ko

koalisyon is. Fr. coalîtion 1. Çeşitli güçlerin bir araya gelmesiyle oluşturulan birlik: "Hükümet mesulleri üniversiteden kovdu, fakat Hırvat-Sırp koalisyonu bundan sonra başladı." -F, R. Atay. 2. Koalisyon hükümeti,

koalisyon hükümeti

koalisyon hükümeti is. Birden çok siyasi parti veya grubun ortaklaşa kurduğu hükümet ve yönetim biçimi, koalisyon, ortak yönetim.

koaptör is. Fr. coapteur Cebire.

kobalt is. Alm. Kobalt kim. Atom numarası 27, atom ağırlığı 59 olan, boyacılıkta kullanılan, nikel ve demire benzeyen, gümüş renginde bir element (simgesi Co).

kobalt bombası

kobalt bombası is. fiz. Kobalttan veya dolaysız olarak radyoaktiflenebilen bir madenden yapılan, hekimlikte kanser tedavisinde kullanılan bomba.

kobay is. Fr. cobaye 1. zool. Kobaygillerden, bilimsel araştırmalarda kullanılan bir deney hayvanı, Hint domuzu (Cavia porcellus). 2. mec. Deney konusu.

kobaygiller ç. is. zool Omurgalı hayvanların memeliler sınıfına giren bir familya.

kobra is. Fk cobra (Portekizceden) zool. Kobragillerden, Afrika ve Asya'nın sıcak bölgelerinde yaşayan, çok zehirli, kızıl, esmer ve sarı renklerde bir yılan türü, gözlüklü yılan, Hint kobrası (Naja).

Hint kobrası

kobragiller ç. is. zool. Sürüngenler sınıfının zehirli yılanların çoğunu içine alan bir familyası.

koca (I) is. Bir kadının evlenmiş olduğu erkek, eş, zevç: "Koca işinden çıktıktan sonra, borç boğazı aştı." -R. N. Güntekin. koca bulmak kız veya kadın kendisi ile evlenecek bir erkek bulmak: "Üstelik kadının adı da çıktı, bir daha koca bulamadı." -R. H. Karay, kocaya gitmek evlenmek, kocaya kaçmak kız ailesinin izni olmadan ve nikahlanmadan bir erkekle kaçmak: "Büyük ktzı kocaya kaçtığı zaman küçükleri on iki dönüm tarlanın hakkından gelecek kadar yetişkindiler." -N. Cumalı. kocaya varmak kız, kadın evlenmek: "On üç yaşındayken altmış altı yaşında bir kocaya vardığı için izdivaç denen şeyden nefret etmişti." -Ö. Seyfettin, kocaya vermek kız veya kadım evlendirmek.

kara koca, karı koca

koca (II) sf. 1. Büyük, geniş: "Elinde koca bir paketle döndü." -M. Ş. Esendal. 2. Kocaman, iri: Koca kafa. 3. Yaşlı, ihtiyar, pir. 4. Yüksek. 5. mec. Büyük, ulu.

kocabaş, kocabaşı, koca bebek, kocakarı, koca koca, koca kuşluk, kocaoğlan, kaça yemiş

kocabaş is. 1. zool. İspinozgillerden, 18 cm uzunluğunda, sırtı kahverengi, karnı pembe bir kuş türü, flurcun (Cocothraustes coccothraustes). 2. Eti, sütü ve derisinden yararlanılan sığır, manda vb. hayvanların genel adı, büyükbaş: "Kocabaş sürüleri ne kışlaklarda ne yaylaklarda beslenebiliyordu. " -N. Araz. 3. bot. Doğu Anadolu'da, yol ve tarla kenarlarında yetişen, 30-150 cm yükseklikte, iki yıllık otsu bir bitki (Onopordon acanthium). 4. hlk. Pancar, şeker pancarı.

kocabaşı is. (koca'başı) hlk. Köy ihtiyar heyetinin başı, muhtar.

koca bebek, -ği is. Yaşından daha küçük davranışlar gösteren kimse.

kocakarı is. (koca'karı) 1. Yaşlı kadın: "Kocakarının trenin arkasından ağzıyla uluyarak koşan hayali bir rüya gibi oldu." -H. E. Adıvar. 2. argo Anne.

kocakarı ilacı, kocakarı masalı, kocakarı soğuğu

kocakarı ilacı is. Hekim olmayan kimselerin yaptıkları veya salık verdikleri, hekimlikte kullanılmayan ilaç: "Fırsat buldular mı, hemen kocakarı ilaçlarına başvururlar, " -R. N. Güntekin.

kocakarılık, -ğı is. 1. Kocakarı olma durumu. 2. mec. Aksi, suratsız, geçimsiz, yaşlı bîr kadın gibi olma. kocakarılığı tutmak geçimsiz, inatçı, şirret yaşlı bir kadın gibi davranmak: "Fakat kocakarılığı tutup kavgaya başlayınca Allah saklasın!" -R. N. Güntekin.

kocakarı masalı is. Avutucu ve eğlendirici nitelikli masal.

kocakarı soğuğu is. İlkbaharın belli günlerinde olan soğuk havalar.

koca koca sf. 1. Büyük büyük: "Çevresinde birinin üstüne yığılmış gibi duran koca koca dağlar sıralanıyordu." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Büyük, iri parçalı.

koca kuşluk, -ğu is. hlk Öğleye yakın zaman.

kocalı sf. Kocası olan, evli (kadın).

karılı kocalı

kocalık, -ğı is. 1. Bir kadına koca olma durumu. 2. Yaşı ilerlemiş olma durumu.

karı kocalık

kocalma is. Kocalmak işi: "Bu ihtiyarlamanın, kocalmanın, ölmenin ta kendisi..." -M. Ş. Esendal.

kocalmak (nsz) Yaşlanmak, kocamak.

kocaltma is. Kocaltmak işi veya durumu.

kocaltmak (-i) Kocamasına yol açmak, yaşlandırmak.

kocama is. Kocamak işi.

kocamak (nsz) Yaşı ilerlemek, yaşlanmak, ihtiyarlamak: "Sen de benim nazarımda öyle Icocamış bir hâkime benziyorsun ki göstermek istediği ciddiyet boyunun ve yaşının çok üstünde..."-H. Z. Uşaklıgil.

kocaman sf. 1. Çok iri, büyük, koca: "Evlerin kapılarında kocaman yeşil bronz tokmaklar vardı." -S. F. Abasıyanık. 2. Yaşça büyük olan.

kocamanca sf. Biraz kocaman, irice.

kocamanlaştırma is. Kocamanlaştırmak işi.

kocamanlaştırmak (-i) Kocaman duruma getirmek.

kocaoğlan is. alay Ayı.

kocasız sf. Kocası olmayan (kadın).

kocasızlık, -ğı is. Kocasız olma durumu.

kocatma is. Kocatmak işi.

kocatmak (-i) Kocaltmak.

koca yemiş is. bot. 1. Fundagillerden, 3-6 m yükseklikte, çiçekleri beyaz veya pembe, kışın yapraklarını dökmeyen, odunu sert olduğundan kolay işlenemeyen ve kömür yapımında kullanılan bir ağaççık, sandal ağacı (Arbutus uneda). 2. Bu ağacın 1-2 cm çapında, kırmızı renkli meyvesi.

kocayış is. Kocama işi veya biçimi.

koç (I) 1. Damızlik erkek koyun. 2. mec. Sağlıklı, gürbüz genç erkek;

koçbaşı, koçboynuzu, koç burunlu, koç katımı, koç yiğit, koç yumurtası

koç (II) is. İng. coach sp. Çalıştırıcı,

Koç öz. is. astr. Zodyak üzerinde Balık ile Boğa arasında bulunan burç, Hamel.

koçak, -ğı sf. 1. Yürekli (erkek). 2. Eli açık, cömert.

koçaklama is. ed. Halk edebiyatında biçimi ne olursa olsun, konusu yiğitlik, savaş, kahramanlık olan veya bir kahramanı öven, kahramanlık duygularını canlandıran şiir, yiğitleme.

koçan is. 1. Marul, lahana vb. sebzelerde yaprakların çıktığı sert gövde. 2. Mısırın tanelerini taşıyan, üzeri yaprakla sanlı, püsküllü meyvesi. 3. Mısırın taneleri atıldıktan sonra kalan sert bölüm. 4. Defter biçimindeki makbuz ve biletlerin zımbalı bölümü koparıldıktan sonra cilde bağlı kalan parçası: Makbuz koçanı. 5. Belge, izin belgesi: Kafa koçanı. 6. hlk. Tapu senedi: "Cebinde de otuz dönümlük bir tütün koçanı vardı." -N. Cumalı. koçan bağlamak mısırda koçan oluşmak.

dip koçanı, kafa koçanı

koçancı is. Koçan işleriyle uğraşan kimse.

koçancılık, -ğı is. Koçancının işi.

koçbaşı is. esk. XV. yüzyılın sonuna kadar kullanılan, kuşatılan bir şehrin veya kalenin sur ve kapılarını yıkmaya yarayan, ön tarafı koç başına benzeyen ağır direk.

koçboynuzu is. den. Üzerine ip iliştirmeye yarayan, iki kulaklı ağaç veya metal çengel.

koç burunlu sf. Burnu alnıyla aynı doğrultuda ve kemerli olan.

koçkar is. hlk. Dövüş için yetiştirilmiş iri koç.

koç katımı is. 1. Koçların güzün çiftleşmek için koyunların arasına salınması. 2. Bu işin yapıldığı mevsim.

koç katımı fırtınası

koç katımı fırtınası is. Koç katımı günlerinde çıkan fırtına.

koçlanma is. Koçlanmak işi.

koçlanmak (nsz) 1. Gelişerek koç durumuna gelmek. 2. mec. Koç gibi sert ve atak duruma gelmek, yiğitlenmek.

koçma is. Koçmak işi veya durumu.

koçmak, -ar (-i) hlk. 1. Kucaklamak: "Ne kadar cevretse şikâyet etmem / Öperim, koçarım, ihanet etmem." -Halk türküsü. 2. Cinsel ilişkide bulunmak,

koçsama is. Koçsamak işi veya durumu.

koçsamak (nsz) Dişi koyun koç istemek.

koçu is. Mac. kocsi esk. 1. Süslü bir çeşit gezme arabası. 2. Direkler üzerine, yüksekte kurulmuş zahire amban.

koçuşma is. Koçuşmak işi.

koçuşmak (nsz, -le) hlk. Kucaklaşmak.

koç yiğit, -di is. Yakışıklı, genç ve gürbüz delikanlı.

koç yumurtası is. Kasaplık hayvanların erkeklik bezleri.

kod (I) is. bk. kot.

kod (II) is. Fr. code 1. Harf. 2. Şifre.

kod adı, posta kodu, sektör kodu

kod adı is. Kimliği gizlemek için kullanılan takma ad.

kodaman is. alay İleri gelen, para veya makam sahibi kimse.

kodamanlık, -ğı is. Kodaman olma durumu: "Kodamanlıkta, zenginlikte gözüm yoktu benim!" -N. Cumalı.

kodein is. Fr. codeine tıp Afyondan çıkarılan ve öksürüğü kesmeye yarayan bir alkaloit.

kodeks is. Lat. codex tıp İlaçların formüllerini gösteren resmî kitap.

kodes is. argo Tutukevi, hapishane, karakol. kodese tıkmak hapse sokmak: "Belki kodese tıkarlar, hazır olsun." -S. F. Abasiyanık. kodesi boylamak tutukevine girmek, hapse girmek.

kodifikasyon is. Fr. codification Düzenleme.

kodlama (I) is. bk. kotlama.

kodlama (II) is. Kodlamak (II) işi.

kodlamak (I) bk. kotlamak.

kodlamak (II) (-i) Harflemek.

kodlatma is. Kodlatmak işi.

kodlatmak (-i) Kodlama (II) işini yaptırmak.

kodoş is. hlk. bk. godoş.

kof sf. 1. Kuruyarak veya çürüyerek içi boşalmış olan: Kof ceviz. 2. mec. Boş, değersiz, bilgisiz, yetkisiz (kimse): "Bunlar medeni milletlerin lügat kitaplarına süs olsun diye yazılmış fantazyalı kof takırtılardır." -H. R. Gürpınar. 3. mec. Güçsüz, dermansız: Kof adam. kof çıkmak bir kimsenin bilgisiz, değersiz, işe yaramaz biri olduğu anlaşılmak.

kofa is. bot. Hasır otu.

kofalık, -ğı is. Kofanın çok bulunduğu yer.

kofana is. (kofa'na) Yun. Lüfer balığının irisi.

koflaşma is. Koflaşmak işi.

koflaşmak (nsz) Kof, değersiz bir duruma gelmek.

kofluk, -ğu is. 1. Kof olma durumu: "Seslerde tuhaf bir kofluk, havada donup kalan bir tınlama." -A. İlhan. 2. İçi boş yer. 3. mec. Bilgisizlik, ahmaklık. 4. mec. Güçsüzlük, dermansızlık.

kofra is. Fr. coffret Bina girişlerinde elektrik şebeke hattını sigorta sistemi ile düzenleyen kutu.

koful is. bot. Bitki hücreleri yaşlandıkça plazmalarında oluşan ve içi hücre suyu ile dolu olan boşluk.

kognitif sf. İng. cognitive Bilişsel,

koğ is. bk. kov.

koğalamak (-i) bk. kovalamak.

koğalanmak (nsz) bk. kovalanmak.

koğmak (-i) bk. kovmak.

koğuş is. 1. Kışla, okul, tutukevi, hastane vb. kalabalık yerlerde, içinde birçok kimsenin yattığı veya barındığı büyük oda: "Koğuşlardan birinin penceresinden hasta bir çocuğun söylediği türkü geliyor." -P. Safa. 2, tar. Osmanlı Devletinde devşirilen çocuklara acemi ocağında eğitim ve öğretimin verildiği, birbirini izleyen yedi oda.

sübyan koğuşu

Koh basili is. tıp Alman hekimi R. Koch'un bulduğu verem hastalığına yol açan bir basil.

kohenit is. Fr. cohenite inin. Gök taşlarında bulunan demir, nikel ve kobalt karbür.

kohezyon is. Fr. cohesion fiz. 1. Moleküller arasındaki çekim kuvveti. 2. sos. Yakınlık derecesi.

kok is. İng. coke Maden kömürünün damıtılmasıyla elde edilen, birleşiminde kömürden çok daha az oranda uçucu madde bulunan katı yakıt, kok kömürü.

kok kömürü

koka is. (ko'ka) İsp. coca bot. 1. İki çeneklilerden, çiçekleri küçük ve sarımtırak, zeytine benzer meyvesi kırmızı renkte olan, yapraklarından kokain çıkarılan, en çok Peru'da yetişen bir bitki (Erytrroxylon coca). 2. Bu bitkinin yapraklarından çıkarılan madde.

kokain is. Fr. cocaine kim. Koka yapraklarından çıkarılan ve bağımlılık yapan uyuşturucu bir alkaloit: "Kocası kokain alır, zati hep bu yüzden satıp savdılar." -F. R. Atay.

kokainci is. Kokain üreten, içen veya satan kimse.

kokainman is. Fr. cocainomane Kokain bağımlısı olan kimse.

kokainomani is. Fr. cocainomanie Kokain alma alışkanlığı ve kokain düşkünlüğü.

kokak, -ğı sf. hlk. Kötü, pis kokan: "Üstleri yosunlu, içleri böcekli bu durgun, kokak sular insandaki içmek isteğini kesiyor." -R. H. Karay.

kokak ağaç

kokak ağaç, -cı is. bot. Kokar ağaç.

kokar ağaç, -cı is. bot. Sedef otugillerden, Avrupa'ya Çin'den getirilmiş, kısa zamanda yetişip boy attığı için bir gölge ağacı olarak dikilen, kötü kokan bir ağaç, kokak ağaç, aylandız (Ailanthus glcmdulosa).

kokarca is. (koka'rca) zool. Etoburlardan, orta boyda, kendini korumak için düşmanına kötü kokulu sıvı fışkırtan, ince uzun bir kürk hayvanı (Mustela putorius).

kokart, -di is. Fr. cocarde 1. ask. Asker şapkalarına takılan ve rengi uluslara göre değişen işaret. 2. Belli bir topluluğa özgü olan işaret.

kokartlı sf. Kokardı olan (kimse): FİFA kokartlı hakem.

kokartsız sf. Kokardı olmayan.

koket sf. Fr. coquette Yosma: "Koket ruhu artık yüzünün sinirlerini idare etmiyordu." -R. N. Güntekin.

kokettik, -ği is. Koket olma durumu: "Sesi yine tatlılaşıyor, kıyafetine, tavırlarına bir koketlik geliyordu." -R. N. Güntekin.

koketri is. Fr. coauetterie 1. Beğenilme merakı: "Elbiseyi, öyle bir hüner ve koketri ile tutardı ki, en usta terzinin makasından çıkmış mantodan daha zarif olurdu. " -R. H. Karay. 2. Şıklık, hoşluk.

kokimbit is. Fr. coauimbite min. Hidratlı doğal demir sülfat.

kok kömürü is. Kok.

koklama is. Koklamak işi.

koklamak (-i) Kokusunu duymak için bir şeyi burnuna yaklaştırmak veya bir yerin havasını içine çekmek, koku almak: "Köpekler, yılanın parçalarım kokluyor, yemek istemi-. yorlardı." -M. Ş. Esendal.

koklaşma is. Koklaşma işi.

koklaşmak (nsz, -le) 1. Birbirini koklamak. 2. mec. Anlaşmak, birbirini sevmek.

koklaştırma is. Koklaştırmak işi.

koklaştırmak (nsz) Koklaşma işini yaptırmak.

koklatılma is. Koklatılmak işi.

koklatılmak (nsz) Koklama işine konu olmak.

koklatma is. Koklatmak işi.

koklatmak (-i, -e) 1. Koklama işini yaptırmak: "Koklat, göreyim, çiçeklerini bana, güzel kokarlar mı?" -O. C. Kaygılı. 2. mec. Yararlandırmak, biraz vermek.

koklayış is. Koklama işi veya biçimi.

kokma is. Kokmak işi: "Yıkanmamayı ve böylece pis pis kokmayı bile göze alırlarmış." -S. Birsel.

kokmak, -ar (nsz) 1. Koku çıkarmak: "Her gelişinde üzeri yabancı lavantalar kokuyor. " -H. R. Gürpınar. 2. Çürüyüp bozularak kötü bîr koku çıkarmak, kokuşmak: Bu et kokmuş. 3. mec. Olacağıyla ilgili belirtiler göstermek, olacağı hissedilmek: Ortalık savaş kokuyordu. 4. (-i) hlk. Koklamak.

kokmuş sf. 1. Çürüyüp bozularak kötü kokan, kokuşuk: "Arsıza söz, kokmuşa tuz kâr etmez. " -Atasözü. 2. mec. Yerinden kımıldamaya üşenen, tembel, miskin: Kokmuş adam. 3. mec. Çok bilinen, değersiz, önemsiz: "Ve sen o kokmuş tangoyu on sekizinci defa dinleyeceksin." -P. Safa.

kokmuştuk, -ğu is. Kokmuş olma durumu.

kokona ıs. (koko'na) Yun. esk. 1. Hristiyan kadını. 2. mec. Süsüne düşkün kadın. kokona gibi çok süslü yaşlı kadına benzer biçimde.

kokoreç, -ci is. Yun. Şişe sarılarak kor ateşte kızartılan, kuzu bağırsağından yiyecek.

kokoreççi is. Kokoreç yapan veya satan kimse.

kokoreççitik, -ği is. Kokoreççinin işi veya mesleği.

kokoroz is. 1. Mısır. 2. mec. Sivri uçlu uzun şey. 3. argo Çirkin kimse.

kokorozlanma is. Kokorozlanmak işi veya durumu.

kokorozlanmak (nsz) Göz korkutmak, meydan okumak.

kokot is. Fr. cocotte Aşüfte: "Akajudan yapılmış bu narin ve şık dolaplar otuz âşıklı bir kokotun elbise dolaplarına benziyordu." -Ö. Seyfettin.

kokoz sf. argo Parası olmayan, züğürt.

kokozlanma is. Kokozlanmak işi.

kokozlanmak (nsz) argo Parasını tüketmek, parasız kalmak.

kokozluk, -ğu is. Parasız, züğürt olma durumu: "O kokozluktan, züğürtlükten hiç kurtulamamıştır." -S. Birsel.

kokpit is. İng. cockpit Uçaklarda mürettebata ayrılan ve uçağın ön kısmında bulunan yer.

kokteyl is. (ko'kteyl) İng. cocktail 1. Türlü içkiler karıştırılarak yapılan içki. 2. Yeri ve zamanı önceden belirlenen, ayaküstü sohbetlerin yapıldığı içkili toplantı: "Kokteylde yorulmuştum, içtiklerim de baş ağrısı yapmıştı." -R. H. Karay. 3. Karışım: Çiçek kokteyli.

molotofkokteyli

koku is. 1. Nesnelerden yayılan küçücük zerrelerin burun zan üzerindeki özel sinirlerde uyandırdığı duygu: "Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu." -S. F. Abasıyanık. 2. Güzel kokmak için sürülen esans: Koku sürünmek. 3. mec. Belirti, işaret: Ortalıkta bir savaş kokusu var. kokusu çıkmak gizli tutulan bir iş anlaşılmak: "Bir yerden kokusu çıkarsa baban vasıtasıyla önlemek isteyecekler." -S. Ali. (bir şeyin veya birinin) kokusu sinmek insan veya nesnede bir kokunun etkisi kalmak: "O yokken anası tarafından gönderildiğine şüphe olmayan bütün bu şeylere anasının kokusu sinmişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. kokusunu (veya koku) almak (veya duymak) 1) bir nesnenin kokusunu algılamak: "Yaz yağmuru yağdığı vakit burada toprağın güzel kokusunu duymak mümkündür." -M. Ş. Esendal. 2) mec. gizli tutulan bir şeyi sezmek.

koku alma duyusu, koku alma organı, hoş koku, ağız kokusu, küf kokusu

koku alma duyusu is. Koklama,

koku atma organı is. Burun.

kokucu is. Koku yapan veya satan kimse.

kokulandırma is. 1. Kokulandırmak işi. 2. tek. Özel bir koku vermek için bir ürüne kokulu bir madde katarak arıtma işlemi.

kokulandırmak (-i) Özel bir koku kazandırmak.

kokulanma is. Kokulanmak işi.

kokulanmak (nsz) Koku sürünmek.

kokulu sf Kokusu olan: "Perilerin kızgınlığını yatıştırmak için ceplerinde birçok kokulu otlar, tohumlar, üzerlikler taşıyordum." -H. R. Gürpınar.

