ki

ki bağ. Far. ki 1. Anlam bakımından birbirleriyle ilgili cümleleri birbirine bağlayan bir söz: "Uzun değneklerine dayanmış çobanlar iddia ederler ki memba sularının her biri bir ayrı derde devadır." -R. H. Karay. 2. Özneyi, tümleci güçlendirerek cümlenin temel bölümüne bağlayan bir söz: Siz ki beni tanırsınız, niçin böyle düşünüyorsunuz? Bir adam ki söz dinlemez... 3. "Öyle, o kadar, o denli" vb.nden sonra, kullanıldığı cümleye güç katan bir söz. 4. İkinci cümledeki yargının birincideki hareketin yapılışı sırasında görülerek şaşıldığını bildiren bir söz: Kapağı kaldırmış ki sandık bomboş. Bir de ağzıma aldım ki şeker gibi tadı var. 5. İki cümlede anlatılan durumların uyuşmazlığını bildiren bir söz: "Ama o bir şey yapmamıştı ki, onun hiç kabahati yoktu." -O. C. Kaygılı. 6. Yakınma, kınama vb. duygular anlatmak için bir cümlenin sonuna getirilen bir söz: O beni sevmez kî! Sana güvenilmez ki! 7. Bir soru cümlesinin sonuna getirildiğinde şüphe veya endişe anlatan bir söz: Acaba gelmez mi ki? Bunu bana bırakırlar mı ki? Acaba ceza verirler mi ki? 8. Bazı kelimelerin sonuna bir ek gibi eklenerek birtakım zarflar, yeni edatlar oluşturan bir söz: Belki, çünkü, hâlbuki, mademki, sanki gibi.

hâlbuki, vakta kî, kaldı ki

-ki (I) bk. -gı / -gi vb.

-ki (II) İsim soyundan kelimelere getirilerek o ismin kimle, neyle ilişkili olduğunu belirtir ve eklendiği ismi sıfat ve zamir durumuna getirir, ilgi eki: Benim giysim kırmızı, ya seninki? Evde-ki, odada-ki, bahçede-ki, akşam-ki, sabah-ki. Bu ek birkaç kelimeye -kü biçiminde eklenir: bugün-kü, dün-kü.

kibar sf. Ar. kibar 1. Davranış, düşünce, duygu bakımından ince, nazik olan (kimse): "İşte senin bu kibar, bu efendi hâllerine bayılıyorum." -Y. Z. Ortaç. 2. Seçkin, değerli: "Fazla bolluk da görmemiş bir ailenin kibar eşyaları sessiz bir şekilde âdeta hitap ediyordu. " -S. F. Abasıyanık. 3. Zengin, soylu, köklü (kimse, aile): "Telefona giderek kibar ve varlıklı insanlara has bir şive ile köşkten otomobili istetti." -H. Taner. 4. is. esk. Büyükler, ulular.

kibar düşkünü, kibar lokması, kibarzade, kibarlar âlemi, kelamıkibar, orman kibarı

kibarca zf. (kîba'rca) Kibar bir insana yakışacak biçimde: "Otobüse binmeden önce şoförün ehliyeti var mı, yok mu, kibarca sorun." -B. R. Eyuboğlu.

kibar düşkünü is. Varlığını, saygınlığını yitirmiş kimse.

kibarlar âlemi is. Yüksek sosyete.

kibarlaşma is. Kibarlaşmak işi.

kibarlaşmak (nsz) Kibar duruma gelmek, kibarlık kazanmak.

kibarlık, -ğı is. 1. Kibar olma durumu, incelik: "Nerede kibarlık ararsak orada bayağılığa rastlarız." -A. Ş. Hisar. 2. Kibar bir insana yakışacak biçimdeki söz veya davranış: "Ne imiş derdi diye sormamak kibarlığını içi içini yemesine rağmen gösterdi." -T. Buğra, (üstünden veya paçalarından) kibarlık akmak tkz. aşırı derecede kibar davranmak, kibarlık etmek kibarca davranmak, kibarlık taslamak kibar olmadığı hâlde kibar gibi görünmeye çalışmak, kibarlığı tutmak bir olay karşısında genel davranışları dışında incelik göstermek.

kibarlık budalası, kibarlık düşkünü

kibarlık budalası is. Kibar gibi görünmeye çalışırken gülünç duruma düşen kimse.

kibarlık düşkünü is. Kibarlığa aşırı derecede önem veren kimse.

kibar lokması is. Gösterişli, görkemli durum veya ortam.

kibarzade is. (kibarza:de) Ar. kibar + Far. zade esk. Soylu bir aileden gelme, kibar çocuğu.

kibernetik, -ği is. Yun. Güdüm bilimi.

kibir, -bri is. Ar. kibr 1. Büyüklük, ululuk. 2. Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme: "Kibirden vazgeçersek sevimli oluruz." -C. Meriç. 3. Onur, gurur: "Süheyl o gün orada, saçma kibrine kapılmayıp tek bir kelime, Serap'ın beklediği iki heceli tek bir kelime söylemiş obaydı, her şey değişebilirdi." -H. Taner, kibrine dokunmak gururu zedelenmek: "Ayan azası olduğu için, bekleme salonunda birkaç dakika kalmak bile kibrine dokunmuştu." -F. R. Atay. kibrine yedirememek onur kırıcı bulmak: "Sütninenin üstüne düşmeyi kibrine yediremediği için merak etmiyormuş." -R. N. Güntekin.

kibirleniş is. Kibirlenme işi veya biçimi.

kibirlenme is. Kibirlenmek işi.

kibirlenmek (nsz) Kendini üstün görmek, büyüklenmek.

kibirli sf. Kendini büyük gören, büyüklenen, gururlu: "Kara, kuru, kibirli, kazık gibi bir W.'"-H. E.Adıvar.

kibirlilik, -ği is. Kibirli olma durumu.

kibirsiz sf. Kendini büyük görmeyen, büyüklenmeyen: "Öyle kibirsiz, öyle şen adam ki..."-Y.Z. Ortaç.

kibirsizlik, -ği is. Kibirsiz olma durumu.

kibrit is. Ar. kibrit 1. Bir ucu sürtünme sonucu yanabilecek birleşimde olan küçük tahta veya karton parçası: "Arada bir parlayıp sönen kibrit ışıklarında bağıra bağıra sövüp sayan erkekler..." -R. N. Güntekin. 2. İçinde kibrit çöplerini bulunduran küçük kutu. 3. esk. Kükürt, kibrit çakmak kibriti yakmak için bir yere sürtmek.

kibrit suyu

kibritçi is. 1. Kibrit satan kimse. 2. sf. mec. Cimri.

kibritlik, -ği is. Kibrit koymaya yarayan yer veya kap.

kibrit suyu is. Zehir: "O gece, elimde mektebin kâğıdı, aramadığım ne kibrit suyu kaldı ne kezzap." -F. R. Atay.

kibutz is. İbr. kibbutz İsrail'de ortak çalışma esaslarına göre oluşturulmuş tarımsal topluluk.

