-ku bk. -gı / -gi vb.
Ku kim. Kurçatovyum elementinin simgesi.
kuaför is. Fr. coiffeur 1. Kadın berberi. 2. Erkek berberi. 3. Güzellik salonu.
kuartet is. Fr. guartette mit.. Dörtlü; Yaylı sazlar kuarteti.
kubarma is. Kubarmak işi.
kubarmak (nsz) hlk. 1. Hindi veya 'güvercinin tüyleri kabarmak. 2. mec. Çalımlı bir tavır takınmak: "Sap kabarır, sahibi kubarır." -Atasözü.
kubaşma is. Kubaşmak işi.
kubaşmak (nsz, -le) hlk. İmece ile iş yapmak, yardımlaşmak.
kubat sf. hlk. 1. Kaba, biçimsiz. 2. Davranışları kaba olan,
kubatlık, -ğı is. Kubat olma durumu.
kubbe is. Ar. kubbe 1. mim. Yarım küre biçiminde olan ve yapıyı örten dam, kümbet: "Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filan hepsi tamamdı." -O. Atay. 2. sf. Kubbe biçiminde olan.
→ ana kubbe, gök kubbe, yanın kubbe
Kubbealtı öz. is. tar. Osmanlı vezirlerinin devlet işlerini görüşmek için toplandıkları Topkapı Sarayı'ndaki alan, divanhane.
kubbeli sf. 1. Kubbesi olan: Kubbeli hamam. 2. Kubbe biçiminde olan.
→ kubbeli delik, kubbeli fırın
kubbeli delik, -ği is. biy. Trakeit gözelerinin uçlarında bulunan ve besin suyunun düşey yönde ilerlemesini sağlayan geçiş yolu.
kubbeli fırın is. Üzerinde kubbesi olan fırın.
kubbesiz sf Kubbesi olmayan.
kubur is. esk. 1. Tuvalet deliğinden lağıma inen boru. 2. Boru biçiminde kap; Ok kuburu. 3. Bir çeşit tabanca, dolma tabanca, kubur sıkmak silah atmak, tabanca sıkmak: "Oğlum, ben karanlığa kubur sıkmam." -H. R. Gürpınar.
kuburluk, -ğu is. 1. Tabanca kılıfı. 2. Sadak.
kucak, -ğı is. 1. Açık kollarla göğüs arasındaki bölüm, aguş: "Kucağımdaki yavrumla yapayalnız kalmıştık." -S. M. Alus. 2, sf. Açık kollarla göğüs arasına sığabilen miktarda olan. 3. mec. Herhangi bir durumun veya şeyin sınırlarının arası, iç: "Oralar her saldırganlıktan korunmuş Türk kucağı idi." -R. E. Ünaydın. 4. mec. Ortam, ocak: "On yıl var ayrıyım Kına Dağı'ndan /Baba ocağından, yâr kucağından." -F. N. Çamlıbel. (birine) kucak (veya kucağını) açmak 1) korumak: "Paris'teki hemşehriler bana büyük bir sevgi ve emniyetle kucaklarım açmışlardı. " -R. N. Güntekin. 2) sığınacak yer vermek: "Her çalışmak isteyene kucak açmışlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. kucağına düşmek düşman, felaket, sefalet vb. kötü şeylerin veya durumların içine düşmek, onlarla karşılaşmak, (birinin) kucağına oturmak 1) dizlerinin üstüne oturmak; 2) argo yaltaklanmak; 3) argo birinin amaçlarına alet olmak, kucağında bulmak beklemediği bir durumla karşı karşıya kalmak.
→ kucak çocuğu, kucak dolusu, kucak kucağa, kucaktan kucağa, karakucak, ana kucağı
kucak çocuğu is. Yürüyemeyen, kucakta gezdirilen çocuk.
kucak dolusu sf. Pek çok, pek bol.
kucak kucağa zf. 1. Birbirine sarılmış veya birbirine yüz yüze sokulmuş bir durumda: "Topla sürülen karışık topraklar, kucak kucağa kanları içinde yatan savaşçılar." -H. E. Adıvar. 2. iç içe, yan yana, beraberce: "Şiirle dua, felsefe ile din, inkârla iman kucak kucağa." -C. Meriç,
kucak kucak sf. 1. Bol bol: "İşte kucak kucak çiçek, işte sepet sepet meyve!" -R, H, Karay. 2. Kucaklanabilecek miktarda olan.
kucaklama is. Kucaklamak işi.
kucaklamak (-i) 1. Kollarla sarıp göğüs üzerine bastırmak: "Onlar, daha fazlasını yaparak sessizce birbirlerini kucakladılar." -R. N. Güntekin. 2. Kucağına almak, kucağında taşımak. 3. İçine almak veya çepeçevre sarmak, kuşatmak: "Şaşılacak kadar tatlı, sevimli, nazik eli, elimi kucakladı," -Y, Z. Ortaç.
kucaklanış is. Kucaklanma işi veya biçimi.
kucaklanma is. Kucaklanmak işi veya durumu.
kucaklanmak (nsz) Kucaklama işi yapılmak: "Büyük bir şefkatle kucaklanmış, hıçkırıklar içinde odadan çıkarıyorlar." -Y, Z, Ortaç.
kucaklaşma is. Kucaklaşmak işi: "Bu kucaklaşma fazla sürmedi." -Ö, Seyfettin.
kucaklaşmak (nsz, -le) Birbirini kucaklamak: "İki kardeş özlemle kucaklaştılar." -A, İlhan.
kucaklayış is. Kucaklama işi veya biçimi.
kucakta sf. Henüz yürüyemeyen, küçük (çocuk).
kucaktan kucağa zf. Pek çok kişi ile ilişki kurarak, kucaktan kucağa dolaşmak (veya gezmek) kadın, pek çok kişiyle yasal olmayan ilişkide bulunmak.
-kuç bk. -gıç / -giç vb.
kuçukuçu is. Çocuk dilinde köpek.
kuçu kuçu ünl. Köpekleri çağırmak için kullanılan bir seslenme sözü.
kudas is. (kuda:s) Ar. kudas din b. Hz. İsa'nın lıavarileriyle birlikte yediği son yemeği anmak için, Hıristiyanların kilisede bir kap içinde ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları tören, liturya.
kudema is. (kudema:) Ar. kudemâ esk. 1, Eskiler, eski insanlar. 2. Eskiliği bakımından ileri gelenler, öne çıkanlar: "Kudemanın şiirde iddiaları ancak kendi şiirlerinin bambaşka bir cevher olduğu sadedine kadar giderdi.. " -Y. K. Beyatlı.
kudret is. Ar. kudret 1. Güç, erk, erke, iktidar: "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil katıda mevcuttur." -Atatürk. 2. Yetenek: "Hep birden kollarım havaya kaldırarak dönmeye başlayışları bana insan kudretinin üstünde gibi geliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Maddi güç, zenginlik. 4. din b. Tanrı yapısı. 5. din b. Tanrı'nın ezelî gücü.
→ kudret hamamı, kudret helvası, kudret narı
kudret hamamı is. Ilıca.
kudret helvası is. bot. 1. Türlü bitkilerden, öz sularının kurutulmasıyla elde edilen, hekimlikte iç sürdürücü olarak kullanılan macun. 2. Beyaz çiçekli, 5-9 yaprakçıklı, 20 m kadar yükselebilen, Kuzeybatı ve Batı Anadolu'da yaygın olan bir ağaç (Fraxinus ornus).
kudretli sf. 1. Gücü olan, güçlü: "İnsan değil miyiz, kudretliyi çekemez, düşmüş olanı, bize benzediği için severiz." -H. Taner. 2. Başarılı, üstün: "Celal Bey'in kudretli çalışması onu dünyanın her tarafında tanıtmıştır." -E. İ. Benice.
kudret narı is. bot. 1. Sarı çiçekli, parçalı yapraklı, tırmanıcı ve bir yıllık otsu bir bitki (Momordica charantia). 2. Bu bitkinin 10-15 cm uzunlukta, iğ biçiminde, üzeri pürtüklü, önce yeşil ve sonra parlak san veya turuncu renkli meyvesi.
kudretsiz sf. Gücü olmayan, argın, takatsiz.
kudretsizlik, -ği is. Güçsüz olma durumu, argınlık, takatsizlik.
kudretten zf. Yaradılıştan: "Kirpikleri kudretten sürmelidir." -S. F. Abasıyanık.
kudurgan sf. Azgın.
kudurganlık, -ğı is. Azgınlık.
kudurma is. Kudurmak işi.
kudurmak (nsz) 1. Kuduz hastalığına yakalanmak, kuduz olmak. 2. mec. Aşın davranışlarda bulunmak, taşkınlık göstermek: "Kudurmuş bir heyecanla döndü." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Çok yaramazlaşmak, ele avuca sığmamak: "Dört tarafı hamca kesen bu kudurmuş oğlanı kodese attırana kadar el birliğiyle çalışacağımıza söz veriyor muyuz?" -H. Taner. 4. mec. Gücünü artırmak, tehlikeli bir durum almak, tehlikeli bir du-. ruma gelmek: "Oraya üşüşen Avrupalılar, doymak bilmez kudurmuş bir açlıkla din kardeşlerimizin kanlarını emip dururlar." -Ö. Seyfettin. 5. mec. Çok kızmak, öfkelenmek.
kudurtma is. Kudurtmak işi.
kudurtmak (-i) 1. Kudurmasına sebep olmak. 2. mec. Öfkelenmesine yol açmak.
kudurtucu sf. Kudurmasına sebep olan: "Gene o perdelenmiş gözlerinden kudurtucu bir manasızlık fışkırıyor." -P. Safa.
kuduruk, -ğu sf. 1. Kudurmuş (insan veya hayvan). 2. mec. Azgın, saldırgan, 3. mec. Çok yaramaz.
kuduruş is. Kudurma işi veya biçimi: "Bu sebepsiz kuduruş beni şaşalattı." -Ö. Seyfettin.
kuduz is. 1. tıp Köpek, kedi, tilki vb. memeli hayvanlardan ısırma, tırmalama veya salya yolu ile insana geçen, genellikle çırpınma, sudan korkma şeklinde beliren, zamanında aşı yapılmazsa ölümle sonuçlanan hastalık. 2. sf. Bu hastalığa yakalanmış: "Ama dokumalar ağlayacağı veya kuduz köpek gibi sağa sola saldıracağı belliydi." -T. Buğra. 3. sf. mec. Azmış.
→ kuduz böceği, kuduz otu
kuduz böceği is. zool. Kın kanatlılardan, hekimlikte yakı yakmak için kullanılan, 2 cm uzunluğunda, parlak yeşil renkli bir böcek, kunduz böceği (Cantharis).
kuduz böcekleri ç. is. zool. Ateş böceklerine benzemekle birlikte, onlar gibi ışık vermeyen, kuduz böceği türlerini içine alan kın kanatlılar familyası.
kuduzluk, -ğu is. Kuduz olma durumu.
kuduz otu is. bot. Deli otu.
kudüm is. Ar. Içudüm mtiz. esk. Mehter takımlarında ve tekkelerde kullanılmış olan, metal kaseli, küçük iki davuldan oluşmuş usul vurma aracı.
kudümzen is. Ar. kudüm + Far. -zen müz. esk. Kudüm çalan.
kufi is. (kû:fi:) Ar. kufi esk. Arap yazısının düz ve köşeli çizgilerle yazılan eski bir biçimi: "Kendi ismi akik üzerine kufi bir yazıyla hakkedilmiş kıymetli bir yüzük taşırdı." -A. Ş. Hisar.
kuğu is. zool Perde ayaklılardan, yaban ve evcil türleri bulunan, çok uzun ve kıvrık boyunlu, geniş gagalı, geniş kanatlı bir su kuşu (Cygnus olor). kuğu gibi ince uzun, narin (boyun).
kûhi sf. (ku:hi:) Far. küh + Ar. -I esk. Issız: "Karacaahmet'ten daha karanlık, daha kûhidir."-S.M.Alus.
kuintet is. Fr. quintette müz. Beşli, kentet: Ses kuinteti. Yaylı sazlar kuinteti.
kuka (I) is. Yun. 1. Dantel veya nakış ipliği yumağı. 2. Yumağa benzeyen nesnelerle oynanan bir çocuk oyunu.
kuka (II) is. Yun. 1. Tespih, sigara ağızlığı vb.nin yapımında kullanılan, siyah veya sütlü kahverenginde Hindistan cevizi kökü. 2. sf. Bu kökten yapılmış olan: "Pek kıymetli olan ve hemen daima ellediği siyah kuka bir tespihle dolaşırdı." -A. Ş. Hisar.
kukla is. (ku'kla) Yun. 1. Hareketli yerleri iplikle sanatçının parmaklarına bağlanarak veya eldiven gibi bir kesiti kullanarak bir perdenin üzerinden oynatılan, bez, karton vb. hafif nesnelerden yapılmış insan ve hayvan figürleri: "Salıncağın üzerindeki kızlar, iki zarif kukla gibi fıldır fıldır dönüyorlardı." -O. C. Kaygılı. 2. Ayaklan olmayan, alttan içine el sokularak oynatılan çeşitli nesnelerden yapılmış bebek. 3. Bu bebeklerle oynatılan oyun. 4. mec. Başkasının etkisinde olan, onun isteklerine göre davranan (kimse), kukla gibi 1) ufak tefek, çelimsiz; 2) kişiliksiz, (birini) kukla gibi oynatmak 1) birine her istediğini yaptırmak; 2) birinin istediğini yapıyor görünerek onu oyalamak.
→ kukla hükümet, kukla oyunu, kukla tiyatrosu
kuklacı is. Kukla oynatan kimse: "O aksi kuklacı ile az kalsın kavga edecekmiş." -S. M. Alus.
kuklacılık, -ğı is. Kukla oynatma veya yapıp satma işi.
kukla hükümet is. Bir ülkede, yabancı bir devlet tarafından kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kurulmuş sözde hükümet
kuklalık, -ğı is. Başkasının isteğine göre davranma.
kukla oyunu is. Yapma bebeklerin alttan el sokularak veya başka yollarla hareketlendirilerek oynatıldığı oyun, gösteri.
kukla tiyatrosu is. tiy. Kukla oyununun yapıldığı tiyatro.
kuklavari sf. Yun. + Far. -varı Kukla gibi, kuklaya benzer: "Kuklavari bir tempo ve üslup içinde görünüp bize dönüyor, sonra yine kayboluyordu." -H. Taner.
kukuleta is. (kukule'ta) İt. cocoletta Yağmur, soğuk vb. dış etkilere karşı başa geçirilen, giysiye dikili veya ayrı olarak kullanılan başlık.
kukuletalı sf. Kukuletası olan.
kukuletasız sf. Kukuletası olmayan.
kukumav kuşu is. Yun. zool. Baykuşgillerden, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika'da yaşayan, kahverengi tüylerinin üzerinde beyaz benekleri olan, başını 180 derece çevirebilen bir baykuş türü (Athene noctua). kukumav kuşu gibi tek başına, kimsesiz: "Çıkmış, kukumav gibi oraya tünemiş!" -A. İlhan, kukumav kuşu gibi düşünüp durmak çok üzüntülü bir durumda düşünmek.
kul is. 1. Tanrı'ya göre insan, abd: Kul ile Tanrı'nın arasına girilmez. 2. tar. Köle: "Kendisi kabilenin beyinin kullarından birinin kızıydı. Ve beyler yalnız kendi kullarını değil, kullarının evladını da satabilirlerdi." -H. E. Adıvar. 3. tar. Karavaş, (birine) kul köle (veya kurban) olmak tam bir doğruluk ve özveri ile bağlanarak bütün isteklerini yerine getirmeye hazır olmak, (bir şeye) kul olmak aşırı derecede bağlanmak, boyun eğmek: "Ben serüvenlere kul olmayacağım, serüvenler bana kul olacak." -A. İlhan, kul sıkışmayınca (veya daralmayınca veya bunalmayınca) Hızır yetişmez sıkıntıda olanları avutmak ve yüreklendirmek için söylenen bir söz. kula kul olmak bir kimsenin buyruğu altında bulunmak, kulunuz alçak gönüllülük göstermiş olmak için ben zamiri yerine kullanılan bir söz: "Kulunuz bu kadar yıl yaşadım, kahveye adımımı atmış değilim." -H. Taner.
→ kul cinsi, kul hakkı, kul kâhyası, kul kethüdası, kul oğlanı, kuloğlu, kul taksimi, kul yapısı, buyruk kulu, emir kulu, kapı kulu
kula ıs. 1. Gövdesi san veya kirli sarı renkte, yele, kuyruk ve bacağın alt kısmındaki kılların koyu renkte olduğu at donu. 2. sf. Bu renkte olan (at): "Yarımda dizgim boynuna bırakılmış bir kula at vardı." -R. N, Güntekin.
kulaç, -cı is. Gerilerek açılmış iki kolun parmak uçları arasındaki uzaklık: "Hortum beş on kulaç ötemize yanaşmıştı." -Halikarnas Balıkçısı, kulaç atmak yüzerken kolları, sırayla üstten ileriye doğru atıp suyu arkaya doğru çekmek.
kulaçlama is. Kulaçlamak işi.
kulaçlamak (-i) 1. Kaç kulaç olduğunu ölçmek: Kuyuyu kulaçlamak. 2. (nsz) Kulaç atarak yüzmek.
kulaçlayış is. Kulaçlama işi veya biçimi.
kulağakaçan is. zool. Düz kanatlılardan, karnında çatal biçiminde iki uzantı bulunan, meyve ve sebzelere zarar veren otçul bir böcek (Forficula auricularia).
kulağı delik, -ği sf. Olup bitenleri çabuk haber alan (kimse).
kulağı kesik, -ği sf. Görmüş geçirmiş, deneyimi fazla olan, uyanık.
kulağı kesiklik, -ği is. Kulağı kesik olma durumu.
kulağı kirişte sf. Söylenecek sözü, gelecek haberi sabırsızlıkla bekleyen (kimse): "Smır boylarında Mehmet, gözünü dört açmış, kulağı kirişte nöbet tutuyordu." -H. Taner.
kulağı tetikte is. Kulağı kirişte: "Kulağı tetikte, avuçları terlemiş, yüreği küt küt atıyor, çıkıyor odadan." -A. İlhan.
kulağı tıkalı sf. 1. Sağır, ağır işiten. 2. mec. Dinlemek istemeyen.