kokulu çayır otu, kokulu kiraz, kokulu sabun, hoş kokulu

kokulu çayır otu is. bot. Buğdaygillerden, çayırlarda yetişen, hayvanlar için iyi bir yem olan güzel kokulu bitki (Anthoxanthum odoratum).

kokulu kiraz is. bot. İdris ağacı.

kokulu sabun is. Yapılırken içine koku maddesi katılmış sabun.

kokurdan is. hlk. Kalkerli ve karstik özelliği ağır basan yerlerde çukurlukları bol, engebeli arazi.

kokusuz sf. Kokusu olmayan.

kokuş is. Kokma işi veya biçimi.

kokuşma is. Kokuşmak işi.

kokuşmak (nsz) 1. Çürüyüp bozularak kötü bir koku çıkarmak, kokmak, taaffün etmek: Çöpler kokuşmuş. 2. mec. Kişi, toplum vb. bozularak özelliğini yitirmek, tefessüh etmek. 3. hlk. Koklaşmak: "Öpüşürken, kokuşurken çıkageldi kocası..." -M. Ş. Esendal.

kokuşturma is. Kokuşturmak işi veya durumu.

kokuşturmak (-i) Kokuşmasına sebep olmak,

kokuşuk, -ğu sf. 1. Kokuşmuş, bozulmuş olan, müteaffin. 2. mec. Kokmuş.

kokutma is. Kokutmak işi.

kokutmak (-i) 1. Hoş olmayan bir koku bırakmak: Sigara elimi kokuttu. 2. Bozulup kokmasına sebep olmak, kokuşturmak: Eti kokutmak. 3. mec. Bir işi uzatarak çıkmaza sokmak.

kol is. 1. anat. İnsan vücudunda omuz başından parmak uçlarına kadar uzanan bölüm. 2. anat. Koyun, dana, kuzu vb.nde ön ayağın üst bölümü. 3. Giysinin kolu saran bölümü: "Kara yağız oğlan yalandan gözlerinin yaşını pembe mintanının kollarına siliyordu." -O. C. Kaygılı. 4. bot. Ağaçlarda gövdeden ayrılan kalın dal. 5. Makinelerde tutup çevirmeye, çekmeye yarayan ağaç veya metal parça. 6. müz. Bazı çalgıların elle tutulan sap bölümü. 7. Bir koltukta, bir divanda kol dayamaya yarayan parça. 8. Bir şeyin ayrıldığı bölümlerden her biri, dal, kısım, branş: Türk Dil Kurumunun bilim ve uygulama kolları. 9. Güvenliği sağlamak amacıyla dolaşan polis, jandarma veya asker topluluğu, karakol, devriye: "Lakin böyle kardan yolların örtüldüğü bu gecede, koldan korku yoktu. Rahatça eğlenebilirlerdi. " -R. H. Karay. 10. İş takımı, ekip, grup: "Öteki koldaki iki hamlacıdan birisi acınacak bir zayıflıktaydı." -S. F. Abasiyanık. 11. ast Kanat: Sağ kol. Sol kol. 12. Dizi, düzen: Yürüyüş kolu. 13. den. Bir halat oluşturan bükülmüş lif demetlerinden her biri. kol atmak 1) bitkinin gövdesinden ayrılan bir dal bir yöne uzanmak; 2) mec. çevreye yayılmak, genişlemek, ulaşmak, uzanmak, kol gezmek 1) güvenlik amacıyla dolaşmak: "Bunlar şehir subaşısımn adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı." -Ö. Seyfettin. 2) kötü durum ve davranışlar çokça olmak: "Bazı ülkelerde sansürün kol gezdiği görülüyor." -A. Kabaklı. 3) dolaşmak: "İnsanı üşütmeyen, ılık gezginci bir yağmur bulutu ağır ağır kol geziyordu." -T. Dursun K. (birine) kol kanat olmak (veya germek) yardım etmek, korumak, himaye etmek: "Sade çocuğuna değil, eşine de kol kanat gerer, ona da analık eder." -H. Taner, kol uzatmak yayılmak, ulaşmak, kol vermek destek olmak, kol vurmak dolaşmak, kolları kopmak ağır bir şey taşımaktan veya çok iş yapmaktan yorulmak, kolları sıvamak bir iş yapmaya güçlü bir biçimde, istekle hazırlanmak: "Selami de kollan paçaları sıvayıp Ali Naci'nin yardımına koşmuştu." -Y. Z. Ortaç, (birine) kollarını açmak 1) içtenlikle karşılamak veya kucaklamaya hazırlanmak, sevgisini ve dostluğunu göstermek: "O gün ... bütün bir yıl dargın durduklarına kollarım açarlardı." -H. Taner. 2) korumak, yardım etmek, kollarım sallaya sallaya gelmek hiçbir şey getirmeden gelmek, kollarının arasına almak kucaklamak: "Beni kollarının arasına alıyor, saçlarımı okşuyor." -H. Z. Uşaklıgil. kolu kanadı kırılmak bir şey yapamayacak duruma gelmek, çaresiz kalmak: "Hem de kolu kanadı tamamıyla kırılmış, bir daha hemcinslerimize dil uzatamayacak bir hâlde..." -R. N. Güntekin. (birinin) koluna girmek kolunu birinin koltuğu altından geçirmek: "Koluna iki polis girmişti." -R. N. Güntekin. koluna kuvvet iş yapan bir kimseye, isteklendirmek, coşturmak için söylenen bir söz. (birinin) kolunda altın bileziği olmak kazanç sağlayan bir mesleği, zanaatı olmak.

kolağası, kol ağzı, kol akımı, kol bağı, kolbastı, kolbaşı, kol böreği, kol değirmem, kol demiri, kol kapağı, kol kemiği, kol kola, kol nizamı, kol saati, beşinci kol, çift kol, kafakol, karakol, ön kol, ön kol kemiği, sağkol, sağ kol, takma kol, kolu uzun, cırcır kolu, çengi kolu, dağ kolu, deve kolu, iş kolu, kantar kolu, kapı kolu, keşif kolu, sürgü kolu, tulumba kolu, vites kolu, yay kolu, yönetme kolu, yürüyüş kolu, zuhuri kolu

kola (I) is. (ko'la) İt. colla 1. Gömlek, örtü vb. şeyleri kolalamakta kullanılan özel nişasta. 2. Kâğıt veya bez yapıştırmakta kullanılan kaynatılmış nişasta bulamacı. 3. Kolalama: "Zaten bu devirde kola, ütü bir evin baş işlerindendir. " -R. H. Karay.

kola (II) is. (ko'la) Fr. cola bot. 1. Kolagillerden, Afrika'nın sıcak bölgelerinde yetişen ve kola cevizi adıyla anılan, çekirdekleri kahveden daha uyarıcı olan bazı içeceklerde ve hekimlikte kullanılan bir bitki (Cola acuminata). 2. Bu bitkinin yaprağından çıkarılan kokulu bir maddeyle kokulandırılan ve içine şeker, karbonat katılarak yapılan içecek.

kola cevizi

kola cevizi is. bot. Kola bitkisinin çekirdeği.

kolacı is. 1. Giysi, örtü, çarşaf vb.ni yıkayarak kolalayan ve ütüleyen kimse: "Adam sen de, çamaşırları toplar, kolacıya yollanın, hem yıkar hem de ütüler." -M. Ş. Esendal. 2. Bu işlerin yapıldığı yer. 3. Kola (II) seven kimse. 4. Kola (II) satan kimse.

kolacılık, -ğı is. Kolacının işi veya mesleği.

kolaçan is. Herhangi bir amaçla çevreyi dolaşıp pek belli etmeksizin gözden geçirme. kolaçan etmek 1) çevrede olup biteni anlamak amacıyla dolaşmak: "Çevremizi bir kolaçan edelim hele, nerde olduğumuzu iyice anlayalım." -T. Oflazoğlu. 2) bir şeye öğrenmek amacıyla kısaca bakmak, göz atmak.

kola çıkma is. Kamu düzeninin korunması için, kolluk kuvvetleri bir şehir çevresinde atla dolaşma.

kolagiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, büyük ve küçük kola ağaçları gibi birçok türü içine alan bir bitki familyası.

kolağası is. tar. Osmanlı ordusunda yüzbaşı ile binbaşı arasında yer alan rütbe.

kol ağzı is. Giysi kolunun uç bölümü.

kolaj is. Fr. collage Kumaş, tahta vb. malzemelerle yapılan, kâğıt veya kartona yapıştırılan resim, kompozisyon: Günümüz kolaj ustalarından.

kol akımı is. fiz. Bir elektrik akımında ana devreye eklenen kollarla evlere elektrik veren akım.

kolalama is. Kolalamak işi, kola.

kolalamak (-i) Gömlek, örtü vb. şeyleri, sert ve parlak olması için kolalı suya batırıp ütülemek: "Yaşmak kolalamak ve ütülemek kolay işlerden değildir." -R. H. Karay.

kolalanma is. Kolalanmak işi.

kolalanmak (nsz) Kolalama işi yapılmak veya kolalama işine konu olmak.

kolalatma is. Kolalatma işi.

kolalatmak (-i, -e) Kolalama işini yaptırmak.

kolalayış is. Kolalama işi veya biçimi.

kolalı sf. 1. İçinde kola bulunan. 2. Kolalanmış: "Kolalı sert yaka, boğazda şişen gazel damarım sıkıyor." -F. R. Atay. 3. Kolalanarak kullanılan: Kolalı gömlekler artık moda değil.

kolan is. 1. At, eşek vb. hayvanların semerini veya eyerini bağlamak için göğsünden aşırılarak sıkılan yassı kemer: "Adam döndü, beygirinin semerini almak için kolanım çözmeye başladı." -N. Cumalı. 2. Dokuma, deri, kenevir vb. maddelerden yapılan yassı ve enlice bağ. 3. hlk. Yünden veya iplikten yapılmış, üzeri işli ince kuşak, kolan çekmek den. kayığı karadan halatla çekmek, yedekçilik etmek: "Bana bak, Ali Çavuş, biz kimseyi soymuyoruz. Onlar kolan çekiyorlar, kolan çekmek nedir be? Dans etmekten farkı ne ki?" -S. F. Abasıyanık. kolan vurmak 1) salıncakta hızlanmak için ayakta durup vücudu doğrultarak ileriye atılırcasına hareket etmek: "Bu salıncağın dibindeki tahtaya iki kız çıkmışlar, hafif hafif kolan vuruyorlardı." -O. C. Kaygılı. 2) hayvanın eyer veya semerini kolana bağlamak.

kolan balığı

kolan balığı is. zool. Mersin balığı (Acipenser sturio).

kolancı is. Yedekçi.

kolancılık, -ğı is. Yedekçilik.

kolası z sf. Kolası olmayan.

kolay sf. 1. Sıkıntı çekmeden, yorulmadan yapılabilen, emeksiz, zahmetsiz, güç ve zor karşıtı: "Cebimde mevcut paradan bu kadar bir şey buna tahsis etmek pek kolaydı." -H. Z, Uşaklıgil. 2. is. Kolaylık: İşin kolayını buldum. 3. zf. Kolayca, sıkıntısız bir biçimde, basit: "Yolu bulmak kolay oldu." -Halikarnas Balıkçısı, kolay değil 1) zor, güç; 2) elbette, tabii ki. kolay gele! (veya gelsin!) bir iş yapmakta olanlara söylenen iyi dilek sözü. kolayı var çaresi var. (bir işin) kolayına bakmak (veya kolayına kaçmak) bir işi yapmak için kolay ve kestirme yolu seçmek, (herhangi bir biçim) kolayına gelmek bir işin herhangi bir biçimde yapılmasını daha kolay bulmak, kolayını aramak bir şeyi yapmak, çözmek için gerekli kolay ve kestirme yöntemi araştırmak: "Yanlışını düzeltmek için bir kolayını aramaya başladı." -M. Ş. Esendal. kolayını bulmak kolay bir biçimde yapma yolunu bulmak.

kolay kolay, dile kolay

kolayca sf. 1. Oldukça kolay. 2. zf. (kolayca) Kolaylıkla, sıkıntı çekmeden: Evi kolayca bulduk.

kolaycacık, -ğı sf. 1. Çok kolay. 2. zf (kola'ycacık) Çok kolay bir biçimde: "Kapının san tokmağım avuçlayıp çeviriyor, kolaycacık açılıyor kapı." -Z. Selimoğlu.

kolaycı is. Kolaya kaçma işini yapan kimse.

kolaycılık, -ğı is. Kolaycının davranışı.

kolayda zf. Kolay bulunabilir yerde, el altında.

kolay kolay zf. Kolay bir yoldan, kolayca: "İşe girsem artık kolay kolay kocaya varmam. " -M. Ş. Esendal.

kolaylama is. Kolaylamak işi,

kolaylamak (-i) Bir işi bitirmek üzere olmak, bir işin sonuna yaklaşmak.

kolaylanma is. Kolaylanmak işi.

kolaylanmak (nsz) Bir iş sonuna yaklaşmak, bitmek üzere olmak.

kolaylaşma is. Kolaylaşmak işi.

kolaylaşmak (nsz) 1. Kolay duruma gelmek. 2. Engel ve güçlükler ortadan kalkmak.

kolaylaştırılma is. Kolaylaştırılmak işi.

kolaylaştırılmak (nsz) Kolaylaştırma işini yaptırılmak.

kolaylaştırma is. Kolaylaştırmak işi.

kolaylaştırmak (-i) 1. Kolay bir duruma getirmek, güçlükleri ortadan kaldırmak: "Tatbikatınızı kolaylaştıracak bir kitap herhalde." -E. İ. Benice. 2. Bir işi sonuna yaklaştırmak.

kolaylık, -ğı is. 1. Kolay olma durumu. 2. İşlerin kolayca yapılmasını sağlayan şey: Telefon bir süs değil, kolaylıktır. 3. Bir işi yapabilme durumu veya imkânı, (birine) kolaylık göstermek yapabilme yolu, imkânı sağlamak: "Bu arzumda bana en çok kolaylık gösteren Behiç'tir." -P. Safa.

kolaylıkla zf. (kolaylı'kla) Sıkıntı çekmeden, güçlüklere uğramadan, kolayca: "Bu telgrafla meydana çıkan yeni meseleyi kolaylıkla çözecekti." -H. E. Adıvar.

kol bağı is. hlk. Kadın bileziği.

kolbastı sp. Güreşte ayağı kapılan güreşçinin, rakibinin ayağım tutmasıyla ortaya çıkan geçersizlik durumu.

kolbaşı is. (ko'lbaşı) 1. Herhangi bir kola başkanlık eden kimse, kol başkanı. 2. tiy. Orta oyununda kolun başında olan ve kola adını veren oyunları düzenleyen, yöneten kimse.

kolbâşılık, -ğı is. Kolbaşı olma durumu veya kolbaşınm görevi.

kol böreği is. Bütün yufkanın içine kıyma, peynir, patates, ıspanak vb. konulup kol biçiminde sarılarak tepsiye döşenen ve fırında pişirilen bir börek türü.

kolcu is. 1. Bir şeyi korumak için bekleyen veya kol gezen görevli, muhafız: "Eski omuzdaşları gibi ne kahve ne kuşçu dükkânı açmaya ne kolcu yazılmaya ne de gazete müvezziliğine tenezzül etti." -Ö. Seyfettin. 2. esk. Hizmetçilere çalışacak ev bulan kimse: Kolcuya hizmetçi ısmarladık.

gümrük kolcusu, kaldırma kolcusu, reji kolcusu

kolculuk, -ğu is. Kolcu olma durumu veya kolcunun işi.

kolçak, -ğı is. 1. Yalnız başparmağı ayrı, diğer dört parmağı bir örülmüş yün eldiven. 2. Koltuk veya iskemlenin kol konacak parçası: "Pencerenin karşısında, kolçaklarından . biri kopuk, sallanan iskemleye oturmuş, iki eliyle sağlam kolçağa sıkı sıkı sarılmıştı." -A. Kutlu. 3. Ceket veya gömlek kollarının kirlenmesine engel olmak için bilekten dirseğe kadar geçirilen eğreti kolluk. 4. Kola geçirilen işaretli bağ, pazubent: Kızılay kolçağı. 5. tar. Zırhın kola geçirilen parçası.

kolçaklı sandalye is. Taşıyıcı kısımları masif malzemeden yapılan, oturma yüzeyi ve arkalığı genellikle elastik olan tek kişinin oturabileceği mobilya.

koldaş is. esk. İş arkadaşı.

koldaşlık, -ğı is. İş arkadaşlığı.

kol değirmeni is. hlk. Bulgur, yarma vb. tahılların öğütülmesinde kullanılan, kol gücü ile çalışan taş değirmen.

kol demiri is. Bir kapıyı kapadıktan sonra dışarıdan açılmaması için arkasına vurulan demir destek: "Sonra kol demirinin usulca kaldırıldığını duyduk ve aralanan kapıdan içeriye süzüldük." -R. H. Karay.

koledok, -ğu is. Fr. choledoque anat. Od kanalı.

kolej is. Fr. college eğt. 1. Öğretim programında yabancı bir dil öğretimine ağırlık veren okul. 2. Bazı meslek okullarına verilen ad:

Polis koleji, Sağlık koleji

kolejli sf. Kolej öğrencisi.

koleksiyon is. Fr. collection I. Öğrenme, yarar sağlama veya zevk amacıyla bir araya getirilmiş ve özelliklerine göre sınıflara ayrılmış nesnelerin bütünü, derlem: "Saat koleksiyonu yapmaya merak sarışım da, işte buradan geliyor." -H. Taner. 2. Modaevlerinin giyimdeki yenilikleri tanıtmak için düzenlediği defilelerde gösterilen modellerin bütünü.

koleksiyoncu is. Koleksiyon yapmaya meraklı kimse, derlemci.

koleksiyonculuk, -ğu is. Koleksiyoncunun yaptığı iş, derlemcilik.

kolektif sf. Fr. collectif 1. Birçok kimseyi veya nesneyi içine alan, birçok kişi ve nesnenin bir araya gelmesi sonucu olan. 2. zf. Ortaklaşa.

kolektif ortaklık, kolektif şirket

kolektifleşme is. Kolektifleştirmek işi.

kolektifleşmek (nsz) Kolektif duruma gelmek.

kolektifleştirme is. Kolektifleştirmek işi.

kolektifleştirmek (-i) Ortaklaştırmak.

kolektif ortaklık, -ğı is. tic. Bütün ortakların sorumluluğu tam ve sınırsız olan ortaklık, kolektif şirket.

kolektif şirket is. Kolektif ortaklık.

kolektivist sf. Fr. collectiviste sos. Ortaklaşacı.

kolektivizm is. Fr. collectivisme sos. Ortaklaşacılık.

kolektör is. Fr. collecteur 1. fız. Elektrik dinamolarında hareketli bölümün üzerindeki iletken devrelerde oluşan akımı toplayıp tek bir devreye veren araç, toplaç. 2. Atık suların akmasını sağlayan boru.

kolemanit is. Fr. colemanite min. Hidratlı doğal kalsiyum borat.

kolera is. (kole'ra) Fr. cholera tıp Şiddetli ishal ve kusmalarla kendini gösteren, çok bulaşıcı, salgın ve öldürücü bir hastalık: "0 sene Hicaz'da şiddetli bir kolera vardı."-Ö. Seyfettin.

koleralı sf. 1. Koleraya tutulmuş. 2. Kolera mikrobu olan.

kolesterin is. Fr. cholesterine tıp Kolesterol.

kolesterol, -lü is. Fr. cholesterol tıp Kanda ve büyük ölçüde ödde bulunan, besinlerle alınan sterol.

kolesterollü sf. Kolesterolü yüksek olan.

kolesterolsüz sf. Kolesterolü yüksek olmayan.

kolhoz is. Rus. Rusya'da köylülerin ortak olarak çalıştıkları tarım işletmesi.

koli is. Fr. colis 1. Posta paketi. 2. İçinde türlü eşya bulunan çeşitli büyüklükte paket.

koli basili is. biy. Toprakta, insan ve hayvan bağırsaklarında, bazen sularda, sütte, yiyeceklerde bulunan ve uygun bir ortam bulduğunda insanda hastalık yapabilen, yuvarlak uçlu, çomak biçiminde bakteri.

kolibri is. Fr. colibri zool. Kolibrigillerden, Amerika'da yaşayan, çok renkli, geriye doğru uçma özelliği olan, uzun gagalı, küçük göçmen kuş.

kolibrigiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, kuşlar sınıfına giren bir familya.

kolik, -ği is. Fr. colique tıp Kalın bağırsakta, genellikle karın boşluğunda aralıklı duyulan güçlü sancı.

kolit is. Fr. colite tıp Kalın bağırsak iltihabı.

kol kapağı is. Giysi ve gömlek kolunun bileği örten bölümü.

kol kemiği is. anat. Kolun omuz başından dirseğe kadar olan bölümündeki tek ve uzun kemik, pazı kemiği, karaca kemiği.

kol kola zf. Yan yana ve kollarını birbirine geçirerek: "Haşmet beyin konakta bulunmadığı gecelerde hanım bahçede perilerle sözde kol kola gezinirmiş." -R. H. Karay.

kollama is. Kollamak işi.

kollamak (-i) 1. Olmasını, ortaya çıkmasını beklemek, gözetmek: "Kocamı kıskanıyor, aradan atmak için vesileler kolluyormuş." - S. M. Alus. 2. Göz önünde tutmak, gözlemek: "Daima biraz kollayan, bir tilki gibi tetikte ve hamarat görünürdü." -A. Ş. Hisar. 3. Korumak, gözetmek: "O güne kadar ona iyi bak, değerini bil, onu kolla, demişti." -N. Araz.

kollanma is. Kollanmak işi.

kollanmak (nsz) Kollama işine konu olmak veya kollama işi yapılmak.

kollayıcı sf. Koruyucu.

kollayıcılık, -ğı is. Kollayıcı olma durumu.

kollu sf. 1. Kolu olan: Kollu sandalye. 2. Herhangi bir biçimde kolu olan.

kolluk, -ğu (I) is. 1. Gömlek kollarının ucundaki iliklenen bölüm, manşet: "Frenk gömleğinde, bazen bileklerinden ellerinin üstüne düşen yuvarlak, katı, kolalı kollukları vardı." -A. Ş. Hisar. 2. İş yaparken giysiyi korumak için bilekten dirseğe kadar kola geçirilen, ekseri koyu renkli bir kumaştan dikilmiş parça: "Ellerini kolluklarından sıyırıp çekmekte bir zorluğa uğramıştır." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Kollara takılan ve dikkati çekmesi istenen görevlilerin kimliklerini gösteren şerit.

