köçek, -ği is. 1. Kadın kılığına girip oynayan erkek: "Şehrin bütün köçekleri, çengileri çağrılsın!" -T. Oflazoğlu. 2. mec. Ağırbaşlı davranışları olmayan kimse.
köçekçe is. mûz. Çoğu karcığar veya ağırlama makamında, kıvrak ve şen oyun havası: "Kahvenin rakı kokan havası bir köçekçenin kıvrak nağmeleriyle doluverdi." -H. Taner.
köçeklik, -ği is. 1. Köçek olma durumu veya köçeğin yaptığı iş. 2. mec. Köçek gibi davranma durumu.
köfte is. Far. küfte Genellikle çekilmiş etten, bazen de tavuk, balık veya patatesten yapılan, türlü biçimlerde pişirilen yemek: "Rüzgârın bazı içkili masalardan kokusunu getirdiği sıcak köftelerden bir ikisini ikram etseler... " -R. N. Güntekin.
→ bulgurlu köfte, çiğ köfte, ızgara köfte, içli köfte, kuru köfte, şiş köfte, terbiyeli köfte, Bitlis köftesi, dalyan köftesi, Harput köftesi, Hasanpaşa köftesi, inegöl köftesi, İzmir köftesi, mercimek köftesi, patates köftesi, tavuk köftesi
köfteci is. 1. Köfte yapıp satan kimse. 2. Köfte satılan veya yenilen yer: "Üçgen kaldırıma düşen köşede, bir köfteci dükkânı vardı." -N. Cumalı.
köftecilik, -ği is. Köfte pişirip satma işi.
köftehor ünl. Far. küfte-hor tkz. "Köfte yiyen" anlamında olmakla birlikte sevgiyle karışık azarlama sözü: "Gel buraya bakayım, köftehor! Senin onlar arasında işin yok." -Y. K. Karaosmanoğlu.
köftelik, -ği sf. Köfte yapmaya elverişli olan: Köftelik kıyma. Köftelik bulgur.
köfter is. Far. kofter Üzüm sırasıyla nişasta kaynatılıp dökülerek kesildikten sonra kurutulan bir çeşit pestil.
köfterlik, -ği sf. Köfter yapmak için ayrılan (üzüm veya şıra).
köftün is. Sığırlara yedirilen susam veya keten küspesi: "Öküz müyüm ben köftün yiyecek?"-U.R. Gürpınar.
köhne sf. Far. köhne 1. Eskiyip yıpranmış, bakımsız kalmış: "Annemin, çocukluğundan beri yanından ayırmadığı, köhne ciltli, küçük bir Mushaf t vardı." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. İçinde yaşanılan zamana göre geride kalmış, eskimiş, çağ dışı: Köhne bir düşünce.
köhneleşme is. Köhneme.
köhneleşmek (nsz) Köhne duruma gelmek.
köhnelik, -ği is. Köhne olma durumu.
köhneme is. Köhnemek işi.
köhnemek (nsz) 1. Eskimek, modası geçmek. 2. mec. Geçersiz bir duruma gelmek, çağ dışı kalmak.
kök (I) is. 1. bot. Bitkileri toprağa bağlayan ve onların, topraktaki besi maddelerini emmesine yarayan klorofilsiz bölüm. 2. bot. Süsende olduğu gibi yer üstüne sap çıkaran çok yıllık yer altı gövdesi. 3. Bazı şeylerde dip bölüm: Diş kökü. 4. Köküyle ve sapıyla çıkarılan bitkilerde tane: Üç kök maydanoz. 5. mec. Dip, temel, esas: "Ta gölden başlayan tipi ve fırtına Şebben'in sıcak evini kökünden sarsıyordu." -H. E. Adıvar. 6. mec. Kaynak, köken: "Ölenle, son zamanları gevşeyen, azalan, fakat kökleri mazinin sağlamlığı içinde kalan eski bir aşinalığım vardı." -A. Ş. Hisar. 7. mec. Bir kimseyi bir yere bağlayan manevi temel güçlerin bütünü. 8. dbl. Kelimenin her türlü ekler çıkarıldıktan sonra kalan anlamlı bölümü: Yaptırmak kelimesinde kök, yap- bölümüdür. 9. kim. Olağan şartlarda çevresinden yalıtılamayan, ancak birçok tepkimede nitelik değiştirmeden geçebilen atom kümesi. 10. mat. Denklemde bilinmeyenin yerine konulduğunda uygun düşen gerçek veya birleşik değer, kök almak mat. karekök almak. kök salmak 1) iyice tutunmak, sağlamlaşmak, yayılmak, köklenmek: "Benliğe kök salan gönül bağlarını kim tarif edebilir?" -H. E. Adıvar. 2) bir yere iyice yerleşmek. kök sökmek çok çetin iş görmek, kök söktürmek uğraştırmak, güçlük çıkarmak, kökü kazınmak bir daha ortaya çıkamayacak biçimde yok edilmek, kökünden halletmek herhangi bir konuyu veya sorunu temelden çözümlemek: "Bu işi kökünden halletmek için kızım derhâl evlendirmeye karar vermişti." -A. H. Tanpınar. köküne kibrit suyu "yerin dibine batsın, ölsün, kahrolsun" anlamlarında ilenme sözü. köküne kibrit suyu dökmek (veya kökünü kurutmak) bir daha ortaya çıkamayacak biçimde yok etmek, kökünü (veya kökünden) kazımak bir daha üreyemez duruma getirmek, hiçbir kalıntısını bırakmamak, yok etmek: "Bizimkilerin de amacı aynı / Doğan güneşle birlikte kökünüzü kazıyıp / Yeryüzünde bırakmamak izinizi." -T, Oflazoğlu.
→ kök bacaklılar, kök bilgisi, kökboyası, kök boyası, kök doğrayıcısı, kök hücre, kök işareti, kök kaplama, kök kırmızısı, kök kurdu, kök mantar, kök sap, acı kök, ana kök, ek kök, ikili kök, karekök, kazık kök, kılcal kök, kızılkök, saçak kök, yumru kök, ad kökü, adanıkökü, altın kökü, boya kökü, eğir kökü, ense kökü, fiil kökü, helvacı kökü, isim kökü, meyan kökü, yumurtakökü, zıkkımın kökü
kök (II) is. Far. kük müz. 1. Sazı kurmaya yarayan burgu, kulak. 2. Sap.
kök bacaklılar ç. is. zool. Kök biçiminde, yalancı ayak denilen protoplazma uzantılarıyla hareketlenen, besinlerini bulan, amipleri, günsüleri, deliklileri ve ışınlıları içine alan tek hücrelilerden bir sınıf.
kök bilgisi is. Köken bilimi.
kökboyası is. bot. Kökboyasıgillerden, 1-2 m uzunluğunda, çalı görünüşünde, gövdesi sert dikenli, kök sapları boyacılıkta kullanılan, çok yıllık bir bitki, kızılboya, kızılkök, yumurtakökü (Flubia ünctorum).
kök boyası is. kim. Bu bitkinin köklerinden elde edilen kırmızımsı sarı bir boya, kök kırmızısı, alizarin.
kökboyasıgiller ç. is. bot. Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden, yaprakları karşılıklı, meyveleri zeytinsi olan ve kahve ağacı, kök boyası, kınakına, yoğurt otu, altın kökü vb. cinsleri ve bunlara bağlı dört bin kadar türü içine alan bir familya.
kökçü is. esk. İlaç yapımında kullanılan kök, kabuk, çiçek, yaprak vb.ni satan kimse.
kökçük, -ğü is. bot. Ana kökün dallanmasıyla oluşan ikincil kök.
kök doğrayıcısı is. Yedek besin maddelerini köklerinde toplayan, pancar, şalgam vb. kök yemlerin doğranması için kullanılan, bazen temizleme kafesi de bulunan özel bir alet.
köken is. 1. Bir şeyin çıktığı, dayandığı temel, biçim, sebep veya yer, menşe: Yazının kökeni resimdir. 2. Soy, asıl. 3. tic. Bir malın üretildiği veya yapıldığı, alındığı, getirildiği yer, menşe, orijin. 4. hlk. Kavun, karpuz, kabak vb. bitkilerin toprak üstünde yayılan dallan. 5. esk. Tulumbacı hortumlarının uç kısmındaki sarı maden sap.