-kiç bk. -gıç / -giç vb.

kifaf is. (kifa:f) Ar. kifaf esk. Yaşayacak kadar rızık.

kifafınefis

kifafınefis, -fsi is. (kifa:fınefis) Ar. kifâf + nefs esk. Yaşamaya yetecek kadar olan rızık.

kifaflanma is. Kifaflanmak işi.

kifaflanmak (nsz, -le) Elde ne varsa onunla, çok az yiyecekle karın doyurmak, çok az şeyle yetinmek,

kifayet is. (kifayet) Ar. kifayet 1. Yeterli miktarda olma, yetme, kâfi gelme. 2. Bir işi yapabilecek yetenekte olma, yeterlik, liyakat, iktidar, kifayet etmek yetmek, yeterli olmak: "Kazandığım para benim sade hayatıma kifayet ediyor." -H. E. Adıvar.

kifayetli sf. Yeterli.

kifayetsiz sf Yetersiz: "Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel / Kelimelerime kifayetsiz olduğunu / Bu derde düşmeden önce." -O. V. Kanık.

kifayetsizlik, -ği is. Yetersizlik: "Birparça da karaciğer kifayetsizliği yardımıyla üzerime çöken ağır uykularda rüya görmek itiyadını kaybetmişimdir."-R. N. Güntekin.

kik is. İng. gig den. Futa (II): "Kısacık boyuyla üç çifte kikine yerleşerek dümen kullanırdı. " -A. Ş. Hisar.

kikirik, -ği is. Zayıf, ince, uzun boylu kimse.

kikla is. (ki'kla) zool. Lapinagillerden, güzel renkli, 50 cm uzunluğunda bir balık (Labrus berggylta).

kiklon is. Alm. Kyklon Siklon.

kiklotron is. Yun. Atom araştırmalarında, elektriklenmiş cisimlere yüksek hız veren bir aygıt.

kil is. Far. gil Islandığı zaman kolayca biçimlendirilebilen yumuşak ve yağlı toprak.

arı kil, lekeci kili

kildan is. Far. gil-dân esk. İçine sabun, lif, kese, kına, kil konan bakırdan yapılmış kap.

kile is. Ar. keyle Genellikle tahıl ölçmede kullanılan belirli hacimdeki kap, ölçek.

kiler is. Far. kîlâr Evlerde yiyecek, içecek ve erzakın saklandığı oda, ambar veya dolap: "Kileri kîlitlemezdi, paralan meydanda dururdu." -Ö. Seyfettin.

kilerci is. esk. Saraylarda, büyük konaklarda kiler işlerini yöneten kimse.

kilermeni is. Far. gil + ermeni esk. Eczacılıkta kullanılmış olan kırmızı renkli kil.

kilim is. Far. gillm Döşeme, divan gibi yerlere serilen, genellikle desenli, havsız, kalın, kıl veya yün dokuma: "Dikmen Yıldm'nın gözleri yerdeki kırmızı sarı çubuklu kilime takıldı." -A. Gündüz.

kız kilimi, yol kilimi

kilimci is. Kilim dokuyan veya satan kimse. kilimci ile kör hacı herhangi birileri.

kilimcilik, -ği is. Kilim dokuma veya satma işi.

kilise is. (kili'se) Yun. din b. 1. Hristiyanların ibadet etmek için toplandıkları yen "Katolik kilisesinin hâkim ve müstevli çam saat üçü vuruyor." -Ö. Seyfettin, 2. Hıristiyanlıkla ilgili dinî kuruluş. 3. Hristiyanlığın öğretilmesi, dinî işlerin yönetimi vb. ile ilgili papa ve piskoposlar topluluğu: Ortodoks kilisesi. kilise direği gibi şaka çok kalın (ense).

kilise çanı, kilise hukuku, başkilise

kilise çanı is. Kiliselerde saat başlarında ve dinî törenlerde çalınan büyük çan.

kilise hukuku is. huk Kilisenin kuruluşunu ve iç düzenini sağlayan kurallar.

kilit, -di is. Far. kelid, kilid 1. Anahtar, düğme gibi takılıp çıkanlabilen bir parça yardımıyla çalışan kapatma aleti: "Sonunda kapının kilidi göz yaşlarıma dayanamadı." -Y. Z. Ortaç. 2. den. Bir yanı değirmi, öbür yanına demir çubuk geçirilmiş olan yarım halka. 3. hlk. Atların alnından alt çenesine uzanan beyazlık, kiüt altına almak kilitlemek, kilit gibi olmak birbirine çok bağlı ve dayanışmalı olmak, kilit kürek altına almak bir şeyi kilitli bir yere koyarak saklamak: "O gün her tarafı kilit kürek altına aldı. "-Ö. Seyfettin, kilit kürek olmak bir yeri korumak, o yerin güvenilir, sağlam adamı olmak: "... evime kilit kürek ol diye onun sırtım okşar." -R. N. Güntekin, kilit vurmak kapısına kilit vurmak, kilidi küreği olmamak her şeyi açıkta bulunmak, kilitli yere saklanmamış olmak.

kilit dili, kilit mevki, kilit nokta, kilit sarma, kilit taşı, kilit yeri, asma kilit, bindirme kilit, gömme kilit, ispanyolet kilit, komple kilit, şifreli kilit, topuzlu kilit, bagaj kilidi, donamın kilidi, emniyet kilidi

kilit dili is. Kilidin anahtarla sürülen parçası.

kilitleme is. Kilitlemek işi.

kilitlemek (-i) 1. Anahtarla kilidi kapamak: "Annesi bu olaydan sonra iki gün kapıyı kilitlemiş, korku içinde yaşamıştı." -H. E. Adıvar. 2. Bir nesne veya bir kimseyi kilitli bir yere kapamak: Bütün giyeceklerini dolaba kilitlemişler. Çocuğu bodruma kilitlemiş. 3. Karşılıklı çıkıntı ve girintileri olan şeyleri birbirine geçirmek, kenetlemek: "Sırtüstü kerevete uzanarak iki elimin parmaklarım ensemde kilitledim." -R. N. Güntekin. 4. mec. Sıkıca tutmak: "Zehra parmaklarıyla kadehini kilitledi." -A. İlhan.

kilitlenme is. Kilitlenmek işi.

kilitlenmek (nsz) 1. Kilitleme işi yapılmak: "Kapı Nihat'la Muazzez'in üstüne kilitlendi. " -P, Safa. 2. mec. Fiziksel, ruhsal vb. sebeplerle hareket edemez, kıpırdayamaz duruma gelmek: Çeneleri kilitlenmek. 3. mec. Odaklanmak.

kilitletme is. Kilitletmek işi.

kilitletmek (-i) Kilitlenmesini sağlamak.

kilitleyici is. Kilitleme işleri gören kimse.

kilitli sf. 1. Kilidi olan: Kilitli bir bavul almak istiyorum. 2. Kilitlenmiş: "Bazen üst üste konulmuş bu kilitli sandıklar arasından bir tanesini, zamanı gelince sahibi gelir, açardı." -A. Ş. Hisar,

ağzı kilitli

kilit mevki is. Kilit noktası: "Japonya'da kilit mevkide dört büyük memur da şimdi aynı töhmetin altında." -H. Taner.

kilit nokta is. Bütün işlerin bağlı olduğu önemli nokta, makam veya yer.

kilit sarma is. mân. İki veya daha çok bağ boyundurukları altına karşılıklı olarak atılmış ve birbirine fırçalarla bağlanmış olan bir çift sarma,

kilitsiz sf. 1. Kilidi olmayan. 2. Kilitlenmemiş.

kilitsiz küreksiz

kilitsiz küreksiz sf. Açık, kilitlenmemiş.

kilit taşı is. Anahtar taşı.

kilit yeri is. Kilidin yerleştiği yuva.

kiliz is. bot. Hasır otu.

kiliz balığı

kiliz balığı is. zool. Sazangillerden bir balık türü (Tınca tinca).

kilizman is. Sazlık, kamışlık.

killeme is. Killemek işi.

killemek (-i) Kirli çamaşırları kil kullanarak tokaçla yıkamak.

killi sf. İçinde kil bulunan: Killi kütle. Killi şist.

kilo is. (ki'lö) Fr. kilo 1. Kilogram: İki kilo şeker. 2. sp. Halter sporunda barın iki ucuna yerleştirilen ve ağırlığı oluşturan parça, kilo almak beslenerek vücudun ağırlığı artmak, şişmanlamak, kilo vermek vücudun ağırlığı azalmak, zayıflamak.

kiloamper, kilogram, kilohertz, kilojul, kilokalori, kilometre, kilosikl, kiloton, kilovat, küovoît

kiloamper is. Fr. kiloampere fiz. Değeri bin amper olan akım şiddeti birimi.

kilogram is. Fr. kilogramme mat. Bin gramlık bir ağırlık ölçü birimi, kilo (kg).

kilogramağırlık, kilogramkuvvet, kilogrammetre

kilogramağırlık, -ğı is. fiz. Bir kilogramlık bir kütlenin yer tarafından çekilmesini sağlayan güce yani 9,81 Newton'a eşit olan güç birimi, kilogramkuvvet.