kulak, -ği (I) is. 1. anat. Başın her iki yanında bulunan işitme organı: "Kulaklarımın uğultusu içinde, söylediği lakırtılarm hiçbirini duymuyordum." -H. C. Yalçın. 2. anat. Bu organm, sesleri toplayıp içeriye almaya yarayan dış bölümü: "Elleriyle kulaklarım tıkayıp yatağının yanında tortop oldu." -H, E. Adıvar. 3. Balıklarda başın iki yanında bulunan ve ağızdan alıp solungaçlardan geçirdiği suyu dışarıya vermeye yarayan yarıklardan her biri. 4. müz. Telli çalgılarda tel germeye yarayan burgu. 5. Sabanın toprağa giren kısmının iki yanında bulunan ve toprağı yollara dökmeye yarayan parça. 6. coğ. Akarsuların ve özellikle göllerin karaya giren ve durgunlaşan yerleri. 7. mec. Seslerin uygunluğunu seçebilme ve değerlendirebilme yeteneği, kulak ardı etmek dikkate almamak, göz önünde tutmamak: "Bazıları hava kirlenmesinde olduğu gibi, bu eleştirileri kulak ardı ediyorlar." -H. Taner, kulak asma! "önemseme" anlamında uyarı sözü. kulak asmak (veya asmamak) önem vermek (vermemek), dinlemek (dinlememek): "Bunların sözlerine ne diye kulak asıyor, ona göre yapacağın işi kestiriyorsun?" -M. Ş. Esendal. kulak kabartmak belli etmemeye çalışarak dinlemek, kulak kesilmek büyük bir dikkatle dinlemek: "Bir kere söze başladı mı, isterdi ki herkes kulak kesilip onu dinlesin." -H. Taner, kulak kıvırmak domatesin olgunlaşmasını sağlamak için işlem yapmak, (bir şeye) kulak tıkamak bir şeyi duymazlıktan gelmek: "Vücudu içinden duyduğu çöküntülere kulaklarım tıkar, gözlerini yumar." -A. Ş. Hisar, kulak tırmalamak kulağı rahatsız etmek: "Evde kimse yoktu sözü kulağım tırmaladı. " -M. Ş. Esendal. kulak tutmak dinlemek, işitmek istemek, kulak vermek merak edip dinlemek, işitmeye çalışmak: "Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın / Bir vatan kalbinin attığı yerdir." -N. H. Onan. kulağı ağır işitmek kulağı iyi işitmemek. kulağı (veya kulakları) çınlasın konuşulan yerde bulunmayan, sevilen biri anıldığında söylenen bir söz: Kulağı çınlasın, bizim arkadaş öyle derdi, kulağı dikilmek konuşulanları dinlemek için dikkat kesilmek: "Şimdi kulakları, seslerimize dikilmiş bir köpek gibi yatıyordu." -S. F. Abasıyanık. kulağı duvar olmak sağır olmak: "Kulakları duvar olan ihtiyarla avaz avaz ilişki kurmaya üşenmişler." -H, Taner, kulağı okşamak kulağa hoş gelmek, kulağı (bir şeyde) olmak dikkatini (bir şeye) vermek, kulağı ters taraftan göstermek kolay yolu varken bir işi daha zor ve uzun yollar kullanarak yapmak: "Tahkike mahkike, kulağı ters taraftan göstermeye ne lüzum var?" -S. M. Alus. kulağına çalınmak başkasına söylenirken kendisi de duymuş olmak: "Bu gürültüler arasında Vildan'ın bağırarak ve daha ziyade kıymet vererek telaffuz ettiği bazı kelimeler, cümleler kulağıma çalınıyordu." -P. Safa. kulağına çarpmak duyulmak: "Barın kalabalığı, hareketliliği, çalgısı ve dumanı içinde ortaya atılan bu söz, tam bir isabetle geldi, Ahmet Samim'in kulağına çarptı." -Y. K. Karaosmanoğlu. kulağına fısıldamak çok alçak ve hafif bir ses tonuyla kulağına eğilip bir şeyler söylemek: "Emrullah'ı yanma çağırıp kulağına usulca bir şeyler fısıldadı." -H. Taner, kulağına gelmek 1) kulağına çalınmak; 2) duymak, kulağına girmemek söylenilen sözlere önem vermemek, söylenenleri anlamamak, benimsememek, kulağına gitmek duymak: "Olup bitenler kulağına gitse, onlardan önce çarkıma okur ya, neyse." -M. Şeyda, kulağına inanmamak duyduklarının doğruluğundan şüphe etmek: "Kulaklarıma inanamıyordum, bu kadar narin, bu kadar nahif bir vücutta böyle bir ruh..." -Ö. Seyfettin, kulağına kar suyu kaçırmak dolaylı olarak duyurmak, kulağına İcar suyu kaçmak bir duyum almak, kulağına koymak (veya sokmak) bir duruma veya söze hazırlamak için önceden kısaca anlatmak, düşünce aşılamak, telkin etmek: "Bunu Bayram ağanın kulağına koydular." -H. E. Adıvar. kulağına küpe olmak (veya etmek) başa gelen bir durumdan alınan dersi hiç unutmamak: "Bu sözümü kulağına küpe et kızım!" -R. N. Güntekin. kulağına söylemek fısıldamak, (bir kimse) kulağını açmak dikkatle dinlemek, (birinin) kulağını bükmek bir sorun karşısında dikkatli davranması için uyanda bulunmak, (birinin) kulağım çekmek 1) ceza olarak kulağını tutup bükerek çekmek; 2) uyarmak için hafif bir ceza vermek, (birinin) kulağını çınlatmak birini anmak, (birinin) kulağını doldurmak bir kimseye başkasından bilgi almadan önce konu üzerinde bilgi verirken kendi düşüncesini aşılamak, kulakları dolmak aynı şeyi dinlemekten usanmak. kulakları paslanmak çoktan beri müzik dinlememiş olmak, kulaklarına kadar kızarmak çok utanmak, kulaklarını dikmek hayvan dikkat kesilmek, (bir şeye) kulaklarını tıkamak dinlemek istememek, kulaklarının pasını gidermek çoktan beri dinlememişken müzik dinlemek. ¥ kulak altı bezi, kulak çivisi, kulak davulu, kulak demiri, kulak dolgunluğu, kulak erimi, kulak kepçesi, kulak kulağa, kulak memesi, kulak misafiri, kulak tıkacı, kulak tırmalayıcı, kulaktozu, kulak zarı, kulağı delik, kulağı kesik, kulağı kirişte, kulağı tetikte, kulağı tıkalı, dış kulak, eksikulak, iç kulak, kabakulak, kabakulak otu, kamış kulak, karakulak, kepçe kulak, orta kulak, aslankulağı, ayıkulağı, baca kulağı, can kulağı, deniz kulağı, denizkulağı, eşekkulağı, farekulağı, filkulağı, kuzukulağı, saban kulağı, sıçankulağı, tavşankulağı, eli kulağında, ağzı kulaklarında
kulak, -ğı (II) is. Rus. esk. Varlıklı Rus köylüsü.
kulak altı bezi is. anat. Kulağın yakınında bulunan tükürük bezlerinin en büyüğü.
kulakçı is. Kulak, burun, boğaz hekimi.
kulakçık, -ğı is. anat. Kalbin üst bölümünde bulunan ve sağdaki ana toplardamarlardan, soldaki akciğer toplardamarlarından kanı alıp karıncıklara veren iki boşluğun adı.
kulak çivisi is. Kağnıda tekerleğin çıkmaması için mazının ucuna takılan çivi.
kulak davulu is. anat. Kulak zan.
kulak demiri is. Pulluklarda, uç demirinin kaldırdığı toprağı ters çeviren demir.
kulak dolgunluğu is. İşiterek elde edilen bilgi: "Siyasi malumatları hep ağızdan kapma, kulak dolgunluğu şeylerdir." -Ö. Seyfettin.
kulak erimi is. fiz. Sesin işitilebileceği uzaklık.
kulak kepçesi is. anat. Kulağın sesi toplayarak orta kulağa göndermeye yarayan, yarım daire biçimindeki bölümü, sayvan.
kulak kulağa zf. Gizlice, başkası duymaksızın: "Kalemlere girip kâtiplerle kulak kulağa, sıkı fıkı konuşan, pullu mühürlü kâğıtlar alıp veren sinsi bir adam vardır." -R. H. Karay.
kulaklı sf. 1. Kulağı herhangi bir biçimde olan: Küçük kulaklı. 2. Kulağa benzer çıkıntısı olan. 3. is. Sapının ucunda kulak biçiminde iki geniş çatalı bulunan bir çeşit yatağan. 4. is. İki tarafında tutulacak yeri olan yayvan tencere, kazan.
→ kulaklı somun, kalem kulaklı, uzun kulaklı
kulaklık, -ğı is. 1. Kulaklan soğuk, rüzgâr vb. dış etkilerden korumak için kulak kepçesini örtecek biçimde yapılmış kılıf. 2. tek. Radyo, telefon, telsiz vb.nde kulak ile verici arasında ses bağlantısı kurmaya yarayan araç. 3. Ağır işitenlerin daha iyi işitebilmek için kulaklarına taktıkları pilli araç.
kulaklı somun is. tek. Yanlarında kanat gibi çıkıntıları olan bir somun türü.
kulak memesi is. anat. Kulağın yumuşak ve kıkırdaksız olan alt ucu.
kulak misafiri is. Yanında konuşulanları konuşmaya katılmadan dinleyen kimse. kulak misafiri olmak yanında konuşulanları konuşmaya katılmadan dinlemek: "Her önünden geçtiğim insanın söylediklerine kulak misafiri oluyorum." -O. V. Kanık.
kulak sadakası is. Duyulan ve öğrenilen bilgilerin bir bölümünün başkalarına aktarılması.
kulaksız sf. Kulak kepçesi olmayan.
kulaktan zf. Sadece duyarak, dinleyerek: "Fırat sultan bu okçu şehzadeye kulaktan âşık olmuş." -R. H. Karay.
→ kulaktan dolma, kulaktan kulağa
kulaktan dolma sf. Başkalarından işitilerek edinilen (bilgi).
kulaktan kulağa zf. Bir kimseden bir başkasına, gizlice söyleyerek.
kulak tıkacı is. Çok şiddetli sesleri, gürültüleri hafifletmek için kulağın içine veya üzerine konulan araç.
kulak tırmalayıcı sf. Kulağı rahatsız eden: "Bu ses ona şimdi çatlak bir zurnadan çıkan sesler gibi kulak tırmalayıcı geliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kulaktozu is. Kulak memesi, kulaktozuna vurmak kulağın tam üstüne vurmak.
kulak zarı is. onat. Dış kulakla orta kulağı birbirine bağlayan zar, kulak davulu.
kulampara is. Ar. ğulâm + Far. bâre kaba Oğlancı.
kulamparalık, -ğı is. Oğlancılık.
kul cinsi is. tar. Osmanlılarda köle veya karavaşlıktan yetişen kadın.
kule is. Ar. külle 1. Çoğunlukla kare veya silindir biçimindeki yüksek yapı: "Şu muazzam kule bir mühendisin hayaliydi." -O. S. Orhon. 2. esk. Cihannüma.
→ döner kule, fil dişi kule, kapıkule, çan kulesi, kontrol kulesi, paraşüt kulesi, saat kulesi, yangın kulesi
kul hakkı is. İnsanların birbirlerine geçen emekleri, haklan.
kulis is. Fr. coulisse 1. tiy. Sahnenin gerisinde ve yanlarında bulunan bölüm: "Sahneye girişlerinde kuliste sırasını bekliyorlardı." -N. Cumalı. 2. ekon. Borsa dışında alışveriş yeri. 3. Bir amaca ulaşabilmek için ilgili kişiler arasında özel çalışma yapılan yer. 4. mec. Bir işin, bir hareketin gizli hazırlık konuşması: "Lozan'daki Türk heyetinin kulisleri hakkında pek az şey biliyoruz." -H. Taner. kulis yapmak 1) herhangi bir toplulukta oturumlar dışında gizli çalışmalar yapmak; 2) bir amaca ulaşabilmek için ilgili kişiler arasında özel çalışma yapmak.
→ kulis çalışması, kulis faaliyeti
kulis çalışması is. Kulis faaliyeti: "Bu başarılı seçimde Türk delegasyonunun kulis çalışmaları bu unsurlardan çok sonra geliyor. " -H. Taner.
kulis faaliyeti is. Toplantı yerlerinde, oturum dışında çeşitli grupların yaptığı gizli girişim veya çalışma.
kul kâhyası is. tar. Yeniçeri Ocağında yeniçeri ağasından sonra gelen en yüksek düzeydeki subay, kul kethüdası.
kul kethüdası is. (kul kethüda:sı) tar. Kul kâhyası.
kullandırma is. Kullandırmak iş.
kullandırmak (-i, -e) Kullanma işini yaptırmak.
kullanılma is. Kullanılmak işi.
kullanılmak (nsz) Kullanma işine konu olmak: "Allık kullanılmakta ise de, dudakları kırmızıya boyamak henüz âdet değil." -R. H. Karay.
kullanılmış sf. Az veya çok bir zaman için başkasının malı olmuş, yeni olmayan, müstamel: Kullanılmış saat.
kullanılmıştık, -ğı is. Kullanılmış olma durumu.
kullanım is. Kullanma, yararlanma, tasarruf.
kullanımlı sf Kullanımı kolay olan.
kullanımsız sf. Kullanımı kolay olmayan.
kullanış is. Kullanma işi veya biçimi.
kullanışlı sf Rahatça kullanılabilen: "Belki mahallenin en büyük evi değildi ama en kullanışlı, en sevimlisi idi." -S. F. Abasıyanık.
kullanışlılık, -ğı is. Kullanışlı olma durumu.
kullanışsız sf. Kullanılması güç, kullanılmaya elverişli olmayan: Kullanışsız bir ev.
kullanışsızlık, -ğı is. Kullanışsız olma durumu.
kullanma is. Kullanmak işi, istimal.
→ son kullanma tarihi
kullanmak (-i) 1. Bir şeyden belli bir amaçla yararlanmak: "Parmaklarının arasındaki mendili eskiyinceye kadar kullandığın hiç oldu mu?" -H. C. Yalçın. 2. Bir kimseyi bir hizmette bulundurmak, çalıştırmak: "Siz analarımızı nasıl esir gibi kullandınızsa, biz de sizi Öyle kullanacağız." -H. E. Adıvar. 3. işletmek, değerlendirmek: Parasını tica-'rette kullanmak. 4. Giymek, takmak: Hiç yağmurluk kullanmazdı. 5. Sigara, içki vb. şeylere alışmış olmak, içmek. 6. Kelimeyi yazmak, söylemek: "Lakırtılarında çok kere çifter çifter kelimeler kullanırdı ki bunlar bazen manayı değiştirir." -A. Ş. Hisar. 7. Harcamak, sarf etmek: "Sattıkları küpenin parasını çok idareli kullanıyorlardı." -P. Safa. 8. Amacına ulaşmak için birinden veya bir şeyden yararlanmak, onu amacına alet etmek, sömürmek., istismar etmek: "Hâlbuki onlar, işte bu saflığı istismar ediyorlar. Bütün düşünceleri seni kullanmak, o kadar!" -A. İlhan. 9. Araç veya aleti işletmek, yönetmek: "Nitekim çocuklarımın bile kullandıkları hesap makineleri, bunların küçük modelleridir." -B. Felek.
kullap, -bı is. Ar. kuliâb esk. 1. İplik üzerine sırma sarmaya yarar bir dolap. 2. Bir tür menteşe.
kullaşma is. Kullaşmak işi veya durumu.
kullaşmak (nsz) Kul durumuna gelmek.
kulluk, -ğu is. 1. Kul olma durumu, kölelik, ubudiyet: "Tanzimat, ... Türkleri de asılmaktan veya malları mülkleri müsadere edilmekten, düpedüz kulluktan kurtarma hareketi idi." -F. R. Atay. 2. Kulun yaptığı İş. 3. tor. Kamu düzenini korumakla görevli daire, karakol, kulluk etmek kul olmak.
→ kulluk kölelik
kullukçu is. tar. Kullukta görevli yeniçeri.
→ kara kullukçu
kulluk kölelik, -ği is. Birinin buyruklarına boyun eğerek yaşama durumu.
kul oğlanı is. tar. Vergi toplayan belediye tahsildarı.
kuloğlu is. tar. Ölen evli yeniçerilerin, babaları gibi ocakta askerlik yapan çocukları.
kulp is. Yun. 1. Kazan, tencere, fincan, dolap, altın vb.nin tutulacak yeri: "Heybeden çıkardığı kulpu kopuk küçük bir teneke maşrapa ile su getirdi." -O. C. Kaygılı. 2. mec. Uydurma sebep, bahane, kulp takmak bir kimseyi, bir şeyi kusurlu göstermek için bahane, kusur bulmak: "Başa çıkılmaz kötülerle, her meziyete kulp takarlar." -C. Meriç. kulpunu bulmak yapılacak uygunsuz bir iş İçin, yaşadığı tartışılabilecek bir çözüm yolu bulmak: "Öbür seferler arkasında Servet Bey vardı; bir kulpunu bulur, uzattırıverirdi mühletleri." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ sepetkulpu
kulplu sf Kulpu olan, kulpu bulunan: Kulplu bardak. Kulplu altın.
→ kulplu beygir
kulplu beygir is. sp. Jimnastikte destek olarak kullanılan, gövdesinin ortasında gereğinde sökülüp takılabilen yarım halka biçiminde aralıklı iki kulpu olan araç.
kulpsuz sf Kulpu olmayan: "Kulpsuz iri fincanı ovucunun içine alarak kahveyi içti." -F. R. Atay.
kul taksimi is. Herhangi bir konuda eşit olarak yapılan bölüştürme.
kuluçka is. SI. Civciv çıkarmak amacıyla yumurtaya yatmış veya yatmak üzere olan dişi kuş veya kümes hayvanı, gurk. kuluçka olmak dişi kuş yumurtaya yatma zamanı gelmek, kuluçkaya oturmak (veya yatmak) genellikle dişi kuş yavru çıkarmak için yumurtaların üzerine yatmak.
→ kuluçka devri, kuluçka dönemi, kuluçkahane, kuluçka makinesi
kuluçka devri is. Kuluçka dönemi.
kuluçka dönemi is. 1. Genellikle dişi kuş veya dişi kümes hayvanının yavru çıkarmak İçin yumurtaları üstüne yatması gereken süre. 2. Döllenmeden sonra canlı bir organizma oluncaya kadar geçen süre. 3. tıp Bir mikrobun vücuda girmesiyle hastalığın belirmesi arasında geçen süre.
kuluçkahane is. (kuluçkaha:ne) SI. + Far. hâne esk. Kuluçkalık.
kuluçkalık, -ğı is. 1. Kuluçka olma durumu. 2. Kuluçka döneminin geçirildiği yer. 3. sf. Kuluçkada kullanılmaya elverişli: Kuluçkalık yumurta.
kuluçka makinesi is. Gereken sıcaklığı sağlayacak düzeni bulunan ve çok sayıda civciv çıkarmaya yarayan araç.
kulun is. zool. Altı aylığa kadar olan at veya eşek yavrusu, kulun atmak kısrak veya eşek yavru düşürmek.
kulunç, -cu is. Ar. kulunç Şiddetli omuz ve sırt ağrısı: "Nefesi, kulunca, sıtmaya, havaleye, saraya, çarpıntıya birebirmiş." -H. R. Gürpınar, kulunç kırmak ağrıyan yeri ovmak. kulunç girmek bir organda veya vücut bölgesinde birdenbire veya şiddetli sancı oluşmak, tutulmak: "Ayağıma fena kulunç girdi, diye topallayarak onları takip etti." -B. Felek.
kulunlama is. Kulunlamak işi.
kulunlamak (nsz, -i) Kısrak veya eşek yavrulamak.
kulunluk, -ğu is. hlk. Kısrak, eşek vb. hayvanlarda döl yatağı.
kulübe is. (kulü'be) Far. kuibe 1. Kerpiç, saman veya ağaçtan yapılmış küçük, basit, İlkel ev: "Ahırların Öteki yamacında bir bahçıvan kulübesi vardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir yeri beklemekle görevli kimsenin içinde bulunduğu küçük barınak: Nöbetçi kulübesi. 3. Hayvanlar için yapılmış barınak: Köpek kulübesi. 4. mec. Alçak gönüllülük göstermek amacıyla "ev" anlamında kullanılan bir söz.
→ cankurtaran kulübesi, telefon kulübesi
kulüp, -bü is. Fr. club 1. Görüşme, konuşma, okuma, spor yapma vb. amaçlarla yalnız tiye olanların toplandıkları yer: "İkisi de şehrin satranç kulübü üyelerindendir." -S. F. Abasıyanık. 2. Spor kulübü: "Geceleri kapalı olan kulübün salonu aydınlanmıştı." -Ö. Seyfettin. 3. Kişilerin, toplulukların oluşturduğu grup. 4. Milletlerin oluşturduğu grup, pakt. 5. Herkese açık müzikli, içkili eğlence yeri.
→ gece kulübü, spor kulübü, şehir kulübü, yat kulübü
kulüpçü is. Kulüp işleten kimse.
kulüpçülük, -ğü is. 1. Kulüp yanlısı olan. 2. Kulüp işleriyle uğraşan kimse.
kulüpler arası sf. sp. Birçok kulübün takımlarını karşı karşıya getiren (sportif faaliyet): Kulüpler arası atletizm yarışması.
kulvar is. Fr. couloir sp. Yanşlarda her yarışçıya ayrılan şerit.
kul yapısı sf. İnsan eliyle yapılmış olan.
kulyuç, -cu is. coğ. Geniş ve derin ağızlı mağara.
kum is. 1. mdn. Silisli kütlelerin, kayaların, doğal etkenlerle parçalanarak ufalanmasından oluşan, deniz kıyısı, dere yatağı vb. yerlerde çok bulunan, ufak, sert tanecikler: "Çocuklar kumdan bir fırın yaparak oynuyorlardı." -M. Ş. Esendal. 2. Armut, ayva vb. meyvelerin etli bölümlerindeki sert tanecikler. 3. Vücuttaki bezlerin, özellikle böbreğin ürettiği İnce ve katı tanecikler. kum dökmek idrar yoluyla böbreklerde oluşan kum taneciklerini vücuttan atmak. kum gibi pek çok. kumda oynamak bir fırsat kaçırarak umulanı elde edememek.
→ kum balığı, kumbaşı, kum çölü, kum engereği, kum fırtınası, kum grisi, kum havucu, kum havuzu, kum kamyonu, kum kayası, kumkazan, kum ocağı, kum otu, kum saati, kum taşı, kum torbası, gök kumu
kuma is. Aynı erkekle evli olan kadınların birbirine göre adı, ortak: "Bir sene onunla dağlarda dolaşmış, anamın üstüne kuma getirmiş."-ti. E. Adıvar. kuma olmak Evli bir erkekle yasal olmayan bir biçimde birlikte yaşamak, üzerine varmak.
kumalı sf. Kuması olan.
Kuman Öz. is. tar. Kıpçak.
Kumanca öz. is. Kıpçakça.
kumanda is. (kuma'nda) İt comando 1. Komuta. 2. Elektronik aygıtları belli bir uzaklıktan yönetmeye yarayan kablosuz alet. kumanda etmek 1) komut vermek; 2) yönetmek: "Büyük kuvvetlere kumanda etmek istiyorum, demişti." -F. R. Atay.
→ uzaktan kumanda
kumandalı sf Kumandası olan.
→ uzaktan kumandalı
kumandan is. Fr. commandent ask. Komutan: "Jandarma kumandanı ölüm haberini âdeta resmî tebliğ gibi civara telefonla bildirmiş. " -R. N. Güntekin.
→ kumandan gemisi
kumandan gemisi is. den. Kumandanın komuta ettiği donanma gemisi.
kumandanlı sf. Kumandanı olan.
kumandanlık, -ğı is. Komutanlık: "Bir ordu kumandanlığı bölgesinde iki büyük otoritenin birlikte bulunmalarına da ihtimal yoktu." -F. R. Atay.
→ başkumandanlık
kumandansız sf Kumandanı olmayan: "Efendisiz, kumandansız, amirsiz, emirsiz bir hayat istiyorum." -Ö. Seyfettin.
kumandasız sf. Kumandası olmayan.
Kumandı öz. is. Kuzey Altaylarda yaşayan bir Türk boyu ve bu boydan olan kimse.
kumanya is. (kuma'nya) İt. comania 1. Yolculuk için hazırlanan yiyecek, azık: "Her sabah, dağarcığına kumanyasını kor, çıngıraklı kara keçilerini patikalardan dağ aralıklarına sürerdi." -Halikamas Balıkçısı. 2. ask. Sefer durumundaki askerler için hazırlanan yiyecek.
kumanyacı is. Kumanya hazırlayan veya dağıtan kimse.
kumanyacılık, -ğı is. Kumanyacının işi.
kumar is. Ar. kimâr Ortaya para koyarak oynanan talih oyunu: "Ağır bîr kumar borcunu ödemek zorunda kalan soylular gibiydi. " -N. Cumalı. kumar oynamak 1) ortaya para koyarak talih oyunu oynamak: "Kazanacağından emin olmadıkça kumar oynamak deliliktir." -A. İlhan. 2) mec. olumlu sonuçlanması şüpheli olan bir işe bile bile girişmek.
