-kı bk. -gı / -gi vb.

kıble is. Ar. kible 1. Bazı ibadetler yerine getirilirken dönülen Kabe'nin bulunduğu yön. 2. Bulunulan yerden Kabe'nin bulunduğu yön: "Pencereden güneşe bakarak kıbleyi tayin ettikten sonra ellerimi kulaklarıma kaldırdım." -R. N. Güntekin. 3. Güneyden esen yel. 4. mec. Sıkıntılı bir durumda yardım umarak başvurulan yer.

kıblenüma is. (kıblenüma:) Ar. kible + Far. -nümü esk. Kıble yönünü göstermek için, bulunulan yere göre özel işareti olan pusula.

Kıbrıslı öz. is. Kıbrıs halkından olan kimse.

-kıç bk. -gıç / -giç vb.

kıç is. tkz. 1. Kuyruk sokumu bölgesi, popo, makat. 2. den. Deniz teknelerinde art taraf: "Pantolonunu, ceketini fırlatır, kıç altındaki âdeta kamaramsı yere sokulur, düşünürdü." -S. F. Abasıyanık. 3. sf. Arka bölümde olan. 4. hlk. Bacak, ayak. kıç atmak 1) çifte atmak; 2) tkz. çok istemek, (birine) kıç attırmak tkz. ondan üstün olmak: "Keskin zekâ keramete kıç attırır." -Atasözü, kıçına bakarak (veya baka baka) başvurduğu yerden olumlu sonuç alamayarak, kıçına kına yakmak karşısındaki kişinin uğradığı bir olumsuzluğa aşırı derecede sevinmek. kıçına tekmeyi atmak (veya vurmak veya yapıştırmak) kaba kovmak, kıçını yırtmak kaba 1) bağırıp çağırmak; 2) bütün gücünü kullanarak uğraşmak.

kıçüstü, kıçı kırık, kıçın kıçın, kıçtan bacaklı, kıçtankara

kıçı kırık, -ğı sf. Önemsiz, değersiz (şey veya kimse).

kıçın kıçın zf. hlk. Geri geri. kıçın kıçın gitmek 1) geriye doğru gitmek, geri geri gitmek; 2) henüz yürümeyen bebek kıçüstü gitmek.

kıçtan bacaklı sf. Kısa boylu (kimse).

kıçtankara is. den. Baştan demirleyen, kıçtan da halatlarla kıyıya bağlanan gemi.

kıçüstü zf. Kıçı yere gelmiş durumda, kıçüstü oturmak 1) kıçı yere gelir duruma düşmek; 2) mec. herhangi bir konuda yenilmek, umduğuna ulaşamamak.

kıdem is. Ar. kidem 1. Bir görevde rütbece eskilik: "Ali Fuad Bey de, parti komitacılığının düşmanı olanlar gibi, nizam, kıdem ve kanun adamı kalmıştır." -F. R. Atay. 2. Bir görevde geçirilen süre.

kıdem tazminatı

kıdemce zf. (ktde'mce) Bir işte deneyim ve süre bakımından, kıdeme göre.

kıdemli sf. 1. Bir işte eski ve deneyimi çok olan. 2. ask. Sınıf temsilcisi, mümessil.

kıdemli başçavuş, kıdemli üstçavuş, astsubay kıdemli başçavuş, astsubay kıdemli çavuş, astsubay kıdemli üstçavuş, kıdemli başçavuş, kıdemli üstçavuş

kıdemli başçavuş is. ask. Kıdemi olan başçavuş veya rütbesi.

kıdemlilik, -ği is. Kıdemli olma durumu.

kıdemli üstçavuş is. ask. Kıdemi olan üstçavuş veya rütbesi.

kıdemsiz sf. Bir işte yeni ve deneyimi az olan.

kıdemsizlik, -ği is. Kıdemsiz olma durumu.

kıdem tazminatı is. Belirli süre çalıştıktan sonra ayrılan işçiye görev süresine bağlı olarak verilen para.

kığ is. hîk. Koyun, keçi veya deve pisliği.

kığı is. Kığ.

kığılama is. Kığılamak işi.

kığılamak (nsz) hik. Koyun, keçi, deve pislemek.

kıkırdak, -ğı is. anot. 1. Kemik kadar sert olmayan, dayanıklı, esnek, bükülgen, damarsız bağ dokusu: Kulak kıkırdağı. 2. Sığır ve danada, hayvanın göğüs boşluğunun arka tarafının alt bölümünde bulunan parça.

kıkırdak bilimi, kıkırdak doku

kıkırdak bilimi is. anat. Kıkırdakları inceleyen bilim dalı.

kıkırdak doku is. anat. Kemiklerin bağlantı yerlerinde bulunan, katı, esnek ve saydam doku.

kıkırdaklı sf. Yapısında kıkırdak bulunan.

kıkırdaksiz sf. Yapısında kıkırdak bulunmayan.

kıkırdama is. Kıkırdamak işi.

kıkırdamak (nsz) 1. "Kıkır kıkır" diye ses çıkararak gülmek. 2. Donacak kadar üşümek. 3. Soğuktan donmak. 4. argo Ölmek.

kıkırdatma is. Kıkırdatmak işi.

kıkırdatmak (-i) Kıkırdamasına sebep olmak.

kıkırdayış is. Kıkırdama işi veya biçimi.

kıkır kıkır zf İçinden gelerek sesli bir biçimde, kıkır kıkır gülmek içinden gelerek sesli sesli bir biçimde gülmek: "Kapalı panjurların ardında, ayıp şeyler anlatıp kıkır kıkır gülüyorlar." -A. İlhan.

kıkırlık, -ğı is. İçten gülme durumu.

kıkırti is. Kıkırdarken çıkan ses.

kıl is. 1. Bazı hayvanların derisinde, insan vücudunun belli yerlerinde çıkan, üst deri ürünü olan ipliksi uzantı. 2. Keçi tüyü. 3. sf. Keçi tüyünden yapılmış veya dokunmuş olan: Kıl kilim. "Sana kız mı verirler / Kıl şalvar giymeyincek." -H. Türküsü. 4. sf. argo Huysuz, geçimsiz (kimse). 5. bot. Bitkilerde görülen, genellikle silindirimsi, içi boş, çok ince uzantı, kıl gibi ipince, incecik. kıl kapmak birisine sinirlenmek, hareketlerinden rahatsız olmak, kıl olmak birisi sinirine dokunmak, (bir şeyin olmasına) kıl (kadar) kalmak çok az kalmak, kılı kıpırdamamak durum ve davranışını değiştirmemek, aldırış etmemek, umursamamak: "Hikmet Bey yaman adam, dikkat ettim, hiç istifini bozmadı, kılı kıpırdamadı." -H. Taner, kılı kırk yarmak titiz ve ayrıntılı bir biçimde incelemek, önemle üstünde durmak: "Senin gibi kılı kırk yaran bir kıza name beğendirme başarısından dolayı sevgiliniz beyefendiyi kutlarım." -H. R. Gürpınar, (birinin) kılına dokunmamak bir kimseye dokunacak, zarar verecek en ufak bir davranışta bile bulunmamak, kılını (bile) kıpırdatmamak (veya oynatmamak) bir olay karşısında ilgisiz kalmak, en küçük bir tepki göstermemek: "Yüzlerce Berlinli kendisini seyrediyormuş gibi kılını kıpırdatmadan resim yapardı." -S. Birsel.

kıl burun, kılcan, kıl çadır, kılkapan, kıl keçisi, kılkıran, kılkuyruk, kıl kuyruk, kıl otu, kıl payı, kıl testere, kıl yumağı, kılı kılına, emici kıllar

kılade is. (kılâ:de) Ar. kitâde esk. Gerdanlık, boyna takılan süs eşyası.

kılağı is. Taş üzerinde bilenen bir kesici aracın keskin yüzüne yapışan ve aracın iyi kesebilmesi için, yağlanmış yumuşak taşla kaldırılması gereken çok ince çelik parçaları, zağ. kılağısını almak kesici araçları bileği taşma veya kayışa sürterek keskinliğini artırmak.

kılağılama is. Kılağılamak işi, zağlama.

kılağılamak (-i) Bileylemek.

kılağılı sf. Kılağılanmış, keskin duruma getirilmiş olan, zağlı.

kılağısız sf. Kılağılanmamış, keskin olmayan, zağsız.

kılaptan is. Ar. kullâb + Far. -dün 1. Pirinç, bakır, kalay vb. madenlerden çekilerek gümüş ve altın yaldız vurulmuş ince metal iplik. 2. Pamuk ipliğine sırma katılarak eğrilmiş iplik. 3. sf Bu tür iplikten yapılmış.

kılavuz is. 1. Yol gösteren, tarihî ve turistik yerleri gezerken bilgi aktaran kimse, rehber: "Mum tutan kılavuzların arkasından içeri girdik." -F. R. Atay. 2. Herhangi bir alanda ve konuda bilgi veren, yol yöntem gösteren kitap vb: Öğrenci kılavuzu. 3. Evlenecek olan erkek veya kadına eş bulan kimse. 4. mec. Ruhsal ve zihinsel bakımdan yol gösteren, ışık tutan kimse: Kılavuzumuz Atatürk'tür. 5. den. Kılavuz kaptan: İstanbul Boğazından kılavuz almadan geçmek yasaktır. 6. sin. Makaradaki filmlerin başında ve sonunda yer alan, filmin alıcı, yıkama aracı, basım aracı, gösterici vb. araçlara takılıp çıkarılmasında kolaylık sağlayan, asıl film için pay bırakan çeşitli renklerde film parçası. 7. tek. Somun veya boru içine yiv açmakta kullanılan araç. 8. tek Dar ve uzun bir yerden tel, kablo gibi bükülebilen bir şey geçirilirken bunların ucuna bağlandığı sert nesne.

kılavuz gemisi, kılavuz kaptan, et kılavuzu

kılavuz gemisi is. Boğaz vb. geçişi tehlikeli yerlerden büyük gemilerin kolaylıkla geçişini sağlamak için görevlendirilen veya yol gösteren gemi.

kılavuz kaptan is. den. Bir devletin kılavuz alınması zorunlu olan sularında gemilere yol gösteren kimse, kılavuz.

kılavuzlama is. Kılavuzlamak işi: Uzaktan kılavuzluma yapılacak.

kılavuzlum ak (-i) Kılavuzluk etmek.

kılavuzluk, -ğu is. 1. Kılavuz olma durumu veya kılavuzun işi, rehberlik. 2. den. Bîr gemiyi limana sokma veya limandan çıkarma işi. kılavuzluk etmek yol göstermek, rehberlik etmek: "Bereket versin ki garsonun beyaz gölgesi bana kılavuzluk ediyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

kılbaz is. T. lal + Far. -bâz argo Dalkavuk.

kıl burun, -mu is. coğ. Deniz içine uzanmış ince kara parçası.

kılcal sf. Kıl gibi olan, çok ince.

kılcal boru, kılcal damar, kılcal etki, kılcal kök

kılcal boru is. fiz. Araştırma ve deneylerde kullanılan çok ince boru.

kılcal damar is. anat. Dokulardaki atardamarların son dallarını, toplardamarların ilk dallarına birleştiren ince damar.

kılcal etki is. fiz. Birbirine değen bir sıvı ile bir katının molekülleri arasındaki etki.

kılcal kök is. bot Ana kök, saçak kök ve yan köklerden çıkan ikincil, üçüncü kökler üzerinde bulunan ince kıl şeklindeki emici kök parçalan.

kılcallık, -ğı is. 1. Kılcal olma durumu. 2. fiz. Bir kılcal boru veya tüpün durumu. 3. fiz. Kapsadığı sıvılar bakımından kılcal boruların özellikleri.

kılcan is. hlk. At kuyruğu kılından yapılmış kuş tuzağı.

kıl çadır is. Keçi kılından dokunmuş parçalarla kurulan çadır.

kılçık, -ğı is. zool. 1. Balıkların eti arasında bulunan diken gibi ince ve küçük kemik. 2. bot. Fasulye, bakla vb. sebzelerin yeşil kabuğunda ve ekin başaklarında bulunan sert ve kıl gibi uzun lif. 3. sp. Alttaki güreşçinin, kuyruk sokumunu hızla ve birdenbire havaya kaldırarak sırtına abanmış olan güreşçinin dengesini bozup ön veya yan tarafına aşırıp atması, (birine) kılçık atmak bir kimsenin işini karıştırmak, bozmak.

karaktlçık

kılçıklı sf. 1. Kılçığı olan: "Kaşık adası bilek kalınlığında, mor kılçıklı, yarım metre uzunluğunda zarganalarla doludur." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Pürüzlü, çapraşık, karışık: Bu iş pek kılçıklı, içinden nasıl çıkılır?

kılçıksız sf. Kılçığı olmayan: Kılçıksız balık. Kılçıksız fasulye.

kıldırma is. Kıldırmak işi.

kıldırmak (-i, -e) 1. Kılma işini yaptırmak. 2. Namaz kılınmasını sağlamak: "Böylece birçok cenaze namazı kıldırır, pek çok nikâh kıyarmış. "-S. Birsel.

kıldırtma is. Kıldırtmak işi.

kıldırtmak (-i) 1. Kıldırma işini yaptırmak. 2. Namaz kılınma işini yaptırmak.

kılgı is.fel. Bir sanat ve bilim dalının ilkelerini düşünce alanından uygulama alanına geçirip gerçekleştirme işi, uygulama, tatbik, ameliye, pratik.

kılgılı sf. fel. 1. Harekete ilişkin olan, yalnız düşünce alanında kalmayıp harekete dönüşen, uygulamalı, amelî, tatbikî, pratik, kuramsal karşıtı. 2. Maksada uygun, kullanışlı. 3. Gerçeklere uygun.

kılgın sf. Kılgı durumuna geçirilebilen, amelî, pratik.

kılgısal sf. Kılgılı, uygulamalı, pratik.

kılıbık, -ğı sf. Karısının baskısı altında bulunan (erkek), kazak karşıtı.

kılıbıklaşma is. Kılıbıklaşmak işi.

kılıbıklaşmak (nsz) Kılıbık duruma gelmek.

kılıbıklık, -ğı is. Kılıbık olma durumu, kılıbıklık etmek kılıbığa yakışan davranışlarda bulunmak.

kılıcına zf. Kalas, cetvel tahtası gibi kalınlığı eninden az olan şeyler keskin ve dar tarafi yukarı gelmek üzere, kılıçlama: Kirişleri kılıcına yerleştirmeli.

kılıç, -cı is. 1. Uzun, düz veya eğri, ucu sivri, bir veya her iki yüzü keskin, kın içinde bele takılan, çelikten silah: "Zırhları biraz paslanmış ve yaldızları bir hayli solmuş eğri kılıçlar asılıydı." -A. Ş. Hisar, 2. Saban ökçesini oka bağlayan ağaç parçası, kılıç çalmak kılıçla savaşmak, kılıç ile öldürmek. kılıç çekmek saldırmak veya selamlamak amacıyla kılıcı kınından çıkarmak, kılıç kınını kesmez sert ve öfkeli kişi yanındakilere zarar vermez, kılıç kuşanmak (veya takmak) kılıcı olmak ve onu taşıyacak güce ve yetkiye hak kazanmak: "Harbiyede beraber okumuşlar, beraber kılıç kuşanmışlardı. " -H. E. Adıvar. kılıç oynatmak egemen olarak yaşamak, kılıç sallamak kılıç ile dövüşmek, düşman üzerine kılıçla saldırmak, kılıç üşürmek kılıç çekerek saldırmak: "Kale kapılarında Allah adına birbirine kılıç üşürenler..." -A. İlhan, kılıcı kınına koymak savaşı bırakmak, savaştan vazgeçmek, kılıçtan geçirmek çok sayıda insanı kılıçla topluca öldürmek: "Bizim zavallı soydaşlarımıza kadar önünüze kim rast geldiyse kılıçtan geçirdiniz." -Y. K. Karaosmanoğlu.

kılıç alayı, kılıç bacak, kılıç balığı, kılıç gagalı, kılıçhane, kılıç kuşanma, kılıçkuyruk, kılıç oyunu, kılıç pabucu, dalkılıç, delici kılıç, kesici kılıç, yalın kılıç, Acem kılıcı, kuzgunkılıcı

kılıç alayı is. esk. Kılıç kuşanma.

kılıç bacak, -ğı sf. Bacakları eğri olan, çarpık bacaklı.

kılıç balığı is. zool. Kılıç balığıgillerden, burnunda kılıç biçiminde bir uzantısı bulunan, kılçıksız, eti beyaz ve lezzetli, iri bir balık (Kiphias gladius).

kılıç balığıgiller ç. is. zool. Her türlü kılıç balığı olan, dişsiz ve pulsuz kemikli balıklar familyası.

kılıççı is. 1. Kılıç yapan veya satan kimse. 2. Kılıç sporuyla uğraşan kimse.

kılıç gagalı is. zool. Yağmur kuşugillerden, çok ince ve uzun gagalı, tüyleri ak, kanatları kara bir kuş (Recıtrvirosta avocetta).

kılıçhane is. (kıhçha:ne) T. kılıç + Far. hâne esk. Kılıç yapılan yer.

kılıç kuşanma is. tar. Tahta yeni çıkan Osmanlı padişahlarının İstanbul'daki Eyüp Sultan türbesine giderek törenle kılıç kuşanmaları.

kılıçkuyruk, -ğu is. zool. Kemikli balıklar takımından uzunluğu 8-10 cm olan, tropik süs balığı (Xiphophorus helleri).

kılıçlama is. 1. Kılıçlamak işi. 2. zf. Kılıcına. 3. zf. Çaprazlama: Çantayı kılıçlama asmış. kılıçlama kaçmak yan yan koşarak çaprazlamasına gitmek.

kılıçlamak (-i) Kılıçla çok sayıda insanı topluca öldürmek, kılıçtan geçirmek.

kılıçlayış is. Kılıçlama işi veya biçimi.

kılıçlı sf. 1. Kılıç taşıyan: "Seni gelin edeceğiz, kılıçlı bir subayın koluna gireceksin." -H. E. Adıvar. 2. Kılıcı olan. 3. Üzerinde kılıç motifi olan: "Memleketimde bir de kılıçlı liyakat madalyası kazandım." -F. R. Atay.

kılıç oyuncusu is. Eskrimci.

kılıç oyunu is. sp. Eskrim.

kılıç pabucu is. Kılıç kınının aşağı kısım.

kılıf is. Ar. ğîlâfl. Bir şeyi korumak için kendi biçimine göre, çoğunlukla yumuşak bir nesneden yapılmış özel kap: "Bütün vücudu sanki ziftten bir kılıf içine tıkılmış gibi idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. mec. Yolsuz bir işe bulunan sudan gerekçe, kılıfına uydurmak bir durum ve tutuma, yöntemine uygun biçim vermek.

yastık kılıfı

kılıfçı is. 1. Kılıflama işini yapan kimse. 2. Kılıf yapan ve satan kimse.

kılıflama is. Kılıflamak işi.

kılıflamak (-i) Kılıf geçirmek, kılıfa koymak.

kılıflı sf. Kılıfı olan veya kılıf içinde bulunan.

kılıfsız sf. Kılıfı olmayan veya kılıf içinde bulunmayan.

kılık, -ğı is. 1. Bir kimsenin giyinişi, dış görünüşü, giyim, üst baş, kıyafet, kisve: "Delikanlı kopuklar, kılıklarından, giyinişlerinden belli oluyorlar." -M. Ş. Esendal. 2. hlk. Bir kimsenin resmi, fotoğraf, kılığına çekidüzen vermek giyinişine özen göstermek: "Hepsinden Önce kılığına bir çekidüzen vermeli idi..." -H. Taner, (birinin) kılığına girmek onun gibi giyinmek, kılıktan kılığa girmek 1) giysi değiştirmek; 2) sık sık düşünce değiştirmek.

