini yutacaktı."-Y'. K. Karaosmanoğlu.
→ küçük dil ünsüzü
küçük dil ünsüzü is. dbl. Akciğerlerden gelen havanın art damakta küçük dilin çevresinden sızarak çıkmasıyla oluşan ünsüz: ğ.
küçük gezegen is. astr. Bilinen dokuz büyük gezegene göre çok küçük olan gezegen.
küçük hanım is. Evin kızı veya genç gelini: "Küçük hanımların bayram hediyesi zevklerinin bütün incelikleriyle uygun olacaktır." -H. Z. Uşaklıgil.
küçük harf, -fi is. Büyük harflerden ayrı biçimde yazılan harf, minüskül.
küçük Hindistan cevizi is. bot. 1. İki çeneklilerden, sıcak iklimlerde yetişen bir ağaç (Myristica frangrans). 2. Bu ağacın baharat olarak da kullanılan ceviz biçimindeki yemiş.
küçük kan dolaşımı is. tıp Çeşitli organlardan gelen toplardamarların kanı sağ kulakçık ve sağ karıncığa taşıması, oradan da atardamarlarla kanın akciğerlere ulaştırılması ve oradan sol kulakçığa taşınması düzeni.
küçük karga is. zool. Karga cinsi bir tür kuş.
küçük köprü is. sp. Vücudun, sırt yere dönük olarak avuçlar ve dizler üstünde dayalı ve gergin bulunduğu durum, el diz köprüsü.
küçük kumru is. zool. Kumru cinsi bir tür kuş.
küçükleşme is. Küçükleşmek işi.
küçükleşmek (nsz) Değerini yitirmek.
küçüklü büyüklü zf. Küçüğü de büyüğü de birlikte: Küçüklü büyüklü bütün aile bize geldiler.
küçüklük, -ğü is. 1. Küçük olma durumu. 2. mec. İnsana yakışmayacak, insanın değerini azaltacak davranış: Ondan böyle bir küçüklük beklenmez.
küçük martı is. zool. Martı cinsi bir tür kuş.
küçük mevlit ayı is. Kamer takviminin dördüncü ayı, rebiyülahir.
küçük orta is. sp. Karakucak ve yağlı güreşte pehlivanların ayrıldıkları beş dereceden biri.
küçük önerme is. fel. ve man. Bir tasımda, küçük terimi taşıyan öncül, minör.
küçük parmak, -ğı is. Serçe parmak.
küçük sakarca is. zool. Sakarca cinsi bir tür kuş.
küçüksemek (-i) Küçümsemek.
küçük sesli uyumu is. Küçük ünlü uyumu.
küçük şalgam is. bot. Turpgillerden, çiçekleri kokulu, tohumlarından ışık araçlarında ve sabun yapımında kullanılan bir yağ çıkarılan, kolzaya benzeyen bir bitki, yağ şalgamı (Brassica rapa).
küçük tansiyon is. tıp Kalbin gevşemesi sırasında ölçülen kan basıncı.
küçük terim is. man. Bir tasımda, vargının konusu olan terim.
küçük tövbe ayı is. Kamer takviminin altıncı ayı, cemaziyelahir.
küçük ünlü uyumu is. dbl. Türkçe bir kelimede düz ünlülerden (a, e, ı, i) sonra düz ünlülerin, yuvarlak ünlülerden (o, ö, u, ü) sonra dar yuvarlak (u, ü) veya düz geniş (a, e) ünlülerin gelmesi, küçük sesli uyumu: Evler. Etek. Salkımlar. Ördek, Okul, Sucuların gibi.
küçülme is. Küçülmek işi.
küçülmek (nsz) 1. Büyükken herhangi bir sebeple küçük duruma gelmek: Pantolon yıkanınca küçüldü. 2. Büzülmek, hacimce ufalmak. 3. mec. Değer ve onurunu azaltacak davranışta bulunmak.
küçültme is. 1. Küçültmek işi, tasgir. 2. dbl. Bir şeyin küçüğünü gösteren söz biçimi.
→ küçültme eki
küçültme eki is. Kelimelerin anlamına küçüklük, azlık, sevgi, acıma kavramları katan ekler. Türkçede bu kavramlar şu eklerle sağlanır: cik, -cek, -ceğiz, -imsi, -imtırak, -rek, -ce.
küçültmek (-i) 1. Büyükken daha küçük duruma getirmek: "Lokmasını bir iki kez çiğneyerek küçülttü." -N. Cumalı. 2. Yaşını gizleyerek küçük göstermek. 3. mec. Değerini ve onurunu azaltmak: "Adamcağızı küçülten, küçük düşürmek isteyen numara anlaşılmıyor." -T. Buğra.
küçülüş is. Küçülme işi veya biçimi.
küçümen sf. Benzerlerinden daha küçük olan, pek küçük.
küçümencik, -ği sf. Küçük, küçücük: "Torun bunları da kendi kendine ölçüp biçiyor, küçümencik zihnine yerleştiriyordu." -E. İ. Benice.
küçümseme is. Küçümsemek işi: "Lüks mevki müşterilerinin, güverte yolcularına bakışı gibi sinire batan bir küçümseme ile bakıyor bana." -H. Taner.
küçümsemek (-i) Değer ve önem vermemek, küçük görmek: "Alay mı ediyorum, onu küçümsüyor diye her an tetikte." -Y. Kemal.
küçümsenme is. Küçümsenmek işi: "Ama yığınlar hiç mi hiç ahlak değerlerinin küçümsenmesine evet dememişlerdi." -S. Birsel.
küçümsenmek (nsz) Küçümseme işi yapılmak.
küçümseyiş is. Küçümseme işi veya biçimi.
küçürek, -ği sf. hlk. Biraz küçük.
küf is. 1. Ekmek, peynir vb. organik maddelerin üzerinde, nem ve ısının etkisiyle oluşan, çoğu yeşil renkli mantar. 2. hlk. Pas. küf bağlamak (veya tutmak) 1) küflenmek; 2) mec. unutulmak; 3) mec. bitmek, kalmamak: 'İsteksiz isteksiz oluyorsun tıraşı, bir küf bağlamışsa bütün heyecanların." -Ç. Altan. (bir yer veya bir şey) küf kokmak kapalı, nemli yerler gibi ağır kokmak.
→ küf kokusu, küf yeşili, esmer küf, ışıl küf, isli küf mavi küf, tel küf esmer küfler, ışıl küfler, ekmek küfü, limonküfü
küfe is. Yun. 1. Genellikle söğüt veya başka ağaç dallarından örülen, yük taşımaya yarayan, kaba ve dayanıklı sepet: "Bir şey yapamazsan sırtına bir küfe al... hamallık et!" -B. Felek. 2. sf. Bu sepetin alabildiği miktarda olan: "Çardağın önünde o gün dizmeleri gereken sekiz küfe tütün duruyordu." -N. Cumalı. 3. mec. Kaba et, kıç.
küfeci is. 1. Küfe yapan veya satan kimse. 2. Küfe ile sırtında öteberi taşıyan hamal: "Arka arabalara takılmış küfeci çocuklara kıskanarak bakıyorum." -Y. Z. Ortaç.
küfecilik, -ği is. Küfecinin işi.
küfelik, -ği sf 1. Bir küfeyi dolduracak miktarda olan: İki küfelik üzüm toplandı. 2. is. mec. Kendi kendine yürüyemeyecek derecede sarhoş kimse, küfelik olmak çok sarhoş olmak.
küffar is. (küfta:r) Ar. kuffâr Müslüman olmayanlar, kâfirler.
küf kokusu is. Ağır, pis ve bunaltıcı koku.
küflendirme is. Küflendirmek işi.
küflendirmek (-i) Küf bağlamasına yol açmak.
küflenme is. Küflenmek işi.
küflenmek (nsz) 1. Küf oluşmak: "Zincirler küflendi, çürüdü, kırıldı." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Zamanı geçmek, köhneleşmek: "Seniha, kendisinin de bu kirli aydınlığın altında bu eşya ile beraber küflendiğini hissetti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. mec. Çalışma fırsatı bulamayarak özelliklerini veya yeteneğini yitirmek: "Sahte banknotlar küflenmiş tekerlekler gibidir." -R. N. Güntekin.
küflü sf. 1. Küflenmiş olan: Küflü ekmek. 2. is. Saklanmış altın para: Galiba sıra küflülere gelmiş. 3. mec. Zamanı geçmiş, köhne.