kilogramkuvvet is. fiz. Kilogramağırlık.

kilogrammetre is. (kilogramme'tre) Fr. kilogrammetre fiz. Bir kilogram ağırlığındaki bir gücün, uygulandığı maddi bîr noktayı güç doğrultusunda bir metre yer değiştirmesiyle yapılan işe eşit iş birimi.

kilohertz is. Fr. kilohertz fiz. Bir saniyede bin titreşimi olan elektromanyetik dalga boyu ölçüsü birimi.

kilojul, -lü is. Fr. kilo-joule fiz. Bin jul değerinde iş birimi.

kilokalori is. Fr. kilocalorie fiz. Büyük kalori.

kilolu sf 1. Ağır. 2. Şişman.

kiloluk, -ğu sf. 1. Herhangi bir kilo ağırlığında: Üç kiloluk paket. 2. Bir kilo ağırlığında: Kiloluk çay.

kilometre is. (kilome'tre) Fr. kilometre mat. 1000 km'lik uzunluk ölçü birimi (km): "On beş kilometre uzakta bir yerde, futbol maçı varmış, oraya gitti." -S. F, Abasıyanık.

kilometre kare, kilometre taşı

kilometre kare is. Kenarları birer kilometre uzunluğunda olan bir karenin alanına eşit yüzey ölçü birimi, (km2).

kilometrelerce sf. Mesafece uzun süren: "Taşıt araçlarına hiç binmez, yaz kış asker postalları ile kilometrelerce yolu yürürdü." -H. Taner.

kilometre taşı is. 1. Kara yollarında üzerinde kilometreleri gösteren dikili taş. 2. mec. Önemli bir durumu belirleyen, üzerinde durulması gereken nokta.

kilosikl is. Fr. kilocycle fiz. Saniyede bin devir olan elektrik akımının Sekansını ölçmek için kullanılan birim.

kilot is. Fr. culotte bk. külot.

kiloton is. Fr. kilotonne mat. Değeri bin ton olan kütle birimi.

kilovat is. Fr. kilowatt fiz. Bin vatlık bir güç birimi.

kilovat saat

kilovat saat, -ti is.fiz. Bir kilovatlık bir gücün bir saatte verdiği iş ve enerji birimi.

kilovolt is. Fr. kilovolt fiz. Değeri bin volt olan elektrik gerilimi veya potansiyel farkı birimi.

kils is. Ar. kils min. esk. Kireç taşı.

kilsi sf. Kili andıran, kile benzeyen, kil gibi.

kil taşı is. min. İnce taneli kilin zamanla kat kat yığılması sonucu meydana gelen taş,şist.

kilüs is. Ar. keylüs tıp Bağırsaktan gelen, içinde yağ damlacıkları bulunan ak kan.

kim (I) zm. "Hangi kişi?" anlamında cümlede, özne, tümleç, nesne, yüklem görevinde kullanılan bir soru sözü: Bunu kim söyledi? "Kim sesini çıkarırsa karşısında beni bulur." -H. Z. Uşaklıgil. ... kim ... kim yakıştırılan şeyin uygunsuzluğunu belirtmeye yarar: "Bambu ağacından takım kim, ben kim?" -H. Taner, kim bilir 1) belirsizlik, bilinmezlik bildiren bir söz: "Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında." -C. S. Tarancı. 2) olabilirlik bildiren bir söz: Kim bilir ne kadar çok beğenildi, kim kime dum duma kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan bir söz: "Gece yarısı kim kime dum duma, köşk de eski yapı zaten, baca gibi alev bir anda dört yanı sarıvermiş." -H. Taner, kim oluyor? "kendini ne sanıyor, ne hakkı var?" anlamlarında kullanılan bir söz: "Biz kim oluyoruz ki veresiye verelim. İki günde topu atarız." -M. Ş. Esendal. kim vurduya gitmek bir kalabalık arasında öldürülen veya vurulan kimsenin kimin tarafından öldürüldüğü veya vurulduğu anlaşılamamak, kime ne başkasını ilgilendirmez, kimi kimsesi olmamak yakım, koruyucusu bulunmamak, kimin arabasına binerse onun türküsünü çağırır çıkar sağladığı kimsenin hoşuna gidecek biçimde davranan dönek ve dalkavuk kimseler için kullanılan bir söz. kimin nesi? "kimin yakını" anlamında kullanılan bir söz.

kim (II) bağ. esk. Ki: "Dedi kim tazeliğim çağında /Bir gülün bülbül idim bağında, " - Atai.

kimesne zm. esk. Kimse: "Türk diline kimesne bakmaz idi." -Âşık Paşa.

kimi zm. 1. Birtakımı, bazısı, kimisi: "Kimi su çeker, kimi sebze ayıklar, kimi yufka açar, çamaşır yıkar..." -N. Cumalı. 2. sf. Bazı (canlı varlıklar için): Kimi çocuklar, kimi köprü bulamaz geçmeye, kimi su bulamaz içmeye insanların nasipleri arasındaki tutarsızlıkları belirten bir söz. kimine hay hay, kimine vay vay kiminin talihinin iyi, kiminin de kötü gittiğini anlatan bir söz. kiminin parası, kiminin duası bir iş yapılırken veya yapıldıktan sonra kiminden para, kiminden dua alınabilir.

kimi vakit, kimi zaman

kimileyin zf. Bazen, bazı zaman.

kimisi zm. Bazısı, birtakımı, kimi.

kimi vakit zf. Ara sıra.

kimi zaman zf. Ara sıra.

kimlik, -ği is. 1. Toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünü: Kimliği bilinmeyen bir kadın. 2. Kişinin kim olduğunu tanıtan belge, hüviyet. 3. Herhangi bir nesneyi belirlemeye yarayan özelliklerin bütünü.

kimlik belgesi, kimlik kartı, millî kimlik, öğrenci kimliği

kimlik belgesi is. Kimlik, hüviyet cüzdanı.

kimlik kartı is. Kimlik beigesi.

kimono is. (kimo'no) Fr. kimono 1. Japonların önden çapraz olarak kavuşan uzun ve geniş kollu ulusal giysisi. 2. Geniş kollu sabahlık.

kimse zm. 1. Herhangi bir kişi, kim olduğu bilinmeyen kişi, şahıs, nefer: "Kimsenin girdisi çıktısı, alacağı borcu ile uğraşmak istemiyordum." -N. Cumalı. 2. Olumsuz cümlelerde kişi: "Bir zaman hiç kimseye varmadım." -H. R. Gürpınar, kimse kendi memleketinde peygamber olmaz insanların kendi çevrelerinde değeri bilinmez. kimse yoğurdum ekşi demez herkes sattığı malı, kendi işini, tutumunu ve davranışını över. kimseden kimseye hayır yok (veya gelmez) insan, yapacağı işte başkasının yardımına güvenirse, hayal kırıklığına uğrar.

hiç kimse

kimsecik, -ği zm. (ki'msecik) Hiç kimse: "Saat ona doğru Süleymaniye'nin avlusuna vardığım zaman kimsecik yoktu." -S. F. Abasıyanık.

kimsesiz sf. 1. Annesi babası, yakını, koruyucusu olmayan (kimse): "Ocağın kimsesiz çocukları okuttuğunu da biliyordum." -F. R. Atay. 2. Hiç kimse bulunmayan, boş, sahipsiz, ıssız: "Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında / Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum." -N. F. Kısakürek. 3. zf. Kimsesi olmadan.

kimsesizlik, -ği is. (ki'msesizlik) Kimsesiz olma durumu, yalnızlık: "Yalnızlığımı, kimsesizliğimi ve yabancılığımı o günkü kadar şiddetli hissettiğim olmamıştır." -Y, K. Karaosmanoğlu.

kim üs is. (ki'müs) Yun. fızy. Yemeklerin mide öz suyuyla karıştıktan sonra aldığı durum.