kılık kıyafet, kılık kıyafet düşkünü

kılı kılına zf. Tamı tamına: "Daha çok işin hiç lüzumsuzunu, teferruatım kılı kılına görüyo-. rum, duyuyorum da esaslı kısmım kaçırıveriyorum." -S. F. Abasıyanık,

kılık kıyafet is. 1. Üst baş ve dış görünüş: "En düşkün zamanlarımda bile bozmadığım kılık kıyafetimden onlar, beni iyi karşıladılar. " -R. N. Güntekin. 2. Giysi, kılık kıyafet köpeklere ziyafet giymişi ve görünüşü kötü ve tiksindirici olanlar için söylenen bir söz. kılık kıyafeti düzmek giysilerini yenilemek.

kılık kıyafet düşkünü

kılık kıyafet düşkünü is. 1. Giyecekleri eskimiş veya kötü olan kimse. 2. Kılık kıyafete düşkün kimse, giyinmeyi seven kimse.

kılıklı sf. 1. Herhangi bir kılıkta olan: Dilenci kılıklı bir adam. 2. Birinin huyunda olan, davranışlarını taklit eden. 3. hlk. Güzel, temiz.

kılıklı kıyafetli

kılıklı kıyafetli sf. İyi giyinmiş.

kılıksız sf. Giyimi düzgün olmayan, sünepe, süfli: "Niye bugün buraya bu kadar kılıksız, üstelik de bir karış sakalla geldim?" -H. Taner.

kılıksızlaşma is. Kılıksızlaşmak işi.

kılıksızlaşmak (nsz) Kılıksız duruma gelmek.

kılıksızlık, -ğı is. Kılıksız olma durumu.

kılınış is. Kılınma işi veya biçimi.

kılınma is. Kılınmak işi.

kılınmak (nsz) Kılma işi yapılmak: Camide namaz kılınır.

kılır is. bot. Maydanozgillerden, bir yıllık ve özel kokulu otsu bir bitki (Ammi visnaga).

kılış is. Kılma işi veya biçimi.

kılkapan is. Kehribar.

kıl keçisi is. zool. Vücut rengi beyazdan siyaha kadar değişmekle beraber en çok siyah renklisi görülen yerli bir keçi türü, karakeçi.

kılkıran is. tıp Saçkıran.

kıl kuyruk, -ğu sf. 1. Zayıf, çelimsiz: "Hiçbir özelliği olmayan, kendi hâlinde, gösterişsiz, kıl kuyruk bir kedi idi." -H. Taner. 2. Züğürt, kılıksız. 3. Niteliksiz.

kılkuyruk, -ğu is. zool. Ördekgillerden, uzunluğu 55-65 cm, kuyruğu sivri, tüyleri ak yeşil karışık, gagası, ayaklan mavi bir kuş türü (Anas acuta).

kıllanma is. Kıllanmak işi.

kıllanmak (nsz) 1. Kılları çıkmak. 2. Bıyığı, sakalı çıkmak. 3. argo Şüphe etmek.

kıllı sf. Kılı olan, kıl ile kaplı.

kılma is. Kılmak işi.

kılmak, -ar (-i) 1. (yar) Etmek, yapmak: "Kitabımı elimden bırakmadığımı görmek bile onları mutlu kılmaya yetiyordu." -N. Cumalı. 2. Namazı yerine getirmek: "Yemek piş irmiyorsa namaz kılıyordun " -Y. Z. Ortaç.

kıl otu is. bot. Dağlık çayırlarda yetişen ince ve sert yapraklı bir bitki (Nardus).

kıl payı zf. Çok az (kalmak): "Paldır küldür öfkesi ve taşkın heyecanıyla ortalığı duman etmesine böyle bazen kıl payı kalıyordu." -H. Taner.

kılsız sf. Kılı olmayan.

kıl testere is. Çok ince bir tür testere.

kıl ü kal is. (kı:lüka:l) Ar. kil + kal esk. Dedikodu, söylenti: "Aşk imiş her ne var âlemde /İlm bir kılükal imiş ancak." -Fuzuli..

kıl yumağı is. tıp Saç yeme alışkanlığı olan kimselerin midesinde oluşan ur.

kımıl is. zool. Yarım kanatlılardan, sap, çiçek, yaprak ve başaklan emerek veya yiyerek ekin hastalığına yol açan, vücudu kalkana benzeyen zararlı bir böcek (Aelia rostrata).

kımıl kımıl

kımıldama is. Kımıldamak, kımıldanmak işi.

kımıldamak (nsz) Yerinde hafifçe hareketlenmek: "Kımıldamadan bitkin hâlde düşünüyorum. " -R. H. Karay.

kımıldanış is. Kımıldanma işi veya biçimi.

kımıldanma is, Kımıldanmak işi.

kımıldanmak Kımıldamak.

kımıldatma is. Kımıldatmak işi.

kımıldatmak (-i) Yerinden biraz oynatmak, hafifçe hareketlendirmek.

kımıldayış is. Kımıldama işi veya biçimi.

kımıl kımıl zf. hlk. Durmadan kımıldayarak: "Keçi vurdum bayıra / Kımıl kımıl yayda" -Halk türküsü.

kımıltı is. Hafif ve sürekli kımıldama.

kımıltılı sf. Kımıltısı bulunan, kıpırdayan.

kımıltisız sf. Kımıltısı bulunmayan, kıpırdamayan.

kımız is. Kısrak sütünün mayalanmasınla yapılan, az alkollü, ekşi, bir Türk içkisi: "Ey, sevincinden bir büyük geleceği / Muştulayan içki, bin yılın kımızı." -A. M. Dranas.

kınıkım sf. hlk. 1. Ağır ağır konuşan (kimse). 2. Her işinde ağır davranan (kimse). kımkım etmek bir işi ağır ağır yapmak, oyalanmak.

kınılanma is. Kımlanmak işi veya durumu: "Astımlı polis, üst üste içilen sigaralardan rahatsız olduğundan kurtlanmaya başladı." -H. Taner.

kımlanmak (nsz) esk. 1. Kuş uçmaya hazırlanmak. 2. Kalkacakmış gibi kıpırdamak.

-kın bk. -gın / -gin vb.

kın is. 1. Bıçak, kılıç vb. kesici araçların kabı. 2. bot. Buğdaygillerde olduğu gibi, yapraklarda sapın bir bölümünü uzunlamasına saran, geniş dış bölüm.

kın kanat, km kanatlılar, yaprak kim

kına is. Ar. hinnâ'Kına ağacının kurutulmuş yapraklarından elde edilen, saç ve elleri boyamakta kullanılan toz: "Genç güzel aşçı kadının kirpiklerinde sürme, parmaklarında kına yoktu." -A. Gündüz, kına (veya kınalar) yakmak (veya koymak veya sürmek veya vurmak veya yakınmak veya yakılmak) 1) kınayı su ile karıştırıp bulamaç kıvamına getirerek boyanacak yere sürmek: "Bazıları bütün ele, avuçlara değil, yalnız bir tek parmağın baş kısmına kına koyarlardı ki buna yüksük kına tabir olunurdu." -R. H. Karay. 2) mec. birinin uğradığı kötü duruma çok sevinmek, kına gibi çok ince (toz durumundaki şey): "Kına gibi derler o taraflarda iyi işlenmiş topraklara." -N. Cumalı.

kına ağacı, kına çiçeği, kına gecesi, kınakına, yüksük kına

kına ağacı is. bot. İki çeneklilerden, tropikal bölgelerde yetişen, kurutulmuş yapraklarından kına elde edilen, beyaz çiçekli, küçük bîr ağaç (Lawsonia inermis).

kınacık, -ğı is. Buğday pası mantarının, tahıl bitkilerinin sap ve yapraklarında oluşturduğu pas rengindeki hastalık.

kına çiçeği is. bot. Kına çiçeğigillerden, çiçekleri tüylü renkte olan, bir veya çok yıllık otsu bitki (Balsamina hortensis).

kına çiçeğigiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örneği bahçelerde yetişen kına çiçeği olan bir familya.

kına gecesi is. Düğünden önceki gece kızın evinde gelinin parmaklarına kına yakılırken yapılan eğlence.

kınakına is. îsp. auinaguina bot. 1. Kök boyasıgillerden, asıl yurdu Güney Amerika olan, Hindistan ve Endonezya'da da yetiştirilen, kabuğundan kinin çıkarılan bir ağaç (Cinchona). 2. Bu bitkiden yapılan içecek: Kınakına iştah açar.

kınalama is. Kınalamak işi.

kınalamak (-i) Kına koymak, kına ile boyamak: Ellerini kınaladı.

kınalanma is. Kınalanmak işi.

kınalanmak (nsz) 1. Kına konulmak, kına yakılmak. 2. (-i) Kına ile boyanmak: "Kınalanmış gibi dağlar, dereler / Ne güzel güz, ne güzel eylül olur." -A. N. Asya.

kınalı sf. 1. Kına ile boyanmış olan. 2. Kınanın renginde veya kızıl renkte olan: "Bıyıklarının ortası belli ki tütün zifirinden kınalı bir renk almıştı." -R. H. Karay. 3. is. Yapıncak.

kınalı bamya, kınalı keklik, kınalı kuzu, kınalı yapıncak, geçmişi kınalı, ölüsü kınalı

kınalı bamya is. bot. Trakya'da yetişen baş tarafı kızıl renkte bir cins bamya.

kınalı keklik, -ği is. zool. Sülüngillerden, Balkan Yarımadası, Orta ve Doğu Asya'da yaşayan, uzunluğu 38 cm olan bir kuş türü (Alectoris graeca).

kınalı kuzu is. 1. Genellikle alnına kına yakılmış kuzu veya koyun. 2. ünl. mec. Sevgi belirtmek için kullanılan bir söz.

kınalı yapıncak, -ğı is. bot. Yapıncak.

kınama is. Kınamak işi, ayıplama, takbih.

kınama cezası

kınama cezası is. Bir görevlinin iş yerindeki davranışının yasa ve tüzüğe aykırı olduğunu bildiren ceza.

kınamak (-i) Yapılan bir işin kötü olduğunu belirtir bir biçimde söz söylemek, ayıplamak, takbih etmek.

kınanma is. Kınanmak işi.

kınanmak (nsz) Kınama işi yapılmak,

kınasız sf. Kına ile boyanmamış: "Ellerinin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı. " -Y. K. Beyatlı.

kınayış is. Kınama işi veya biçimi.

kındıra is. hlk. Sulak yerlerde yetişen, ince uzun yapraklarının kenarları keskin, koyu renkli bir tür çayır otu.

kındıraç, -cı is. hlk. Oluk veya yiv açmaya yarayan araç.

Kınık öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.

kın kanat, -dı is, zool. Kın kanatlı böceklerin gövdeyi korumakla görevli ve çok sert yapıda birinci çîft kanadı.

kın kanatlılar ç. is. zool. Böcekler sınıfından, boynuzsu bir kın biçiminde olan birinci çift kanatlan uçmakla kullanan öteki iki kanadı örten, ağız parçalan çiğnemeye, parçalamaya elverişli, bütünüyle başkalaşma gösteren bir takım.

kınlama is. Kınlamak işi.

kınlamak (-i) 1. Bir şeye kın yapmak. 2. Bir şeyi kınına geçirmek.

kınlı sf. 1. Kim olan, bir kınla sanlı olan. 2. bot. Kını çok gelişerek bağlı bulunduğu sapı az veya çok saran yaprak.

kınnap, -bi is. Ar. kinneb Kaba şeyler dikmeye, bağlamaya yarayan ince sicim veya kalın iplik: "Onları arkadan kınnapla bağlamıştı. " -S. F. Abasıyanık.

kınsız sf. Kını olmayan.

Kıpçak Öz. is. tar. XI-XV. yüzyıllarda, Hazar ve Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda yaşamış, günümüzde Mısır ve Suriye'de yaşayan bir Türk boyu, Kuman.

Kıpçakça öz. is. (Kıpça'kça) 1. Kıpçak Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.

kıpık, -ğı sf. Yarı kapalı (göz).

kıpık gözlü

kıpık gözlü sf. Gözleri yan kapalı olan (kimse).

kıpıklık, -ğı is. Kıpık olma durumu.

kıpırdak, -ğı sf. Çok hareketli, yerinde duramayan, canlı.

kıpırdaklık, -ğı is. Kıpırdak olma durumu: "Bu, formunda kalabilmesi ve fikrinin kıpırdaklığı için lazımdı." -S. F. Abasıyanık.

kıpırdama is. Kıpırdamak, kıpırdanmak işi.

kıpırdamak (nsz) Kımıldamak, sürekli ve hafifçe oynamak, kıpırdanmak: "Kıpırdamadan, nefes almadan apartmanı tarassut ediyordu." -A. Gündüz.

kıpırdanma is. Kıpırdanmak işi veya durumu: "Kaymakam, boynunda havlu, kapı önüne çıkınca kadının gövdesinde hafif bir kıpırdanma oldu." -A. Ağaoğlu.

kıpırdanmak (nsz) Kıpırdamak.

kıpırdaşma is. Kıpırdaşmak işi.

kıpırdaşmak (nsz) Kımıldamak, kıpır kıpır etmek: "Gözlerimin önünde hayaller kıpırdaştı." -R. Enis.

kıpırdatma is. Kıpırdatmak işi.

kıpırdatmak (-i) Kımıldatmak, yerinden oynatmak.

kıpır kıpır sf 1. Çok hareketli, hamarat. 2. zf. Yerinde duramayarak, sürekli ve aralıksız kımıldayarak: Kıpır kıpır kıpırdanmak.

kıpırtı ir. Hafif ve sürekli kımıldanma, kımıltı.

kıpırtılı sf. Kıpırtısı olan.

kıpırtısız sf. 1. Kıpırtısı olmayan: "Pembe mum alevleri, ortalığın sükûnu kadar kıpırtısızdı. " -C. Uçuk. 2. zf. Kıpırtısı olmadan: "Dümen basında kıpırtısız duran adam, hiçbir şey bilmiyor." -Z. Selimoğlu.

kıpıştırma is. Kıpiştırmak işi.

kıpıştırmak (-i) Göz kapaklanm üst üste birçok kez açıp kapamak.

kıpkıp sf. hlk. Gözünü çok kırpan (kimse).

kıpkırmızı sf. (kıpkırmızı) 1. Her yanı kırmızı: "Annemin kıpkırmızı gözleri, bana rüya görmediğimi söylediler." -Y. Z. Ortaç. 2. Çok parlak kırmızı, kıpkırmızı kesilmek (veya olmak) yüz herhangi bir sebeple çok kızarmak: "Kız utancından kıpkırmızı kesilmiş." -Ö. Seyfettin. "Orhan'ın pembe esmer yüzü kıpkırmızı olmuştu." -T. Buğra.

kıpkızıl sf. (kı'pkızıl) 1. Her yanı kızıl. 2. Çok kızıl. 3, mec. Aşırı, koyu.

kıpma is. Kıpmak işi.

kıpmak, -ar (-i) Göz kapaklanm çabucak açıp kapamak, kırpmak.

kıprama is. Kıpırdama, kıpramak işi.

kıpramak (nsz) Kıpırdamak.

kıprayış is. Kıprama işi veya biçimi.

kıprayışli sf. Kıpırtılı.

kıprayışsız sf. Kıpırtısı olmayan, kıpırtısız: "Baştan kuyruğa varıncaya kadar hiç farkında değilmiş gibi kıprayışsız bir bekleyiş..." -Halikarnas Baltkçısı.

Kıptî öz. is. (kipti:) Ar. kibtt esk. 1. Mısır halkından olan kimse. 2. sf. Bu halkla ilgili olan. 3. Çingene.

merdikıpti

Kıptilik, -ği öz. is. (kıpti:lik) Kıpti olma durumu.

kır (I) is. 1. Beyazla az miktarda siyah kanşmasmdan oluşan renk: "Gözlerinden, kırları artan sakalına bir iki damla yaş düştü." -F. R. Atay. 2. sf. Bu renkte olan: Kır sakal. Kır at. kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan (almak) kişi arkadaşlık ettiği kimseden etkilenir, (saçma veya sakalına) kır düşmek göze çarpar derecede beyaz kılları bulunmak, kırlaşmak: "Düşük siyah bıyıklarına, sakalına pek az kır düşmüş olan Selim Paşa, karısından çok genç görünüyordu. "-H, E. Adıvar.

gök kır, koyu kır, bakla kırı, demir kırı, sıçan kırı, süt kırı, turna kırı

kır (II) is. Şehir ve kasabaların dışında kalan, çoğu boş ve geniş yer: "Araba tenha, düz yolda tıkır tıkır gidiyor, ara sıra kır kokuları getiren hafif bir rüzgâr esiyordu." -Ö. Seyfettin.

kır bekçisi, kır çiçeği, kır eğlencesi, kır gerillası, kır gülü, kır kahvesi, kır serdarı

kıraat, -ti is. (kıra:at) Ar. kirâ'at esk 1. Okuma: "Orada da bu gece kıraatleri devam ediyordu."-H. C. Yalçın. 2. din b. Kur'an'ın belli kural ve işaretlere göre okunması, kıraat etmek okumak: "Olsa olsa mevzun cümlelerden mürekkep bir parçayı iyi kıraat etmiş olur. "-Y. K. Beyatlı.

kıraathane

kıraathane is. (kıra:atha:ne) Ar. kirâ'at + Far. hâne T. Kahve, kahvehane: "Burasını otel mî zannettin, kıraathane mi?" -S. F. Abasıyanık. 2. esk Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran geniş, temiz ve iyi döşenmiş kahvehane,

kıraathaneci is. Kıraathane işleten kimse.

kıraathanecilik, -ği is. Kıraathaneci olma durumu.

kıracak, -ğı is. Nalbantların atın tırnağını kesmek için kullandıkları keskin demir alet.

kıraç, -cı sf. Verimsiz veya susuz, bitek olmayan (toprak).

kıraçlaşma is. Kıraçlaşmak işi.

kıraçlaşmak (nsz) Kıraç duruma gelmek, verimsizleşmek.

kıraçlık, -ğı is. Kıraç olma durumu veya kıraç yer: O bölge kıraçlıktır.

kırağı is. Su buğusunun soğuk havalarda, yerde, bitkiler, ağaçlar ve öteki nesneler üzerinde donmasıyla oluşan ince su damlacıkları: "Sedef parçasını hemen aşağıya düşecek bir kırağı damlası gibi parlatıyordu." -R. H, Karay, kırağı çalmak (veya vurmak) kırağı, dondurup bozmak, kırağı düşmek (veya yağmak) kırağı oluşmak.

kırağılı sf. Kırağısı olan: "İşte niyetim o vergili, kırağılı, o tohumu çürüklü topraktan çok, denizle uğraşmak. "-S. F. Abasıyanık.

kıran (I) sf. 1. Kırma işini yapan (kimse): Taş kıran işçiler. 2. is. Bir topluluğun ve özellikle hayvanların büyük bir bölümünü yok eden hastalık veya başka sebep, ölet, afet: "Kıranları ve zelzeleleri, feyezanları ve harpleri görmüşlerdir." -S. F. Abasıyanık. kıran girmek 1) kısa bir zaman içinde çok sayıda ölmek: Bu yıl sığırlara kıran girdi. 2) bir şey hiç bulunmaz olmak.

kıran kırana, bacakkıran, buzkıran, dalgakıran, dalkıran, evcikkıran, fındıkkıran, filizkıran, kayışkıran, Kervankıran, kılkıran, malkıran, pirekıran, sabankıran, saçkıran, taşkıran, yelkıran, yıldırımkıran

kıran (II) is. hlk 1, Kıyı, kenar, çevre, uç. 2. Dağ sırtı, tepe, bayır. 3. Kıraç toprak, 4. coğ. Birbirine paralel olarak uzanan iki akarsu arasında kalmış dağ sırtı.