→ kumar ebesi, kumarhane
kumarbaz is. Ar. kimâr + Far. -bâz Kumarcı: "İnsan oyun oynamalı ama kumarbaz olmamalı. " -S, F. Abasıyanık.
kumarbazlık, -ğı is. Kumarcılık.
kumarcı is. Kumara düşkün, sürekli kumar oynayan kimse, kumarbaz.
kumarcılık, -ğı is. Kumarcı olma durumu, kumarbazlık.
kumar ebesi is. Kumar oynatan kimse veya kumarcı.
kumarhane is. (kumarha:ne) Ar. kimâr + Far. hâne Kumar oynanan yer.
kumarhaneci is. Kumarhane işleten kimse.
kumarhanecilik, -ği is. Kumarhane işletme işi.
kumasız sf. Kuması olmayan.
kumaş is. Ar. kumaş 1. Pamuk, yün, ipek vb.nden makinede dokunmuş her türlü dokuma: "Her şey, esvap ve eşya Bursa'da dokunan ipek kumaşlardan yapılmıştır." -F. R, Atay. 2. mec. Varlığı ve kişiliği oluşturan nitelik veya malzeme.
→ kumaş mengenesi, Hint kumaşı
kumaşçı is. Kumaş üreten veya satan kimse.
kumaşçılık, -ğı is. Kumaş üretme veya satma işi.
kum aslı sf. Kumaşı olan: "Esvapları buruşuk kumaşlı, gülünç şeylerdi " -A, Ş, Hisar.
→ kumaşlı terzi
kumaşlı terzi is. Diktiği giysilerin kumaşını da satan terzi.
kumaş mengenesi is, tek. Yeni dokunmuş veya yıkanmış kumaşların ütülenmek amacıyla içinden geçirildiği silindir alet.
kumaşsız sf. Kumaşı olmayan.
→ kumaşsız terzi
kumaşsız terzi is. Kumaş satmayıp müşteri tarafından getirilen kumaşla giysi diken terzi.
kum balığı is. zool. Kum balığıgillerden, dişleri ve karın yüzgeçleri olmayan küçük bîr balık (Ammodytes).
kum balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklar takımının, kefallar alt takımına giren bir familya.
kumbara is. (ku'mbara) Far. humbere 1. Para biriktirmek için kullanılan, bozuk veya kâğıt para atılan deliği olan, metal, toprak, plastikten yapılmış küçük kap. 2. tar. Humbara.
→ kumbarahane
kumbaracı is. Humbaracı.
kumbarahane is. (kumbaraha-.ne) Far. humberehâne tar. Humbarahane.
kumbaşı is. Kumsal.
kumcu is. Kum getirip satan kimse.
kumcul sf. bot. Kumlu toprakta yetişen, kumlu toprağı seven (bitki).
kumculuk, -ğu is. Kumcu olma durumu.
kum çölü is. İnce kumla örtülü çöl.
kum engereği is. zool. Özellikle Balkanlarda görülen üçgen kafalı iri engerek (Vipera ammodytes).
kum fırtınası is. Çöllerde kumu havaya karıştıran kasırga.
kum grisi is. 1. Kum rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
kum havucu is. bot. Kumluk yerlerde yetiştirilen bir tür havuç.
kum havuzu is. sp. Atletlerin atlamada incinmemeleri için düştükleri yere yapılmış, içi kumla doldurulmuş alan.
kum kamyonu is. Karoseri ve diğer mekanik parçalan kum taşımaya uygun bir biçimde düzenlenmiş kamyon.
kum kayası is. zool. Sıcak ve ılık denizlerde ve özellikle kayalık yerlerde yaşayan kemikli balık (Neogobius).
kumkazan is. zool. Kemirgenlerden, Afrika'nın güneyinde yaşayan bir memeli türü (Bathyergus maritimus).
kumkuma is. Ar. kumkume esk, 1. Küçük testi, çömlek. 2. mec. Kötü, olumsuz bir özelliği kendinde fazlasıyla toplayan kimse, olay, olgu veya yer: Dedikodu kumkuması. "Burnundan kıl aldırmayacak kadar kompleks kumkuması bir adamdı." -H. Taner.
→ akıl kumkuması, dedikodu kumkuması, esrar kumkuması, fesat kumkuması, fitne kumkuması
kumla is. 1. Kumluk yer, geniş kumsal plaj. 2. Güneş banyosu yapmak için düzenlenmiş kumsal.
kumlama is. 1. Çam türü ağaçlarda yıl halkaları arasındaki görüntü ayrımını daha da belirtmek için yüzeye, hava basıncından yararlanarak kum püskürtme. 2. Oyma işlerinde, çukurda kalan yüzeyleri özel dişli araçlarla pürüzlü duruma getirme.
kumlamak (-i) Kumla kaplamak veya kum dökmek.
kumlaştırıcı sf. Kum tanecikleri durumuna getiren: Kumlaştırıcı ilaç böbreğindeki taşı düşürdü.
kumlaştırma is. Rumlaştırmak işi.
kumlaştırmak (-i) Kum tanecikleri durumuna getirmek.
kumlu sf. 1. İçinde kum bulunan: Kumlu toprak. 2. mec. Çok ufak ve sık benekli: Kumlu kumaş.
kumluk, -ğu is. 1. Kumsal. 2. Kumluk yer: "Çocuklar kumlukta oynarken, o, arabalarının tekerleği dibinde çömelip oturur." -R. N. Güntekin. 3.sf. Kumu çok olan: Kumluk arazi.
kum ocağı is. Yapı işlerinde kullanılacak kumun çıkarıldığı yer.
kum otu is. bot. Uyuz otu.
kumpanya is. (kumpa'nya) İt. compagna 1. tic. Genellikle yabancı sınai, ticari ortaklık: "Geminin batırılması emrini ben vermiş ve sigorta kumpanyasından ihtiyacım olan parayı sessizce koparıvermiştim." -S. F. Abasıyanık. 2. Tiyatro topluluğu: "O küçük kasabada arada bir uğrayan tiyatro kumpanyaları da olmasa biz neyle avunurduk?" -N. Cumalı. 3. mec. Aynı görüşü paylaşan, aynı eylemi yapan kimseler topluluğu: Hırsız kumpanyası.
kumpas is. Fr. compas 1. Dizicilerin harfleri satır durumuna getirirken İçine yerleştirdikleri ayarlanabilir demir yuva. 2. Sanayide kalınlık ve incelikleri ölçmede kullanılan ölçüm aleti. 3. argo Hile, düzen, kumpas kurmak gizli bir iş, hile, düzen hazırlamak.
kumpir is. 1. Özel fırında pişirilen patatesin içine peynir, mısır, bezelye vb. malzeme konularak yapılan yiyecek. 2. hlk. Patates.
kumral is. 1. Koyu san veya açık kestane rengi. 2, sf: Bu renkte olan (kimse veya şey): "Şimdiye kadar hiç böyle kırmızıya çalan kumral kadın görmemişti." -S. F. Abasıyanık.
kumru is. Far. kumri 1. zool. Güvercinler takımından, güvercinden küçük, boz, gri renkli bir kuş (Streptopelia). 2. Hamurdan yapılan, sandviçe benzeyen bir tür yiyecek. kumru gibi kendi dünyasına çekilmiş, sevecen: "Başlarım dinlerler, kumru gibi yuvalarında oturur, şunun bunun aleyhinde konuşmazlar." -B. Felek.
→ küçük kumru, çifte kumrular
kumrucu is. Kumru yapan veya satan kimse.
kum saati is. Dar bir boğazla birbirine bağlanmış iki cam kaptan oluşan ve üstteki kapta bulunan kumun aşağıya akmasından yararlanarak zamanı anlamaya, ölçmeye yarayan araç.
kumsal is. 1. Su kıyılarında oluşan kumlu yer, plaj: "Kumsal boyunca deli gibi koşuyorlardı." -S. F. Abasıyanık. 2. sf. Kumlu: Kumsal toprak.
kumsallık, -ğı is. Kumsal olma durumu.
kumsu sf Kumu andıran, kuma benzeyen, kum gibi.
kumsuz sf. Kumu olmayan.
kum taşı is. min. Kum tanelerinin kaynaşmasıyla oluşmuş bir çeşit tortul kayaç, kuvarsit.
kum torbası is. 1. sp. İçine kum doldurulup boks antrenmanlarında kullanılan torba. 2. Savaşta veya sel sırasında korunması gereken yerlere yığılan içi kum dolu torba. 3. mec. Çok şişman, dayanıksız, lapacı (kimse).
kumuç, -cu is. hlk. 1. Sivrisineğe benzer çok küçük bir tür sinek. 2. İçine et veya peynir konarak yapılan bir çeşit sigara böreği.
Kumuk öz. is. Dağıstan'da yaşayan bir Türk boyu ve bu boydan olan kimse.
Kumukça öz. is. (kumu'kça) 1. Kumuk dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
kumul is.jeol. Çöllerde veya deniz kıyılarında rüzgârların yığdığı kum tepesi, eksibe.
→ karasal kumul
-kun bk. -gın / -gin vb.
kunda is. zool. Bir çeşit büyük ve zehirli örümcek.
kundak, -ğı (I) is. 1. Yeni doğmuş çocuğu ilk aylarda sıkıca sarıp sarmalamaya yarayan geniş bez: "Kendisine uzattıkları ince ve beyaz bir kundağa sarılmış kızına baktı." -Ö. Seyfettin. 2. Kundağa sarılmış bebek: "Dikmen Yıldızı kundağı kucaklayarak ağır, sarsıntılı adımlarla savcının arkasından yürüdü." -A. Gündüz. 3. Saçları yemeninin icine alıp bağlama: Baş kundağı. 4. Korunmak için sıkı sıkıya sarılmış şey: Dutların tomurcukları büyümüş, yaprakları burunlarını kundaklarından çıkarmışlardı.
kundak, -ğı (II) is. Yun. 1. Yangın çıkarmak için bir yere konulan tutuşmuş yağlı bez parçası vb: "Ben şamdanımla evveli kapının önüne yığılan şeyleri, sonra cibinliği, perdeleri, bütün duvarları çeviren kundakları tutuşturacağım." -H. Z. Uşaklıgil. 2. Tüfek gibi bazı ateşli silahlarda bunları çeşitli yönlere çevirmeye yarayan, namlunun altında bulunan ağaç veya metal bölüm: "Amcası Mustafa geldi eve, ona bir kundağı sedefli tüfek getirdi." -Y. Kemal. 3. Arabalarda dingil yatağı. 4. mec. Ara bozma, fitne, fesat, kundak sokmak (veya koymak) 1) yangın çıkarmak için bir yere tutuşmuş yağlı bez parçası koymak; 2) mec. ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir davranışta bulunmak.
→ çatal kundak
kundakçı is. 1. Yangın çıkarmak için kundak koyan kimse: "Fakat ne çare ki, Rum kundakçıları tarafından baştan başa yakılıp yıkılmış." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Tüfek kundaklan yapan kimse. 3. mec. Ara bozucu.
kundakçılık, -ğı is. 1. Yangın çıkarmak için kundak koyma işi. 2. mec. Ara bozuculuk.
kundaklama is. Kundaklamak işi.
kundaklamak (-i) 1. Bebeği kundağa sarmak: "Dikmen Yıldızı yapma bebeğini büyük bir dikkat ve özenle tekrar kundakladı." -A. Gündüz. 2. Bir yeri kundakla yakmak. 3. Saçları yemeninin içine toplayarak bağlamak. 4. Tüfek namlusunu kundağa bağlamak. 5. mec. Ara bozmak, aldatmak: "Onu yalnız politika kurtları kundaklamıştır." -S. Birsel.
kundaklanış is. Kundaklanma işi veya biçimi.
kundaklanma is. Kundaklanmak işi.
kundaklanmak (nsz) Kundaklama işi yapılmak veya kundaklama İşine konu olmak.
kundaklatma is. Kundaklatmak işi.
kundaklatmak (-i) Kundaklama işini yaptırmak.
kundaklayış is. Kundaklama işi veya biçimi.
kundaklı sf. Kundağı olan, kundağa sarılmış olan.
kundaksız sf. Kundağı olmayan.
kundura is. (ku'ndura) Yun. Kaba işlenmiş, bağsız, konçsuz ayakkabı: "Kundurasının tahta ökçeleri, ıssız Babıali kaldırımlarına vurdukça bir çekiç sesiyle ötüyordu." -P. Safa.
kunduracı is. Kundura yapan veya satan kimse: "Bir gün ana oğul kunduracının Önünden geçiyorlardı." -P. Safa.
kunduracılık, -ğı is. Kunduracının işi.
kunduru is. hlk. Başağı dört sıradan oluşan, bir tür sert, san, iyi buğday.
kunduz is. zool. Kemirgenlerden, kuyruğu geniş ve yassı, art ayak parmaklarının arası perdeli, ağaçları kemirerek beslenen, su kıyılarında yaşayan, yuvalar ve su setleri kuran, postu değerli bir hayvan (Cas tor fiber).
→ kunduz böceği
kunduz böceği is. zool. Kuduz böceği.
kungfu is. (Çinceden) sp. Kendini savunma temeline dayalı, karateye benzeyen Çin kökenli spor.
kunt sf. Far. kund hlk. Ağır, kaim, dayanıklı ve sağlam: Kunt yapı. Kunt ayakkabı.
kup (I) is. Fr. coupe Giysi kesimi, kesimle verilen biçim.
kup (II) is. Fr. coupe Dondurma ve sütlü tatlıların konulduğu kap.
kupa (I) is. (kupa) İt. cuppa 1. Cam veya seramikten yapılmış, kulplu, büyük bardak. sf Bu bardağın alabileceği miktarda olan. Altın, gümüş, bronz veya kristalden yapılmış, yarışma ödülü olarak verilen ayaklı kap. 4. Yarışma ödülü olarak verilen herhangi bir sanat eseri. 5. İskambil kâğıtlarının dört grubundan benekleri kırmızı, kalp biçiminde olanı, yürek.
→ türkkupası
kupa (II) is. (kupa) Fr. coupe esk. 1. Kapalı ve yalnız arkada oturulacak yeri olan, genellikle atların çektiği dört tekerlekli araba: "Araba, hususuyla kupa biçimindekiler, evin ve odanın bir divanı gibidir." -R. H. Karay. 2. İki kapılı bir tür spor otomobil.
kupes is. (kupes) zool. İzmaritgillerden, ılıman denizlerde yaşayan bir balık (Boops boops).
kupkuru sf. (kupkuru) 1. Çok kuru: "Ağaçlar çıplak, demir gibi kaskatı ve kupkuru." -P. Safa. 2. mec. Belirgin, net: "Kazanç, her yerde kupkuru, dümdüz, apaçık menfaattir." -F. R. Atay. kupkuru etmek çok kurutmak. kupkuru kesilmek çok kurumak: "... ağzım kupkuru kesildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kuple is. Fr. couplet muz. Bir şarkıyı meydana getiren ve bir nakaratla sona eren bölümlerden her biri.
kupon is. Fr. coupon 1. Piyango biçiminde düzenlenmiş çekilişlerde kesilerek kullanılan basılı parça. 2. Gazete ve dergilerin düzenledikleri kampanyalarda verilecek hediye karşılığı olarak biriktirilmesi gereken basılı kâğıtların her biri. 3. ekon. Devlet tahvili, hisse senetleri vb. değerli kâğıtların üzerinde bulunan ve belirli zamanlarda sahibine faiz veya kazanç payı olarak belirli bir gelir sağlayan kesilmiş parça. 4. ekon. İşveren tarafından çeşitli amaçlarda kullanılmak üzere çalışanlarına verilen para değeri olan fış. 5. sf. Yalnız bir giysilik dokunmuş veya kesilmiş, üstün nitelikte (kumaş parçası): Kupon kumaş.
→ hediye kuponu
kupür is. Fr. coupure 1. Giyside kesim. 2. Kesik: "Bunu yazmaktan kupürlerini buraya yapıştırmak daha iyi." -A. Gündüz.
kur (I) is. Fr. cours 1. ekon. Yabancı paraların ulusal para cinsinden değeri: Resmî kura göre doların değeri yeniden ayarlandı. 2. Bir kursun basamaklarından her biri.
→ cari kur, çapraz kur, dalgalı kur, efektif kur, katlı kur, sabit kur, döviz kuru
kur (II) is. Fr. cour 1. Karşı cinsten birine ilgi göstererek onun hoşuna gitme, gönlünü kazanmaya çalışma. 2. Birinin duygularını okşayacak biçimde davranarak onu elde etmeye çalışma, kur yapmak 1) karşı cinsten birine İlgi göstererek onun hoşuna gitmek, gönlünü kazanmaya çalışmak: "Hepsi de aynı yavan, tatsız sözlerle kur yapacaklardı." -H. C. Yalçın. 2) birinin duygularını okşayacak biçimde davranarak onu elde etmeye çalışmak: "Muhtaç hemşehrilerin bir kısmı etrafımda dolaşmaya, bana kur yapmaya başladılar." -R. N. Güntekin.
kura is. (kura:) Ar. kur'a İki veya daha çok aday arasında bir sıralama, bir ayırma yapılacağı zaman her birinde bir tek ad yazılı kâğıtları bir araya getirip karıştırdıktan sonra birini çekerek veya özel bir bilgisayar yazılımıyla adları belirleme, sıralama, ad çekme: "Okulu bitirirken kurada Karaköse'yi çekince dağda taşta doya doya ata bineceği için seviniyordu." -N. Cumalı. kura çekmek ad çekmek, (herhangi bir yılın) kurası olmak ask. o yıl askerlik çağına girenlerden olmak.
→ kura efradı, kura neferi, kaçın kurası
kurabiye is. (kura:biye) Un, yağ, badem, fıstık vb. ile yapılan, şekerli küçük çörek. kurabiye gibi çok gevrek, ağızda dağılıveren (yiyecek).
→ acı badem kurabiyesi
kurabiyeci is. Kurabiye yapan veya satan kimse.
kurabiyecilik, -ği is. Kurabiye yapma veya satma işi.
kuracı is. esk. Askere alınacak gençlerin belli olması için onlara kura çektiren subay.
kurada sf. Ar. kurâza hlk. 1. İşe yaramaz, yıpranmış, eskimiş, bozulmuş (eşya). 2. Gelişmemiş, cılız: "Pencereyi açar açmaz bu karı çarpık bacakları, kurada kolları, porsuk gerdanla karşıma çıkar." -H. R. Gürpınar.
kura efradı ç. is. (ku'ra efraıdı) esk. Kura neferleri.
kurak, -ğı sf. 1. Yağışsız (hava, mevsim, yıl): Kurak bir yıl geçiriyoruz. 2. Nem tutmayan, çabuk kuruyuveren, çorak (toprak): "Bulunduğu toprağın ve yerin sulak, kurak, sıcak ve soğuk olmasına göre gelişir." -B. Felek.
→ yarı kurak
kurakçıl sf. Kurak yerde yetişen, kurak yerden hoşlanan (bitki): Kurakçıl bitkiler.
kuraklık, -ğı is. Kurak olma durumu, kurak hava, yağışsızlık: "Kuraklık her yanı kasıp kavuruyor ve berbat ediyor bostanları." -Halikarnas Balıkçısı.
kural is. 1. Bir sanata, bir bilime, bir düşünce ve davranış sistemine temel olan, yön veren ilke, nizam: Dil bilgisi kuralları. 2. Davranışlarımıza yön veren, uyulması gereken ilke: "O yirmi beş yaşına kadar umumi kurallara, yargılara sığmayan bir hayat yaşamıştır. " -H. E. Adıvar.
→ kural dışı, kurala aykırı, üç birlik kuralı, görgü kuralları
kurala aykırı sf. Kural dışı.
kurala aykırılık, -ğı is. ed. Dil kurallarına aykırı olarak kelime kullanma, kıyasa muhalefet.
kuralcı is. Kurallara bağlı olan kimse, kaideci.
kuralcılık, -ğı is. Kuralcı olma durumu.
kural dışı sf. Kurala uymayan, kurala aykırı, ayrık, müstesna, şaz.
kuralı sf. ask. Kurasını çekmiş, askere gitmeyi bekleyen (asker): "Seferberlik başladığı zaman ... dertli analar ... nafakasını yok pahasına tefecilere satıyor ... kuralı çocuklarına yol parası yetiştiriyorlardı." -R. E. Ünaydın.
kurallaşma is. Kurallaşmak işi.
kurallaşmak (nsz) Kural durumuna gelmek.
kurallaştırma is. Kurallaştırmak işi.
kurallaştırmak (-i) Kural durumuna getirmek.
kurallı sf. Kuralı olan, kurala uygun olan, kaideli, kıyasi.
→ kurallı cümle
kurallı cümle is. dbl. Yüklemi sonda yer alan cümle.
kuralsız sf. Kuralı olmayan, kurala uygun olmayan, kaidesiz.
kuralsızlık, -ğı is. Kuralsız olma durumu.
kuram is. 1. Uygulamalardan bağımsız olarak ele alınan soyut bilgi. 2. Belirli bir konudaki düşüncelerin, görüşlerin bütünü: "İnsanlar da görünen dünyanın bir parçası olarak bu kurama girerler." -H. Taner. 3. Sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan kurallar, yasalar bütünü, nazariye, teori: "Onun bir başka anlamı da bir düşüncenin, bir kuramın soyutça anlatılmasından doğar." -S. Birsel.