kolluk, -ğu (II) is. Güvenliği sağlamakla görevli polis veya jandarma, zabıta. karakolluk, kolluk kuvveti.

kolluk kuvveti is. Güvenlik güçlerinin oluşturduğu birlik: "Birinci fıkra hükmü, Silahlı Kuvvetler ve kolluk kuvvetleri mensupları ile kamu hizmet görevlilerinin demek kurma haklarına başkaca sınırlamalar getirilmesine ... engel değildir." - Anayasa.

kol nizamı is. ask. Mangaların yan yana değil de arka arkaya yürüme durumu

kolodyum is. (kolö'dyum) Lat. colloidum kim. esk. Fotoğraf makinesi camı yapımında ve cerrahlıkta kullanılan, alkolle eter karışımı içinde sıvı durumuna getirilen nitroselüloz.

kolofan (I) is. (kolofan) Fr. collophane min. Hidratlı doğal kalsiyum sülfat.

kolofan (II) is. (Anadolu'da bir Lidya şehrinin adından) Çam sakızının damıtılmasıyla oluşan, saydam, sarı renkli reçine.

koloidal, -li sf. (koloidal) Fr. colloidal kim. Zamk, jelatin yapısında olan, koloit nitelikleri taşıyan.

koloit, -di is. (koloit) Fr. collöîde kim. Jelatin niteliğinde olan ve suda dağılmışı zarlardan geçmemekle billursulardan ayırt edilen maddelerin genel adı, billursu karşıtı.

kolokyum is. (kolokyum) Lat. 1. Bilimsel bir sorunu incelemek veya siyasi, ekonomik, diplomatik sorunları tartışmak için yapılan akademik toplantı, konuşu, bilimsel toplantı. 2. Doçentlik sözlü sınavı.

kolombiyum is. (kolombiyum) Colombia adından kim. Niyobyum.

kolon is. Fr. colonne 1. mim. Sütun: "Mermer kolonları, eski heykelleri önüne gelen alıp gitmişti." -N. Cumalı. 2. Katlardaki döşemeleri birbirlerine bağlayan düşey boru. 3. anat. Kalın bağırsağın gödenden önceki bölümü.

koloni is. (koloni) Fr. colonie 1. Sömürge, müstemleke. 2. Göçmen topluluğu veya bu topluluğun yerleştiği yer. 3. Bir ülkede bulunan küçük yabancı topluluğu: Ankara'daki Alman kolonisi. 4. zool. Birlik durumda yaşayan aynı türden organizmaların oluşturduğu topluluk.

kolonya is. (kolo'nya) İt. colonia (Köln şehrinin Latince adı Colonia'dan) İçinde, limon, lavanta, tütün vb. bitkilerin yağı bulunan, hafif kokulu alkollü bir madde: "O giderken yanaklarına, ellerine kolonya sürdürdü." - H. E. Adıvar.

kolonyal sf. Fr. colonial 1. Sömürgeyle ilgili. 2. Sömürgede yaşayan. 3. Genellikle sıcak bölgelerde giyilen. kolonyal şapka

kolonyalama is. Kolonyalamak işi.

kolonyalamak (-i) Kolonya ile işlem yapmak, kolonya sürmek.

kolonyalanma is. Kolonyalanmak işi.

kolonyalanmak (nsz) Kolonya sürmek veya sürünmek: "Sık sık kolonyalandığını görürüm. " -Y. Z. Ortaç.

kolonyalı sf. Kolonyalanmış, kolonya sürmüş.

kolonyalı mendil

kolonyalı mendil is. El ve yüz temizliğinde kullanılmak üzere özel olarak nemlendirilmiş ve hoş koku verilmiş ambalajlı mendil.

kolonyalist sf. Fr. colonialiste Sömürgeci.

kolonyal şapka is. Sıcağı geçirmeyen, içi mantarlı bir tür şapka: "Kolonyal şapkaların altına kalın paltolarımızı giydik." -F. R. Atay.

kolonyasız sf. Kolonyası olmayan.

kolordu is. (ko'lordu) ask. Değişik sayıda tümen ve savaş destek birliklerinden kurulu büyük askerî birlik: "Kurmay başkanının ailesi, dün kolorduya gideceklerini söylediler. " -H. E. Adıvar.

koloridye is. (kolori'dye) Yun. zool. Kolyoz balığının küçüğü.

kolorimetre is. (kolorime'tre) Fr. colorimetre Renkölçer.

kolorimetri is. Fr. colorimetrie Renk ölçme.

kolostrum is. Lat. colostrum Gebe kadının veya memeli hayvanların meme salgısı.

kolpa is. bk. kolpo.

kolpo is. İt. colpo 1. Bilardo oyununda vuruş, 2. argo Dalavere, kolpoya düşmek (veya gelmek) oyuna gelmek.

kolpocu is. Dalavereci.

kol saati is. Bileğe takılan saat, bilek saati.

kolsu sf Kolu andıran, kola benzeyen, kol gibi.

kolsu ayaklılar

kolsu ayaklılar ç. is. zool. Erginken genellikle bir yere tutunarak yaşayan ve gövdeleri iki çenetli kabuk içinde olan deniz hayvanları.

kolsuz sf. 1. Kolu olmayan: "Etrafımda hastalar, topallar, kolsuzlar görmüştüm." -A. Haşim. 2. Kol geçirilmemiş olan (giysi).

koltuğa girme is. Düğün sırasında gelinin damadın koluna girmesini sağlama merasimi.

koltuk, -ğu is. 1. Omuz başının altında, kolun gövde ile birleştiği yer: "Gazetelerini bir koltuğunun altına koydu, zayıf kollarıyla kutulara sarıldı." -H. E. Adıvar. 2. Kol dayayacak yerleri olan geniş ve rahat sandalye: "Ta yan beline kadar gömüldüğü koltuğunun içinden ileriye doğru uzandı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Eski düğünlerde damatla gelinin eve girerken konuklar arasından kol kola geçmeleri töreni: "Babamız, annemizi gelin geldiği ilk gün şu merdivenin alt başında karşılamış, 'koltuk' yapılmıştı." -H. C. Yalçın. 4. Yapıcılıkta yan destek. 5. den. Demirledikten sonra gemiyi iskeleye, rıhtıma veya başka bir gemiye bağlayan ip. 6. mec. Koltuklama veya koltuklanma: O koltuktan hoşlanmaz. 7. mec. Kayırma, destek: Dayısının koltuğunda sırtı yere gelmez. 8. mec. Yüksek mevki, makam: Koltuk kavgası. 9. argo Genelev: "Burası Mesut Bey adında bir herifin koltuğudur." -H. R. Gürpınar. 10. kik Mısır ve buğday fidesinin yanlarından çıkan filizler. 11. esk. Kenar, tenha yer. koltuk çıkmak desteklemek, (birine) koltuk vermek 1) yüzüne karşı övmek, pohpohlamak; 2) mec. koltuklamak, koltuğa girmek evlenmek: "Nihayet sonbaharın yağmurlu, serin bir günü koltuğa giriyorum." -Ö. Seyfettin, koltuğu doldurmak aldığı görevi tam olarak başarabilecek yetenekte bulunmak: "Ercüment, memurluk hayatında her oturduğu koltuğu doldurmuş..." -Y. Z. Ortaç, koltuğuna girmek (veya koltuğunun altına sığınmak) birinin koruyuculuğuna sığınmak: "Ben de aç duracak değilim ya! Bizim orada senin gibi bir ağa yok ki koltuğunun altına sığınalım." -M. Ş. Esendal. koltukları kabarmak kendine veya yakınlarına yapılan övgüden kıvanç duymak, koltukta olmak şaka başkasının konuğu olup kendi masraf etmemek.

koltuk ahi, koltukbaşı, koltuk değneği, koltuk düşkünü, koltuk gözü, koltuk kapısı, koltuk kavgası, koltuk meyhanesi, lüks koltuk, tekerlekli kottuk, yatar koltuk, berber koltuğu, dişçi koltuğu, köşe koltuğu, şoför koltuğu

koltuk altı is. 1. Kolun omuzla birleştiği yerin altındaki çukurluk. 2. mec. Kayırma.

koltukbaşı is. Otomobillerde koltuğun sırt bölümünün üstüne takılan ve ani darbelerde boynun veya başın zarar görmesini önleyen başlık,

koltukçu is. 1. Koltuk yapan veya satan kimse. 2. Eski ev eşyası alıp satan kimse. 3. Koltuk meyhanesi işleten kimse. 4. Koltuğunun altına elbise ve halı atıp sokak sokak dolaştırarak satan kimse. 5. Düğünlerde ev düzenlenmesine yardım edip gelinle damada destek olan kimse: "Ertesi cuma günü koltukçular gelip gelin odasını düzeltecekler." -M. Ş. Esendal. 6. mec. Yüze karşı övmeyi huy edinmiş kimse.

koltukçuluk, -ğu is. 1. Koltuk yapma ve satma işi. 2. mec. Yüze karşı övmeyi huy edinme.

koltuk değneği is. 1. Ayak ve bacakları sakat olanların yürürken koltuklarıyla dayandıkları uzun değnek: "... koltuk değneğine dayana dayana bacağım sürüyor." -P. Safa. 2. mec. Başkalarınca sağlanan yardım.

koltuk düşkünü sf. Mesleğinden veya yaptığı işten çok, bulunduğu makamı gözeten (kimse).

koltuk gözü is. bot. Sürgün ve genç dalların yaprak saplarının koltuğunda bulunan tomurcuk.

koltuk kapısı is. Evlerde büyük kapıdan başka küçük hizmet kapısı.

koltuk kavgası is. Bir makama oturmak için kişilerin birbirleriyle yaptıkları mücadele.

koltuklama is. 1. Koltuklamak işi. 2. Yaranmak için birine söylenen övücü söz, kompliman.

koltuklamak (-i) 1. Koltuğu altına almak: "Tablolarım koltuklayarak İstanbul'a dönerken, Etimesgut köyünün elektriklerini görmüş." -F. R. Atay. 2. Koltuğa girmek: Karşıladılar, koltuklayıp içeri aldılar. 3. mec. Kıvanç verecek biçimde övmek, koltuklarını kabartacak sözler söylemek, pohpohlamak: "Maşallah da maşallah! Kırk bir kere! Tuh tuh! diyerek karşıladılar; koltuklayıp içeriye, camekâna aldılar." -E. E, Talu.

koltuklanma is. Koltuklanmak işi.

koltuklanmak (nsz) Övücü sözlerle koltukları kabartılmak, pohpohlanmak.

koltuklu sf. Kol dayayacak yeri olan: Koltuklu sandalye.

koltukluk, -ğu is. 1. Giysinin terden lekelenmemesi için koltuk altına içten dikilen parça, subra. 2. sf. Koltuk yapmaya ve kaplamaya elverişli olan (kumaş).

koltuk meyhanesi is. İşlek semtlerde, yol üzerinde bulunan, az mezeyle ayaküstü içki içilen ucuz meyhane.

kolu uzun sf. Gücü yeter, sözü geçer.

kolye is. Fr. collier Ucuna süs eşyaları konularak boyna takılan takı.

kolyoz w. (ko'lyoz) Yun. zool. Uskumrugillerden, uzunluğu 30-35 cm olan, Akdeniz ve Karadeniz'de yaşayan bir balık türü (Scomber colias).

kolza is. (ko'lza) Fr. colza bot. Turpgillerden, yağlı tohumlarından elde edilen yağ, yapay kauçuk yapımında kullanılan mevsimlik bitki (Brassica napus).

koni is. hlk. 1. Ağıl, davar ağılı. 2. Yayla evi. 3. Bir kimseye ait küçük yerleşim yeri, koy, çiftlik.

koma (I) is. (ko'ma) Fr. coma tıp Bazı hastalıklar sırasında görülen anlama, duyma ve hareketin büsbütün veya az çok kaybolmasıyla beliren derin dalgınlık durumu, komadan çıkmak komaya giren hasta bu durumdan kurtulmak, ölümden dönmek, komaya girmek 1) duyma, anlama ve hareket yeteneklerini yitirerek yan ölü duruma gelmek, kendinden geçmek; 2) mec. kendinden geçecek kadar sinirlenmek, şaşırmak, üzülmek.

koma (II) is. Yun. muz. Eski Yunanlarda, eşit olmayan iki ses arasında kulakla seçilebilecek en küçük aralık.

komak bk. koymak.

komalık, -ğı sf. (ko'malık) Koma durumuna gelmiş, (birini) komalık etmek 1) döverek kıpırdamayacak duruma getirmek; 2) mec. çok sinirlendirmek, komalık olmak yediği dayaktan sonra kıpırdayamayacak duruma gelmek.

komandit is. Fr. commandite tic. Bir komandit şirket sermayesinin bir veya birçok ortak tarafından sağlanan bölümü.

komandit ortaklık, komandit şirket

komandite is. Fr. commandite tic. Komandit şirkette sınırsız sorumlu olan ortak.

komanditer ir. Fr. commanditaire is. tic. Komandit şirkette ancak kendi koyduğu para kadar sorumlu olan ortak,

komandit ortaklık, -ğı is. tic. Alacaklılara karşı en az bir sınırlı, bir de sınırsız sorumlu ortağı bulunması gereken, tüzel kişiliği olan ortaklık, komandit şirket.

komandit şirket is. tic. Komandit ortaklık.

komando is. (koma'ndo) Fr. commando (Portekizce'den) ask. 1. Özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan birlik. 2. Bu birlikte görevli asker. 3. mec. Vurucu kuvvet.

komando er

komando er is. ask. Askerliğini komando olarak yapan er, komando.

komar is. bot. Kuzey Anadolu dağlarında yetişen, 3-5 m boyunda, kışın yapraklarım dökmeyen, iri ve mor çiçekleri olan bir ağaç (hododendron ponticum).

kombi is. Fr. Isıtmada kullanılan yakıtı düzenli ve ayarlı biçimde yakan araç.

kombili sf. Kombi tesisatı döşenmiş: Kombili daire.

kombina is. (kombi'na) Fr. combinat 1. Birkaç sanayi kurumunun tek yönetimde birleşmesi: Demir çelik kombinası. 2. Birleştirilmiş et tesisi.

kombinasyon is. İng. combination 1. Birleştirme. 2. Düzen, tertip.

kombine sf. İng. combine 1. Bir araya getirilmiş, düzenlenmiş, toplu. 2. is. Bir spor dalında değişik türdeki yarışmaların sonuçlarına göre birleştirilmiş derecelendirme, toplam puana göre değerlendirme.

kombine bilet

kombine bilet is. Sezonluk bilet.

kombinezon is. Fr. combinaison 1. Bir -işi başarıya ulaştırmak için alınan önlemler, düzenleme. 2. Kadınların giydikleri kısa ve kolsuz iç çamaşırı: "Kız sanatoryumdan çıkıyordu, ne mantosu vardı ne kombinezonu..."-S. F. Abasıyanık.

kombiyum is. bot. Dış odun ile kabuk arasında bulunan, ağacın yaşamasını ve büyümesini sağlayan bölüm.

komedi is. Fr. comedie 1. tiy. Güldürü. 2. mec. Yalan ve yapmacık söz veya davranış. 3. mec. Gülmeye sebep olan olay veya olaylar.

komedi yazan, acıklı komedi, trajikomedi

komedi yazarı is. Genellikle komedi türünde eser veren kimse.

komedya is. (kome'dya) İt. commedia Komedi: "Çocukken benim uykudan uyanışlarım komedya gibi bir şeydi." -R. N. Güntekin.

komedyacı is. Komedyen.

komedyen is. Fr. comedien 1. Güldürü oyuncusu: "Babası büyük sahne üstadı, eşsiz komedyen Fehim Efendi idi." -Y. Z. Ortaç. 2. sf. mec. Sözleri, davranışları yalan ve yapmacık olan (kimse).

komi is. Fr. commis 1. Otel, pansiyon vb. yerlerde çalışan hizmetli. 2. Lokantalarda garson yardımcısı.

komik, -ği sf. Fr. comique 1. Gülme duygusu uyandıran, güldürücü, gülünç: "Komik yapılı bir tiyatro mareşaline benziyor." -A. Gündüz. 2. is. Güldürü oyuncusu: "Perde kapanınca komiğin başarısı uzun uzun alkışlandı. " -N. Cumalı.

operakomik, trajikomik

komikleşme is. Gülünçleşme.

komikleşmek (nsz) Gülünçleşmek, gülünç duruma gelmek.

komikleştirme is. Kemikleştirmek işi.

komikleştirmek (-i) Komik duruma getirmek.

komiklik, -ği is. 1. Komik olma durumu. 2. Güldürücü davranış. 3. Gülünç durum.

komiser is. Fr. commissaire 1. Güvenlik teşkilatının meslek aşamaları içinde yer alan, en az lise öğrenimi görmüş veya polis okullannın orta ve yüksek bölümlerini bitirmiş, il, ilçe veya bucaklarda bulundukları yerin emniyet ve asayişine ait işleri yöneten, üniformalı veya sivil memur: "Komiser, çatkın bîr çehre ile anlatmaya başladı." -R. N. Güntekin. 2. Ortaklıkları ve toplantıları hükümet adına denetlemekle görevli kimse. 3. sp. Saha komiseri.

borsa komiseri, hükümet komiseri, saha komiseri

komiserlik, -ği is. 1. Komiser olma durumu. 2. Komiserin makamı.

borsa komiserliği

komisyon is. Fr. commission 1. Alt kurul. 2. tic. Bir işte aracılık yapan kimseye bırakılan yüzdelik, simsariye.

tahkikat komisyonu

komisyoncu is. tic. 1. Bir iş karşılığında yüzdelik alan kimse, simsar: "Tiftik komisyoncusu olduğumu bildirdim ve ahbap olduk, gitti."-A. Gündüz. 2. Kabzımal.

borsa komisyoncusu

komisyonculuk, -ğu is. Komisyoncunun yaptığı iş, simsarlık.

borsa komisyonculuğu

komita is, (komi'ta) SI. Siyasi bir amaca ulaşmak için silah kullanan gizli topluluk: "Makedonya Komitasının bu korkunç müfettişi adam kesmekten hazzetmezdi." -Ö. Seyfettin.

komitacı is. Siyasi bir amaca ulaşmak için silahlı mücadele yapan gizli topluluk veya örgüte bağlı kimse: "Aynı zamanda birçok komitacı da karınca gibi sokaklara üşüşmüştü." -Ö. Seyfettin.

komitacılık, -ğı is. 1. Komitacı olma durumu. 2. Komitacıya vergi davranış.

komite is. (komi'te) Fr. comite Alt kurul: "Ders saatleri dışında kalan bütün zamanlarım komite işlerine verilmişti." -R. N. Güntekin.

komodin is. Fr. commodine Karyolanın yanı başına konulan üstü masa biçimindeki küçük dolap, komot: "Niye bu çerçeveli resim komodinin üstünde değil, çekmecenin içinde duruyor? " -A. İlhan.

komodor is. İng. commodore den. 1. Amiral yetkisiyle görevli deniz subayı. 2. Bir kuruluşa bağlı yolcu gemilerinin en eski kaptanı.

komot is. Fr. commode Komodin,

kompartıman is. Fr. compartiment Yolcu trenlerinde vagonların bölmelerle ayrılmış bölümlerinden her biri: "Binbaşı beyin kompartımanı iki kişilik, sen oraya gidersin, konuşursun." -H. E. Adıvar.

kompas is. Fr. compas tek. Küçük uzunlukları, çapları ve kalınlıkları doğru olarak ölçmeye yarayan bir ölçü aracı.

kompetan is. Fr. competent Uzman, yetkili.

kompetitif is. Fr. competitif Rekabetçi,

kompilasyon is. (kompilâsyon) Fr. compilation 1. Derleyip toparlama. 2. Derme çatma yapılan iş.

komple sf. Fr. complet 1. Dolu. 2. Eksiksiz, gerekli her şeyi tamam olan, tam: Komple sofra takımı. 3. Aynı madde, kumaş vb.nden yapılmış olan: Komple sofra takımı. 4. mec. Üstün nitelikleri kendinde toplayan, mükemmel: Komple adam.

komple kilit

komple kilit, -di is. Bir mobilyanın sadece bir çekmece veya kapağına takılan, kilitlendiğinde mobilyanın bütün kapak ve çekmecelerini kilitleyebilen özel bir kilit çeşidi.

kompleks sf. Fr. complexe 1. Karmaşık: "Heveskârlar için hece ve aruz, bir kompleks, içinden çıkılmaz bir yoldu." -S. Birsel. 2. kim. Karmaşık. 3. is. Karmaşıklık, karmaşa. 4. is. Aynı ekonomik etkinliği gerçekleştiren sanayinin tesisler bütünü: Çinko kompleksi. 5. is. psikol. Ruhsal karmaşa: "Megalomaninin kökeninde çoğu zaman aşağılık kompleksi yatar." -H. Taner.

aşağılık kompleksi, narsis kompleksi, üstünlük kompleksi

kompleksli sf. Kompleksi olan: "Kompleksli olan insan bu aşağılık duygusunu örtmek için inadına yüksekten atar." -H. Taner.

komplekssiz sf Kompleksi olmayan.

komplekssizlik, -ği is. Komplekssiz olma durumu.

komplikasyon is. Fr. complication 1. Karışıklık. 2. tıp İlaçların doğurabileceği yan etki.

komplike sf. Fr. compliaue Öğelerinin veya gerekli işlemlerin sayısının çokluğu, çeşitliliği yüzünden anlaşılması, yapılması güç olan, karışık.

kompliman is. Fr. compliment 1. Gönül okşayıcı, hoşa giden söz. 2. Koltuklama.

komplo is. (komplo) Fr. complot 1. Bir kimseye, bir kuruluşa karşı toplu olarak alınan gizli karar, gizli düzen: "Komplo keşfedilerek isyanın önü alınmıştır." -F. R. Atay. 2. Topluca ve gizlice yürütülen herhangi bir plan: "Bu üçüncü taarruzun âdeta karanlıkta bir komplo gibi etrafımda ağır ağır geliştiğini görüyordum." -R. N. Güntekin. 3. Tuzak, komplo hazırlamak bir kimsenin aleyhine çalışmak, onun kötü duruma düşmesini sağlamak, komplo kurbanı olmak komploya kurban gitmek, komplo kurmak bir kimseye karşı gizlice, toplu olarak zarar verici karar almak, tuzak kurmak, komploya kurban gitmek komplo yoluyla zarar görmek.

komplo kurbanı, komplo teorisi

komplocu is. Komplo kuran kimse.

komploculuk, -ğu is. Komplocu olma durumu.

komplo kurbanı is. Kendisine komplo kurulan veya komploya uğrayan kimse.