kıran kırana sf. 1. Çok mücadeleli, çekişmeli (kavga, güreş, maç): "Kıran kırana bîr güreş bitmişti." -T. Buğra. 2. zf. Acımaksızın, öldürürcesine.

kıranta sf. (kıra'nta) ît. auaranta 1. Saçları ağarmaya başlamış orta yaşlı erkek: "Yeni şube reisi, kırk beşlik, ellilik, kıranta, ağzı kalabalık bir adam." -M. Ş. Esendal. 2. Ağırbaşlı, yaşına rağmen bakımlı, özenli (erkek). 3. Kırlaşmış (saç, sakal): "Erkek, tıraşı uzamış kıranta saçlı, kırk yaşlarında bir köylüydü." -R. N. Güntekin.

kırat is. Ar. kirât 1. Elmas, zümrüt vb. değerli taşların tartısında kullanılan iki desigramlık ölçü birimi. 2. mec. Nitelik, değer, düzey, seviye: "Karşısındaki oyuncu belki de orta kıratı hiçbir zaman geçmeyen birisi idi." -T. Buğra, kıratını ölçmek değerini biçmek, kıymetini belirlemek: "Yüzlerini görür görmez, aşağıdaki misafirlerinin kıratlarını ölçmüştüm." -E. E. Talu,

kıratlık, -ğı sf. 1. Kıratı olan, herhangi bir kırat değerinde olan (taş): On kıratlık pırlanta. 2. mec. Herhangi bir nitelikte, değerde olan.

kıray is. 1. Yol kesen, asi. 2. Genç, delikanlı.

kırba is. Ar. kirba esk. 1. Sakaların içinde su taşıdıkları ağzı dar, altı geniş, deriden yapılmış kap, su kabı, matara: Nihayet bîr çobanın kırbasında yosunlu, tozlu, berbat bîr su ele geçirmişler. 2. mec. Çok su içen kimse. 3. hlk. Çocuklarda karın şişmesiyle beliren bir hastalık.

kırbacık, -ğı is. Tulumcuk,

kırbaç, -cı is. Tek parça deri veya uzun esnek bir değneğin ucuna sırım bağlanarak yapılrnış vurma aracı: "Yağız atlar Mşnedi, meşin kırbaç sakladı I Bîr dakika araba yerinde durakladı." -F. N. Çamlıbel.

kırbaç kurdu

kırbaç kurdu is. zool. Çeşitli türleri insanların ve hayvanların kaim bağırsağında yaşayan, boyu 5 cm olan, eni gözle görülmeyecek incelikte bir asalak, trikosefal (Trichuris trichiura).

kırbaç kurtları ç. is. zool. Örnek hayvanı kırbaç kurdu olan, yuvarlak solucanlar familyası.

kırbaçlama is. Kırbaçlamak işi.

kırbaçlamak (-i) 1. Kırbaçla vurmak. 2. mec. Canlandırmak, destek vermek, harekete geçirmek: "Edebiyata gelince yaşamla ilgili olan her şeye ilgimi kırbaçladı," -N. Cumalı.

kırbaçlanma is. Kırbaçlanmak işi.

kırbaçlanmak (nsz) Kırbaçla dövülmek.

kır bekçisi is. Kırların ve ovaların güvenliğiyle görevli kimse.

kırca sf. Hafif kırlaşmış: "Tıknaz, kırca, kısa sakallı, kırmızı yüzlü bir efendi." -M. Ş. Esendal.

kırcı is. hlk. 1. Dolu. 2. Ufak ve sert taneli kar.

kırcı mantı

kırcı mantı is. Küçük ve içi iyi doldurulmuş mantı.

kırcın is. Hayvan kıranı: Son kırcında çok davar öldü.

kırç, -cı is. Kışın, sisli havalarda, ağaç dallarım, toprak çıkıntılarını vb. yerleri kaplayan buz tabakası.

kırçıl sf. 1. Kırlaşmaya başlamış, kır renkli. 2. Bu renkte saçı olan: "Dükkânın önünde bekledi, kırçıl kuyumcu görününce hemen taşları çıkardı." -R. H. Karay.

kırçıllanma is. Kırçıllanmak durumu.

kırçıllanmak (nsz) Kırçıl duruma gelmek, ağarmak: "Saçlarım artık iyiden iyiye kırçıllaşmış." -S. Birsel.

kırçıllaşma is. Kırçıllaşmak durumu.

kırçıllaşmak (nsz) Kırçıl duruma gelmek,

kırçıllık, -ğı is. 1. Kırçıl olma durumu. 2. Koyu at donları üzerine ak kılların tek tek dağılması.

kır çiçeği is. bot. Kırlarda kendiliğinden yetişen çiçek.

kırdırma is. Kırdırmak işi, iskonto.

kırdırmak (-i, -e) Kırma işini yaptırmak: "Kalemindeki odacıya aylığım kırdırırmış." -S. M. Alus.

kırdırtma is. Kırdırtmak işi.

kırdırtmak (-i, -e) 1. Kırdırma işini yaptırmak. 2. Düşük fiyat verdirtmek: İşi kırdırtarak verelim. 3.fel. Ticari bir senedi, süresi gelmeden düşük fiyatla birine devretmek veya satmak.

kır eğlencesi is. Kırda yapılan eğlence: "Ahbapları onu bir kır eğlencesine davet etmişler. " -A. Gündüz.

kır gerillası is. Dağlarda, köy ve kasabalarda eylem yapan çete.

kırgın sf. 1. Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan. 2. is. hlk. Toplu ölümlere yol açan bulaşıcı hastalık.

kırgınlık, -ğı is. 1. Kırgın olma durumu: "Size karşı hiçbir kırgınlığı yok." -A. Gündüz. "" -Ç. Altan. 2. Vücutta duyulan ağrı, yorgunluk, rahatsızlık, kırıklık.

Kırgız öz. is. 1. Kırgızistan Cumhuriyeti'nde yaşayan Türk soylu halk veya bu halktan olan kimse. 2. sf. Kırgızlara özgü olan.

Kırgızca öz. is. (kırgı'zca) 1. Kırgız Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.

kır gülü is. bot. Çorak bölgelerde biten ve gün gülüne benzeyen bir tür çiçek (Fumana).

kırıcı sf. 1. Kırma işini yapan. 2. is. Senet, tahvil, bono ve süresi gelmemiş alacaklarla ilgili alışveriş veya işlem yapan kimse, kuruluş. 3. is. mec. Bir şeyin gerektiği gibi gelişmesini, oluşmasını önleyici, engelleyici: Grev kırıcı. 4. mec. Kaba, sert, çevresindekileri inciten (davranış, söz vb.): Kırıcı bir davranış. 5.fiz. Kırınım oluşturan: Kırıcı ortam.

bobin kırıcı, grev kırıcı

kırıcılık, -ğı is. 1. Kırıcı olma durumu, huşunet: "Sonra bu bayağılık hoşgörüsü, kabalık, kırıcılık, sertlik olarak karşımıza çıkıyor. " -N. Cumalı. 2. fiz. Işığı kırma özelliği: Camın kırıcılığı.

grev kırıcılığı

kırık, -ğı (I) sf. 1. Kırılmış olan: "Kırık pencereden ay, ışığını donduran bir soğuklukla odaya akıyor." -H. E. Adıvar. 2. Melez: Kırık tazı. 3. Tam nota göre düşük olan (not): Üç dersten kırığı var. Kırık not. 4. is. rılmış bir şeyden ayrılan parça: Cam kırığı. 5. is. Kemiğin bir etki ile kırılması: Kolunda kırık yok, ama çıkık var. 6. is. Bir şeyin kırılan yeri: Bunun kırığı neresinde? 7. is. Kırıntı: Ekmek kırığı. 8. is. Tavla oyununda oyun dışı bırakılan pul. 9. mec. Gücenmiş, üzgün: "Eşlerde, çocuklarda o üzgün, kırık bakış." -B, Necatigil. kırık plak gibi Durmaksızın, aynı tonda tekrarlayarak, kırığı olmak karnede zayıf notu bulunmak.

kırık çizgi, kırık dökük, kırık hava, ipi kırık, kalbi kırık, kıçt kırık

kırık, -ğı (II) is. hlk. Kadının veya erkeğin yasalara ve törelere aykırı olarak ilişki kurduğu erkek veya kadın, kırığı olmak yasa ve törelere aykırı olarak karşı cinsten biriyle sürekli ilişki içinde bulunmak.

kırık dölü

kırık, -ğı (III) is.jeol. Fay.

kırıkçı is. Kırık kemikleri ve çıkıkları tedavi eden kimse, sınıkçı, çıkıkçı.

kırıkçılık, -ğı is. Kırıkçının işi.

kırık çizgi is. mat. Bir veya birkaç noktada doğrultu değiştiren çizgi.

kırık dökük, -ğü sf. 1. Eski, sağlam olmayan, çürük, değersiz: "Ali'nin masası diye bir kırık dökük daire yazıhanesini satmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Düzgün olmayan, parça parça (söz): "Kırık dökük sözler kalır aklımda / -Görüşelim siz şimdi nerdesiniz?" -B. Necatigil.

kırık dölü is. Evlilik dışı ilişkiden doğan çocuk.

kırık hava is. müz. Hareketli ve canlı oyun melodisi ve türküsü.

kırıklpına is. Kırıklamak işi.

kırıklamak (-i) Kırık duruma getirmek, ufalamak.

kırıklık, -ğı is. 1. Kırık olma durumu. 2. Kırgınlık: "Vücudumda daimî bir kırıklık var," -P. Safa. 3. mec. İsteksizlik, güceniklik, kırgınlık.

düş kırıklığı, hayal kırıklığı

kırılgan sf. 1. Kolay ve çabuk kırılan. 2. mec. Kolay ve çabuk gücenen: "Kırılgan bakışlarından, onca tehditten sonra bana yine sorabileceği aklıma geldi." -O. Pamuk.

kırılganlık, -ğı is. Kırılgan olma durumu.

kırılış is. Kırılma işi veya biçimi: "Bacakların gövdeyi taşımak için aşırı bir yorgunluğa katlandıkları, her adımda, iki dizin de fazla kırılışından anlaşılıyordu." -P. Safa.

kırılma is. 1. Kırılmak işi. 2. mec. Yürürken salınma, nazlı yürüyüş. 3. fiz. Saydam bir ortamdan başka bir saydam ortama geçen bir ışının doğrultusunu değiştirmesi.

kırılmak (nsz) 1. Kırma işine konu olmak, bir veya birçok parçaya ayrılmak. 2. Bükülerek kat yeri oluşturmak. 3. Savaş, bulaşıcı hastalık sebebiyle çok sayıda insan ölmek. 4. (-e) Birine karşı kırgın duruma gelmek, gücenmek, incinmek. 5. Kırgınlık duymak: "Bana ne oluyor bugün? Donuyorum, her tarafım kırılıyor." -S. F. Abasıyanık. 6. mec. Soğuk, rüzgâr vb. eski gücü kalmamak, azalmak, yatışmak. 7. mec. Cesaret, umut, onur azalmak, yok olmak: "Kapıdan içeri ilk adımını atınca birdenbire cesareti kırıldı." -P. Safa. 8. (-den) mec. Ağaç, dal üzerinde meyve, çiçek, yaprak çok olmak. 9. fiz. Saydam bir ortamdan başka bir saydam ortama geçen bir ışın, doğrultu değiştirmek. kırılıp bükülmek kırıtarak, kibarlığa özenerek konuşmak, kırılıp dökülmek 1) kibar görünmeye çalışmak; 2) çok eskimek; 3) kırıklık duymak.

çıtkırıldım

kırım is. 1. sos. Savunmasız insanların veya tutsakların toplu olarak öldürülmesi, katliam: "İçtenlik, insanları kırımlara, cinayetlere, haksızlıklara sürüklemiş..." -S. Birsel. 2. Hayvanların hastalık, soğuk gibi sebeplerle ölmesi.

et kırımı, soykırım

kırım kırım zf. Kırıtarak, kınta kırıta.

Kırımlı öz. is. (kı'rımlı) Kırım halkından olan kimse.

kırınım is. fiz. Işık, ses ve radyoelektrik dalgalarının karşılaştığı bazı engelleri dolanarak geçmesi olayı, difraksiyon.

kırın ma is. Kınnmak işi.

kırınmak (nsz) 1. Yürürken salınmak. 2. hlk. Oynamak, raksetmek.

kırıntı is. 1. Bir şeyden ayrılan küçük parça: "Beyaz etekliğindeki ekmek kırıntılarım kuşlara serper." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Küçük kalıntı: "Babamdan biraz kırıntı kalmasa beyin parasıyla bu sosyete hayatının yanına yaklaşabilir miyiz?" -H. E. Adıvar. 3. hlk. Kurumak için kesilip yerde bırakılan odun.

kırıntı külte, ekmek kırıntısı

kırıntı külte is. jeol. Kırıntılardan oluşmuş külte.

kırıntılı sf. Kırıntısı olan, kırıntılardan oluşmuş.

kırışık, -ğı sf 1. Kırışmış olan: "Söz tiyatroya gelince bu yaşlı sanatkârın kırışık yüzü birdenbire canlandı." -P. Safa. 2. is. Deride esnekliğin kaybolmasından oluşan kıvrım, 3. is. Kırışmış yer, kırışıklık.

kırışıklı sf. Kırışığı olan.

kırışıklık, -ğı is. 1. Kırışık olma durumu. 2. Kırışık olan yüzeyin durumu. 3. Kırışmış olan yer, kırışık.

kırışıksız sf. Kırışığı olmayan.

kırış kırış sf. 1. Kırışıkları olan, çok kırışık: "Gazeteye, gözleri tiksintiyle kısılmış olarak yüzü kırış kırış bakıyordu." -T. Buğra. 2. zf. Kırışık bir biçimde.

kırışma is. Kırışmak işi.

kırışmak (nsz) 1. Bir yüzeyin düzgünlüğü bozulmak, kırışık oluşmak: "Boynu uzamış, kararmış, yaşlı adamların boynu gibi kırışmışîı." -Y. Kemal. 2. (nsz, -le) Birbirini kırmak, yok etmek, öldürmek. 3. Karşılıklı kırmak: Çocuklar yumurta kırışıyorlar. 4. Pazarlık etmek. 5. (-le) Bahse tutuşmak. 6. argo Bir şeyi eşit olarak paylaşmak.

kırıştırma is. Kırıştırmak işi.

kırıştırmak (-i) 1. Kırışmasına sebep olmak. 2. (-le) tkz. Karşı cinsten biriyle yakın ilişkide bulunmak, flört etmek: "Ötekiler gelmeden Suzy ile hafif tertip kırıştırırlar." -P. Safa.

kırıtım is. Kırıtma işi.

kırıtım kırıtım

kırıtım kırıtım zf. Kırıtarak: "Yaşlı kafalar platformun aşağısında, gençler kapı aralıklarında, sofalarda kırıtım kırıtım dolaşıyorlardı. " -H. E. Adıvar.

kırıtış is. Kırıtma işi veya biçimi: "Albayın evlatlığı kendini göstermek için terliklerini şaplata şaplata aşırı bir kırıtışla geçmişti." -H. Taner.

kırıtkan sf. Her zaman kırıtan.

kırıtkanlık, -ğı is. Kırıtkan olma durumu.

kırıtma is. Kırıtmak işi, cilve, işve: "O kuruntularımız, o tafralarımız, o Ermeni gelini gibi kırıtmalarımız pek boşuna demektir." -S. Birsel.

kırıtmak (nsz, -e) Hoş görünmek çabasıyla cilveli davranışlarda bulunmak: Biraz kırıttı, çekildi gitti." -H. C. Yalçın.

kırk is. 1. Otuz dokuzdan sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 40, XL rakamlarının adı. 3. sf. mat. Dört kere on, otuz dokuzdan bir artık, kırk basmak kırk gün dolmadan doğum yapmış annenin ve bebeğin dışarı çıkarılmasının tehlikeli olacağını geleneksel olarak kabul etmek: "Yeni doğmuş iki çocuğu da kırk basar diye yan yana getirmezler." -R. H. Karay, kırk (veya bin) dereden su getirmek birini kandırmak için birçok sebep ileri sürmek, kırk bir (buçuk) kere maşalîah! pek çok, binlerce kez nazar değmesin! kırk evin kedisi birçok eve girip çıkan (kimse), kırk kapının ipini çekmek içinde bulunduğu sorunu çözmek için kapı kapı dolaşmak, birçok yere uğramak, kırk kere pek çok: Kırk kere gitti geldi, kırk tarakta bezi olmak birçok işi veya ilişkisi olmak, kırkı çıkmak doğumdan veya ölümden sonra kırk gün geçmek, kırkı (veya kırkları) karışmak çocuklar için aynı kırk günlük süre içinde doğmuş olmak, kırkından sonra azmak yaşlandıktan sonra yaşına uymayan davranışlarda bulunmak, kırkından sonra saz çalmak yaşlandıktan sonra uzun ve güç bir işe girişmek, kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak "vakti geçmiş, artık işe yaramayacak durumda" anlamlarında kullanılan bir söz.

Kırkağaç kavunu, kırkambar, kırkayak, kırk basması, kırkbayır, kırkbeşlik, kırkbudak, kırkgeçit, kırk hamamı, kırkikilik, kırkikindi, kırkmerak, kırkmerdiven, kırk para, kırkyıl, kırkyılda bir, kırkyılın başı

Kırkağaç kavunu is. bot. Kabuğu alacalı sarı renkte olan bir tür kavun.

kır kahvesi is. Kırda bulunan, çoğunlukla küçük kahve: "Bir kır kahvesinde oturup geç saatlere kadar konuşmuşlar." -M. Ş. Esendal.

kırkambar is. 1. İçinde değişik türden şeyler bulunan kap veya yer. 2. mec. Birçok konuda bilgisi olan kimse. 3. hlk. Çerçi.

kırkar sf. Kırk sayısının üleştirme biçimi, her birine kırk, her defasında kırkı bir arada olan.

kırkayak, -ğı is. zool. 1. Eklem bacaklıların çok ayaklılar sınıfına giren, taşların altında yaşayan, vücudu yuvarlak ve uzun bir böcek (Julus terrestris). 2. Kasık biti.

kırk basması is. Doğumdan sonraki kırk gün içinde anne veya çocuğun ruhsal sebeplere bağlanan ateşli bir hastalığa yakalanması.

kırkbayır is. Geviş getiren hayvanların dört gözlü olan midelerinin üçüncü gözü.

kırkbeşlik, -ği is. 1. Bir tabanca türü. 2. Dönme hızı dakikada kırk beş devir olan plak.

kırkbudak, -ğı is. tar. Bektaşilikte erenler meydanına konulan kırk kollu büyük şamdan.

kırkgeçit, -di is. Üzerinden birçok kez geçilmesi gereken veya birçok geçidi bulunan ırmak.

kırk hamamı is. Kadının lohusahkta ilk kırk günü doldurmasından sonra temizlenmesi için hamamda yapılan özel toplantı: "Bu kırk hamamından iki gün sonra idi, bir gece ateşler içinde uyandı." -E. E. Talu.

kırkı is. 1. Kırkma işi. 2. Davarların yün veya kıllarını kırkmaya yarayan makasa benzer araç.

kırkıcı is. Davarların yün veya kıllarını kırkan kimse, kırkıma.

kırkılma is. Kırkılmak işi.

kırkılmak (nsz) Kırkma işi yapılmak: "Yazıhanenin başında oturan çiçek bozuğu, ince kırkılmış softa sakallı birisi buranın müdürüydü,"-A. Gündüz.

kırkım is. 1. Davarların kırkılması işi. 2. Davarların kırkıldıklan mevsim.

kırkıma is. Kırkıcı.

kırkıncı sf. Kırk sayısının sıra sıfatı, sırada otuz dokuzuncudan sonra gelen.

kırkıntı is. Kırpıntı,

kırkikilik, -ği is. esk. Bir tabanca türü.

kırkikindi is. 1. Genellikle Orta Anadolu'da ikindi zamanı yağan sürekli yağmurlar. 2. Bu yağmurların yağdığı dönem: "Onları ancak kırkikindi vakti yağan yağmur kamçılar, yatıştırırdı." -R. E. Onaydın.

kırklama is. Kırklamak işi.

kırklamak (nsz) 1. Lolıusa veya yeni doğmuş bebek için kırk günü doldurmak: Lohusa kırkladı. 2. (4) Bir şeyi kırk defa yapmak ve özellikle birçok defa sudan geçirmek, çok yıkamak. 3. hlk. Doğumdan kırk gün sonra bebeği törenle yıkamak.

kırklanma is. Kırklanmak işi.

kırklanmak (nsz) Kırklama işi yapılmak.

kırklar ç. is. din b. Kırk kişilik evliya topluluğu, kırklara karışmak bir kimse artık ortalarda görünmez olmak.