→ bilgi kuramı, bilim kuramı, değer kuramı
Kurama öz. is. Türkistan'da yaşayan bir topluluk ve bu topluluktan olan kimse.
kuramcı is. Kuram ortaya koyan kimse, kurama bağlı olan kimse, teorisyen.
kuramcılık, -ğı is. Kuram ortaya koyma, kurama bağlı olma durumu.
kuramlaştırma is. Kuramlaştırmak işi.
kuramlaştırmak (-i) Kuram durumuna getirmek.
kuramsal sf. fel. Kuramla ilgili, kuram durumunda bulunan, kuram niteliğinde olan, nazari, teorik, kılgılı karşıtı.
Kur'an Öz. is. (ku'ra:n) Ar. Kur'an Kur'an-ı Kerim: "Yeni icatların hepsine dair Kur'an'da ve daha başka din kitaplarında işaretler bulmak huyundan da vazgeçemez." -R. N. Güntekin. Kur'an çarpsın! karşısındakini dediği şeye inandırmak için edilen yemin.
→ Kur'an-ı Kerim
kurander is. Fr. courant d'air Hava akımı, cereyan: "İçtiğim Fernet'in serinliği birdenbire kesildi; kuranderini duymaktan başka, az evvel poyraz rüzgârı alan kalbim şimdi bir lav akıntısının altında!" -R. H. Karay.
kura neferi is. (ku'ra neferi) esk. Kura çekerek yeni asker olan kimse.
Kur'an-ı Kerim Öz. is. (kura:'nı keri:m) Ar. Kur'an + kerim din b. İslam dininin temel ilkelerini, Hz. Muhammed'e gönderilen Tanrı buyruklarını içeren, Müslümanlığın temel kitabı, Kur'an, Kelamıkadim, Mushaf.
kurbağa is. zool. Kurbağalardan, yumurta ile üreyen, yavruları gelişimlerini durgun sularda tamamladıktan sonra kuyruğu ve solungacı körelerek karada yaşayabilen, sıçrayarak yürüyen ve suda İyi yüzen küçük hayvan.
→ kurbağa adam, kurbağa balığı, kurbağa otu, kurbağa testi, kurbağazehri, kuyruklu kurbağa, ağaç kurbağası, kara kurbağası, yaprak kurbağası
kurbağa adam is. Dalgıç.
kurbağa balığı is. zool. Sıcak ve ılık denizlerde yaşayan kemikli balık (Uranoscopus scaber).
kurbağa balığıgiller ç. is. zool. Sıcak ve ılık denizlerde yaşayan kemikli balıklar familyası.
kurbağacık, -ğı is. 1. Kurbağa yavrusu, küçük kurbağa. 2. Küçük İngiliz anahtarı. 3. Ayarlanabilir somun anahtarı. 4. Pencere çerçevesi gibi yukarıya sürülen şeylerin alt kenarlarına yerleştirilen tutacak. 5. tıp Ağız tabanında çıkan bir çeşit küçük ur.
kurbağalama is. sp. 1. Kurbağanın yüzmesine benzer yatay hareketler yaparak yüzme. 2. Birbirine paralel iki tırmanma sırığına baldırları ve ayak sırtlarını kenetleyerek veya dışarıdan diz altına sıkıştırarak tırmanma.
kurbağalar ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, amfibyumlar sınıfına giren bir takım.
kurbağa otu is. bot. Düğün çiçeğigillerden bir bitki (Bufonia).
kurbağa testi is. tıp Kadının gebe olup olmadığını anlamak için, idrarının kurbağa karnına şırınga edilmesi yoluyla yapılan test.
kurbağazehri is. bot. Kurbağazehrigillerden, tatlı sularda yaşayan, beyaz çiçekli, yürek biçimi yapraklı bir süs bitkisi (Hydrocharis).
kurbağazehrigiller ç. is. bot. Bir çeneklilerden, bütünü veya bir kesimi su içinde yaşayan, kurbağazehri vb. su bitkilerini içine alan bir familya.
kurban is. Ar. kurbân 1. din b. Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan: "Yarım okka et, onun elinde bir kurban kadar bereketli." -Y. Z. Ortaç. 2. ünl. hlk. İçtenliği belirten bir seslenme sözü: Kurban! Nerede kaldın? 3. mec. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse: Hava kurbanları. 4. mec. Bir kazada veya felakette ölen kimse: "Vardar, her sene Usküp'ten beş on kurban alan bir nehirdi." -Y. K. Beyatlı. 5. mec. Maddi ve manevi bakımdan felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya bırakılmış kimse: "Benim gibi nice kızlar beyaz kadın ticaretinin kurbanı olmuşlardır. " -A. Gündüz. 6. din b. Müslümanlarda Kurban Bayramı: Kurbanda geleceklermiş. kurban etmek 1) kurban kesmek; 2) mec. kendi çıkarı için birini veya bir şeyi feda etmek, kurban gitmek suçsuz yere ölmek, zarara uğramak: "Muhakkak bir ihanete kurban gitmiştir." -F. F. Tülbentçi. kurban kesmek din buyruğunu yerine getirmek için bir hayvanı keserek etini dağıtmak. kurban olayım! 1) aşın sevgi ve hayranlık anlatan bir söz: Kurban olayım, ne güzel memleketi 2) yalvarma sözü: "Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal." -M. A. Ersoy. kurban olmak bir kimse veya bir şey için kendini feda etmek, kurban vermek can kaybına uğramak: "Arada bizim gibi birkaç kurban verilebilir." -F. R. Atay. (bir şeyin veya birinin) kurbanı olmak uğruna ıstırap veya büyük üzüntü, sıkıntı çekmek, zarara girmek, ölmek: "Üçümüzün müşterek kurbanı olduğumuz acı bir devir, bahçenin tatlı havasım ağırlaştırmıştı." -H. E. Adıvar.
→ Kurban Bayramı, kurban eti, adaklık kurban, can kurban, komplo kurbanı, vazife kurbanı
Kurban Bayramı öz. is. Ay takvimine göre Zilhicce ayının onunda başlayıp dört gün süren ve kurban kesilen dinî bayram.
kurban eti is. Kurbanlık hayvanın kesilip parçalanmış eti.
kurbanlık, -ğı sf. Kurban edilmek için ayrılmış, kurban edilmeye uygun.
→ kurbanlık koyun
kurbanlık koyun is. 1. Kurban olmaya elverişli koyun. 2. mec. Başına geleceklerden habersiz olan kimse: "Kâh yollarda tabur olmuş yürüyorlar, kâh garlarda, istasyonlarda kurbanlık koyun gibi bekleşip duruyorlardı. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
kurca is. hlk. Karıştırma, kaşıma.
→ kurca çıbanı
kurca çıbanı is. Kaşıyıp kurcalamaktan azan çıban.
kurcalama is. Kurcalamak işi.
kurcalamak (-i) 1. Ellemek, karıştırarak bakmak: Radyoyu kurcalayıp iyice bozdu. 2. Sivri bir şey sokup karıştırarak zorlamak: Kilidi kurcalamışlar. 3. Karıştırıp azdırmak, tahriş etmek: Çıbanı kurcalamamak. 4. mec. Meşgul ve rahatsız etmek: "Bu sorunun cevabı zihnimi bir hayli kurcalayıp durmuştur." -H. Taner. 5. mec. Bir konuyu araştırmak, üstünde durmak, eşelemek: "Tam bu bahsi kurcalayacak vakti buldum, doğrusu.'" -R. H. Karay.
kurcalanış is. Kurcalanma işi veya biçimi.
kurcalanma is. Kurcalanmak işi.
kurcalanmak (nsz) Kurcalama işi yapılmak: "Kadıncağız kapı kurcalanırken hırsız sanıp bayılmış." -H. Taner.
kurcalayış is. Kurcalama İşi veya biçimi.
kurçatovyum is. kim. Atom numarası 104, atom ağırlığı 260 olan yapay element (simgesi Ku).
kurdele is. (kurdele) İt. cordella 1. Geniş ipekli şerit: "Biraz evvel kurdeleyi kestiği makasla oynarken parmağını kanatmıştı." -R. N. Güntekin. 2. Belli bir biçim verilmiş saça veya giysinin yakasına takılan ince kumaş, kurdele kesmek 1) tesis veya kuruluşun açılış töreninde gerilen şeridi iyi dileklerle kesmek; 2) herhangi bir amaçla bağlanmış olan şeridi kesip ayırmak: Nişan töreninde kırmızı kurdele kestik, kurdele takmak okulda belli bir konudaki başarıyı belirtmek üzere öğrenci giysisinin yakasına renkli, özel bir şerit takmak.
kurdele balığı is. zool. Kurdele balığıgillerden, uzun, yassı vücutlu, pullan çok küçük, kuyruk yüzgeci ipliğe benzeyen, kemikli bir Akdeniz balığı, şerit balığı, flandra balığı (Cepola rubescens).
kurdele balığıgiller ç. is. zool. Örnek hayvanı kurdele balığı olan balıklar familyası.
kurdeleli sf. Kurdelesi olan: "Analarına cici kurdeleli armağanlar alıp onları öpücüklere boğan çocuklar..." -H. Taner.
kurdelesiz sf. Kurdelesi olmayan.
kurdeşen is. tıp Ciltte çeşitli sebeplerle oluşan kaşıntılı döküntüler, ürtiker.
kurdurma is. Kurdurmak işi.
kurdurmak (-i, -e) Kurma işini yaptırmak.
kurdurtma is. Kurdurtmak işi veya durumu.
kurdurtmak (-i, -e) Kurma işini yaptırmak.
kurgan is. 1. İlk Çağda mezar üzerine toprak yığılarak yapılan küçük tepe. 2. Kale. 3. Tepe biçiminde mezar, höyük.
kurgu is. 1. Bir şeyin zembereğini kurmak için kullanılan araç, anahtar. 2. Zembereğin kurulmuş olma durumu: Saatin kurgusu bitmiş. 3. Bir bütün oluşturmak için parçaları takıp birleştirme işi, montaj: Demir fabrikasının kurgusu bitti, işletmeye açıldı. 4. Bir işe hazırlamak için yapılan telkin: "Bankacılardan birkaçının kurgularıyla Belediye başkanlığına adaylığını koymuştu." -M. Ş. Esendal. 5. ed. Çatı. 6. fel. Uygulamaya geçmeyen yalnız bilmek ve açıklamak amacını güden düşünce, kuramsal araştırma, spekülasyon. 7. sin. ve TV Bir filmin değişik süre ve yerlerde çekilen bölümlerini, bir anlam ve uyum bütünlüğü sağlayarak birleştirme, montaj.
→ kurgu bilimi, bilim kurgu, dirim kurgu, kaba kurgu
kurgu bilimi is. Teknolojideki gelişmelere göre ileri düzeyde sayılabilecek buluşlara bağlı kalarak düşünülen veya yapılan iş.
kurgucu is. Kurgu işini yapan kimse, montajcı.
kurguculuk, -ğu is. Kurgu işini yapma, montajcılık.
kurgulama is. Kurgulamak işi veya durumu, montaj lama.
kurgulamak (-i) Bir filmin değişik yerlerde çekilen bölümlerini bir bütün oluşturmak için birleştirmek, montajlamak.
kurgulanma is. Kurgulanmak işi.
kurgulanmak (nsz) Kurgu durumuna gelmek: "Oynanan üç oyunu da, tiyatro öğeleri içinde, tiyatro bilgisiyle düşünülmüş, kurgulanmış oyunlardı." -N. Cumalı.
kurgulu sf. Kurgusu olan.
kurgusal sf. fel. Kurgu ile ilgili, düşüntülü, spekülatif.
→ bilim kurgusal
kurgusuz sf. Kurgusu olmayan.
kurlağan is. tıp Etyaran.
kurma is. 1. Kurmak işi. 2. sf. Kurularak, parçaları birleştirilerek oluşturulan, prefabrik: Kurma ev.
→ yeniden kurma
kurmaca sf. 1. Tasarlanıp üretilen, tasarlanmış. 2. zf. Tasarlanıp üretilen, tasarlanmış biçimde.
kurmacılık, -ğı is. Resim ve heykelde, eseri geometrik öğeleri ile kurmayı temel alan anlayış, konstrüktivizm.
kurmak, -ar (-i) 1. Bir şeyi oluşturan parçaları birleştirerek bütün durumuna getirmek, monte etmek: "Geniş çöl ufukları arasında çadırlarımızı kurduk." -F. R. Atay. 2. Hazırlamak: "Kurduğu sofraya, yaptığı salataya git de bak." -R. H. Karay. 3. Yaylı, zemberekli şeylerde yayı veya zembereği germek: "Çocukça bir sevinçle kurduğun çalar saatleri çalıp duruyor." -H. Taner. 4. Gereken şartları hazırlayıp kendi kendine olmaya bırakmak: Turşu kurmak. 5. Etkisi ve önemi geniş şeyler meydana getirmek, tesis etmek: "Dünyanın en büyük imparatorluklarını kuran kimlerdi?" -O. S. Orhon. 6. Yapmak, inşa etmek: "Çirkin yapıları örtecek güzel yapılar kuralım." -N. Ataç. 7. Yapmak, oluşturmak: "Belki.on aile keçelerden, kilimlerden çergelerini meyve ağaçlarının altlarına kurdular." -Ö. Seyfettin. 8. tic. Ortaklık sağlamak. 9. Belli bir İşte beraber çalışacak kimseleri belirlemek: "Teşkilatı ilçede sevilip sayılan bir avukat kurmuştu." -T. Buğra. 10. Bir araya getirmek, toplamak: Divan kurmak. 11. Gizlice hazırlamak, tasarlamak: "Çocukların top oynadıkları kumluktan iskeleye doğru yürürken hep planlar kuruyordu." -C. Uçuk. 12. Düşünmek: "Yalnız hayalle geçiniyorum, ben yalnız hayal kuruyorum." -S. F. Abasıyanık. 13. Aklına koymak: O gitmeyi bir kez kurdu mu, artık durmaz. 14. Zihinde büyütmek: "Bayram ağa, uşakların söylediklerini kurdukça kurdu." -H. E. Adıvar. 15. Sağlamak, oluşturmak: Dostluk kurmak İlişki kurmak. 16. mec. Bir kimseyi dedikodu veya telkinlerle başkasına karşı öfkelendirmek. kurup takma araç ve cihazların tesisata bağlanması işi, montaj.
kurmay is. ask. 1. Harp akademilerine girerek eğitimlerini başarıyla bitirmiş subay, erkânıharp. 2. sf Kurmaylık yetkisi ve niteliği olan (subay): "Bir de erkek kardeşleri varmış, bir kurmay binbaşı." -M. Ş. Esendal.
→ kurmay başkam, genelkurmay
kurmay başkanı is. ask. Ordu, tümen, tugay gibi birliklerde ve askerî akademilerde karargâh subayı: "Kurmay başkanının ailesi, dün kolorduya gideceklerini söyledi." -H. E. Adıvar.
kurmaylık, -ğı is. Kurmay olma durumu.
kurna is. (ku'rna) Ar. kurne Hamam ve banyolarda musluk altında bulunan, içinde su biriktirilen, yuvarlak, mermer, taş veya plastik tekne: "Yıkanmak için, aralık yerdeki kurnaya müracaat..." -S. F. Abasıyanık.
kurnalı sf. Kurnası olan.
kurnasız sf. Kuması olmayan.
kurnaz sf. Far. kurnâs Kolay kanmayan, başkalarını kandırmasını ve ufak tefek oyunlarla amacına erişmesini beceren, açıkgöz: "Nedim kurnaz, benden iki gün evvel izin aldı." -A. Gündüz.
kurnazca sf (kurna'zca) 1. Kurnaza yakışır: "Bizi aldatmak için onlar bu yolu tutmayı pek kurnazca bir şey zannetmişlerdir." -H. C. Yalçın. 2. zf. Kurnaz bir biçimde, kandırarak, aldatarak.
kurnazlaşma is. Kurnazlaşmak işi.
kurnazlaşmak (nsz) Kurnazca davranmak, kurnazlık etmek.
kurnazlık, -ğı is. Kurnaz olma durumu veya kurnazca iş: "Ön tarafta bir yer bulup oturunca kurnazlığına pek sevindi." -H. Taner. kurnazlık etmek kurnazlaşmak.
kuron is. Fr. couronne tıp Korumak için diş üzerine geçirilen metal kaplama.
kurs (I) is. Ar. kurs 1. Yuvarlak ve yassı biçimli nesne, ağırşak. 2. astr. Bir gök cisminin teker biçimde görülen yüzü, çörek.
kurs (II) is. Fr. cours Resmî ve Özel kuruluşlarca ilgililere belirli bir konuda bilgi, beceri ve davranış kazandırmak amacıyla düzenlenen ve kısa süreli derslere dayanan eğitim etkinliği, kur: "Lisan kursunu filan pek alıp sattığı yokmuş." -H. Taner.
→ biçki dikiş kursu, sürücü kursu
kursak, -ğı ıs. 1. zool Kuşların yemek borusu üzerinde bulunan, yiyeceklerin toplandığı torba biçiminde şişkin organ. 2. zool. Böceklerin ve solucanların sindirim kanallarında bulunan, kuşların kursağına benzeyen yapı. 3. Kuş kursağı şişirilip kurutularak yapılan veya ona benzetilen şişkin şey: Düdüğün kursağı patlamış. 4. sf. Kursak zarı ile yapılmış: Kursak tef. 5. hlk. Mide. (bir şey) kursağında kalmak istenilen bir şey gerçekleşememek, yarım kalmak.
kursaklı sf. 1. Kursağı olan: Kursaklı düdük. 2. hlk. Guatr hastalığı olan (kimse).
kursaksız sf Kursağı olmayan.
kursiyer is. Kurs öğrencisi.
kurşun is. kim. 1. Atom numarası 82, atom ağırlığı 207,21, yoğunluğu 11,3 olan, 327,4 °C'de eriyen, yumuşak ve bükülgen, mavimtırak esmer renkte bir element (simgesi Pb). 2. sf Bu elementten yapılmış: Kurşun boru. 3. Tüfek, tabanca vb. hafif ateşli silahlarda kullanılan mermi: "Kanatları kurşunla parçalanmış bir kartal / Benim gibi seyreder, yerden, mavilikleri." -Y. N. Nayır. kurşun atmak 1) silahla mermi atmak: "Yarın, öbür gün Arap çeteleri ile sarılacaksınız, Peygamberin yeşil kubbesine kurşun atacaklar." -F. R. Atay. 2) mec. düşmanlık etmek, kurşun dökmek halk inanışına göre erimiş kurşunu, hastanın üstünde, içinde su bulunan bir kaba dökerek ortaya çıkan şekillerin yorumuyla nazar, büyü, hastalık vb. şeyleri önlemek, iyileştirmek. kurşun dokunmak mermi isabet etmek: "Suriye'de bel kemiğine bir kurşun dokunmuştu. " -Ö. Seyfettin, kurşun gibi çok ağır: "Gurbet acısı kurşun gibi içine çökmüştü şimdi." -H. Taner, kurşun manyağı yapmak argo ölümle tehdit etmek, kurşun sıkmak silahı ateşlemek, mermi yakmak: "Az bir sürede bütün köy bu kurşunları sıkanın Hasan olduğunu öğrendi." -Y. Kemal. (bir şeyi veya bir kimseyi) kurşun tutmak kurşuna hedef olmak, kurşun değecek gibi olmak: "Çatın arkadaşlar da atları çatın / Kurşun bizi tutuyor sipere yatın." -Halk türküsü, kurşun yağdırmak çok sayıda kurşun atmak, (birini veya bir şeyi) kurşun yağmuruna tutmak çok sayıda ve sürekli kurşun atmak, kurşun yemek vurulmak: "Kurşunu yer yemez, kayalardan aşağı yuvarlanmış leşi, ta derenin kucağına!" -T. Oflazoğlu. (birini) kurşuna dizmek 1) ask. verilen ölüm cezasını askerî bir kıtanın attığı kurşunlarla yerine getirmek: "San çam deresinde bu otuz kadar eşkıyayı kurşuna dizdiler." -Y. Kemal. 2) Öldürmek.