kimya is. (kimya:) Ar. kimyâ' 1. Maddelerin temel yapılarını, birleşimlerini, dönüşümlerini, çözümleme, birleşim ve üretim yöntemlerini inceleyen bilim. 2. mec. Üstün özellikler taşıyan çok değerli şey: "Emniyetlerini kazanmak için bu esrar bir kimya gibi gizli kalmalıdır." -R. N. Güntekin. kimya olmak bulunmaz olmak: "Sıla kimya olmuş burnuma tüter / Yol ver dağlar ben sılaya gideyim." -Halk türküsü.

kimya doğrulumu, kimya göçümü, inorganik kimya, organik kimya, uzvi kimya, plazma kimyası

kimyaca zf. (kimya: 'ca) Kimya bakımından.

kimyacı is. 1. Kimya ile uğraşan kimse, kimyager. 2. Kimya öğretmeni.

kimyacılık, -ğı is. Kimyacı olma durumu veya mesleği, kimyagerlik.

kimya doğrulumu is. bot. Kimyasal maddelerin etkisi ile bitkilerde görülen, maddeye doğru veya ters yöne yönelme durumu, şimiotropizm.

kimyager is. (kimya:ger) Ar. kımyâ' + Far. -ger Kimyacı.

kimyagerlik, -ği is. Kimyacılık.

kimya göçümü is. biy. Bir hücreli varlıklarda, kimyasal maddelerin etkisi altında yanaşma veya uzaklaşma biçiminde görülen yer değiştirme durumu, şimiotaksi.

kimyasal sf. (kimya:sal) Kimyaya ait, kimya ile ilgili, kimyevi: Kimyasal birleşim.

kimyasal savaş, kimyasal silah

kimyasal savaş is. Kimyasal madde ve silahların kullanıldığı savaş.

kimyasal silah is. İnsan, hayvan ve bitkiler üzerinde zehirli maddelerle ölümcül olaylara sebep olan silah.

kimyevi sf. (kimyevi:) Ar. kimyevî Kimyasal.

kimyon is. Ar. kemmün bot. 1. Maydanozgillerden, 50 cm kadar yükseklikte, beyaz veya pembe çiçekli, bir yıllık, güzel kokulu ve otsu bir bitki (Cuminum cyminum). 2. Bu bitkinin tohumundan elde edilen ve bahar olarak kullanılan toz.

yabani kimyon

kimyon! is. (kimyo:ni:) Ar. kemmüni esk. 1. Kahverengiye çalan yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan.

kimyonlu sf. İçinde kimyon bulunan: Kimyonlu köfte.

-kin bk. -gın / -gin vb.

kin is. (ki:n) Far. kin Öç almayı amaçlayan gizli düşmanlık, garaz: "Adımız miskindir bizim / Düşmanımız kindir bizim." -Yunus Emre. kin bağlamak birine karşı öç alma duygusu duymak: "İstanbul'dan ayrılmana o sebep oldu, diye gizli gizli ona kızacak, kin bağlayacaktım." -R. N. Güntekin. kin beslemek (veya tutmak) birine karşı öç alma duygusunu sürdürmek: "Biz kimseye kin tutmayız / Kamu âlem birdir bize." -Yunus Emre. kin duymak birine karşı öç alma duygusunu yaşatmak veya bu duyguyu hissetmek: "Herkes ancak bir iki düşman için kin duyar." -A. Ş. Hisar, kin gütmek öcünü alıncaya kadar kininden vazgeçmemek.

deve kini

kinaye is. (kina.ye) Ar. kinaye 1. Düşünüleni, dolaylı olarak anlatan söz: "Babam bu kinayeyi anlardı sanırım, fakat anlamamazlıktan gelirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Üstü kapalı, sitemli, dokunaklı söz: "Demek lokantadaki kinayeler hep ona karşıydı. Aleyhine bir şeyler kuruluyordu." -S. F. Abasıyanık. 3. ed. Sözün gelişiyle, gerçek anlamların dışında bir kavrama değinme sanatı.

kinayeli sf. İçinde kinaye bulunan (söz): "Mebrure bu kinayeli sözlerle kendisine uzanan mektubu aldı." -P. Safa.

kinci sf. Öç almak isteyen, kin tutan, kindar.

kincilik, -ği is. Kinci olma durumu, kin tutma.

kindar sf. (kinda:r) Far. kın-dâr Kinci, kinli: "Sert, sivri, kindar bir bakış." -R. H. Karay.

kindarlık, -ğı is. Kindar olma durumu.

kinematik, -ği is. Fr. cinematique fiz. Cisimlerin hareketlerini yörünge, hız ve ivme vb. konular bakımından inceleyen mekanik kolu, sinematik.

kinestezi is. Fr. kinesthesie fızy. Devin duyum.

kinetik, -ği sf. Fr. cinetique fiz. 1. Hareketle ilgili, hareket sebebiyle oluşan. 2. is. tek. Hareket olaylarını inceleyen bilim dalı. 3. is. kim. Kimyasal tepkimelerin hızlarını inceleyen bilim dalı.

kinetik enerji

kinetik enerji is. fiz. Bir cismin hareketini sağlayan veya hareket eden cisimlerde bulunan enerji.

kinik, -ği sf. Fr. cyniquefel. Kinizm taraftarı (kimse veya görüş), sinik.

kinin is. Fr. quinine kim. Kınakınadan elde edilen ve sıtmanın tedavisinde kullanılan beyaz alkaloit: "İkinci gün sıtmadan şüphelendik, kuvvetli dozda kinin verdik." -R, N. Güntekin. kinin gibi çok acı.

kinin sülfatı

kininli sf. İçinde kinin bulunan: "Sana bir kadeh de kininli konyak vereyim." -S. F. Abasıyanık,

kininsiz sf. İçinde kinin bulunmayan.

kinin sülfatı is. kim. Kinin.

kiniş is. Marangozlukta tahta üzerine boydan boya açılan, kesiti kare veya dikdörtgen biçiminde kanal.

kinizm is. Fr. cynismefel. Sinizm.

kinlenme is. Kinlenmek işi.

kinlenmek (nsz) Öç almak istemek, kin tutmak: "Kendi ettiği yetmiyormuş gibi, evlatlarını da zehirliyor, bana karşı kışkırtıyor dîye karısına kinlenmişti." -M. Ş. Esendal.

kinli sf. Öç almak isteyen, kin tutan.

kinsiz sf. Kini olmayan, kin taşımayan.

kinsizlik, -ği is. Kinsiz olma durumu.

kip is. fel. 1. Değişebilen, geçici nitelik, san karşıtı: Bir maddenin biçimi bir kiptir, ağırlığı ise sanlarından biridir. 2. sf. hlk. Uygun, tıpatıp gelen. 3. sf. hlk. Sağlam, dayanıklı. 4. dbl. Fiillerde belirli bir zamanla birlikte konuşanın, dinleyenin ve hakkında konuşulanın, teklik veya çokluk olarak belirtilmiş biçimi, sıyga. 5. esk. Örnek, kalıp. kip gelmek hlk. tıpatıp uygun gelmek.

dilek kipi, emir kipi, gelecek zaman kipi, gereklik kipi, haber kipi, şart kipi, bildirme kipleri, isteme kipleri

kipe is. Alm. Kippe sp. Hızla bükülen kalçanın sert ve birden gerilişiyle, vücudun yatıştan ayaküstü duruşa veya asılmadan dayanmaya geçmesi.

baş kipesi

kipkirli sf. (ki'pkirli) Çok kirli, çamura ve pisliğe bulaşmış: "Tertemiz yerlere kipkirli potinlerle dalar." -M. A. Ersoy.

kiplik, -ği is. fel. Önermelerin yalın, belkili veya mecburi olma nitelikleri: Ruhun ölümsüz olması ihtimali vardır önermesinin kipliği belkilidir.