üçler yediler kırklar

kırklı sf. 1. Kırk parçadan oluşmuş. 2. Kırk gününü doldurmamış (bebek veya lohusa kadın). 3. Birinin kırkı çıkmadan öbürü doğan (akraba veya komşu çocukları).

kırklık, -ğı sf. 1. İçinde kırk tane bulunan: Kırklık paket. 2. Kırk yaş dolaylarında bulunan (kimse): "Yalnız yüzünün bir yanı muharebede yanmış kırklık bir memurun ne düşündüğünü anlamak kabil değildir." -R. N. Güntekin. 3. is. esk. Kırk para. 4. is. Doğacak çocuk için hazırlanan bez veya giysi.

kırkma is. 1. Kırkmak işi. 2. Ucu kesilip alnın üstüne bırakılan saç.

kırkmak, -ar (-i) 1. Bir şeyi uçlarından kesmek. 2. Saç, sakal veya tüyü kesmek: Saçlarını çok kırkmışsın. 3. Koyun, keçi vb. hayvanların tüylerini kesmek.

kırkmerak, -ğı sf. Çok meraklı, her şeyi anlamak isteyen: "Aman ne kırkmerak kadınmışsın!"-H. R. Gürpınar.

kırkmerdiven is. Dik yokuş.

kırk para is. 1. Bir kuruş. 2. sf. mec. Çok az (para).

kırk paralık, -ğı sf. Oldukça değersiz.

kırktırma is. Kırktırmak işi.

kırktırmak (-i) Kırkma işini yaptırmak: Saçlarını amma da çok kırktırmışsın.

kırkyıl zf. Çok uzun süre: "Eğer bu dehşetli muharebeler, bu ihtilaller, bu istilalar olmasa, kırkyıl askerî eczacı Yusuf Efendi olarak kalırdı." -M. Ş. Esendal. kırkyıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş ecel gelmedikçe ölünmeyeceği inancını anlatan bir söz.

kırkyılda bir, kırkyılın başı

kırkyılda bir zf. Çok seyrek olarak.

kırkyılın başı zf. Çok uzun süre içinde bir kez,

kırkyıllık, -ğı sf. Çok eski, köklü: "Doktor da kırkyıllık adam, o da oğlanı Valentino'ya benzetti." -M. Ş. Esendal. kırkyıllık Yani, olur mu Kani eskimiş bir alışkanlık kolay kolay değişmez.

kırlangıç, -cı is. zool. 1. Kırlangıçgillerden, geniş gagalı, çatal kuyruklu, ince uzun kanatlı, küçük göçebe kuş (Hirundo). 2. tar. Osmanlı donanmasında yer alan, karakol ve keşif işlerinde kullanılan, yelkenli ve kürekli küçük bir tür savaş gemisi: "Dinlemesine dinliyorum ama, bak limana bir kırlangıç giriyor." -F. F. Tülbentçi. 3. hlk. Öküz arabasında arka dingil ve tekerlekleri özeğe bağlayan çatal ağaç. 4. hlk. Köyleri dolaşarak göz hastalıklarını ve özellikle akbasmayı iyi ettiğini öne süren sahte hekim.

kırlangıç balığı, kırlangıç dönümü, kırlangıç fırtınası, kırlangıçkuyruğu, kırlangıç otu, bataklık kırlangıcı, dağ kırlangıcı, deniz kırlangıcı

kırlangıç balığı is. zool. Kırlangıç balığıgillerden, yüzgeçleri geniş ve uzun, eti beyaz, kırmızı renkli bir balık (Trigla hirundo).

kırlangıç balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklar takımının dikenli yüzgeçliler alt takımına giren bir familya.

kırlangıç dönümü is. Ekim ayının ilk günleri.

kırlangıç fırtınası is. meteor. Nisan ayının ilk günlerinde görülen fırtına.

kırlangıçgiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan, kuşlar sınıfının ötücü kuşlar takımının bir familyası.

kırlangıçkuyruğu is. hlk. Hayvanın kulağını delerek yapılan işaret.

kırlangıç otu is. bot. Gelincikgillerden, çiçekleri altın ve limon sarısı renginde olan, tanelerinden asitsiz bir yağ elde edilen çok yıllık ve otsu bir bitki (Chelidonium majus).

kırlaşma is. Kırlaşmak işi.

kırlaşmak (I) (nsz) Rengi kır olmak.

kırlaşmak (II) (nsz) Kırsal duruma gelmek: "Burası memleketin bir temiz köşesi, şehrin kırlaşmış bir bucağı..." -M. Ş. Esendal.

kırlent is. ît. ghirlcmda 1. Çiçek veya yaprak işlemeli süs. 2. İşlemeli veya işlemesiz bir tür küçük yastık.

kırlık, -ğı is. Kır olan yer, şehir dışında açıklık yer: "Etrafı kırlık, mezarlık, uzun bir yoldan gidiyorduk." -H. R. Gürpınar.

kırma is. 1. Kırmak işi. 2. Kumaşın katlanmasıyla yapılan giysi süsü, pili. 3. Kırılmış veya dövülmüş tahıl: Buğday kırması. 4. Basılı kâğıtları forma durumuna getirmek için belli yerlerinden bükme ve katlama işi. 5. sf. Ortasından kırılarak doldurulan (tüfek): "Mustafa, kırma tüfeğe bir kurşun sürdü." -Y. Kemal. 6. sf. biy. Soyu karışmış, melez (hayvan): Arap kırması bir at. 7. mec. Yabancı etkilerle özgün niteliğini yitirmiş olan.

divani kırması, minare kırması

kırmacı is. 1. Giysilere pili yapan kimse. 2. Basılmış formaları katlayan kimse. 3. hlk. Kırılmış tahıl satıcısı. 4. hlk. Değirmen işleten kimse, değirmenci.

kırmacılık, -ğı is. Kırmacı olma durumu.

kırmak, -ar (-i) 1. Sert şeyleri vurarak veya ezerek parçalamak: Taşları kırmak. Bardağı kırmak. 2. İri parçalara ayırmak. 3. Belirli bir biçimde katlamak: Forma kırmak. 4. Öldürmek, yok olmasına sebep olmak: Bu yıl soğuk hayvanları kırdı. 5. Bir şeyin fiyatını azaltmak, indirmek: "Firma verdiği teklif fiyatım son dakikada bir yüzde yirmi daha kırıyordu." -H. Taner. 6. Dileğini kabul etmeyerek veya beklenmeyen bir davranış karşısında bırakarak gücendirmek, incitmek: "Sizin hatırınızı kırmamak için, işte gelip misafir oluyorum; fakat bu yaşımda misafirle uğraşacak halim yok." -H. Z. Uşaklıgil. 7. Tavlada karşı oyuncunun pulunu oyun dışında bırakmak. 8. Vücut kemiklerinden birini parçalamak: "Ayol, yapma, gel, düşüp bir yerini kıracaksın!" -O. C. Kaygılı. 9. Tahılı iri ve kaba öğütmek. 10. (-e) Hareket durumundaki canlının veya taşıtın yönünü değiştirmek, çevirmek, döndürmek: "Ne tarafa doğru meyil varsa, gidonu o tarafa doğru kıracaksınız ki, bisiklet doğrulsun." -B. Felek. 11. Daha iyi bir sonuç elde etmek: "Tam en az elli bin satıp rekor kıracak." -A. Gündüz. 12. mec. Yok etmek: Direncini kırmak. Hevesim kırmak. 13. mec. Gücünü, etkisini azaltmak: "Birkaç gün evvel yağan yağmur sıcağı kırmamış." -B. Felek. 14, argo Kaçmak, uzaklaşmak. 15. tic. Değerinden düşük fiyata almak: Bono kırmak. Çek kırmak, kır boynunu! defol! çekil! git! kırdığı koz (veya ceviz) kırkı (veya bini) aşmak sürekli yakışıksız davranışlarda bulunmak, kırıp dökmek dikkatsizlik veya öfkeyle birçok şeyin kırılmasına sebep olmak: "Kaşla göz arasında ellerine geçirdiklerini kırıp dökmeye koyulmuşlardı. " -A. İlhan, kırıp geçirmek 1) yakıp yıkarak, öldürerek, baskı veya etki yaparak büyük zarar vermek: "Pakize'nin kırıp geçirdiği bir şeyi görmekten hasıl olacak tesiri temaşaya gelen çocuklara..." -H, Z. Uşaklıgil. 2) çok sert davranarak darıltmak: "Adamın her akşam yarım kiloyu devirdikten sonra ortalığı kırıp geçirmesinden perişan oluyorlar." -Ç. Altan, 3) tuhaf söz ve davranışlarla herkesi çok güldürmek: "Hoşsohbet, şakacı bir insan olduğu için Kâzım Bey'le kaynatasını kahkahadan kırıp geçirir." -S. Birsel. 4) hayran etmek: "Bir ispanyol şarkıcı var. Beyoğlu'nu kırıp geçiriyor. " -H. E. Adıvar. kırıp sarmak bir şeyi yapmak için, güçlükle her türlü imkândan yararlanmak: "Düğüne kimlerin çağrıldığı anlaşılmaz, ne hediye gönderileceği de belli olmaz. Olmaz ama, hepsi çağrılmıştır, hepsi de kırıp sarar, birer hediye alır yollar." -M. Ş. Esendal.

kırmalı sf. Üstünde kırmaları bulunan (giysi), pilili.

kırmalık, -ğı is. Melezlik.

kırmasız sf. Kırması bulunmayan.

kırmız is. Ar. kirmiz Kırmız böceğinden çıkarılan parlak al boya, çiçek boyası.

kırınız böceği, kırmız madeni, madenkırmız

kırmız böceği is. zool. Zar kanatlılardan, küçük bir böcek (Coccus ilicis).

kırmızı is. Ar. kirmizi 1. Al, kızıl renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Siyah zülüflü, kırmızı dudaklı, altın ve mercan gerdânlı kadınlar." -A. Haşim. kırmızı dipli mumla davet etmek birine bir yere gelmesi için çok yalvarmak, ısrar etmek.

kırmızıbiber, kırmızı bülten, kırmızıçizgi, kırmızı çizgi, kırmızı çürük, kırmızı et, kırmızıfener, kırmızı gömlek, kırmızı kart, kırmızttahana, kırmızı nokta, kırmızı oy, kırmızı pasaport, kırmızı plaka, kırmızıturp, açık kırmızı, kankırmızı, kan kırmızı, koyu kırmızı, alev kırmızısı, ateş kırmızısı, Danimarka kırmızısı, kök kırmızısı, şeytan kırmızısı

kırmızıbiber is. bot. 1. Patlıcangillerden bir biber türü (Capsicum annuum). 2. Bu bitkinin olgunlaştığında kızarıp yakıcı bir acılık kazanan, kurutulup dövülerek yemeklerde bahar olarak kullanılan tozu, Türk biberi.

kırmızı bülten is. Uluslararası polis örgütünün dünya çapında aradığı suçlular için yayımladığı arama ve yakalama emri.

kırmızıçizgi is. Özellikle çam türü ağaçlarda görülen, uygunsuz koşullarda kurutulan ağacm çatlayan göze zarından giren mantarların yaptığı bir tür hastalık.

kırmızı çizgi is. 1. Gümrükteki pasaport kontrolü sırasında geçilmesi yasak olan bölgeyi belirleyen çizgi. 2. mec. Belli bir konuda taraflar arasında kabul edilebilir son nokta.

kırmızı çürük, -ğü is. Zararlı mantarların etkisi sonucu çam türü ağaçlardaki göbek odunun kırmızı kahverengi olması.

kırmızı et is. Büyükbaş hayvanların yağı ve proteini yüksek, besleyici eti.

kırmızıfener is. argo Genelev.

kırmızı gömlek, -ği is. Ne kadar saklanmaya çalışılırsa çalışılsın gizlenemeyen şey.

kırmızı kart is. sp. Kurallara aykırı davranan veya daha önce hakemler tarafından san kart gösterilerek ikaz edilmiş oyuncuyu oyundan çıkartma cezası, kırmızı kart görmek 1) oyundan çıkarılma cezasına çarptırılmak; 2) mec. ciddi bir biçimde uyarılmak; 3) mec. dışlanmak, kırmızı kart göstermek sp. 1) oyundan çıkarma cezasına çarptırmak; 2) mec. ciddi bir biçimde uyarmak; 3) mec. dışlamak.

kırmızılahana is. bot. Rengi kırmızı olan bir tür lahana.

kırmızılaşma is. Kırmızılaşmak işi.

kırmızılaşmak (nsz) Kırmızı bir renk almak, kızarmak.

kırmızılık, -ğı is. Kırmızı olma durumu, kızıllık: "Bir iki gün sonra kollara ve omuz başlarına domates kırmızılığı çöker." -F, R. Atay.

kırmızımsı sf. Rengi kırmızıyı andıran, kırmızıya benzeyen, kırmızımtırak.

kırmızımtırak, -ğı sf. Kırmızımsı.

kırmızı nokta is. Televizyonda şiddet veya cinsellik içeren programların belli bir yaşın altındakilere izlettirilmemesini belirten işaret.

kırmızı oy is. Bir oylamada, karşı durum alındığını gösteren oy.

kırmızı pasaport is. Ülkesini yurt dışında temsil etmekle görevlendirilen kimselere belirli süreler için verilen pasaport.

kırmızı plaka is. Bakanlar Kurulu üyelerine ve bazı üst düzey yöneticilere tahsis edilen makam araçlarına ait plaka.

kırmızıturp is. bot. Turpgillerden, kökü kırmızı olan bir turp türü (Raphaıms sativus varradicula).

kırmız madeni is. kim. Madenkırmız,

kırnak, -ğı sf kik. 1. Çalımlı, süslü (kimse). 2. Güzel, titiz. 3. Cilveli, oynak (kadın). 4. Boylu boslu. 5. Çevik. 6. is. Cariye.

kırnav is. kik. Çiftleşmek isteyen dişi kedi.

kırpık, -ğı sf. 1. Kırpılmış olan. 2. Bölük pörçük.

kırpılma is. Kırpılmak işi.

kırpılmak (nsz) Kırpma işi yapılmak: "... benim gözlerim kırpıldıkça, yumuldukça, büyüyüp küçüldükçe onlar da aynı hareketi yapıyorlar."-P'. Safa.

kırpıntı is. 1. Kırpılan şeyden kalan küçük parça: "Biz Frenkleri birkaç kırpıntı ile aldatıyorsak onların bize soktukları kazıklardan haberin yok mu?" -H. R. Gürpınar. 2. sf. Kırpıntı biçiminde olan.

kırpıntı bohçası

kırpıntı bohçası is. İçine kumaş kırpıntıları konulan bohça,

kırpışma is. Kırpışmak işi: "Bir gece evvel bizim elektriklerde bir kırpışma peyda oluyordu da idareye telefon etmiştim." -B. Felek.

kırpışmak (nsz) 1. Göz kapaklan çok ışıktan sık sık kırpılmak. 2. Işık yanıp söner gibi olmak.

kırpıştırma is. Kırpıştırmak işi.

kırpıştırmak (-i) Göz kapaklannı çabuk çabuk açıp kapamak, kırpıp durmak: "Gözlerini kırpıştırarak bu hâlin sebebini o da soruyordu. " -S. M. Alus.

kırpma is. Kırpmak işi.

kırpmak, -ar (-i) 1. Parçalara ayırmak, kesmek, kırkmak. 2. Göz kapaklarını açıp kapamak, kıpmak: "Az takırtı söyler, sık ve siyah kaşlarının altında asla kırpmadığı iri, parlak, sabit ve siyah gözlerini hep önüne dikerdi." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Kesinti yapmak, tutumlu davranmak: "Her hafta bu dergileri alabilmek için küçücük gündeliğimden bir parçasını, öğle yemeklerinden kırparak biriktiririm." -Y. Z. Ortaç.

kırptırma is. Kırptırmak işi.

kırptırmak (-i, -e) Kırpma işini yaptırmak.

kırsal sf. 1. Kır ile ilgili. 2. is. Az insanın barındığı, genellikle kır durumunda olan yer.

kırsal alan, kırsal bölge, kırsal nüfus

kırsal alan is. Üretim etkinlikleri tarıma dayalı olan, kırsal nüfûsun yaşadığı ve çalıştığı alan.

kırsal bölge is. Genellikle tarım veya hayvancılık yapılan ve az insanın yaşadığı yer.

kırsal nüfus is. sos. Tarımla uğraşan, genellikle şehir sınırları dışında, köy ve kasabalarda yaşayan nüfus.

kır serdarı is. esk. Kırlarda eşkıyanın ardına düşüp yolların güvenliğini sağlamakla görevlilerin başı: "Şu uşak kılıklı herife dikkatli bakın, diyordu. Nedir o kat kat ense, kır serdarı gibi bıyıklar?" -R. N. Güntekin,

kırtasiye is. (kırta.siye) Ar. kirtâsiyye 1. Defter, kâğıt, kalem, mürekkep vb. yazı araç ve gereçlerinin bütünü. 2. Kâğıtla yapılan işlemler.

kırtasiyeci is. 1. Kırtasiye satan kimse. 2. sf. mec. Devletle ilgili işlerin yürütülmesinde, şekle gereğinden çok önem veren, bürokrat, şekilci, formalist.

kırtasiyecilik, -ği is. 1. Kırtasiyecinin yaptığı iş. 2. mec. Bürokrasi.

kırtıpil sf. hlk. Değersiz, bayağı, yarım yamalak: "O, kırtıpil yazarların adlarını anmamakla, onları kötülediğine inanır." -S. Birsel.

kırtıpilleşme is. Kırtıpilleşmek işi veya durumu.

kırtıpili eşmek (nsz) Kırtıpil durumunda olmak.

kırt kırt zf. "Kırt" sesi çıkararak.

kırtlama is. Kıtlama.

kısa sf. 1. Boyu, uzunluğu az olan, uzun karşıtı. 2. Az süren, uzun olmayan: "Türk milleti en kısa zaman içinde yeni harflerle okumaya, yazmaya başladı." -E. I. Benice. 3. Ayrıntısı çok olmayan: Kısa bilgi. Kısa yazı. 4. is. Kısa olan şey: Uzun lafın kısası. 5. zf. Kısaca, kısaltarak: Ktsa konuştu, kısa günün kârı "hiç olmamaktansa bu kadarı da iyidir" anlamında kullanılan bir söz. kısa kesmek sözü uzatmamak: "Ahmet Kerim annesiyle kısa kesmek istediği konuşmalarını hep kapıdan çıkarken ayak üstünde yapardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. kısa tutmak 1) bir şeyi gerektiği kadar uzun yapmamak: Gömleğin kollarını kısa tutmuşlar. 2) bir konuyu geniş ve ayrıntılı bir biçimde vermemek: Başkan açılış konuşmasını kısa tuttu.

kısa çizgi, kısa dalga, kısa devre, kısa far, ktsa görüşlü, kısa kafalı, kısa mesafe, kısa ömürlü, kısa ünlü, kısa vadeli, kısa yoldan, sözün kısası

kısaca sf. 1. Oldukça kısa, biraz kısa: "Mutfakta kısaca boylu, kısıkça sesli, başı yasma yemeni, sırtı örme hırkalı ihtiyarca bir hanımla karşılaştık." -M. Ş. Esendal. 2. zf. Kısa olarak, özetle: "O hafta çocukluk arkadaşı ile iki defa daha kısaca görüşebildi." -O. C. Kaygılı.

kısacası zf. Kısa söylemek gerekirse, sözün kısası, elhasıl, velhasıl, velhasılıkelam, hülasa: "Bir kimse, doktor, avukat, yargıç, kunduracı, kısacası ne iş görürse görsün, gerekli sanat eğitiminden yoksunsa, gördüğü işin önemim kavrayamaz." -N. Cumalı.

kısacık, -ğı sf. (kı'sacık) Çok kısa: "Kısacık haberiyutarcasına okumuş." -A. İlhan.

kısa çizgi is. Satır sonuna sığmayan kelimeleri, hecelere bölerken kullanılan noktalama işaretinin adı, tire (II), (-).

kısa dalga is. fiz. Radyo yayını için dalga boyu 10-100 m arasında değişen dalga.

kısa devre ıs. fiz. Aralarında potansiyel farkı bulunan iki nokta, direnci çok küçük olan bir iletkenle birleştirildiğinde oluşan elektrik olayı.

kısa far is. Kısa mesafeyi aydınlatma gücüne sahip otomobil fan.

kısa görüşlü sf Dar görüşlü (kimse).

kısa kafalı sf. emat. Kafatasının ön-art ekseni yan eksenine göre kısa olan (kimse), brakisefal.

kısalık, -ğı is. Kısa olma durumu.

kısalış is. Kısalma işi veya biçimi.

kısalma is. Kısalmak işi.