→ köken belgesi, köken bilimi
köken belgesi is. tic. Bir malın hangi ülkeden getirildiğini gösteren belge, menşe şehadetnamesi.
köken bilimci is. db. Köken bilimi ile uğraşan dil bilimi, etimolog.
köken bilimi is. db. Bir dildeki kelimelerin kaynağını gösteren, ne zaman ortaya çıktıklarını, nereden geldiklerini, hangî evrelerden geçtiklerini araştıran, kelimelerin hem biçim hem anlam tarihini ele alan dil bilimci dalı, etimoloji,
köken bilimsel sf. db. Köken bilimi ile ilgili, etimolojik.
kökenlerime is. Kökenlentnek işi.
kökenlenmek (nsz) Kökeni olmak, kökene sahip bulunmak.
kökenli sf. 1. Kökeni olan. 2. Belli bir kaynaktan çıkmış olan, bir kaynağa dayanan.
kökensel sf. Kökenle ilgili olan.
kökensiz sf. Kökeni olmayan.
kökertme is. Kökertmek işi veya durumu.
kökertmek (-i) hlk. 1. Köklemek. 2. Fide, sebze veya asma çubuğunun ufaklarını köküyle çıkararak başka yere dikmek.
kök hücre is. biy. İnsan vücudunu oluşturan, sınırsız bölünme, her türlü vücut hücresine dönüşme ve yeni görevler üstlenme imkânına sahip ana hücre.
kök işareti is. mat. Kök alma işlemini gösteren "√" işareti.
kök kaplama is. Ağacın köklerinden elde edilen, güzel desenli bir kaplama çeşidi.
kök kırmızısı is. kim. Kök boyası.
kök kurdu is. zool. Danaburnu.
kökleme is. 1. Köklemek işi. 2. Tarla yapmak için ormanda açılan yer.
köklemek (I) (-i) 1. Ağaç veya bitkiyi kökü ile birlikte topraktan çıkarmak, kökertmek, Toprakta kalan bitki köklerini ayıklamak, Bağ çubuklarını veya fidanları köklendirip dikmek, 4. Minder, şilte vb.nin iki yüzünü yer yer dikişlerle tutturmak, 5. İnce saç örgülerinden birkaçım yeniden bir arada örmek. 6. mec. Motorlu araçlarda gaz pedalına sonuna kadar basmak,
köklemek (II) (-i) (sazı) Kurmak.
köklendiriş is. Köklendirme işi veya biçimi.
köklendirme is. Köklendirmek işi,
köklendirmek (-i) 1. Bir ağacın aşı yerini, aşı filizinin kök salması için toprağa gömmek, 2. Kök vermesini sağlamak.
kökleniş is. Köklenme işi veya biçimi.
köklenme is. Köklenmek işi.
köklenmek (nsz) 1. Bitkide kök oluşmak, bitki kök salmak, kök tutmak. 2. mec. Köklü, temelli bîr biçimde yerleşmek.
kökleşme is. Kökleşmek işi.
kökleşmek (nsz) Güçlü bir biçimde yerleşmek, yer etmek, kök salmak.
kökleştiriş is. Kökleştirme işi veya biçimi.
kökleştirme is. Kökleştirmek işi.
kökleştirmek (-i) Kökleşmesini sağlamak: "Mustafa Kemal iki yıl içinde bu inkılabı memleketin her tarafında kakleştirdi, " -E. î. Benice.
köklü sf. 1, Kökü olan. 2. mec. Kökleşmiş, iyi yerleşmiş, kalıcı olan, esaslı. 3. mec. Soylu, soyu sopu belli, iyi tanınan.
→ köklü aile
köklü aile is. Eskiden beri bilinen ve iyi tanınan aile.
kök mantar is. bat. Meşe, çam ve fındık vb. ağaçların köklerinde yerleşen, iplik görünüşünde bir mantarın emeciyle, kökün ortak yaşama biçimindeki birleşmesinden oluşan mantar.
köknar is. bot. Çamgillerden, yüksek bölgelerde yetişen, iğne yapraklan kısa, yassı olan, reçineli ve kozalaklı bir orman ağacı (Abies).
→ köknar reçinesi, köknar sakızı
köknar reçinesi is. bot. Köknar sakızı.
köknar sakızı is. bot. Köknar kozalaklarından elde edilen sakız, köknar reçinesi.
kök sap is. bot. Süsende olduğu gibi her yıl kök süren ve yer üstüne sap çıkaran, çok yıllık yer altı gövdesi.
kök saplı is. bot. İnci çiçeği veya eğrelti gibi çok yıllık kök sapı bulunan bitki.
köksel sf. Kökle ilgili,
köksü is. bot. Ciğer otlarında ve yosunlarda kökü andıran, bitkinin tutunmasına yarayan bölüm,
köksüz sf. 1. Kökü olmayan. 2. mec. Temeli, dayanağı veya aslı olmayan: "Açık seçik bilgilere dayanmayan bir memleket sevgisinin ne kadar köksüz, ne kadar verimsiz olduğunu acı acı düşündüm." -B, R. Eyuboğlu.
köksüzlük, -ğü is. Köksüz olma durumu.
kökten sf. Yüzeyde kalmayıp derine inen, asıl konuyu da içine alan, köklü, cezrî, radikal: Kökten bir değişiklik.
→ kökten çiçekli, kökten dinci, kökten sürme
köktenci sf. Köktencilikten yana olan, köktencilik yanlısı olan, radikal.
köktencilik, -ği is. 1. Bilimde, dinde, siyasette kökten yenilikler yapma eğilimi, radikalizm. 2. fel. Ele alınan konunun temel sebeplerine, köklerine kadar inen düşünce biçimi, radikalizm. 3. fel. Yaşama biçimlerini, yaşama ilişkilerini eleştirip kökten değiştirme eğiliminde sonuna kadar giden görüş. 4. sos. Kurulu düzenin temellerine yönelik toplumsal ve ekonomik değiştirmelerden yana olan tutum veya öğreti, radikalizm.
kökten çiçekli sf. bot. Çiçekleri kök saptan veya kök yanından süren bitki çeşitleri.
kökten dinci is. sos. Kökten dincilik yanlısı olan kimse.
kökten dincilik, -ği is. sos. Kurulu düzenin temellerini dinî kural ve inançlar doğrultusunda değiştirip uygulamadan yana olan tutum veya öğreti.
kökten sürme sf. Niteliğini soydan almış, türedi olmayan, soylu.
kökteş sf. dbl. Aynı kökten gelen çeşitli yapı ve görevdeki (kelimeler): Sevgi, sevinç, sevme; vergi, verim, veri; başlık, başlangıç, başkan gibi.
Köktürk öz. is. tar. Göktürk.
Köktürkçe öz. is. Göktürkçe.
kölçer is. bot. hlk. Tanelere zarar veren bir buğday hastalığı.
köle is. tar. 1. Savaşta tutsak alınan, yabancı ülkelerden zorla kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan veya başkasından satın alınan erkek, kul, esir, abd. 2. Birinin emri altında bulunan, özgür olmayan kimse. 3. mec. Herhangi bir şeye aşırı derecede bağlı olan kimse: içkinin kölesi. Paranın kölesi, kölen olayım! hlk. yalvarma sözü. köleniz (veya köleleri) esk. 1) söz söyleyen erkek tarafından söz söylenen kimseye aşırı bir saygı gösterilmiş olmak için ben zamiri yerine kullanılan bir söz; 2) yakınlarından söz edilirken saygıyla söylenen söz: Oğlum köleniz.
→ toprak kölesi
köleci is. Karıncaların başka türlerin yuvalarını talan etmesi durumu.
köleleşme is. Köleleşmek işi.
köleleşmek (nsz) Köle durumuna gelmek.
köleleştiriş is. Köleleştirme işi veya biçimi.
köleleştirme is. Köleleştirmek işi.
köleleştirmek (-i) Köle durumuna getirmek: "Köleleştiren vazifeden kaç, içinden gelmeyen işi yapma." -C. Meriç.
köleli sf. Kölesi olan.
kölelik, -ği is. Köle olma durumu, esirlik, kulluk, esaret.
→ kölelik düzeni, kulluk kölelik, toprak köleliği
kölelik düzeni is. sos. Eski çağlarda kölelerin baş üretim gücü olarak kullanıldığı rejim: Sömürgelerde kölelik düzeni uzun süre geçerli olmuştur.
kölemen is. tar. 1. Kölelerden kurulan bir asker sınıfı. 2. Birinin sahip olduğu köle veya karavaş.
kölesiz sf. Kölesi olmayan.
kölük, -ğü is. İş ve yük hayvanı.
kömbe is. Un, tuz ve yağ ile yoğrulan kızgın sacda veya fırında pişirilen ekmek.
kömeç, -ci is. bot. Papatya ve ayçiçeğinde olduğu gibi, sapın yassılaşmış ve genişlemiş ucu üzerinde çiçeklerin yan yana toplanması biçimindeki çiçek durumu.
kömür is. 1. mdn. Karbonlu maddelerin kapalı ve havasız yerlerde için için yanmasından veya çok uzun süre derin toprak katmanları altında kalıp birtakım kimyasal değişmelere uğramasından oluşan, siyah renkli, bitkisel kaynaklı, içinde yüksek oranda karbon bulunan katı yakıt: Odun kömürü. Maden kömürü. 2. sf. Siyah renkli: Kömür gözlü, kömür başa vurmak kömürün iyi yanmamasından çıkan karbon oksidiyle zehirlenmekten baş ağrımak, kömür gibi simsiyah.
→ kömür kalem, kömür kayası, beyaz kömür, yağlı kömür, hayvan kömürü, kalem kömürü, kok kömürü, maden kömürü, mangal kömürü, meşe kömürü, odun kömürü, pırnal kömürü, taş kömürü
kömürcü is. 1. Kömür alıp satan veya odun kömürü yapan kimse: "Yoksul kömürcü olduğundan Amanos ormanlarının kurdu idi." -R. H. Karay, 2. Vapurda, fabrikada, kalorifer dairesinde ocağa kömür atan işçi. kömürcü çırağına dönmek yüzü, üstü başı siyah lekeler içinde kalmak, eli yüzü kapkara olmak.
kömürcülük, -ğü is. Kömürcü olma durumu veya kömürcünün yaptığı iş.
kömüren is. bot. Sarımsağa benzer bir yaban otu (Allium rotuntum).