kir is. 1. Herhangi bir şeyin veya vücudun üzerinde oluşan, biriken pislik: "Yanaklarında yer yer kirle karışmış gözyaşı var." -H. E. Adıvar. 2, mec. Utanılacak durum, leke, şaibe, (bir şey) kir götürmek kirini belli etmeyecek bir renkte olmak, (bir şeyi) kir götürmek bir şey çok kirli olmak, (bir şey) kir tutmak kirini hemen belli edecek bir renkte olmak, çok kirlenmek, kiri kabarmak nem, ısı vb. sebeplerle kir, üzerinde bulunduğu yüzeyden ayrılabilir duruma gelmek.

kir pas, el kiri, etek kiri, yüz kiri

kira is. (kira:) Ar. kira' 1. Bir konutun, bir mülkün veya taşıt gibi herhangi bîr şeyin belli bir bedel karşılığında, bir süre için sahibi tarafından başkasına verilmesi, icar: "Eski kirayı yükseltiyorum, isterseniz gidin mahkemeye." -Ç. Altan. 2. Bu biçimde tutulan bir şey için karşılık olarak ödenen para: "Kira île aldım, zaten bu yüzden de geciktim ya!" -R. H. Karay. 3. Kirada olan taşınmaz: "O zamana kadar kira köşelerinde sürünmekten bir tat, bin feryat, türlü sıkıntılara giriftar olmuşken..." -H. Z. Uşaklıgil. kirada olmak kira karşılığında verilmiş olmak, kirada oturmak kira ile tutulmuş bir yerde yaşamak: "Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz." -F. R. Atay, kiraya vermek kira karşılığında vermek, icara vermek: "Buradaki evimi de kiraya vermiştim." -R. H. Karay.

kira arabası, kira bedeli, kira kontratı, kira sözleşmesi, ayak kirası, diş kirası, ev kirası, maden kirası

kira arabası is. esk Kiralık kullanılan araba, taksi vb: "Nihayet ışıklı bir caddeye çıkınca ilk rastladığım kira arabasına bindim." -R. H. Karay.

kira bedeli is. Kiralanan mal için ödenen karşılık.

kiracı is. Bir şeyi, bir yeri kira ile tutan kimse, müşterin Biz bu evde kiracıyız.

kiracılık, -ğı is. Kiracı olma durumu.

kira kontratı is. Kira sözleşmesi.

kiralama is. 1. Kiralamak işi. 2. Bir taşınır veya taşınmazın kullanım hakkının kiralama kuruluşu tarafından belli bir süre içinde ve belli bir kira karşılığında kiracıya verilmesi, anlaşmaya göre kira sûresinin bitiminde mülkiyetin kiracıda birakılabilmesi.

kiralamak (-i, -e) t. Kiraya vermek: Evi ona kiraladım. 2. (-i, -den) Kira île tutmak: "Oturduğunuz evin alt katım bir terzi kiralamıştı. " -N. Cumalı.

kiralanma is. Kiralanmak işi.

kiralanmak (nsz) 1. Kiraya verilmek. 2. Kira ile tutulmak.

kiralayıcı is. Kiralayan kimse.

kiralı sf. Kiralanmış olan.

kiralık, -ğı sf. Kiraya verilecek olan.

kiralık adam, kiralık kadın, kiralık kasa, kiralık katil, kiralık kız

kiralık adam is. Bir iş yaptırmak için tutulan adam.

kiralık kadın is. Para veya başka bir çıkar karşılığında erkeklerle cinsel ilişki kuran kadın, kiralık kız.

kiralık kasa is. Bankalarda müşterilerin değerli eşya, senet vb.nin saklandığı kasa.

kiralık katil is. Bir kimseyi öldürmek için bir başkası tarafından tutulan kimse.

kiralık kız is. Kiralık kadın.

kira sözleşmesi is. Kiralama işinde karşılıklı yükümlülükleri belirten resmî belge, kira kontratı.

kiraz is. Yun. bot. 1. Gülgillerden, ıhman iklimlerde yetişen bir meyve ağacı (Cerasus avhım). 2. Bu ağacın kırmızı ve beyaz renkte, etli, sulu, tek çekirdekli meyvesi: "Tabaktan ikişer kiraz daha alıyoruz." -Y. Z. Ortaç.

kiraz elması, kiraz reçeli, kiraz zamkı, ekşi kiraz, kokulu kiraz, yabani kiraz, Hint kirazı, kuş kirazı

kiraz elması is. Kırmızı, küçük ve sert bir elma türü.

kirazlık, -ğı is. Kiraz ağaçları çok olan yer, kiraz bahçesi.

kiraz reçeli is. Kirazın şeker ile kaynatılması sonucu elde edilen reçel.

kiraz zamkı is. Kiraz, badem, erik, kayısı ve şeftali vb. ağaçların gövde ve dallarında meydana gelen zamk.

kirde is. Far. girde Mk. Genellikle mısır unuyla yapılan bir tür pide.

kirdeci is. Kirde yapan veya satan kimse,

kirebolu is. Yun. Anların kovan deliğini kapamak için kullandıkları san ve yumuşak madde.

kirecimsi sf. Kireçsî.

kireç, -ci is. Far. gireç 1. Mermer, tebeşir, kireç taşı, alçı taşı gibi birçok taşın özünü oluşturan kalsiyum oksit, (CaO): "Duvarlar kireç badanalı idi." -S. F. Abasıyanık. 2. Kalsiyum hidroksit, Ca(OH). kireç gibi olmak (veya ağarmak) yüzünde hiç renk kalmamak, rengi solmak: "Genç kadının yüzü kireç gibi ağarmıştı." -R. N. Güntekin. kireç söndürmek kireci kullanmadan önce üzerine bolca su dökerek kalsiyum hidroksit durumuna getirmek,

kireç fabrikası, kireç kaymağı, kireç kuyusu, kireç ocağı, kireç suyu, kireç sütü, kireç taşı, kireçyeren, mermer kireci, su kireci

kireççi is. Kireç taşından kireç elde eden veya satan kimse.

kireççil sf. Kireçli topraktan hoşlanan, kireçli toprakta yetişen (bitki), kireçyeren karşıtı: Yonca kireççil bitkilerdendir.

kireççilik, -ği is. Kireççi olma durumu.

kireç fabrikası is. Kireci işleyip satışa hazır duruma getiren işletme.

kireç kaymağı is. kim. Bazı eşya ve yerleri mikroplardan arıtmakta, çamaşırları ağartmakta kullanılan, sarımsı beyaz renkte ve klor kokusunda, toz veya sulandırılmış kireç kloiürü.

kireç kuyusu ıs. İçinde kireç söndürülen geniş çukur.

kireçleme is. Kireçlemek işi.

kireçlemek (-i) 1. Kireç katmak veya kireç sürmek. 2. Kireç kullanarak badana yapmak.

kireçlenme is. 1. Kireçlenmek işi. 2. anat. Organik dokuların içinde kireç birikmesi durumu.

kireçlenmek (nsz) 1. Kireç dökülmek veya saçılmak. 2. Kireç sürülmek: Ağaçlar kireçlendi. 3. Kireç bulaşmak: Pantolonunuz kireçlenmiş. 4. anat Organik dokularda, dokunun görevine engel olacak derecede kalsiyum tuzları birikmek. 5. bot. Bitkilerin hücre zarlarında kalsiyum karbonat, kalsiyum oksalat vb. kalsiyum tuzları toplanmak.

kireçleşme is. Kireçleşmek işi, kireçlenme.

kireçleşmek (nsz) Kireç durumuna gelmek, kireçlenmek, kalkerleşmek.

kireçli sf. 1. Birleşiminde kireç olan veya kireci çok olan: "Bir söylenişe göre, arazi tamamıyla kireçli olduğu için ağaçlar serpilme gücünden mahrum kalıyormuş." -A. Rasim. 2. Kireç sürülmüş, kireç bulaşmış: Kireçli duvarlar.

kireçlik, -ği is. 1. Kireç konulan yer. 2. sf. Kireci çok olan: Kireçlik alan.

kireç ocağı is. Kireç yapmak için kireç taşlarının yakıldığı fırın.

kireçsi sf. Kireci andıran, kirece benzeyen, kireç gibi, kirecimsi.

