ke

ke is. Türk alfabesinin on dördüncü harfinin adı, okunuşu.

kebap, -bı is. Ar. kebâb 1. Doğrudan doğruya ateşte veya kap içinde susuz olarak pişirilmiş et: "Oradan ayrılınca hemen çarşıya koşar, sıcak bir ekmek alır, içini kebapla doldurur, anama götürürdüm." -H. E. Adıvar. 2. Kızartma, çevirme veya kavurma yoluyla hazırlanan her türlü yiyecek: Kestane kebabı. Patlıcan kebabı. 3. sf. Kavrulmuş, kızarmış: Kebap mısır. 4. sf. mec. Yanmış, yanık.

döner kebap, şiş kebap, yoğurtlu kebap, Adana kebabı, bostan kebabı, buğu kebabı, cağ kebabı, çoban kebabı, çömlek kebabı, çöp kebabı, fırın kebabı, kâğıt kebabı, kuyu kebabı, Manisa kebabı, Oltu kebabı, orman kebabı, patlıcan kebabı, sac kebabı, talaş kebabı, tandır kebabı, tas kebabı, testi kebabı, Tokat kebabı, Urfa kebabı, yufka kebabı

kebapçı is. 1. Kebap yapıp satan kimse. 2. Kebap yenilen veya satılan yer.

ciğer kebapçısı

kebapçılık, -ğı is. Kebapçı olma durumu.

kebaplı sf. Kebabı olan, içine kebap konulmuş olan.

kebaplık, -ğı sf. Kebap yapılmaya elverişli, kebap yapılmak için ayrılmış: Kebaplık et.

kebe is. ît. cappa Kısa kepenek: "Eşek gitti. Üstünde yeni kebe de vardı." -M. Ş. Esendal.

kebere is. Lat. capra bot. Gebre otu.

kebir sf. Ar. kebîr esk. 1. Büyük, ulu. 2. Yaşça büyük, yaşlı.

defterikebir, devrikebir, sefirikebir

kebze is. hlk. Kürek kemiği.

kebzeci is. Koyunların kürek kemiğine bakarak gelecekten haber verdiğini ileri süren kimse.

-keç bk. -gaç / -geç vb.

keçe is. 1. Yapağı veya keçi kılının dokunmadan yalnızca dövülmesiyle elde edilen kaba kumaş: "Belki on aile keçelerden, kilimlerden çergelerini meyve ağaçlarının altlarına kurdular." -Ö. Seyfettin. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan: "Keçe çadırların içi biraz ısmsın diye, yerlere kilimlerin üstüne ayrı postları serilmişti." -H. Araz. 3. Yere serilen halı, kilim vb. yünlü döşemelik: Yaz geldi, keçeleri kaldırmalı, keçe külah etmek aldatmak, kandırmak, keçe külah olmak esk. ordudan veya resmî görevden çıkarılmak: "Askerde, vüzera, rical dairelerinde 'keçe külah olmak' kıyafeti soyulup tardedilmek demek idi." -A. Rasim. keçesini sudan çıkarmak güç olan bir işi, durumu yoluna koyarak rahatlamak, keçeyi suya atmak ar ve namusu hiçe saymak.

tepme keçe

keçeci is. Keçe yapan veya satan kimse.

keçecilik, -ği is. Keçe yapma veya satma işi.

keçeleme is. Keçelemek işi.

keçelemek (-i) 1. Bir nesneye keçe geçirmek. 2. Metal bir yüzeyi keçeyle parlatmak.

keçelenme is. Keçelenmek işi.

keçelenmek (nsz) Keçeleşmek.

keçeleşme is. Keçeleşmek işi.

keçeleşmek (nsz) 1. Telleri birbirinin içine girip kanşarak ayrılmaz olmak. 2. Deri pürüzlü duruma gelmek, keçe gibi olmak. 3. mec. Vücudun bir yeri uyuşup duyarlığı azalmak.

keçeleştirme is. Keçeleştirmek işi.

keçeleştirmek (-i) Keçeleşmesine yol açmak.

keçeli sf. Keçesi olan.

keçi is. 1. zool. Geviş getirenlerden, eti, sütü, derisi ve kılı için yetiştirilen, memeli evcil hayvan (Capra hircus). 2. zool. Bu hayvanın dişisi. 3. sf. mec. İnatçı, keçileri kaçırmak delirmek veya bir bunalım içinde bulunmak, keçiye can kaygısı, kasaba et (veya yağ) kaygısı başkasının büyük zararı karşısında kendi küçük yararım düşünenler için sitem olarak söylenen bir söz. keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur gözü doymayan hırslı insanlar küçük bir çıkar için bütün varlığını tehlikeye atar.