→ kurşun erimi, kurşungeçirmez, kurşun grisi, kurşun kalem, kurşun otu, kurşun rengi, kör kurşun, serseri kurşun, ağ kurşunu, domdom kurşunu, kaza kurşunu, maganda kurşunu
kurşuncu is. 1. Kurşun satan veya işleyen kimse. 2. Kurşun döken kimse.
kurşunculuk, -ğu is. 1. Kurşun satma veya işleme. 2. Kurşuncunun işi.
kurşun erimi is. Merminin en çok ulaşabildiği uzaklık.
kurşungeçirmez sf Ateşli silahlardan atılan mermilerin girmesini engelleyecek yapıda ve özellikte olan (yelek, cam vb.).
kurşun grisi is. 1. Koyu gri renk. 2. sf. Bu renkte olan.
kurşuni is. (kurşumi:) T. kurşun + Ar. -i 1. Koyu kül rengi, kurşun rengi. 2. sf Bu renkte olan: "Herkesin gözünde koyu, kurşuni, nihayetsiz bir yas dumanı vardı." -H. E. Adıvar.
kurşunileşme is. Kurşunileşmek işi.
kurşunileşmek (nsz) Kurşuni bir duruma girmek.
kurşun kalem is. İçi grafıtli, yazısı kolayca silinebilen, değişik biçimleri olan bir tür kalem.
kurşunlama is. Kurşunlamak işi.
kurşunlamak (-i) 1. Kurşunla kaplamak: Kubbeyi kurşunladılar. 2. Kurşunla mühürlemek: Damacanayı kurşunlamak. 3. İçinde kurşun bulunan silahla ateş etmek, vurmak.
kurşunlanma is. Kurşunlanmak işi.
kurşunlanmak (nsz) Kurşunlama işine konu olmak.
kurşunlaşma is. Kurşunlaşmak işi.
kurşunlaşmak (nsz) Kurşun gibi ağırlaşmak: "... bavulu kurşunlaştı, top gülleleri daha hafif gelirdi." -T. Dursun K.
kurşunlatma is. Kurşunlatmak işi.
kurşunlatmak (-i) Kurşunlama işini yaptırmak.
kurşunlu sf. 1. İçinde kurşun elementi bulunan: Kurşunlu antimon. 2. Kurşunlanmış olan. 3. Kubbesi kurşunla örtülü: Kurşunlu cami.
kurşun otu is. bot Diş otu.
kurşun rengi is. 1. Kurşunun rengi, koyu kül rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
kurşunsu sf. Kurşunu andıran, kurşuna benzeyen, kurşun gibi, kurşunumsu.
kurşunsuz sf. 1. Kurşunu olmayan. 2. Kurşun elementi içermeyen: Kurşunsuz benzin.
kurşunumsu sf. Kurşunsu.
kurt, -du (I) is. 1. zool Köpekgillerden, Avrupa, Asya ve Kuzey Amerika'da yaşayan, postu gri san renkli, yırtıcı, etçil memeli hayvan (Canis lupus): "Kurt kocayınca köpeklere maskara olur." -Atasözü. 2. mec. Bir yeri, bir şeyi iyi bilen. 3. sf. mec. İşini iyi bilen, aldanmaz, kurnaz: "Deminden beri sus pus olmuş, fırsat bekleyen kurt müşterilerin ilk defa sesi duyuluyor." -H. Taner. 4. astr. Güney gök kürede, Akrep ile boğa arasında bulunan takımyıldız, kurt dumanlı havayı sever kötü niyetli kimselerin ortalıktaki karışıklıklardan yararlandıklarını anlatan bir söz. kurt gibi işini bilir, girişken (kimse), kurt kocayınca çakallara (veya köpeklere) maskara olur güç ve yeteneğini yitiren İnsanlar, basit ve kendini bilmezlerce aşağılanırlar, kurdun oğlu akıbet kurt olur kişi sonunda kendi karakterini, aslını, düşüncesini atalarına benzer biçimde ortaya koyar: "Kurdun oğlu akıbet kurt olur, demiş ve bu söz beş muallimin meslek ve ilim haysiyetine dokunmuştur." -R. N. Güntekin.
→ kurtağzı, kurtboğan, kurt kapanı, kurtkıyan, kurt köpeği, kurt kuş, kurt kuyusu, kurt mantarı, kurt masalı, kurtpençesi, kurt sineği, kurttırnağı, Başkurt, bozkurt, eski kurt, yavrukurt, yeleli kurt, deniz kurdu
kurt, -du (II) is. zool. 1. Yumuşak vücutlu, uzun gövdeli, omurgasız, bacaksız, ayaksız veya çok ilkel ayaklı küçük hayvan. 2. Bazı böceklere veya bazı böcek kurtçuklarına verilen ad. kurdunu (veya kurtlarını) dökmek (veya kırmak) çoktan beri özlediği bir şeyi bol bol yapıp hevesini almak: "Daha sonra Paris'te kurtlarını dökmeye gelen her milletten insanlara rastladık." -B. R. Eyuboğlu. kurdunu kırmak hevesini almak, isteğini yerine getirmek.
→ kurtayağı, kurtbağrı, kurt baklası, kurt bilimi, kurt yeniği, kancalı kurt, keseli kurt, kızılkurt, pembekurt, kırbaç kurtları, ağ kurdu, ağaç kurdu, bağırsak kurdu, fındık kurdu, ibrişim kurdu, iplik kurdu, kırbaç kurdu, kitap kurdu, kök kurdu, Medine kurdu, şüphe kurdu, tahta kurdu, tel kurdu, yaprak kurdu, yıldız kurdu, zeytin kurdu
kurtağzı is. 1. den. Gemi ve sandallarda halatın geçmesi için teknenin kenarına tutturulmuş, açık ağız biçiminde metal parça. 2. Doğramanın birbirine geçen dişleri. 3. Çatıdaki dışa açılan küçük pencere, kurt ağzı bağlamak açıkta kalan hayvanların kurt tarafından boğulmasını önleme inancıyla çeşitli uygulamalar yapmak.
kurtarıcı is. 1. Kendi hayatını tehlikeye atarak bir kimseyi, bir topluluğu güç bir durumdan veya yok olmaktan kurtaran kimse, halaskar: Kurtarıcımız Atatürk. 2. Kurtarma aracı.
kurtarıcılık, -ğı is. Kurtarma işi veya biçimi.
kurtarılma is. Kurtarılmak işi.
kurtarılmak (nsz) Kurtarma işi yapılmak veya kurtarma işine konu olmak.
kurtarım is. Kurtarma işi.
kurtarış is. Kurtarma işi veya biçimi.
kurtarma is. Kurtarmak işi.
→ kurtarma aracı, kurtarma gemisi, kurtarma kazısı
kurtarma aracı is. Trafikte arızalanan, kaza geçiren aracı yerinden kaldırıp istenilen yere götüren özel donanımlı motorlu araç, kurtarıcı.
kurtarmacı is. Arıza yapan veya kaza geçiren araçlara yardımda bulunan kimse.
kurtarmacılık, -ğı is. Arıza yapan veya kaza geçiren araçların kurtarılmasına yardım etme.
kurtarma gemisi is. den. Deniz trafiğinde arızalanan, kaza geçiren gemi, şilep vb. araçları uygun bir yere çekip götüren özel donanımlı deniz aracı.
kurtarmak (-i) 1. Bir canlıyı bir felaketten, tehlikeden veya zor durumdan uzaklaştırmak: "Şu durup dururken şimşek gibi çakan ağrılardan kurtarsınlar, servetimin yansım anamın ak sütü gibi vereyim." -R. N. Güntekin. 2. Kurtulmasını sağlamak. 3. Uzaklaştırmak. 4. Kazandırmak, yeniden ele geçirmek: "Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır." -Atatürk. 5. Bir şeye zarar gelmesini önlemek: "Bu kız beni ilk defa çevreme karşı isyandan kurtardı. " -H. E. Adıvar. 6. Birinin cezalandırılmasına engel olmak: "Baban bana vaktiyle iyilik yaptı, seni kurtaracağım." -H. E. Adıvar. 7. Bir şeyin değerini karşılamak: Beş bin liradan aşağısı kurtarmaz!
→ cankurtaran
kurtarma kazısı is. Yeni kurulacak olan baraj, göl, yerleşim yerleri vb. yapıların arazileri içinde bulunan, tarihsel değeri olan eserlerin çıkarılması amacıyla yapılan kazı.
kurtayağı is. bot. Damarlı çiçeksizlerden, küçük yapraklarla örtülü ince bir sap görünüşünde olan bir bitki (Lycopodium clavatum).
→ kurtayağı tozu
kurtayağı tozu is. tıp Kurtayağınm sporlu başaklarından elde edilen, hekimlikte kullanılan sarı bir toz.
kurtbağrı is. bot. Zeytingillerden, yaprakları mızrağa benzer, çiçekleri beyaz, kokulu ve salkım durumunda olan, çit yapmakta kullanılan bir süs bitkisi (Ligustrum vulgare).
kurt baklası is. bot. Termiye.
kurt bilimci is. Kurt bilimi İle uğraşan kimse.
kurt bilimi is. zool. Solucanların yapılarını, yaşayışlarını ve yaptıkları hastalıklarla, bu hastalıklara karşı mücadeleyi anlatan asalak bilimi dalı, helmintoloji.
kurtboğan is. bot. Çok yıllık otsu bir bitki, boğan otunun bir türü (Aconitum napellus).
kurtçuk, -ğu is. zool. Bazı hayvanların, özellikle böceklerin yumurtadan çıktıktan sonra, krizalit veya ergin karakterlerini kazanmadan önceki evresi, sürfe, larva.
kurtçul sf. zool. Kurtçuklarla beslenen (hayvan).
kurt kapanı is. sp. Güreşte rakibi alta düşürdükten sonra üstüne oturarak uylukları arasında ayak bağlama, bir yandan da iki kolu altından el geçirerek ağırlığı bel üzerine verme.
kurtkıyan is. zool. Afrika'da yaşayan sığırcıkgiller familyasının genel adı.
kurt köpeği is. zool. Kurt ve köpek kırması bir köpek türü.
kurt kuş is. Bütün yaratıklar, bütün canlılar: "Kurdun kuşun tadını çıkardığı şu havayı doya doya çekemiyorum içime." -T. Oflazoğlu.
kurt kuyusu is. Dibine ucu sivri bir kazık çakılmış ve koni biçiminde kazılmış, tuzak olarak kullanılan derin çukur.
kurtlandırma is. Kurtlandırmak işi veya durumu.
kurtlandırmak (-i) Kurtlanmasına sebep olmak.
kurtlanış is. Kurtlanma işi veya biçimi.
kurtlanma is. Kurtlanmak işi.
kurtlanmak (nsz) 1. İçinde veya üzerinde kurt üremek. 2. mec. Rahat oturmayıp telaş ve sabırsızlık göstermek. 3. mec. Sürekli kımıldanmak. 4. mec. Bir yerde çok oturmaktan bıkarak gezme gereği duymak: Sabahtan beri burada kurtlandım, biraz çıkalım.
kurtlaşma is. Kurtlaşmak işi.
kurtlaşmak (nsz) Kurt durumuna gelmek, kurt gibi olmak: "Birkaç vurgun yaptın mı, alışır, kurtlaşırsın." -H. R. Gürpınar.
kurtlu sf. 1. İçinde kurt bulunan, kurtlanmış: "Bunlar düşmüş, buruşmuş, iyi değil, kurtludurlar. " -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Yerinde rahat duramayan, sürekli kıpırdanan (kimse), kurtlu baklanın da kör alıcısı olur bitli baklanın da kör alıcısı olur.
kurtluca is. bot. 1. Ballıbabagillerden, tırmanıcı sarı çiçekleri olan, kokusu sarımsağı andıran, göl, akarsu kıyıları vb. nemli yerlerde yetişen bir bitki, meşecik, yer meşesi, yer palamudu, yer pelidi, su sanmsağı. 2. Lohusa otu.
kurtluk, -ğu is. Kurt olma durumu.
kurt mantarı is. bot. Tazeyken yenebilen, olgunlaştığında basılınca sporlar saçan, beyaz renkli, yuvarlak biçimli, bazitli bir mantar (Lycoperdon).
kurt masalı is. Birini oyalamak, kendini suçsuz göstermek için İleri sürülen gereksiz, inandırıcı olmayan sözler: Bana gene bir sürü kurt masalı okudu.
kurtpençesi is. bot. Karabuğdaygillerden 20-50 cm yükseklikte, pembe çiçekleri salkım biçiminde, sap ve kökünde bol tanen bulunan çok yıllık otsu bir bitki, beşparmak otu (Polygonum bistorta).
kurt sineği is. zool. Kurtlara dadanan bir sinek türü.
kurtsuz sf. Kurdu olmayan.
kurttırnağı is. Kurtpençesi.
kurtulma is. Kurtulmak işi: "Öyle ya, hasta olduklarım bilseler, bu hastalıktan kurtulmaya çalışmazlar mı?" -O. V. Kanık.
kurtulmak (nsz) 1. Tehlikeli veya kötü bir durumu atlatmak: "Beni musluğa götüren namuslu polisler kurtulduğumu görünce sevindiler. " -A. Gündüz. 2. İstenmeyen, sıkıntı veren, hoşlanılmayan bir kimseden, bir yerden, bir durumdan uzaklaşmak: "Kayıtsızlıktan, tembellikten, gerilikten kurtulmak için inanmak lazım."-O. S. Orhon. 3. (nsz, -den) Bir şey bulunduğu veya bağlı olduğu yerden ayrılmak: "Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler, saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içine durmamacasına yavaş yavaş dökülürdü." -R. H. Karay. 4. Bağını koparıp kaçmak: At kurtulmuş. 5. mec. Doğurmak: Kadın sabaha karşı kurtulmuş.
kurtulmalık, -ğı is. Fidye.
kurtuluş is. 1. Bir şeyden, bir yerden kurtulma, felah, halas, necat, selamet: "Doktor o kaosun içinde yalnızlığı seçmiş, kurtuluşu onda bulmuştu." -T. Buğra. 2. Bir yerin düşman İşgalinden kurtulma günü: İzmir'in kurtuluşu her yıl 9 Eylülde kutlanır.
kurt yeniği is. 1. Kurt tarafından yenilen yer: "Kurt yenikleriyle dolu adi bir ceviz masa." -R. N. Güntekin. 2. Bit yeniği.
kuru sf. 1. Suyu, nemi olmayan, yaş ve nemli karşıtı: "Yanakları kuruydu, fakat gözleri tamamıyla siyah yaştı." -H. E. Adıvar. 2. Yağış almayan veya üzerinde bitki olmayan: Kuru çöl. Kuru tepeler. 3. Daha sonra kullanılmak için kurutulmuş, taze ve yeşil karşıtı: "Evlerin önlerine kuru meşe dallarıyla örtülü çardaklar yapmışlar." -R. H. Karay. 4. Canlılığını yitirmiş (bitki): "Çiçek açmaz kuru bir ağaç, ötmeyi unutmuş bir kuş mu oldum?" -H. E. Adıvar. 5. mec. Zayıf, çelimsiz, arık, sıska, kaknem: "Kara, kuru, kibirli, kazık gibi bir kadın!" -H. E. Adıvar. 6. Salgısı olmayan: Kum öksürük. Kuru egzama. 7. Döşenmemiş, çıplak: Kuru tahtaya oturma! 8. Katıksız, yanında başka şey olmayan (yiyecek): Kuru çayla karın doyar mı? 9. Etkisi ve sonucu olmayan: "Şahsına topluluğun isteğini emanet edenler boş bir riya, kuru bir şeref olsun diye laf etmediler." -R. E. Onaydın. 10. mec. Heyecanı, tadı olmayan, tekdüze: Kuru, zevksiz bir hayat. 11. mec. Akıcı olmayan, duygudan yoksun: Kuru bir anlatım. 12. is. Kuru fasulye. 13. is. Kuru olan şey: "Kurunun yanında yaş da yanar." -Atasözü, kuru başına kalmak hayatında veya yanında kimsesi kalmamak, kimsesiz, yalnız kalmak. kuru hasır (veya kilim) üstünde kalmak aç, parasız, evsiz kalmak, kuru tahtada kalmak eşyası elinden gitmek, çıplak evde oturma durumunda kalmak, kuruda kalmak deniz alçaldığında gemi karaya oturmak.
→ kuru çay, kuru çayır, kuru çeşme, kuru dere, kuru duvar, kuru ekmek, kuru erik, kuru fasulye, kuru filtre, kuru gürültü, kuru hava, kuru iftira, kuru incir, kurukafa, kuru kafa, kuru kahve, kuru kalabalık, kuru kayısı, kuru kemik, kuru köfte, kuru kuruya, kuru kuyu, kuru laf, kuru meyve, kuru öksürük, kuru pasta, kuru pil, kuru sebze, kurusıkı, kuru soğan, kuru soğuk, kuru söz, kuru tarım, kuru temizleme, kuru üzüm, kuru yemiş, kuru yemişçi, kuru yük, kuru ziraat, kara kuru, tuzu kuru, karaca kuruca, tahtakuruları, armut kurusu, dut kurusu, gülkurusu, gül kurusu, insan kurusu, kayısı kurusu, ktz kurusu, piç kurusu, tahtakurusu, üzüm kurusu, yaprakkurusu
kurucu sf. 1. Bir kurumun, bir işin kurulmasını sağlayan, müessis. 2. is. Bir kuruluşu oluşturan kimse: Gazetenin kurucusu. 3. is. dbl. Cümleyi oluşturan öğelerin her biri.
→ oyun kurucu, piyasa kurucu
kuruculuk, -ğu is. Kurma işini yapmak.
kuru çay is. Yeşil çay yapraklarının çeşitli işlemlerden sonra satışa hazır biçimi.
kuru çayır is. Yaz aylannda bitkilerinin çoğunun kuruduğu doğal çayır.
kuru çeşme is. Suyu çekilmiş çeşme.
kuru dere is. Suyu olmayan dere.
kuru duvar is. Taşların arasına harç konulmadan örülen duvar.
kuru ekmek, -ğî is. Katıksız ekmek.
kuru erik, -ği is. Eriğin kurutulmuşu.
kuru fasulye is. 1. Fasulye bitkisinin beyaz tohumu. 2. Fasulye tohumundan yapılan etli veya etsiz salçalı, sulu yemek. 3. Yeşil kabuklarından ayıklanıp kurutulmuş fasulye.
kuru filtre is. Hava içindeki kirleri, bezden torbalar yardımıyla ayıran süzgeç.
kuru gürültü is. Gereksiz, önemsiz, sonu alınamayacak söz veya davranış: "Bu konuşmalar onun için bir kuru gürültüden ibaretti." -Y. K. Karaosmanoğlu. kuru gürültüye pabuç bırakmamak bir durum karşısında telaşsız, korkusuz, dilediğince davranmak: "Köse Mümeyyiz öyle denemeden kuru gürültüye pabuç bırakır takımından değildi." -Ö. Seyfettin.
kuru hava is. Nemi çok az olan hava.
kuru iftira is. Gerçekle hiçbir ilişiği, hiçbir dayanağı olmayan iftira.
kuru incir is. Özel olarak güneşte kurutulan incir.
kurukafa is. zool. Tırtılları patates yaprağı yiyen, alt kanatları sarı, üstü kahverengi bir tür kelebek (Acheranüa adrophos).
kuru kafa is. 1. Baş iskeleti. 2. mec. Akılsız kafa.
kuru kahve is. Dövülmüş veya çekilmiş kahve.
kuru kahveci is. 1. Kuru kahve hazırlayıp satan kimse. 2. Kuru kahve satılan yer.
kuru kahvecilik, -ği is. Kuru kahve yapma veya satma işi.
kuru kalabalık, -ğı is. 1. Hiçbir İş yapmayan insan topluluğu. 2. Hiçbir işe yaramayan, kınk dökük eşya.
kuru kayısı is. Kayısının kurutulmuşu.
kuru kemik, -ği is. Çok zayıf kimse.
kuru köfte is. Kıyma ve ekmek içi ile yapılıp tavada kızartılan köfte: "İçinde kuru köfteler bulunan bir tası oğluna uzattı." -S. F. Abasıyanık.
kuru kuruya zf. 1. Boşuna, boşu boşuna, yararsız yere. 2. Kuru olarak, yanında başka bir içecek veya yiyecek olmaksızın.
kuru kuyu is. Pis suyun toprak altına sızdırılmasında kullanılan, duvarları harçsız kuyu.
kurul is. Bir işi yapmak, yönetmek veya bir kurum ve kuruluşu temsil etmek için görevlendirilmiş kişilerden oluşmuş topluluk, heyet, konsey, asamble.
→ alt kurul, genel kurul, özel kurul, seçici kurul, yarkurul, Bakanlar Kurulu, balotaj kurulu, denetim kurulu, denetleme kurulu, disiplin kurulu, onur kurulu, sağlık kurulu, sandık kurulu, seçiciler kurulu, soruşturma kurulu, tahkim kurulu, teftiş kurulu, uzlaştırma kurulu, yargıcılar kurulu, yasama kurulu, yazı kurulu, yönetim kurulu, yürütme kurulu
kuru laf is. Gerçekle ilgisi olmayan, değer taşımayan boş söz, kuru söz.
kurulama is. Kurulamak işi.
kurulamak (-i) Bir şeyin üzerindeki ıslaklığı gidermek: Ellerim kurulamak.
kurulanış is. Kurulanma işi veya biçimi.
kurulanma is. Kurulanmak işi.
kurulanmak (nsz) 1. Kurulama işi yapılmak veya kurulama işine konu olmak: Tabaklar kurulandı. 2. Kendini kurulamak: "Bir sürü memurun öteye beriye girip çıktıkları, mendilleriyle kurulandıkları ... görülüyor." -R. H. Karay.
kurulaşma is. Kurulaşmak işi: "İşsiz bir ortamı sanatçılar da yadırgıyor, bu kurulaşmadan, yüzeyleşmeden onlar da yakınıyor." -H. Taner.
kurulaşmak (nsz) 1. Kuru duruma gelmek. 2. mec. Yoksullaşmak, yozlaşmak, muhtevasızlaşmak.
kurulayış is. Kurulama işi veya biçimi.
kurulma is. Kurulmak işi.
kurulmak (nsz) 1. Kurma işine konu olmak veya kurma işi yapılmak: "Kurulmuştu benim adıma bir saray / Çevresini dolanmış gümüşten bir çay." -A. M. Dranas. 2. (-e) Rahatça oturmak, yerleşmek: "Yırtık pırtık giysili serserilerin peykelere kurulduğunu görünce çok şaşırmıştır." -S. Birsel. 3. mec. Övünür biçimde davranışlarda bulunmak, kasılmak: Adam amma da kuruluyor.
kurultay is. Moğ. kuriltay 1. Ulusal veya uluslararası bilimsel toplantı. 2. Bir kuruluşun, temel işleri konuşmak için belli sürelerle veya gerektikçe yaptığı genel toplantı, kongre: Dil Kurultayı. 3. tar. Eski Türklerde devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı meclis.
kurulu sf. Kurulmuş olan, yerleşmiş, oturmuş.
→ kurulu düzen
kurulu düzen is. Yerleşmiş, içinde bulunulan toplumsal düzen.
kuruluk, -ğu is. Kuru olma durumu.
kuruluş is. 1. Kurulma işi, yolu veya tarihi: Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu 1923'tedir. 2. Topluma hizmet amaç ve göreviyle kurulan her şey, kurum, tesis, müessese: Hastaneler, okullar, bankalar, fabrikalar birer kuruluştur. 3. mec. Yapı, yapılış, bünye. 4. mec. Kasılma. 5. ask. Bir sefer kuvvetini oluşturan birliklerin yapısı.