→ kafası küflü
küflüce is. hlk Mantar hastalığı.
→ ışıl küflüce, tel küflüce
küfran is. (küfram) Ar. kufran esk. Nankörlük.
küfranlık, -ğı is. Nankörlük, küfranlık etmek nankörlük etmek: "Ekmek yediğin kapıya katiyen küfranlık etmeyeceksin." -K. Tahir.
küfretme is. Küfretmek işi, sövme.
küfretmek, -der (-e) Ar. kufr + T. etmek Sövmek.
küfür, -frü is. Ar. kufr 1. Sövme, sövmek için söylenen söz, sövgü: "Neydi o kaba saba konuşmalar, o çirkin küfürler!" -A. İlhan. 2. din b. Tanrı'nın varlığı ve birliği gibi dinin temellerinden sayılan inançları inkâr etme ve bu yolda söylenen söz. 3. mec. Olumlu işleri kötü gösterme, varlıkları İnkâr etme: "Her şeyi inkâr eden küfür devresi gelmemiş olsaydı, şüphesiz bu güzel şeyler sönüp gitmeyecekti." -M. Ş. Esendal. küfür savurmak küfretmek: "Onlara ağza alınmaz birkaç küfür savurdu." -O. C. Kaygılı, küfür yemek kendisine küfredilmek: "Kapının eşiğinde, şiş yarasının kabuklarım ayıklayan bir Arap eteğine basıp halis Kur'an şivesiyle şiddetli bir küfür yedikten sonra otele döndüm." -F. R. Atay. küfrü basmak küfretmek.
→ küfretmek, kandilli küfür, sunturlu küfür
küfürbaz sf Ar. kufr + Far. -baz. Kaba sövgüleri çok kullanan, ağzı bozuk.
küfürbazlık, -ğı is. Küfürbaz olma durumu.
küfür küfür zf. Rüzgâr tatlı, serin ve hafif bir biçimde (esmek): Rüzgâr küfür küfür esiyor.
küfürleşme is. Küfürleşmek işi.
küfürleşnıek (nsz) Karşılıklı sövmek.
küf yeşili is. 1. Açık yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan.
küheylan is. (küheylâ:n) Ar. küheylan Soylu Arap atı: "Dağın ardında bir nazlı sultanım / Tavlamda doru bir küheylanım." -A. M. Dranas.
kükre sf. hlk. Öfke veya cinsel istek yüzünden saldırıcı bir durum alan (hayvan).
kükreme is. Kükremek işi.
kükremek (nsz) 1. Aslan, bağırmak. 2. Deniz, nehir kabarmak, taşmak: "Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım / Yırtarım dağları enginlere sığmam taşarım." -M. A. Ersoy. 3. Coşkuyla saldırmak: Ordu kükremiş aslan gibiydi: 4. Mayalanıp kabarmak. 5. Gür bir biçimde yetişmek: "Kükredi çimenler, açıldı güller / Al şala bürünür bahçeler, bağlar." -Aşık Veysel. 6. mec. Coşmak, taşkınlık göstermek: "Tutkuların kükrediği günlerde, akıl sözünü dinletemez ki? " -N. Ataç. 7. mec. Kızgınlık ve öfke ile yüksek sesle bağırmak.
kükreyiş is. Kükreme İşi veya biçimi.
kükürdümsü sf. Kükürtsü.
kükürt, -dü is. Far. gügird kim. Atom numarası 16, atom ağırlığı 32,06 olan, 119 °C'de eriyen ve 444 °C'de kaynayan, doğada saf veya başka cisimlerle birleşik olarak bulunan, sarı renkli element, sülf (simgesi S).
→ kükürtatar, kükürt çiçeği
kükürtatar is. jeol. Kükürtlü buhar çıkaran ve üzerinde kükürt biriken alan.
kükürt çiçeği is. Kükürt buharının birdenbire soğutulmasıyla elde edilen kükürt.
kükürtleme is. Kükürtlemek işi.
kükürtlemek (-i) Toz kükürt serpmek.
kükürtlenme is. Kükürtlenmek işi.
kükürtlenmek (nsz) Kükürtleme işine konu olmak veya kükürtleme İşi yapılmak: Bağ kükürtlendi.
kükürtlü sf. İçinde kükürt bulunan: Kükürtlü sabun.
kükürtsü sf. Kükürdü andıran, kükürde benzeyen, kükürt gibi, kükürdümsü.
kükürtsüz sf. İçinde kükürt bulunmayan.
kül (I) is. Yanan şeylerden arta kalan toz madde: "Ocağın külleri üstünde duran tenceredeki fasulyeyi bitirdiler." -M. Ş. Esendal. kül bağlamak 1) ateş sönmek; 2) mec. gücünü, etkisini yitirmek, kül etmek 1) yakmak, kavurmak; 2) mec. birinin varını yoğunu yok etmek, kül gibi soluk, renksiz (bet beniz), kül olmak 1) bütünüyle yanmak: "Tatlı bir cızırtı çıkararak çabucak tutuşur, mavi ve sincabi bir buhar bırakarak kül oluverirdi." -Ö. Seyfettin. 2) mec. varını yoğunu yitirmek, kül ufak olmak çok küçük parçalara ayrılmak, kül yemek (veya yutmak) argo kurnazca yapılan bir oyuna düşmek, aldatılmak, külünü savurmak bir şeyi bütünüyle bitirip yok etmek.
→ külbastı, kül çöreği, küldöken, külkedisi, kül rengi, kül tablası, külyutmaz, yosun külü
kül, -llü (II) is. Ar. kull esk. Bütün, tüm: "Bir asırdan beri şiirimizi bir kül olarak göz önüne getirince bu misal canlanmaz mı?" -Y. K. Beyatlı.
külah is. (külah) Far. kulâh 1. İçine bazı şeyler koymak için huni biçiminde bükülmüş kâğıt kap. 2. sf Bu kabın alabileceği miktarda olan: "Meydanda bekleyen mektep çocuklarına birer külah şeker dağıtıldı." -Y. K. Beyatlı. 3. mec. Oyun, hile. 4. esk. Erkeklerin giydiği genellikle keçeden, ucu sivri veya yüksek başlık: "Bunun sırtında öbürleri gibi bir uzun cübbe, başında bir uzun külah vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. (birine) külah giydirmek hile ile, oyunla aldatmak, külah kapmak düzen, dalavere ile bir işin başına geçmek: "Hatta bunlar arasında öyleleri vardır ki, zamana ayak uydurmak, göze girmek ve külah kapmak için gâvur mukallitliğinde birbiriyle âdeta yarışa girişmişlerdir." -Y. K. Karaosmanoğlu. külah peşinde olmak yalan ve dolanla bir işin başına geçmeye çalışmak, külah takmak hile ile, oyunla kandırıp parasını almak: "Önüme gelene külah takacaktım. Külah takacağım kimseler de mutlaka benim gibi olanlardı." -Halikarnas Balıkçısı. külahıma anlat! söylediklerine hiç inanamıyorum, beni kandıramazsın: "Anlat sen benim külahıma! Ah, ben hükümette olsam, size gık dedirtmem!" -Ö. Seyfettin, külahını havaya atmak pek çok sevinmek, (birine) külahını ters giydirmek çok kurnaz olmak. külahları değiştirmek (veya değişmek) tehdit ederek bozuşmak.