keçiboynuzu, keçi inadı, keçi kömüreni, keçi mantarı, keçimemesi, keçi postu, keçisağan, keçi sakal, keçisakalı, keçisedefi, keçi söğüdü, keçitırnağı, keçi yemişi, keçi yolu, karakeçi, Ankara keçisi, dağ keçisi, günah keçisi, kıl keçisi, Maltız keçisi, tiftik keçisi, yaban keçisi

keçiboynuzu is. bot. 1. Baklagillerden, kerestesi marangozlukta, kabuklan tabaklıkta kullanılan bir ağaç, harnup (Ceratonia siligua). 2. Bu ağacın baklaya benzer, şekerli yemişi, harnup, keçiboynuzu gibi işi çok, verimi az olan.

keçi inadı is. Bir türlü yumuşamayan, vazgeçilmeyen, sürdürülen inat.

keçi kömüreni is. hlk. Yapraklan soğan yerine kullanılan bir tür yaban sarımsağı.

keçiler ç. is. zool. Keçileri ve çeşitli koyun türlerini içine alan, dağlık, kayalık yerlerde yaşayan, hafif yapılı, çevik, geviş, getiren hayvanlar sınıfı.

keçileşme is. Keçileşmek işi.

keçileşmek (nsz) İnadı tutmak.

keçilik, -ği is. İnatçılık, keçilik etmek inat etmek.

keçi mantarı is. bot. Akmantar.

keçimemesi is. bot. Sert kabuklu, iri taneli, uzunca, beyaz veya kırmızımsı bir çeşit üzüm.

keçi postu is. Keçinin derisinin terbiye edilmesi ile yapılan post.

keçisağan is. zool. Çobanaldatan.

keçi sakal sf. Sakalı yalnız çenede sivri ve seyrek olarak bulunan (kimse).

keçisakalı is. bot. 1. Ladengillerden, çayırlarda, nemli yerlerde yetişen, topraklan mızraksı ve çizgili, çiçekleri mavimtırak veya mor renkte laden bitkisinin bir türü, keçisedefi (Cistus creticus). 2. Gülgillerden, beyaz veya pembe çiçekli, bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen bir ağaççık, erkeçsakalı, çayırmelikesi (Spiraea aruncus).

keçi sakallı sf. Keçi sakalı olan.

keçi sakalhlık, -ğı is. Keçi sakallı olma durumu.

keçisedefi is. bot. Keçisakalı.

keçi söğüdü is. bot. Bataklıklarda ve nemli ormanlarda çok bulunan bir söğüt türü (Salix caprea).

keçitırnağı is. Kesici ağzı üçgen biçiminde olan oyma kalemi.

keçi yemişi is. bot. Yaban mersini.

keçi yolu is. Engebeli yerlerden gelip geçenlerin ayak izlerinden oluşan, tekerlekli araç işlemeyen dar yol, çığır, patika.

keder is. Ar. keder Acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ıstırap, tasa: "Ya hasta yahut bir kederi var." -H. E. Adıvar. keder çekmek acı duymak, ıstırap çekmek, keder vermek üzüntü vermek, kederlendirmek, tasalandırmak.

keyfekeder

kederlendirme is. Kederlendirmek işi.

kederlendirmek (-i) Keder, üzüntü duymasına yol açmak, acı vermek.

kederleniş is. Kederlenme durumu.

kederlenme is. Kederlenmek işi.

kederlenmek (nsz) Kederli olmak, üzülmek, tasalanmak, mükedder olmak.

kederli sf Acılı, üzüntülü, mükedder: "Solgun, güzel ve kederli yüzünü buruşturarak anlatmaya başladı." -Ö. Seyfettin.

kedersiz sf. Acısız, üzüntüsüz.

kedersizlik, -ği is. Kedersiz olma durumu.

kedi is. zool. Kedigillerden, köpek dişleri iyi gelişmiş, kasları çevik ve kuvvetli evcil veya yabani, küçük memeli hayvan (Felis domesticus): Evcil kedi. Ankara kedisi. Van kedisi, kedi ciğere bakar gibi bakmak (veya süzmek veya seyretmek) imrenerek bakmak: "Derin bir hayranlıkla gözlerini kıza kaptırmış, kedi ciğere bakar gibi süzüp duruyordu." -H. R. Gürpınar, kedi gibi uysal ve sokulgan, kedi gibi dört ayak üzerine düşmek en güç durumdan zarar görmeden kurtulmak, kedi ile harara (veya çuvala) girmek geçimsiz biri ile iş birliği yapmak, kedi ile köpek gibi birbirleriyle geçinemeyen, anlaşamayan kimseler için söylenen bir söz. kedi (veya eti) ne, budu ne? 1) yaşı küçük; 2) imkânları, gücü sınırlı, parası az. kedi olalı bir fare tuttu en sonunda bir iş başarabildi, kedi yavrusunu yerken sıçana benzetir yolsuz olduğunu bildiği bir işi yaparken kendini mazur göstermek için bahane uydurur, kedi yetişemediği (veya uzanamadığı) ciğere pis (veya murdar) dermiş elde edemeyecekleri şeyi hor göstermeye kalkışanlar için söylenen bir söz. kedinin boynuna ciğer asılmaz bir kimseye, kullanıp zarar vereceği, kendine mal edip ortadan kaldıracağı şey emanet edilmez, kediye peynir (veya ciğer) ısmarlamak güvenilmeyecek birine saklaması için bir şey bırakmak.