komplo teorisi is. Bir kimse, kuruluş veya ülkeye karşı gizlice, zarar verici tuzak kurulduğu varsayımına dayanan düşüncelerin tümü.

komposto is. (kompo'sto) İt. composta 1. Hoşaf. 2. Bitki artıklarından yapılan gübre.

ayva kompostosu, erik kompostosu, kayısı kompostosu, üzüm kompostosu

kompostoluk, -ğu is. 1. Komposto veya meyve dağıtımı yapmak için kullanılan, genellikle yüksek ayaklı tabak. 2. sf. Komposto yapmaya elverişli olan (meyve): Kompostoluk kayısı.

kompoze sf. Fr. compose "Öğelerini birleştirmek, bütünleştirmek, yeniden oluşturmak" anlamlarındaki kompoze etmek zünde geçer.

kompozisyon is. Fr. composition 1. Ayrı ayrı parçalan bir araya getirerek bir bütün oluşturma biçimi ve işi. 2. Öğrencilere duygu ve düşüncelerini etkili ve düzgün bir biçimde anlatmaları için yaptırılan yaztlı veya sözlü çalışma, tahrir, kitabet.

kompozitör is. Fr. compositeur müz. Besteci: "Kompozitöre de koreografı yazdırması beklenebilirdi, ama yazdırmadı." -H. Taner.

komprador is. İsp. comprador 1, Aracı. 2. tar. Uzak Doğu ülkelerinde yabancı ortaklıklar hesabına iş sözleşmesi yapan yerli aracı.

kompres is. Fr. compresse tıp Yaraların bakımında veya başka bir amaçla kullanılan, birkaç kat katlanmış bez.

kompresör is. Fr. compresseur 1. fiz. Bir akışkanı veya gazı, gereken basınca göre sıkıştırmaya yarayan alet, sıkmaç. 2. Yol yapımında, dökülen çakılları, kumlan bastırıp sıkıştırmak için kullanılan ağır silindirli araç. 3. Sert cisimleri kırmak ve delmek için kullanılan makine.

komprime is. Fr. comprime 1. Çoğu kez yassı veya silindir biçiminde katı ilaç, hap. 2. mec. Bir konuyla ilgili olarak derinliği olmayan kalıplaşmış bilgi.

komşu is. 1. Konutları yakın olan kimselerin birbirine göre aldıkları ad. 2. sf. Sınır ortaklığı bulunan, mücavir: "Komşu bahçeler arasında da pek kullanılmayan yan kapılar vardı." -Ç. Altan, komşu komşunun külüne (veya tütününe) muhtaçtır komşular en küçük şey için bile birbirlerine muhtaçtırlar. komşuda pişer, bize de düşer insanların, çevresindekilerin kazancından yararlanma umudunu anlatan bir söz. komşunun tavuğu komşuya kaz (karısı kız) görünür başka bir kimsenin malı bize olduğundan daha değerli görünür.

komşu açı, komşu hatırı, komşu kapısı, kapı bir komşu, kapı komşu, konu komşu

komşu açı is. mat. Tepeleri ve birer kenarları ortak olan iki açıdan her biri.

komşu hatırı is. Komşular arasında gözetilen saygı.

komşu kapısı is. Pek yakın sayılan yer. (bir yeri) komşu kapısına çevirmek yakın olmadığı ve sık sık uğranılması gerekmediği hâlde bir yere çok sık gitmek.

komşuluk, -ğu is. 1. Komşu olma durumu. 2. Komşularla olan ilişki: Bu mahallede o ka- dar komşuluk yok. komşuluk etmek (veya yapmak) komşular arasında ilişki kurmak, görüşmek.

komut is. Askerlere, izcilere, öğrencilere beden eğitimi çalışmalarında veya bir tören sırasında bir durumdan başka bir duruma geçmeleri için verilen buyruk, emir. komut vermek herhangi bir davranış, hareket vb. için buyrukta bulunmak.

uzaktan komut, uyarma komutu

komuta is. (komu'ta) ask. Askerî birliği ve onunla ilgili işleri yönetme görevi, kumanda, komuta etmek askerlikte yönetmek, kumanda etmek.

komutan is. ask. Bir asker topluluğunun başı, kumandan, bey: Takım komutam. Tümen komutanı. Ordu komutam.

başkomutan, ordu komutanı, kuvvet komutanları

komutanlık, -ğı is. Komutanın görevi veya makamı, kumandanlık: "Alay komutanlığına sonradan verdiği raporda patlamayı şöyle anlatacaktır." -A. İlhan,

başkomutanlık

komünikasyon is. Fr. communicatîon tek. İletişim.

komünist is. Fr. communiste Komünizm yanlısı olan kimse.

komünistlik, -ği is. Komünizm.

komünizm is. Fr. communisme 1. Bütün malların ortaklaşa kullanıldığı ve özel mülkiyetin olmadığı toplum düzeni, komünistlik. 2. Böyle bir düzenin kurulmasını amaçlayan siyasi, ekonomik ve toplumsal öğreti, komünistlik.

komütatör is. Fr. commutateur fiz. Anahtar.

kona göçe zf. 1. Dura kalka. 2. Yolculukta konaklayarak, .geziye zaman zaman ara vererek: Eskiden kim bilir kaç gün kaç gecede, kona göçe gidecekleri bir yere, şimdi üç beş saat içinde heybeleri, sepetleriyle beraber kuş gibi uçacaklardır." -R. N. Güntekin.

konak, -ğı (I) is. 1. Büyük ve gösterişli ev: "İstirahat için İstanbul'a gelmiş, bu konağı alıp yerleşmişti." -Ö. Seyfettin. 2. Hükümet işlerinin görüldüğü yapı. 3. Misafir: Evine askerlerden konak gelirdi. 4. zool. Konakçı. 5. esk. Araba veya hayvanla bir günde alınan yol: Buradan orası beş konaktır. 6. esk. Yolculukta geceyi geçirmek için inilen, konaklamlan yer. konak gibi büyük ve gösterişli (ev).

konak yavrusu, bülbülkonağı, hükümet konağı

konak, -ğı (II) is. hlk. 1. Kundak çocuklarının başlarında görülen kepek tabakası. 2. Gözde oluşan ince tabaka.

konakçı is. esk. 1. Toplu olarak yapılan yolculukta konak yeri sağlamakla görevli kimse. 2. tar. Sefere çıkan askerlerin önünden gidip konak yeri sağlamakla görevli subay. 3. zool. Asalağın erginini veya gelişim evrelerinden herhangi birini taşıyan canlı, konuk.

ara konakçı, başkonakçı

konaklama is. Konaklamak işi.

konaklamak (nsz) Yolculuk sırasında bir yerde durup geçici bir süre kalmak: "Elimdeki karadut kütüğü nereye düşerse, sen de orada konakla!" -N. Araz.

konaklık, -ğı is. 1. Konak olmaya uygun yer. 2. Konak kadar alınan yol.

konak yavrusu sf. Konağı andıran (ev): "Hacı Ferhat Efendi, Hoşkadem Mahallesi'nde konak yavrusu, güzel bir evin sahibidir." -H. R. Gürpınar.

konalga is. hlk. Göçebe ve yolcuların yolculuk veya göç sırasında konakladıkları sulu ve otlu yer, konak yeri.

konargöçer sf. Göçebe bir hayat süren, bir yere sürekli yerleşmeyen (aşiret, oba vb.).

konç, -cu is. Ayağa giyilen şeylerde ayak bileğinden baldıra doğru olan bölüm: Çorap koncu. Çizme koncu.

konçerto is. (konçe'rto) İt. concerto müz. Bir çalgının teknik özelliklerini ön plana çıkarmak amacıyla yazılmış, orkestra eşliğinde seslendirilen, sonat formundaki müzik eseri: Piyano konçertosu.

konçina is. İt. concina Oyun kâğıtlarında ikiliden altılıya kadar olan kâğıtlar: "Konçinalar bu bakımdan iskambillerin paryasıdır." -H. Taner.

konçlu sf. Koncu olan.

konçsuz sf. Koncu olmayan veya koncu kısa olan.

kondansatör is. Fr. condensateur fiz. İçinde akımsız elektrik yükü biriktirilen cihaz, yoğunlaç, meksefe.

kondenseleşme is. kim. Yapay reçinelerin oluşumunu ve değişimini sağlayan kimyasal tepkime.

kondisyon is. Fr. condition 1. Şart, durum. 2. Erk. 3. sp. Fiziksel ve ruhsal bakımdan bir sporcunun durumu.

kondisyon aleti, kondisyon bisikleti, fizik kondisyonu

kondisyon aleti is. sp. Vücut sağlığım korumak ve geliştirmek için kullanılan kondisyon bisikleti, koşu bandı, kürek vb. araçlardan her biri.

kondisyon bisikleti is. sp. Vücut sağlığını korumak ve geliştirmek amacıyla sabit, tekerleksiz, üzerinde pedalların direnç derecesini ayarlayan bir mekanizmanın bulunduğu araç.

kondom is. Prezervatif.

kondor is. İng. condor zool. Tepeli akbaba.

kondurma is. Kondurmak işi.

kondurmak (-i, -e) 1. Konma işini yaptırmak: "Koca dağın başına ne güzel bir yapı kondurmuşuz, ama gel gör ki yolunu unutmuşuz." -B. R. Eyuboğlu. 2. Gelişigüzel takmak, iliştirmek: Başına çiçekler kondurmuş. 3. Birden yapıvermek veya söyleyivermek: Öpücüğü kondurdu. 4, mec. Yakıştırmak, haksız yere birtakım eksiklikler isnat etmek, üzerine yormak: "Bu senetle bana kondurduğunuz eksikliklerden bir kısmını üstümden atmış olacaktım." -R. E. Onaydın.

kondüit is. Fr. conduite tiy. Sahneye çıkma sırası gelen kişileri uyarmakla görevli kimse.

kondüktör is. Fr. conducteur Yolcu trenlerinde biletleri denetleyen ve vagon işlerine bakan görevli.

kondüktörlük, -ğü is. Kondüktör olma durumu veya kondüktörün görevi.

konfederasyon is. Fr. confederation 1. Birden fazla ülkenin genellikle dış işleri ve savunma alanlarında federasyona göre biraz daha ılımlı bir bağımlılık içinde ortak politika ve yönetim izleyip diğer alanlarda ise bölgesel yönetimlerinde serbest bulundukladevletler topluluğu: İsviçre Konfederasyonu. 2. Çeşitli ortaklıkların, daha çok sendikaların kümeleşmesi.

konfederatif sf. Fr. confâderatif Konfederasyonla ilgili olan.

konfedere sf. Fr. confedere Birleşmiş devletlerin, toplulukların her biri.

konfeksiyon is. Fr. confection 1. Hazır giyim eşyası. 2. Hazır giyim eşyası diken sanayi kolu.

konfeksiyon mağazası

konfeksiyoncu is. Konfeksiyon işleriyle uğraşan kimse.

konfeksiyonculuk, -ğu is. Hazır giyim eşyası yapma veya satma işi.

konfeksiyon mağazası is. Giyimevi.

konferans is. Fr. conference 1. Topluluğa bir konuda bilgi vermek amacıyla yapılan konuşma: "Hiçbir konferansa zevkle gittiğimi hatırlamam." -O. V. Kanık. 2. Uluslararası bir sorunun çözülmesi için yapılan toplantı: "Hatta milletlerarası konferanslara gazetelerde adı geçebilecek, yüksek seviyeli bir konuşucu mu yollarız." -F. R. Atay. konferans çekmek karşısındakini bıktıracak bir biçimde uzun veya öğüt verircesine konuşmak, konferans vermek herhangi bir konuda bilgi verecek biçimde konuşma yapmak: "Türk Ocağında bir de konferans vermiş olduğunu hatırlatırım." -F. R. Atay.

basın konferansı, zirve konferansı

konferansçı is. Konferans veren kimse, konuşmacı, hatip: "Her dinleyici, her kaçırdığı sözü konferansçıya tekrar ettirmeye kalkacak olsa, işin içinden çıkmaya imkân kalmaz." -O. V. Kanık.

konferansçılık, -ğı is. Konferans verme işi.

konfeti is. (konfe'ti) İt. confetti Düğün, balo vb. eğlencelerde, spor karşılaşmalarında serpilen, küçük yuvarlak pul biçiminde kesilmiş renkli kâğıt parçaları: "Maskeli maskesiz bütün bu halk, avuç avuç hiç bıkmadan, yorulmadan muttasıl konfeti serpiyorlar."-H.C. Yalçın.

konfigürasyon is. Fr. configuration Yapılandırma.

konfor is. Fr. confort Günlük hayatı kolaylaştıran maddi rahatlık: "Fazla konfor temin edemezsek kusurumuza bakmazlar." -R. N. Güntekin.

konforlu sf. Konforu olan.

konformizm is. Fr. conformisme sos. Uymacılık.

konforsuz sf. Konforu olmayan,

konforsuzluk, -ğu is. Konforsuz olma durumu: "Ben ve arkadaşım, bermutat konforsuzluktan şikâyet ediyoruz." -Y. K. Karaosmanoğlu.

konglomera is. Fr. conglomerat jeol. Yığışım.

Kongolu öz. is. (ko'ngolu) Kongo halkından olan kimse.

kongövde is. bot. Palmiyelerde olduğu gibi, üzerinde yaprak kalıntıları, izleri bulunan dalsız, budaksız gövde.

kongövdeli sf. bot. Gövdesi kongövde olan (bitki).

kongre is. (ko'ngre) Fr. congres 1. Çeşitli ülkelerden yöneticilerin, elçilerin, delegelerin katılmasıyla yapıları toplantı: "Sonradan öğrendim ki, bu efendiler ticaret kongresine gelmiş delegelermiş." -M. Ş. Esendal. 2. Bir kuruluşun, gündemindeki sorunları konuşmak ve yeni kurullar seçmek üzere belli sürelerle yaptığı genel toplantı, kurultay. 3. Amerika Birleşik Devletlerinde Temsilciler Meclisi ile Senatonun bir aradayken aldıkları ad.

umumi kongre

koni is. Fr. cone mat. 1. Durağan bir noktadan geçen ve kapalı bir eğriye dayanarak hareket eden bir doğrunun çizdiği yüzey, mahrut. 2. Bu yüzeyle sınırlı katı cisim. 3. Çembersel bölge üzerindeki her noktanın çember düzlemi dışındaki bir nokta ile birleşiminden oluşan geometrik cisim. 4. sf. Koni biçiminde olan.

kesik koni, birikinti konisi, dirim konisi

konik, -ği sf. Fr. coniaue mat. 1. Koni biçiminde olan veya koni ile ilgili olan, mahruti: Konik yüzey. 2. is. Tabanı daire biçiminde olan bîr koninin bir düzlemle ara kesiti: Çember, elips, hiperbol ve parabol birer koniktir.

koniklik, -ği is. Konik olma durumu.

konişmento is. bk. konşimento.

konjonktür is. Fr. conjoneture 1. Bir ülkenin ekonomik hayatının yükselme ve alçalma yönünde gösterdiği inişli çıkışlı, dalgalı hareketlerin bütünü. 2. Her türlü durumun ve şartların ortaya çıkardığı durum: "Seçim konjonktürü böyle ülkelerde bazen pek duygusal, pek yüzeysel faktörlerle değişebilir." -H. Taner.

konkasör is. Fr. concasseur Yapıcılıkta yol, yapı vb. yapımında kullanılacak çakıl veya taşları elde etmek için, büyük kayaları kırıp ufalamaya yarayan makine, kırma makinesi.

konkav sf. Fr. concave mat. ve fiz. İçbükey.

konken is. İt. conehin Bir çeşit iskambil oyunu.

konkordato is. (konkorda'to) ît, concordato huk. ve ekon. 1. İflas anlaşması. 2. tar. Papalık makamıyla başka hükümetler arasında yapılan anlaşma.

konkret sf. Fr. coneret Somut, müşahhas.

konkur is. Fr. concours sp. Yarış, yarışma.

konkurhipik, -ği is. Fr. concours hippique sp. Yalnız spor amacıyla yapılan at yarışı.

konma is. Konmak işi.

konmak, -ar (I) (-e) 1. Kuş, kelebek, uçak, toz vb. bir yere inmek: "Bir bülbül gelip konmuştu havuzun kıyısına." -Ç. Altan. 2. Yolculukta geceyi geçirmek için bir yerde kalmak, konuk olmak. 3. Kısa bir süre için bir yere yerleşmek, bir yeri yurt edinmek. 4. mec. Bir şeyi emeksiz edinmek: "Ayşe de yarın öbür gün bir lise hocası olacak, belki de servete de konacaktı." -H. E, Adıvar.

kona göçe, göçerkonar, konargöçer, gecekondu, kuşkonmaz

konmak, -ur (II) (-e) Koyma işi yapılmak: Yemeğe tuz konur.

konnektör is. Fr. connecteur Demir yollarında fren kumanda kollarını dingilin üzerine bağlayan ve her iki ucunda kumanda kolunun girmesine uygun deliği bulunan parça veya düzen.

konnektör pensi is. tek. Birden fazla kablonun birbirine tutturulmasmı sağlayan araç.

konsa is. zool. Taşlık.

konsantrasyon is. Fr. concentration kim. 1. Bir sıvı içindeki su veya sıvı miktarı azalarak koyulaşma, yoğunlaşma. 2. psikol. Dikkat toplaşımı: "Ölçüsüzlük matematik eksikliğinden, laubalilik dağınıklık, konsantrasyon yetersizliği hep bundan..." -H. Taner.

konsantre sf. Fr. concentre 1. Yoğunlaştırılmış, yoğun. 2. kim. Derişik, konsantre etmek (veya olmak) 1) düşünceyi, duyguyu, gücü bir noktada toplamak; 2) bilenmek.

konsensüs is. consensus Uzlaşma, uzlaşım, mutabakat.

konsept is. Fr. concept 1. Kavram. 2. Anlayış, görüş, düşünce.

konseptualizm is. Fr. conceptualisme fel. Kavramcılık.

konser is. Fr. concert 1. muz. Sanatçıların müzik eserlerini bir topluluk önünde çalması veya söylemesi. 2. mec. Sürekli gürültü. konser vermek dinleyicilere, müzik eserlerini çalmak veya söylemek.

konservatör is. Fr. conservateur Tutucu, muhafazakâr.

konservatuvar is. Fr. conservatoire Müzik, tiyatro ve bale öğretiminin yapıldığı okul.

konserve sf. (konse'rve) Fr. conserve 1. Isı ile sterilize edilerek uzun zaman saklanabilecek biçimde kutulanmış (yiyecek): Konserve balık. 2. is. Bu yolla hazırlanmış yiyecek.

konservecilik, -ği is. Konserve yapma veya satma işi.

konsey is. Fr. conseil 1. Yönetim görevi yüklenmiş kimselerden oluşan topluluk, 2. Bazı sorunları görüşüp tartışmak için toplanan meclis: Millî Güvenlik Konseyi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi.

konsinye satış is. tic. Bir satıcının, başka bir satıcı, dağıtıcı veya komisyoncuyla mallarının ederini satıldıktan sonra almak üzere yaptığı satış, ödeyesiye satış.

konsol is. Fr. console 1. Duvar kenarına yerleştirilen, üstüne ayna ve başka süs eşyası konulan, çekmeceli mobilya: "Mektupları götürmüş konsolun üzerine koyuyordu." -T. Buğra. 2. mim. Yalnız bir yanındaki dayanak tarafından taşınan, diğer bölümleri boşlukta olan yatay yapı öğesi: Konsol kiriş.

konsol saati

konsolidasyon is. Fr. consolidation ekon. 1. Kısa vadeli bir devlet borcunun yerini uzun vadeli bir borcun alması, tahkim. 2. Yapıları benzer durumda olan nesnelerin birleştirilmesi. 3. Firmaların tüzel kişiliklerinin ortadan kaldırılarak yeni bir tüzel kişilikte birleştirilmesi.

konsolide sf. Fr. consolide ekon. Vadesi uzatılan (borç), pekiştirilmiş.

konsolide borç, konsolide bütçe

konsolide borç, -cu is. ekon. Kısa vadeli olarak planlanıp daha sonra orta veya uzun vadeli duruma çevrilen borç.

konsolide bütçe is. ekon. Destekli bütçe.

konsolit, -di is. Fr. consolide 1. ekon. Vadesi belli olmayan ve yalnızca faizi ödenen devlet tahvili. 2. Bir tür iskambil oyunu.

konsolitçi is. Tahvil, hisse senedi vb. şeyleri alıp satan kimse.

konsolos is. Lat. consulus Yabancı ülkelerde, orada bulunan yurttaşlarının haklarım koruyan, bağlı bulunduğu hükümete siyasal ve ticari bilgileri veren dış işleri görevlisi, şehbender.

konsoloshane, başkonsolos, fahri konsolos

konsoloshane is. (konsolosha:ne) Lat. consulus + Far. hâne esk. Konsolosluk işlerinin görüldüğü daire, konsolosluk: "Konsoloshane bu ilanı bütün gazetelere dağıttı." -F. R. Atay.

konsolosluk, -ğu is. 1. Konsolos olma durumu. 2. Konsolosun makamı veya görevi, şehbenderlik: "Bir konsolosluk demek bir millet temsilciliği demektir." -S. F. Abasıyanık. 3. Bu işin görüldüğü daire, konsoloshane.

başkonsolosluk

konsol saati is. Konsol gibi düz yerlere oturtulacak biçimde yapılmış saat: "Bizim evde bir acayip, bir antika konsol saati vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.

konsomasyon is. Fr. consommation 1. Gazino, bar vb. eğlence yerlerinde yenilip içilen şey. 2. Böyle şeyleri yiyip içme. 3. Eğlence yerlerinde konsomatrisin masadan masaya dolaşması.

konsomatris is. Fr. consommatrice Gazino, bar vb. eğlence yerlerinde müşteri ile birlikte yiyip içerek çalıştığı yere kazanç sağlayan kadın.

konsomatrislik, -ği is. Konsomatris olma durumu.

konsome is. Fr. consomme Et suyu ile kemiklerin birlikte kaynatılmasından ve yağının alınmasından sonraki durumu.

konson is. Fr. consonne dbl. Ünsüz.

konsonant is. Alnı. Konsonant dbl. Ünsüz.

konsorsiyum is. (konso'r'siyum) İng. consortium ekon. 1. Uluslararası kuruluşların ve bazı hükümetlerin iktisadi ve mali yardımları yürütmek üzere oluşturdukları yardım kurulu ve şirketler birliği. 2. Köprü, yol, baraj vb. büyük projelerin gerçekleştirilebilmesi için birden fazla şirketin bir araya gelmesi: "Şu kadar milyona bir konsorsiyum yapılsın." -Ç. Altan.