→ baca külahı
külahçı is. Külah yapan veya satan kimse.
külahımsı sf. Külahsı.
külahlı sf. 1. Külahı olan. 2. Koni biçiminde tavanı olan.
külahsı sf. Külahı andıran, külaha benzeyen, külah gibi, külahımsı.
külahsız sf Külahı olmayan.
külbastı is. Közde veya ızgarada pişirilen kemiksiz et: "Biraz et suyu ile iki parça külbastı yiyebildim." -A. Gündüz.
külbastılık, -ğı sf. Külbastı yapmaya elverişli olan (et).
külçe is. Far. kuliçe 1. mdn. Eritilerek kalıba dökülmüş maden veya alaşım: On kiloluk altın külçesi. 2. sf Eritilerek kalıba dökülmüş olan: "Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez." -F. R. Atay. 3. Yığın duruimandaki nesnelerin oluşturduğu küme: "Bu vücut, bütün azası kırılmış, birbiri üstüne yığılmış bir külçe hâlinde." -Y. K. Karaosmanoğlu. külçe gibi oturmak yorgun veya bitkin bir durumda çöküvermek.
külçeleşme is. Külçeleşmek işi.
külçeleşmek (nsz) 1. Külçe durumuna gelmek. 2. mec. Çok yorulmak, yorgun düşmek.
kül çöreği is. hlk. Külde pişirilen çörek.
küldöken is. hlk. Kadın, eş.
külek, -ği is. Bal, yağ, yoğurt vb. şeyler koymaya yarar tahta kova.
külfet is. Ar. külfet 1. Sıkıntı, zorluk: "Dört defa gezdiği bu yeri tekrar görmek, artık onun için bir külfet." -R. H. Karay. 2. Büyük masraf: "Bu kadar uzun külfetlere ne lüzum var?" -Ö. Seyfettin, külfete katlanmak sıkıntıya, zorluğa Önem vermemek: "Ben en hain, en merhametsiz hücumları yapmak için bu kadar külfetlere katlanıp buralara gelmiştim." -A. Gündüz.
külfetli sf. 1. Sıkıcı, zor, yorucu, özen isteyen. 2. Büyük masraf gerektiren: "Gece sokağa çıkmaktan korktuğum için değil, bizim tarafta sokağa çıkmak külfetli oluyor da ondan." -B. Felek.
külfetsiz sf. 1. Sıkıntısız, kolay, özen istemeyen: "Evinde külfetsiz ve içten bir konukseverlikle de ben karşılaştım." -H. Taner. 2. Az masrafla yapılan: "Beni, gene evindeki gibi, sevimli ve külfetsiz karşılamıştı." -F. R. Atay.
külfetsizce zf (külfetsi'zce) Külfet altına girmeden, külfete katlanmadan: "Günün asıl konusu olan şu Brüksel sergisini, külfetsizce beraber gezelim. "-H. Taner.
külfetsizlik, -ği is. Külfetsiz olma durumu.
külhan is. Far. külhan esk. Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocak, cehennemlik: "Evin bir ucunda bir fırın, öbür ucunda bir külhan vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ külhanbeyi, külhan makinesi
külhanbeyce sf. (külhanbeyce) Külhanbeyine benzer biçimde, külhanbeyi gibi: "O sırada, içeriye aykırı şık, serbest tavırlı, külhanbeyce, şen bir genç girdi." -P. Safa.
külhanbeyi is. Kendilerine özgü giyiniş ve konuşma biçimleri olan, argo kullanan, başıboş, haylaz delikanlı, kabadayı, serseri, hayta, külhani, apaş: "Kahveci, kadınların yanına gittiği zaman bir kasaba külhanbeyinin olabileceği kadar kibar tavırlar, mahcup edalar alıyordu." -S. F. Abasıyanık.
→ külhanbeyi ağzı
külhanbeyi ağzı is. argo Külhanbeyine yakışır biçimde konuşma: "Deli eniştemizin lakından külhanbeyi ağzı birtakım tabirlerle donanırdı." -A. Ş. Hisar.
külhanbeylik, -ği is. 1. Külhanbeyi olma durumu, kabadayılık. 2. Külhanbeyine yakışır davranış.
külhancı is. Hamam ocağını yakan kimse.
külhancılık, -ğı is. Külhancı olma durumu.
külhani is. (külha:ni:) Far. külhan + Ar. -i 1. Külhanbeyi, kabadayı, serseri, hayta, apaş: "Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir."-S. F. Abasıyanık. 2. ünl. Hafif sövgü anlamı taşıyan bir okşama sözü: Külhani, bak neler de biliyor!
külhan makinesi is. Enerji üreten makinelerde yanmayı sağlayan ana bölüm, yanma hücresi.
külkedisî sf. 1. Çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse). 2. Uyuşuk, miskin (kimse). 3. Pasaklı, görgüsüz (kadın): "O kibar adam bu külkedîsine tenezzül eder mi hiç.” -E.E.Talu.
külleme is. 1. Küllemek işi. 2. Bîr mantarın yaptığı bağ hastalığı.
küllemek (-i) 1. Genellikle ateşin üzerini külle örtmek. 2. mec. Bir acıyı, bir sıkıntıyı unutturmak.
külleniş is. Küllenme işi veya biçimi.
küllenme is. Küllenmek işi.
küllenmek (nsz) 1. Genellikle ateşin üzerinde kül oluşmak. 2. mec. Bir acı, bir sıkıntı unutulur gibi olmak: "İçimin ateşi hiç küllenmedi. Seneler geçtikçe daha alevleniyor. Evlat acısı bu ..." -H. R. Gürpınar.
külli sf. (külli:) Ar. külli esk. 1. Bütüne ve genele ilişkin. 2. man. vefel. Tümel.
külliyat is. (külliyaıt) Ar. kulliyyât esk. Bir yazarın bütün eserlerini içeren dizi: "Başlıca şair ve naşirleri tamamıyla öğrenmek için külliyat okumak merakına düştüm." -Y. K. Beyatlı.
külliye is. Ar. kuîliyye Bir caminin çevresinde cami ile birlikte kurulmuş medrese, imaret, sebil, kitaplık, hastane vb. yapıların bütünü: Fatih külliyesi.
külliyen zf. (külliyen) Ar. kulliyyen esk. Bütünüyle, tamamıyla, tamamen.
külliyet is. Ar. kulliyyet esk. 1. Bütünlük, tümlük. 2. Çokluk, bolluk.
külliyetli sf. Pek çok, bir hayli.
küllü sf. İçinde veya üzerinde kül bulunan.
→ küllü su
küllük, -ğü is. 1. Çöplük. 2. Sigara külü silkelenen ve sigara söndürülen kap, tabla, kül tablası, sigara tablası. 3. Banyo, kalorifer kazanıyla ve sobada küllerin döküldüğü yer veya kap.