kediayağı, kedi balı, kedi balığı, kedibastı, kedidili, kedigözü, kedi nanesi, kedi otu, kediyaladı, Ankara kedisi, bozkır kedisi, denizkedisi, külkedisi, mart kedisi, Van kedisi, yaban kedisi

kediayağı is. bot. Bileşikgillerden, süs bitkisi olarak da yetiştirilen, beyazımsı, yumuşak, sık tüylü bir bitki (Antennaria dioica).

kedi balı is. Erik, kayısı vb. ağaçlardan sızan bir çeşit zamk.

kedi balığı is. zool. Kedi balığıgillerden,' dişleri ve solungaç yarıkları küçük bir balık (Scyiliorhinus canicula).

kedi balığıgiller ç. is. zool. Balıklar sınıfının köpek balıkları takımını içine alan bir familya.

kedibastı is. Bütün yüzeye tutkal sürmeyi gerektirmeyen işlerde, fırçayı aralıklı bastırarak tutkal sürme işi.

kedidili is. Genellikle dondurmanın yanında yenilen bir tür tatlı bisküvi.

kedigiller ç. is. zool. Kedi, aslan, kaplan, pars vb. hayvanları içine alan etçil memeli hayvanlar sınıfı.

kedigözü is. 1. Taşıtların arkasındaki kırmızı renkli işaret lambası. 2. Yollarda ışık vurduğu zaman parlayan trafik işareti.

kedi nanesi is. bot. Ballıbabagillerden, kırlarda yetişen, kedilerin kokusundan çok hoşlandığı bir bitki, yaban sümbülü (Nepeta cataria).

kedi otu is. bot. İki çeneklilerden, kök sapı hekimlikte kullanılan bir bitki (Valeriana).

kedi otugiller ç. is. bot. Yaprakları sapsız olan otsu bitkileri, seyrek olarak da çalı durumundaki bitkileri kapsayan bitişik taç yapraklı, iki çenekli bitkiler familyası.

kediyaladı is. Kadife veya tiftikten yapılmış bir ürünün yüzeyine verilen şekil,

kefal, -li is. Yun. zool. Kefalgillerden, orta büyüklükte, çok pullu, küt başlı, gümüş renkte, beyaz etli bir balık (Mugil cephalus).

akkefal, uçan kefal, uçar kefal, tatlı su kefalı

kefalet is. (kefa:let) Ar. kefalet huk. Birinin borcunu ödememesi veya verdiği sözü yerine getirmemesi durumunda bütün sorumluluğu üzerine alma durumu, kefillik: "O zamanlarda her sene kefaletleri yüzünden bin lira, iki bin lira ödemek mecburiyetinde kalınmış." -K. Ş. Hisar.

kefalet mektubu, kefaletname, kefalet senedi

kefaleten zf. (kefa:'leten) Ar. kefâleten esk. Kefalet yoluyla.

kefalet mektubu is. tic. Bir işin yapılması için birisinin kefil olduğunu, güvence verdiğini belirten belge.

kefaletname is. (kefa:letna:me) Ar. kefalet + Far. nâme Bir kimsenin kefil olduğunu gösteren belge, kefillik kâğıdı.

kefalet senedi is. tic. Gemi veya malın salıverilmesi ve serbest bırakılması için verilen belge.

kefalgiller ç. is. zool. Kefallerle onlara yakın türleri kapsayan kemikli balıklar familyası.

kefaller ç. is. zool. Kefalgiller, kum balığıgiller, cennet balığıgiller, uskumrugiller familyalarını içine alan kemikli balıklar takımı.

kefaret is. (kefa:ret) Ar. keffâret din b. 1. Bir günahı Tanrı'ya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka veya tutulan oruç. 2. Diyet: "Onu sevmek bile hayatımın kefareti oluyor. " -A. Gündüz, (bir şeyin) kefaretini ödemek cezasını çekmek: "Bunu yapan günün birinde er geç bu günahın kefaretini ödeyecektir." -H. Taner.

kefe (I) is. Ar. kejfe Terazi gözlerinden her biri.

kefe (II) is. hlk. Semercilerin kullandığı bir tür araç.