konstrüksiyon is. Fr. construction Yapma, yapım.

konstrüktivizm is. Fr. constructivisme Kurmacılık.

konsulto is. İt. consulto Konsültasyon.

konsül is. İt. consul tar. 1. Roma'da her yıl seçilen iki devlet başkanından her biri. 2. 1799’ dan 1804'e kadar Fransa'da birlikte görev alan üç devlet başkanından her biri.

konsültasyon is. Fr. consultation tıp Bir hastalığa birkaç hekimin teşhis koyması işi, konsulto, konsültasyon yapmak birkaç hekim bir hastalığa teşhis koymak için bir araya gelmek.

konşimento is. (konşime'nto) İt. conoscimento tic. Taşınmak için gemiye teslim edilen bir mala karşılık olarak verilen alındı.

kont is. Fr. comte tar. 1. Roma imparatorunun danışman olarak seçtiği kimse. 2. Derebeylik düzeninde derebeyi, 3, Batı toplumunda erkekler için kullanılan bir soyluluk unvanı, kont gibi şık giyinmiş (adam), kont gibi yaşamak bolluk içinde yaşamak.

kontak, -ğı is. Fr. contact 1. Karşıt elektrik taşıyan iki maddenin birbirine dokunması, temas. 2. Motorlu araçları çalıştırmaya yarayan düzenek. 3. mec. Bağlantı, ilgi. 4. sf. argo Ruh sağlığı yerinde olmayan, dengesiz, kontak açmak bir taşıtın motorunu çalıştırmak için kontak anahtarını çevirerek elektrik devresini açmak, kontak atmak 1) elektrik donanımında karşı uçların birbirine dokunmasıyla elektrik akımı kesilmek; 2) mec. dengeyi kaybetmek, sinirlenip olağan dışı davranmak, kontak kapamak kontak kapatmak, kontak kapatmak 1) bir taşıtın çalışan motorunu durdurmak için kontak anahtarım çevirerek elektrik devresini kapamak; 2) mec. bir olayı protesto etmek için sürücüler trafiğe çıkmamak, taşıtlarıyla trafiği engellemek veya bir süre bulunduğu yerde kalıp motoru durdurmak, kontak kurmak biriyle veya bir olayla bağlantı sağlamak, kontak yapmak karşıt elektrik taşıyan iki madde birbirine dokunmak.

kontak anahtarı, kontak lens, kafadan kontak, kafası kontak

kontak anahtarı is. Bir taşıtın motorunu çalıştırmak için kullanılan anahtar.

kontak lens is. İng. contact lense Lens.

kontekst is. Fr. contexte 1. Bir metin içinde sözün gelişi, sözün önü arkası, bağlam. 2. Olaylar, durumlar, ilişkiler örgüsü, bütünlük, bağlam: "Her yapının hem görüntüsel hem manevi bir bütünlüğü vardır. Kişiliği ancak bu kontekst içinde vurgulanır." -H. Taner.

kontenjan is. Fr. contingent 1. Bir yükümlülük veya yararlanma işinde, o işin kapsamına girenlerin oluşturduğu belirli sayıdaki topluluk. 2. Bir kuruluşun veya bir kimsenin seçip almakta yararlanabileceği ölçü, sayı: Öğrenci kontenjanı. 3. ekon. Bir malın, alım satım veya dağıtım işinde, ilgililerin her birine düşen pay oranı: "Krizi biz mi çıkardık, kontenjanı biz mi uydurduk?" -F. R. Atay.

kontenjan sistemi

kontenjan sistemi is. ekon. Dışarıdan yurda getirilecek malların tür ve niceliklerini sınırlandıran yöntem.

kontes is. Fr. comtesse Kontun karısı.

konteyner is. İng. container tic. Çeşitli eşyaları taşımak için uluslararası standartlara göre yapılmış büyük sandık.

deprem konteyneri

kontluk, -ğu is. Kont unvanına hak kazandıran yurtluk.

kontör is. Fr. compteur 1. Belirli bir sürenin bir birim olarak kabul edildiği ve toplam konuşma süresinin kaç birim olduğunu sayısal olarak gösteren araç. 2. Telefon, gaz, su vb.nde tüketim birimi, kontör yüklemek konuşma süresi için kart satın alarak cep telefonuna yüklemek.

kontörlü sf. Kontörü bulunan.

kontörlü telefon

kontörlük, -ğü is. 1. Kontör. 2. Bir kontör miktarı.

kontörlü telefon is. Konuşma süresini gösteren sayaçlı telefon.

kontra sf. (ko'ntra) İt. contra 1. Karşıt, karşı, aksi: Kontra atak. 2. is. Kontrplak, kontra gitmek birine zıt gitmek.

kontra mizana

kontralto is. (kontra'lto, I ince okunur) İt. contralto müz. 1. Kadın seslerinin en kalını. 2. Sesi böyle olan sanatçı, alto.

kontra mizana is. den. Dört direkli gemilerde en arkadaki direk.

kontrasomun ît. contra + Fr. saumon Kapı tokmağını ters döndüren somun.

kontrast sf. Fr. contraste 1. Karşıt, aykırı, zıt. 2. is. Karşıtlık, aykırılık, zıtlık.

kontrat is. Fr. contrat huk. Sözleşme: "Yeni ev sahibi ile kontratım da profesör diye yaptırmış." -H. Taner, kontrat yapmak sözleşme yapmak.

kira kontratı

kontratabla is. Fr. contre-table 1. Marangozlukta ağacın çalışma oranını azaltmak ve zararsız duruma getirmek için çapraz yapıştırma yöntemi ile hazırlanan tabla. 2. Ağaç malzemenin biçim değiştirmesini önlemek için kör ağacın iki yüzüne, elyaf yönleri kör ağaca çapraz veya 45 derece eğik, aynı kalınlıkta astar kaplama ve yüz kaplama yapıştırılarak elde edilen tabla.

kontratak, -ğı is. Fr. contre-attaque sp. Karşı akın.

kontratlı sf. Sözleşmeli.

kontratsız sf. Sözleşmesiz.

kontrbas is. Fr. contrebasse müz. 1. Keman türünden, en kaim sesli yaylı saz: "Kontrbas öğretmeni Rıza'nın daha bir oturmuşluğu vardır rolüne." -H. Taner. 2. Kontrbasçı.

kontrbasçı is. Kontrbas çalan sanatçı, kontrbas.

kontrfile is. Fr. contre-füet Kesim hayvanlarında, bel kemiğindeki dikensi çıkıntının iki yanında bulunan et dilimi.

kontrgerilla is. (kontrgerillâ) Fr. contre-guerilla Gerilla güçlerine karşı oluşturulmuş güç.

kontrol, -lü is. Fr. controle 1. Denetleme. 2. Bir şeyin gerçeğe ve aslına uygunluğuna bakma: "Duygululuk oha olsa akılla bağdaştığı, aklın kontrolünde kaldığı ölçüde bir değer taşır." -N. Cumalı. 3. Yoklama, arama: Gümrük kontrolü. 4. Denetçi, kontrolör. kontrol altına almak 1) hastalığı durdurmak; 2) yangını söndürmek, kontrol etmek 1) denetlemek; 2) yoklamak, gözden geçirmek.

kontrol kalemi, kontrol kulesi, kontrol saati, doğum kontrolü, kalite kontrolü, sağlık kontrolü

kontrokü is. Kontrol yapan, denetçi, kontrolör.

kontrolcülük, -ğü is. Kontrolcü olma durumu.

kontrol kalemi is. Herhangi bir elektrik devresinin açık veya kapalı olduğunu içine yerleştirilmiş küçük bir lambanın yanıp sönmesiyle gösteren, ucu tornavidalı, kalem biçiminde araç.

kontrol kulesi is. Hava trafik kontrolü işlerinin yönetilmesi için yapılmış, çevrenin iyice göründüğü oldukça yüksek kule.

kontrolör ıs. Fr. controleur Denetçi.

kontrolörlük, -ğü is. Denetçilik.

kontrol saati is. Bekçilerin belirli yerlerden geçiş zamanlarını belirleyen alet.

kontrpiye is. Fr. contre-pied sp. Sporcunun yanılma hareketi, kontrpiyede kalmak 1) sp. futbolda kaleci ters tarafa gitmek veya hamle yapmak; 2) mec. beklediği sonuca ulaşamamak; 3) mec. düşüncelerini açıklayamamaktan ötürü zor durumda kalmak.

kontrplak, -ğı is. (kontrplâk) Fr. contre-plaque Genellikle mobilya işlerinde kullanılan, en az üç kaplamanın üst üste tutkallanmasından oluşan, ince, esnek tahta.

kontrpuan is. Fr. contre-point müz. Çeşitli melodileri birbirine uydurma sanatı.

kontuar is. Fr. comptoir Kara ve hava yolları ulaşımında bilet ve bagaj işlemlerinin yapıldığı tezgâh veya bölüm.

kontur is. Fr. contour Resimde nesneyi belirgin gösteren çevre çizgisi: "Bu ışık onların olanca konturlarım, ayrıntılarım ortaya çıkarır. " -H. Taner.

kontuvar is. Fr. comptoir tic. Bir memleketin, yabancı bir memleketteki ticaret acentası.

konu is. 1. Konuşmada, yazıda, eserde ele alınan düşünce, olay veya durum, mevzu: "Öğretmenimizin verdiği konuları manzum yazardım." -Y. Z. Ortaç. 2. Üzerinde konuşulan şey, bahis: "Daha fazla tafsilata girmeyi bugün zararlı gördüğüm için bu konuda susacağım." -B. Felek.

konu mankeni, ana konu, bahis konusu, söz konusu

konuk, -ğu is. 1. Bir yere veya birinin evine kısa bir süre kalmak için gelen kimse, misafir, mihman: "Şatoda yaşayanlarla konuklar, buralarda, topluca yıkanırlarmış." -S. Birsel. 2. zool. Konakçının üzerindeki asalak, konuk etmek birini evinde bir süre ağırlamak. konuk gelmek bir yere veya birinin evine kısa bir süre kalmak için gelmek. konuk olmak bir yerde kısa bir süre ağırlanmak. (birinin) konuğu olmak birine konuk olarak gidip kalmak: "Onun köyüne gittim, onun konuğu oldum orada on beş gün." -Y.Kemal.

konukevi, konuk köşesi, konuk sanatçı, konuksever, şeref konuğu

konukçu is. Yabancı konukların yanına verilen, onları gezdiren, onlarla ilgilenen kılavuz veya arkadaş, mihmandar.

konukçuluk, -ğu is. Konukçunun işi, mihmandarlık.

konukevi is. Resmî veya özel kuruluşların kendi görevlilerinin yararlanması için yaptırdığı konut, misafirhane.

konuk köşesi is. Konukların oturması için hazırlanmış özel yer, yiğit bucağı: "Güneş Bey konuklarım bey çadırının yiğit bucağı denen konuk köşesine oturttu." -N. Araz.

konuklama is. Konuklamak işi.

konuklamak (-i) hlk. 1. Konuk almak. 2. Yemeğe çağırmak.

konukluk, -ğu is. Konuk olma durumu, misafirlik: "Gittikleri kasabalarda konuk olduklarını bilirler, konukluğun gereklerine göre davranırlardı." -N. Cumalı.

konu komşu is. Bütün komşular, birbirine yakın yerde oturan kimseler: "Şimdi konu komşu camların gerisinde / Hep onu seyrediyor. " -B. Necatigil.

konuk sanatçı is. Asıl programda olmayan, program dışı etkinliğe katılan sanatçı.

konuksever sf. Konuklarına iyi davranan, onları iyi ağırlayan ve kendisine konuk gelmesinden hoşlanan, misafirperver, mükrim: Türkler konukseverdir.

konukseverlik, -ği is. Konuksever olma durumu, misafirperverlik.

konulma is. Konulmak işi.

konulmak (-e) Koyma veya konma işi yapılmak: Yemeğe tuz konuldu.

konulu sf. Konusu olan, mevzulu.

konum is. 1. Bir kimsenin veya bir şeyin bir yerdeki durumu veya duruş biçimi, pozisyon. 2. mec. Durum, yer, vaziyet, pozisyon. 3. coğ. Yeryüzünde bir noktanın, enlem ve boylamların yardımıyla bulunan yeri, konuş. 4. coğ. Bir şehrin uzak ve yakın çevresiyle her türlü ilişkisini sağlayan ve şehrin gelişmesini etkileyen coğrafi şartlarının bütünü.

konu mankeni is. sin. ve TV Geçmiş bir olayın gelişmesini ve sonucunu aynı biçimde yansıtmak üzere canlandıran kimse.

konumlama is. Konumlamak işi.

konumla m ak (-i) Konum durumunu kazanmak.

konumlandırma is. Konumlandırmak işi.

konumlandırmak (-i) Bir ürünü veya hizmeti rakiplerinden ayırmak için pazarlama çalışması yapmak.

konumlanma is. Konumlanmak işi.

konumlanmak (nsz) Yerleşmek, yer almak.

konur sf. hlk. Esmer, açık kestane renginde olan.

konusuz sf. Konusu olmayan, mevzusuz.

konuş is. 1. Konma işi veya biçimi. 2. ask. Bütün imkânlar göz önünde tutularak kara, hava ve deniz birliklerinin yerleştirilmesi biçimi. 3. coğ. Konum.

konuşkan sf. Konuşmayı, takırtıyı seven, çok konuşan.

konuşkanlık, -ğı is. Konuşkan olma özelliği.

konuşlandırma is. Konuşlandırmak işi veya durumu.

konuşlandırmak (-i) ask. Savaş araç ve gereçlerini stratejik bir bölgede yerleştirmek.

konuşlanma is. Konuşlanmak işi veya durumu.

konuşlanmak (nsz) ask. Belli bir yere veya bölgeye mevzilenmek.

konuşma is. 1. Konuşmak işi: "Gecenin sessizliğini bozan bu gürültülü konuşmaların uğultusu yukarı katlara genişleyerek, sağırlaşarak çıkmaya başladı." -M. Ş. Esendal. 2. Görüşme, danışma, müzakere. 3. Dinleyicilere bilim, sanat, edebiyat vb. konularda bilgi vermek için yapılan söyleşi, konferans: "Bu konuşmaya nihayet verirken okumak terbiyesinden bahsetmek lazımdır." -Y. K. Beyatlı, konuşma yapmak topluluk karşısında bir konuda konuşmak: "Gerekli gördüğü takdirde yasama yılının ilk günü, Türkiye Büyük Millet Meclisinde açılış konuşmasını yapmak." -Anayasa, konuşmaya dalmak başka şeylerle ilişkiyi keserek belli bir konudan söz etmek: "İçerideki bu mühim şahsiyetlerin kendi aralarında bir konuşmaya dalmış olduklarım görünce..."-Y. K. Karaosmanoğlu.

konuşma bozukluğu, konuşma çizgisi, konuşma dili, konuşma engelli, konuşma güçlüğü, konuşma korkusu, konuşma merkezi, konuşma yetersizliği, günlük konuşma, teklifsiz konuşma, açılış konuşması, açış konuşması

konuşma bozukluğu is. Bazı sesleri gereği gibi çıkaramamaktan ileri gelen söyleyiş, kötü telaffuz etme.

konuşmacı is. Bir toplulukta konuşan kimse, hatip, konferansçı: Dinleyiciler konuşmacıyı dikkatle dinlediler.

konuşmacılık, -ği is. Konuşmacı olma durumu.

konuşma çizgisi is. Uzun çizgi.

konuşma dili is. db. Günlük yaşayışta kullanılan ve yazı dilinden az çok farklarla ayrılmış bulunan dil, günlük konuşma: "Kendi payıma, konuşma dilinden ayrı bir şiir diline karşıyım." -N. Cumalı.

konuşma engelli sf. İşitemediği için söz söyleme alışkanlığı edinememiş olan (kimse).

konuşma güçlüğü is. Bazı konuşma organlarının gereği gibi çalışmamasından dolayı rahat söz söyleyememe.

konuşmak (nsz) 1. Bir dilin kelimeleriyle düşüncesini sözlü olarak anlatmak: Çocuk daha konuşamıyor. 2. (-i, -den) Belli bir konudan söz etmek: "Mehmet yedi yaşındayken anasıyla konuştuklarından fazla bir şey konuşmazdı."-H. E. Adivar. 3. (nsz, -le) Bir konuda karşılıklı söz etmek, sohbet etmek: "İşten sonra Nuruosmaniye'deki İkbal kahvesinde arkadaşlarla şiir ve edebiyat konuşuyoruz." -F. R. Atay. 4. Söylev vermek, konuşma yapmak. 5. Konuşma dili olarak kullanmak: Türkçeyi çok iyi konuşuyor. 6. Düşüncesini herhangi bir araç kullanarak anlatmak: Dilsizler el işaretleriyle konuşur. 7. (-le) İlişki kurmak veya ilişkiyi sürdürmek: Üst kattakilerle konuşuyoruz. 8. Flört etmek. 9. Dargın bulunmamak. 10. Oyuncak, hayvan vb. konuşmaya benzeyen birtakım sesler çıkarmak, 11. Gizli bir şeyi açığa vurmak, ele vermek. 12. Etkin olmak: Çarşıda silahlar konuştu. 13. mec. Becermek, uzman gibi yapabilmek: "Fokstrotta uzun boylu konuşamam." -M. Yesari. 14. mec. Geçerli olmak, etkin olmak: Yasaların yerine yumruklar konuştu. 15. ikz. Şık ve zarif görünmek: Bluzun konuşuyor.

karnından konuşan

konuşma korkusu is. Tutukluk.

konuşmama hakkı is. huk Adli makamlarca suçluya tanınan ifade vermeme hakkı.

konuşma merkezi is. anat. Beynin, konuşma işlevini denetleyen bölümü.

konuşma yetersizliği is. Beklenen düzeyde veya yeterli ölçüde konuşamama.

konuşturma is. Konuşturmak işi.

konuşturmak (-i, -le) 1. Konuşmasını sağlamak, konuşmasına yol açmak: "İki kişiyi, iki orta hâili vatandaşı - hayalî olarak - konuşturuyorum." -B. Felek. 2. mec. Bir müzik aracını çok güzel çalmak: Piyanoyu konuşturuyor.

konuşu is. Kolokyum.

konuşucu is. 1. Konuşmacı: "Geleceği günler ev halkınca bir sevinç arifesi yaşanırdı. Çünkü Celal Bey çok iyi bir konuşucuydu." -H. Taner. 2. Kusursuz, düzgün, güzel, tatlı söz söylemesini bilen kimse.

konuşulma is. Konuşulmak işi: "Bir imkân, bir fırsat baş gösterse kendine ait bu işin konuşulmasından âdeta utanır." -A. Ş. Hisar.

konuşulmak (nsz, -le) 1. Konuşma işine konu olmak: "Konuşulan Türkçenin hangi yoldan gelerek bu şiveye büründüğünü bulmak güçtür." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Herhangi biri konuşmak: Derste konuşulmaz.

konuşumluk, -ğu is. Telefonla bir konuşma süresi miktarı.

konut (I) is. İnsanların içinde yaşadıkları ev, apartman vb. yer, mesken, ikametgâh: "Kimsenin konutuna dokunulamaz." -Anayasa.

konut belgesi, konut dokunulmazlığı, konut fonu, konut kredisi, prefabrik konut, sosyal konut, toplu konut

konut (II) is. man. ve mat. Bir bilimin kuruluşunda temel görevi görmekle birlikte belikten daha az olma ve tanımlanmayan ilkel gerçek, koyut, postulat: Eukleides'in "Bir noktadan bir doğruya ancak bir paralel çizilebilir, "yolundaki konutu gibi.

konut belgesi is. Yurttaşların bazı resmî işlerini yürütürken gerekli olan, oturdukları yerin muhtarından aldıkları belge, ikametgâh kâğıdı, ikametgâh ilmühaberi.

konut dokunulmazlığı is. huk. Belli hukuki şartların dışında, kişilere ait konutlara girilmemesi, arama yapılmaması ve eşyaya el konulmaması durumu.

konut fonu is. Toplu konut yapımı için devletçe oluşturulan fon.

konut kredisi is. Konut almak için banka vb. kurumlardan belli bir vadeye yayılmış olarak ödünç alınan para.

konutlanma is. Konutlanmak durumu.

konutlanmak (nsz) Konut olarak kullanmak.

konvansiyon is. Fr. convention 1. Anlaşma. 2. Bir anayasa yapmak veya bir anayasayı değiştirmek için toplanan olağanüstü geçici meclis.

konvansiyonel sf. Fr. conventionnel Anlaşma ile ilgili, uzlaşma ile ilgili.

konvansiyonel silah

konvansiyonel silah is. ask. Taraflarca gücü, niteliği bilmen ve klasik olarak kabul edilen nükleer ve kimyasal silah dışında kalan savaş aracı.

konveks sf. Fr. convexe mat. ve fiz. Dışbükey.

konveksiyon is. Fr. convection fiz. ve kim. Isı yayımı.

konvektör is. Fr. convecteur fiz. Isıyayar.

konvertibilite is. Fr. convertibilite tic. Paranın serbestçe dövize çevrilebilirliği.

konvertibl sf. Fr. convertible Serbestçe dövize çevrilebilir (para).

konvertisör is. Fr. convertisseur fiz. Röle.

konveyör is. Fr. convoyeur 1. Yükü havadan veya yerden taşımaya yarayan ve kapalı devre çalışan alet, taşıyıcı. 2. den. Koruyucu gemi, refakat gemisi.

konvoy is. Fr. convoi 1. Aynı yere giden taşıt veya yolcu topluluğu, kafile. 2. Savaş gemileri tarafından korunan yük gemileri katarı,

konyak, -ğı is. Fr. cognac (Cognac yer adından) Kanyak: "Senin için bir şişe rakı, kendime de konyak aldım." -R. H. Karay.

kooperatif is. Fr. cooperative ekon. 1. Ortaklarının gereksinimlerini uygun şartlarda elde etmelerini sağlamak amacıyla kurulan ortaklık. 2. Üreticilerin, aracıyı ortadan çıkararak ürünlerini daha iyi şartlarda pazarlamak için kurdukları ortaklık.

okul kooperatifi, üretim kooperatifi, yapı kooperatifi

kooperatifçi is. 1. Kooperatif üyesi. 2. Kooperatif yöneticisi.

kooperatifçilik, -ği is. Kooperatif kurma ve işletme işi.

kooperatifleşme is. Kooperatifleşmek işi.

kooperatifleşmek (nsz) 1. Belli bir amaç için kooperatif çatısı altında bir araya gelmek. 2. Kooperatiflerde örgütlenmek.

koordinasyon is. Fr. coordination Belli bir amaca ulaşmak için çeşitli işler arasında bağlantı, uyum ve düzen sağlama, eş güdüm.