→ küllük ağzı
küllük ağzı is. Külhanbeylerinin kullandığı dil, argo: "Küllük ağzıyla konuşma, doğru anlat." -P. Safa.
küllü su is. İçinde kül eritilip süzülerek elde edilen su.
külot is. Fr. culotte 1. Kısa, beli lastikli iç çamaşırı, don. 2. Genellikle binicilerin giydikleri paçası dar, üst bölümü geniş pantolon: "Adamın sırtında yakasız bir mintanı, bacaklarında da dolaksız bir külot vardı." -H. Taner.
→ külotlu çorap
külotlu çorap, -bı is. Kalçaları da içine alabilecek biçimde üretilmiş çorap.
kül rengi is. 1. Odunun yanmasıyla oluşan, külün akla kara arasındaki rengi, gri: "Dağlar kül rengi bir aydınlığın içinde kapkara yükseliyorlardı." -T. Buğra. 2. sf. Bu renkte olan.
→ kül rengi et sineği
kül rengi et sineği is. zool. Eklem bacaklıların böcekler sınıfından, larvalarını hayvan ölüsü veya et üzerine bırakan bir tür sinek, et sineği (Sartophaga carnaria).
kült is. Fr. culte din b. 1. Tapma, tapınma. 2. Din. 3. Dinî tören, ibadet, ayin.
kül tablası is. Küllük.
külte is. 1. Külçe, 2.jeol. Kayaç. 3. hlk. Demet, bağlam.
→ kırıntı külte, püskürük külte
kültivatör is. Fr. cultivateur Toprağı yüzeyden işlemeye yarayan dişli alet.
kültür is. Fr. culture 1. Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin: "Harf inkılabı, Türk kültür inkılabının temelidir." -E. İ. Benice. 2. Bir topluma veya halk topluluğuna Özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü: "Doğrusu, teknik ve kültür her gün biraz daha ilerlemektedir." -S. Birsel. 3. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi. 4. Bireyin kazandığı bilgi: Tarih kültürü kuvvetli bir kişi. 5. Tarım. 6. biy. Uygun biyolojik şartlarda bir mikrop türünü üretme.
→ kültür akımı, kültür balıkçılığı, kültür bitkileri, kültür çevresi, kültürfizik, kültür göçü, kültür mantarı, kültür merkezi, kültür ortamı, kültür sarayı, kültür sitesi, kültür varlıkları, kültüre alma, yığın kültürü
kültür akımı is. Bir toplumun kültüründen bazı öğelerin başka bir topluma geçişi: "Yeryüzünde gelişmiş ve az gelişmiş toplumlar bulundukça ister istemez gelişmişten az gelişmişe doğru bir mal ve kültür akımı olacaktır." -O. Rifat.
kültür balıkçılığı is. Belli merkezlerde özel olarak hazırlanmış havuzlarda bilimsel yöntemlerle balık üretme işi.
kültür bitkileri ç. is. bot. İnsanlarca yetiştirilen bitkilerin bütünü.
kültür çevresi is. Bir ulusun kültürünü, başka ulusların kültürleriyle ilişki içinde gelişerek katmanlaşmış ve bağhlaşmış bir özellikler bütünü olarak tanımlayan kuram.
kültüre alma is. biy. Küf mantarı çeşitleri ve bakteri gibi mikroorganizmaların bir kültür ortamında üretilmesi işlemi.
kültürel sf. Fr. culturel Kültüre ilişkin, kültürle ilgili.
→ kültürel antropoloji
kültürel antropoloji is. Kültürle ilgili antropoloji.
kültürel antropolojik, -ği sf. Kültürel antropoloji ile ilgili.
kültürfizik, -ği is. Jimnastik.
kültür göçü is. sos. Bir kültür motifinin veya kültürel bir uygulamanın bir başka kültüre geçmesi.
kültürlenme is. sos. Kültürlenmek işi veya durumu.
kültürlenmek (nsz) sos. Bir arada bulunan iki bireyin veya etnik grubun değer yargıları ile kültürel birikiminin özellikleri birbirinden etkilenerek değişikliğe uğramak.
kültürlü sf. Kültürü gelişmiş olan.
kültürlülük, -ğü is. Kültürlü olma durumu.
kültür mantarı is. Yemek için özel olarak üretilen mantar.
kültür merkezi is. Kültür sarayı.
kültür ortamı is. biy. Canlı veya uyku durumunda olan belirli mikroorganizmaların yetiştirmek ve geliştirmek üzere aşılandığı besin maddeleri ortamı.
kültür sarayı is. Kültüre ve kültürün gelişimine hizmet etmek amacıyla kurulmuş opera, tiyatro, sergi vb. etkinliklerin yapıldığı yer, kültür sitesi.
kültür sitesi is. Kültür sarayı.
kültürsüz sf. Kültürü olmayan: "Kültürsüz bir ifadeydi ama muhakkak maksadım gönle hitap ederek anlatıyordu." -R. H. Karay.
kültürsüzlük, -ğü is. Kültürsüz olma durumu.
kültür varlıkları ç. is. Bir bölgede bulunan maddi kültür ürünleri veya eserleri.
külünk, -gü is. Far. kulunk Taşları, kayaları parçalamakta kullanılan sivri kazma: "Bir yaz sabahı, külüngün ve kazmanın sivri burunları taş odanın tepesini delmeye başladı." -M. Ş.Esendal.
külüstür sf. Yun. tkz. Yıpranmış, eski, bakımsız: "Yakın dostlardan birisinin beş beygirlik külüstür bir deniz motoru var." -B. R. Eyuboğlu.
külüstürlük, -ğü is. Külüstür olma durumu.
külyutmaz sf. Aldanmaz, kolay inanmaz (kimse).
külyutmazlık, -ğı is. Külyutmaz olma durumu.
kümbet is. Far. gunbed 1. Kubbe. 2. Koni, piramit biçiminde damı olan, yuvarlak veya köşeli yapı. 3. Kubbe biçiminde toparlak kabartı.
kümbetlenme is. Kümbetlenmek işi.
kümbetlenmek (nsz) Kümbet biçimini almak.
küme is. 1. Tümsek biçimindeki yığın. 2. Birbirine benzer veya aynı cinsten olan şeylerin oluşturduğu bütün, takım, öbek, grup: "Tarla kuşları Mustafa'nın sabanı altından yeni kurtulmuş olan kaba çığır üzerine kümeyle konarak buldukları tohumlara gaga çalmakta İdiler." -N. Nâzım. 3. Tomar. 4. eğt. Bir sınıfta öğrencilerin, belli bir eğitim ve öğretim amacıyla bir süre için oluşturduklan takım veya öbek. 5. sp. Takımların durum ve nitelikleri göz önünde bulundurularak belli sayıdaki takımdan oluşturulan topluluk, lig. 6. sp. Koşularda, kendiliğinden oluşan yarışçı gruplarının her biri.