ünlü kısalması

kısalmak (nsz) 1. Kısa duruma gelmek. 2. Süresi azalmak.

kısaltılma is. Kısaltılmak işi.

kısaltılmak (nsz) Kısa duruma getirilmek.

kısaltım is. 1. Kısaltma işi, taksir. 2. Güzel sanatlarda perspektif sebebiyle bazı boyutları küçük görülen nesneleri, bu görünüşe uygun bir biçimde çizme yöntemi.

kısaltış is. Kısaltma işi veya biçimi.

kısaltma is. 1. Kısaltmak işi, taksir. 2. Kısaltılmış ad veya söz, iktisar: TDK, Türk Dil Kurumu adının hsaltmasıdır.

kısaltmak (-i) 1. Kısa duruma getirmek: "Ben bu sözü biraz daha kısaltarak tekrar edeceğim. " -R. N. Güntekin. 2. Kısa gibi göstermek: Bu giysi boyunu kısaltmış.

kısaltmalı sf. Kısaltılarak yapılan.

kısaltmalı kelime

kısaltmalı kelime is. dbl. Bîrden çok kelimenin baş harfiyle kurulmuş kelime: NATO (North Atlantic Treaty Organization), TÜBİTAK (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu).

kısalttırma is. Kısalttırmak işi.

kısalttırmak (-i, -e) Kısaltma işini yaptırmak.

kısa mesafe is. Uzaklığı az olan yer.

kısa ömürlü sf. Ömrü az olan veya uzun süre yaşamayan (kimse).

kısarak, -ğı sf. hlk. 1. Biraz kısa, kısaca: "Kısarak boylu, kara kuru Nadir Hanım'ın yerinde şimdi şişman denilecek kadar etlenmiş bir hanım var." -M. Ş. Esendal. 2. zf. Kısa süreli: "Giyinip kuşanmak, nişanları takmak, süslenmek de başkaları görsün diyedir. Bunun için karşılama törenleri kısarak olur." -M. Ş. Esendal.

kısas (I) ts. Ar. kişâş huk. esk. Bir suçluyu, başkasına yaptığı kötülüğü aynı biçimde uygulayarak cezalandırma, kısas etmek bir suçluya başkasına yaptığı kötülüğü aynı biçimde uygulamak.

kısasa kısas

kısas (II) ç. is. Ar. kişaş esk. Kıssalar, hikâyeler, öyküler.

kısasa kısas is. Yapılan kötülüğün karşılığını aynı biçimde verme, kana kan.

kısa ünlü is. dbl. Boğumlanma süresi uzun olmayan ünlü: At, al, kır gibi kelimelerindeki ünlülerde olduğu gibi.

kısa ünlülü is. Kısa ünlüsü olan.

kısa vadeli sf. Süresi az olan: "Kısa vadeli hiçbir ödünç alma imkânı yoktu." -F. R. Atay.

kısa yoldan zf. 1. Uzatmadan, süreyi geçirmeden. 2. Kesin bir biçimde.

kısık, -ğı sf. 1. Kısılmış olan. 2. Boğuk, güçlükle çıkan (ses): "Sonra kısık fakat ateşli, tutkun bir kadın sesi korkuyla, hiddetle haykırdı. " -H. E. Adıvar. 3. Hafifçe aralanmış, yumulmuş olan (göz kapağı). 4. is. coğ. Kanyon.

kısıkça sf. 1. Biraz kısılmış: "Halide'yi ararken mutfakta kısıkça sesli, başı yazma yemeni, sırtı örme hırkalı ihtiyarca bir hanımla karşılaştık." -M. Ş. Esendal. 2. zf. Biraz kısılmış olarak.

kısıklık, -ğı is. Kısık olma durumu.

kısılış is. Kısılma işi veya biçimi.

kısılma is. 1. Kısılmak işi. 2. biy. Kalbin, içindeki kanı damarlara vermek için açılıp kapanması.

kısılmak (nsz) 1. Hacmi, niceliği, gücü azalmak: Sesi kısıldı. "Nablusluların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı." -F. R. Atay. 2. Göz kapağı hafifçe kapanmak. 3. mec. Kaçıp kurtulma yolu kalmamak: Kapana kısıldı.

kısım (I) is. hlk. Avuç dolusu.

kısım, -smı (II) is. Ar. kism 1. Parçalara ayrılmış bir şeyin her bölümü, bölük, kesim: "Şimdi hayatının rol oynamaya lüzum görmediği kısımlarına, yani onun ev hayatına geliyorum." -R. N. Güntekin. 2. Bir cinsten veya meslekten olanların tümü: "Kadın kısmı tutunacak yer ister, güvenecek yer ister." -Z. Selimoğlu. 3. Şube, kol, dal: Bankanın kambiyo kısmında çalışıyorum.

kısımlama is. Kısımlamak işi.

kısımlamak (-i) hlk. Tek elle avuçlamak.

kısınma is. Kısınmak işi.

kısınmak (-e) hlk. Kendi gereksinimlerini karşılamakta tutumlu davranmak, imsak etmek.

kısıntı is. Her türlü gereksinimi karşılamada tutumlu davranma, kısma, azaltma, kısıntı yapmak 1) tutumlu davranmak; 2) azaltmak.

kısıntılı zf. Kısıntı yaparak: "Ama insan kısıntılı yaşamaya alışırsa..."-N. Cumalı.

kısıntısız sf. Kısıntıya dayanmayan, kısıntısı olmayan.

kısır (I) sf. 1. Üreme imkânı olmayan, döl vermeyen (insan ve hayvan). 2. Ürün vermeyen (toprak): Kısır toprak. 3. mec. Verimsiz, yararsız, sonuçsuz: Kısır çalışma. Kısır tartışma. 4. biy. İçinde hiçbir üreme olayı geçmeyen (canlı hücre, çekirdek vb.).

kısır döngü

kısır (II) is. Haşlanmış bulgur, taze soğan, maydanoz ve baharatla yapılan bir tür yemek.

kısır döngü is. man. 1. Bir önermeyi ikinci bir önerme ile, bunu da birincisiyle tanıtlama, fasit daire, kapsayıcı karşıtı. 2. mec. Aynı olumsuz sonucu veren, çözüm getirmeyen durumların tekrarlanması, sürdürülmesi: "Ama ana yahut büyükanne, çocuğu korumaya kalkar, bu sistemi bozarsa, kısır döngü sürer gider." -H. Taner,

kısırgan sf. Esirgeyip vermeyen.

kısırganma is. Esirgeme.

kısırganmak (-i, -den) hlk. Esirgeyip bir şeyi vermekten çekinmek.

kısırlaşma is. Kısırlaşmak işi.

kısırlaşmak (nsz) Kısır duruma gelmek.

kısırlaştırma is. Kısırlaştırmak işi.

kısırlaştırmak (-i) Üreme organlarını ameliyatla döl veremez duruma getirmek.

kısırlık, -ğı is. 1. Kısır olma durumu: "Bu çocuksuzluk, bu kısırlık zaten bütün hayatımı zehirleyen bir şey." -H. E. Adıvar. 2. mec. Verimsizlik, akamet.

kısış is. Kısma işi: "Yeşil gözlerini iki ince renk çizgisine çeviren bir kısışla güldü." -H. E. Adıvar.

kısıt is. huk. 1. Kişinin yurttaşlık haklarını kullanma yetkisinin yargı kuruluşları tarafından kaldırılması. 2. Bunama, mahkûm olma vb. sebeplerden dolayı kanunun, bir kimsenin malını, parasını istediği gibi kullanmasına ve harcamasına engel olması, kısıtlılık, kısıtlama, hacir, kısıt altına almak huk. kısıtlamak.

kısıtlama is. 1. Kısıtlamak işi. 2. huk. Kısıt.

para kısıtlaması

kısıtlamak (-i) 1. Önceden verilmiş olan hak ve hürriyetlerin sınırlarını daraltmak, tahdit etmek: Hükümet dış gezileri kısıtladı. 2. mec. Sınırlamak, daraltmak. 3. huk. Birini yasal yoldan mallarını kullanmaktan yoksun bırakmak, kısıt altına almak, hacir altına almak.

kısıtlanış is. Kısıtlanma işi veya biçimi.

kısıtlanma is. Kısıtlanmak işi.

kısıtlanmak (nsz) Kısıtlama işi yapılmak.

kısıtlayıcı is. 1. Kısıtlayan, kısıt altına alan kimse. 2. mec. Sınırlayan, daraltan şey,

para kısıtlayıcı

kısıtlayıcılık, -ğı is. Kısıtlayıcı olma durumu.

kısıtlayış is. Kısıtlama işi veya biçimi.

kısıtlı sf. 1. Kısıtlanmış, kısıt altına alınmış, mahcur: "En az ilkokul mezunu olmayanlar, kısıtlılar... milletvekili seçilemezler." -Anayasa. 2. Sınırlanmış.

kısıtlılık, -ğı is. 1. Kısıtlı olma durumu. 2. huk. Kısıt.

kıska is. hlk. Arpacık soğanı.

kıskacı is. Soğan tohumundan arpacık soğanı yetiştiren kimse.

kıskacılık, -ğı is. Soğan tohumundan arpacık soğanı yetiştirme işi.

kıskaç, -cı is. 1. Bir şeyi tutup sıkıştırmaya yarayan kerpeten, pense vb. araç. 2. Açılıp kapanan eğreti merdiven. 3. Böceklerde besin maddelerini parçalamaya ve kendilerini savunmaya yarayan organ: "Deniz kenarında bu meşalelerle korkunç kıskaçlı büyük pavuryalar topladıkları görülüyor." -S. F. Abasıyanık. 4. Demircilerin kızgın demiri tuttukları maşa vb. araç. 5. sf. Kıskaç biçiminde olan.

kıskaç gözlük, çifte kıskaç

kıskaç gözlük, -ğü is. Kelebek gözlük.

kıskaçlama is. Kıskaçlamak işi.

kıskaçlamak (-i) Kıskaç duruma gelmek.

kıskanç, -cı sf. Kıskanma huyunda olan (kimse), günücü, hasetçi, hasut: "İlk tanıştığımız günlerde ben kıskanç ve fenaydım." -P. Safa.

kıskançlık, -ğı is. Bir kimse bir üstünlük gösterdiğinde veya sevilen birisinin, başkası ile ilgilendiği kanısına varıldığında takınılan olumsuz tutum: "Tıpkı senin gibi onun kıskançlığından fevkalade korkuyorum." -R. N. Güntekin. kıskançlık etmek kıskanmak.

kıskandırma is. Kıskandırmak işi.

kıskandırmak (-i) Kıskanmasına yol açmak: "Onların masum sevinçleri öteki miniminileri de hazin hazin kıskandırmıştı." -O. C. Kaygılı.

kıskanılma is. Kıskanılmak işi.

kıskanılmak (-den, nsz) Kıskanma işi yapılmak veya kıskanma işine konu olmak.

kıskanış is. Kıskanma işi veya biçimi.

kıskanma is. Kıskanmak işi.

kıskanmak (-i, -den) 1. Sevgide veya kendisiyle ilişkili şeylerde bir başkasının ortaklığına, üstün durumda görünmesine dayanamamak: "Mühür gözlüm seni elden / Sakınırım, kıskanırım." -Âşık Ali İzzet Özkan. 2. (-i) Herhangi bir bakımdan kendinden üstün gördüğü birinin bu üstünlüğünden acı duymak, günülemek, haset etmek. 3. Esirgemek, çok görmek: Benden bir dilim ekmeği kıskanırdı. 4. (-i) Bir şeye, en küçük saygısızlık gösterilmesine bile dayanamamak: Her Türk, yurdunu kıskanır. 5. mec. Yerinde olmayı istemek, imrenmek.

kıskı is. Türlü maksatlarla iki şeyin arasına sokuşturulan, kıstırılan parça, kama, takoz.

kıs kıs zf. "Sessiz ve alaylı gülmek" anlamındaki kıs kıs gülmek deyiminde kullanılır: "Taranmış pos bıyıklarının altından kıs kıs gülüyordu." -A. îlhan.

kıskıvrak zf. (kı'skıvrak) Çözülemeyecek veya kurtulamayacak bir biçimde, kıskıvrak yakalamak (veya bağlamak) 1) kurtulamayacak veya çözülemeyecek biçimde tutmak, sımsıkı tutmak; 2) mec. tamamen etkisi altında kalmak, bir şeyle sürekli meşgul olmak: "Amma yalnız bu olmadı, benim muhayyilemi kıskıvrak bağlayan şey, bir başka tecrübe daha ömrüm boyunca beni tesiri altında bıraktı." -R. H. Karay.

kısma is. Kısmak işi.

kısma ad

kısma ad is. Kısaltması yapılacak kelime veya kelimelerin ünlü ve ünsüzlerinden yararlanarak gerektiğinde bir ünlü ekleyerek akılda kalabilecek bir söz oluşturma: İLESAM, ASELSAN gibi.

kısmak, -ar (-i) 1. Sesi azaltmak, alçaltmak: Radyoyu biraz kısar mısın? 2. Gözü biraz kapamak: "Adam göz kapaklarını kısarak bir hesapladı" -N. Cumalı. 3. Ezmek, büzmek, daraltmak: "Omuzlarını kısar, ellerini cebinden çıkarır, atar ağzından sigarasını." -S. F. Abasıyanık. 4. Lamba ışığını azaltmak. 5. Sıkıştırmak: "Birden susan köpek kuyruğunu bacaklarının arasına kıstı." -Ö. Seyfettin. 6. mec. Masraf, harcama vb.ni azaltmak: "Kes üç kuruş ekmekten / Beş kuruş etten kıs." -B. Necatigil. 7. mec. Verilen hak .ve özgürlüklerin sınırını daraltmak. 8. hlk. Pintilik etmek.

kısmen zf. (kı'smen) Ar. kismen Bütün değil, bir bölüm olarak veya bazı bakımdan, bazı yönden: Eşyayı kısmen gönderdim. Kısmen haklısınız.

kısmet is. Ar. kısmet 1. Tanrı'nın her kişiye uygun gördüğü yaşama durumu, nasip: Kısmet ise gelir Hint'ten Yemenden, kısmet değilse ne gelir elden?" -Atasözü. 2. Evlenme talihi: "Aslında kendi de şimdiye kadar bütün kısmetleri tepti." -H. E. Adıvar. 3. Olayların kötü sonuçlarını tevekkülle karşılama durumu. 4. Talih, kader, şans. 5. ünl. "Şimdiden belli değil, ya olur ya olmaz" anlamlarında bir seslenme sözü: Yarın gelecek misiniz? -Kısmet! kısmet beklemek evlenmeyi, evleneceği kimseyi beklemek: "Şimdi genç değil, şöyle kırkım, kırk beşini aşmış, efendiden, ağırbaşlı bir kısmet bekliyor." -H. Taner, kısmet (veya kısmeti) çıkmak evlenme teklifi almak: "Zavallı kızın kısmeti çıkmış, kendine sormadan, danışmadan hemen vermişler." -Ö. Seyfettin. kısmet olmak talih yardım etmek: "Kısmet olursa, bunları bu yeni yılda göreceğiz." -H. Taner, kısmeti açılmak 1) kazancı artmak, bolluğa ermek; 2) kendisiyle evlenmek isteyen biri çıkmak, kısmeti ayağına (kadar) gelmek beklenmeyen bir sebeple kazançlı bir durumla karşılaşmak, kısmeti bağlanmak istediği hâlde evlenememek. kısmeti kapanmak 1) kazancı azalmak; 2) kendisiyle evlenmek isteyen biri çıkmamak. kısmetinde ne varsa kaşığında o çıkar kişi ne kadar çabalarsa çabalasın alın yazısındaki şeye ulaşır, kısmetine mâni olmak kazancına veya evlenmesine engel olmak. kısmetini ayağıyla tepmek kavuşacağı iyi bir durumu, değerini bilmeyerek istememek, kısmetini bağlamak bir inanışa göre büyü ile evlenmesine engel olmak.

kısmet ağacı, kısmet kapısı

kısmet ağacı is. bot. Bütün sıcak ülkelerde sık rastlanan tırmanıcı ve iri gövdeli ağaç (Clerodendron),

kısmet kapısı is. 1. Gelir sağlayan yer. 2. Kızın evlenip gittiği yer.

kısmetli sf. Kısmeti iyi olan, talihli.

kısmetsiz sf. Kısmeti iyi olmayan.

kısmetsizlik, -ği is. Kısmetsiz olma durumu.

kısınık, -ği sf. hlk Cimri.

kısmi sf (Kısmi:) Ar. kısmi Bir şeyin yalnız bir bölümünü içine alan, tikel, cüzi,

kısmi felç, kısmi seçim

kısmi felç, -ci is. tıp Vücudun bir bölümünün felçli duruma gelmesi.

kısmi seçim is. esk. 1961 Anayasasına göre Cumhuriyet Senatosu üyelerinden süresi dolanların yenilenmesi için yapılan seçim.

kısrak, -ğı is. zool. Dişi at: "Kurt görmüş bir kısrak heyecanıyla haykıra haykıra kaçtı." - Ö. Seyfettin.

kıssa is. Ar. kişşa esk Kendisinden ders alınması gereken kısa hikâye: "Babam, beni ve kız kardeşimi yanma çağırıp birtakım mucize ve keramet kıssaları anlatmayı da severdi. " -Y, K. Karaosmanoğlu.