koordinat is. Fr. coordinate 1. kim. Belirli bir molekül içinde özel bir konuma sahip bir atoma bağlı olan atom veya atom grubu. 2. mat. Bir yüzey üzerinde veya uzayda bir noktanın yerini bulmaya yarayan ana çizgilerden yatay olanı, apsis.

koordinatlar ç. is. mat. Apsis, kot ve ordinatın ortak adı: Koordinatlar bir noktanın düzlemdeki veya uzaydaki yerini belirtmeye yarar.

koordinatör is. Fr. coordinateur Eş güdümcü.

koordinatörlük, -ğü is. Eş güdümcülük.

koordine sf. Fr. coordonne Koordinasyonla ilgili, koordine etmek uyum ve düzen sağlamak: "Evli adamın mutluluğu kabilesinin tek tek mutluluğunu koordine edebiliş yeteneğine bağlıdır." -H. Taner.

kopal is. İng. copal Tropik bölgelerde yetişen, bazı erguvangillerden çıkarılan ve cila yapmakta kullanılan bir çeşit reçine.

kopanaki is. (kopana'ki) Yun. 1. El ile bir çeşit dantel örmek için kullanılan silindir biçimli araç. 2. Bu araç üstünde örülen bir tür dantel.

koparan is. hlk. Kolları geriye sarkık cepken biçiminde, beyaz keçeden yapılmış kaytanla işlemeli bir çeşit ceket.

koparılma is. Koparılmak işi.

koparılmak (nsz) Koparma işi yapılmak: "Katırtırnakları hem dikenliydi hem de güç koparılıyordu." -N, Cumalı.

koparış is. Koparma işi veya biçimi.

koparma is. 1. Koparmak işi. 2. sp. Halterde ağırlığı bir tür kaldırma biçimi.

koparmak (-i) 1. Kopmasını sağlamak, kopmasına yol açmak: "O koskoca lenduha gibi gövdenle ipi koparırsın da başımıza iş çıkarırsın!" -O. C. Kaygılı. 2. Daldan, ağaçtan alıp toplamak: "Yorulunca omzuma çıkar, çiçek koparmak isterse beni çağırır." -H. E. Adıvar. 3. Birden ve güçlü bir biçimde başlamak veya başlatmak: "Zehra birdenbire iki ovucunu da yüzüne kapadı, kısa ve keskin bir çığlık kopardı." -P. Safa. 4. Zor kullanarak almak. 5. (-den, -i) mec. Güçlükle elde etmek: "Bir kızla buluşmuşken bir başkasından söz ya da telefon numarası kopardığı oluyordu." -N. Cumalı. 6. sp. Birlikte koşan yarışçıyı üstün bir çaba ile hızlanıp geçmek, koparıp atmak 1) koparmak; 2) mec. ilgisini kesmek, önem vermemek: "Sana karşt içimde iki katlı bir ana yüreği var. İşte onu koparıp atamıyorum. " -Ö. Seyfettin.

tozkoparan

kopartılma is. Kopartılmak işi.

kopartılmak (nsz, -den) Kopartma işi yapılmak.

kopartma is. Kopartmak işi.

kopartmak (-i) Koparma işini yapmak.

koparttırma is. Koparttırmak işi.

koparttırmak (-i) Kopartma işini yaptırmak.

kopça is. Mac. Bir giysinin iki yanını bitiştirmeye yarayan ve metal bir halka ile bir çengelden oluşan araç, agraf: "Sedef bir kopça, kirli ve incecik boynunu sıkmıştı." -S. F. Abasıyanık.

kopçalama is. Kopçalamak işi.

kopçalamak (-i) Kopça ile iliklemek.

kopçalanma is. Kopçalanmak işi.

kopçalanmak (nsz) Kopça ile iliklenmek.

kopçalı sf. Kopçası olan, kopça ile iliklenen.

kopçasız sf. Kopçası olmayan.

kopek, -ği is. Rus. Rublenin yüzde biri değerinde para birimi.

kopil is. Rum. argo 1. Arsız sokak çocuğu: "Mahallenin kopilleri ellerinde fener, kapı kapı dolaşır para toplarlarmış." -R. Enis. 2. Babası belli olmayan çocuk.

kopkoyu sf. (kopkoyu) Çok koyu: "Otlar kopkoyu, İstanbul kızlarının yeşil gözleri gibi derin bir renk almışlardı." -S. F. Abasıyanık.

kopma is. Kopmak işi,

kopmak, -ar (nsz) 1. Herhangi bir yerinden ikiye ayrılmak: Tel koptu. İp koptu. 2. Yerinden ayrılmak: Cezvenin sapı kopmuş. Düğme koptu. 3. Gövdeden ayrılmak: Ağacın dalları fırtınada koptu. Savaşta bacağı kopmuş. 4. mec. Birdenbire gürültülü veya tehlikeli olaylar birdenbire başlamak veya ortaya çıkmak: "İçerdeferyatlar koptu." -S. F. Abasıyanık. 5. mec. Bütün ilişkileri kesilip büsbütün ayrılmak veya uzaklaşmak. 6. mec. Uzaklaşmak, kurtulmak. 7. mec. Çok ağrımak: Belim kopuyor. 8. hlk. Koşmak, hızla gitmek, kopup gelmek uzak bir yerden ayrılarak gelmek.

kopolimer is. Fr. copolymere kim. Kopolimerleşme ile elde edilen madde.

kopolimerleşme is. kim. Doymamış birleşikler karışımının büyük moleküller vererek polimerleşmesi.

kopoy is. Mac. kopâ zool. Orta boylu, düşük kulaklı, tüyleri kısa bir tür av köpeği.

kopuk, -ğu sf. 1. Kopmuş: Kopuk düğme. 2. mec. Toplum kurallarına aldırmayan erkek, işsiz, güçsüz, serseri: "Siz daha elinizin altındaki iki üç kopuğa söz geçiremiyorsunuz." -A. İlhan.

it kopuk

kopukluk, -ğu is. 1. Kopuk olma durumu. 2. mec. Kopuğa yaraşır davranış.

kopuksuz zf. Ara vermeden, durmaksızın: "İki yıldır kopuksuz çalışmanın yorgunluğunu biraz atabilmek için bir iki haftalık bir dinlenme..." -H. Taner.

kopuntu is. Kopmuş parça, diaspora.

kopuz is. muz. esk. Ozanların çaldığı telli Türk sazı: "Oralarda âşıklar, halkı coşturmak için ozanların kopuzlarını çalıyorlar." -O. S. Orhon.

kopuzcu is. Kopuz çalan kimse.

kopuzculuk, -ğu is. Kopuzcu olma durumu.

kopya is. (ko'pya) İt. copia 1. Bir sanat eserinin veya yazılı bir metnin taklidi, asıl karşıtı: "Edebiyatımız iptidai, resmimiz basit, felsefemiz kopya, okuma yazma bilmek bir irfan sayılıyor." -P. Safa. 2. Suret çıkarma işi. 3. Bir sınavda soruları cevaplamak için başka birinden veya yerden gizlice yararlanma. 4. Yazılı sınavda gizlice bakmak için hazırlanmış kâğıt. 5. sf. Taklit edilmiş olan: "Hanımlar köşe minderinin sağ duvarındaki birkaç kopya resme daldılar." -H. E. Adıvar. kopya çekmek genellikle yazılı sınavlarda soruları cevaplamak için bir kaynağa gizlice bakmak: "En bildiği derste bile kopya çeker, çekmezse hasta olur, deliye döner." -H. Taner, kopya etmek (veya yapmak veya kopyasını çıkarmak) bir yazı, eser vb.nin aslına bakarak aynını veya benzerini oluşturmak: "Salih yazıyor, ben boyuna kopya ediyordum." -Ö. Seyfettin. kopya vermek sınavda sorulara cevap vermesi için bir kimseye gizlice yardımda bulunmak.

kopya defteri, kopya kâğıdı, kopya kalemi, kopya mürekkebi

kopyacı is. 1. Yazılı sınavlarda kopya çeken öğrenci. 2. Özgün eser vermeyip başkalarının eserlerini kopya eden kimse.

kopyacılık, -ğı is. Kopya yapma işi.

kopya defteri is. Mektup kopyalarının çıkarıldığı ince yapraklı defter.

kopya kâğıdı is. Birkaç kopya çıkarmak için beyaz kâğıtların arasına konulan karbonlu kâğıt.

kopya kalemi is. Yazısı kopya kağıdıyla birkaç kâğıda birden çıkan sert, mor renkli bir tür kalem.

kopyalama is. 1. Kopyalamak işi. 2. Basılı bir malzemeyi tıpkıbasım yöntemiyle aynen çoğaltma. 3. tıp Geliştirilmiş özel yöntemlerle bir canlının ikizini, tıpkısını yapma.

kopyalamak (-i) 1. Aynısını veya benzerini çoğaltmak. 2. bl. İşletim sistemlerinde bir verinin veya dosyanın eşinin yapılması. 3. tıp Bir canimin bilimsel yöntemlerle benzerini yapmak.

kopyalayapışhr

kopyalanma is. Kopyalanmak işi.

kopyalanmak (-e) Özdeşleşmek, bütünleşmek.

kopyalayapıştır is. bl. Bilgisayar yazılımlarında seçilen bir metni veya nesneyi bir yerden kopyalayıp başka bir yerde de bulunmasını sağlama işlemi.

kopya mürekkebi is. Yazısı, üzerine konulan kâğıda ancak ıslatıldığında çıkan mürekkep.

kopye is. bk. kopya.

kor is. 1. İyice yanarak ateş durumuna gelmiş kömür veya odun parçası. 2. mec. Büyük acı, üzüntü, sıkıntı, dert: "Kimseye göstermedikleri bir kor yanar içlerinde." -Ç. Altan. 3. sf. mec. Kırmızı: "Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli." -Y. K. Beyatlı. kor dökmek yarımca dayanıklı kor durumuna girmek, kor gibi kıpkırmızı, ateş gibi. kor gibi yanmak 1) çok parlamak: "Gözleri kor gibi yanan ve bir ölüden daha sarı olan diğer bir yaralı yatıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) büyük üzüntü çekmek.

akkor

kora is. (ko 'ra) Yun. tıp Başlıca belirtisi kısa, çabuk, değişken yapıda irade dışı hareketler olan bir hastalık.

korakor zf. (ko'rakor) Fr. corps â corps Göğüs göğüse, omuz omuza, başa baş: Millî takım dişe diş, korakor mücadele ediyor.

koral, -li is. Fr. choral müz. 1. Dinî ezgi. 2. Kaynağı dinî ezgi olan orkestra parçası.

koramiral, -li is. (ko'miral) ask. Deniz kuvvetlerinde, rütbesi tümamiral ile oramiral arasında bulunan, kara ve hava kuvvetlerindeki korgeneralin dengi olan subay.

koramirallik, -ği is. 1. Koramiralin rütbesi. 2. Koramiralin makamı ve görevi.

kordahlar ç. is. zool. Sölomları iyi gelişmiş çok hücreli hayvanlar topluluğu.

kordiplomatik, -ği is. (ko'rdiplomatik) Fr. corps diplomatique Bir yerde bulunan elçi ve elçilik görevlilerinin topluluğu, elçiler topluluğu.

kordon is. Fr. cordon 1. Genellikle ipekten yapılmış kaim ip: Yaver kordonu. 2. Saat, madalyon vb.ni asmaya yarayan ince zincir: "Bize defineden pay çıkaracak derken bütün urbamızı, saat kordonumuzu, para cüzdanımızı, yeni potinlerimizi üste verdik." -H. R. Gürpınar. 3. İnce tellerden örülen ve özellikle ütü, ızgara vb. ev araçlarında kullanılan elektrik kablosu. 4. İnce uzun sıralar durumunda yapılmış oymalı duvar veya mobilya süsü. 5. Teneke ve çinkodan yapılan eşyaların üstüne süs yapmak için kullanılan araç. 6. Bir yere girip çıkmayı denetim altına almak için görevlilerden oluşturulan dizi: Polis kordonu. Kordonu kaldırmak. 7. Kıyı şeridi. 8. tıp Hamilelik döneminde anne ile bebeği arasında beslenmeyi sağlayan ince boru. 9. coğ. Kabaran denizin kumsalda bıraktığı döküntü katmanı, kordon altına almak bir yere giriş çıkışı önlemek için o yeri görevlilerce korumak.

kordon boyu, sahil kordonu

kordon boyu is. Denize kıyısı olan şehirlerde kıyı boyunca uzanan imarlı yol: "Kordon boyunun sıcak kaldırımları üstünde akşamın ilk gölgeleri uzanmaya başlamıştı." -A. İlhan.

kordone is. Fr. cordonnet 1. Sim, gümüş veya ipek ipliklerin bükülmesiyle hazırlanan ve el işlemelerinde kullanılan ince kordon. 2. Üç katlı bükülmüş ipek ipliği.

Korece is. (ko'rece) 1. Kore dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.

koregraf is. Fr. choregraphe bk. koreograf.

koregrafi ıs. Fr. choregraphie bk. koreografı.

korelasyon is. (korelâsyon) Fr. correlation biy. Bağlılaşım.

Koreli öz. is. (ko'reli) Kore halkından olan kimse.

koreograf is. İng. choreographe 1. Baleyi oluşturan adım ve figürleri düzenleyen sanatçı. 2. Koreografı eserleri yazan.

koreografi is. İng. choreographe 1. Dans adımlarının kâğıda geçirilmesi. 2. Bir baleyi oluşturan adım, figür ve anlatımların bütünü.

korgeneral, -li is. (ko'rgeneral) ask. Kara ve hava kuvvetlerinde rütbesi tümgeneralle orgeneral arasında olan general, ferik (II).

korgenerallik, -ği is. 1. Korgeneral rütbesi. 2. Korgeneralin makamı ve görevi.

korida is. İsp. Boğa güreşi.

koridor is. Fr. corridor 1. Bir yapıya girmeyi sağlayan veya odaları birleştiren genellikle dar geçit, geçenek: "Ninni sesini henüz koridordayken duydu." -H. E. Adıvar. 2. Geçmeye yarayan dar ve uzun aralık, dehliz. 3. iki devlet arasındaki dar toprak parçası: Danzig koridoru.

korindon ıs. Fr. corindon min. Birleşimi alüminyum oksit olan, cam parlaklığında, saydam ve türlü renklerde, elmastan sonra en sert mineral, alüminyum taşı, boksit.

korist is. Fr. corist muz. Koro ile birlikte şarkı söyleyen kimse.

korkak, -ğı sf. Çok çabuk ve olmayacak şeylerden korkan (kimse, hayvan), korkak bezirgan ne kâr eder ne zarar (veya ziyan) iş yapmaya korkan tüccar, kendisini zarardan korur, ancak kazanç da sağlayamaz.

korkakça sf. (korka'kça) 1. Korkak. 2. zf. Korkak bir biçimde.

korkaklık, -ğı ıs. 1. Korkak olma durumu: "Benim bu korkaklığımı görünce yine o arkamdan peydah olur." -H. R. Gürpınar. 2. Korkakça davranış, korkaklık etmek korkak davranmak.

korkalama is. Korkalamak işi.

korkalamak (nsz, -den) hlk. Korkar gibi olmak, biraz korkmak: "Çakırcah sinirlenmiş, biraz korkalamıştı; böyle bir şeyle ne karşılaşmış ne de duymuştu." -Y. Kemal.

korkma is. Korkmak işi.

korkmak, -ar (-den) 1. Korku duymak, ürkmek, dehşete kapılmak: "Karanlık yerde insan korkmaz mıydı?" -S. F. Abasıyanık. 2. Kaygı duymak, endişe etmek: "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak." -M. A. Ersoy. 3. Çekinmek, sakınmak, saygı duymak: "Sabaha karşı aşağı indi, aralık kapıdan korka korka babasına baktı." -R. N. Güntekin. 4. Yapamamak, cesaret edememek, korktuğu başına gelmek (veya korktuğuna uğramak) düşünülen kötü durum gerçekleşmek: "Korktuğu başına gelmiş ve o koskoca Nahit Bey ... ipin ucunu kaçırarak dillere destan olmuştu." -T. Buğra, kork aprilin beşinden, öküzü ayırır eşinden eskiden halk arasında nisan ayı için kullanılan april ayının beşinde çift süren iki öküzü birbirinden ayıracak kadar hava soğuk olur.

korku is. 1. Bir tehlike veya tehlike düşüncesi karşısında uyanan kaygı duygusu: "Yarı çocuk kalbimde korku, kapıya yaklaştıkça büyüyor. " -Y. Z. Ortaç. 2. Kaygı, üzüntü: "İçlerinde görünmez bir bozukluk korkusuyla sıra sağlamlara geldi." -R. N. Güntekin. 3. Kötülük gelme ihtimali, tehlike, muhatara: Yollarda korku kalmadı. 4. psikol. Gerçek veya beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı . karşısında uyanan ve coşku, beniz sararması, ağız kuruması, kalp, solunum hızlanması vb. belirtileri olan veya daha karmaşık fizyolojik değişmelerle kendini gösteren duygu, korku dağları bekler (veya aşırır) korku her yerde varlığını duyurur, korku düşmek (veya korkuya kapılmak) endişelenmek, korkmak: "Bir korku düştü canıma acep nola benim hâlim / Derman olmaz ise bana acep nola benim hâlim?" -Yunus Emre. korku saçmak herkesi korkutmak. korku vermek korkutmak: "Kadınlıktan, erkeklikten tiksiniyordu ve etteki sır ona korku veriyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. korkudan çıldırmak aşırı korku yüzünden aklını yitirmek, delirmek: "Yoksa çocuk, etrafını saran hayaletlerin dehşeti karşısında mutlaka korkudan çıldırırdı." -R. N. Güntekin. korkunun ecele faydası yoktur kişi korkmakla kendisine gelecek bir kötülüğü önleyemez, korkuya kesmek korkmak: "Ürkek ürkek dolaşıyordu evin içinde. Tepeden tırnağa korkuya kesmişti." -Y. Kemal.

alan korkusu, can korkusu, ışık korkusu, kapalı yer korkusu, konuşma korkusu, meydan korkusu, ölüm korkusu, su korkusu, yenilik korkusu, yükseklik korkusu

korku damarı is. Kasıklarda olduğu sanılan, korkuyu atlatmak için sıkılması gerektiğine inanılan damar: "Yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı." -Ö. Seyfettin.

korkulma is. Korkulmak işi.

korkulmak (-den) 1. Korkmak: Öyle şeylerden korkulur mu? 2. Kaygı duyulmak: Fırtına çıkacağından korkuluyor.

korkulu sf. 1. Korku veren, korkutan: "Gördüğü korkulu rüyalara ve bunların tabirlerine inanırdı." -A. Ş. Hisar. 2. Kendisinden kötülük gelebilen, tehlikeli: "Hâlinden şerir, korkulu bir adam olduğu görünüyordu." -M. Ş. Esendal. korkulu rüya (veya düş) görmektense uyanık yatmak evladır (veya yeğdir) tehlikeli bir işe girişmektense o işin sağlayacağı kazançtan vazgeçmek daha iyidir: "O, çok kere, korkulu rüya görmektense uyanık yatmak evladır, diye sabaha kadar uyumamaya çalışır." -A. Ş. Hisar.

korkuluk, -ğu is. 1. Tarla, bağ ve bahçelerde kuşların zarar vermesini önlemek için konulan, insana benzer kukla. 2. Düşme tehlikesi olan yerlere çekilen duvar veya parmaklık: "Eskiden köprünün güney kıyısında demir parmaklıklı bir korkuluk vardı." -N. Cumalı. 3. mec. Bostan korkuluğu. 4. den. Küpeşte.

bostan korkuluğu, merdiven korkuluğu

korkunç, -cu sf. 1. Çok korkulu, korku veren, dehşete düşüren, müthiş: "Bizi buraya getiren arabacı yolda birtakım korkunç şeyler söyledi." -H. R. Gürpınar, 2, Herhangi bir özelliğiyle şaşkınlık veren. 3. Çok aşırı, pek çok, güçlü, şiddetli: "Kendini korkunç bir pehlivan sanırmış ki, adını Çelikkol koymuş."-M. Ş. Esendal.

korkunçlaşma is. Korkunçlaşmak işi.

korkunçlaşmak (nsz) Korkunç bir duruma gelmek, korkunç bir durum almak.

korkunçlaştırma is. Korkunçlaştırmak işi.

korkunçlaştırmak (-i) Korkunç bir duruma getirmek.

korkunçluk, -ğu is. Korkunç olma durumu: "Korkunçluğun içinde harikulade tablolar birbirini kovalıyordu." -R. H. Karay.

korkusuz sf. 1. Korkusu olmayan, yürekli, gözü pek, pervasız. 2. Korku vermeyen, tehlikesiz.

korkusuzca zf. (korkusu'zca) Korkusuz olarak, korkmadan: "Mantık zırhlarından korkusuzca soyunup istedikleri kadar dinleyecekler. " -Ç. Altan.

korkusuzluk, -ğu ıs. Korkusuz olma durumu.

korkutma is. Korkutmak işi.

korkutmaca sf. Korkutmak amacıyla yapılan (şey veya davranış).

korkutmak (-i) 1. Korkmasına yol açmak: "Yılan beni o kadar korkutmuştu ki, bakarken kuşun hesabına ondan ben korkuyorum." -M. Ş. Esendal. 2. Kaygıya düşürmek: "Sevdiğimiz bir kadının nazarımızda meziyet teşkil eden birçok hâlleri karımız olacak kadında bizi korkutur." -H. C. Yalçın. 3. Gözdağı vermek.

korkutucu sf. Korku veren: "Bu siyah rüzgârlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu." -Ö. Seyfettin.

korkutuculuk, -ğu is. Korkutucu olma durumu.

korlanma is. Korlanmak işi.

kollanmak (nsz) Kor durumuna gelmek.

korlaşma is. Korlaşmak durumu veya biçimi.

korlaşmak Kor durumuna gelmek.

korluk, -ğu is. 1. Kor olma durumu. 2, hlk. Mangal.

akkorluk

korna is. (ko'rna) ît. corna 1. Motorlu taşıtlarda, bisikletlerde sesle işaret vermek için kullanılan ve içinden hava geçirilerek çalınan boru, klakson: "Saat on iki olur olmaz, apartmanın önünde kornayı öttürdüm." -A. Gündüz. 2. Bu borudan çıkan ses.

kornea is. hat. cornea anat. Saydam tabaka.

korner İng. corner sp. 1. Köşe atışının yapıldığı yer. 2. Köşe atışı: "... hızlı verilen paslara koşmaz, saçım bozulacak diye kornerden gelen topa kafa vurmazdı." -H. Taner.