→ keçi kömüreni
kömür kalem is. Füzen.
kömür kayası is. zool. Kaya balığı cinsinden kara renkli bir balık.
kömürleşme is. 1. Kömürleşmek işi. 2.jeol. Bitki kalıntılarının kömüre dönüşmesine yol açan doğal olay.
kömürleşmek (nsz) Kömür durumuna gelmek.
kömürleştirilme is. Kömürleştirilmek işi.
kömürleştirilmek (nsz) Kömür durumuna getirilmek.
kömürleştiriş is. Kömürleştirme işi veya biçimi.
kömürleştirme is. Kömürleştirmek işi.
kömürleştirmek (-i) Kömür durumuna getirmek.
kömürlü sf 1. Birleşiminde kömür olan. 2. Yakıt olarak kömür kullanan: Kömürlü lokomotif. Kömürlü kalorifer.
kömürlük, -ğü is. Kömür saklanan veya konulan yer.
kömürsü sf. Kömürü andıran, kömüre benzeyen, kömür gibi, kömürümsü.
kömürümsü sf. Kömürsü.
kömüş is. Far. gâvmiş hlk. Manda.
köpek, -ği is. 1. zool. Köpekgillerden, boy ve biçim bakımından pek çok cinsi olan, çok iyi koku alan, sadık, bekçilik ve avcılık gibi işler için beslenen memeli hayvan (Canis familiaris): "Onun vaktiyle pek sevdiği küçük, sırtı siyah ve göğsü beyaz, oynak bir köpeği varmış." -A. Ş. Hisar, 2. hkr. Aşağılık niyetlerle yaltaklanan veya davranışları kötü olan kimse için kullanılan bir sövgü sözü: "Ben bu ite çattığıma bin pişman oldum. Bu köpekten de aşağı köpeğe uyma." -Y. Kemal, köpek gibi çok yaltaklanan: "Kız ona derdim yanarken, paşanın Tevfik'i buldurması için köpek gibi yalvarırken, o gözlerini tavana dikiyor, cevap vermiyordu." -H. E. Adıvar. köpek yese kudurur çok ağır ve onur kırıcı sözler için söylenen bir söz. köpeğe atsan yemez çok kötü (yiyecek). köpeğe hoşt, kediye pist dememek kendisine zarar verenlerden korunmak için en küçük bir tepkide bulunmamak, köpeği bağlasan durmaz yaşamaya elverişsiz (yer), köpeğin ağzına kemik atmak hkr. karşı gelerek bağırıp çağıran birini susturmak için ona bir çıkar sağlamak, köpekle yatan pire ile kalkar uygunsuz kişilerle ilişkide bulunmanın doğal olan kötü sonucunu anlatan bir söz. köpeksiz köy bulmuş da çomaksız (veya değneksiz) geziyor kendisine engel olacak, karşı çıkacak kimse olmadığı için istediği gibi davrananlara söylenen bir söz. köpeksiz köye (veya sürüye) kurt iner (veya girer) koruyucusuz kalan yere veya ülkeye düşman girer.
→ köpekayası, köpek balığı, köpek dişi, köpekkuyruğu, köpekmemesi, köpekoğlu, köpek sarımsağı, köpek soğanı, köpek soyu, köpek üzümü, benekli köpek, köpekoğluköpek, av köpeği, çoban köpeği, Kangal köpeği, kurt köpeği
köpekayası is. bot. Ballıbabagillerden, çiçekleri sap çevresinde demet durumunda toplanmış, güzel kokulu birçok türü olan bir bitki (Marrubium vulgare).
köpek balığı is. zool. Köpek balıklarından, gövdesi mekik biçiminde, burun kısmı sivri, solungaç yarıkları boynun iki yanında bulunan, kıkırdaklı, yırtıcı balıkların genel adı (Mustelus mustelus).
→ benekli köpek balığı
köpek balıkları ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan balıklar sınıfına giren bir takım.
köpek dişi is. anat. Azı dişleri ile kesici dişler arasında, iki yanda ve altlı üstlü birer tane bulunan sivri diş.
köpekgiller ç. is. zool. Köpek, kurt, çakal, tilki vb. etobur memelileri içine alan hayvan familyası.
köpekkuyruğu is. sp. Rakibinin sırtım yere getirmek için onu çenesinden, alnından veya gırtlağından elle çekip sırtını yere getirmeye çalışma.
köpekleme is. Köpeklemek işi.
köpeklemek (nsz) hlk. 1. Çok yorulmak. 2. Varlık, güç ve sağlık yönünden düşkünleşmek.
köpekleniş is. Köpeklenme işi veya biçimi.
köpeklenme is. Köpeklenmek işi.
köpeklenmek (nsz) Yalvarıp yaltaklanarak aşağılık bir duruma düşmek.
köpekleşiş is. Köpekleşme işi veya biçimi.
köpekleşme is. Köpekleşmek işi.
köpekleşmek (nsz) Onurunu yitirip yaltaklanmak.
köpekli sf. Köpeği olan.
köpeklik, -ği is. Köpekçe davranma, köpek gibi yaltaklanma.
köpekmemesi is. hlk. Koltuk altında çıkan iltihaplı çıban.
köpekoğlu is. Köpoğlu.
→ köpekoğluköpek
köpekoğluköpek, -ği is. Köpoğlu sövgüsünün pekiştirilmiş biçimi.
köpek sarımsağı is. bot. Yabani sarımsak.
köpeksiz sf. Köpeği olmayan: Köpeksiz köy.
köpek soğanı is. bot. Yabani sarımsak.
köpek soyu ünl. hlk. "Alçak, soysuz" anlamlarında bir sövgü sözü.
köpek üzümü is. bot. ît üzümü.
köpoğlu is. (köpo'ğlu) hkr. 1. "Hain, düzenbaz" anlamlarında kullanılan sövgü. 2. tkz. Kurnaz, işini bilen, zeki kimse: Vay köpoğlu, ne de güzel işini biliyor!
köpoğluluk, -ğu is. (köpo'ğluluk) Kurnazlık, düzencilik.
köprü is. 1. Herhangi bir engelle ayrılmış iki yakayı birbirine bağlayan veya trafik akımının, başka bir trafik akımını kesmeden üstten geçmesini sağlayan ahşap, kagir, beton veya demir yapı: "Bu camiler, bu çeşmeler, bu köprüler rastgele yapılmadı." -O. S. Orhon. 2. mec. İki şey arasında bağ veya ilişkiyi sağlayan şey. 3. den. Geminin önünü iyice görecek bir yükseklikte, sancaktan iskeleye kadar kurulan kumanda yeri. 4. sp. Güreşte omuzları yere değdirmemek için ayakları ve alnı yere dayayıp beli yukarı kaldırarak alınan durum. 5. sp. Vücudun, sırt yere dönük olarak el, baş veya diz yere dayanarak yay biçimi aldığı durum. 6. tıp Olmayan dişlerin yerini tutmak veya takma dişleri ağızdaki dişlere sağlam tutturmak amacıyla yapılan diş protezi, köprü kurmak 1) akarsu veya göl vb. üzerinde köprü inşa etmek: "Ama siz öteki kıyıya köprü kurmadan geçtiniz." -S. Birsel. 2) sp. elleri arkadan yere dayayıp ayak uçlarına basarak vücudu yay gibi germek, köprüden (veya köprüyü) geçinceye kadar ayıya dayı derler kişi işini gördürünceye kadar yardım beklediği kimseyle iyi geçinir, köprüleri atmak bir işten vazgeçme veya geri dönme imkânı kalmayacak biçimde kesin bir davranışta bulunmak, köprünün (veya köprülerin) altından çok su (veya sular) aktı (veya geçti) "zamanla şartlar çok değişti, eski durum kalmadı" anlamlarında kullanılan bir söz.
→ köprü altı çocuğu, köprübaşı, köprü yol, asma köprü, küçük köprü, panel köprü, güreşçi köprüsü, hava köprüsü, kaptan köprüsü, sırat köprüsü, yaya köprüsü
köprü altı çocuğu is. Kimsesiz ve gideceği yeri olmayan kişi.
köprübaşı is. ask. 1. İlerlemek için çıkılan elverişli kıyı veya tutulan önemli nokta. 2. mec. Önemli mevki, köprü başını (veya köprü başlarını) tutmak çok önemli bir mevkiyi (veya mevkileri) ele geçirmek.
köprücü iç. 1. Köprü yapan kimse. 2. ask. Tombazlarla köprü kuran istihkâm kıtası. 3. tar. Osmanlı ülkelerinde, özellikle ordunun geçeceği yollar üzerindeki köprüleri onarmak ve korumakla görevli takım.
köprücük, -ğü is. 1. Küçük köprü. 2. Köprücük kemiği.