→ küme bulut, küme çalışması, kümeden düşme, kümeye çıkma, ayrık küme, bir küme, boş küme, çift küme, denk küme, öncüller kümesi, üst küme, tavuk kümesi, yıldız kümesi
küme bulut is. Üst bölümleri bembeyaz ve küme durumunda, tabanı da çoğu kez yatay ve esmer bulut, kümülüs.
küme çalışması is. eğt. Öğrencilerin, aralarında seçtikleri bir başkanın kılavuzluğu altında iş birliği yaparak ortak amaçlar doğrultusunda çalışmalarına imkân sağlayan eğitim yöntemi.
kümeden düşme is. Kümeden düşmek işi.
kümeleme is. 1. Kümelemek işi. 2. sin. ve TV Film yapımını kolaylaştırmak amacıyla aynı dekor içindeki çekimleri bir araya toplama, oyuncuların çalışma durumlarını düzenleme.
kümelemek (-i) Küme durumuna getirmek, yığmak, biriktirmek.
kümeleniş is. Kümelenme işi veya biçimi.
kümelenme is. Kümelenmek işi: "Yağmur bulutları yine kümelenmeye başladı." -S. F. Abasıyanık.
kümelenmek (nsz) Bir yere toplanmak, yığılmak: "Bin bir kuş parlak yapraklı ağaçlara kümelendi." -S. F. Abasıyanık.
kümeleşim is. biy. Bir hastalığa karşı aşılanmış olan veya hastalık geçirmiş bir canlının kanında bulunan maddenin, hastalığın mikroplarını küme durumuna getirme olayı, aglütinasyon.
kümeleşme is. Kümeleşmek işi.
kümeleşmek (nsz) Küme durumunda toplanmak.
kümeli sf. Kümesi olan.
kümes is. Yun. 1. Tavuk, hindi vb. evcil hayvanların barınmasına yarayan kapalı yer: "Ne kümeste tavuk bırakırmış ne ahırda hayvan ne de ağılda koyun..." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Ufak ev: Biriktirdiğimiz para ile bir kümes edindik.
→ kümes hayvanları
kümes hayvanları ç. is. Etinden, tüyünden, yumurtasından yararlanmak üzere yetiştirilip beslenen tavuk, kaz, ördek, hindi vb. evcil hayvanlar.
kümeye çıkma is. Kümeye çıkmak işi.
kümülatif sf. (kümülatif) Fr. cumulatıf Katlanmış, birikmiş, yoğun, kümeli: Felsefi bilgi, kümülatif bilgidir.
kümültü is. hlk. Kırlarda, ormanlarda eğreti olarak yapılmış bekçi veya avcı kulübesi.
kümülüs is. (kü'müiüs) Lat. cumulus Küme bulut.
-kün bk. -gın / -gin vb.
küncü is. Far. kuncud hlk. Susam tanesi.
künde is. Far. hinde 1. sp. Güreşçinin, hasmını altına alıp bir elini önden, ötekini arkadan geçirerek kilitlemesi. 2. mec. Düzen, tuzak, oyun, hile. 3. esk. Suçluların ayağına bağlanan demir halka, köstek, kündeden atmak 1) güreşçi, rakibini belinden kavrayıp kendi üzerinden aşırarak arka üzeri atmak; 2) mec. aldatarak tuzağa düşürmek. kündeye almak (veya getirmek) 1) güreşçi, rakibini altına alıp bir elini önden, ötekini arkadan geçirerek kilitlemek; 2) oyuna getirmek, tuzağa düşürmek: "Plan kurar, tertip yaparlar; kendilerini kurtarmaya, yeni müdürü de kündeye getirmeye çalışırlar." -M. Ş. Esendal. kündeye gelmek aldanmak, tuzağa düşmek: "Barut yoktu. Kalenin dar kapısından çıkmak imkânı yoktu. Öyle korkunç bir kündeye gelmişlerdi ki..." -Ö. Seyfettin. kündeye getirilmek aldatılmak, tuzağa düşürülmek: "Ahllı bir evlat olan Ali Harun Bey, annesinin böyle bir kündeye getirilmesini hazmedemez." -H. R. Gürpınar.
→ bel kündesi, oturak kündesi
kündekâri is. Kakmacılık.
kündeleme is. Künde oyununu yapma.
kündelemek (-i) sp. Künde oyununu yapmak.
künefe is. Sıcak yenilen bir çeşit peynirli tel kadayıf.
künh is. Ar. htnh esk. Öz, kök, içyüz: "Bu şiirin künhü dimağla, gözle görülmez, yalnız kalple anlaşılır." -Y. K. Beyatlı. (bir şeyin) künhüne varmak bir şeyin özünü, aslını anlamak.
künk, -gü is. Far. hınk Pişmiş toprak veya betondan yapılmış kalın su borusu, büz: "Bir gün bu künklerin bir tanesinin, bir yerinden delinmiş olduğu görülür." -S. F. Abasıyanık.
künye is. Ar. künye 1. Bir kimsenin adı, soyadı, ülkesi, doğumu, mesleği vb. özelliklerini gösteren kayıt: "Kara Hüseyin'in künyesini yazdığım defteri belki on kere açtırıyor, parmağını künyenin üstüne büyük bir hızla koyuyor." -H. E. Adıvar. 2. Bu özelliklerden bazısının yazılı olduğu bilezik, kolye vb. metalden eşya: "Güzel bir şeritle künyemi göğsüme bağladım ve gittim." -F. R. Atay. 3. Soy sop ile ilgili kimlik bilgileri: "Künyesi bile, daha doğarken onun yönünü belirlemiş gibi idi." -H. Taner, künyesi gelmek savaşta bir askerin ölüm haberi kendi evine bildirilmek: "Geçen sene künyesi geldi, dedi." -Y. K. Karaosmanoğlu. (birinin) künyesini okumak ayıplarını yüzüne vurarak bir kimseye sövmek.
→ künyesi bozuk
künyesi bozuk, -ğu sf. Kötü durumları görülmüş olan, sabıkalı (kimse).
küp (I) is. Ar. küb 1. Su, pekmez, yağ vb. sıvıları veya un, buğday gibi tahılları saklamaya yarayan, geniş karınlı, dibi dar toprak kap: "Ahırda kırık bir küpün içine, samanlarla çuvalların altına saklamış, gitti, getirdi." -H. Taner. 2. argo Sarhoş, küp gibi 1) şişman; 2) sarhoş, küpe dönmek çok şişmanlamak: "O zamandan beri küpe dönmüş. Hâlbuki o zamanlar ne ince bir kızdı." -H. Taner, küplere binmek çok öfkelenmek: "Ertesi günü babam horozun ölüsünü bulunca küplere bindi." -S. F. Abasıyanık. küpünü doldurmak eline fırsat geçmişken çokça para biriktirmek: "Hamiyetini bu felsefeye uydurarak küplerini doldurmayı bilenler bu memlekette bolluk içinde yaşarlar. " -H. R. Gürpınar.
→ altın küpü, boyacı küpü, dert küpü, sır küpü, sinir küpü, yağ küpü
küp (II) is. Fr. cube mat. 1. Birbirine eşit karelerden oluşan altı yüzlü dikdörtgen, mikâp: Tavla zarı küp biçimindedir. 2. Bu biçimindeki nesne. 3. Bir cismin hacim hesabında kullanılan ölçü birimi. 4. Bir sayının üçüncü kuvveti: (4 )=4x4x4=64.
→ küp şeker, metre küp
küpe is. 1. Kulak memelerine takılan süs eşyası: "Kızın kulaklarında mavi küpeler vardı. " -S. F. Abasıyanık. 2. Bazı hayvanların boyunlarının iki yanından sarkan deri uzantıları: Horozun küpeleri. Keçinin küpeleri.