→ kuruluşlar bütünü, denklik kuruluşu, sanayi kuruluşu, sivil toplum kuruluşu
kuruluşlar bütünü is. Kompleks.
kurum (I) is. Ocak bacalarında biriken veya çevrede savrulan kaim is: "Vapur dumanı ve baca kurumuyla kapkara olan saçlarımla yastığı kirletmek istemiyordum." Halikarnas Balıkçısı.
kurum (II) is. 1. Kuruluş, müessese, tesis: Türk Dil Kurumu. Türk Tarih Kurumu. 2. huk. Evlilik, aile, ortaklık, mülkiyet gibi insanlar tarafından oluşturulan şey, müessese.
→ aracı kurum, eğitim kurumu, kamu kurumu
kurum (III) is. Kendini büyük ve önemli gösterme davranışı, büyüklenme, gösteriş, azamet, tekebbür: "Sokakta bir sadrazam kurumu ile yürür." -H. E. Adıvar. kurum kurum kurumlanmak (veya kurulmak) büyüklenmek, böbürlenmek, kurum satmak böbürlenmek, büyüklenmek: "Senin kıratında bir tane daha bulsun da kurumunu ona satsın." -S. M. Alus.
kuruma is. Kurumak işi.
kurumak (nsz) 1. Islaklığını, nemini yitirerek kuru duruma gelmek: "Çıplak dallarda henüz kuruyamayan su damlaları parlak, mavi birer boncuk gibi parlıyordu." -H. E. Adıvar. 2. Bitki, suyu çekilip cansız duruma gelmek. 3. Akarsu, göl vb.nin suyu kalmamak: "Kurumuş dere gibi taşlık bir yerden geçtik." -H. R. Gürpınar. 4. Bazı nesneler yumuşaklığını yitirmek, sertleşmek: "Darı ve mısır yemekten bağırsakları kurumuştu." -R. H. Karay. 5. mec. Cılızlaşmak, sıskalaşmak, zayıflamak: "Karısı hırçınlıktan kurumuş bir kadın." -M. Ş. Esendal.
kuru meyve is. 1. Yaş meyvenin kurutulmuşu. 2. Olgunlaştığında dış kabuğu kuruyan meyve.
kurumlanış is. Kurumlanma İşi veya biçimi.
kurumlanma is. Kurumlanmak işi.
kurumlanmak (nsz) 1. Gururlanarak kasılmak. 2. Kurum (I) tutmak.
kurumlaşma is. 1. Kurum niteliği kazandırma, kurum niteliği verme. 2. Özellikle politik ve ekonomik alanlarda denetim Örgütlerinin, kurumların çoğaltılması eğilimi. 3. sos. Herhangi bir davranış, düşünüş, inanış biçiminin tarih olarak durağan ve toplumca değer verilen kalıplara dönüşmesi süreci, müesseseleşme.
kurumlaşmak (nsz) Kurum durumuna gelmek, müesseseleşmek.
kurumlaştırma is. Kurumlaştırmak işi.
kurumlaştırmak (-i) Kurum durumuna getirmek.
kurumlu (I) sf. Kurum (II) tutmuş olan.
kurumlu (II) sf. Gururlanarak kasılan, mağrur.
kurumsal sf. 1. Kurumla ilgili. 2. Değişik birim ve fonksiyonlarıyla bir kurumun niteliklerine tam anlamıyla sahip olan.
kurumsallaşma is. Kurumsallaşmak durumu.
kurumsallaşmak (nsz) 1. Kurumsal duruma gelmek. 2. Örgütlü duruma gelmek. 3. Süreklilik kazanmak.
kurumsallaştırma is. Kurumsallaştırmak işi.
kurumsallaştırmak (-i) Kurumlaşmasını sağlamak.
kurumsuz sf. Kurumu olmayan.
kurumsuzluk, -ğu is. Kurumsuz olma durumu.
kuruntu is. 1. Yanlış ve yersiz düşünce, evham: "Evlenmek kuruntusu ile satılmaya giden iki mahalle kızı sol tarafta." -A. Gündüz. 2. Bir konuyla ilgili kötü ihtimalleri akla getirip tasalanma, işkil, evham, vesvese: "Sözü dinlenmeyen bir siyasi liderin kuruntusu seziliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Olmayacak bir şeyin olacağını sanma, vehim: "Bu davranış yersiz kuruntuların tam bir panzehridir." -H. Taner. kuruntu etmek kötü ihtimalleri düşünüp üzülmek, kuruntuya kapılmak boş yere tasalanmak.
→ hüsnükuruntu
kuruntucu sf. Sürekli kuruntuya kapılan (kimse), işkilli, müvesvis.
kuruntulu sf. Kuruntusu olan (kimse), evhamlı, mütevehhim: "Karısı Teyfik'ten daha kuruntulu, hırçınlıktan kurumuş bir kadın." -M. Ş. Esendal.
kuruntusuz sf. Kuruntusu olmayan.
kuru öksürük, -ğü is. Balgam çıkarılmayan öksürük: "Bir müddetten beri onda kuru bir öksürük vardı." -H. Z. Uşaklıgil.
kuru pasta is. Tuzlu veya tatlı, kremasız çörek.
kuru pil is. fiz. Akıntı yapmaması İçin elektroliti soğurucu bir maddeyle kaplı pil.
kuru sebze is. Yaş sebzelerin kurutulmuşu.
kurusıkı is. 1. Yalnız barut doldurulmuş, çekirdeksiz tüfek veya tabanca mermisi. 2. Bu mermiyi patlatan bir tür tabanca. 3. Korku. 4. argo Blöf. kurusıkı atmak argo palavra atmak.
→ kurusıkı atıcı
kurusıkı atıcı sf. argo Palavracı.
kurusıkı atıcılık, -ğı is. Palavracılık: "İster istemez bu kurusıkı atıcılıklarla yetinip gidiyordum. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
kuru soğan is. Toprak altında kalan yumru soğanın kurutulmuşu.
kuru soğuk, -ğu is. Yağışsız havadaki sert soğuk: "Otlaktan çıktıkları sırada hava kuru soğuktu." -N. Cumalı.
kuru söz is. Kuru laf.
kuruş (I) is. Alm. Groschen Liranın yüzde biri değerinde Türk parası: "Kırmızı meşin üzerine yaldızlı en iyi cildi beş kuruşa yapardı." -H.C. Yalçın.
→ kuruş kuruş, kuruşu kuruşuna
kuruş (II) Kurma işi veya biçimi: "Üniversiteyi kuruş yeni Türkiye'nin ilim inkılabının tekâmülüdür." -E. İ. Benice.
kuruş kuruş zf. Kuruşu kuruşuna.
kuruşlandırma is. Kuruşlandırmak işi.
kuruşlandırmak (-i) Bir listede yer alan her maddenin fiyat tutarını hesap edip belirtmek.
kuruşluk, -ğu sf. Herhangi bir kuruşa karşılık olan: "Elli kuruşluk bir kükürtlü ilacın yarısı..." -S. F. Abasıyanık.
kuruşu kuruşuna zf. Hesap tam çıkartılarak, kuruş kuruş: "Yaptığı masrafın hesabını kuruşu kuruşuna verdi." -S. Eyuboğlu.
kurut is. hlk. Kurutulmuş süt ürünü: Yoğurt kurutu. Kaymak kurutu.
kurutaç, -cı is. tek. Kurutma kabı.
kuru tarım is. Kurak veya yarı kurak bölgelerde, sulama yapmadan tarladan ürün alınması yollarını gösteren tarımsal tekniklerin bütünü, kuru ziraat.
kuru temizleme is. Kimyasal maddelerle veya buharla giysi, eşya vb.ni temizleme, ütüleme işi.
kuru temizleyici is. Kuru temizleme yapan kimse.
kuru temizleyicilik, -ği is. Kuru temizleyici olma durumu.
kurutma is. Kurutmak işi.
→ kurutma kabı, kurutma kâğıdı, kurutma makinesi, ambarda kurutma
kurutmaç, -cı is. Mürekkebi kurutmak için kullanılan kurutma kâğıdı ve bunun takılı bulunduğu araç.
kurutmak (-i) 1. Suyunu ve ıslaklığını giderip kuru duruma getirmek: "Göz yaşlarını kurut, dedi; bilirsin ki kader değişmez." -C. Meriç. 2. Bitki canlılığını yitirmek: Fırtına bütün gülleri kuruttu. 3. Bazı sebze ve meyvelerin buharlaştırılmasıyla kuru bir durum almasını sağlamak. 4. mec. Cılız duruma getirmek, zayıflatmak: Bu hastalık onu kurutmuş. 5. mec. Yiyecek ve içecekleri yiyip bitirmek. 6. mec. Uğursuzluk getirmek, yok etmek: "Dâhilde bütün millî kuvvetlerimizi dağıttılar, bütün kabiliyetlerimizi kuruttular." -P: Safa.
→ dalkurutan, kankurutan, uçkurutan
kurutma kabı is. tek. İçinde nemçeker bir kimyasal madde bulunan ve bazı maddeleri kurutmak veya nemlenmelerini önlemek için kullanılan kapaklı cam kap, desikatör.
kurutma kâğıdı is. Yazıda mürekkebin ıslaklığını gidermek için kullanılan nem emici bir tür kâğıt.
kurutmalı sf. Kurutma sistemi olan: Kurutmalı çamaşır makinesi.
kurutmalık, -ğı sf. Kurutmaya yarar, kurutmak İçin ayrılmış: Kurutmalık biber
kurutma makinesi is. Yıkanmış ve sıkılmış çamaşırları sıcak hava içinde döndürerek kurutan araç.
kurutucu is. 1. Nemi, ısı veya hava akımıyla uzaklaştırıp içine konulan maddeleri kurutan alet: Çamaşır kurutucusu. Saç kurutucusu. 2. Boya ve parlatıcıların çabuk kurumalarını sağlamak amacıyla içlerine katılan madde.
→ buhar kurutucusu
kurutulma is. Kurutulmak işi.
kurutulmak (nsz) Kurutma işi yapılmak veya kurutma işine konu olmak.
kurutuş is. Kurutma işi veya biçimi.
kuru üzüm is. 1. Haşlanıp ardından güneşte kurutulmak suretiyle hazırlanan iri veya küçük taneli üzüm. 2. Yaş üzümün kurutulmuşu.
kuruyasıca sf. 1. İşe yaramaz, kötü: "Senin kuruyasıca huyunun bana ziyanı olmasa ben de kırkyıl söylemem. Ziyanın bana dokunuyor." -M. Ş. Esendal. 2. ünl. "İşe yaramaz, kötü" anlamlarında bir ilenme sözü.
kuru yemiş is. Fındık, fıstık, leblebi gibi yemek dışında yenilen yiyecekler.
kuru yemişçi is. Kuru yemiş satan kimse veya kuru yemiş satılan yer.
kuruyuş is. Kuruma işi veya biçimi.
kuru yük is. tic. Kara ve deniz taşıtlarıyla nakledilen katı madde, ticari eşya.
→ kuru yük gemisi
kuru yük gemisi is. den. Deniz taşımacılığında katı maddeleri taşıma özelliğine göre imal edilen gemi.
kuru ziraat is. Kuru tarım.
kurya is. İng. curia Vatikan'ı yöneten yürütme ve yargılama organlarının bütünü.
kurye is. Fr. courrier 1. Genellikle elçilik postasını yerine ulaştırmakla görevli kimse. 2. Posta, kargo, mektup vb. gönderileri alıcıya ulaştıran kimse. 3. Uçakla gönderilen mektup, koli veya havale. 4. Düzenli olarak ticari bir hizmet gören taşıt aracı.
kuryelik, -ği is. Kuryenin görevi.
kuskun is. Hayvanın kuyruğu altından geçirilerek eyere bağlanan kayış: "O başta: kuskunu kopmuş eğerli düldüller / Bu başta: Paldım düşmüş semerli bülbüller." -M. A. Ersoy.
→ kuskunu düşük
kuskunlu sf Kuskunu olan.
kuskunsuz sf 1. Kuskunu olmayan. 2. mec. Perişan, derbeder.
kuskunu düşük, -ğü sf. 1. Kuskun yeri sağrıdan aşağı olan (at). 2. mec. Gözden düşmüş (kimse).
kuskus is. Ar. kuskus Un, süt, yumurta, bulgur İle yapılan ufak ve yuvarlak taneler biçiminde kurutulmuş hamur.
→ kuskus çorbası, kuskus pilavı
kuskus çorbası is. Kuskus kullanılarak yapılan çorba: "Kocaman bakır kâsede kuskus çorbası vardı." -N. Araz.
kuskus pilavı is. Kuskus kullanılarak yapılan pilav.
kusma is. Kusmak işi, İstifra.
kusmak, -ar (nsz, -i) . 1. Midesinin içindekilerini ağız yolu ile dışarı atmak, kay etmek, istifra etmek. 2. Reddetmek: "İhanetin böylesini tarih kabul etmez, kusardı." -T. Buğra. 3. (-i) Boyanan ve temizlenen şeyler yeniden ortaya çıkmak: Kumaş lekeyi kustu. Helva yağını kusmuş. 4. mec. İçinde birikmiş kinini, öfkesini söyleyerek açığa vurmak.
kusmuk, -ğu is. Kusulan şey.
→ kara kusmuk
kusturma is. Kusturmak işi.
kusturmak (-i, -e) Kusmasına yol açmak.
kusturucu is. Kısa süre içinde kusmaya sebep olan ilaç.
kusturuş is. Kusturma işi veya biçimi.
kusuntu is. Kusmuk.
kusur is. Ar. kusur 1. Eksiklik, noksan, nakısa: "Biz bu meslek kusurundan oldum olası kendimizi kurtaramamışiz ve hâlâ kurtaramamaktayız." -B. Felek. 2. Özür. 3. Bilerek veya bilmeyerek bir İşi gereği gibi yapmama. 4. Elverişsiz durum, kusur aramak yanlışını, eksikliğini, elverişsizliğini aramak: "Hepsi de yeni gelende bir kusur arıyorlar. " -R. H. Karay, kusur bulmak 1) bir şeyin özrünü görmek; 2) gereğinden çok titiz ve hoşgörüsüz davranmak: "Nesine itiraz ederseniz ediniz, boyun bağına, pantolonun ütüsüne kusur bulamazsınız." -H. E. Adıvar. kusur etmek (veya etmemek) hoş karşılanmayacak bir davranışta bulunmak (veya bulunmamak): "Saygıda kusur etmemek için âdeta birbirleriyle yarış ediyorlardı." -F. F. Tülbentçi, kusur işlemek yanlış davranışta bulunmak, kusura bakmamak (veya kalmamak) hoş görmek: "Kusura bakma, hatırım soramadım." -S. F. Abasıyanık.
→ ağır kusur
kusurlu sf. Kusuru olan.
kusurluluk, -ğu is. Kusurlu olma durumu.
kusursuz sf Kusuru olmayan, mükemmel: "Kadının kendi şiir, hem kusursuz bir şiir." -A. Gündüz.
kusursuzluk, -ğu is. Kusursuz olma durumu: "Başının çizgilerine, kusursuzluğuna hayran kaldığım Amerikalı değil." -H. C. Yalçın.
kuş is. zool. Yumurtlayan omurgalılardan, akciğerli, sıcakkanlı, vücudu tüylerle örtülü, gagalı, iki ayaklı, iki kanatlı uçucu hayvanların ortak adı: Çalıların üstünde kuşlar cıvıldayarak uçuşuyordu." -Ö. Seyfettin, kuş gibi 1) çok hafif; 2) çabuk iş gören, eline ayağına çabuk, kuş gibi çırpınmak çaresizlik içinde telaşlı davranmak: "Sokağa çıkmak, çocukların arasına karışmak için pencerede, kafeste kuş gibi çırpınırım." -R. N. Güntekin. kuş gibi uçup gitmek (veya uçmak) 1) çok kısa süren bir hastalıkla ölmek; 2) çok kısa sürmek, geçmek: "Baktım seneler kuş gibi uçuyor /Baktım sonum bir avuç toprak" -B. Necatigil. kuş gibi (veya kadar) yemek çok az yemek, kuş kadar canı olmak küçük, cılız, güçsüz bir yaratık olmak: "Kaç gündür helak oluyor jukara, biraz dinlensin; kuş kadar canı var, temelli eriyip bitecek!" -A. İlhan, kuş kanadıyla gitmek çok hızlı gitmek, kuş mu konduracak? "yapacağı şey görülmemiş bir sanat eseri mi olacak?" anlamında kullanılan bir söz. kuş uçmaz, kervan geçmez kimsenin uğramadığı ıssız ve sapa: "Ege kıyısının kuş uçmaz, kervan geçmez bir nahiyesinde muallimdim. " -Halikarnas Balıkçısı, kuş uçurmamak hiçbir şeyin veya kimsenin kaçmasına, geçmesine imkân vermemek: "Zavallının yanına kimseyi sokmaz, bağından, bahçesinden kuş uçurmazmış." -F. R. Atay. kuşa benzemek (veya dönmek) bir şey düzeltilmek İstenirken komik veya biçimsiz bir duruma gelmek.
→ kuş bakışı, kuşbaşı, kuş beyinli, kuş bilimi, kuşburnu, kuşdili, kuş dili, kuşekmeği, kuş evi, kuşgömü, kuşgözü, kuşhane, kuş iğdesi, kuş kafesi, kuşkanadı, kuş kirazı, kuşkonmaz, kuşlokumu, kuşmar, kuş otu, kuşpalazı, kuş sütü, kuş tüyü, kuş ucumu, kuş uçuşu, kuş uykusu, kuş üzümü, husyemi, kuş yemi, kuş yuvası, akkuş, alıcı kuş, baykuş, boğmaktı kuş, karakuş, kurt kuş, makaralı kuş, yırtıcı kuş, ardıç kuşu, arı kuşu, av kuşu, balaban kuşu, bayır kuşu, borazan kuşu, can kuşu, cennet kuşu, çakıl kuşu, çalı kuşu, çavuş kuşu, çayır kuşu, çekirge kuşu, çulha kuşu, dalgıç kuşu, deve kuşu, devlet kuşu, fırtına kuşu, Flaman kuşu, gece kuşu, gelin kuşu, hak kuşu, hamsikuşu, incir kuşu, İshak kuşu, iskete kuşu, kar kuşu, kardinal kuşu, karınca kuşu, kaşıkçı kuşu, keten kuşu, kız kuşu, kukumav kuşu, muhabbet kuşu, murabut kuşu, ökse kuşu, örümcek kuşu, saka kuşu, sıvacı kuşu, sinek kuşu, şakrak kuşu, şeytan kuşu, talih kuşu, tarla kuşu, tavus kuşu, tepeli deve kuşu, tepeli tarla kuşu, tropik kuşu, yağmur kuşu, yont kuşu, ötücü kuşlar, bataklık kuşları, dalgıç kuşları
kuşak, -ğı is. 1. Bele sarılan uzun ve enli kumaş: "Kuşağının arasından bir iri (ütün tabakası çıkarıp bana uzattıktan sonra..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Sağlamlığını artırmak için, bir şeyin çevresine geçirilen ağaçtan veya metalden bağ. 3. astr. Yeryüzünde veya herhangi bir gök cisminde belli şartlan sağlayan bölge: İklim kuşakları. Zaman kuşakları. 4. coğ. Yeryüzünün kutuplar, kutup daireleri ve dönencelerle belirlenen beş bölümünden her biri, küre kuşağı: Isı kuşak. 5.fel. Yaklaşık olarak aynı yıllarda doğmuş, aym çağın şartlarını, dolayısıyla birbirine benzer sıkıntıları, kaderleri paylaşmış, benzer ödevlerle yükümlü olmuş kişilerin topluluğu: Sanal kuşağı. 6. mat. Bir küre yüzeyi, paralel iki düzlemle kesildiğinde iki kesitin arasında kalan bölüm. 7. sin. ve TV Henüz birleştirilmemiş ses ve görüntü taşıyan filmler. 8. sin. ve TV Televizyonda programlar için ayrılmış özel zaman dilimi: Çizgi film kuşağı. Sinema kuşağı. 9. sos. Yaklaşık olarak yirmi beş, otuz yıllık yaş kümelerini oluşturan bireyler öbeği, göbek, nesil, batın, jenerasyon: "Bugünkü kuşak benim kuşağımın bir hikâyesini dinlemelidir. " -F. R. Atay.
→ kuşak bağlama, ısı kuşak, orta kuşak, sıcak kuşak, şal kuşak, tropikal kuşak, yeşil kuşak, Burçlar Kuşağı, dalga kuşağı, deprem kuşağı, ebekuşağı, ebemkuşağı, gayret kuşağı, gelinkuşağı, gökkuşağı, hacılarkuşağı, küre kuşağı, meryemanakuşağı, orman kuşağı, reklam kuşağı, ses kuşağı, yağmur kuşağı
kuşak bağlama is. 1. Düğün sırasında baba veya başka bir büyük tarafından gelinin beline kırmızı kurdele dolama: "Baba ... belindeki şal kuşağı çözer, gelinin beline bağlar, iki genci el ele verir, bu merasimin adı kuşak bağlamadır." -R. H. Karay. 2. Tarikatlarda, medreselerde belli bîr düzeye gelen öğrencilere kuşak takma töreni, kemer bağlama. 3. sp. Karate, judo gibi Uzak Doğu oyunlarında aşama kaydetme.
kuşaklama is. 1. Kuşaklamak işi veya biçimi. 2. zf. Kuşak biçiminde: Duvarın içine kuşaklama, bir ağaç koymalı.
kuşaklamak (-i) Kuşaklarla sağlamlaştırmak.
kuşaklanma is. Kuşaklanmak durumu.
kuşaklanmak (nsz) 1. Kuşaklama işine konu olmak. 2. mec. Çepeçevre sarılmak; "İstanbul, gecenin karanlığım bir cadde genişliğinde delip geçen bir ışık çemberiyle kuşaklanmıştı." -F. R. Atay.
kuşaklı sf. Kuşağı olan: "Kıpkızıl ve gırtlaktan aşağı kuşaklı gömlek, tuhaf bir kasket ve elde silah'." -A. Gündüz.
kuşaksız sf. Kuşağı olmayan.
kuşane is. (kuşa:ne) hlk. Yayvan küçük tencere.
kuşanılma is. Kuşanılmak işi.
kuşanılmak (nsz) Kuşanma işi yapılmak.
kuşanış is. Kuşanma işi veya biçimi.
kuşanma is. Kuşanmak işi.