→ köprücük kemiği
köprücük kemiği is. anat. Omuz başıyla göğüs kemiğinin üst ucu arasında bulunan ve derinin altında belli olan uzunca kemik.
köprücülük, -ğü is. Köprü yapma işi.
köprüleniş is. Köprülenme işi veya biçimi.
köprülenme is. Köprülenmek işi.
köprülenmek (nsz) Köprülü duruma gelmek, köprüsü olmak.
köprülü sf. 1. Köprüsü olan. 2. mim. İki bölümü bir köprü ile birbirine bağlanmış (yapı): Köprülü konak.
köprü yol is. Bir vadi, bir ırmak üstünden bir demir yolunun veya kara yolunun geçişini sağlayan, ayaklar üzerine oturtulmuş yüksek ve uzun köprü, viyadük,
köpük, -ğü is. 1. Sabun, deterjan vb.nin suda erimesinden oluşan beyaz kabarcık. 2. Çalkanan, kaynatılan, mayalanan, yukarıdan dökülen sıvıların üzerinde oluşan hava kabarcıkları yığını: Kahve köpüğü. Sabun köpüğü. 3. Yapay olarak elde edilen, yumuşak ve esnek dolgu gereci. 4. kim. Gaz ve buharların sıvı katmanları ile kuşatılmasından oluşan yığın. 5. mec. Hayvanların, bazı kez de insanların ağzında görülen salyamsı kabarcıklar: "Hayvanın ağzından taşan beyaz köpüklere biraz da kan karıştı." -H. Taner. köpük gibi beyaz, hafif ve köpük görünümlü.
→ balköpüğü, denizköpüğü, katranköpüğü, pekmezköpüğü, pekmez köpüğü, tıraş köpüğü
köpükleniş is. Köpüklenme işi veya biçimi.
köptiklenme is. Köpüklenmek işi.
köpüklenmek (nsz) Üstü köpük bağlamak: Reçel kaynarken köpüklenir.
köpüklü sf. Köpüğü olan, köpüklenen: "Yağsız köpüklü ayranlar içmiş, bulgur pilavı yemişler." -S. F. Abasıyanık.
köpüksüz sf. Köpüğü olmayan, köpüklenmemiş: Köpüksüz kahve.
köpüleme is. Köpülemek işi.
köpülemek (-i) hlk. Şilte, yastık, yorgan vb.ni kalın ve aralıklı, sıkıca dikmek.
köpürgen sf. Gerekli gereksiz, hızlı, aralıksız ve bıktırıcı biçimde konuşan: "Bu uzun saçlı, köpürgen, hemen hemen bizimle yaşıt, boşanmış zemberek gibi söylenen yeni hocaları dinler dururduk." -F. R. Atay.
köpürme is. 1. Köpürraek işi. 2. mec. Sinirlenme, öfkelenme: "Ama bu, bütün bakanların köpürmelerine yol açar." -S. Birsel.
köpürmek (nsz) 1. Köpük yapmak, köpük oluşmak, köpük çıkararak kabarmak: "Dalgalar küpeştede köpürdü." -A. Gündüz. 2. Ekşiyip köpüklenmek: Reçel köpürdü. 3. mec. Çok kızmak, birdenbire öfkelenmek, feveran etmek: "Yavaş yavaş her vakit sebepsiz bir hiddetten köpüren babamı da bir horoza benzetmeye başladım." -Ö. Seyfettin. 4. mec. Gerekli gereksiz, aralıksız ve bıktırıcı konuşup durmak.
köpürtme is. Köpürtmek işi.
köpürtmek (-i) Köpürmesini sağlamak.
köpürtüş is. Köpürtme işi veya biçimi.
köpürüş is. Köpürme işi veya biçimi.
kör sf Far. kür 1. Görme engelli: "Körü körüne duygululuk sanatçıyı da, körün değneğiyle yolunu araması gibi zavallı duruma düşürür." -N. Cumalı. 2. Keskinliği yeterli olmayan: Kör bıçak. Kör makas. 3. Az aydınlık veren: "Sahanlığın üstünde bîr kör kandil yanıyordu." -H. R. Gürpınar. 4. Kötü: "Vakıa bu kör siyaset yüzünden Türklük Rumeli'den çıktı." -Y. K. Beyatlı. 5. mec. Arkası tıkalı olan veya işlek olmayan: Kör sokak. 6. mec. Olguları sezme ve kavrama yetisi, dikkati olmayan. 7, mec. Duyarlığını yitirmiş: "Muhitimiz bize karşı her an kör, sağır ve şuursuzdur." -A. Ş. Hisar, kör değneğini beller gibi hep aynı biçimde davranıp hiçbir yenilik veya değişiklik yapmayacak biçimde: "Evde, kör değneğini bellemiş gibi, sabahları, biraz kızarmış ekmek, tereyağı ve reçelle çay içtiğimiz hâlde, bunlar, eniştemizin köşkünde bir öğle yemeği miktarına çıkar." -A. Ş. Hisar, kör kör parmağım gözüne çok belli, göze batacak kadar ortada: "Orada da bazı kimseler sanat denince ille kuru, basit, yalın kat, kör kör parmağım gözüne bir üslubu anlıyorlar." -H. Taner, kör kurttan bile vazgeçmemek en küçük varlığı bile hor görmeden korumak, kör olası (veya olasıca veya olsun) bir ilenme sözü: "Kör olası sanatın ne ölçüsü var ne de tartısı." -O. V. Kanık, kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur bir kimse veya bir şey yok olduğunda değer kazanır, kör satıcının kör alıcısı olur "herkes dengiyle iş yapar" anlamında kullanılan bir söz. kör şeytandan bulmak bir ilenme sözü. körle yatan şaşı kalkar değersiz, kötü kimselerle ilişki kuranlar kötü huylar edinirler, körler mahallesinde ayna satmak bir şeyi ona hiç gereksinim duymayacak olan çevreye götürmek, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak, körün istediği bir göz, Allah verdi İki göz "istenilen şey fazlasıyla elde edildi" anlamında kullanılan bir söz. körün taşı rastlantı sonucu birine zarar veren, hesapta olmayan iş. körünü kırmak hlk. hevesini almak. körünü öldürmek hlk. gururunu kırmak, güçsüzlüğünü kabul etmek,
→ kör ağaç, kör alan, kör baca, kör bağırsak, kör boğaz, kör çapa, kör dövüşü, kör duman, kördüğüm, körebe, kör fare, kör hat, kör kadı, körkandil, kör kandil, kör kaya, kör köstebek, kör kurşun, kör kuyu, körkütük, kör nişancı, kör nokta, kör ocak, kör sıçan, kör şans, kör şeytan, kör talih, kör tapa, kör topal, kör uçuş, kör yılan, körü körüne, bakar kör, renk körü, üstünkörü, sabahın köründe
kör ağaç, -cı is. 1. Kontratablada orta katı oluşturan ve genellikle yumuşak ağaçlardan hazırlanan bölüm. 2. Kontratablanın orta kısmında tabla kalınlığının en az yarısını oluşturan, yumuşak ağaçlardan değişik yöntemlerle elde edilen masif ağaç tabakası.
kör alan is. Trafikte sürücünün geriden gelenleri aynasında göremediği bölge, kör nokta.
kör baca is.-mdn. Herhangi bir çıkışı bulunmayan baca.
kör bağırsak, -ğı is. anat. 1. Kalın bağırsağın ilk parçası. 2. zool. Kalın bağırsağın ince bağırsakla birleştiği yerde bulunan çıkıntı bölümü.
kör boğaz is. 1. Yeme gereksinimi: Giyimden kuşamdan vazgeçilir, ama kör boğaz durmaz ki! 2. Doymak bilmez mide: "Yemiş toplamak için ağaca çıkardıkları zaman en iyilerini kendi kör boğazına tıkmıyor." -R. N. Güntekin.
körcesine zf. (kö'rcesine) Gerçeklerden büsbütün habersiz olarak, gerçekleri görmeyerek.
kör çapa is. Toprak topaklarını dağıtmakta kullanılan ucu küt çapa.
kör dövüşü is. Aynı şeyi gerçekleştirecek kimselerin birbirinden habersiz ve birbirini engelleyecek biçimdeki düzensiz çabalan: "Önümüzdeki yıllarda eski kör dövüşü bu gidişle daha da hızlanacak görünüyor." -N. Cumalı.
kör duman is. Çok yoğun sis: "Kör duman yamaçlara kadar inmiş, etekteki bahçelerin kavak ağaçlarım da perdelemeye başlamıştı. " -T. Buğra.
kördüğüm is. 1. Çözülemeyen, ilmiksiz düğüm. 2. mec. Çözülmesi hemen hemen imkânsız olan sorun: "Bu misalin neticesini iyi tahlil etmek fikrimce bizim çözemediğimiz kördüğümü çözmek demektir." -Y. K. Beyatlı.
köre is. Far. küre hlk. 1. Karınca yuvası. 2. Demirci körüğünün, kömürlerin yandığı bölüme açılan deliği.
körebe is. Gözleri bağlı olan ebenin, oyuna katılan öteki çocukları yakalamaya çalıştığı çocuk oyunu.
köreliş is. Körelme işi veya biçimi.
körelme is. 1. Körelmek işi. 2.fizy. Bir organın beslenemeyerek küçülmesi, dumur.