kefek, -ği is. hlk. Kefeki.

kefeki is. min. 1. Yapılarda kullanılan açık renkli, delikli, hafif, işlenmesi kolay, ateşe dayanıklı bir tür taş. 2. Diş taşı. kefeki tutmak küflenmek, kefekiye dönmek delik deşik olmak.

kefeleme is. Kefelemek işi.

kefelemek (-i) Atı kefe (II) ile silip tüylerini parlatmak.

kefeli sf. Kefesi olan.

kefen is. Ar. kefen Ölünün.gömülmeden önce sarıldığı beyaz bez, yakasız gömlek, yakasız mintan: "Gül değil, arkasında kanlı kefen / Sen misin, sen misin garip vatan?" -N. Kemal, kefeni boynunda olmak her an ölümü göze almak, kefeni yırtmak ağır bir hastalıkta ölüm tehlikesini atlatmak, kefenin cebi yok "ölürken mal veya para götürülmez" anlamında cimrileri eleştirmek için söylenen bir söz.

kefen soyucu

kefenci is. 1. Cenaze gereçleri satan kimse. 2. sf. argo Zorba.

kefenleme is. Kefenlemek işi veya durumu.

kefenlemek (-i) Ölüye kefen sarmak, tekfin etmek.

kefenleyiş is. Kefenleme işi veya biçimi.

kefenli sf. 1. Kefene sarılmış. 2. zf. Kefene sarılarak.

kefenlik, -ği sf. Kefen olarak kullanılmaya elverişli (bez): Kefenlik kumaş.

kefenlik para

kefenlik para is. Ölüm durumunda gerekli masrafların görülmesi için ayrılmış para: "Ellerinde avuçlarında olanı toparladılar, kefenlik paralarım sandıktan çıkardılar." -E. Bener.

kefensiz sf. 1. Kefene sarılmamış: "Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı / Düşün altındaki binlerce kefensiz yafam." -M. A. Ersoy. 2. zf. Kefene sarılmadan: Kefensiz gömülmüş.

kefen soyucu is. Mezar soyguncusu.

kefere ç. is. Ar. kefere esk. Müslüman olmayanlar, kâfirler: "Kefereye aldırmayın, hâlden anlar heriflerdir." -P. Safa.

kefesiz sf. Kefesi olmayan.

kefil is. Ar. kefil Borcunu ödemeyenin veya verdiği sözü yerine getirmeyenin bütün sorumluluğunu üzerine alan kimse: "Her hâllerine ben kefilim diyordu." -H. R. Gürpınar, kefil göstermek bir iş için gerekli olan kefili bulmak, kefil olmak borçlu borcunu ödemediğinde veya bir kimse verdiği sözü yerine getirmediğinde bütün sorumluluğu üzerine almak: "Kefil olmak istediğiniz adamı evvela benden soracaksınız." -A. Ş. Hisar.

müteselsil kefil

kefillik, -ği is. huk. Kefalet.

ketin is. bk. kefen.

kefir is. Kafkas dillerinden. Özel bir maya mantarıyla keçi veya inek sütünün mayalanmasıyla hazırlanan ekşi içecek.

kefiye is. Ar. kefiyye esk. Arapların kullandığı ve omuzlan da örten, püsküllü erkek baş örtüsü.

kefne is. Çuvaldız veya kalın iğne ile iş işleyen kimsenin eline geçirdiği demirli kayış.

kehanet is. (kehcr.net) Ar. kehânet Bir olayın gerçekleşeceğini önceden bilme, kâhinlik. kehanette bulunmak kâhinlik etmek: "Bunu belirtirken bir kehanette bulunmuş olmuyordum. " -Y. K. Karaosmanoğlu.

Kehkeşan is. (kehkeşam) Far. kehkeşân astr. esk. Samanyolu,

kehle is. Ar. kehle esk. Bit: "Günah kirli, kehle yüklü / Çamaşırlarımı yudum." -A. M. Dranas.

kehribar is. Far. kehrubâ 1. Süs eşyası yapımında kullanılan, açık sandan kızıla kadar türlü renklerde, yarı saydam, kolay kırılır ve bir yere hızlıca sürtüldüpnde hafif cisimleri kendine çeken, fosilleşmiş reçine, samankapan, kılkoparan: "Önümdeki kutuda elmas, akik, zümrüt, necef, sedef, kehribar vesaire gibi_ yüz kadar küçük küçük taşlar vardı." -Ö, _ Seyfettin. 2. sf. Bu reçineden yapılmış: "İki aydır kayıp sarı kehribar tespihini görünce sevindi." -N. Cumalı. kehribar gibi sapsarı, koyu sarı: "Üstelik tütünler kehribar gibiydi bu yıl." -N. Cumalı.

kehribar balı

kehribar balı is. Sarı ve saydam bal.

kehribarcı is. Kehribardan tespih, ağızlık vb. şeyler yapan veya satan kimse: "Ben babamla, annemle gittiğimiz siyah kehribarcıları şimdi bîr masal gibi hatırlıyorum." -A. H. Tanpınar.

kek is. İng. cake 1. Ana maddeleri yumurta, un ve şeker olan, içerisine kuru üzüm, kakao, fındık vb. konularak fırında pişirilen tatlı çörek. 2. Tane ve tohumların, etin, balığın yağını veya diğer sıvılarını çıkarmak için mekanik sıkılmalarıyla oluşan fiziksel fonu.