kıssadan hisse

kıssadan hisse is. Anlatılan bir olaydan alınacak ders. kıssadan hisse almak (veya çıkarmak) anlatılan bir olaydan ders almak: "O zaman, diplomatlar bu kıssadan lazım gelen hisseyi çıkarmasını bilmişler miydi? Ne gezer!" -Y. K. Karaosmanoğlu.

kıstak, -ğı is. coğ. Bir yarımadayı karaya bağlayan, iki yanı su, dar kara parçası, berzah, dil.

kıstas is. Ar. kıstas Ölçüt: "Dedektif romanlarında suçluyu ararken kullanılan bir kıstası burada da kullanabiliriz." -H. Taner, kıstas tutmak ölçü olarak almak.

kıstırılma is. Kıstırılmak işi.

kıstırılmak (-e) Kıstırma işi yapılmak.

kıstırma is. 1. Kıstırmak işi. 2. İçerisine peynir, kıyılmış et vb. konularak sac üzerinde pişirilen börek. 3, Karnıyarık yemeği.

kıstırmak (-i, -e) 1. İki şey arasında bırakarak sıkıştırmak: Parmağım kapıya kıstırdı. 2. mec. Kaçamayacak bir duruma getirmek: Hırsızı çatı arasına kıstırdılar.

kış (I) is. 1. Kuzey yarım kürede 22 Arahk-21 Mart tarihleri arasındaki zaman dilimi, sonbaharla ilkbahar arasındaki soğuk mevsim: "Kıştı. Yerler iki karış kar tutmuştu." -T. Buğra. 2. mec. Çok soğuk hava. kış basmak kışın şiddetli soğukları başlamak, kış yapmak hava çok soğuk ve karlı olmak, şı geçirmek kış mevsimini bir yerde geçirmek.

kış dönemi, kış dönencesi, kış günü, kış kayıtı, kış kıyamet, kış uykusu, kara kış, yaz kış, yazlı kışlı

kış (II) tini. Tavuk vb. kümes hayvanlarını kovalamak için çıkarılan ses.

kış dönemi is. Kış mevsimi.

kış dönencesi is. astr. ve coğ. Oğlak dönencesi.

kış günü is. Kış mevsimi: "Bir kış günüydü ama şıkır şıkır güneşli bir kış günüydü." -S. F. Abasıyanık,

kışın zf (kt'şın) Kış mevsiminde, kış süresince: "Cuma ve pazartesi geceleri, kışın Aksaray'daki evimizde boza partisi verilirdi." -H. R. Gürpınar.

kısır, -şrı is. Ar. kişr esk. Kabuk: "Büsbütün aç, bir parça ağaç kışrt ve bir kuru portakal kabuğu bile bulamayan insan iskeletlerinin son iniltisini dinliyorduk " -F. R. Atay.

kış kayıtı is. hlk Kış için saklanan yiyecekler.

kışkırtı is. Kışkırtma işi: "Öfke baldan tatlıdır ve kışkırtılar, en kabız kafalara bile ilham verir, en kilitlenmiş talakatleri açar." -H. Taner.

kışkırtıcı sf. 1. Kışkırtma işini yapan, muharrik, provokatör: "O kaçmalar, kovalamalar, kışkırtıcı hareketlerin hepsi onda da vardı." -N. Cumalı. 2. İnsanı bir şey yapmaya heveslendiren.

kışkırtıcı ajan

kışkırtıcı ajan is. İnsanları, bazı suçlan işlemeye sürüklemekle görevli kimse.

kışkırtıcılık, -ğı is. 1. Kışkırtıcı olma durumu. 2. Kışkırtıcı ajana özgü davranış.

kışkırtılma is. Kışkırtılmak işi.

kışkırtılmak (nsz) Kışkırtma işi yapılmak.

kışkırtış is. Kışkırtma işi veya biçimi.

kışkırtma is. 1. Kışkırtmak işi, tahrik, ajitasyon. 2. Herhangi bir kişiye, gruba, kuruluşa veya devlete karşı girişilen ve onları sonradan ağır sonuçlar verecek bir karşı eylemde bulunmaya zorlayan, önceden tasarlanmış girişim, provokasyon.

kışkırtmacı is. Kışkırtma işini yapan kimse.

kışkırtmacılık, -ğı is. Kışkırtmacının işi.

kışkırtmak (-i) 1. Kümes hayvanlarını ürkütüp kaçırmak. 2. Bir kimseyi kötü bir iş yapması için harekete geçirmek, tahrik etmek.

kışkışlama is. Kışkışlamak işi.

kışkışlamak (-i, -e) Genellikle kümes hayvanlarını "kış kış" diye kovalamak.

kış kıyamet is, 1. Çok zorlu kış. 2. Yağmurlu, fırtınalı soğuk hava.

kışla is. (kı'şla) 1. ask Askerlerin toplu olarak barındıkları yapılar bütünü: "Gece gündüz kışlada kaldığımızdan sivil hayat ile temasımız pek azdı." -F. R. Atay. 2. hlk Koyun ve keçi sürülerinin gecelediği veya kışın barındığı kapalı ağıl.

kışlak, -ğı is. hlk. 1. Kışın barınılan yer. 2. Kışın orduların, göçebe oymakların hayvanlarıyla birlikte yayladan inip konakladıkları yer.

kışlama is. Kışlamak işi.

kışlamak (I) (nsz) 1. Kış olmak: Bu yıl erken kışladı. 2. Kışı bir yerde geçirmek: "Armudu taşlayalım / Dibinde kışlayalım." -Halk türküsü.

kışlamak (II) (-i) hlk. Kuş ve kümes hayvanlarını ürkütmek.

kışlatma is. Kışlatmak işi veya durumu.

kışlatmak (-i) 1. Kışı bir yerde geçirtmek. 2. argo Musallat etmek.

kışlık, -ğı is. 1. Kışın oturulan yapı, yer: "Sıcak yaz aylarım geçirmek için deniz kenarlarına, kırlara, tepelere kaçanlar, şimdi birer birer kışlıklarına dönüyorlar." -A. Haşim. 2. sf. Kışa özgü, kış için: Kışlık giysi.

kış uykusu is. 1. Soğuk ve kurak mevsimlere karşı koyabilmek için canlı varlıkların yapısında görülen olayların bütünü. 2. Ilıman ve soğuk bölgelerde, özellikle yapraklarını döken ağaçlarda ham ve ongun besi suyu dolaşımının tamamen veya kısmen durması. 3. mec. Durgunluk, hareketsizlik dönemi: "Hiç kuşkum yok ki, sen şimdi kalbimde / Bir kış uykusuna yatan böceksin." -A. M. Dranas.

kıt sf. Ar. kaht 1. İhtiyaca yetmeyecek kadar az, bol karşıtı: "O devirde bizim gibi henüz askere gitmemiş şoförler çok kıttı." -A. Gündüz. 2. Az, yetersiz (duygu, söz vb.): "Sözü kıt bir adamdı." -Halikaroas Balıkçısı.

ktt kanaat, kıtı kıtına, aklı kıt

kıta is. Ar. kip a 1. coğ. Yeryüzündeki altı büyük kara parçasından her biri, ana kara: Avrupa kıtası. 2. ast Askerlerin bir komutanın emrinde bir araya gelmesinden oluşan birlik: "Trakya'da, Anadolu'dan gelecek yeni kıtalara intizar edilmektedir." -F. R. Atay. 3. ed. Dörtlük: "Abdülkadir Efendi'nin yazdığı tarih kıtasını aynen buraya geçirmekte bir fayda yok." -B. Felek. 4. esk Parça, tane: İki kıta mektup.

kıta sahanlığı, kıtalar arası, hazır kıta, ihtiram kıtası, onur kıtası, şeref kıtası

kıtaat ç. is. (kıtaa:t) Ar. kita'ât esk 1. Kıtalar, ana karalar. 2, ask Asker birlikleri.

kıtal, -li is. (kıta:l) Ar. kitâl esk. 1- Vuruşma, birbirini öldürme. 2. Savaş.

kıtalar arası is. Bütün kıtaları birbirine bağlayan, kıtalarla ilgili olan durum.

kıta sahanlığı is. coğ. 1. Karaları çevreleyen ve kara sayılan 200 m derinliğe kadar olan sığ deniz dipleri. 2. huk. Ülke kıyılarına bitişik olan ve 200 m derinliğe veya bu sınırın ötesindeki su derinliğinin doğal kaynaklarının işletilmesine elverişli olduğu noktaya kadar, kara sularının dışında kalan deniz altı bölgelerinin deniz yatağı ve toprak altı kesiminin bütünü.

kıtık, -ğı is. Minder, yastık vb.ni doldurmak için kullanılan ve bazen de sıvanın içine katılan keten ve kendir lifleri,

kıtı kıtına zf. İhtiyaca zor yetecek ölçüde.

kıtıklama is. Kıtıklamak işi.

kıtıklamak (-i) Kıtıkla doldurmak,

kıtıklı sf. İçine kıtık konmuş olan.

kıtır is. 1. Kuru ve gevrek ses. 2. argo Uydurma söz, yalan. 3. hlk Patlamış mısır, kıtır atmak argo yalan uydurup söylemek: "Kim dedi bunu sana, Kâmil Bey mi, boş ver kardeş, inanma sakın, kıtır atıyorlar, moralimizi bozmak istiyorlar." -A. İlhan. kıtıra almak argo alay etmek.

kıtır kıtır

kıtırcı is. argo Çok yalan söyleyen kimse.

kıtırdama is. Kıtırdamak işi.

kıtırdamak (nsz) "Kıtır" diye ses çıkmak: "Şoför doğruldu, gerindi, kemikleri kıtırdadı." -A. Gündüz.

kıtırdatma is. Kıtırdatmak işi.

kıtırdatmak (-i) "Kıtır" diye gevrek ses çıkartmak.

kıtır kıtır sf. 1. Çok pişirilmekten veya kızartılmaktan kuru ve gevrek bir duruma gelmiş olan: Kıtır kıtır bir börek. 2. zf. Gevrek bir ses çıkararak: Kurt, kuzuyu kıtır kıtır yemiş.

kıtırtı is. Kıtırdama sesi.

kıtipiyoz sf. argo Değersiz, bayağı, kötü: "Konya'ya döndüğüm vakit benim motor 'dama Erol Efendi!' dedi. Kıtipiyoz bir tamirhaneye verdim." -A. Gündüz,

kıtipiyozluk, -ğu is. Kıtipiyoz olma durumu.

kıt kanaat zf. Yoksulluk içinde ve güçlükle (geçinmek): "Orada toprakla uğraşıyor, kıt kanaat geçiniyordu." -R. N. Güntekin.

kıtlama is. 1. Kıtlamak işi. 2. Küçük parçalara ayrılmış şekeri ağızda tutarak çay içme biçimi, kırtlama.

kıtlama şekeri

kıtlamak (-i) 1. Isırmak, 2. mec. İncitmek.

kıtlama şekeri is. Küçük parçalara ayrılarak çay içerken kullanılan sert şeker.

kıtlaşma is. Kıtlaşmak işi.

kıtlaşmak (nsz) İhtiyacı karşılayamamak, kıt duruma gelmek: "O zaman memlekette benzin çok kıtlaşmıştı, otomobilleri gazla çalıştırabiliyorduk." -A. Gündüz.

kıtlık, -ğı is. 1. Kıt olma durumu, ihtiyaca yetmeyecek kadar azlık, az ve zor bulunma: "Toprak darlığı, ham madde kıtlığı ve nüfus artışı..." -F. R. Atay. 2. Kuraklık, savaş vb. sebeplerle ürünün yetişmemesi ve bundan doğan açlık: "Memleketi kavuran kıtlık buranın semtine uğramamıştır." -H. R. Gürpınar. 3. Yiyecek maddelerinde görülen darlık. 4. mec. Duygu, söz vb.nde azlık, kıtlıktan çıkmış gibi (yemek) doymak bilmezcesine (yemek).

adam kıtlığında

kıvam is. (kıva:m) Ar. kivâm 1. Sıvılarda koyuluk, yoğunluk: Bal kıvamında. 2. Sıvıların koyuluk derecesi. 3. mec. Bir şeyin en uygun zaman veya durumu. 4. sp. Spor çalışmalarında başarılı olabilmek için, fizik ve moral yönünden istenilen iyi durum, kıvamını bulmak (veya kıvamına gelmek) gerekli ve istenilen şartlar yerine gelmek, en uygun anında olmak: "Yumurtayla zeytinyağı kıvamım bulunca bir kaşıkla onu soğumuş levreğin üstüne gezdireceksin." -O. V. Kanık.

kıvamlanma is. Kıvamlanmak işi.

kıvamlanmak (nsz) 1. Sıvılar kıvamına gelmek, koyulaşmak. 2. mec. Olgunlaşmak, uygun duruma gelmek.

kıvamlaştırıcı is. Sıvı bir maddeyi kıvamına getirmeyi sağlayan alet.

kıvamlaştırma is. Kıvamlaştırmak işi.

kıvamlaştirmak (-i) kim. Bir maddeyi sıvıdan ayırarak kıvamlı duruma getirmek.

kıvamlı sf. Gereken kıvamı bulmuş olan.

kıvamsız sf Kıvamlı olmayan.

kıvanç, -cı is. 1. Övünç, iftihar. 2. Sevinç. kıvanç duymak 1) övünmek; 2) sevinmek, mutlu olmak: "Genç kızın sıcak ilgisini hissetmekten ayrı bir kıvanç duyması kadar doğal bir şey olamayacağı da ortadadır." -H. Taner.

kıvançlanma is. Kıvançlanmak işi.

kıvançlanmak (-den) Kıvanç duymak, övünmek: "Fallardan kıvançlamyor mu, yoksa değil mi, hiç belli etmiyordu." -Y. Kemal.

kıvançlı sf. 1. Övünç duyan, iftihar eden, övünç veren, iftihar edilecek: "Teşrifiniz, bizler için kıvançlı bir olay olacaktır." -R. N. Güntekin. 2. Sevinç duyan, mutlu.

kıvanış is. Kıvanma işi veya biçimi.

kıvanma ;s. Kıvanmak işi, iftihar.

kıvanmak (-e, -le) Övünülecek bir olaydan dolayı sevinmek, iftihar etmek, memnun olmak.

kıvılcım is. 1. Yanmakta olan bir maddeden sıçrayan küçük ateş parçası, alev, çakım, çakın, çıngı, şerare. 2. Demir, taş vb. maddelerin güçlü çarpışmasından sıçrayan ateş durumundaki parçacıkları. 3. mec. Harekete geçiren etken: Beyninde çakan şimşeğin kıvılcımları hemen ağzından saçılır." -H. R. Gürpınar. 4. astr. Güneş yüzeyinde görülen kesikli ışıma.

kıvılcımlanma is. Kıvılcımlanmak işi.

kıvılcımlanmak (nsz) Kıvılcım saçarak yanmak, kıvılcımlı duruma gelmek.

kıvılcımlı sf. Kıvılcımı olan, kıvılcım saçan: "Kabarık göğsündeki parlak kıvılcımlı tüyleri, altından bir zırh gibiydi." -Ö. Seyfettin.

kıvılcımsız sf. Kıvılcımı olmayan, kıvılcım saçmayan.

kıvıl kıvıl zf. Topluca hareket edip kaynaşarak.

kıvırcık, -ğı is. 1. zool. Genellikle Trakya ve Marmara'da yetiştirilen, beyaz tüylü, ince kuyruklu bir tür koyun, kıvırcık koyun. 2. Bu koyunun eti. 3. bot. Kıvırcık marul. 4. sf. .Küçük küçük kıvrımları olan: "Altı yaşlarında sarı, kıvırcık saçlı bir kız çocuğu, tepine tepine ağlıyordu." -R. N. Güntekin.

kıvırcık koyun, kıvırcık marul

kıvırcık koyun is. Kıvırcık.

kıvırcıklaşma is. Kıvırcıklaşmak işi.

kıvırcıklaşmak (nsz) Kıvırcık duruma gelmek: "Sanki sıcak bir iklimde bir parça kavrulmuş gibi biraz kıvırcıklaşmış sakalıyla ... ancak kırk beş yaşlarında olmalıydı." -A. Ş. Hisar.

kıvırcık marul is. Yaprakları kıvırcık bir tür marul, kıvırcık.

kıvırış is. Kıvırma işi veya biçimi.

kıvır kıvır sf. 1. Büklümleri olan, kıvrımlı: "Kız, gür, kıvır kıvır saçlarının süslediği başım kaldırdı." -E. İ. Benice. 2. zf. Kıvrılmış durumda sürekli hareket ederek.

kıvırma is. Kıvırmak işi.

kıvırmak (-i) 1. Herhangi bir şeyi bükmek: "Fino, beni görünce kuyruğunu kıvırıp düşmanca havlaya havlaya beyaz dişlerini gösterdi." -H. R. Gürpınar. 2. Kenarından katlamak. 3. Bir giysinin veya kumaşın kenarını bükerek tersinden dikmek. 4. Kalçalarını iki yana sallayarak oynamak veya yürümek. 5. Uydurup söylemek: Gene yalanları kıvırmaya başladı. 6. (-e) Sapmak: Araba birdenbire sağa kıvırdı. 7. Yapmak istememek, yan çizmek. 8. mec. Başarmak, başa çıkmak, becermek, hakkından gelmek: "Hâlbuki Nahit onu odasına çekip de baş başa prova yaptığı zamanlarda pek âlâ kıvıracağa benziyordu." -T. Buğra.

kıvırtma is. Kıvırtmak işi.

kıvırtmak (-i, -e) Kıvırma işini yaptırmak.

kıvır zıvır is. 1. Önemsiz, değersiz, derme çatma şey: "Gezilere çıkanlar, kürkler, bir yığın kıvır zıvır, gösterişli giysiler getirerek geçerler gümrükten." -N. Cumalı. 2. Önemsiz ayrıntı. 3. sf. Gereksiz.

kıvracık, -ği sf. (kı'vracık) hlk. 1. Derli toplu ve işi kolay: Kıvracık bir ev. 2, Ayağına çabuk, hamarat: "Helal süt emmiş, kıvracık, eli yüzü düzgün, terbiyeli, edepli kızcağız."-E. E. Talu.

kıvrak, -ğı sf. 1. Canlı, hareketli, atik: "Lastik ayakkabılarının üstünde kıvrak ve çevikti." -H. Taner. 2. Akıcı, işlek: Kıvrak bir zekâsı var. Kıvrak bir anlatım. 3. is. hlk. Yerli dokuması kara bezden yapılmış köylü kadın yeldirmesi. 4. is. hlk. İnce tülbent veya ipekli baş örtüsü. 5. hlk. Aceleci. 6. hlk. zel, şık, yakışıklı.

kıvrak kıvrak

kıvrakça zf. (kıvra'kça) Kıvrak bir biçimde.

kıvrak kıvrak zf. Kıvrak olarak, kıvrakça: "Birkaç kere kıvrak kıvrak gülerek konuştu." -H. E. Adıvar.

kıvraklaşma is. Kıvraklaşmak işi veya durumu.

kıvraklaşmak Kıvrak duruma gelmek.

kıvraklık, -ğı is. Kıvrak olma durumu veya kıvrakça davranış: "Kıvraklığım, gururunu ... inceliğini ve sevimliliğini hatırlıyordu." -P. Safa.

kıvrama is. Kıvramak işi veya durumu.

kıvramak (nsz) hlk. 1. Buruşup toplanmak, kıvırcık duruma gelmek: İplik kıvradı. 2. Hızlı yürümek. 3. Harekete geçmek.

kıvrandırma is. Kıvrandırmak işi.

kıvrandırmak (-i) 1. Kıvranmasına sebep olmak. 2. mec. Çok üzmek, acı çektirmek: "Beni kıvrandırmak hoşuna mı gidiyor?" -T. Buğra.