körelmek (nsz) 1. Keskinliğini yitirmek: Bıçak köreldi. 2. Suyu çekilmek: Kuyu köreldi. 3. Ateş veya ışık sönecek duruma gelmek. 4. mec. Değer, önem veya yeteneğini yitirmek, 5. mec. Soyu tükenmek: Bu aile köreldi. 6. biy. Bir organ beslenemeyerek küçülmek, dumura uğramak.
köreltme is. Köreltmek işi.
köreltmek (-i) 1. Körelmesini sağlamak. 2. Dumura uğratmak. 3. mec. Yeteneğini kaybettirmek.
köreşe ir. Yerdeki karın yüzünde buz tutmuş olan tabaka.
kör fare is. zool. Kör faregillerden, toprak altında yuva yapan bir memeli hayvan (Spalax typhlus).
kör faregiller ç. is. zool. Kemiriciler sınıfına giren, gözleri küçük bir deri ile örtülü, kuyruksuz, örnek hayvanı kör fare olan bir familya.
körfez is. Yun. 1. coğ. Karanın içine sokulmuş deniz parçası: "Körfezin karşı kıyısında bir kömürcü kayığı demirlemişti," -Y. Z. Ortaç. 2. sf. mec. Kuytu, işlek olmayan: Orası pek körfez bir yer.
körfezcik, -ği is. coğ. Küçük körfez: "Körfezciğin ortasında sular kaynayıp köpürmekteydi." -Halikarnas Balıkçısı.
kör hat, -ttı is. Demir yollarında arkası kesik hat: "Çekildi kör hatta gecede boş trenler." -B. Necatigil.
kör kadı is. tkz. Doğru bildiğini herkesin yüzüne çekinmeden söyleyen, sözünü esirgemeyen kimse: "Selamün aleyküm behey kör kadı!"-M. A. Ersoy.
kör kandil is. Işığı çok az olan kandil: "Sahanlığın üstünde bir kör kandil yanıyordu." -H. R. Gürpınar.
körkandil sf. Aşırı derecede sarhoş, gökkandil.
kör kaya is. coğ. Deniz yüzüne çok yakın olan tehlikeli kaya veya sığlık.
kör köstebek, -ği is. zool. Kör faregillerden . kemirici bir memeli hayvan.
kör kurşun is. Bir başkasına veya hedef gözetilmeksizin atıldığı hâlde başka bir kimsenin ölmesine veya yaralanmasına sebep olan kurşun, serseri kurşun.
kör kuyu is. Suyu kurumuş, su çıkmayan, susuz kuyu.
körkütük, -ğü sf. (kö'rkütük) Kendini bilmeyecek kadar çok (sarhoş, âşık vb.).
körlemeden zf. 1. Bilmeden, anlamadan, bilmeksizin. 2. Nişan almadan: Körlemeden attı ve vurdu.
körleniş ir. Köreliş.
körlenme is. Körlenmek durumu.
körlenmek (nsz) Körleşmek.
körleşme is. Körleşmek işi.
körleşmek (nsz) 1. Kesmez, işlemez veya yararlanılmaz duruma gelmek: Bıçak körleşti. 1. mec. Değer, önem veya yeteneğini yitirmiş duruma gelmek,
körleştiriş is. Körleştirme işi veya biçimi.
körleştirme is. Körleştirme işi.
körleştirmek (-i) Körleşmesine yol açmak: Makası körleştirdi.
körletiş is. Körletme işi veya biçimi,
körletme is. Körletmek işi.
körletmek (-i) 1. Keskinliğin azalmasına veya yitirilmesine sebep olmak, 2. mec. Değer ve yeteneklerinin yitirilmesine sebep olmak.
körlük, -ğü is. 1. Görme engellilik. 2. Kesmez olma durumu: "Bileği taşındaki bıçak bir ileri gidiyor, bir geriliyor, ağzının körlüğünü yok ediyordu." -T. Dursun K. 3. mec. Dikkatsizce ve beceriksizce yapılan iş. 4. mec. Gerçeği görememe durumu. 5. bot. Bitkilerin tomurcuk vermemesi durumu.
→ bakar körlük, gece körlüğü, renk körlüğü
kör nişancı is. Hedefi rastlantı ile vuran kimse.
kör nişancılık, -ğı is. Hedefi rastlantı ile vurma.
kör nokta is. Kör alan.
kör ocak, -ğı is. Çocuksuz aile.
köroğlu is. hlk. Kocanın karısına verdiği ad: "Benim köroğlu yamandır. Üç tavuk besler bizim gecekondunun önünde, bir kafes içinde." -N. Curnalı.
körpe sf. 1. Dalından yeni koparılmış, tazeliği üstünde, daha büyümemiş (bitki), kart karşıtı: Körpe fidan. 2. Yeni yetişmekte olan (kimse): "Köşedeki masada körpe, ötekinde olgun birer hoş kadın..." -R. H. Karay. 3. Büyümemiş (hayvan): "Kaplan ve yılan, körpe ceylan hayaliyle gözlerini kapadılar. " -H. E. Adıvar. 4. mec. Genç, hoş, güzel, henüz bozulmamış, yıpranmamış: "Bir vakitler, Mahinur'un körpe rayihasıyla doldurduğu odalar şimdi boş ve sahipsiz." -H. Taner.
körpecik, -ği sf. Çok körpe, çok taze.
körpelik, -ği is. Körpe olma durumu, tazelik, taravet: "O zaman yüzünün çocuklara mahsus körpeliği masuniyetle birleşmişti." -P. Safa.
kör sıçan is. hlk. Köstebek.
kör şans is. Kötü talih: "Kör şansa bak... Burada da yetişti." -Z. Selimoğhi.
kör şeytan is. Kötü kader: "Gideyidim Çukurova düzüne / Uymaz olam kör şeytanın sözüne. " -Halk türküsü.
kör talih is. Kötü kader: "Muvaffak olursan ne âlâ ... olamazsan -Ne yapalım, elimizden geleni yaptık ama olmadı der, kabahati kör talihe yükler geçersin." -M. E. Adıvar.
kör tapa is. Borunun kullanılmayan veya kullanılması istenilmeyen deliğine takılan dişli tıkaç.
kör topal zf. Yarım yamalak, iyi kötü idare edecek biçimde: "Konuşmalar da kör topal, gene havalara, sulara, alışverişlere aktarıldı."-T. Buğra.
kör uçuş is. Uçağı karanlıkta veya sis içinde sadece uçuş aletlerini kullanarak yönetme.
körük, -ğü is. 1. Ateşi canlandırmak için kullanılan ve açılıp kapandıkça içindeki havayı üfleyen araç: "Bir taraftan ha bire körüğün ipini çekiyordu." -R. Enis. 2. Bazı araçların açılıp kapanabilir üst üste katlanmış bölümü: Fayton körüğü. 3. müz. Bazı müzik araçlarında hava vermeye yarayan, el veya ayakla işletilen meşin veya kâğıt bölüm: Akordeon körüğü.
körükçü is. 1. Körük yapan veya satan kimse. 2. Körük kullanan kimse. 3. mec. Körükleyici.
körükçülük, -ğü is. Körükçünün yaptığı iş.
körükleme is. Körükleme işi.
körüklemek (-i) 1. Körükle hava vermek: Ateşi körükleyin. 2. mec. Kızıştırmak, kışkırtmak, şiddetlendirmek: "Bana çatmaya yer arıyor, siz de gidip körüklüyorsunuz." -M. Ş. Esendal.
körüklenme is. Körüklenmek işi.
körüklenmek (nsz) Körükleme işine konu olmak veya körükleme işi yapılmak.
körükleyici sf. Kışkırtıcı.
körüklü sf. 1. Körüğü olan: "Karşı geçidin ağzında körüklü bir fayton arabası göründü. " -R. N. Güntekin. 2. is. Körüklü otobüs.
→ körüklü otobüs
körüklü otobüs is. Körükle birbirine bağlanan iki parçadan oluşan ve şehir içi toplu taşımacılığında kullanılan otobüs.
körü körüne zf. Davranışının gerekçesini ve nasıl sonuçlanacağım bilmeden, düşünüp taşınmadan: "Körü körüne inanılan kıymetler nelerdir, bunları anlatıyordum." -O. V. Kanık..
körüksüz sf Körüğü olmayan.
kör yılan is. zool Kör yılangillerden, solucanla beslenen, yılana benzer, ayaksız bir sürüngen (Typhiops vermicularis).
kör yılangiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan sürüngenler sınıfına giren, bütün sıcak bölgelerde rastlanan, kaygan pullu, 1 m boyundaki yılanlar familyası.
kös is. Far. küs esk. Savaşlarda, alaylarda at, deve veya araba üzerinde taşınan ve işaret vermek için kullanılan büyük davul, kös dinlemek türlü olaylar yaşadığı için bilgi ve deneyim sahibi olarak benzer veya daha basit olaylar karşısında aldırış etmemek: "Politikacılar onun olumlu isteklerim kös dinler mi, dinlemezler mi o zaman görürüz." -H. Taner.
→ kös kös
kösçü is. Mehter takımında kös çalan kimse.
köse sf. Far. küse 1. Bıyığı, sakalı çıkmayan (erkek): "Köse kâtip, gözlerini kırpıştırarak dinlemeye başlamıştı." -K. Tahîr. 2. Köse buğday, köseyle alay edenin top sakalı kara gerek başkasının eksîkleriyle eğlenen kimsenin kendisi kusursuz olmalıdır.