çaylı kek, kakaolu kek, peynirli kek, sade kek, üzümlü kek

keka ünl. (ke'ka:) Keyifli bir durum anlatılırken "ne güzel, ne iyi" anlamlarında söylenen bir söz.

keke sf. hlk. Kekeme.

kekeç, -ci sf. hlk Kekeme.

kekeleme is. Kekelemek işi.

kekelemek (nsz) 1. Damak sesleriyle başlayan kelimeleri ve heceleri tekrarlayarak ve keserek konuşmak. 2. mec. Ne söyleyeceğini şaşırıp kelimeleri birbirine karıştırmak: "Bir şey söylemek istedim, bulamadım, kekeliyordum. " -R. H. Karay.

kekeleyiş is. Kekeleme işi veya biçimi.

kekelik, -ği is. Kekemelik.

kekeme sf. Damak sesleriyle başlayan kelimeleri ve heceleri tekrarlayarak birdenbire söyleyen ve keserek konuşan, keke, kekeç: "Arabacı yirmi beş yaşlarında delişmen, dili biraz kekeme bir oğlan." -M. Ş. Esendal.

kekemeleşme is. Kekemeleşmek işi.

kekemeleşmek (nsz) Kekeme durumuna gelmek.

kekemelik, -ği is. Kekeme olma durumu, rekâket.

kekik, -ği is. bot. Ballıbabagillerden, karşılıklı küçük yapraklı, beyaz, pembe, kırmızı başak durumunda çiçekleri olan ve çiçeği bahar gibi kullanılan, odunsu saplı, kokulu bir bitki (Thymus vulgaris): "Bütün Çamlıca'yı bir kekik kokusu içinde duyardık." -A. Ş. Hisar.

kekik yağı, bahçe kekiği, Girit kekiği, İstanbul kekiği, yayla kekiği

kekikli sf. Üzerine veya içine kekik konulmuş olan: Kekikli pirzola.

kekik yağı is. Kekikten elde edilen ve genellikle geleneksel halk tedavisinde kullanılan kokulu yağ.

keklik, -ği is. 1. zool. Sülüngillerden, güvercin büyüklüğünde, eti için avlanan, tüyü boz, ayaklan ve gagası kırmızı renkte bir kuş (Perdrix): "Yediği çilek ve çiğdem, ninnisi kaval ve bülbül, arkadaşı turna ve keklik imiş." -R. H. Karay. 2. mec. Alımlı, güzel kadın, keklik gibi güzel, alımlı, hareketli: "Bir gün evvel keklik gibi seken dipdiri bir insan, bir gün sonra kargabüken yemiş gibi kıvrılmış yatıyor." -R. N. Güntekin,

çantada keklik, kınalı keklik, yaban kekliği

kekre sf. Tadı acımtırak, ekşimsi ve buruk olan.

kekrelik, -ği is. Kekre olma durumu.

kekremsi sf. 1. Tadı az kekre olan: "Buzlaşmış, hafifçe kekremsi birayı büyük bîr zevk duyarak içti." -C. Uçuk. 2. Genzi yakan, buruk (koku): "Bu kekremsi kokunun dimağa tesirini bu semtte yatıp kalkanlar bilirler." -H. R. Gürpınar. 3. Suratı asık, yüzü gülmeyen (kimse).

kekremsilik, -ği is. 1. Kekremsi olma durumu. 2. mec. Asık suratlı olma, yüzü gülmeme: "Neyse yüzünün ve sesinin burukluğu çok sürmedi, çabuk geçti kekremsilik." -Y. Z. Ortaç.