kireçsileme is. Kireçsilemek işi.

kireçsiletnek (-i) kim. 1. Isı yardımıyla kirece çevirmek. 2, Yüksek ısı ile kurutmak.

kireçsiz sf. 1. Birleşiminde kireç olmayan veya çok az olan: Kireçsiz toprak. 2. Birleşiminde karbon tuzlarının oranı düşük olan (su).

kireçsizlenme is. jeol. Kayaçların içinde bulunan kalsiyum karbon tuzunun sularla eritilerek alınması.

kireçsizleştirme is. Kireçten arıtma.

kireçsizleştirmek Kireçsiz duruma getirmek.

kireç suyu is. İçinde erimiş bir durumda kireç bulunan su.

kireç sütü is. Badana için hazırlanmış sulu kireç.

kireç taşı is. min. Kireç ocağında işlenerek kireç elde edilen, kalsiyum karbon tuzundan bileşik kayaç, kalker, kils.

kireçyeren sf. bot. Kireçli topraktan hoşlanmayan, kireçli toprakta yetişmeyen, kireççil karşıtı.

kiremit, -di is. Yun. Çatıları örtmekte kullanılan, yan yana dizilerek suyu aşağıya geçirmeden dışarı akıtacak biçimde yapılmış, kızıl toprağın renginde, pişmiş balçık levha. kiremit aktarmak çatı aktarmak: "Geçen gün kiremitleri aktarmak için dama çıkmıştı. " -R. N. Güntekin.

kiremit fabrikası, kiremithane, kiremit rengi, mahya kiremidi

kiremitçi is. Kiremit yapan, satan veya döşeyen kimse.

kiremitçilik, -ği is. Kiremitçi olma durumu veya kiremitçinin yaptığı iş.

kiremit fabrikası is. Modem usullerle hazırlanmış balçığın kiremide dönüştürüldüğü iş yeri.

kiremithane is. (kiremitha:ne) Yun. + Far. hâne esk. Kiremit yapılan yer.

kiremitli sf. Kiremidi olan.

kiremit rengi is. 1. Kahverengiye çalan kızıl kırmızı renk, kiremidin rengi. 2. sf. Bu renkte olan: Kiremit rengi halı.

Kiril is. Cyrill özel adından Kiril alfabesi.

Kiril alfabesi

Kiril alfabesi is. Yunan büyük harfi tipinde düzenlenmiş Slav alfabe ve yazısı.

kiriş is. 1. Bazı telli müzik araçlarında kullanılan, hayvan bağırsaklarından yapılan tel. 2. Ok atılan yayın iki ucu arasındaki esnek bağ. 3. anat. Kasların uçlarında bulunan, kasları kemiklere ve başka organlara bağlayan beyazımsı kordon. 4. mat. Bir eğrinin iki noktasını birleştiren doğru parçası. 5. mim. Yapılarda dört köşe kalın keresteden, demirden veya betonarmeden yapılmış yatay destek parçası, kirişi kırmak argo bulunduğu yerden ayrılmak, kaçıp gitmek: "Ama şimdi derhâl giyineceksiniz ve kirişi kıracaksınız. "-S. F. Abasıyanık.

kirişhane, çatı kirişi, ses kirişi, ses kirişleri, kulağı kirişte

kirişçi is. Kiriş yapan veya satan kimse.

kirişhane is. (kirişha:ne) T. kiriş + Far. hâne esk. Kiriş yapılan yer.

kirişleme is. 1. Kirişlemek işi. 2. mim. Ahşap döşemelerde yaklaşık 50 cm ara ile kirişler koyma. 3. zf. Çapraz olarak, kılıçlama.

kirişlemek (-i) 1. Kirişi çekip germek. 2. Kiriş olarak kullanılan keresteyi döşemek.

kirişli sf. 1. Kirişi olan. 2. anat. Kiriş yapısında olan: Kirişli doku.

kirişlik, -ği sf. Kiriş olarak kullanılmaya uygun: Kirişlik kereste.

kirişsiz sf. Kirişi olmayan.

kirizma is. (kiri'zma) Yun. Toprağı derince kazarak altım üstüne getirme, kirizma yapmak (veya etmek) toprağı derince kazarak altını üstüne getirerek sürmek: "Erkekler bütün gün bahçelerinde bağ budar, gül aşılar, kirizma yaparlarken..." -H. Taner.

kirizmalama is. Kirizmalamak işi veya durumu.

kirizmalamak (-i) Kirizma yapmak.

kirizme is. bk. kirizma,

kirkit is. hlk. Dokumacılıkta atkı ipliğini sıkıştırmak için kullanılan, demirden veya ağaçtan yapılmış dişli araç: "Kirkit bıçak sesleri hep bir anda kesildi." -Ö. B. Uşaklı.

kirlenme is. Kirlenmek işi: "Çevre sağlığım korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir." -Anayasa.

kirlenmek (nsz) 1. Kirli duruma gelmek, pislenmek. 2. Kadının ırzına geçilmek, iffeti bozulmak, lekelenmek. 3. Kadın aybaşı olmak. 4. mec. Onuru lekelenmek.

kirletme is. Kirletmek işi.

kirletmek (-i) 1. Kirli duruma getirmek, pisletmek: "Madenî kol düğmeleri bunları yeşilimtırak bîr leke ile kirletirdi." -A. Ş. Hisar. 2. Küçük veya büyük abdestini yapmak, pislemek: Çocuk altım kirletmiş. 3. Kadının ırzına geçmek, namusuna zarar vermek. 4. mec. Namusuna, onuruna zarar verecek bir suç yüklemek, lekelemek: Böyle bir şüphe insanı kirletir.

kirli sf. 1. Leke, toz vb. ile kaplı, pis, murdar, mülevves: "Perdeci, çapaklı gözlerini kirli yumruklarıyla ovuşturarak cevap verdi." -P. Safa. 2. Aybaşı durumunda bulunan (kadın). 3. mec. Toplumun değer yargılarına aykırı olan: "Bu isim bana bir zamanlar İstanbul'un en kirli âlemlerinde yuvalanmış bir simayı hatırlattı." -H. Z. Uşaklıgil. kirliye atmak yıkanmak için bir kenara koymak, bir yerde biriktirmek.

kirli çamaşır, kirli çıkı, kirlihamın peyniri, kirli kan, kirli sarı

kirli çamaşır is. 1. Kirlenmiş giyecek. 2. mec. Yasal olmayan, saklı, gizli iş: "Ablasının kirli çamaşırlarım herkesten iyi bilir, ama ablası da onun kumar borçlarım öder." -H. Taner, (birinin) kirli çamaşırlarını ortaya dökmek birinin ayıp, kusur veya suçlarını açıklamak, söylemek.

kirli çıkı is. Cimrilikle zengin olmuş kimse.

kirlihanım peyniri is. Yumuşak ve yağlı bir tür peynir.

kirli kan is. anat. Toplardamarların kalbe götürdüğü kan.

kirlilik, -ği is. Kirli olma durumu, pislik: "Benim ve kardeşimin mektep veya sokak dönüşü kirliliklerimiz yüzünden içlenirdi." - Y. K. Beyatlı.