→ köse buğday, köse sakal
köse buğday is. bot. Başağı kılçıksız bir çeşit buğday.
köseği is. hlk. 1. Ateş karıştırmaya yarayan odun veya demir. 2. Ucu yanık odun, eğsi.
kösele is. Far. gosâle 1. Ayakkabı tabanı, bavul, çanta yapımında kullanılan, büyükbaş hayvanların işlenmiş derisi. 2. sf. Bu deriden yapılmış olan: Kösele ayakkabı, kösele gibi çok sert, çiğnenmesi güç, koparılamaz (yumuşak şey): Kösele gibi et.
→ kösele suratlı, kösele tost
kösele suratlı sf. tkz. Utanmaz, sıkılmaz.
kösele taşı is. 1. min. Mermerleri parlatmakta kullanılan kefeki taşı. 2. Kunduracıların, üstünde kösele dövdükleri taş. 3. den. Avadanlıkların ağızlarındaki pürüzleri düzeltmek ve inceltmek için kullanılan bîr tür taş.
köselik, -ğî is. Köse olma durumu,
kösem is. hlk. Kösemen: Kösem koyun.
kösemen is. hlk. 1. Sürünün önünden giderek ona kılavuzluk eden koç veya teke. 2. Dövüşken iri koç veya teke, 3, Yol gösteren kılavuz. 4. ekon. Borsada öncülük yapan hisse,
kösemenlik, -ği is. Yol gösterme, kılavuzluk. kösemenlik etmek yol göstermek, kılavuzluk etmek.
köse sakal is. Çok seyrek sakal.
kös kös zf. Başı önde, sağa sola bakmadan yorgun, üzgün, düşünceli bir durumda: "Böyle pişmiş, bitkin bir hâlde kös kös gidiyorduk." -R. H.Karay,
köskötürüm sf. (kö'skötürüm) Büsbütün kötürürn.
kösnü is. hlk. Erkek ve dişinin birbirine karşı duydukları cinsel istek, şehvet,
kösnük, -ğü sf. hlk. Eş isteme zamanı gelmiş (hayvan).
kösnül sf. 1. Kösnüyle ilgili, şehvani, şehevi, erotik. 2. Cinsel duyumlar veya onlara bağlı olan duyumların uyandırdığı duygu ve coşkularla ilgili olan, erotik. 3. Özellikle cinsel isteği işleyen, şehvet uyandıran (resim, heykel), erotik.
kösnüllük, -ğü is. 1. Kösnül olma durumu, şehvaniyet, erotizm. 2. Cinsel uyarılara karşı aşın duyarlık gösterme durumu, erotizm.
kösnülme is. Kösnülmek işi veya durumu.
kösnülmek (nsz) Hayvanın eş isteme zamanı gelmek.
kösnülü sf. Aşırı cinsel isteği olan, şehvetli.
köstebek, -ği fs, zoal. î. Köstebekgillerden, toprak altında oyduğu yuvalarda yaşayan, gözleri hemen hiç görmeyen, derisinden kürk yapılan küçük bir hayvan, sokur, yer sıçanı, kör sıçan (Talpa). 2. mec. Bîr iş yerinden, kuramdan özellikle gizli servisten bilgi sızdıran kimse.
→ köstebek illeti, kör köstebek, tepeli köstebek
köstebekgiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, memeliler sınıfının böcekçiller takımına giren bir familya.
köstebek illeti is. Atların ensesinde oluşan hücre dokusu iltihabı.
köstek, -ği is. 1. Cep saati, kılıç, anahtar vb.nin ucuna takılan zincir. 2. Saat, kılıç, anahtar vb.nin ucuna takılan zincir: "koltuklara kurulur, altın kösteklerini parmakları ile çevirir." -S. F, Abastyanık. 3. Koşulan atların tepmesini önlemek için kuskun kayışına eklenen kayış. 4, Balık iğnesini oltaya bağlayan, bir iki karış uzunluğunda kıl veya misina parçası. 5. mec. Engel, köstek olmak engel olmak, köstek vurmak 1) hayvanın ayağına köstek bağlamak; 2) mec. kösteklemek; 3) sp. güreşte hasmın bir veya iki ayağını sımsıkı yakalamak, kösteği kırmak 1) çocuk yürümeye başlamak; 2) bağh bulunduğu yerle ilişiğini kesmek.
→ estek köstek
köstekleme is. Kösteklemek işi.
kösteklemek (-i) 1, Hayvanın ayağına köstek vurmak. 2. mec. Bir işi yürümez duruma getirmek, engellemek: "Şiirin öz, hayal, duygu gücünü kösteklediğim sanır." -S, Birsel,
köstekleniş is. Kösteklenme işi veya biçimi.
kösteklenme iş. Kösteklenmek işi.
kösteklenmek (nsz) 1. Ayağına köstek vurulmak. 2. Ayağına bir engel takılarak düşer gibi olmak veya düşmek. 3. mec. Bir iş yürümez duruma getirilmek, engellenmek: "Filerim, zihnim kösteklendi." -H. R. Gürpınar.
köstekleyiş is. Köstekleme işi veya biçimi.
köstekli sf. 1. Kösteği olan: "Köstekti saatim çıkarıp bakan ırgatbaşı işçileri yirmi beş dakika fazla çalıştırmış olduğunu gördü." -H. Taner. 2. Ayağına köstek vurulmuş olan.
kösteksiz sf. Kösteği olmayan.
köstere is. Yun. Bir çeşit uzun tahta rendesi, küstere.
köşe is. Far. gûşe 1. Birbirini kesen iki çizginin, iki düzlemin oluşturduğu açı, zaviye: Kutunun sivri köşesi. 2. İki duvarın birleştiği girintili veya çıkıntılı yer: "Seniha Hanım parmağını odanın köşesine uzattı." -P. Safa. 3. İki sokağın veya caddenin kesiştiği yer: "Türk kadınları alacalı bir ipek kumaş gibi köşeye birikmişlerdi." -Ö. Seyfettin. 4- Bölüm, yer veya yan: "Burgaz'ın sokaklarında her köşeden Türkçe işitiliyor." -Y. K. Beyatlı. 5. mec. Kuytu, tenha veya ücra yer. 6. mec. Kimsenin uğramadığı, aramadığı yer: "İlk adımda otel, han, kahve köşeleri bulmak ihtiyacı baş gösterecek " -R, H. Karay. 7. sp. Futbol alanını oluşturan yan ve kale çizgilerinin kesişme noktalarından her biri, korner, köşe tutmak karışmak, kendini belli etmek, görünmek: "Kemanın ince gıy gıylarına boş mağaralardaki ses akisleri gibi öten pes perdeden bir öksürük köşe tutuyor. " -H. E, Adıvar. (bir) köşeye atılmak önem verilmemek, gözden uzakta tutulmak, ilgilenilmemek: "Böyle bir köşeye atılmak, iktidardan uzak kalmak, diri diri gömülmekti benim için." -T. Oflazoğlu. (bir) köşeye çekilmek hiçbir işe karışmayarak yaşamak: "Bir köşeye çekilip ölümü beklemek " -Ö. Seyfettin, köşeye oturmak gelin olmak, evlenmek, köşeye sinmek kimsenin görmeyeceği bir yere saklanmak, gizlenmek, sesi çıkmaz olmak: "En militan muhaliflere kadar hepsi bîr köşeye sinmedi mi?" -Y. K. Karaosmanoğlu. köşeyi dönmek 1) hiçbir çaba göstermeden kısa sürede zengin olmak; 2) kısa yoldan ve büyük bir emek harcamadan sosyal ve ekonomik güç edinmek.
→ köşe atışı, köşebaşı, köşebent, köşe bucak, köşe demiri, köşe dolabı, köşe dönmeci, köşe dönücü, köşe kadısı, köşe kapmaca, köşe koltuğu, köşe minderi, köşe penceresi, köşe rafı, köşe taşı, köşe vuruşu, köşe yastığı, köşe yazarı, köşe yazısı, başköşe, dörtköşe, dört köşe, kenarda köşede, kıyıda köşede, konuk köşesi, müzik köşesi
köşe atışı is. sp. Futbol, hentbol ve su topunda bir oyuncu, topu kendi kale çizgisi dışına çıkardığında karşı taraf lehine kale çizgisi ile yan çizgisinin kesiştiği noktadan verilen serbest vuruş hakkı, köşe vuruşu, korner, korner atışı, korner vuruşu.
köşebaşı is. 1. Bir sokağın başka bir sokakla veya caddeyle kesiştiği yer: "Şu iki köşebaşı arasında senelerden beri ne hatıralar?" -P. Safa. 2. mec. Önemli makam, köşebaşım tutmak etkili olabilecek en Önemli makamda bulunmak veya o yeri ele geçirmek: "Amatör diplomatlar, küme küme köşebaşlarını tutmuş ve bozgunculuk propagandasına girmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
köşebent, -di is. Far. güse-bend 1. Bir yere fotoğraf yapıştırmaya yarayan, üçgen biçiminde arkası zamklı küçük kâğıt 2. Birleşen iki kereste vb.ni tutturmaya yarayan, dik açı biçiminde bükülmüş demir, L demiri.