kel is. Far. kel 1. Vücudun kıllı yerlerinde üreyen bir tur mantarın, kılların dökülmesine yol açtığı bulaşıcı bir hastalık. 2. sf. Saçı dökülmüş olan (kimse). 3. sf. mec. Çıplak (doğa), yapraklan dökülmüş (bitki): "Yükselip alçalıyor, kel tepelerin etrafım dönüyordu." -S. F. Abasıyanık. 4. sf. mec. Gelişmemiş, cılız (bitki): Kel bir ağaç. 5. sf. mec. İçinde az eşya bulunan, kel başa şimşir tarak birçok gereksinim varken gereksiz özenti ve gösterişi belirten bir söz. kel ölür, sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur. (birinin) keli görünmek tkz. kusuru ortaya çıkmak, keli kızmak çok sık öfkelenmeyeler, öfkelenmek, keli körü toplamak işe yaramaz kimseleri toplamak. kelin merhemi olsa başına sürer (veya ke-. lin medarı olsa kendi başında olur) kendi işini halledemeyen kişiden aynı durum için yardım alınamaz: "Hekimler ne bilirmiş? Kelin medarı olsa kendi başında olur. Onlar ölmeyecek mi?" -H. R. Gürpınar.

kelaynak, kel kâhya, keloğlan

kelalaka ünl. (kelalâ:ka) Fr. quel + Ar. 'alâka argo "Hiç ilgisi yok, ne ilgisi var" anlamlarında kullanılan bir söz.

kelam is. (kelâ:m) Ar. kelâm esk. 1. Söz: "Mecliste arif ol kelamı dinle/ El iki söylerse sen birin söyle." -Karacaoğlan. 2. Söyleyiş biçimi, söyleme. 3. din b. Tanrı'nın varlığını ve İslam dininin doğruluğunu konu edinen bilim.

Kelamıkadim, kelamıkibar, edebikelam, hasılıkelam, velhasılıkelam, dünya kelamı

Kelamıkadim öz. is. (kelâ:mıkadi:m) Ar. kelâm + kadim din b. Kur'an-ı Kerim, Kur'an.

kelamıkibar is. (kelâ:'mıkiba:r) Ar. kelâm + kibar esk. Özdeyiş.

kelaynak, -ğı is. zool. Leylekgillerden, yeryüzünde yalnız Birecik'te, Fırat vadisini çeviren kayalarda yaşayan, başı tüysüz, soyu tükenme tehlikesi altında olan, uzun gagalı bir kuş (Geronticus eremita).

kele is. hlk. Boğa, tosun, keleye çekmek ineği boğa ile cinsel ilişkide bulundurmak, boğaya çekmek.

kelebek, -ği is. 1. zool. Pul kanatlılardan, vücudu, kanatlan ince pullarla ve türlü renklerle örtülü, dört kanatlı, çok sayıda türleri olan böceklere verilen genel ad: "Kelebek gibi uçmada ruhumuz / Barış dolu bu yıldız bahçesinde." -A. M. Dranas. 2. sf. Biçim olarak bu böceklere benzeyen: "Kaymakam Bey jaketataylı, kelebek kravatlıdır. " -T. Buğra. 3. zool. Geviş getiren hayvanların karaciğerlerinde yerleşip en çok öd yollarım tıkayan bir cins asalak hayvan ve bu hayvanın sebep olduğu hastalık. 4. tek. Vida, somun vb. nesnelerde kolayca çevrilmeye yarayan kelebek biçimindeki bölüm.

kelebek camı, kelebek çiçeği, kelebek gözlük, kelebek otu, akkelebek, kuyruktu kelebek, bal kelebeği, ipek böceği kelebeği

kelebek camı is. Otomobilde ön kapı penceresinde ekseni çevresinde dönerek açılabilen veya sabit bulunan küçük cam.

kelebek çiçeği is. bot. İki çeneklilerden, aydınlık oda ve salonlarda zengin renkli ve çok dallı bir süs bitkisi.

kelebek gözlük, -ğü is. Burundan tutturularak kullanılan sapsız gözlük, kıskaç gözlük,

kelebekler ç. is. zool. Pul kanatlılar.

kelebek otu is. bot. Bir cins yaban yoncası.

keleci is. esk. Öz veya kusursuz, düzgün söz: "Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz / Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz." -Yunus Emre.

kelek, -ği ir. 1. bot. Olgunlaşmamış, ham kavun. 2. Irmaklarda işleyen ve şişirilmiş tulumlar üzerine kurulan bir çeşit sal. 3. sf. Yer yer çıplaklığı veya boşluğu olan: Kelek mısır. 4. sf. Kılsız: Kelek tulum. 5. sf. argo Aptal, kelek atmak argo birisini beklemediği anda hile ve dalavere yaparak zarara sokmak, kelek yapmak argo oyunbozanlık etmek.

keleklik, -ği is. 1. Kelek olma durumu. 2. argo Aptallık, keleklik etmek görgüsüzlük, bilgisizlik nedeniyle karşısındakinin gerçek amacını anlayamamak.

kelem is. Far. kelem hlk. Lahana.

keleme sf. hlk. 1. Sürülmeden bırakılmış (tarla), 2. Bakımsız bırakılmış (bağ veya bahçe): "Bahçesi yeniden keleme olmuş, duvarları da yıkılmış yahut komşular yıkmışlar ki hayvanlar otlasın." -M. Ş. Esendal.