korner atışı, korner direği, korner vuruşu

korner atışı is. Köşe atışı.

korner direği is. sp. Futbolda köşe atışının yapılacağı yeri belirleyen bayraklı direk.

korner vuruşu is. sp. Köşe atışı.

kornet is. Fr. cornet müz. Pistonlu orkestra çalgısı.

kornetçi is. müz. Kornet çalan kimse.

kornetçilik, -ği is. Kornetçi olma durumu.

korniş is. Fr. corniche 1. Perde asmaya yarayan, metal veya plastikten yapılmış araç. 2. mim. Çerçeve biçiminde oymalı çıkıntı. 3. Sarp, kayalık çıkıntı: "... Küçük Çamlıca'nın kornişinde sıra sıra park etmiş son model arabalar duruyor." -H. Taner.

kornişçi is. Korniş yapan veya satan kişi.

kornişçilik, -ği is. Kornişçinin işi veya mesleği.

kornişon is. Fr. cornichon bot. Kabuğunun üzeri pürtüklü, lezzetli bir tür turşuluk salatalık.

korno is. (ko'rno) İt. corno esk. 1. Savaşlarda çağrı aracı olarak kullanılan boynuz veya fil dişi boru. 2. müz. Bir ağızlık, kendi üzerine dolanmış koni biçiminde uzun bir boru ve ağzı genişçe açılan bir kulaklıktan oluşan üflemeli bakır çalgı.

koro is. (ko'ro) İt. coro muz. 1. Tek veya çok sesli olarak yazılmış bir müzik eserini uygulamak- için bir araya gelen topluluk: "Her halkevinde müzik öğretmenlerinin kurduğu korolar vardı." -N. Cumalı. 2. Böyle bir topluluğun söylediği söz veya şarkı.

koro hâlinde

koro hâlinde zf. (koro hailinde) 1. Toplu bir durumda, hep birlikte. 2. Gürültülü bir biçimde.

koroner is. Lat. coronaria tıp Kalbi taç şeklinde kuşatıp besleyen (damarlar).

korozyon is. Fr. corrosion Teknik alanda ve günlük hayatta madenlerin elektriksel, kimyasal veya mekanik nedenlerle aşınması.

korporasyon is. Fr. Corporation Lonca.

korporatif sf. Fr. corporatif Korporasyonla ilgili: Korporatif devlet.

korpus is. Fr. corpus Konu külliyatı.

korsan is. İt. corsar 1. Düşman veya kendi ulusunun gemilerine saldıran deniz haydudu, deniz hırsızı: "Bu adayı ilk defa Portekizli korsanlar bulmuşlar." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Başkalarının hakkını zor kullanarak alan kimse. 3. sf. İzinsiz olarak çoğaltılan (kitap, kaset vb.). 4. sf. mec. Bir hakkı izinsiz olarak kullanan: Korsan kasetçilik. Korsan yayın.

korsanlık, -ğı is. 1. Korsan olma durumu. 2. mec. Bir hakkı izinsiz olarak kullanma.

korse is. (ko'rse) Fr. corset Güzellik veya sağlık amacıyla kullanılan esnek iç giysisi.

korseci is. Korse yapan veya satan kimse.

korsecilik, -ği is. Korse yapma veya satma işi.

korseli sf. Korsesi olan: "Abanarak ve korseli göğsünü âdeta kavalyesinin göğsünde ezerek dans ediyordu." -S. F. Abasıyanık.

korsesiz sf. Korsesi olmayan: "Ekseriyeti teşkil eden kadınlar korsesiz, hafif bir sabah esvabı ile geliyorlardı." -K. C. Yalçın.

kort is. İng. court sp. Tenis oynanan alan, tenis kortu: "Otelin tenis kortunu geçtik." -H. C. Yalçın.

tenis kortu

korte is. (ko'rte) İt. corte Âşıktaşlık, flört. korte etmek âşıktaşlık etmek: "Sade sen değil, bütün mahalle kızları mı korte ediyor?" -R. N. Güntekin.

kortej is. Fr. cortege 1. Bir devlet büyüğünün yanında bulunan kimseler, maiyet, maiyet alayı. 2. Bayram, cenaze vb. törenlerde sıralı olarak giden insan topluluğu, alay.

korteks is. Fr. cortex anat. 1. Kabuk. 2. Beyin zarı.

kortizon is. Fr. cortisone tıp Yaralanmanın, korkunun veya soğuğun yol açtığı stresler sonucu, vücutta şeker yapımını hızlandıran böbrek üstü bezi kabuğunun salgıladığı hormon: "Kortizonun verdiği kof şişlik dizlerimi mecalsizleştiriyordu." -N. Eray.

kortizonlu sf. Birleşiminde kortizon olan.

kortizonlu ilaç

kortizonlu ilaç, -cı is. İltihaplanmada, alerjilerde ve bazı kan hastalıklarının tedavisinde kullanılan, birleşiminde kortizon olan ilaç.

koru is. Bakımlı küçük orman: "Arkamda çam korularının parça parça neftîleştirdiği yeşil bir dağ." -R. H. Karay.

korucu is. 1. Orman veya kır bekçisi. 2. Kırsal bölgede güvenlik güçlerine yardımcı olan sivil görevli.

köy korucusu

korucuk, -ğu is. Küçük koru: "Şimdi orada bir sürü meşe fidanlarından bir korucuk peydah olmaya başlıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.

koruculuk, -ğu is. Korucu olma durumu veya korucunun işi.

köy koruculuğu

korugan is. 1. Ağaç gövdeleriyle yapılmış ve çevresinde kazılı çukuru bulunan, korunmaya elverişli, kare biçimindeki ev. 2. ask. Ateş etmeye imkân verecek biçimde hazırlanmış delik ve mazgalları bulunan yer.

koruk, -ğu is. bot. Henüz olgunlaşmamış ekşi üzüm: "Hüseyin Ağa, aşağıda koruk sıkmış, buğulu bardaklarla geldi." -Y. Z. Ortaç.

koruk lüferi, koruk suyu, koruk şerbeti, dam koruğu

koruk lüferi is. zool. Ağustosta avlanan turfanda lüfer.

koruk suyu is. Koruğun ezilmesiyle elde edilen sıvı.

koruk şerbeti is. Koruktan yapılan, bazen nane veya oğul otu katılan şerbet.

koruluk, -ğu is. Koru durumunda olan sık ağaçlı yer.

koruma is. 1. Korumak işi. 2. Can güvenliğinin tehlikede olduğu düşünülen bir kimseyi saldırılardan korumak üzere görevlendirilmiş kişi. korumaya almak tehlikede olduğu düşünülen bir kimseyi veya eseri saldırılardan korumak üzere önlem almak.

koruma polisi, koruma ünsüzü, orman koruma memuru, sağlık koruma, yakın koruma

korumacılık, -ğı is. ekon. Ekonomik gücü yükseltmek için ulusal ekonominin gümrük tarifeleri ile dış rekabete karşı korunmasını savunan görüş, himayecilik.

korumak (-i, -den) 1. Bir kimseyi veya bir şeyi dış etkilerden, tehlikeden, zor bir durumdan uzak tutmak, esirgemek, muhafaza etmek, vikaye etmek, sıyanet etmek: "Orasını tozdan, yağmurdan korumak borcumuzdur. " -O. S. Orhon. 2. Güçlü bir kimse veya kuruluş, güçsüz birini veya bir şeyi desteklemek, himaye etmek: "Beni kendi kardeşi gibi sever, babasının hışmından korurdu." -R. Enis. 3. (-den) Tehlikeye karşı denetimi altında bulundurmak, savunmak, müdafaa etmek: Yurdu korumak. 4. Tehlikeli, zararlı durumları önlemek: İlaçla meyveleri korudu. 5. mec. Bir şeyin eskimesini, yıpranmasını önlemek için gereken dikkat ve özeni göstermek: Üstünü başını biraz korusaydın bu kadar kirlenmezdi. 6. mec. Süregelen bir durumun değişikliğe uğramasını önlemek: Geleneklerini koruyorlar. 7. mec. Karşılamak, denk gelmek: Bu işin geliri masrafını korumaz.

korumalık, -ğı is. Koruma sağlayan şey.

koruma polisi is. Can güvenliği tehlikede olduğu düşünülen bir kimseyi korumak üzere eğitilmiş ve bazı özel aletlerle donatılmış emniyet görevlisi.

koruma ünsüzü is. dbl. Bağlayıcı ünsüz.

korun is. anat. Üst derinin en dış tabakası: Korun tabakası deriyi koruyan bir oluşumdur.

korun dokusu

korunak, -ğı is. 1. Tehlikeden kurtulmak, korunmak için yapılmış yer. 2. Sığınılan, saklanılan yapı, mağara gibi yer. 3. mec. Koruyan, esirgeyen, saklayan yer veya kimse: Öyle bir savaştayım ki, sığınağı, korunağı yok." -T. Oflazoğlu.

korunaklı sf. Korunağı olan: "Korunaklı sandığım köşe o kadar da korunaklı değildi. Yağmur iliklerime kadar işlemişti." -S. lek.

korunaksız sf. Korunağı olmayan: "Ali'mi korunaksız bırakma dağ başında; duy beni adı güzel, kendi güzel Tanrı'm!" -T. Oflazoğlu.

koruncak, -ğı is. Ambalajlanan malı dış etkilere karşı korumak için ambalaj çatısına çakılan tahta, kontrplak vb. malzeme, mahfaza.

korun dokusu is. anat. Korun tabakasını ve bu tabakanın değişimiyle oluşan tırnak, boynuz vb.ni yapan doku.

korunga is. bot. Otsu, genellikle 30-70 cm boyunda, çok yıllık, pembe çiçekli, hayvan yemi olarak kullanılan bir bitki (Onobrychis viciifolia).

korungalık, -ğı is. Tirfil tarlası.

korunma is. Korunmak işi: "En iyi korunma çaresi yeşil dal altlarına sinmeye kaldı I" -H. Taner, korunma görmek anlayış veya hoşgörü ile karşılanmak: "Hiçbir düşünce ve mülahazanın ... Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği..." Anayasa.

pasif korunma

korunmak (nsz) 1. Kendini korumak, sığınmak, sakınmak. 2. Koruma işine konu olmak.

korunum is. Korunma işi, muhafaza.

korunumlu sf. fiz. Mekanik enerjisini değişmez kılan (sistem).

koruyucu is. 1. Koruyan kimse, muhafız. 2. Asalağı dış ortamda yok eden, onun konakçıya ulaşmasına engel olan (ilaç veya işlem). 3. sf. Koruma işini yapan, gözetici, kollayıcı, bakıcı, hami.

koruyucu hekimlik, koruyucu ünsüz, ekran koruyucu

koruyucu hekimlik, -ği is. tıp Hastalık ortaya çıkmadan önce alınacak önlemlerle ilgilenen hekimlik dah.

koruyuculuk, -ğu is. Koruma işi, himaye.

koruyucu ünsüz is. dbl. Bağlayıcı ünsüz: Anne-y-e, evde-y-iz örneklerindeki "y" ünsüzü.

koruyuş is. Koruma işi veya biçimi.

korvet is. Fr. corvette ast Denizaltılara karşı özel olarak silahlandırılan bir çeşit küçük savaş gemisi.

korza is. (ko 'rza) İt. crose den. Denizin içinde iki zincirin birbirine dolaşması.

koşa is. SI. Bir çeşit uzun saplı orak.

kosinüs is. (ko'sinüs) Fr. cosinus mat. Tümler açının sinüsü.

koskoca sf. (ko'skoca) 1. Çok büyük, muazzam: "Koskoca bir vapur bir çöp gibi oldu." -A. Gündüz. 2. Boyca uzun: "Demek ki koskoca bir caddeyi yürümüş, Royal kahvesinin önüne sanki uykuda gezenler gibi varmışım. " -S. F. Abasıyanık.

koskocaman sf. (ko'skocaman) 1. Çok büyük, çok iri, muazzam: "O sıralarda insana hayret verecek kadar koskocaman ve sapsarı bir ay fırladı." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Geniş, büyük, kalabalık: "Size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. " -S. F. Abasıyanık.

kosmos is: bk. kozmos.

kostak, -ğı sf. hlk. 1. Zarif, kibar, çalımlı, güzel giyinmiş, yakışıklı: "Boşa kostaklanma kostak değilsin karam." -Halk türküsü. 2. Yiğit, kabadayı, yürekli.

kostaklanma is. Kostaklanmak işi.

kostaklanmak (nsz) hlk. Zarif, kibar görünmeye çalışmak, çalım satmak, gösteriş yapmak: "Bir kanlı gibi kurularak, kostaklanarak geziyor hapishanede." -Y. Kemal.

koster is. Kıyı limanları arasında seferler yapmak üzere inşa edilmiş ve donatılmış küçük yük gemisi.

kostik, -ği sf. Fr. caustique kim. Hayvan ve bitki dokularını yakan, aşındıran: Kostik sıvı.

potas kostik, sut kostik

kostüm is. Fr. costume 1. Ceket, pantolon ve bazen de yelekten oluşan erkek takım giysisi. 2. Çoğunlukla sokakta giyilmek için dikilmiş kadın giysisi: "Arkasındaki kostümleri, manken üstünde gibi durur." -S. M. Alus. 3. Sinema ve tiyatroda rol gereği giyilen kıyafetlerin genel adı.

kostümcü is. Kostüm diken, hazırlayan veya satan kimse.

kostümcülük, -ğü is. Kostümcü olma durumu.

kostümlü sf. 1. Kostüm giymiş olan. 2. Alışılmış ve günlük giysilerin dışında bazı özel giysiler giyilen.

kostümlük, -ğü sf. Kostüm yapmaya elverişli: Kostümlük kumaş.

kostümsüz sf. Kostümü olmayan.

koşa sf. hlk. 1. Çift, eş, ikiz: "Koşa badem sığmayan dar ağızlım." -Dede Korkut. 2. zf. Hep birlikte.

koşaç, -cı is. dbl. İsim cümlelerinde özne ile yüklemi birleştiren, yükleme olumluluk veya olumsuzluk, süreklilik, kesinlik, güçlü ihtimal kavramları veren -dır / -dir eki veya değil kelimesi.

koşalık, -ğı is. Koşa olma durumu.

koşaltı is. hlk. İki hayvanı birbirine koşma veya bağlama.

koşam is. hlk. 1. Avuç. 2. İki avuç dolusu.

koşamlama is. Koşamlamak işi.

koşamlamak (nsz) hlk. İki elle avuçlamak.

koşar adım is. 1. sp. Toplu jimnastikte yapılan hafif tempolu koşu. 2. zf. Hızlı adımlarla, koşarcasına: "Her sabah koşar adım giderdim mektebe." -Y. Z. Ortaç.

koşin is. zool. Ağır, hareketsiz, bol ve kabarık tüylü bir tavuk ırkı.

koşma is. 1. Koşmak işi. 2. den. Bir halatı, ağacı pekiştirmek için yanına konulan halat veya ağaç. 3. ed. Sazla okunmak için hece ölçüsü ile yazılmış, ilk parçasının birinci, ikinci ve dördüncü dizeleriyle öteki parçaların dördüncü dizeleri birbiriyle, kalan dizeler de kendi aralarında uyaklı, konulan sevgi ve doğa olayları olan bir halk şiiri.

ayaklı koşma, eş koşma

koşmaca is. Birbirini kovalayarak oynanan bir çocuk oyunu: "Çember çeviriyor, ip atlıyor, top arkasında konuşuyor, kelebek kovalıyor, koşmaca oynuyorlardı." -R. H. Karay,

koşmak, -ar (I) 1. Adım atışlarını artırarak ileri doğru hızla gitmek: "Biriyle kavga ederken kızışacak olursa hızlı koşmak için pabuçlarını eline alan sokak çocukları gibi... " -R. N. Güntekin. 2. Bir yere ivedilikle gitmek: "Pencerede dolaşan gölgelerden bir şeyler sezmeye çalışarak koşuyorum." -Y. Z. Ortaç. 3. Bir işle çok ilgilenmek, koşuşturmak: "Yok, yok, dedi, akşamdan beri ben koştum, biraz da onlar yorulsunlar." -M. Ş. Esendal. 4. Koşuya çıkmak: Doru at bugün koşmayacak. 5. mec. Kovalamak, üstüne düşmek, izlemek: İki yıldır bu işin peşinden koşuyorum.

koşmak, -ar (II) (-e) 1. Birlikte iş görmesi için bir şeyi başka birinin yanına katmak, arkadaş olarak vermek. 2. Hayvanı çekeceği arabaya, sabana vb.ne bağlamak: Atları arabaya koşmak. 3. Şart ileri sürmek: "Sarfiyat hususunda bir şart koşmuyorlar." -R. H, Karay. 4. Birini, bir işte görevlendirmek: 1-şe koşmak.

koşnil is. Fr. cochenille zool. Kırmız böceğinin güzel lal boya çıkarılan bir türü, kabuklu bit (Coccus coeti).

koşturma is. Koşturmak işi.

koşturmak (-i, -e) 1. Koşma işini yaptırmak: Atları hızla koşturdu. 2. Çabucak göndermek: "Lalayı karakola koşturdular." -R. N. Güntekin. 3. mec. Çabalamak, uğraşmak: "İnsanları fırtınalar gibi koşturan büyük enerji kaynağı inanmaktır." -O. S. Orhon.

koşturulma is. Koşturulmak işi veya durumu.

koşturulmak (nsz) Koşma işi yaptırılmak.

koşu is. sp. 1. Koşarak yapılan yarış. 2. At yarışı: "Koşuların sonuçlarından başka bir şey düşünmesini engelleyen bir hastalığa dönüşmüş." -N. Cumalı. koşu koparmak hızla koşuvermek, çabucak atılıp gitmek: "Sonra elinde boş tasla çeşmeye doğru bir koşu koparıyor." -R, N. Güntekin.

koşu atı, koşu yolu, bir koşu, engelli koşu, kısa koşu, uzun koşu, ısınma koşusu, mukavemet koşusu, sabah koşusu

koşu atı is. Koşu için yetiştirilmiş at.

koşucu is. Koşuya katılan yarışçı.

kısa koşucu, uzun koşucu

koşuculuk, -ğu is. Koşucu olma durumu.

koşuk, -ğu is. ed. 1. Nazım, manzume. 2. hlk. Koşma, türkü.

koşul is. 1. Şart. 2. Bir antlaşmada belirlenen hükümlerden her biri. 3. Bir şeyin kendi özelliğini kazanması içirt, bulunması gereken durum, gerekli olan özellik: "Türk Eli'nin uluları bu koşullar altında yeni toprakların, yeni vatanların gereğim duyar olmuştu." -N. Araz.

ön koşul, yaşam koşulları

koşullama is. Şartlamak işi.

koşullamak (-i) Şartlı duruma getirmek.

koşullandırma is. Şartlandırmak işi, şartlandırma.

koşullandırmak (-i) Şartlandırmasına sebep olmak, şartlandırmak.

koşullanma is. Şartlanmak işi.

koşullanmak (nsz) Şartlara bağlı kalmak, şartlanmak.

koşullu sf. 1. Şartlı, meşrut. 2. Şartlanmış olan.

koşullu tepke

koşullu tepke is. psikol. Doğal olmayan, sonradan kazandırılan tepkenin bir uyaran karşısında ortaya çıkması biçiminde beliren tepke, şartlı refleks.

koşulma is. Koşulmak işi.

koşulmak (nsz, -e) 1. Koşmak (II) işi yapılmak: "Manda ve öküz koşulmuş yük arabalarının seyrekleşmesini beklemek lazımdı." -R. H. Karay. 2. (-e) Sürülmek, gönderilmek. 3. Herhangi biri koşmak (I): Bu işin arkasından çok koşuldu.

koşulsuz sf. Şartsız.

koşulsuz tepke

koşulsuz tepke is. psikol. Herhangi bir şartlandırma sürecinin başında belirli bir uyaranla sağlanan doğal tepke, şartsız refleks.

koşum is. 1. Araba hayvanının kayış takımı, koşum takımı: "Koşumlarındaki ziller şıngırdadılar." -N. Cumalı. 2. Hayvanın arabaya koşulması.

koşum atı, koşum hayvanı, koşum takımı

koşum atı is. Arabaya koşulan at veya hayvan, koşum hayvanı.

koşumcu is. Araba hayvanlarının kayış bölümünü yapan kimse.

koşum hayvanı is. Koşum atı.

koşumlu sf. Koşum geçirilmiş, koşulmuş (hayvan).

koşum takımı is. Koşum.

koşun is. Moğ. hlk 1. Asker, yan yana durmuş asker dizisi, saf. 2. Yan yana dizilmiş insanların oluşturduğu dizi. 3. Koşu, yarış. koşun bağlamak koşun durumuna girmek, saf tutmak.

koşun koşun zf. Dizi dizi, sıra sıra.

koşuntu is. Bir adamın yanında bulunanlar, yardakçılar, tayfa.

koşuşma is. Koşuşmak işi: "Benim bir şeyden haberim yok, ama doktordan doktora koşuşmanızı beğenmedim." -P. Safa.

koşuşmak (nsz, -le) 1. Birlikte ve birden koşmak: "Çocukluğun verdiği bir neşe ile papatyalardan toplamak üzere her biri bir tarafa koşuştular." -O. C. Kaygılı. 2. Koşuşturmak.

koşuşturma is. Koşuşturmak işi.

koşuşturmak (nsz) Bir işi izlemek veya birçok işi yapmak amacıyla sürekli olarak gidip gelmek, koşuşmak.

koşut sf. mat. 1. Aynı düzlem içinde ikişer ikişer bulunan ve kesişmeyen, muvazi, paralel. 2. mec. Aynı zaman içinde gelişen, aynı özellikleri gösteren (olay, düşünce vb.), paralel.

koşutçuluk, -ğu is. fel. Kişide, ruhsal ve bedensel olaylar arasında koşutluk bulunduğunu ileri süren öğreti, paralelizm.

koşutlaştırma is. Koşutlaştırmak işi.

koşutlaştırmak (-i) Birine koşut duruma getirmek, paralelleştirmek.

koşutluk, -ğu is. 1. mat. İki çizginin koşut olması, paralellik. 2. mec. Olay, düşünce vb. arasında benzerlik bulunması durumu.

koşu yolu is. Sağlıklı yaşam için orman içlerinde veya yol kenarlarında özel olarak düzenlenmiş şerit hâlinde toprak yol.

kot (I) is. 1. Giysi yapılan bir tür mavi, kaba pamuklu kumaş, blucin. 2. sf. Bu kumaştan yapılan (giysi): Kot pantolon.

taşlanmış kot

kot (II) is. Fr. cote mim. Temel ile zemin arasındaki yükseklik.

kot (III) is. Mk. Yörelere göre değişen ölçüde tahıl alabilen, tahtadan yapılmış bir ölçek.

kota is. (ko'ta) Fr. quota ekon. 1. Bir ülkede ithal edilecek malların çeşitlerini, oranlarını veya miktarlarını gösteren liste. 2. Kuruluşlarda veya derneklerde bir gruba tanınan kontenjan sayısı. 3. sin. Bazı ülkelerde, sinemalarda belirli bir süre oynatılması zorunlu olan yerli film sayısının yabancı filmlere oranı.

kotan is. hlk. Pulluk, büyük saban.

kotarılma is. Kotarılmak işi.

kotarılmak (nsz) Kotarma işi yapılmak,

kotarma is. Kotarmak işi: "Bizim pişirip kotarmaya uğraştığımız işe yabancı eller de mi karışıyordu?" - H. R. Gürpınar.

kotarmak (-i) 1. Pişen yemeği başka kaba boşaltmak: "İki kız kardeş güle söyleye sofralarım hazırlayıp yemeklerim kotardılar," -M. Ş. Esendal. 2. Hazırlık yapmak: "O akşam yemeği için kotarabildiklerinin bir kısmını yarı çiğ, yarı pişmiş önüme sürüyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. mec. Bir işi tamamlamak, bitirmek. 4. mec. Üstesinden gelmek.

kotlama is. Kotlamak işi.

kotlamak Bir harita veya taslaktaki miktarın kotlarını koymak, numaralamak.

kotlet is. Fr. cötelette Pirzola.

kotletpane is. Fr. cötelette panee Galeta ununa bulanarak yağda kızartılmış pirzola.

koton sf. Fr. coton Pamuktan yapılmış olan (kumaş vb.).

kotonperle is. Fr. coton perle İbrişim gibi parlak ve kalın bir cins pamuk iplik.

kotra (I) is. (ko'tra) Fr. cotre den. Çoğunlukla bir direkli, randası olan, ince gövdeli yelkenli: "Açıkta demir atmış kotrayı görüyor musun?" -F. R. Atay.

kotra (II) is. (ko'tra) Irmak ve göl ağızlarında kurulan ve ince kazıklarla kamışlardan yapılma dalyan.

kov (I) is. hlk. Yerip çekiştirme, gıybet, kov etmek yerip çekiştirmek.

kov (II) is. hlk. Sivrisinek vb. hayvanların ısırmasından korunmak için vücuda sürülen özel sıvı.

kova (I) is. 1. Genellikle su ve sulu şeyler taşımaya, kuyudan veya denizden su çekmeye yarayan üstünden kulplu kap: "Suyu Pire Mahmut bir kovayla getirip kaptanın başından aşağı boşaltıyor." -Z. Selimoğlu. 2. sf. argo Futbolda çok gol yiyen (kaleci veya takım), kova olmak çok gol yemek.