→ küpe çiçeği, salkım küpe, ağaç küpesi, hasekiküpesi
küpe çiçeği is. bot. 1. Küpe çiçeğigillerin örneği olan süs bitkisi (Fuchsia). 2. Bu bitkinin kırmızı, pembe, mor veya beyaz renkli çiçeği, küpeli.
küpe çiçeğigiller ç. is. bot. Ayrı çanak yapraklı iki çeneklilerden, küpe çiçeği, yakı otu, göl kestanesi vb. bitkileri içine alan bir familya.
küpeli sf. 1. Küpe takmış olan. 2. Küpeye benzer bir deri uzantısı olan: Küpeli horoz. 3- is. bl. Küpe çiçeği.
küpelik, -ği is. den. Dalyan direklerini dikerken alt ucun batmasını sağlamak için bağlanan taş veya zincir.
küpeşte is. (küpe'şte) Yun. 1. den. Gemilerde güverte hizasında ıskarmoz bağlarına tutturulan dikmelerin dış yüzlerine kaplanan kaplamaların oluşturduğu siperler, borda kaplamalarının en üstü, güverteden yukarı kalan bölümler, korkuluk, parapet: "Küpeşteye ellerini dayayarak denize baktı." -S. F. Abasıyanık. 2. Duvarların üzerine, balkon veya pencerelerin içine çimento ve mozaik karışımı ile yapılan dolgu set, parapet.
küpleği is. hik. Küreğin, baltanın sap takılan yeri.
küpleme is. hlk. Karında su birikmesi sebebiyle oluşan, şişmeyle beliren hastalık.
küplü sf. 1. Küpü olan. 2. argo Çok rakı içen, ayyaş. 3. is. argo Rakısı bol, ucuz meyhane.
küpsüz sf. Küpü olmayan.
küp şeker is. Çay, kahve vb. içecekleri tatlandırmak amacıyla kullanılan, kalıba dökülüp belli bir biçim verilerek kesilmiş şeker, kesme şeker. .
kür is. Fr. cure 1. İyi bakım ve ilaç tedavisi: "Daireden yıllık iznimi alınca kürümü günde on iki saate çıkardım." -H. Taner. 2. Özel tedavi yöntemi, kür yapmak sağlığı korumak amacıyla herhangi bir yöntemi bir süre uygulamak.
kürar is, Fr. curare Güney Amerika yerlilerinin oklarına sürdükleri bitkisel zehir.
küraso is, Fr. curaçao Acı portakal kabuğundan yapılan bir içki.
küratör is. İng. curator Müze, kütüphane, sergi, hayvanat bahçesi vb.ni yöneten ve etkinliklerini düzenleyen, yetkili kimse.
kürdan is. Fr. cure-dent Dişleri temizlemek için kullanılan küçük çöp. kürdan gibi çok zayıf, incecik, çelimsiz.
kürdanlık, -ğı is. Kürdan koymaya yarayan kap.
kürdi is. (kürdi:) Ar. kürdi müz. 1. Klasik Türk müziğinde si bemol notasını andıran perde. 2. Dügâh perdesindeki bir makam.
→ kürdilihicazkâr, acemkürdi, arabankürdi, muhayyerkürdi
kürdilihicazkâr is. (kürdi:lihicazkâ:r) müz. Klasik Türk müziğinde, rast perdesinde bir makam.
küre (I) is. Ar. küre mat: 1. Bütün noktaları merkezden aynı uzaklıkta bulunan bir yüzeyle sınırlı cisim. 2. Yeryüzü, dünya: "Ben de yıldızlar gibi, küre gibi, ben de yalnız ve herkese uzaktım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ küre kuşağı, ağır küre, düzlem küre, güney küre, hava küre, ışık küre, kuzey küre, su küre, taş küre, yarı küre, yarım küre, yerküre, gök küresi
küre (II) is. mân. Madenci ocağı, maden fırını.
kürek, -ği is. 1. Toprak, kömür vb.ni bir yerden bir yere alıp atmaya, taşımaya yarayan ve yayvan bir bölümü, buna bağlı uzun bir sapı bulunan araç: "Ölünün cesedi üstüne atılan birkaç kürek toprak gibi, hatırası üzerine kapanan birkaç satır yazı!" -A. Ş. Hisar. 2. Küçük deniz teknelerini yürütmeye yarayan, bir ucu yassı, uzun ağaç. 3. Kürek cezası, kürek çekmek deniz teknesini yürütmek için küreği kullanmak: "Sandalın içine hızla atıldıktan sonra kürekleri var kuvvetiyle çekerek meskûn adanın kömür iskelesine yanaştı." -S. F. Abasıyanık. kürek kadar dili olmak pabuç kadar dili olmak.
→ kürek ayaklılar, kürek cezası, kürek kemiği, kürek kürek, çalakürek, macun küreği
kürek ayaklılar ç. is. zool. Pelikanları, karabatakgilleri içine alan kuşlar takımı.
kürek cezası is. esk. Gemilerde kürek çekme yoluyla uygulanan ceza: "Bu on gün bana on senelik bir kürek cezası gibi geldi." -Ö. Seyfettin.
kürekçi is. 1. Kürek yapan veya satan kimse. 2. Sandal vb.nde kürek çeken kimse: "Sicilya'da bir yalı şehrine yaptığım baskında yeteri kadar kürekçi sağladım." -F. F. Tülbentçi. 3. Fırın, tren, vapur vb. yerlerde ocağa kürekle kömür atan kimse.
kürekçilik, -ği is. 1. Kürek yapma veya satma işi. 2. Sandal vb.nde kürek çekme işi. 3. Fırın, tren, vapur vb. yerlerde kürekle ocağa kömür atma işi.
kürek kemiği is. anal Omzun art bölümünde bulunan, üçgen biçiminde geniş ve ince kemik.
kürek kürek zf Kürekler dolusu, pek çok.
kürekli sf. Küreği olan.
küreksiz sf. Küreği olmayan.
→ kilitsiz küreksiz
küre kuşağı is. coğ. Kuşak.
küreleme is. Kürelemek işi.
kürelemek (-i) Kürekle atıp temizlemek.
kürelenme is. Kürelenmek işi.
kürelenmek (nsz) Kürekle atılmak, kürekle yığılmak: "Gönül hak arzular canım hay hayda / Toprağım üstüme kürelendi gel." -Halk türküsü.
küreme is. Küremek işi.
küremek (-i) Kürekle atıp temizlemek, kürelemek, kürümek.
küremsi sf. 1. Küreye benzeyen. 2. is. Eğriliği azar azar değişen ve biçimi küreye yakın olan katı cisim.
küresel sf. 1. Küre ile ilgili olan. 2. Küre biçiminde olan, kürevi. 3. Dünya ölçüsünde geniş bir bakış açısıyla benimsenen, global.
→ küresel gök bilimi, küresel üçgen, küresel valf
küresel gök bilimi is. astr. Gök küresindeki cisimlerin yerlerinden söz eden bilim.
küreselleşme is. Küreselleşmek durumu, globalleşme.
küreselleşmek (nsz) Dünya milletlerini ekonomi, siyaset ve iletişim bakımlarından birbirine yaklaşmaya ve bir bütün olmaya götürmek, globalleşmek.
küreselleştirme is. Küreselleştirmek işi.
küreselleştirmek (-e) Küreselleşme işini yaptırmak.
küresel üçgen is. mat. Bir küre yüzeyi üzerine çizilen ve kenarları üç büyük çember yayı olan üçgen.
küresel valf is. Doğal gaz sisteminde gaz akışım kesmeye yarayan alet.
kürevi sf. (kürevi:) Ar. kurevi esk. Küresel, toparlak.
küreyici is. mdn. Cevher veya posayı, sabit bir makara üzerinden dönüş yapan sonsuz halat aracılığıyla arkaya doğru küreyen mekanik düzen.
kürit is. Fr. curide kim. Atom numaralan 96-103 arasında bulunan elementlerin genel adı.
küriyum is. (kü'riyum) Fr. curium kim. Atom numarası 96, atom ağırlığı 248 olan, aktinitlerden, plütonyum 239'un helyum çekirdekleriyle bombardımanından elde edilen radyoaktif bir element (simgesi Cm).
kürk is. 1. Bazı hayvanların, giyecek yapmak için işlenmiş postu. 2. sf. Bu posttan yapılmış: Kürk manto. 3. Hayvan postundan yapılan giysi: "Ben yatağımın üstünde, kürkümün içinde soğuktan titreyerek oturuyorum. " -H. E. Adıvar.