kıvranış is. Kıvranma işi veya biçimi.

kıvranma is. Kıvranmak işi.

kıvranmak (nsz) 1. Ağrı, sancı gibi bedensel veya korku, heyecan gibi ruhsal sebeplerle vücut eğilip bükülmek: "Hasta, yorganın altında biraz kıvranarak devam etti." -P. Safa. 2. mec. Acı çekmek, üzülmek: "Yıllardan beri düşmanların eline düşmüş olan bu kıymetli vatanın sönmez matemlerini tutar, elemler içinde kıvranmaktan acı bir haz duyarım." -Ö. Seyfettin. 3. mec. Bir şeye çok gereksinim duymak: Su, su diye kıvrandı.

kıvrantı is. Kararsızlık, sıkıntı: "... ne yapacağım bilememenin kıvrantısı içinde..." -H. Taner.

kıvratma is. Kıvratmak işi veya durumu.

kıvratmak (-i) hlk. İpi katladıktan sonra iyice bükmek veya tel gibi şeyleri burmak.

kıvrık, -ğı sf. Eğrilip bükülmüş, yuvarlak bir biçim verilmiş: "5ar;, uçları az kıvrık bıyıkları vardı." -Y. Z. Ortaç.

kıvrıklık, -ğı is. Kıvrık olma durumu.

kıvrılış is. Kıvrılma işi veya biçimi.

kıvrılma is. 1. Kıvrılmak işi, bükülme: "Babasına dille değil, sancıdan ölüyor gibi, birkaç kıvrılma, burkulma ile karşılık verdi. " -H. R. Gürpınar. 2. jeol. Yer kabuğunun içten gelen etkenlerle dalgalı bir biçim alması.

kıvrılmak (nsz) 1. Eğrilip bükülmek. 2. Kıvrık bir duruma gelmek. 3. Yuvarlak bir biçim almak. 4. Dar bir yere büzülerek yatmak: "Bulunduğum yerde kıvrılıp yatmanın bir kolayım arıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Dönmek, sapmak: "Beti onu görmemişçesine, gözlerimi ileriye dikerek yan yola kıvrıldım." -H. Z. Uşaklıgil. 6. Katlanmak, bükülmek, kınlmak. 7. Yol dönemeçli, virajlı olmak.

kıvrım is. 1. Bir şeyin kıvrılan yeri, büklüm. 2. Bir tür tatlı: Cevizli kıvrım. 3. Aynm, dönemeç: "Yolun kıvrımında ayrılanlarla dönüp bakıştık. "-A. Gündüz. 4.jeol. Kıvrılma sonunda oluşan toprak dalgası.

kıvrım kıvrım

kıvrım kıvrım sf. 1. Kıvrımları olan, dalgalanmış bir yüzey veya dalgalı bir çizgi biçiminde olan: Saçları kıvrım kıvrım. Kıvrım kıvrım yollar. 2. zf. Kıvrımlı bir biçimde. kıvrım kıvrım kıvranmak 1) çok acı çekerek kıvranmak; 2) yalvarma, sıkıntı vb. bir sebeple çok kıvranmak.

kıvrımlanma is. Kıvrıanmak işi.

kıvrılanmak (nsz) Kıvrımlı duruma gelmek.

kıvrımlı sf. Kıvrımı olan.

kıvrısız sf. Kıvrımı olmayan.

kıvrıntı is. 1. Kıvrım. 2. Kıvrılan yer, dönemeç: Yolun kıvrıntısında.

kıya is. Adam öldürme suçu, cinayet.

kıyacı is. Cinayet işleyen kimse, cani.

kıyafet is. (kıya.fet) Ar. kıyafet 1. Kılık, elbise, giysi: "Kıyafetinden onun da bir kalem beyi olduğu anlaşılıyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Resmî giysi: "Öyle de olsa, ha deyince senin boyuna boşuna göre asker kıyafeti bulunur mu? " -Y. K. Karaosmanoğlu.

kıyafet balosu, kıyafet düşkünü, kıyafetname, kalıp kıyafet, kılık kıyafet, gece kıyafeti

kıyafet balosu is. Alışılmış giysilerin dışında her çeşit özel giysinin giyildiği balo.

kıyafet düşkünü is. Kılık kıyafet düşkünü.

kıyafetli sf. Herhangi bir kıyafette olan, kılıklı: Asker kıyafetli

kalıplı kıyafetli, kılıklı kıyafetli

kıyafetname is. (kıya:fetna:me) Ar. kıyafet + Far. nâme esk. 1. Bir ülkenin veya bir dönemin giyimlerim anlatan kitap, 2. ed. Yüze veya dış görünüşe bakılarak ruhsal durumu anlama bilgisinden söz eden kitap,

kıyafetsiz sf. Kıyafeti düzgün olmayan, kılıksız.

kalıpsız kıyafetsiz

kıyafetsizlik, -ği is. Kıyafetsiz olma durumu, kılıksızlık.

kıyak, -ğı sf. tkz. 1. Benzerlerinden üstün olan, çok güzel, mükemmel: Kıyak bir koşu atı. Kıyak bir söz. 2. is. Hoşgörü, ayrıcalık tanıma. 3. Mk. Güzel, biçimli, yakışıklı, düzgün giyimli. 4. hlk. Kıyıcı, zalim, gaddar, kıyak çekmek kıyak geçmek, kıyak geçmek maddi ve manevi destek olmak, kıyak kaçmak argo çok uygun düşmek, yakışık almak, (birine) kıyak yapmak argo maddi ve manevi destek olmak, yardım etmek.

kafası kıyak

kıyakçı is. 1. At yetiştirilen haralarda hayvanların çiftleşmesine yardım eden görevli. 2. argo Gözü pek oyuncu, cesur kumarbaz.

kıyakçılık, -ğı is. Kıyakçı olma durumu.

kıyaklaşma is. Kıyaklaşmak işi.

kıyaklaşmak (nsz) hlk. Kıyak duruma gelmek.

kıyaklık, -ğı ıs. 1. Kıyak olma durumu. 2. argo Kıyakçıya yakışır davranış.

kıyam is. (kıyarın) Ar. kiyâm esk. 1. Ayağa kalkma, ayakta durma. 2. Bir işe girişme, kalkışma, teşebbüs etme. 3. Ayaklanma, başkaldırma, karşı gelme: "Planlı ihtilalin, planlı kurtuluş, kıyam ve savaşının ilk basamağı buydu." -E. î. Benice, 4. din b. İslam inancına göre, ölümden sonra yeniden dirilip ayağa kalkma. 5. din b. Namazda ayakta durma.

kıyamet is. (kıyaımet) Ar. kıyamet 1. din b. Tek tanrılı dinlerin inanışına göre dünyanın sonu ve bütün ölülerin dirîlerek mahşerde toplanacağı zaman, kıyamet günü, mahşer günü. 2. mec. Gürültülü karışıklık, gürültü, patırtı: "Bağırma, çağırma, kıyamet, polisler Mustafa'yı çalyaka götürürler." -P. Safa. 3. mec. Büyük felaket, afet. kıyamet gibi (veya kıyamet kadar) pek çok. Kıyamet kopmak 1) kıyamet günü gelmek; 2) bir yerde çok gürültü ve telaş olmak, kıyamet mi kopar? "ne olur, ne çıkar, ne önemi var" anlamlarında kullanılan bir söz: "Asker az olmakla kıyamet mi kopar?" -N. Kemal, kıyamete kadar dünya durdukça, uzun süre: "Yeni Türkler de bir ad kor, o adın kıyamete kadar sürmesini isterler." -M. Ş. Esendal. kıyamete kalmak sorun, çözülememek: "Seni bir daha görmek kıyamete mi kaldı?" -H. E. Adıvar. kıyametler koparmak 1) bir şeye çok kızarak bağırıp çağırmak, feryat etmek: "Eşin var, aşiyamn var, baharın var ki beklerdin / Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?" -M. A. Ersoy. 2) aşın gürültülere, kargaşaya yol açmak.

kıyamet alameti, kıyamet günü, kış kıyamet, kızıl kıyamet, kızılca kıyamet

kıyamet alameti is. 1. Kıyametin kopacağını önceden gösteren belirtiler. 2. İçinde yaşanılan durumu beğenmeyenlerin kullandığı bir söz.

kıyamet günü is. din b. Kıyamet: "Memlekette, hemen herkes, kıyamet gününün gelip çattığına hükmetmiş ve akıbetten ümit kesmiş görünüyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

kıyas is. (kıya.s) Ar. kıyâs 1. Bir tutma, denk sayma. 2. Karşılaştırma, oranlama, mukayese. 3. dbl. Örnekseme: Birçok kelime türleri kıyasla yapılmıştır. 4. man. Tasım, kıyas etmek (veya eylemek) karşılaştırmak, mukayese etmek: Bu adamı başkalarıyla kıyas edemeyiz, kıyas kabul etmez iki şey arasındaki ayrımın çok fazla olduğunu belirtmek için kullanılan bir söz.

kıyasa muhalefet, kıyasımukassem

kıyasa muhalefet is. esk Kurala aykırılık.

kıyasen zf. (kıya:sen) Ar. kiyaseti esk 1. Kıyas edilerek, kıyas yoluyla. 2. Karşılaştırarak, oranlayarak, 3. Benzeterek.

kıyasımukassem is. Ar. kiyâs + mukassem man. esk. İkilem.

kıyasıya sf. (kıya'sıya) 1. Çok şiddetli, korkunç, müthiş. 2. zf. Canını yakmak, öldürmek amacıyla: "Bir dövüşmeyi müteakip bazen iki kişi, bazen iki saf arasında kıyasıya bir boğuşmadır başlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.

kıyasi sf. (kıya:si:) Ar. kıyâsı esk. 1. Uygulama ve benzetme ile elde edilen. 2. Kurala göre yapılmış, kurallı,

kıyaslama is. Kıyaslamak işi, mukayese, kıyaslama yapmak kıyaslamak: "Brüksel'de bir de Alman darlığı ile müttefiklerin ferahlığı ve rahatı arasında bir kıyaslama yapmaya fırsat buldum." -F. R. Atay.

kıyaslamak (-i, -le) Karşılaştırmak, oranlamak, örneksemek, mukayese etmek.

kıyaslanma is. Kıyaslanmak işi.

kıyaslanmak (nsz) Kıyaslama işi yapılmak, karşılaştırılmak.

kıydırma is. Kıydırmak işi.

kıydırmak (-i, -e) Kıyma işini yaptırmak.

kıygı is. 1. Haksızlık, gadir. 2. Zulüm.

kıygın sf. Mağdur.

kıygınlık, -ğı is. Mağduriyet.

kıyı is. 1. Kara ile suyun birleştiği yer: "Kandilli akıntısını geçiyoruz. İşte Küçüksu kasrı, kıyıda bembeyaz gülüyor." -Y. Z. Ortaç. 2. Kenar, uç: "Su kıyısında yıkanan güvercinler gibi silkindî." -N. Cumalı. 3. Sahil: "Karşıki kıyıda yün denkleri çıkaran gemiye haykırdık, işaretler ettik." -R. H, Karay. 4. mec. Issız, tenha yer. kıyıya atmak karaya çıkartmak veya sürüklemek: "Sular, sandalı kıyıya atıyordu." -R. H. Karay, kıyıya çıkmak karaya çıkmak, gemiden karaya inmek.

kıyı balıkçılığı, kıyı bucak, kıyı dili, kıyı tırmığı, kıyıda bucakta, kıyıda köşede

kıyı balıkçılığı is. den. Kıyıdan fazla uzaklaşmadan bir gün içinde avlanıp limana dönülme biçiminde yapılan avcılık.

kıyı bucak, -ğı is. Göze çarpmayan yer.

kıyıcı (I) is. 1. Kıyma işini yapan kimse: Tütün kıyıcısı. 2. sf. Acıma duygusu olmayan, başkalarına kıyasıya kötülük eden, gaddar, zalim.

kıyıcı (II) is. esk. Kıyılara vuran enkazı devletten aldığı izinle toplayan kimse.

kıyıcılık, -ğı is. Kıyıcı olma durumu, kıyıcılık etmek gaddarlık etmek, gaddarca davranmak.

kıyıda bucakta zf. Kıyıda köşede.

kıyıda köşede zf. Göze çarpmayan, umulmayan yerlerde, kıyıda bucakta, kıyıda köşede kalmak göze çarpmayan bir yerde unutulmuş olmak.

kıyıdaş sf. Aynı denizde kıyısı olan (ülke).

kıyı dili is. coğ. Bir körfezin önünü kapatan, denizle küçük bir bağlantısı kalabilen, kum ve çakıl karışımı birikinti, sahil kordonu.

kıyık, -gı (I) sf. Kıyılmış olan.

kıyık, -ğı (II) is. hlk. 1. İğne, kalın yorgan iğnesi. 2. Çuvaldız.

kıyılama ıs. Kıyılamak işi.

kıyılamak (nsz) Kıyı boyunca gitmek.

kıyıbk, -ğı is. Sayanın kenarlarını sağlamlaştırmak ve güzelleştirmek için dikilen şerit biçimindeki parça.

kıyılma is. Kıyılmak işi.

kıyılmak (nsz) 1. Çok ince ve küçük parçalar biçiminde doğranmak: Tütün kıyıldı. Et kıyıldı. 2. Kıyma işi yapılmak: Zavallıya nasıl kıyıldı? 3. mec. Ezilir, kıyılır gibi olmak: Açlıktan içim kıyılıyor.

kıyım is. 1. Kıyma işi. 2. Kıyılma biçimi: Bu tütünün kıyımı iri. 3. Görev yönünden kötü bir duruma sokma, haksızlığa uğratma.

iri kıyım, kıyım kıyım

kıyım kıyını zf. İnce ince.

kıyımlı sf. Herhangi bir biçimde kıyılmış cilan: İnce kıyımlı.

kıyımlık, -ğı sf. Bir defada kıyılacak miktarda olan: Bir kıyımlık tütün.

kıyın is. hlk. Güçlü bir kimsenin yasaya veya vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, zulüm.

kıyın kıyın

kıyın kıyın zf. hlk. Kıyıdan, gizli gizli.

kıyınma is. Kıyınmak işi.

kıyınmak (nsz) Ezilmiş veya kırılmış gibi bir duygu duymak: Midem kıyındı. Vücudum kıyındı.

kıyıntı is. 1. Açlık sebebiyle midede duyulan eziklik: Midemde bir kıyıntı var. 2. Herhangi bir sebeple vücutta duyulan kırıklık. 3. ince ince doğranmış küçük parça: Tahta kıyıntısı.

kıyış is. Kıyma işi veya biçimi.

kıyışma is. Kıyışmak işi.

kıyışmak (nsz, -le) 1. Karşılıklı sözleşmek, anlaşıp karar vermek. 2, Biriyle yarışmaya kalkmak: Sen onunla kıyışamazsın. 3. hlk. Yüreklilik göstermek, cesaret etmek.

kıyı tırmığı is. Buğdaygillerin hasadında yararlanılan tırmık benzen, dişleri metal ve sapı daha uzun olan, kayalar üzerindeki kökü zayıf deniz yosunlarının kıyı boyunca yapılan hasadında kullanılan bir alet.

kıyma is. 1. Kıymak işi. 2. Çekilmiş et. 3. hlk. Küçük kuşbaşı etlerden kavrularak yapılmış kışlık kavurma.

türkkıyması

kıymak, -ar (-i) 1. Çok ince ve küçük parçalar biçiminde doğramak: Eti kıymak. 2. (-e) mec. Acımadan vermek, esirgememek, feda etmek: "Beş altı kuruşa daha kıyarak sağlamca bir ip tedarik etti." -H. R. Gürpınar. 3. (-e) mec. Acımayıp öldürmek: Zavallıya nasıl kıydılar? 4. mec. Acımayarak büyük bir kötülük etmek, zulmetmek: "Ne yapayım, ben de ekmek istiyorum, hayatımı kazanıyorum, bana kıymayın." -H. E. Adıvar.

kurtkıyan

kıymalı sf. 1. İçinde kıyma bulunan (yemek). 2. is. İçinde kıyma bulunan gözleme, börek, pide vb. hamur işleri. 3. mec. İçinde kurt bulunan (meyve).

kıymalı börek, kıymalı ıspanak, kıymalı makarna, kıymalı pide, kıymalı yumurta

kıymalı börek, -ği is. Soğan ve çeşitli baharatlar katılmasıyla hazırlanan kavrulmuş kıymanın iç olarak kullanıldığı börek türü.

kıymalı ıspanak, -ğı is. İnce kıyılmış ıspanak, soğan, kıyma ve sıvı yağ ile hazırlandıktan sonra pirinç, salça ve tuz eklenen bir yemek türü.

kıymalık, -ğı sf. Kıyma yapmaya elverişli: Kıymalık et.

kıymalı makarna is. İçinde kavrulmuş kıyma bulunan makama yemeği.

kıymalı pide is. Etli pide.

kıymalı yumurta is. İçine kavrulmuş kıyma konularak hazırlanan yumurtalı yemek.

kıymasız sf. 1. İçinde kıyma bulunmayan (yemek): Kıymasız Ankara döneri. 2. İçinde kurt bulunmayan (meyve).

kıymet is. Ar. kıymet Değer: "Bir özleyiş ve bir korkudan sonra bayrağın kıymetini ne kadar daha başka, ne kadar daha yakından duyuyordum." -R. E, Onaydın, kıymetini bilmek önemini, değerini bilmek: "Güneş yalnız dirileri ısıtır. / Güneşin kıymetini bil."-O.Rifat.

nakdî kıymet, menkul kıymetler

kıymetlendirme is. Kıymetlendirmek işi.

kıymetlendirmek (-i) Değerlendirmek.

kıymetlenme is. Kıymetlenmek işi.

kıymetlenmek (nsz) Değerlenmek, değer kazanmak.

kıymetleşme is. Kıymetleşmek işi.

kıymetleşmek (nsz) Değerli duruma gelmek.

kıymetleştirme is. Kıymetleştirmek işi.

kıymetleştirmek (-i) Değerli duruma getirmek: Akşam, sokaktan geçenlerin gözlerine karanlıkların sürmesini çekiyor, her şeyi gölgelerle sararak kıymetleştiriyordu." -A. Ş. Hisar.

kıymetli sf. Değerli: "Zamanımızda kıymetli şeylerin muhafazası güçleşti." -B. Felek.

kıymetli evrak

kıymetli evrak is. Senet niteliğinde, bir hak bildiren evrak, önemli yazı, belge.

kıymetlilik, -ği is. Değerlilik.

kıymetsiz sf. Değersiz.

kıymetsizlik, -ği ıs. Değersizlik.

kıymettar sf. (kıymetta:r) Ar. kıymet + Far. -dar esk. Değerli: "O kıymettar elmaslar işte bu kadının hediyeleri îdi." -H. C. Yalçın.

kıymık, -ği is. Çok küçük ve sivri tahta, demir veya kemik parçası: Elime kıymık battı.

kıymıklı sf. Üzerinde veya içinde kıymık, bulunan: Kıymıklı tahta.

kıymıksız sf. Üzerinde veya içinde kıymık bulunmayan.

kıytırık, -ğı sf. argo Değersiz, bayağı, basit.

kıytırıklık, -ğı is. Kıytırık davranma.

kıyye is. Ar. kiyye esk. Yaklaşık 1,3 kg'lık ağırlık ölçüsü birimi, okka.