→ kılıç kuşanma
kuşanmak (-i) 1. Beline kuşak, kılıç, kemer vb. şeyler bağlamak. 2. Giyinmek: "Takkesini geçirmiş, entarisini kuşanmış, elma soyuyordu. " -A. Gündüz.
kuşantı is. Giyecek, kuşanılacak şey.
kuşatılma is. Kuşatılmak işi.
kuşatılmak (nsz) Kuşatma işi yapılmak, çevresi sarılmak.
kuşatış is. Kuşatma işi veya biçimi.
kuşatma is. ask. Bir ülkenin veya bir yerin dış dünya ile olan her türlü bağlantısını kuvvet kullanarak kesme, kuşatma, sarma, ihata: "Bir türlü, ne yapsa, nereye gitse bu kuşatmadan kurtulamıyordu bir türlü." -Y. Kemal.
kuşatmak (-i) 1. Çevresini sarmak, çevrelemek, çevirmek, abluka etmek, ablukaya almak, ihata etmek, muhasara etmek: "Denize bakan yönü ile yan sınırlarını rüzgârı kesen sık kargılıklar kuşatıyordu." -N. Cumalı. 2. Çevrelemek, çokça bulunmak. 3. Kaplamak: Fabrika dumanları bütün şehri kuşattı. 4. Bele sarılıp bağlanan şeyleri başkasının beline bağlamak.
kuş bakışı is. 1. Yüksek bir yerden aşağıya doğru, bütün genişliği içine alacak biçimde bakış: "İstanbul'un kuş bakışı ile bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum." -P. Safa. 2. zf. mec. Genel olarak: "Zaman içinde bir an geri dönelim ve geçmiş yüzyıllara şöyle kuş bakışı bir bakalım." -N. Araz.
kuşbaşı sf. Küçük bir kuşun başı büyüklüğünde doğranmış (et vb.): Kuşbaşı et.
kuşbaşılı sf. İçinde kuşbaşı et olan: "Çocuklara kuşbaşılı bulgur pilavı ziyafeti çekiliyor." -A. Gündüz.
kuşbaz is. T. kuş + Far. -baz 1. Süs kuşları yetiştiren kuş meraklısı. 2. tar. Padişahların av kuşlarını yetiştiren görevli.
kuş beyinli sf. Akılsız, aptal: "Beni sakın kuş beyinli bir kız sanmayınız." -H. E. Adıvar.
kuş beyinlilik, -ği is. Kuş beyinli olma durumu.
kuş bilimci is. zool. Kuş bilimi uzmanı, ornitolog.
kuş bilimi is. Kuşları inceleyen bilim, ornitoloji.
kuşburnu is. bot. 1. Çalılık ve ormanlık alanlarda yetişen, soluk pembe renkte çiçekler açan bir ağaç, yaban gülü ağacı (Rosa canina). 2. Bu ağacın parlak kırmızı renkli, içi tüylü ve çekirdekli meyvesi. 3. Bu meyveden yapılan içecek.
kuşçu ıs. 1. Süs kuşları yetiştirip satan kimse: "Kendimi tanımaya ve etrafımdakileri seçmeye başladığım zaman bîr kuşçu dükkânında bulunuyordum." -R. H. Karay. 2. tar. Saraylarda şahin, doğan vb. avcı kuşların bakımıyla görevli kimse. 3. tar. Suç işleyen saray hasekilerini cezalandırmak ve yola getirmekle görevli haseki subayı.
→ kuşçubaşı
kuşçubaşı is. tar. Kuşçulardan sorumlu olan üst görevli.
kuşçuluk, -ğu is. Kuş yetiştirme merakı veya kuş yetiştirip satma işi.
kuşdili is. bot. Bir tür dişbudak.
kuş dili is. Genellikle çocukların, kelimelerin biçimlerini değiştirerek kelimelerin başına, hecelerin arasına başka kelime veya hece ekleyerek uydurdukları bir tür konuşma.
kuşe is. Fr. couche Özen isteyen baskı işlerinde kullanılan, parlak, düzgün, pürüzsüz, kaygan kâğıt. ,
→ kuşe kâğıdı, papyekuşe
kuşe kâğıdı is. Kuşe.
kuşekmeği is. bot. Turpgillerden, çorak yerlerde yetişen, beyaz veya mor çiçekli, eskiden hekimlikte kullanılmış olan otçul bir bitki, çobandağarcığı (Thlaspi).
kuşet is. Fr. coucheîte Gemi veya tren yatağı.
kuşetli sf. Kuşeti olan: Kuşetli vagon.
kuşetsiz sf. Kuşeti olmayan: Kuşetsiz vagon.
kuş evi is. Kuşların barınmalarını ve korunmalarını sağlamak için saray, köşk vb. konutların duvarlarına veya bahçelerindeki büyük ağaçların dallarına özel olarak yaptırılan yuva.
kuşgömü is. Pastırmanın fileto bölümü.
kuşgöztt 75. mim. Ev, villa vb. konutların çatı katlarını aydınlatmaya yarayan küçük pencere.
kuşhane is. (kuşha:ne) T. kuş + Far. hâne esk. İçinde süs kuşları beslenilen ve üretilen küçük oda veya büyük kafes.
kuş iğdesi is. bot. İğdegillerden, 60-80 yıl ömürlü, zeytin yaprağını andıran, ince yapraklı, dikenli, meyveleri zeytin iriliğinde, dekoratif amaçlı olarak yetiştirilen bir ağaç (Elaeagnus angustifolia).
kuş kafesi is. Kuşun içinde barındırıldığı yuva. kuş kafesi gibi ufak ve güzel (yapı).
kuşkanadı is. tıp Göz akı zarının göz bebeğine doğru bir ok ucu biçiminde ilerlemesi.
kuş kirazı is. bot. 1. Gülgillerden, yaprak açmadan önce beyaz çiçek veren, kaplamacılıkta kullanılan yabani ağaç, ılgıncar, gelinfeneri (Cerasus padus). 2. Bu ağacın reçeli ve likörü yapılan meyvesi.
kuşkonmaz is. bot. 1. Zambakgillerden, uç dallan yapraksı görünüşte, toprak altı kök saplarından çıkan taze sürgünleri yenen bir bitki (Asparagus offıcinalis). 2. Aynı familyadan, saksılarda yetiştirilen, uzun saplı, ince ve küçük yapraklı bir süs bitkisi (Asparagus plumosus).
kuşku is. 1. Bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu kestirmemekten doğan kararsızlık, kuruntu, işkil, şüphe, acaba: "Bütün bunlar hatırlanınca onun zaten bilinen ve kabul edilen samimiyeti kuşku konusu yapılmazdı. " -T. Buğra. 2. psikol. Başkalarının iyi niyet ve amaçlarını kötüye yorarak işkillenme duygusu, kuşku beslemek (veya duymak) kuşkulanmak, kuşku uyanmak şüphe uyanmak: "Fakat bu mektubun yazısı önceki gün gelen zarf üzerindeki yazıya çok benzediği için genç adamın yüreğinde bir kuşku uyanıyor..." -Y. K. Karaosmanoğlu. kuşkusu kalmamak bir konuda her şeyi bilmek, şüphe duymamak: "Tek kuşkum kalmamış evrende, hangi konu açılsa tek sözle ağzım tıkarım bütün bilgilerin." -T. Oflazoğlu. kuşkuya düşmek kuşkulanmak, kuşku beslemek, kuşku duymak, şüpheye düşmek.
kuşkucu sf. 1. Açık bir biçimde kanıtlanmamış her şeyden kuşkuya düşen, şüpheci, septik, 2. fel. Kuşkuculuk yanlısı olan, septik.
kuşkuculuk, -ğu is. fel. Özellikle doğa ötesi konularda olumlu veya olumsuz yargıda bulunmaktan çekinme temeline dayanan öğreti, şüphecilik, septisizm.
kuşkulandırma is. Kuşkulandırmak işi.
kuşkulandırmak (-i) Kuşkuya düşürmek, kuşkulanmasına yol açmak, şüphelendirmek: "Baş başa kaldıkları zaman o hem sıcak hem de kuşkulandıran gülümseyişi ile..." -T. Buğra.
kuşkulanma is. Kuşkulanmak işi.
kuşkulanmak (nsz) Kuşku içinde bulunmak, kuşku duymak, şüphelenmek: "Bu sükûttan kuşkulanan Mebrure, yarı beline kadar hastanın üstüne düşerek elini yakaladı." -P. Safa.
kuşkulu sf. 1. Kuşku belirten, kuşku anlatan, şüpheli: "Demir parmaklıklı penceresinden içeriye kuşkulu bir göz atıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Kuşku içinde olan, şüpheli: "Beynimizde biriken bayağı ve kuşkulu fikirleri çam kokularına sürünmüş nazlı hava alıp götürdü." -R. H. Karay. 3. Kuşkucu.
kuşkusuz sf 1. Kuşkusu olmayan, işkilsiz. 2. zf. Elbette, şüphesiz: "Neşem, iştiham var ve kuşkusuz sağlıklıyım." -R. H. Karay.
kuşkusuzluk, -ğu is. Kuşkusuz olma durumu.
kuşlak, -ğı is. esk. Av kuşları bol olan yer.
kuşlar ç. is. zool. Çok hücreli hayvanlardan, omurgalıların geniş bir sınıfı.
kuşlokumu is. Yumurta, un ve şekerle yapılan bir tür kurabiye.
kuşluk, -ğu is. 1. Günün sabahla öğle arasındaki bölümü: "Tarhana çorbasıyla birer baş soğan, birer çeyrek ekmekti kuşlukta yedikleri." -N. Cumalı. 2. Kuşlara yem verilen zaman. 3. Büyük kuş kafesi.
→ kuşluk namazı, kuşluk vakti, kuşluk yemeği, kaba kuşluk, koca kuşluk
kuşluk namazı is. din b. Kuşluk vaktinde kılman namaz.
kuşluk vakti is. Kuşluk: "Kuşluk vaktinin sıcağına rağmen bina loş ve serin." -R. H. Karay.
kuşluk yemeği is. Kuşluk vakti yenilen yemek: "İş sahibi bir kuşluk, bir de öğle yemeği veriyordu." -N. Cumalı.
kuşmar is. Kuş avlamak için hazırlanmış tuzak, kuş tuzağı.
kuş otu is. bot. Yol kenarlan, duvar dipleri ve bahçelerde yetişen bir yıllık ve otsu bir bitki (Stellaria media).
kuşpalazı is. tıp Difteri.
kuş sütü is. Bulunmayan şey. kuş sütü ile beslemek hiç eksiksiz, özenle beslemek. kuş sütünden başka her şey var her türlü yiyecek var.
kuş tüyü is. 1. Yatak, yorgan, yastık doldurmaya yarayan bazı kuşların tüyü. 2. sf. Bu tüylerle doldurulmuş olan: "Kuş tüyü yastıklı hasır sandalyelere oturdular." -R. H. Karay, kuş tüyü gibi çok yumuşak (oturacak, yatacak yer).
kuş ucumu is. Kuş uçuşu.
kuş uçuşu is. İki nokta arasında doğrultu yönünde alınan mesafe.
kuş uykusu is. Hafif uyku, tavşan uykusu.
kuş üzümü is. bot. Siyah, çok ufak taneli, çekirdeksiz bir üzüm çeşidi.
kuşyemi is. bot. 1. Buğdaygillerden, durgun sularda yetişen bir bitki (Phalaris canariensis). 2. Bu bitkinin taneleri.
kuş yemi is. Kuşlara yedirilen çeşitli tahıl taneleri, dane.
kuş yuvası is. Kuşun içinde barındığı yer.
kut is. Mutluluk.
kutan is. Saka kuşu.
kutlama is. 1. Kutlamak İşi, tebrik. 2. Kutlama töreni.
kutlamak (-i) 1. Mutlu bir olaya sevinildigini söz, yazı veya armağanla anlatmak, tebrik etmek. 2. Önemli bir olayın gerçekleşmesinin yıl dönümü dolayısıyla tören yapmak, tesit etmek: "Ben her sene 11 mayısta doğum günümü kutlarım." -B. Felek.
kutlanış is. Kutlanma işi veya biçimi.
kutlanma is. Kutlanmak işi.
kutlanmak (nsz) Kutlama işi yapılmak, tebrik edilmek.
kutlayış is. Kutlama işi veya biçimi.
kutlu sf. Uğur getirdiğine inanılan, uğurlu, ongun, mübarek: "İşte akşam oldu, bizim artık her yer / Doldur kutlu ellerinle kadehimi." -A. M. Dranas. kutlu olsun "uğurlu olsun, bolluk ve iyilik getirsin" anlamlarında bir kutlama sözü.
kutlulama is. Kutlulamak işi.
kutlulamak (-i) Kutlamak.
kutluluk, -ğu is. Kutlu olma durumu.
kutnu is. Ar. kutnl hlk. Pamuk veya ipekle karışık pamuktan dokunmuş kalın, ensiz kumaş türü: "Kutnu kumaş dökülmüş, şala kim bakar / Ger Ali'nin kurşunu dağları yakar. " -Halk türküsü.
kutsal sf. 1. din b. Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsi, mukaddes. 2. Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kutsi, mukaddes: "Aşkın kutsal tarafına inanmamı sarhoşluk belirtisi diye yorumladım." -H. E. Adıvar. 3. Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen; "Demokraside, insanın en doğal, en kutsal hakları bir pazarlık konusu olur." -N. Cumalı. 4. fel. Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olan.
→ dış kutsal
kutsallaşma is. Kutsallaşmak işi.
kutsallaşmak (nsz) Kutsal duruma gelmek.
kutsallaştırış is. Kutsallaştırma işi veya biçimi.
kutsallaştırma is. Kutsallaştırmak işi, kutsama.
kutsallaştırmak (-i) Kutsal duruma getirmek, kutsamak: "Ana muhabbetini böylece kutsallaştırmış bulunuyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kutsallık, -ğı is. Kutsal olma durumu, kutsiyet: "Çok eski zamanlarda ineğe bu kutsallık boşuna verilmemiştir." -H. Taner.
kutsama is. Kutsamak işi, takdis.
kutsamak (-i) 1. Kutsallaştırmak. 2. Kutluluk dilemek, takdis etmek. 3. Kutlu ve aziz kılmak.
kutsi sf. (kutsi:) Ar. kudsi Kutsal: "Falih Rıfkı, Türk gazeteciliğini bir vatan hizmeti telakki etmiş ve kutsi bir vazife gibi ifa ediyor." -Y. K. Beyatlı.
kutsileşme is. Kutsileşmek işi veya durumu.
kutsileşmek (nsz) Kutsal duruma gelmek: "Bizim hayatımız için böyle kutsileşmiş yerlerimiz vardır." -A. Ş. Hisar.
kutsiyet is. Ar. kuâsiyyet esk. Kutsallık.
kutsuz sf. 1. Uğursuz, kötü, menhus. 2. Mutsuz, zavallı.
kutsuzluk, -ğu is. Kutsuz olma durumu.
kutu is. Yun. 1. İnce tahta, mukavva, teneke, plastik vb.nden yapılmış, genellikle kapaklı kap: "Enfiyesini, üstü mineli bir kutudan çekerdi." -A. Ş. Hisar. 2, sf. Bu kabın alabildiği miktarda olan: Bir kutu lokum. 3. fiz. Elektrik akımı devrelerinde birleştirme yapmak, akımı bir veya daha fazla kollara ayırmak için kullanılan araç, buat. 4. Elektrik veya telefon tellerinin toplanıp bağlandığı kap. 5. mec. Bir kimsede, bir yerde, bir şeyde iyi veya kötü bir özelliğin fazlalığını belirten bîr söz: Akıl kutusu. Fesat kutusu. kutu gibi küçük fakat kullanışlı ve şirin: "Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi / Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi." -A. M. Dranas.
→ kutu kutu, camekânlı kutu, kapalı kutu, karakutu, akıl kutusu, batarya kutusu, boya kutusu, ecza kutusu, kalem kutusu, mücevher kutusu, müzik kutusu, posta kutusu, sorgu kutusu, vites kutusu, yağ kutusu, zemberek kutusu
kutucu is. Kutu yapan veya satan kimse.
kutuculuk, -ğu is. Kutu yapma veya satma işi.
kutu kutu is. 1'den 10'a kadar sayıların gizlice yazılıp tahmin edilmesine dayanan ve iki çocuk arasında oynanan bir oyun.
kutulama is. Kurulamak işi.
kutulamak (-i) Kutuya yerleştirmek, kutuya koymak.
kutulanış is. Kutulanma işi veya biçimi.
kurulanma is. Kurulanmak işi.
kutulanmak (nsz) Kutulama işi yapılmak.
kurulayış is. Kutulama işi veya biçimi.
kutulu sf. Kutusu olan.
→ kutulu telefon
kutulu telefon is. Halkın kullanımına sunulan, para, jeton veya manyetik özelliği olan kartla çalışan telefon, ankesörlü telefon.
kutup, -tbu is. Ar. kutb 1. Yer yuvarlağının, Ekvator'dan en uzak olan yer ekseninin geçtiği varsayılan iki noktasından her biri: "Kutuplara gitmeği bile çok düşündüm." -P. Safa. 2. mec. Birbiriyle karşıt olan şeylerden her biri: "Çalışanlarla çalıştıranları ayrı kutuplarda toplayarak birbirine düşman ediyor." -N. Cumalı. 3. astr. Gök küresinin, dolayında döndüğü varsayılan eksenin iki ucundan her.,biri. 4. fiz. Elektrik akımını oluşturan gerilim ayrılığının en yüksek dereceyi bulduğu iki noktadan her biri. 5- fiz. Bir mıknatıs demirinin iki ucundan her biri. 6. esk. ve mec. Bir konuda yüksek bilgisi ve yetkisi olan kimse: "Kendini kaza halkına âdeta bir kutup diye tanıtmıştı." -E. E. Talu.
→ kutup engel, Kutup Yıldızı, pozitif kutup, zıt kutup, gök kutbu, Güney Kutbu, Kuzey Kutbu
kutup engel is. fiz. Bir pilde elektromotor kuvveti düşüren polarma olayına karşı gelmek ve elektrik akımının durmasını Önlemek için kullanılan kimyasal maddelerden her biri.
kutuplanma is. Kutuplanmak işi, polarizasyon.
kutuplanmak (nsz) fiz. 1. İki kutupta toplanmak. 2. Pusula ibresi kutba doğru yönelmek.
kutuplaşma is. Kutuplaşmak işi.
kutuplaşmak (nsz) Bir topluluk birbirine karşıt gruplara ayrılmak.
kutupsal sf. Kutupla ilgili.
→ dolay kutupsal
Kutup Yıldızı öz. is. astr. Gök küresinin kutbuna en yakın olan Küçükayı denilen takımyıldızın en ucunda bulunan, kuzeyi belirleyen durağan yıldız, Demirkazık, Kuzey Yıldızı.
kutur, -tru is. Ar. kutr mat. esk. 1. Daire ve kürede çap. 2. Köşegen.
→ nısıf kutur
kuut, -du is. Ar. ku'üd esk 1. din b. Namazın oturularak kılınan kısmı. 2. Oturma.
kuvars is. Alm. Quarz jeol. Billurlaşmış silisin doğada çok yaygın bir türü.
kuvarsit is. Fr. auartzite min. Kum taşı.
Kuvayımilliye öz. is. (kuva.yımilliye) Ar. kuvü + milliyye tar. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Yunanların İzmir'i işgal etmeleri ve Anadolu'da ilerlemeleri üzerine kurulan ve onlara karşı savaşan milli teşkilat.
kuver is. Fr. couvert 1. Lokantalarda yemeklerin servisinden önce masaya serilen örtü: Çay bahçesinde kuver ücreti olarak bir milyon lira istediler. 2. Bu örtüyle birlikte çatal, bıçak, kaşık, şamdan, tuzluk vb. şeylerin servise sunulmasından dolayı alınan ücret.
kuvertür is. Fr. couverture Örtü.
Kuveytli öz. is. Kuveyt halkından olan kimse.
kuvöz is. Fr. couveuse Özellikle erken veya yeni doğmuş bebeklerin, bulaşıcı hastalıklardan korunması amacıyla içine yerleştirildiği, belirli sıcaklığı olan araç.
kuvve is. Ar. kuvve esk. 1. Düşünce, niyet. 2. Bir devletin silahlı kuvvetlerinin durumu veya gücü. 3. Yeti. (bir şeyi) kuvveden fiile çıkarmak düşünülen, tasarlanan şeyi gerçekleştirmek.
kuvvet is. Ar. kuvvet 1. Fiziksel güç, takat: "Bu kadar cesur bir hamleye yetecek kuvvetim yok." -Y. Z. Ortaç. 2. Güç: "Hâlbuki devlet kuvvetlerinin yerini, hangi şahsi kuvvet tutabilirdi?" -F. R. Atay. 3. Şiddet, zor, cebir: Kuvvet kullanmak. 4. Yetke, erk, nüfuz. 5. Dayanıklı olma durumu, tahammül, mukavemet. 6. ask. Bir ülkenin savaşçı silahlı kuruluşları veya gücü: "Nasıl ki düşmanın da her gün ümidi ve kuvveti eksîlecektir." -R. E. Ünaydın. 7. fiz. Durgunluğu harekete veya hareketi durgun bir duruma çeviren etken, direnci kıran veya direnç doğuran Özellik. 8. mat. Bir niceliğin kendisi İle çarpılarak yükseltildiği derecelerden her biri: 2x2x2=2 denkleminde, 3 sayısı 2'nin kuvvetini gösterir. ... -e kuvvet herhangi bir şeye ağırlık verildiğinde kullanılan bir söz: Paraya kuvvet, kuvvet almak herhangi bir yardımla gücü artmak, kuvvetlenmek, kuvvet bulamamak cesaret edememek, (bir şeye) kuvvet vermek bir konuya çok önem vermek: Matematiğe kuvvet verince öbür derslerini yetiştiremedi. kuvvetini toplamak gücünü artırmak, kuvvetlenmek, kuvvetle 1) güçlü ve sağlam bir biçimde; 2) mec. üzerinde durarak, direnerek: Kuvvetle iddia edilebilir, kuvvetten düşmek gücü azalmak.