çöp kovası, merdivenkovası

kova (II) is. bot. Bataklıklarda yetişen bir çeşit saz, hasır otu.

Kova öz. is. astr. Zodyak üzerinde Oğlak ile Balık arasında bulunan burcun adı.

kovalama is. Kovalamak işi.

kovalamaca is. Ebenin, yanına gizlice sokulup koluna vuranı kovalayıp yakalamaya çalışması biçiminde oynanan bir çocuk oyunu.

kovalamak (-i) 1. Kovmak. 2. Kaçanın arkasından koşmak, yakalamaya çalışmak: "Çoban çocukları, kuşun geldiğini görmüş olacaklar ki, kovaladılar." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Bir şeyin arkasına düşüp elde etmeye veya bir sonuca bağlamaya çalışmak, izlemek, takip etmek: "Geceler günleri, günler geceleri kovalıyor..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. sp. Yarışta, kaçmakta' olan koşucu veya koşucuları yakalamaya çalışmak.

kovalanış is. Kovalanma işi veya biçimi.

kovalanma is. Kovalanmak işi.

kovalanmak (nsz) Kovalama işine konu olmak.

kovalayış is. Kovalama işi veya biçimi.

kovalık, -ğı is. hlk. Sazlık yer: "Ne bileyim, biri geçerken tarlanın önünden, burası gendi, kovalıktı, su basardı, Selim açtı, Selim adam etti bu tarlayı desin arkamdan." -N. Cumalı.

kovan is. 1. Fişeğin kapsül, barut ve kurşun taşıyan yuva bölümü, kapçık: "İşte, etrafa yayılan top kovanları, kırık tüfekler, fişek yığınları..." -H. E. Adıvar. 2. Çoğunlukla toprak veya tahtadan yapılan an barınağı. 3. hlk. Yayık.

kovan anahtar, kovan otu, kara kovan, Arıkovanı, arı kovam

kovan anahtar is. tek. Altı ve sekiz köşe cıvataları sıkmak ve sökmek için kullanılan anahtar.

kovanlık, -ği is. Arılık (II).

kovan otu is. bot. Oğul otu.

kovboy (5. (ko'vboy) İng. cowboy 1. Amerika'da sığır çobanı: "Kovboy bozuntusu yahut gangster torunu birkaç sivri akıllıdır onlar." -R. H. Karay. 2. mec. Gangsterliğe özenen kimse.

kovboyculuk, -ğu is. 1. Kovboya özenme durumu. 2. Bir çocuk oyunu: Çocuklar sokaklarda koyboyculuk oynar.

kovboyluk, -ğu is. Kovboy olma durumu.

kovcu sf. Söz getirip götüren, arkadan çekiştiren, fitneci, fıtçi, gammaz.

kovculuk, -ğu is. Kovcu olma durumu, fitnecilik, fitçilik, gammazlık.

kovdurma is. Kovdurmak işi.

kovdurmak (-i) Kovma işini yaptırmak.

kovlama is. Kovlamak işi.

kovlamak (-i) Birinin yaptığı işi, söylediği sözü yermek, kötülemek, birisini yerip çekiştirmek, fitlemek, gammazlamak.

kovma is. Kovmak işi: "Türkçüler, terkipli lisanla beraber aruz veznini de millî edebiyatımızdan kovmaya karar verdiler." -Z. Gökalp.

kovmak, -ar (-i) 1. Sert veya küçük düşürücü sözlerle gitmesini söylemek, savmak, defetmek: "Fethi Bey çalgıları kovdu, davul zurna istedi."-M. Ş. Esendal. 2. Bir yerden sürüp çıkarmak, kovalamak. 3. İşine son vermek, görevinden atmak, uzaklaştırmak. 4. Varlığına son vermek, ortadan kaldırmak. 5. mec. Gözetmek: "Sıra, saygı kovarak yetişmiş bütün efendiler, Türkiye'nin bütün Avrupa görmüşleri ona kızar, onu küçük düşürmeye çalışır." -M. Ş. Esendal.

yelkovan

kovucuk, -ğu is. bot. Bitkilerde, mantar tabakası üzerinde, sünger dokunun kalınlaşmadığı yerlerde oluşan ve bitkinin solunumuna yardım eden küçük delik, adese.

kovuk, -ğu is. Bir şeyin oyuk durumunda bulunan iç bölümü: "Arada sırada ben de sığınacak kovuk ararım." -T. Buğra.

göğüs kovuğu

kovulma is. Kovulmak işi veya biçimi.

kovulmak (nsz) Kovma işine konu olmak veya kovma işi yapılmak: "Evdekilerle boyuna çatışmaya başlamam yüzünden evden kovuldum." -Ç. Altan.

kovuluş is. Kovulma işi veya biçimi.

kovuntu is. Kovulmuş kimse, matrut.

kovuş is. Kovma işi veya biçimi.

kovuşturma is. 1. Kovuşturmak işi. 2. Suçlu sanılan biri için yapılan soruşturma ve araştırma, takibat, takip: "Zimmet, ihtilas, irtikâp suçları hakkında açılan kovuşturmalar da bu arada durdurulacak mıdır? " -N. Cumalı. kovuşturma açmak kovuşturma işlemine başlamak, kovuşturma yapmak kovuşturma işlemini yürütmek.

kovuşturmak (-i) Suçlu olduğu ileri sürülen biri için gerekli araştırma ve soruşturmayı yapmak, takip etmek.

koy is. coğ. Denizin, gölün küçük girintiler biçiminde karaya doğru sokulduğu yer, küçük körfez: "Sandalını Kaşık Adası'nın bir küçük koyuna çekti." -S. F. Abasıyanık.

koyacak, -ğı is. İçine öteberi koymaya yarayan şey.

koyak, -ğı is. 1. coğ. İki dağın arasında kalan büyük çukur, vadi: "Bir koyağa girip küçük bir çalılığa saklandılar." -Y. Kemal, 2.jeol. Karalarda akarsu aşmdırmasıyla oluşmuş, bir yöne doğru eğimli, uzunluğuna çukurluk. 3. hlk. Dağlar ve kayalıklarda oluşmuş doğal çukur: "Yaylasını koyak koyak gezerim. " -Halk türküsü.

koyar is. İki akarsuyun birleştiği yer.

koycuk, -ğu is. Küçük koy: "Deniz ve engin başkadır; bitip tükenmez koycuklarla dolu gibi görünen kıyılar başkadır." -R. N. Güntekin.

koydurma is. Koydurmak işi.

koydurmak (-i, -e) Birinin bir şeyi bir yere koymasını sağlamak.

koygun sf. hlk. Dokunaklı, etkili, içli, acıklı.

koyma is. Koymak işi.

koyma akıl

koyma akıl, -klı is. Tecrübe edilmemiş, etkisi kısa süren, o an için ortaya atılmış bir tür nasihat: "Atalarımızın çok güzel bir sözü vardır. Aklı ikiye ayırırlar: Koyma akıl, oyma akıl. Koyma akıl ancak kapıya kadar sürer. Oyma akıl ise bütün hayata siner, derler." -H. Taner.

koymak, -ar (-i, -e) 1. Bir şeyi bir yere bırakmak, belli bir yere yerleştirmek: "Öteki elini doktorun omzuna koydu." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir kimseyi işe yerleştirmek, birine iş sağlamak: Bu işe kimi koyacağız? 3. Bırakmak: içeri kimseyi koymuyorlar. 4. Katmak, eklemek: "Mal üstüne mal koymak için içi giden bir kişidir," -S. Birsel. 5. İmza, tarih, adres yazmak. 6. Uyulması gereken kuralları belirlemek, ortaya çıkarmak: "Orduda yaşayan manevi kuvveti de meydana koyuyor." -R. E. Onaydın. 7. Etkilemek, dokunmak: Bu söz ona çok koymuş. 8. Bir şey veya kimse için kullanmayı belirlemek, ayırmak: "Giderlerini iki ay içinde yerine koydu."-N. Cumalı. 9. Bırakmak, terk etmek, koyduğum yerde otluyor ikz. uzun süredir hiçbir ilerleme göstermeyenler için söylenen bir söz. koydunsa bul arandığı hâlde bulunamayan şeyler veya bulunması gereken yerde bulunmayan kimseler için kullanılan bir söz: "Gündüz olsun gece olsun, iki dakikalık bir fırsat buldu mu Allaha ısmarladık, sütnineyi koydunsa bul!" -R. N. Güntekin.

dedikodu

koyu sf. 1. Yoğunluğundan dolayı güç akan, sulu karşıtı: Koyu pekmez. Koyu süt. 2. Rengi açık olmayan, daha belirgin, açık karşıtı: "Oturduğuyerden Boğaziçi'nin koyu mavi gecesinde bir balıkçı kayığı kayıp gidiyordu. " -H. E. Adıvar. 3. mec. Aşırı (davranış, düşünce vb.): "Daha eski zamanda koyu bir Türkçe taraftarıymış." -A. Ş. Hisar. 4. mec. Derin, hararetli: Koyu bir sohbet.

koyu gri, koyu kahverengi, koyu kır, koyu kırmızı, koyu koyu, koyu lacivert, koyu mavi, koyu pembe, koyu san, koyu yeşil

koyucu is. Koyma özelliği olan kimse.

kanun koyucu, yasa koyucu

koyuculuk, -ğu is. Koyucu olma durumu.

koyu gri is. 1. Siyaha yakın gri, grinin bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan.

koyu kahverengi is. 1. Karaya yakın kahverengi, kahverenginin bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan (at),

koyu kır is. 1. Kırlaşmanın ilk devresinde meydana gelen koyu renkli at donu. 2. sf. Bu renkte olan.

koyu kırmızı is. 1. Bordoya yakın kırmızı, kırmızının bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan.

koyu koyu sf. 1. İyice koyu (renk). 2. zf Uzun uzun, derinden derine, koyu koyu düşünmek uzun uzun veya derin derin düşünmek: "Nereye gideceğimi, ne yapacağımı koyu koyu düşünmeye başladığım güne kadar silah elimden düşmemiştir." -R. N. Güntekin.

koyu lacivert is. 1. Siyaha yakın lacivert, laciverdin bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan.

koyulaşma is. Koyulaşmak işi.

koyulaşmak (nsz) 1. Koyu duruma gelmek: "Sessiz oturduğu yerde soluk mavi gözleri koyulaşarak dinliyordu." -H, E. Adıvar. 2. mec. Derinleşmek, hararetlenmek, aşırı duruma gelmek.

koyulaştırma is. 1. Koyulaştırmak işi. 2. sin. İyi bir görüntü veremeyecek kadar zayıf olan bir film parçasının kimyasal işlemlerle güçlendirilmesi işi,

koyulaştırmak (-i) Koyu duruma getirmek.

koyulma is. Koyulmak işi.

koyulmak (nsz) 1. Koyma işine konu olmak. 2. Koyulaşmak. 3. (-e) mec. Girişmek, başlamak, teşebbüs etmek: "Söyleyecek şey kalmayınca Rabia fırladı, dükkânı teftişe koyuldu." -H. E. Adıvar.

koyultma is. Koyultmak işi.

koyultmak (-i, -e) 1. Koyu duruma getirmek. 2. mec. Bir konuşmayı tat alınır biçimde uzatmak.

koyuluk, -ğu is. Koyu olma durumu.

koyu mavi is. 1. Mavinin bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan.

koyun (I) is. 1. zool. Geviş getirenlerden, eti, sütü, yapağısı ve derisi için yetiştirilen evcil hayvan (Ovis aries). 2. mec. Verilen buyruklara uyan, kendi kişiliğini gösteremeyen kimse, koyun can derdinde, kasap yağ derdinde keçiye can kaygısı, kasaba et (veya yağ) kaygısı, koyun gibi 1) budala, şaşkın; 2) karar ve davranışlarında başkasına bağımlı olan, başkasına uyan, koyun kaval dinler gibi dinlemek hiçbir şey anlamadan dinlemek, koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler istenilen nitelikteki şey bulunamadığında onun daha düşük nitelikte olanına da razı olunur.

koyun bakışlı, koyun baklası, koyun dede, koyun eti, koyungöbeği, koyungb'zü, koyun mantarı, koyunyünü, kıvırcık koyun, kurbanlık koyun, bozkır koyunu, dağ koyunu, merinos koyunu, yaban koyunu

koyun, -ynu (II) is. 1. Göğüsle giysi arası: Kesesini koynunda taşır. 2. Kollar arası, kucak: "Ninem bizde bulunduğu zamanlar onun koynundan başka bir yerde yattığımı hiç bilmem." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. mec. Koruyucu, şefkatli çevre: Hepimiz bu yurdun koynunda yetiştik, (birini) koynuna almak 1) biriyle beraber yatmak; 2) biriyle sevişmek için yatmak, (birinin) koynuna girmek biriyle yatıp sevişmek, koynunda yılan beslemek bir yakınından ihanet görmek.

koyun koyuna, yüzükoyun

koyun bakışlı sf. Bön bakışlı, budala, şaşkın.

koyun baklası is. bot. Termiye.

koyuncu is. Koyun besleyen veya alıp satan kimse.

koyunculuk, -ğu is. Koyun besleme veya alıp satma işi.

koyun dede sf. Alık, aptal.

koyun eti is. Koyunun kesilip parçalanmış eti.

koyungöbeği is. bot. Koyun mantarı.

koyungözü is. bot. Bileşikgillerden, beyaz ve iri bir papatya türü (Matricaria parthenium).

koyun koyuna zf. Birbirine sarılmış bir durumda: "Biraz sonra, orada, en tatlı hayallerimle koyun koyuna yatacağım." -Y. Z. Ortaç.

koyun mantarı is. bot. Bir çeşit mantar, koyungöbeği.

koyuntu is. hlk. 1. Sıkıntı, üzüntü, keder. 2. Sopa, baston koymaya yarayan yer: "Köroğtu azdıkça azar ve sonunda koyuntulardan birinin arkasına dayadığı bekçi sopası gibi bastonunu alırdı." -R. N. Güntekin.

koyunyünü is. Bir tür sünger, bal peteği.

koyu pembe is. 1. Pembenin bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan,

koyu sarı is. 1. Sarının bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan.

koyut is. man. ve mat. Konut (II).

koyuverme is. Koyuvermek, koyvermek işi.

koyuvermek (-i) Koyvermek: "Nihat'ın yuvarlanışını gördükleri zaman kısık kısık bir kahkaha koyuvermişler di." -P. Safa.

koyu yeşil is. 1. Karaya yakın yeşil, yeşilin birkaç ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan.

koyverme is. Koyuverme.

koyvermek (-i) 1. Salmak, serbest bırakmak. 2. Oluruna bırakmak. 3. Bir yere bırakmak, koymak.

koz is. Far. gavz, goz 1. bot. Ceviz. 2. İskambil oyunlarında diğer kâğıtları alabilen, onlara üstün tutulan belirli renk ve işaretteki kâğıt. 3. mec. Başarı fırsatı olan elverişli durum, saldırış ve savunma fırsatı: "Başvurduğu bu olağanüstü tabiyede varlığım değil, yokluğunu koz olarak kullanmıştır." -H. Taner. 4. mec. Karşısındakini alt edecek etkili şey. koz kırmak 1) oyunda elindeki kozlardan birini kullanmak; 2) yanlış tutum içinde bulunmak: "Zavallının iratlarında oturan kiracılarla uğraşarak kırmadığı koz, çevirmediği dolap kalmıyordu." -Ö. Seyfettin, koz vermek imkân tanımak, elverişli durum sağlamak, kozu kaybetmek istediğini yapabilme imkânını yitirmek, kozunu oynamak elindeki en üstün ve son imkânı kullanmak: "Artık iki taraf da son kozlarını oynamak, sonlarının üzerine yürümek zorunda idiler." -T. Buğra, (biriyle) kozunu paylaşmak (veya pay etmek) aralarındaki anlaşmazlığı zora başvurarak çözümlemek, sona erdirmek: "Mümeyyiz Efendi varsın bekçi ile kozunu pay etsin..." -R. N. Güntekin.

koz helva

koza is. (ko'za) Far. güze bot. 1. İpek böceğinin ördüğü ve içine kapandığı korunak. 2. İçinde tohum veya krizalit bulunan korunak, kozalak: Pamuk kozası. İpek kozası. koza çekmek kozayı temizleyip ayıklamak: "Pamuk ırgatları alacıkların önüne oturmuşlar, koza çekiyorlardı." -Y. Kemal, kozasına çekilmek çevreyle ilişkisini kesmek, hiçbir şeye karışmamak: "Hiçbir tarakta bezim kalmadı, ipek böceği gibi kozama çekilmiş, kendi hâlimde, politikaya bulaşmadan yaşıyorum." -A. İlhan.

kozacı is. İpek kozası alıp satan kimse.

kozacılık, -ğı is. 1. Koza işleme işi. 2. İpek kozası alıp satma işi.

kozak, -ğı is. 1. Kozalak. 2. tar. Metalden yapılmış, içine antlaşma ve padişah mektuplarının konulduğu kutu.

kozalak, -ğı is. 1. bot. Koza. 2. bot. Kozalaklıların, genellikle dibi yuvarlak, tepesi koni biçiminde ve odunsu dokulu meyvesi: "Kozalaklar çıtırdıyor çamlarda..." -Z. Selimoğlu. 3. hlk. Olmamış, kuru, ham meyve. 4. esk. Bal mumu üzerine basılmış mührün bozulmaması için üzerine yapıştırılan fil dişinden kapakçık.

denizkozalağı

kozalaklılar ç. is. bot. Açık tohumlulardan, yaprakları iğnemsi, yemişleri kozalak biçiminde, porsukgilleri, servigilleri, çamgilleri içine alan bir bitki takımı, iğne yapraklılar.

kozalaksı sf. Kozalağa benzeyen, kozalak görünüşünde olan.

kozalaksı bez

kozalaksı bez is. anat. Beynin altında bulunan ktiçük bir bez.

kozalı sf. Kozası olan.

kozasız sf. Kozası olmayan.

koz helva is. Ceviz ve şekerle yapılan ağdalı bir tür helva, koz helvası.

koz helvacı is. Koz helvasr yapan veya satan kimse.

koz helvası is. Koz helva.

kozmetik, -ği is. Fr. cosmetigue Cildi ve saçları güzelleştirmeye, canlı tutmaya yarayan her türlü madde.

kozmik, -ği sf. Fr. cosmiaue astr. 1. Evrenle ve onun genel düzeniyle ilgili: "Evliliğin kozmik bir kural olduğunu kabullenmek gerek. " -H. Taner. 2. Haber alma ile ilgili.

kozmik ışınlar, kozmik madde

kozmik ışınlar is. fiz. Yıldızlar arası uzaylardan gelerek atmosfere giren, kaynakları kesinlikle bilinmeyen ışınlar.

kozmik madde is. fiz. Evreni oluşturan madde.

kozmogoni is. Fr. cosmogonie fel. Evren doğumu.

kozmogonik, -ği sf. Fr. cosmogonigue Evrenin doğumuyla ilgili.

kozmografya is. Fr. cosmographie astr. Gök biliminin, matematik ve fiziğin yalnız temel kavramlarından yararlanarak en belli başlı olayları ele alan dalı.

kozmoloji is. Fr. cosmologie Evren bilimi,

kozmolojik, -ği sf. Fr. cosmologique fiz. Evren bilimsel.

kozmonot is. Fr. cosmonaute astr. Uzay adamı, astronot.

kozmopolit sf. Fr. cosmopolite 1. Çeşitli uluslardan kimseleri barındıran, içinde bulunduran: "Kapağı Londra'ya atan Avrupalılar hep bu kozmopolit semtte barınmış." -H. Taner. 2. Kozmopolite özgü olan. 3. is. Ulusal özelliklerini yitirmiş kimse: "Namık Cemil, milletim hiçe sayan kozmopolitlerden de değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu.

kozmos is. (ko'zmos) Fr. cosmos astr. Evren.