çevre kirliliği

kirli sarı is. 1. Koyu ve donuk sarı renk. 2. sf. Bu renkte olan.

kirloş sf. hlk. ve alay Kirli ve pasaklı.

kirloz sf. bk. kirloş.

kirmen is. hlk. Elde yün eğirmeye yarayan tahtadan yapılmış araç.

kir pas is. Kir.

kirpi is. zool. Kirpigillerden, uzunluğu 25-30 cm olan, sırtı dikenlerle kaplı memeli hayvan (Erinaceus europaeus).

oklu kirpi

kirpigiller ç. is. zool. Böcekçiller takımının, örnek hayvanı kirpi olan, sırtları dikenlerle kaplı memeli hayvanlar familyası.

kirpik, -ği is. 1. Göz kapağının kenarındaki kıllar veya bu kıllardan her biri: "Onun, yaşlarla dolu uzun kirpiklerinin arasından... " -R. N. Güntekin. 2. bot: ve zool. Tüy gibi, küçük ve ince uzantı veya uzantılar. kirpiği kirpiğine değmemek hiç uyumamak.

kirpik besleyici, takma kirpik

kirpik besleyici is. Kirpiklerin dökülmesini önleyen ve besleyici nitelikleri olan şeffaf, sıvı madde.

kirpikli sf. 1. Herhangi bir nitelikte kirpiği olan. 2. bot. ve zool. Üzerinde kirpik veya kirpiğe benzer uzantılar olan: Kirpikli zar.

tüm kirpikliler

kirpikliler ç. is. zool. Bir hücreli hayvanlardan, üzerleri hareketlerini sağlayan kirpik biçimindeki uzantılarla kaplı organizmalar sınıfı.

kirpiksi sf. Kirpiği andıran, kirpiğe benzeyen, kirpik gibi.

kirpiksi cisim

kirpiksi cisim, -smi is. anat. Gözdeki damar tabakasının ön dış bölümü.

kirtildi sf. hlk. Kenarları girintili çıkıntılı olan: Kirtikli sahan.

kirtil is. den. Büyük kabuklu deniz hayvanlarını avlamakta kullanılan, ince dallardan örülmüş sepet.

kirve is. hlk. Sünnet olan çocuğun bütün masraflarını üstlendikten sonra sünnet sırasında çocuğu kucağına alarak elini, kolunu tutan ve bütün hayatı boyunca çocuk üzerinde babasına yakın hak taşıyan kimse.

kirvelik, -ği is. Kirve olma durumu, kirvelik etmek kirve görevini yüklenmek.

kispet is. Ar. kisvet sp. Yağlı güreşte pehlivanların giydikleri, belden baldıra kadar uzanan, dar paçalı meşin pantolon.

kispet çıkarılması

kispet çıkarılması is. sp. Yağlı güreşte yenilginin en kötüsü sayılan, kispetin hasım tarafından çekilip çıkarılması veya boydan boya yırtılması.

kist is. Fr. kyste bot. 1. Sporlu bitkilerde, özellikle mantarlarda, su yosunlarında görülen, bir veya birkaç hücreden oluşmuş organ. 2. tıp İçi koloit, yağ vb, sıvı veya yan sıvı bir madde ile dolu patolojik torba. 3. zool. Tek hücrelilerin veya çok hücreli küçük hayvanların uygun olmayan şartlarda veya çoğalma sırasında çevrelerine saldıkları kendilerini korumaya yarayan dayanıklı kapsül.

kistleşme is. Kistleşmek işi.

kistleşmek (nsz) tıp Yabancı bir cisim veya patolojik bir urun çevresinde katılgan doku sertleşmek.

kisve is. Ar. kisve 1. Kılık kıyafet: "Lakin bir türlü ahaliye mahsus kisveyi üzerinden atamamış..." -R. H. Karay. 2. Hacıların Kabe'de giydikleri beyaz üstlük, kisvesi altında herhangi bir nitelikte veya biçimde, kisveye bürünmek 1) herhangi bir kılığa girmek; 2) herhangi bir niteliğe, biçime girerek gerçek kimliğinden farklı bir görünüş almak.

kişi is. 1. İnsan, kimse, şahıs: "Dilenciler de sayıda olduğu hâlde, yirmi otuz kişi kadardık." -M..Ş. Esendal. 2. âbl Çekimli fiillerde ve zamirlerde konuşan, dinleyen, sözü edilen varlık, şahıs: Ben (tekil kişi), sen (tekil kişi), o (tekil kişi); biz (çoğul kişi.) siz (çoğul kişi), onlar (çoğul kişi). 3. ed Oyun, roman, hikâye vb.nde yer alan kimse, 4. hlk. Eş, koca: "Kişiyi vezir eden de karısı, rezil eden de." -Atasözü. 5. esk Erkek, kişi refikinden azar kötü arkadaş insanı kötü yola sürükler.

kişi başına, kişi eki, kişioğlu, kişizade, kişi zamiri, kişiler arası, kişiye özel, başkişi, bilirkişi, er kişi, gerçek kişi, hatun kişi, kaynak kişi, tüzel kişi, üçüncü kişi

kişi başına zf. Adam başına.

kişi eki is. dbl. Fiil çekimlerinde kullanılan ve kişiyi gösteren ek, şahıs eki: Geldi-m, gelmiş-sin gibi.

kişiler arası sf. Bütün insanları göz önüne alan.

kişiler arası ilişki

kişiler arası ilişki is. sos. Bireyler arasındaki toplumsal etkileşim veya karşılaşma.

kişileşme is. Kişileşmek işi.

kişileşmek (nsz) Kişilik kazanmak.

kişileştirme is. ed. Cansız varlıkları veya hayvanları insanmış gibi gösterme, canlandırma, teşhis.

kişilik, -ği is. 1. Bir kimseye özgü belirgin özellik, manevi ve ruhsal niteliklerinin bütünü, şahsiyet: "Herkes, kişiliğine bağlı dokunulmaz, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir." -Anayasa. 2. İnsanlara yakışacak durum ve davranış. 3. sos. Bireyin toplumsal hayatı içinde edindiği alışkanlıkların ve davranışların bütünü. 4. sf. Herhangi bir kişi için, herhangi bir kişiye yetecek miktarda olan: Bir kişilik yemek. İki kişilik yer. 5. sf. Herhangi bir sayıda kişiden oluşan: "Biz, kadın, kız ve çocuk, on altı kişilik bir kafile olduk." -A. Gündüz. 6. hlk. Yabanlık, kişilik kazanmak bir kişinin öz yapısı, kişiliği belirginleşmek.

kişilik dışı, bilirkişilik, çift kişilik, nörotik kişilik, tek kişilik, tüzel kişilik

kişilik dışı sf. Kişisel olmayan, gayrişahsi,

kişilikli sf Kişiliği olan, şahsiyetli.

kişiliksiz sf. Kişiliği olmayan, şahsiyetsiz.

kişiliksizlik, -ği is. Kişiliksiz olma durumu.

kişioğlu is. 1. İnsanoğlu, insan. 2. Soylu kimse.

kişisel sf. Kişi ile ilgili, kişiye ilişkin, kişinin kendi malı olan, şahsi, zatî: "Kimse ... kişisel çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez..." -Anayasa.

kişiselleştirme is. Kişiselleştirmek işi.

kişiselleştirmek 1. Kişiye özel duruma getirmek. 2. Bilişim teknolojisinde kullanılan araçları kişiye özgü duruma getirmek. 3. Bir kişiye mal etmek, bağlamak. 4. Söz edilen konudan uzaklaşarak olumsuz yönleriyle kişiler üzerinde durmak.

kişiye özel sf. Sadece o kişiye ait, o kişi tarafından kullanılabilen.

kişizade sf. (kişizasde) T. kişi + Far. zade esk. Soylu: "Ben beyzade, kişizade / Her türlü dertten topyekûn azade." -B. R. Eyuboğlu.

kişi zamiri is. dbl. Kişilerin yerine kullanılan zamir: Ben, sen, o, biz, sîz, onlar.

kişmiri sf (kişmiri:) 1. Çekici, albenili. 2. Esmer: "Sonra karşıda oturan kişmiri, narin kızın kendisini süzdüğünü görünce kalan suyu ona uzattı." -O. C. Kaygılı.

kişmiş is. Far. kişmiş Küçük taneli bir tür çekirdeksiz üzüm.

kişneme is. Kişnemek işi veya sesi: "Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle / Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle." -Y. K. Beyatlı.

kişnemek (nsz) At, bağırır gibi yüksek ses çıkarmak: "Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç sakladı / Bir dakika araba yerinde durakladı.” –F. N. Çamlıbel.

kişneyiş is. Kişneme işi veya biçimi.

kişniş is. Far. kişnic bot. 1. Maydanozgillerden yaprakları maydanozu andıran, 20-60 cm yükseklikte, tüysüz, bir yıllık ve otsu bir bitki (Coriandrum sativum). 2. Bu bitkinin baharat olarak kullanılan kurutulmuş meyvesi veya tohumu,

kişniş şekeri

kişniş şekeri is. İçinde bir kişniş tanesi bulunan ufak şeker.

kit (I) is. Macun.

kit (II) is. İng. kit Aygıt, araç.

kitabe is. (kita:be) Ar. kitabe esk. Yazıt.

kitabet is. (kita:bet) Ar. kitabet esk. 1. Yazmanlık, kâtiplik. 2. Kompozisyon, tahrir.

kitabevi is. Kitap satılan yer, kitapçı dükkânı.