→ kuvvet çifti, kuvvet komutanları, acı kuvvet, çeneye kuvvet, gramkuvvet, kaba kuvvet, kahir kuvvet, kara kuvvet, kilogramkuvvet, merkezkaç kuvvet, teşrii kuvvet, zırhlı kuvvet, zinde kuvvet, adezyon kuvveti, bilek kuvveti, icra kuvveti, kolluk kuvveti, teşri kuvveti, yasama kuvveti, var kuvvetiyle, bindirilmiş kuvvetler, deniz kuvvetleri, hava kuvvetleri, ihtiyat kuvvetleri, kara kuvvetleri
kuvvet çifti is. fiz. Birbirine paralel ters yönde ve eşit ağırlıkta iki kuvvetin oluşturduğu kuvvet takımı.
kuvvet komutanları ç. is. ask. Kara, deniz, jandarma ve hava kuvvetleri komutanlarına toplu olarak verilen ad.
kuvvetlendirici is. 1. Gücü artıran, güçlendirici şey. 2. Fotoğrafçılıkta negatiflerin güçlendirilmesini sağlayan banyo.
kuvvetlendiriş is. Kuvvetlendirme işi veya biçimi.
kuvvetlendirme is. Kuvvetlendirmek işi.
kuvvetlendirmek (-i) Güçlenmesini sağlamak, gücünü artırmak: "Garp medeniyetine girmek ve Türk harsını kuvvetlendirmek, Türkçülüğün ikiz çocuklarıdır." -O. S. Orhon.
kuvvetleniş is. Kuvvetlenme işi veya biçimi.
kuvvetlenme is. Kuvvetlenmek işi.
kuvvetlenmek (nsz) Güç kazanmak, direnci veya gücü artmak: "insanların talihlerini kendilerinin yaptıkları hakkındaki kanaatimiz kuvvetlenir." -A. Ş. Hisar.
kuvvetli sf. 1. Gücü çok olan, zorlu, şiddetli: "Güneşin en yüksek, rüzgârın en kuvvetli olduğu an kavga azıyor." -H. E. Adıvar. 2. Sağlam, dayanıklı olan: "Beyaz şayaklar giymiş, kuvvetli gürbüz yüzü, ensesi güneşten yanmış sporcu." -Ö. Seyfettin. 3. Görevini iyi yapan, keskin: Kuvvetli gözleri var. 4. Çok etkileyici: "En kuvvetli inatlar ve zulmetler bile artık mukavemet edemiyor." -Ö. Seyfettin. 5. Saygın, nüfuzlu. 6. Üstün. 7. Etkili: "İkinci gün sıtmadan şüphelendik, kuvvetli dozda kinin verdik." -R. N. Güntekin.
→ çenesi kuvvetli, güçlü kuvvetli, nefesi kuvvetli, sinirleri kuvvetli
kuvvetlice sf. (kuvvetli'ce) 1. Oldukça güçlü, kuvvetli. 2. Biraz güçlü, biraz kuvvetli: Kuvvetlice bir çocuk.
kuvvetölçer is. fiz. Kuvvetleri ölçmeye yarayan cihaz, dinamometre.
kuvvetsiz sf. 1. Gücü, kuvveti olmayan, güçsüz. 2. Etkisiz: Kuvvetsiz bir ilaç.
kuvvetsizlik, -ği is. Kuvvetsiz olma durumu, güçsüzlük.
kuymak, -ğı is. hlk. 1. Mısır ununun erimiş tereyağıyla kavrulması, su eklenmesi, bir miktar peynir katılması ve bir süre kaynatılmasıyla elde edilen yemek. 2. Karadeniz bölgesinde ve özellikle Trabzon'da yapılan bir tür yemek: Mısır kaymağı.
kuyruk, -ğu is. 1. Hayvanların çoğunda, gövdenin art yanında bulunan, omurganın uzantısı olan uzun ve esnek organ. 2. Kuşlarda gövdenin art yanında bulunan tüy demeti. 3. Koyunun bazı türlerinde eritilerek yağı alınan bir uzantısı. 4. Başın arkasına toplanmış saç demeti. 5. Bir harfin bitiş çizgisine yakın yerde, birden bir dönüş yapan kısa çizgi. 6. mec. Bazı şeylerde kuyruğa benzeyen uzantı veya baş tarafın aksi yönünde kalan bölüm: Uçağın kuyruğu. Gelinliğin kuyruğu. 7. mec. İnsanların sıra beklemek için, art arda durarak oluşturduğu dizi: "Çoğu yirmi yaş civarında, sürü sepet öğrenci genç, kuyruğa girmiş, sırasını bekliyor " -A. ilhan, 8. alay Birisinin arkasına takılıp hiç ayrılmayan kimse: Falanca kuyruğu ile birlikte geliyor, kuyruk çekmek gözün çevresine kalem veya sürme ile çizgi çekmek: "Zehra elinde kalem, gözlerine kuyruk çekiyordu. " -A. İlhan, kuyruk olmak arka arkaya dizilmek, sıralanmak, kuyruk sallamak yaltaklanmak: "Gül gibi yavrusunu bırakıp da evlenecekmiş. Kuyruk sallaya sallaya oğlumu öldürttü." -Y. Kemal, kuyruk yapmak uzun ve peş peşe bir sıra oluşturmak: "Ama hâlâ bilet var diye bekleyen en aşağı beş bin kişi güzel bir kuyruk yapmışlar." -B. R. Eyuboğlu. kuyruğa girmek ayakta arka arkaya durulan diziye girmek: "İki kişinin arkasından kuyruğa girdiği sırada, seyis biletlerini alıyordu." -N. Cumalı. kuyruğu dikmek 1) hayvan koşmaya, başlamak; 2) insan bulunduğu yerden uzaklaşmaya başlamak, kuyruğu kapana kısılmak (veya sıkışmak) çok zor duruma düşmek, kuyruğu titretmek argo ölmek. (birinin) kuyruğuna basmak birini İncitip saldırıda bulunmasına yol açmak, tahrik etmek, (birinin) kuyruğuna teneke bağlamak 1) biriyle aşırı derecede alay etmek; 2) birini, herkesin alay edeceği biçimde kovmak, kuyruğunu kısmak korkup -sinmek. (birinin) kuyruğunu kıstırmak birini güç bir duruma düşürmek, kuyruğunu tava sapına çevirmek haddini bildirmek, gereken dersi vermek: "Sonra benim kuyruğumu tava sapına çevirirler efendim, diye bağırıyor, masa başındaki erkândan tekrar yardım istiyor." -R. N. Güntekin.
→ kuyruk acısı, kuyrukkakan, kuyruk kemiği, kuyruksallayan, kuyruk sokumu, kuyruksüren, kuyruk yağı, akkuyruk, çatalkuyruk, dikkuyruk, kamçı kuyruk, kepçekuyruk, kıl kuyruk, kılıçkuyruk, kılkuyruk, kızılkuyruk, sartkuyruk, sivrikuyruk, uzunkuyruk, yağlı kuyruk, aslankuyruğu, atkuyruğu, farekuyruğu, göz kuyruğu, itkuyruğu, it kuyruğu, katırkuyruğu, kırlangıçkuyruğu, köpekkuyruğu, sıçankuyruğu, sığırkuyruğu, tavuskuyruğu, tilkikuyruğu
kuyruk acısı is. Hınç, alınacak öç.
kuyrukkakan is. zool. Kara tavukgillerden, böcek ve meyve ile beslenen küçük ötücü bir kuş (Saxicola).
kuyruk kemiği is. biy. Omurganın alt ucunda bulunan, kuyruk sokumu kemiği ile eklemlenen, önden arkaya doğru yassı, üçgen biçiminde kemik.
kuyruklu sf. 1. Kuyruğu olan. 2. is. hlk. Akrep: "Sandığın üstündeki ikinci yatağı kucaklayıp kaldırdığı sırada bir kuyruklu, yatağın altından fırladı, sandığın gerisine doğru hızla kaçtı." -N. Cumalı.
→ kuyruklu kelebek, kuyruklu kurbağa, kuyruklu piyano, kuyruklu yalan, kuyruklu yıldız, püskül kuyruklular
kuyruklu kelebek, -ği is. zool. Kanatlan siyah benekli sarı renkte bir Avrupa kelebeği (Papillio machaon).
kuyruklu kurbağa is. zool. Yumurtadan yeni çıkmış ve evrim geçirmemiş yavru kurbağa.
kuyruklular ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, amfibyumlar sınıfının, vücut ve kuyrukları uzun, bacakları zayıf, birçok semender türlerini İçine alan bir alt takımı, urodel.
kuyruklu piyano is. Duvar piyanosu gibi dik olmayan, gövdesi üç ayak üstünde yatık bir durumda bulunan piyano.
kuyruklu yalan is. Çok büyük yalan.
kuyruklu yıldız is. astr. Güneş çevresinde büyük yuvarlak bir elips veya bir parabol çizen, kuyruk denilen ışıklı bir uzantısı olan gök cismi, kuyruklu yıldız başı kuyruklu yıldızın önde giden yuvarlak parçası, kuyruklu yıldız çekirdeği kuyruklu yıldız başının ortasında yıldıza benzeyen parlak nokta, kuyruklu yıldız saçı kuyruklu yıldız çekirdeğini saran ışıklı gaz yuvan.
kuyruksallayan is. zool. Kuyruksallayangillerden, kanatları ve vücudunun üst bölümü kül rengi, alt bölümü değişik san olan, uzun kuyruklu, küçük, ötücü kuş, yont kuşu (Motacilla).
kuyruksallayangiller ç. is. zool. Kuyruksallayan, incir kuşu vb. ötücü kuşları içine alan familya.
kuyruk sokumu is. onat. İnsanda omurganın alt ucunun bitim yeri.
→ kuyruk sokumu kemiği
kuyruk sokumu kemiği is. onat. Omurganın bitiminde, beş kuyruk omurunun kaynaşmasından oluşan, üçgen biçiminde kemik.
kuyruksuz sf. Kuyruğu olmayan.
kuyruksuzlar ç. is. zool. Kurbağalar.
kuyruksüren is. zool. Firavun faresi.
kuyruk yağı is. Koyun kuyruğunun eritilmesinden elde edilen yağ.
kuytu sf. 1. Issız, sessiz ve göze çarpmayan (yer): "Kahvenin kuytu bir köşesinde, bağıra bağıra konuşuyorlardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Uğrak olmayan, içerlek, sapa (yer): Dükkân kuytu yerde olduğundan işlemiyor. 3. Sessiz, ıssız, tenha (yer). 4. Güneş ışığı almayan (yer).
kuytuluk, -ğu is. Kuytu, sessiz yer: "Mehtapta, çardak altlarının gemi tentesi gibi beyazımsı bir kuytuluğu var." -R. H. Karay.
kuyu is. 1. Su katmanına varıncaya kadar derinliğine kazılan, genellikle silindir biçiminde, çevresine duvar örülen, suyundan yararlanılan çukur: "Kahveci Salih eğilmiş, az evvel sarkıttığı gazozları kuyudan çıkarıyordu." -H. Taner. 2. Toprağa kazılan derince çukur: Kireç kuyusu. 3. mec. İçinden çıkılamayan durum veya yer. 4. mdn. Yer altındaki iş yerlerine ulaşmak için açılmış ve kesit boyutları derinliğine oranla sınırlı, düşey veya düşeye yakın bağlantı yolu. kuyu açmak kuyu yapmak, kuyu gibi 1) çok derin (yer); 2) basık ve karanlık (yer), kuyudan adam çıkarmak 1) olumsuz, uygunsuz veya yasal olmayan bir duruma son vererek birini haklarına kavuşturmak; 2) unutulmaktan kurtarmak, (birinin) kuyusunu kazmak birinin yıkımına çalışmak, kötü duruma düşmesini istemek: "Yüzden ağır durup arkadan kabinenin kuyusunu kazacaksın!" -M. Ş. Esendal.
→ kuyu bileziği, kuyu fındığı, kuyu kebabı, kuyu suyu, kuyu topuğu, ana kuyu, dipsiz kuyu, iç kuyu, kör kuyu, kuru kuyu, artezyen kuyusu, gayya kuyusu, kar kuyusu, kireç kuyusu, kurt kuyusu, maden kuyusu, sondaj kuyusu
kuyu bileziği is. Su kuyusunun ağzına oturtulan tek parça yontma taş.
kuyucu is. Kuyu kazmayı iş edinmiş kimse.
kuyuculuk, -ğu is. Kuyucunun işi veya kuyu kazma işi.
kuyudat ç. is. (kuyu:da:t) Ar. kuyudat esk. Resmî defterdeki kayıtlar.
kuyu fındığı is. bot. Yeşilken toprağa gömülerek ayrı bir çeşni verilen fındık.
kuyu kebabı is. Toprak altında özel olarak kazılıp hazırlanmış kuyuda pişirilen çebiç veya kuzu etinden yapılan kebap.
kuyum is. Değerli metal ve taşlardan yapılan süs eşyası.
kuyumcu is. Değerli metal ve taşlardan bilezik, küpe vb. süs eşyası yapan veya satan kimse, mücevherci, cevahirci: "Kuyumcu vitrini önünde nadir bir zümrüdü seyrettiğim sırada yanıma sokulmuş..." -H. C. Yalçın.
→ kuyumcu terazisi
kuyumculuk, -ğu is. Kuyumcunun İşi ve zanaatı, mücevhercilik.
kuyumcu terazisi is. Hassas terazi.
kuyu suyu is. Kuyudan çıkarılan, İçme ve sulamada kullanılan su.
kuyu topuğu is. mdn. Kuyunun yapısını, kuyu başındaki tesisleri, çökme sırasında oluşabilecek hasara veya zarara karşı korumak amacıyla kuyu çevresinde bırakılan güvenlik topuğu.
kuz sf. esk. Gölgede kalan (yan).
kuzay is. coğ. bk. kuzey.
kuzen is. Fr. cousin Teyze, dayı, hala veya amcanın erkek çocuğu, erkek yeğen, bole.
kuzey is. 1. Sağını doğuya, solunu batıya veren kimsenin tam karşısına düşen yön, dört ana yönden biri, şimal, güney karşıtı. 2. Bulunduğu noktaya göre kuzeyde kalan yer: Zonguldak Ankara'nın kuzeyindedir. 3. sf. Bu yöne düşen, bu yönle ilgili olan, şimali. 4. den. Yıldız.
→ kuzeybatı, kuzeydoğu, Kuzey Kutbu, kuzey küre, kuzey noktası, Kuzey Yıldızı
kuzeybatı is. 1. Kuzeyle batı arasındaki yön. 2. sf. Bu yönle ilgili olan.
kuzeydoğu is. 1. Kuzeyle doğu arasındaki yön. 2. sf. Bu yönle ilgili olan.
Kuzey Kutbu öz. is. coğ. İki kutuptan Ekvator'un kuzey tarafında yer alan kutup bölgesi.
kuzey küre is. coğ. Kuzey Kutbu'ndan Ekvator'a kadar olan bölge.
kuzeyli sf. 1. Kuzey ülkeleri halkından olan (kimse). 2. Türkiye'nin kuzeyinde bulunan illerinden olan (kimse).
kuzey noktası is. astr. Ufukta kuzey doğrultusunun gök küresini deldiği nokta.
Kuzey Yıldızı öz. is. astr. Kutup Yıldızı.
kuzgun is. zool. Birçok karga türüne, özellikle karakargaya verilen ad (Corvus corone): "Âiasözlerinde, ya devlet başa, ya kuzgun leşe demişiz." -B. Felek, kuzgun gibi çok kara, çok koyu. kuzguna yavrusu şahin (veya anka) görünür herkesin kendi yarattığı şey çirkin de olsa, gözüne güzel görünür.
→ kuzgunkılıcı, gökkuzgun
kuzguncuk, -ğu is. Hapishane kapılarındaki demir kafesli pencere.
kuzguni sf. (kuzgu:ni:) T. kuzgun + Ar. -î esk. Çok koyu, kara: "O kuzguni çehrenin üzerindeki parlak gözler, ha bire dövecek bir adam arıyor. " -A. Rasim.
→ kuzguni siyah
kuzguni siyah is. 1. Çok koyu, kara renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Öte yanında kuzguni siyah, iri bir kedi vardı." -H. R. Gürpınar.
kuzgunkılıcı is. bot. Süsengillerden, uzun, ensiz ve sivri yapraklı bir süs bitkisi, glayöl (Gladiolus illyricus).
kuzin is. Fr. cousine Teyze, dayı, hala veya amcanın kız çocuğu, kız yeğen, bole.
kuzine is. İt. cusina 1. Hem ısıtmaya hem de üzerinde veya içinde yemek pişirmeye yarayan büyük mutfak sobası. 2. den. Gemilerde yemek pişirilen yer, mutfak: "Yolcunun kuzinede işi ne?"-Z. Selimoğlu.
kuzu is. 1. Koyun yavrusu: "Belki beş kuzunun derisinden yapılmış, siyah bir kalpak." -Ö. Seyfettin. 2. Bir meyve ve sebzeye bitişik olan küçük meyve veya sebze. 3. sf. Kuzu etinden yapılmış olan (yiyecek), kuzu çevirmek kuzunun gövdesini şişe geçirip ateş korunun üzerinde çevirerek pişirmek. kuzu gibi çok uysal, kuzu gibi olmak uslanmak, sessizleşmek, sakinleşmek, kuzu kesilmek uysallaşmak, sessizleşmek, sakin bir durum almak: "... sabık komiserin sahiden bir komisermiş gibi tavır aldığı anlarda kadın kuzu kesilirdi." -H. E. Adıvar. kuzu postuna bürünmek karşısındakini aldatmak için gerçek kişiliğini saklamak, kendini zararsız ve uysal göstermek, kuzum! tkz. okşamalık, yalvarma veya dikkat çekme anlamları taşıyan bir ünlem: Kuzum, şu kalemi verir misin? "Kuzum anne, doktora etki yapma!" -H. E. Adıvar.
→ kuzu dişi, kuzu eti, kuzugöbeği, kuzu kapama, kuzu kapısı, kuzu kestanesi, kuzukulağı, kuzu kuzu, kuzu mantarı, kuzu sarmaşığı, kınalı kuzu, ana kuzusu, süt kuzusu
kuzu dişi is. 1. Süt dişi. 2. hlk. İleri yaşlarda çıkan diş, peynir dişi.
kuzu eti is. Kuzunun kesilip parçalanmış eti.
kuzugöbeği is. bot. Sulak çayırlarda yetişen, şapkası kalın ve etli, yenir bir mantar çeşidi (Agaricus campestris).
kuzu kapama is. Kemikli kuzu etinin, arpacık soğanı, yeşil soğan, havuç, dereotu ile birlikte ağır ateşte pişirilmesiyle yapılan bir yemek türü.
kuzu kapısı is. Büyük bir kapının içinde veya yanında bulunan küçük kapı, kuzuluk, kuzu kapısı, yavru kapı.
kuzu kestanesi is. bot. Yabani ağaçlardan elde edilen, küçük, lezzetli bir kestane türü.
kuzukulağı is. bot. Karabuğdaygillerden, nemli yerlerde yetişen, yaprakları salata olarak kullanılan, çiçekleri iki evcikli ve kırmızımtırak bir bitki (Rumex acetosa).
→ kuzukulağı asidi
kuzukulağı asidi is. kim. Oksalik.
kuzu kuzu zf Hiç ses çıkarmadan, karşı gelmeden, uysal bir biçimde: "Üç parti, kuzu kuzu birleştiler, kendisini cumhurbaşkanı yaptılar." -N. Cumalı.
kuzulama is. 1. Koyun yavrulama. 2. Kuzu yürüyüşü gibi emekleme.
kuzulamak (nsz) 1. Koyun yavrulamak. 2. Çocuk ellerini yere dayayarak dizleri üstün-, de emeklemek.
kuzulaşma is. Kuzulaşmak işi.
kuzulaşmak (nsz) Kuzu gibi uysal ve zararsız duruma gelmek.
kuzulu sf. 1. Kuzusu olan (koyun). 2. Kendisine bitişik olarak aynı cinsten küçük tanesi olan (meyve ve sebze).
kuzuluk, -ğu is. 1. Kuzu barınağı, ağıl. 2. mec. Yumuşak huyluluk. 3. hlk. Kuzu kapısı.
→ kuzuluk kapısı
kuzuluk kapısı is. Kuzu kapısı.
kuzu mantarı is. bot. Bazitli mantarlardan, çayırlarda, sulak yerlerde yetişen, şapkası etli, kalın, koni biçiminde, pürüzlü, yenilir bir mantar (Boletus edulis).
kuzu sarmaşığı is. bot. Boyu 3 m kadar olabilen, tırmanıcı, beyaz sütlü, çok yıllık ve otsu bir bitki (Canvolvulus arvensîs).