kelep, -bi is. hlk. 1. Büyük iplik çilesi. 2. Bağlam, demet.

kelepçe is. Far. kelebçe 1. Tutukluların kaçmasını önlemek için bileklerine takılan, bir zincirle tutturulmuş demir halka: "Kafile, kelepçe, zincir ve pranga sesleri ile meydanı geçti." -F. R. Atay. 2. tek. Kablo, boru vb. şeyleri bir yere bağlı tutmak için kullanılan halka veya kelebek, kelepçe vurmak (veya takmak veya kelepçeye vurmak) bileklere demir halka geçirmek.

hırsız kelepçe, boru kelepçesi, iskele kelepçesi

kelepçeleme is. Kelepçelemek işi.

kelepçelemek (-i) Kelepçe takmak: "Yahut kendisim zorla kelepçeleyerek gönderirim."-A. Gündüz.

kelepçelenme is. Kelepçelenmek işi.

kelepçelenmek (nsz) Kelepçeleme işi yapılmak.

kelepçeli sf. 1. Kelepçesi olan. 2. Bileklerine kelepçe takılmış olan. 3. zf. Kelepçe takılı olarak.

kelepçesiz sf. 1. Kelepçesi olmayan. 2. zf. Kelepçe takılı olmadan.

kelepir is. Değerinden çok aşağı bir fiyatla alınan veya alınabilecek olan şey, okazyon: "Ben akıllı olmasaydım, bu kelepiri elden kaçırırdım." -A. Gündüz, kelepir yakalamak bir şeyi çok ucuza almak, kelepire konmak bir şeyi çok ucuza almak.

kelepirci is. Her şeyi kelepir olarak ele geçirmek isteyen kimse.

kelepircilik, -ği is. Kelepircinin işi.

kelepleme is. Keleplemek işi.

keleplemek (-i) hlk. İpi çile yapmak: "Yün boyayanlar, eğrilmiş deve yününden kelepleyip, boya kazanma daldırıp ağaçlara asıyorlar." -N. Araz.

kelepser is. Far. kelebser Atın başvurmasını engelleyen kayış.

keler is. zool. Sürüngenler sınıfının kelerler takımından olan hayvanların genel adı: Alaca keler. Yeşil keler.

keler balığı, kaya keleri, su keleri

keler balığı is. zool. Kelergillerden, 1,5 m uzunluğunda bir cins köpek balığı (Squalıts squaûna).

kelergiller ç. is. zool. Asıl köpek balıklarıyla vatozlar arasında geçit sayılabilecek balıkları kapsayan kemikli balıklar familyası.

keleş (I) sf. hlk. 1. Yiğit, cesur, bahadır. 2. Çok yakışıklı, çok güzel. 3. Vücut yapısı gösterişsiz. 4. Çirkin, kötü. 5. Kel: "Kayseri çarşısının tavanını, kubbesini kökünden kazıtmış ... O canım mimariyi bir keleşe döndürmüş." -B. R. Eyuboğlu.

keleş (II) is. Kaleşnikof.

keleşlik, -ği is. Keleş olma durumu.

kelifıt is. Fr. kelyphite min. Hidratlı doğal magnezyum silikat.

kelik, -ği is. hlk. Eski ayakkabı.

kelime is. Ar. kelime Anlamlı ses veya ses birliği, söz, sözcük: "Tayyare kelimesine alışan millet, uçak kelimesine de alışır." -O. V. Kanık, kelimeleri tartarak konuşmak sonucu hesaplayarak konuşmak.

kelime cambazı, kelime hazinesi, kelimeişehadet, kelime kadrosu, kelime karışıklığı, kelime oyunu, kelime sıklığı, kelime türü, kelime vurgusu, kelimenin tam anlamıyla, kelimesi kelimesine, anahtar kelime, basit kelime, birleşik kelime, kesik kelime, kısaltmalı kelime, pekiştirmeli ketime, taklidi kelime, türemiş kelime, yalın kelime, olumsuzluk kelimesi

kelime cambazı is. Kelime cambazlığı yapan kimse.

kelime cambazlığı is. Sözlerle oyun yapma: "Bergamalının laf üstüne laf koymakta, kelime cambazlığı yapmakta üstüne yoktur." -A. İlhan.

kelime hazinesi is. dbl. Söz varlığı.

kelimeişehadet is. (kelimeişeha:det) Ar. kelime + şahadet din b. İslam'ın beş şartından biri olan ve "Tanıklık ederim ki Tanrı'dan başka ilah yoktur ve Muhammed onun kulu ve peygamberidir." anlamındaki söz.

kelime kadrosu is. dbl. Söz varlığı.