köşe bucak, -ğı is. Göze çarpmayan yer: "Doktorun hanımı da Nadir Hanım'a evin köşesini bucağını göstermeye başladı." -M. Ş. Esendal. köşe bucak kaçmak kimseye görünmek istememek: "Anası köşe bucak kaçıyor, tenha bir yer buldukça hıçkırıyordu." -R, Enis. köşede bucakta kalmak ilgisizlikten gözden uzakta bulunmak: Koca Sinan'ın en önemli yapısı bu durumda olursa, köşede bucakta kalmış olanlara selam olsun!
köşe demiri is. Dik açı biçiminde üretilmiş demir.
köşe dolabı is. Köşe yere yerleştirilen dik açı biçiminde yapılmış dolap.
köşe dönmeci is. Köşe dönücü.
köşe dönmecilik, -ği is. Köşe dönücünün işi veya durumu.
köşe dönücü is. Çıkarını, en kısa zamanda sonuç alacak biçimde düşünen kimse.
köşe dönücülük, -ğü is. Kısa sürede çıkar sağlama işi.
köşegen is. mat. Bir çokgende ardışık olmayan veya birçok yüzlüde aynı düzlem üzerinde bulunmayan iki köşe arasına çekilen çizgi, kutur, diyagonal.
köşek, -ği is. zool. Bir yaşına kadar olan deve yavrusu.
köşe kadısı is, İş yapmayı sevmeyen, rahatına düşkün kimse.
köşe kapmaca is. Çocukların köşeleri tutup bunları birbirlerine kaptırmamaya çalışarak oynadıkları oyun. köşe kapmaca oynamak biri başkasına gidip bulamadığı sırada, o da kendisine gelip bulamamak, birbirini arayıp durmak.
köşekleme is. Köşeklemek işi.
köşeklemek (nsz) hlk. Deve yavrulamak.
köşe koltuğu is. Odanın veya salonun köşesini kaplayan koltuk: "Ailevi bir laubalilikle genç adam, köşe koltuğuna kuruldu." -P. Safa.
köşeleme is. 1. Köşelemek işi. 2. zf. Köşeye çapraz gelecek biçimde: "Sonra aynı mendili üç köşeleme katlayarak boynu ile kolalı yakasının arasına sıkıştırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
köşelemek (-i) Köşeye gelecek biçimde koymak.
köşeli sf. Köşesi veya köşeleri olan: Köşeli ayraç.
→ köşeli ayraç, köşeli parantez
köşeli ayraç, -cı is. Ayraç içinde bulunan bir anlatımda veya ayraç içine alınması gereken bir açıklamada kullanılan ([ ]) biçimindeki köşeli, kırık ayracın adı, köşeli parantez.
köşelik, -ği is. 1. İki duvarın kesiştiği yere aralarındaki açıyı doldurmak için uygulanan ahşap veya kârgir işçiliği. 2. Kapı veya pencere aralığının köşesini oluşturan taş. 3. Duvar köşelerinde, üstüne lamba vb. şeyler konan el yapımı, ahşap, süslü eşya: "Zengin sandan evlere gidip boyun büktü Sultan. Değerli bir köşeliği, bir fotoğraf çerçevesini, bir seccadeyi satmak için..." -A. Kutlu.
köşeli parantez is. Köşeli ayraç.
köşe minderi is. Köşeye yerleştirilmiş kabarık büyük minder: "Köşe minderi üzerinde yanlamasına uzanarak yarı bitmiş cümlelerle bize bir mevzu verdi." -F. R. Atay.
köşe penceresi is. Duvarlar arasındaki köşede bulunan pencere: "Adamcağız vaktini köşe penceresinde gazetesini okumakla geçirdi." -R. H. Karay.
köşe rafı is. Köşeyi kaplayacak biçimde yapılmış raf.
köşesiz sf. Köşesi olmayan.
köşe taşı is. mim. Binalarda tek parça biçiminde köşeleri tutan taş.
köşe vuruşu is. sp. Köşe atışı.
köşe yastığı is. Köşe minderi üzerine dik olarak konan ve köşeleri tutan yastık.
köşe yazarı is. Fıkra yazan kimse.
köşe yazarlığı is. Fıkra yazarlığı.
köşe yazısı is. Fıkra.
köşk is. Far. kuşk Bahçe içinde yapılmış süslü ev, kasır: "Bozuk ve tozlu yollardan tam bizim köşkün önüne geldik" -Ö. Seyfettin.
→ camlı köşk, mercanköşk, yabani mercanköşk, kaptan köşkü, pilot köşkü
köşker is. Far. kevşger Yemenici, ayakkabı tamircisi: "Zaten azıcık güzel olsaydım, topal bir köşkere varmazdım." -A. Kutlu.
köşkerlik, -ği is. Köşkerin yaptığı iş.
köşklü is. tar. Yangınları haber vermesi için yangın kulelerinde ve başka uygun yerlerde bekletilen gözetleyici.
kötek, -ği (I) is. Far. külek 1. Baston, sopa. 2. Sopayla atılan dayak, patak, kötek atmak (veya çekmek) dövmek, dayak atmak, kötek yemek dövülmek, dayak yemek.
kötek, -ği (II) is. zool. Büyük, beyaz pullu bir çeşit balık, taş levreği, minakop.
kötü sf 1. İstenilen, beğenilen nitelikte olmayan, fena, iyi karşıtı: Kötü bir kalem. 2. Zararlı, tehlikeli: Kötü adam. 3. Korku, endişe veren: "Yabancının bu kötü kasdına yalnız azmimizle karşı koyduk." -R. E. Onaydın. 4. Hoşa gitmeyen: Kötü bir parfüm. 5. Kaba ve kırıcı: "Kızına söylemedik kötü lakırtı bırakmamış." -M, Ş. Esendal. 6. Kişi veya toplum üzerinde olumsuz etkileri olan. 7. İyi, gerekli niteliklere sahip olmayan (kimse). 8. İstenilmeyen, gereksiz davranışları olan veya bu davranışlara eğilimli olan (kimse). 9. zf İstenilmeyen, beğenilmeyen, yararsız, uygun olmayan bir biçimde. 10. zf Aşırı, çok: Kız, oğlana kötü tutuldu, kötü kişi olmak bazı kimseler birtakım insanların düşmanlığını kazanmak, kötü kötü düşünmek üzüntülü düşüncelere dalmak: "Bir yıldırım gelse de beni de yok etse bari diye kötü kötü düşündüğü oluyordu." -H. Taner. kötü olmak 1) olumsuz bir durum almak; 2) beğenilmemek, takdir edilmemek; 3) kadın kötü yola düşmek: "... en insaflıları biraz acır, ah zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş derler." -Ö. Seyfettin, (biri için) kötü söylemek birtakım olumsuz, beğenilmeyen, istenmeyen tutum ve davranışları olduğunu söylemek, kötülemek, kötüye çekmek yanlış, beğenilmeyen bir anlam vermek: "Ne oldu ki Ömer ağa, dedi. Lafımı yanlış anladın, kötüye çektin?" -S. F, Abasıyanık. kötüye kullanmak 1) yetkisini yasalara aykırı yolda kullanmak: Görevlerini kötüye kullandılar. 2) birinin iyi davranışından istenilmeyen yolda yararlanmak: "O benim dinlemekteki sabrımı, saflığımı kötüye kullandı. " -H. R. Gürpınar.
→ kötü adam, kötü göz, kötü haber, kötü kadın, kötü yol, iyi kötü, işin kötüsü
kötü adam is. sin. ve TV Filmlerde izleyiciye sevimsiz gelen, filmin kahramanıyla çekişme durumunda olan ve sonunda çoğu kez alt olan kimse.
kötücül sf. 1. Kötülük isteyen (kimse). 2. Kötülük eden, zarar veren. 3. Tehlikesi olan, habis (hastalık veya ruh).
kötü göz is. Kem göz. kötü gözle bakmak 1) bir kimse için iyi olmayan düşünceler beslemek, bunu belli edercesine bakmak: "Tiyatroda kimse kimseye kötü gözle bakamaz." -S. F. Abasıyanık. 2) cinsel duygu ile bakmak: "Ben bu kambur kızdan hoşlanmışsam, onu sevmişsem, neden ona kötü gözle bakmış olayım? " -O. V. Kanık.
kötü haber is. Kara haber, kötü haber tez duyulur kara haber tez duyulur.
kötü kadın is. Orospu.
kötüleme is. Kötülemek işi.
kötülemek (-i) 1. Biri veya bir şey için olumsuz, aşağılayıcı, hoş olmayan sözler söylemek: "İsveçli doktorun suyu kötülemekteki asıl amacı, Viyana'da bir bira fabrikası açmak iznini elde etmekmiş." -S. Birsel. 2. (nsz) İnsanın sağlığı bozulmak. 3. Nesnelerin niteliği bozulmak, kalitesi bozulmak.
kötüleniş is. Kötülenme işi veya biçimi.
kötülenme is. Kötülenmek işi.
kötülenmek (nsz) Kötüleme işi yapılmak veya kötüleme işine konu olmak.
kötüleşme is. Kötüleşmek işi.