→ kürk böceği, kürk hayvanı, badem kürk, samur kürk, vizon kürk, erkân kürkü
kürkas is. bot. Sütleğengillerden, meyve çekirdekleri zehirli bir bitki, Hint fıstığı (Jatropha curcas).
kürk böceği is. zool. Kın kanatlılardan, esmer uzun kıllı, kürk, halı, keçe ve yünlüleri kemiren bir böcek (Attegenuspellio).
kürkçü is. Hayvan postlarından kürk hazırlayan veya bu İşin ticaretini yapan kimse.
kürkçülük, -ğü is. 1. Kürk hazırlama sanatı. 2. Kürk ticareti.
kürk hayvanı is. Kürkü için üretilen veya avlanan hayvan.
kürklü sf. 1. Kürkü olan, kürk giymiş. 2. Kürkle süslenmiş: "Hizmetçi kadın gri pardösüsünü, içleri kürklü eldivenlerini, şapkasını getirip verdi." -S. F. Abasıyanık. 3. Postu kürk olarak kullanılan (hayvan).
kümeme is. Kürnemek işi.
kürnemek (nsz) hlk. Hayvanlar sıcağın veya soğuğun etkisiyle birbirine sokulup toplanmak.
kürsü is. Ar. kursi 1. Kalabalığa karşı konuşma yapanların önünde bulunan yüksekçe yer: "iki gün süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi." -F. R. Atay. 2. Ana bilim dalı: Türk Dili Kürsüsü. Yakın Çağ Tarihi Kürsüsü. 3. hlk Sandalye. 4. esk. Bir fakültede araştırma ve öğretim birimi, bölüm.
→ kürsü başkanı, kürsü hocası, kürsü şeyhi, baca kürsüsü
kürsü başkanı is. esk. Bölüm başkanı.
kürsü hocası is. esk. 1. Camilerde kürsüden vaaz veren hoca, kürsü şeyhi. 2. Üniversitede bir bölümde görevli olan öğretim elemanı: "Her kürsünün hocası o kürsünün gerektirdiği nitelikleri kendinde toplamış bulunuyordu. " -H. Taner.
kürsü şeyhi is. Kürsü hocası.
Kürt öz. is. Ön Asya'da yaşayan bir topluluk ve bu topluluktan olan kimse.
kürtaj is. Fr. curettage tıp 1. Vücutta boşluklar içinde bulunan yabancı cisimleri, hasta veya zararlı sayılan dokuları kazıyarak alma, kazıma. 2. Döl yatağının içini kazıyıp cenini alma işi.
kürtajcı is. Kürtaj yapan kimse.
Kürtçe is. Kürt dili.
kürtün (I) is. hlk. Yük hayvanlarına vurulan semer, palan.
kürtün (II) is. hlk. Rüzgârın etkisiyle kuytu yerlere toplanmış kar yığını.
kürüme is. Kürümek işi.
kürümek (-i) Küremek.
küs sf. Küsmüş, dargın: Bu sınıfta küs çocuklar var.
küseğen sf. hlk. 1. Çabuk ve sık sık küsen (kimse). 2. is. bot. Küstüm otu.
küskü is. 1. Taşa veya duvara delik açmak için kullanılan uzun, ağır ve bir ucu sivri demir. 2. hlk. Taş kaldırmakta kullanılan uzun demir çubuk veya basit, ağaçtan kaldıraç: "Taşı tekrar yerine koymazsak, balta ve küskü ile onu kaldırır, aşağı yuvarlarız." -R. H. Karay.
küskün sf 1. Küsmüş olan, gücenik, dargın, muğber: "Hamdune Hanım, aksi, küskün bir kadındı." -Ö. Seyfettin. 2. is. bot. Küstüm otu. 3. hlk. Gelişmemiş, küçük kalmış.
küskünleşme is. Küskünleşmek işi.
küskünleşmek Küskün duruma gelmek.
küskünlük, -ğü is. Küskün olma durumu, küsü: "Azarlanmış bir çocuk küskünlüğü ile denize baktı." -Ö. Seyfettin.
küsküt is. Fr. cuscute bot. Çit sarmaşığıgillerden, ince uzun ipliksi saplarıyla, asma, baklagiller ve bazı meyve ağaçlarına sarılarak onları sömüren, klorofilsiz bir asalak bitki, şeytansaçı, bağboğan (Cuscuta).
küskütük, -ğü sf. (kü'skütük) 1. Çok sarhoş. 2. zf mec. Çok sarhoş bir biçimde, çok sarhoş olarak: "Sarhoşlar gibi, meçhul bir istikamete doğru, küskütük ilerliyorsun." -P. Safa.
küslük, -ğü is. Küs olma durumu, dargınlık.
küsme is. Küsmek işi.
küsmek, -er (-e) 1. Darılmak: "Tavşan dağa küsmüş de dağın haberi olmamış." -Atasözü. 2. Görevini yerine getirememek: Yemek zamanı geçerse mide küser. 3. (nsz) mec. Gelişememek, büyüyememek: Ağaç yerini sevmedi, küstü. 4. mec. Bir madde, herhangi bir sebeple istenilen niteliğini yitirmek.
→ eltieltiyeküstü
küspe is. Far. kusbe 1. Hayvan yemi, yakacak ve gübre olarak kullanılan, yağı veya suyu çıkarılmış her türlü yağlı tohum ve bitki artığı: "O gövdeleri küspe terleri döken ve dallarından mis kokulu ballar akan yemiş ağaçlarıyla..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Özü alınmış meyvelerin kalan bölümü.
küstah sf. Far. gustâh . Saygısız, kaba, terbiyesiz (kimse): "Babasının koltuğuna küstah bir tarzda oturmuş, bacaklarım, yatar gibi uzatmış ve laubali şeyler söylüyor." -R. N. Güntekin.
küstahça sf. (küsta'hça) 1. Küstah, saygısız. 2. zf. Küstah, saygısız bir biçimde.
küstahlaşma is. Küstahlaşmak işi.
küstahlaşmak (nsz) Küstah duruma gelmek: "Daha ziyade küstahlaştım." -Ö. Seyfettin.
küstahlık, -ğı is. Küstah olma durumu veya küstahça davranış: "Bu ne kadar küstahlık anana karşı?" -H. R. Gürpınar, küstahlık etmek küstahça davranışlarda bulunmak.
küstere is. Yun. 1. Köstere. 2. Değirmen taşı yapılan taş. 3. Bileği çarkı.
küstüm otu is. bot. Baklagillerden, dokunulduğunda yaprakları pörsüyen bir bitki, küseğen, küskün (Mimosa pudica).
küstürme is. Küstürmek işi.
küstürmek (-i) Küsmesine yol açmak.
küsuf is. (küsu:f) Ar. kusüf esk. Güneş tutulması.
küsur is. (kûsu:r) Ar. kusur 1. Artan bölüm, geriye kalan bölüm, kesir: Bu paranın küsurundan vazgeçelim. 2. Tam sayıdan sonra gelen kesirli sayı: Bu işe on bin küsur lira harcadım.