Kitab-ı Mukaddes is. (kita:bı mukaddes) Tevrat, Zebur, İncil'e verilen ortak ad.

kitabi sf. (kita.bi:) Ar. kitabı esk. 1. Kitapla ilgili. 2. Kitaba uygun. 3. Kitaba bağlı kalan, özgür duşünemeyen (kimse). 4. Düzgün, dil bilgisi kurallarına uygun (anlatım). 5. mec. Kuru, sıkıcı (anlatım).

kitap, -bı is. Ar. kitâb 1. Ciltli ve ciltsiz olarak bir araya getirilmiş, basılı veya yazılı kâğıt yaprakların bütünü: "Ona son olarak rüya için kitaptaki tabiri aramanın abes olduğunu söylediğimi hatırlıyorum." -A. Ş. Hisar. 2. Herhangi bir konuda yazılmış eser: "Acaba bir edebiyat kitabında hazır bir tarif bulamaz mıyız?" -F. R. Atay. 3. Kutsal kitap, kitaba el basmak kutsal kitap üzerine elini koyarak ant içmek, (bir şeyi) kitaba (veya kitabına) uydurmak yasal olmayan bir işi hile, düzen vb. ile kanuna uygun gibi göstermek: "Müfettiş Bey güldü, ama babacan gülüşü değildi bu; tam tersine, işini kitaba uydurmuşların güveni vardı onda." -T. Buğra, kitabı kapamak herhangi bir konu ile ilgiyi kesmek, kitabında yer almamak aklına ve mantığına aykırı düşmek, kitapta yeri olmak din veya yasa kitaplarında bulunmak, konusu geçmek.

kitap açacağı, kitap dolabı, kitap ehli, kitabevi, kitap fuarı, kitap kurdu, kitap sarayı, kitapsever, ana kitap, beyaz kitap, ehlikitap, hesap kitap, kara kaplı kitap, yardımcı kitap, yasak kitap, adres kitabı, baş ucu kitabı, boyama kitabı, cep kitabı, el kitabı, okuma kitabı, şiir kitabı

kitap açacağı is. Sayfalarının bir veya iki kenarı katlı olan kitapları açmak amacıyla kullanılan, tahta, fil dişi, gümüş vb. maddelerden yapılan araç.

kitapça sf. (kita'pça) 1. Kitaba uygun: "Kitapçasmı da istersen 'el cennet tahtessüyuf, senin anlayacağın, cennet kılıcın altında." -M. Ş. Esendal. 2. zf. Kitabın yazdığına göre.

kitapçı is. 1. Kitap satan kimse. 2. Kitap bastırıp satan kimse.

kitapçılık, -ği is. Kitap bastırma veya satma işi.

kitap dolabı is. Ön yüzü açık, yatay ve dikey bölümleri olan bazı türlerinde çekmece de bulunan, kitap koymaya yarayan mobilya.

kitap ehli is. din b. Yahudi veya Hristiyan olan kimse.

kitap fuarı is. Çeşitli kurum ve yayınevlerinin katıldığı, çeşitli etkinliklerin düzenlendiği ve satışların yapıldığı büyük sergi yeri.

kitap kurdu is. 1. Kitapları yiyerek zarar veren bir böcek. 2. mec. Çok kitap okuyan, toplayan ve kitaplarla uğraşan kimse.

kitaplaştırma is. Kitaplaştırmak işi.

kitaplaştırmak (-i) Kitap durumuna getirmek, kitap olarak yayımlamak.

kitaplık, -ğı is. 1. Kitapların yerleştirildiği raflardan oluşan mobilya, kütüphane. 2. Kuruluş amaç ve görevine uygun kitap, film, plak gibi her türlü düşünce ve sanat ürününü toplayan, düzenleyen ve genel olarak ilgilenen okurlara sunan kuruluş, kütüphane. 3. Evlerde ve iş yerlerinde içinde kitapların bulunduğu oda: "Kızım doktorun muayene odasına açılan kitaplığa gönderdi." -H. E. Adivar. 4. sf. Kitap yapmaya elverişli: Bu, kitaplık kâğıt değil. 5. sf. Kitap olabilecek kadar: İki kitaplık yazı. 6. sf Belli bir sayıda kitabı olan: Otuz bin kitaplık kütüphane.

kitaplık bilimi

kitaplık bilimci is. Kitaplıklarda işlerin yürütülmesini sağlayan, kitaplık bilimi öğrenimi görmüş kimse, kütüphaneci.

kitaplık bilimi is. Kitap sayısını çoğaltmanın, kataloglayıp sınıflandırmanın ve okuyucuları kitaptan yararlandırmanın yollanın, kurallarını belirten bilim dalı, kütüphanecilik.

kitap sarayı is. 1. Halkın yararlanması için kurulmuş büyük kitaplık. 2. Kitap satılan büyük yer.

kitapsever is. Ar. kitâb + T. sever Öz ve biçim yönünden iyi nitelikli kitapları seçen, kitaba tutkuyla bağlı kimse, bibliyofil.

kitapseverlik, -ği is. Kitapsever olma durumu.

kitapsız sf. 1. Kitabı olmayan. 2. Dört kutsal kitaptan (Kur'an, İncil, Zebur, Tevrat) hiçbirine inanmayan, dinsiz. 3. argo Zalim, insafsız.

hesapsız kitapsız

kitapsızlık, -ğı is. Kitapsız olma durumu.

kitara is. (kita'ra) Yun. bk. gitar.

kitin is. Fr. chitine zool. Eklem bacaklıların ve kabukluların örteneğini oluşturan, bazı mantar ve likenlerde de rastlanan, dayanıklı ve esnek organik madde.

kitle is. Ar. kütle 1. İnsan topluluğu: "Kendimi bu acı ve acıklı kitlenin bir parçası gibi hissediyordum. " -H. E. Adıvar. 2. Kütle.

kitle haberleşmesi, kitle iletişimi, kitle turizmi, hedef kitle

kitle haberleşmesi is. Kitle iletişimi.

kitle iletişimi is. sos. Dağınık insan topluluklarının, aynı zamanda, örgütlenmiş bir kaynaktan iletilen haberlere veya uyanlara maruz kalması, birtakım kaynaklardan elde edilen bilgi ve haberlerin değişik araçlarla geniş halk topluluklarına yaygın olarak duyurulması.

kitlemek (-i) hlk. bk. kilitlemek.

kitle turizmi is. Eğlenmek, gezmek amacıyla gruplar hâlinde yapılan gezi.

kitli sf. hlk. bk. kilitli.

kitre is. Gevenden çıkanlan bir tür zamk, kestere.

kivi (I) is. zool. Kivigillerden, kanatları küt olduğu için uçamayan, bacakları güçlü, Yeni Zelanda'da yaşayan bir kuş, apteriks (Apteryx australis).

kivi (II) is. bot. Kahverengi tüylü kabuğu soyularak yenen yeşil renkli sulu, C vitamini bakımından zengin meyve.

kivigiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfına giren bir familya.

kiyanus is. Yun. kim. Doğada serbest olarak bulunmayan, fakat birçok cismin birleşimine giren, karbon ve azottan oluşan bir gaz.

kiyaset is. (kîya.set) Ar. kiyaset esk. Akıllıca davranış, akıllılık.

kizir is. hlk. 1. Köy muhtarı yardımcısı. 2. Köy kâhyası. 3. Köy bekçisi.