→ anlam kötüleşmesi
kötüleşmek (nsz) 1. Kötü duruma gelmek: Havalar kötüleşti. 2. Kadın, toplumun ahlak kurallarına aykırı davranmaya başlamak.
kötüleştiriş is. Kötüleştirme işi veya biçimi.
kötüleştirme is. Kötüleştirmek işi.
kötüleştirmek (-i) Kötü duruma gelmesine yol açmak.
kötüleyici sf. Kötüleyen, yeren (söz, yazı vb.): "Şiirlerim için yazılan kötüleyici tenkitlere çoğu zaman cevap vermedim." -O. V. Kanık.
kötüleyiş w.'Kötüleme işi veya biçimi.
kötülük, -ğü is. 1. Kötü olma durumu: Havaların kötülüğü yüzünden... 2. Zarar verecek davranış veya söz: "Hiç çare yok, bu tüller yırtılacak ve bütün korkunçluğuyla kötülük ateşi çıkarılacaktır ortaya." -Ç. Altan. 3. Kemlik, şer. kötülük etmek (veya yapmak) kötü davranmak, zarar vermek: "Kötülük edeni öldürür veya ayetlerin emrettiği cezalardan birini verir." -F. R. Atay.
kötülükçü sf. Her türlü kötülüğü yapacak ahlakta olan, şerir.
kötülükçülük, -ğü is. Kötülükçü olma durumu, şerirlik.
kötüm seme is. Kötümsemek işi.
kötümsemek (-i) Bir olay, bir konu vb.ni yalnız olumsuz yönleriyle düşünmek veya ele almak.
kötümser sf. Her şeyi kötü yanıyla ele alan, her durumu karanlık gören, hep en kötüyü bekleyen, kötüye yorumlayan, karamsar, bedbin, pesimist, iyimser karşıtı: "Günlerimi neşeli ve hülyalı iki kısma ayıran iki tabiatım, kötümser ve iyimser, iki felsefem vardı." -A. Ş. Hisar.
kötümserleşme is. Kötümserleşmek işi,
kötümserleşmek (nsz) Kötümser duruma gelmek, karamsarlaşmak.
kötümserlik, -ği is. 1. Kötümser olma durumu, karamsarlık, bedbinlik, pesimizm. 2. fel. Her şeyi en kötü yanından ele alan, her durumu karanlık gören ve hep en kötüyü bekleyen dünya görüşü, pesimizm.
kötürüm sf. 1. Yaşlılık veya sakatlık sebebiyle yürüyemeyen, ayağa kalkamayan (kimse): "Duvar diplerinde kötürüm gibi yatıyorlar, uyukluyorlardı." -Ö. Seyfettin. 2. Yürüyemeyecek derecede sakat (bacak): "O vakit, iki yanmış odundan hiç fark edilmeyen kötürüm bacaklarım gördük." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. mec. İşleyemeyen, iş yapamayan, kötürüm olmak (veya kalmak) 1) yaşlılık veya sakatlık sebebiyle yürüyememek: "Mağdurun belinden aşağısını felce uğrattı, bütün hayatı boyunca kötürüm kaldı." -B. Felek. 2) mec. güçsüz kalmak: "Acılıyım karım öleli / Kalmışım yarı kötürüm."-B. Necatigil.
kötürümleşme is. Kötürümleşmek işi.
kötürümleşmek (nsz) Kötürüm duruma gelmek: "Vakitsiz kötürümleşen ruh, onun mucizesiyle ısındı, kımıldandı, doğruldu; bir sağlığa kavuşuyordu." -R. E. Ünaydın.
kötürümlük, -ğü is. Kötürüm olma durumu.
kötü yol is. 1. Yanlışlık, uygunsuzluk. 2. Yasa dişilik, kötü yola düşmek kötü kadın olmak, kötü yola sapmak doğruluktan ayrılıp istenilmeyen ve yanlış işler yapmak, kötü yola sürüklemek (veya saptırmak) yasa dışı, uygunsuz veya hoşa gitmeyen bir yaşayış içine sokmak: "Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti. " -S. F. Abasıyanık. "Parmak kadar çocuğu kötü yollara saptıranların kökünü kazırım." -S. Ali.
köy is. Far. küy 1. Yönetim durumu, toplumsal ve ekonomik özellikleri veya nüfus yoğunluğu yönünden şehirden ayırt edilen, genellikle tarımsal alanda çalışmak gibi işlevlerle belirlenen, konutları ve öteki yapıları bu hayatı yansıtan yerleşme birimi: "Vatanseverlik, doğduğu yeri, evini, köyünü, müstakil devlet sınırları içinde memleketini sevmektir." -O. S. Orhon. 2. Köy halkı.
→ köy ağası, köy ekmeği, köygöçüren, köy ihtiyar heyeti, köy ihtiyar meclisi, köy imamı, köy korucusu, köy meydanı, köy muhtarı, köy odası, köy oyunu, köy romanı, köy türküsü, köy yeri, tahtalıköy, dağ köyü, orman köyü, tatil köyü
köy ağası is. Köyde, malı, toprağı çok olan, sözü dinlenen kimse: "Yüzünden de bir Rumelili olduğu pek belliydi, hatta köy ağalarına benziyordu. " -M. Ş. Esendal.
köycü is. Köy sorunlarını kendine iş edinen, köylerin ve köylülerin kalkınması yolunda çalışan kimse.
köycülük, -ğü is. Köy sorunları ile ilgilenme anlayışı veya köyü kalkındırma çalışması: "Köycülük kollarında gecemi gündüzüme kattım." -Y. Z. Ortaç.
köydeş is. Aynı köyde oturan kimselerin birbirine göre her biri.
köy ekmeği is. Tandır, sac, fırın vb.nde pişirilen bir tür pide veya somun.
köygöçüren is. bot. Üzeri zeytin yeşili veya kirli sarımsı yeşil renkli, sapı beyaz, üst kısmında derimsi bir halka ve dip kısmında belirgin çanakçık bulunan, meşe ve kayın ağaçlarının altında biten, en tehlikeli zehirli mantar türü, evcikkıran (Phalloides).
köy ihtiyar heyeti is. Muhtarla birlikte köyün sorunlarını çözümlemekle görevli kurul, köy ihtiyar meclisi.
köy ihtiyar meclisi is. Köy ihtiyar heyeti.
köy imamı is. Köydeki camide görevli imam.
köy koruculuğu is. Köy korucusunun işi.
köy korucusu is. Köyün çevresinin ve kırsalın emniyeti için görevlendirilmiş kimse.
köyleşme is. 1. Köyleşmek işi. 2. sos. Köyden şehre nüfus göçü dolayısıyla kırsal alanlara özgü davranış ve tutumların şehirlerde görülmesi.
köyleşmek (nsz) Köy durumuna gelmek.
köyleştirme is. Köyleştirmek işi.
köyleştirmek (-i) Köy durumuna getirmek.
köylü sf. 1. Köyde yaşayan veya köyde doğmuş olan: "Biz duyarız en büyük zevkim ruhumuzun / Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini." -Ö. B. Uşaklı. 2. Aynı köyden olan: Hasan benim köylümdür. 3. is. Köy halkı: "Köylüleri, özellikle onları çok iyi tanıyordu. " -T. Buğra. 4. mec. Kaba, anlayışsız: "Otomobilin içinden köylü kılıklı, tıknaz bir adam çıktı. " -H. Taner.
→ köylü çorbası, köylü kentli, karım köylü, karısı köylü, orman köylüsü
köylü çorbası is. Tavuk eti, pırasa, patates, kereviz, havuç ve şalgamın un ve yağ karışımına yedirilip bol suda pişirilmesiyle yapılan bir çorba türü.
köylük, -ğü is. Köy bulunan yer.
→ köylük yer
köylü kentli sf. Çeşitli yerleşim yerlerinden olan (kimse).
köylük yer is. Kırsal kesim, köy: "Köylük yerlerde on, on iki çocuklu babalar çok görülür. " -R. N. Güntekin.
köylülük, -ğü is. 1. Köylü olma durumu. 2. Köylülere özgü davranış
köy meydanı is. Genellikle köyün ortasında bulunan geniş alan.
köy muhtarı is. Muhtar.
köy odası is. Köylülerin çeşitli toplantılar yaptıkları veya konukların köyde kalması için hazırladıkları yer.
köy oyunu is. tiy. Kırsal kesimde köylülerin hazırlayıp sunduğu seyirlik oyun.
köy romanı is. ed. Konusunu köyün ve kırsal hayatın özelliklerinden alan roman.
köy türküsü is. Köyü veya köylüyü anlatan türkü: "Türklerin şiirdeki aşkına misali, bütün köy türküleridir." -Y. K. Beyatlı.
köy yeri is. Köy, kırsal kesim: "İnsan köy yerinde ne olsa yapar." -M. Ş. Esendal.
köz is. Küçük kor parçası.
közleme is. 1. Közlemek işi. 2. Köz üzerinde pişirilen yiyecek, özellikte ateşle pişirilen et, külbastı.
közlemek (-i) Et, sebze, meyve, hamur vb.ni köz üzerinde pişirmek.
közleşme is. Közleşmek işi.
közleşmek (nsz) Köz durumuna gelmek.