küsurat ç. is. (küsu:ra:t) Ar. kusürât Artan, geriye kalan parçalar, kesirler, küsur.
küsurlu sf. Küsuru olan: "Adımları kusurlu idi. İki buçuk, iki buçuk..." -H. Taner.
küsursuz sf. Küsuru olmayan.
küsü is. hlk. Küskünlük.
küsülü sf. Aralarında dargınlık, küskünlük bulunan: "Bayram gelir küsülüler barışır." -Halk türküsü.
küsüşme is. Küsüşmek işi: "Sevgimizi hep canlı tuttuğumuzu sandık. Küsüşmelerimiz, dargınlıklarımız sanki iz bırakmadan geçti gitti." -E. Bener.
küsüşmek (nsz, -le) Birbirine küsmek, karşılıklı darılmak.
küşade (küşa:de) Far. guşüde esk. Açık, açılmış.
küşat, -di is. (küşa:t) Far. guşâd esk. 1. Açma, açılış. 2. Tavlada bir çeşit oyun. 3. mec. Güzellik, hoşluk.
küşayiş is. Far. guşayiş esk. Açıklık, ferahlık: "Bu yıl Çamlıca horozlarının sesleri harikulade bir küşayişle gür ve işlekti." -A. Ş. Hisar.
küşne is. hlk. Karaburçak.
küsüm is. hlk, 1. Kuşku. 2. Kaygı.
küşümlenme is. Küşümlenmek işi.
küşümlenmek (nsz) hlk. 1. Kuşkulanmak. 2. Kaygılanmak.
küt (I) sf. 1. Kısa ve kalınca: Küt parmaklar. 2. Sivri ve uzun olmayan. 3. Keskin olmayan.
küt (II) is. Tahta vb. katı şeylere vurulduğunda çıkan ses: Küt diye vurdu.
→ küt küt, pat küt
küt (III) is. sp. Smaç.
kütikül is. Fr. cuticule bot. 1. Yaprakların her iki yüzünde bulunan ve suyu sızdırmadığı için bitkinin kurumasına engel olan ince zar. 2. zool. Kabukluların ve böceklerin örteneğinin koruyucu, kitinli katmanı.
kütîn is. Fr. cutine bot. Bitkilerin kütiküllerini oluşturan, geçirgen olmayan, bal mumu yapısında madde.
kütinleşme is. bot. Selülozun kütin biçimine dönüşmesi.
küt küt zf. Üst üste "küt" sesi çıkararak: Kapı küt küt vuruldu.
kütle is. Ar. kütle 1. Katı maddelerin büyük parçası, küme, yığın. 2. Bir yerde toplanmış, bir araya gelmiş insan topluluğu, kitle. 3. Belirli işleviyle özellik gösteren büyük insan kalabalığı: Seçmen kütlesi. 4. fiz. Bir nesneye uygulanan kuvvetle, oluşan ivme arasındaki orantıyı veren kat sayı veya nesne niceliği.
→ organik kütle
kütleme is. Kütlenıek işi.
kütlemek (nsz) Bir yere çarpıp "küt" diye ses çıkarmak.
kütlesel sf. Kütle ile ilgili olan.
kütleşme is. Kütleşmek işi.
kütleşmek (nsz) Küt duruma gelmek.
kütleştirme is. Kütleştirmek işi veya durumu.
kütleştirmek (-i) Küt duruma getirmek.
kütletme is. Kütletmek işi.
kütletmek (-i) "Küt" diye ses çıkartmak.
kütlü is. Çekirdekli, çiğitli pamuk: "Küflüler ak öbeklerle ovaya yayılmıştı." -Y. Kemal.
kütlük, -ğü is. Küt olma durumu,
kütör is. T. küt + Fr. -eur sp. Smaçör.
küttedek zf. (kü'ttedek) Birdenbire "küt" diye ses çıkararak: "Bir ara küttedek bir şeye çarptık." -Ö. Seyfettin.
kütük, -ğü is. 1. Kaim ağaç gövdesi: "Etrafına gölge salmayan, yemiş vermeyen hangi kütük baltadan kurtulur?" -H. E. Adıvar. 2. Kesilmiş ağaç gövdesi: "Kenara iri zeytin kütükleri istif edilmişti." -R. H. Karay. 3. Kesimden sonra ağaç gövdesinin toprakta kalan bölümü: "Çamlıkları yarıyoruz, ağaçların kütüklerinden atlıyoruz, ne bir köy ne bir ses var." -M. Ş. Esendal. 4. Asma fidanı: "Kütüklerin üstündeki koruklara otlar tırmanan bahçeyi bir daha geçiyoruz." -F. R. Atay. 5. Resmî kayıt defteri, ana defter. 6. Nüfus kütüğü. 7. mdn. Kütük demir. 8. mec. Görgüsüz, kaba kimse: "Biraz sonra bizim kütük kanepenin üstüne oturmuş, ayaklarıyla yerdeki yaprakları eziyordu." -H. E. Adıvar. kütük gibi 1) çok şişmiş; 2) çok sarhoş, kütüğe geçirmek ana deftere yazmak.
→ kütük demir, cehennem kütüğü, inebolukütüğü, nüfus kütüğü, seçmen kütüğü, tapu kütüğü, yarma kütüğü
kütük demir is. mdn. Demir çelik fabrikalarında, izabe tesislerinde maden cevherinden veya hurdadan döküm sonu elde edilen ham kütle, kütük.
kütükleşme is. Kütükleşmek işi.
kütükleşmek (nsz) Sert ve duygusuz bir duruma gelmek.
kütüklük, -ğü is. ask. İçine şarjöre geçirilmiş tüfek fişeği konulan ve palaska kayışına geçirilen kösele çanta, fişeklik.
kütüphane is. (kütüpha.ne) Ar. kutub + Far. hâne 1. Kuruluş amaç ve görevine uygun kitap, film, plak gibi her türlü düşünce ve sanat ürününü toplayan, düzenleyen ve genel olarak ilgilenen okurlara sunan kuruluş, bibliyotek: "Kütüphanesi ile, kadrosu ile, organizasyonu ile, ülkenin övünülür gazetelerinden biri hâline getirmede katkısı büyüktü. " -H. Taner. 2. esk. Kitap satılan dükkân, kitabevi.
→ ayaklı kütüphane, genel kütüphane
kütüphaneci is. 1. Kitaplıkta görevli kimse, bibliyotekçi. 2. Kitaplık bilimci, bibliyotekçi. 3. esk. Kitabevi sahibi, kitapçı.
kütüphanecilik, -ği is. 1. Kitaplık görevlisinin işi. 2. Kitaplık bilimi.
kütürdeme is. Kütürdemek işi.
kütürdemek (nsz) "Kütür" diye ses çıkarmak: "Savrulma hareketim pek ciddi tutmuş olacaktı ki beli kütürdedi ve acıdı." -H. Taner.
kütürdetme is. Kütürdetmek işi.
kütürdetmek (-i) "Kütür kütür" diye ses çıkartmak -Kütür kütür bir ayva. 2. zf. Kütür sesi çıkararak (yemek).
kütürtü is. "Kütür kütür" diye çıkan ses.
küvet is. Fr. cuvette 1. İçinde bazı şeyler veya el yıkanan kap: "Ufak bir küvetin içine siyah görünen bir mayi döktü." -R. H. Karay. 2. Banyoda içinde yıkanılan tekne: "İçeri girince gözüme ilk ilişen şey küvetle oturak oldu." -R. N. Güntekin.
→ banyo küveti