kız is. 1. Dişi çocuk: "Düşüncesi bu noktaya gelince birdenbire Azize'nin küçük kızını hatırladı." -H. E. Adıvar. 2. Bakire: "Bulursam namuslu bir kızla evleneceğim." -B, R. Eyuboğlu. 3. Evlenmemiş dişi insan. 4. İskambil kâğıtlarında kız resimli kâğıt: Karo kızı. 5. sf. Dişi: Kız kardeş. Kız evlat. 6. ünl. Dişi cinsten birine daha yaşlı biri tarafından kullanılan bir seslenme sözü. kız almak bir ailenin kızım gelin olarak kendi ailelerine katmak, kız beşikte (veya kundakta), çeyiz sandıkta kız daha beşikte (veya kundakta) iken çeyiz düzmeye başlamak gerekir, kız gibi 1) kıza benzeyen: Kız gibi oğlan. 2) utangaç; 3) argo çok güzel ve yeni: "Şimdi de kucağında evirip çevirdiği ingiliz malı, kız gibi, mavzerine bakıyor, gözlerini ondan ayırmıyordu." -T. Buğra, kız istemek bir kızı evlenmek için ana ve babasından veya yakınlarından istemek: "Sen kızı kandıraçaksın, sonra kaynananla gidip kızı isteyeceksin." -H. E. Adıvar. kız kaçırmak bir kızı kendinin veya ailesinin rızası olmadan alıp götürmek, kız vermek bir ailenin kızını bir başka aileye gelin etmek, kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar (veya varır) ya zurnacıya evlenme çağındaki kızı büyükleri uyarmazlarsa uygun olmayan birisiyle evlenir, (birinin) kızı kısrağı birinin ailesindeki kızlar ve kadınlar, kızım sana söylüyorum (veya dedim) gelinim sen işit 1 ) doğrudan doğruya kendisine söylenemeyen düşünce ve uyarıların, o kimsenin çok yakınma söylendiğinde kullanılan bîr söz; 2) herhangi birine dolaylı olarak söylenecek uyan söz konusu olduğunda kullanılan bir söz: "Yemekten sonra sürgün herifin aklım yoklamak için, kızım sana dedim, gelinim sen işit, demeye getirip sordu." -K. Tahir. kızını (veya evladını) dövmeyen dizini döver kızını, çocuğunu gerektiği gibi eğitmeyen, ileride çok pişman olur.

kız böceği, kızevi, kızkalbi, kız kardeş, kız kızan, kız kilimi, kız kurusu, kız kuşu, kızmemesi, kız oğlan, kız tavlası, kızlar ağası, kızlı erkekli, besleme kız, gelinlik kız, kız oğlan kız, kiralık kız, naylon kız, üvey kız, dayı km, denizkızı, deniz kızı, etkızt, emmi kızı, hata kızı, kapak kızı, maça kızı, sokak kızı, analıktık

kızak, -ğı is. 1. Kar veya buz üzerinde kayarak yol alan tekerleksîz taşıt. 2. den. Tersanelerde üzerinde gemi yapılan, onarılan veya gemiyi suya indirip sudan çıkarmaya yarayan ızgara. 3. Ağaç tablaların kamburlaşmaması için liflere dikey konumda açılan kanala geçirilen uzun parça. 4. Ambalajın dibine uzunluğuna çakılan, hem dip levhası elemanlarının tutturulmasım hem de ambalajın yerde kolayca kaymasını sağlayan kereste parçası, kızak yapmak taşıt fren görevini yerine getirdiği hâlde duramayıp kaymak, kızağa çekmek 1) gemiyi bakım, onanm için bir süre veya hiç kullanılmamak üzere kızağa almak; 2) mec. bir görevliyi etkin bir görevden alıp çalışmayı gerektirmeyen pasif bir işe vermek.

kızakla ma is. Kızaklamak işi.

kızakla m ak (nsz) Taşıt fren görevini yerine getirdiği hâlde kaymak, kızak yapmak.

kızaklık, -ğı is. Döşeme tahtalarının altına çaprazlama olarak konulan uzun ve yassı direklerden her biri.

kızamık, -ğı is. tıp Genellikle küçük yaşlarda görülen, kuluçka dönemi bir iki hafta süren, bulaşıcı, ateşli, ufak kızıl lekeler döktüren hastalık.

kızamıkçık, -ğı is. tıp Kızamığa benzeyen, ona göre hafif geçen döküntülü bir hastalık.

kızamıklı sf. Kızamığa yakalanmış: Kızamıklı çocuk.

kızan (I) is. kik. 1. Erkek çocuk. 2. Silahlı köy delikanlısı: "Kızanlarla köyün eşiğinde ertesi gün öğle vakti, Menderes köprüsündeki köpekleri tepelemeye ant içtik." -H. E. Adıvar. 3. Çoluk çocuk.

kız kızan

kızan (II) is. hlk. Dişi köpek, kedi gibi hayvanların çiftleşme isteği gösterdikleri durum veya zaman, kızana gelmek dişi kedi ve köpek erkek istemek,

kızanlık, -ğı is. Kızan olma durumu.

kızarık, -ğı sf. Kızarmış.

kızarıklık, -ğı is. Kızarık olma durumu.

kızarış is. Kızarma işi veya biçimi.

kızarma is. Kızarmak işi.

kızarmak (nsz) 1. Kırmızı veya ona yakın bir renk almak: "Nihat, yüzü kızarmış, alçak sesle söylendi." -P. Safa. 2. Bazı sebze ve meyveler olgunlaşmaya başlamak, olgunlaşmak: Domatesler kızardı. 3. Utanç, öfke vb. duyguların etkisiyle, kanın yüze hücumu sonucu yüz kırmızı bir renk almak: "Ben utancımdan kulaklarıma kadar kızardım. " -F. R. Atay. 4. Yiyecekler tavada kızgın yağ içinde veya ateşte kırmızilaşarak pişmek: "Sofrada tarhana çorbası, kızarmış tavuk, bulgur pilavı vardı." -Y. Kemal, zarıp bozarmak utanç, öfke vb. duyguların etkisiyle yüzü renkten renge girmek.

kızartı is. Kızarmış yer.

kızartıcı is. 1. Kızarmayı sağlayan, kızarmaya sebep olan şey. 2. mec. Karalayici, kirletici şey.

yüz kızartıcı

kızartılı sf. Kızartısı olan, kızarmış.

kızartılma is. Kızartılmak işi.

kızartılmak (nsz) Kızartma işi yapılmak: "Bir yerde köfte filan kızartılıyordu herhalde." -O. V. Kanık.

kızartma is. 1. Kızartmak işi. 2. Kızartılarak hazırlanmış yemek: Kabak kızartması. Patlıcan kızartması. 3. sf. Kızartılarak pişirilmiş: Kızartma et.

patlıcan kızartması

kızartmak (-i) 1. Kızarmasına sebep olmak: Güneş domatesleri kızarttı. 2. Kızgın yağda pişirmek.

kız böceği is. zool. Eklem bacaklıların kız böcekleri takımından, başı büyük, vücudu narin, zar kanatlı bir böcek (Libellula depressa).

kız böcekleri ç. is. zool. Örnek hayvanı kız böceği olan, kanatlan eşit, camsı, uçuşları sürekli ve hızlı, avcı böcekler takımı,

kızcağız is. Kendisine karşı şefkat ve acıma duyulan kız: "Narin bir kızcağızın yanındaki boş yere sokuldu. "-O. C. Kaygılı.

kızdırılma is. Kızdırılmak işi.

kızdırılmak (nsz) Kızdırma işine konu olmak veya kızdırma işi yapılmak.

kızdırma is. 1. Kızdırmak işi. 2. Üzüm çubuklarını köklendirmek için yere gömme, daldırma. 3. hlk. Yüksek vücut ısısı, ateş.

kızdırmak (-e) 1. Kızmasına sebep olmak, kızmasını sağlamak. 2. Isıtmak. 3. mec. Öfkelenmesine sebep olmak, öfkelendirmek, sinirlendirmek: "Onları kızdıracak bir kötülük mü yaptın?" -H. R. Gürpınar.

kızevi is. Evlilikte kız tarafı, kızevi naz evi kız tarafı nazlı olur.

kızgın sf. 1. Çok ısınmış, ısıtılmış veya kızdırılmış: "Kızgın bir demire dökülen damla iz bırakmaz, buhar olur." -C. Meriç. 2. Eş arayan (hayvan): Kızgın bir boğa. 3. mec. Kızmış olan, öfkeli, mütehevvir: "Hani Allah sizi inandırsın, bu kadar kızgın olmasaydım, korkardım." -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Kızışık, zorlu, sert, şiddetli.

kızgın bulut

kızgın bulut is. jeol. Yanardağlardan fişkınp yüksek ısıda su buhan ve başka gazlardan oluşmuş, içine kül ve lav karışmış bulut görünüşünde yığın.

kızgınlaşma is. Kızgınlaşmak işi.

kızgınlaşmak (nsz) Kızgın duruma gelmek.

kızgınlık, -ğı is. 1. Kızgın, ısınmış olma durumu. 2. Hayvanların çiftleşme isteği. 3. mec. Öfkeli olma durumu: "Zeyno'nun yüzündeki gerginlik garip bir biçimde arttı, gözlerinde kızgınlık, acı, belki de biraz hayret vardı." -H. E. Adıvar,

Kızık öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.

kızıl is. 1. Parlak kırmızı renk. 2. sf. Bu renkte olan: "Sular sarardı.,. Yüzün perde perde solmakta / Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta." -A. Haşim. 3, sf. mec. Aşın derecede olan: "Softalar arasında kızıl bir kavga kopmuştu." -F. R. Atay. 4. mec. Komünist. 5. tıp Genellikle küçük yaşlarda görülen, bulaşıcı, yüksek ateşli, kırmızı renkte geniş lekeler döktüren, kuluçka dönemi üç dört gün süren tehlikeli hastalık. 6. hlk. Altın.

kızılağaç, Kızılbaş, kızılboya, kızılcam, Kızılderili, Kızılelma, kızıl ısı, kızıl iblis, kızılkanat, kızılkantaron, kızıl kıyamet, kızılkök, kızılkurt, kızılkuyruk, kızıl ötesi, kızılsöğüt, kızıl su yosunları, kızılşap, kızılyaprak, kızılyara, kızıl yel, kızılyörük

kızılağaç, -cı is. bot. Gürgengillerden, dişi çiçekleri küçük ve sarımtırak, erkek çiçekleri püskül biçiminde olan, boyu 30 m kadar olabilen, kerestesi kolay işlenebilir bir ağaç, kızılsöğüt (Aînus).

Kızılbaş öz. is. Şii mezhebinin bir kolundan olan.

Kızılbaşlık, -ğı öz. is. Kızılbaş olma durumu.

kıılboya is. hlk. Kökboyası.

kızılca sf. 1. Kızıla çalan, az kızıl. 2, Aşın derecede, kızıl. 3. is. Kızıla çalan bir çeşit buğday.

kızılcadişi, kızılca kıyamet

kızılcadişi is. bot. 4-5 m yükseklikte, beyaz çiçekli bir ağaççık (Cormıs senguinea).

kızılca kıyamet is. Aşırı bir biçimde gürültülü çekişme, kavga, kızıl kıyamet, kızılca kıyamet kopmak kavga, gürültü olmak: "Bunlardan herhangi birisinin hizmetine girse kızılca kıyamet asıl o zaman kopar." -Y. K. Beyatlı.

kızılcık, -ğı is. bot. 1. Kızılcıkgillerden, yaprak açmadan çiçeklenen iri gövdeli bir ağaç (Cormıs mas). 2. Bu ağacın güzün olgunlaşan, kırmızı, tek çekirdekli, reçeli ve şerbeti yapılan, buruk bir tadı olan yemişi.

kızılcık reçeli, kızılcık şerbeti, kızılcık şurubu, kızılcık tarhanası

kızılcıkgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, çoğu iri gövdeli, yaklaşık on cinste toplanan yüz kadar türü olan bir bitki familyası.

kızılcık reçeli is. Kızılcık meyvesinden şeker katılarak yapılan ve genellikle ishale iyi gelen reçei.

kızılcık şerbeti is. Kızılcık meyvesinden yapılan bir tür şerbet.

kızılcık şurubu is. Kızılcık Özü ile hazırlanan içecek.

kızılcık tarhanası is. hlk. Kızılcık suyu ile yoğrularak yapılan tarhana.

kızılcam is. bot. 1. Uzun boylu bir çam türü. 2. Bir tür orman ağacı.

Kızılderili öz. is. (km'lderili) Amerika yerlisi.

Kızılelma öz. is. tar. 1. Osmanlılar tarafından Roma ve Viyana şehirleri için kullanılan sembolik ad. 2. Yeryüzündeki bütün Türkleri birleştirip büyük bir imparatorluk kurmayı amaç olarak alan ülkü.

kızılımsı sf. Rengi kızılı andıran, kızıla benzeyen, kızılımtırak.

kızılımtırak, -ğı sf. Kızılımsı.

kızıl ısı is. Temmuzun çok sıcak olan ikinci yansı.

kızılış is. Kızılma işi veya biçimi.

kızıl iblis is. Çok kötü ruhlu kimse.

kızılkanat, -di is. zool. Sazangillerden, yüzgeçleri kırmızı, 25-30 cm boyunda, eti kılçıklı bir tatlı su balığı (Scardinus eryhrophthalmus).

kızılkantaron is. bot, Kızılkantarongillerin örnek bitkisi olan, 10-50 cm yükseklikte, kırmızı çiçekli, karşılıklı yapraklı, sap ve yapraklan hekimlikte kullanılan, iki yıllık otsu bir bitki (Eryhraea centaurium).

kızıl kan ta rongîller ç, is. bot. İki çeneklilerden, kızılkantaron, acı yonca vb. cinsleri içine alan bir bitki familyası.

kızıl kıyamet is. Kızılca kıyamet.

kızılkök is. bot. Kökboyası.

kızılkurt, -du is. zool. At ve eşeklerin kaim bağırsaklarında yerleşip kanlarını emen kırmızı bir kurt.

kızılkuyruk, -ğu is. zool. Karatavukgillerden, kışın göçen, küçük, güzel bir kuş (Phoenicurus).

kızıllaşma is. Kızıllaşmak işi.

kızıllaşmak (nsz) Kızıl duruma gelmek.

kızıllık, -ğı is. 1. Kızıl olma durumu veya kızıl renkte yer: "Bir sabah kızıllığında / Yola çıkarım Uzunköprü'den." -O. V. Kanık. 2. Pudra, allık, düzgün. 3. Vücutta kızarmış yer, kızartı, 4. Güneş doğarken veya batarken oluşan hafif kızıl renk.

kızılma is. Kızılmak işi.

kızılmak (nsz) Kızma işi yapılmak, kızgın, öfkeli duruma gelmek.

kızıl ötesi is. fiz. Işık tayfında kırmızı alanın ötesindeki alanda yayılmış ısı ışınlarından oluşan, gözle görülmeyen ışınım, enfraruj.

kızılsöğüt, -dü ıs. bot. Kızılağaç.

kızıl su yosunları ç. is. bot. Denizlerin yaklaşık 200 m derinliklerinde yaşayan kırmızı renkli su yosunlan.

kızılşap w. 1. Açık eflatun renk. 2. sf. Bu renkte olan.

kızıltı is. 1. Bir yerden yansıyan hafif kızıl renk, solgun kızıl: "Bilirsin ki ciğer hastalığı çeken insanların yüzü daima bir kızıltı içindedir." -R. N. Güntekin. 2. sf. Bu renkte olan.

kızılyaprak, -ğı is. bot. Gülgillerden, yol kenarlannda biten, san çiçek açan bir bitki (Agrimonia eupatorium).

kızılyara is. hlk. Şirpençe.

kızıl yel is. hlk. Güneyden esen rüzgâr.

kızılyörük, -ğü is. hlk. Yılancık.

kızış is. Kızma işi veya biçimi.

kızışık, -ğı sf. Kızışmış olan, şiddetli.

kızışma is. Kızışmak işi.

kızışmak (nsz) 1. Yüksek bir dereceyi bulmak, çok ısınmak. 2. Bitkiler, ıslaklık ve mikropların etkisi altında çürürken ısınmak: Ot balyaları kızıştı. 3. Hayvan, eş isteme zamanı gelmek, kösnümek: Aygır kızıştı. 4. mec. Zorlu, sert, kızışık bir durum almak, şiddetlenmek, artmak: "Politika münakaşaları ve birbirine yapılan şakalar bazen dayaklı kavgalara meydan açacak derecede canlanıp kızışır." -R. N. Güntekin. 5. mec. Hızlanmak, hareketlenmek: "... oyun kızıştı mı kunduralarını atar, yalın ayak oynardı." -H. Taner.

kızıştırış is. Kızıştırma işi veya biçimi.

kızıştırma is. Kızıştırmak işi.

kızıştırmak (-i) 1. Kızışmasını sağlamak. 2. İsteklendirmek, gayret vermek.

kızkalbi is. bot. Şahteregillerden, kalp biçiminde pembe çiçekli bir süs bitkisi (Dicentra).

kız kardeş is. Bir kimsenin bayan kardeşi: "Kız kardeşinin çocuklarına elma şekeri almış." -R. H. Karay.

kız kızan is. Çoluk çocuk, ev halkı.

kız kilimi is. Göçebe kızların işledikleri süslü çeyizlik kilim.

kız kurusu is. alay Evlenmemiş yaşlı kız.

kız kuşu is. zool. Yağmur kuşugillerden, uzunluğu 34 cm olan, eti yenebilen, başı sorguçlu, koyu yeşilimsi renkte esmer, küçük bir kuş (Vanellus vanellus).

kızlar ağası is. tar. Osmanlı sarayındaki harem ağalarının başı.

kızlı erkekli sf. 1. Kız erkek karışık. 2. zf. Kız erkek karışık olarak.

kızlık, -ğı is. 1. Cinsel ilişkide bulunmamış bayanın durumu, erdenlik, bakirlik, bekâret, bikir. 2. sf. Bir kadının evlenmeden önceki yaşantısıyla ilgili, o döneme özgü: "İşte bu onun kızlık odası." -M. Ş. Esendal, 3. hlk. Üvey kız.

kızlık zarı

kızlık zarı is. anal. Cinsel ilişkide bulunmamış kızların döl yolunu kısmen kapayan zar, himen.

kızma is. Kızmak işi: "Şimdi artık kızma sırası bana gelmişti." -R. N. Güntekin.

kızmabirader is. Zarla oynanan, karelerde taş yürütüp çeşitli engellerle dolu karelerden oluşan yolu bir an önce bitirmeye dayanan bir tür oyun.

kızmaca is. Kızmaya, öfkelenmeye dayanan davranış: "Vapur bir saat sonra burada dedikleri hâlde on bir saat sonra gelirse kızmaca yok." -B. R. Eyuboğlu.

kızmak, -ar (nsz) 1. Isıtılan veya ısınan bir nesnenin sıcaklığı çok artmak: Taşlar güneşten kızmıştı. 2. At, eşek vb. hayvanlar çiftleşmek istemek, kösnümek. 3. Dişi kuşlar zamanı gelip kuluçkaya yatma isteği göstermek. 4. mec. Öfkelenmek, sinirlenmek: "Tamamıyla bir Fransız olduğumu anlayınız da şapka giydiğime kızmayınız, olur mit?" -Ö. Seyfettin, kızıp durmak sürekli olarak kızmak ve söylenmek: "Tatmin olmamış bir sanatçı öfkesiyle eski arkadaşlarına kızıp duruyordu." -Ç. Altan.

kızmabirader

kızmemesi is. hlk. 1. Altıntop, greyfurt. 2. Bir tür şeftali.

kız oğlan is. Bakire.

kız oğlan kız

kız oğlan kız is. Bakire.

kız tavlası is. Belli bir düzene göre sıralanmış pulların gelen zara göre önce kendi hanesinde yayılması ve sonra toplanmasıyla oynanan tavla oyunu.