kelime karışıklığı is. psikol. Söz karışıklığı.

kelimeleşmek (nsz) Kelime durumuna, söz varlığı hâline gelmek, söze dönüşmek: "Onun titiz eleğinden geçip kelimeleşen her yorum zevkin, seviyenin, kalitenin de garantisini taşır." -H. Taner.

kelimenin tam anlamıyla zf. Bir durumu anlatmak için kullanılan sözün kapsadığı tam kavramla: Kelimenin tam anlamıyla bu işin bütün çilesini çekti.

kelime oyunu is. 1. Sözlerin çok anlamlı olmasından veya benzerliklerinden yararlanarak yapılan nükte veya aykırı anlamlandırma. 2. İki veya daha çok kişinin her defasında bir harf ekleyerek anlamlı kelime oluşturma oyunu.

kelime sıklığı is. Dilde bir sözün kullanılma oranı, frekans.

kelimesi kelimesine zf. Hiçbir kelimesini atlamadan, olduğu gibi, tıpkı, harfiyen, aynen, motamot: "Hacı Ömer'in biraz evvelki sözlerini kelimesi kelimesine tekrar ederek..."-R.N. Güntekin.

kelimesiz sf. 1. Sessiz: "Oracıkta kelimesiz bir anlaşma ile ana oğul birbirimizin kolları araşma yığıldık." -Y. Z. Ortaç. 2. zf. Sessiz bir biçimde, kelime kullanmadan.

kelime türü is. dbl. Yapı, kavram, görev bakımından aralarındaki benzerliğe göre ayrılmış bulunan kelime türlerinden her biri, sözcük türü: Türkçede sekiz kelime türü vardır: isim, sıfat, zamir, zarf, edat, bağlaç, ünlem, fiil.

kelime vurgusu is. dbl. Bir kelimede bir hecenin öteki hecelerden daha baskılı söylenişi, sözcük vurgusu.

kel kâhya is. 1. Kendisini ağa gibi göstermek isteyen zavallı kimse. 2. ilgisi olsun olmasın her şeye karışan kimse.

kelle is. Far. kelle 1. Koyun, kuzu ve keçinin pişirilmiş başı. 2. Ekinlerde başak. 3. Külçe biçimindeki şeker vb.nin tanesi: "Şekerin kellesi yetmiş üç kuruştan satılıyor." -A. İlhan. 4. tkz. Baş, kafa. kelle götürmek gereksiz bir aceleyle gitmek, koşturmak, acele davranmak: "İşi besbelli acele imiş... Bir koşturur ki, sanırsın kelle götürüyor." -R. N. Güntekin. kelle koltukta gezmek gözünü budaktan esirgememek, kelle koparmak olumsuz ve başarısız bir durum sonunda işe, göreve son vermek, kelle koşturmak gereğinden çok acele etmek, kelle kulak yerinde (olmak) 1) kanlı canlı ve iri yapılı olan; 2) gösterişli, itibarlı sayılan: "Aralarında yaşlı başlı, kelle kulak yerinde, efendiden adamlar da var." -R. N. Güntekin. kellesinden olmak can vermek, ölmek: "Kimi kellesinden olur padişah olayım derken, kimi de yaka paça oturtulur tahtına." -T. Oflazoğlu. kellesini koltuğuna almak (veya kelleyi koltuğun altına almak) ölümü göze almak: "Kelleyi koltuğun altına almışız, memleketteki pisliği kanımızla temizlemeye karar vermişiz." -Y. K. Karaosmanoğlu. (birinin) kellesini uçurmak kafasını keserek koparmak, kellesini vurdurmak öldürtmek: "Atı kimin evinde, kimin elinde bulursa onun kellesini vurduracakmış." -Y. Kemal, kelleyi vermek canını feda etmek.

kelleci is. Kelleyi pişiren veya satan kimse.

kelleşme is. Kelleşmek işi.

kelleşmek (nsz) Kel durumuna gelmek: "Kalpağının tüyleri dökülmüş, etrafı kelleşmisti." -Ö. Seyfettin.

kelli e. hlk. "Sonra" edatı gibi, çıkma durumundaki sözlerin ardı sıra geldiğinde birbirine bağladığı iki yargıdan birincisini zorlayıcı bir sebep olarak gösteren bir söz: "Sen meram ettikten kelli, tekeden süt çıkarırım, ağam! diyordu." -Halikarnas Balıkçısı.

kelli felli sf. Kılığı kıyafeti düzgün, olgun ve gösterişli (kimse), kerli ferli: "Eczanenin akşam müşterileri hep kelli felli, efendiden, görmüş geçirmiş insanlar." -H. Taner.

kellik, -ği is. 1. Kel olma durumu: "Tepelerindeki kellik, yavaş yavaş çıkan tüylerle kapanıyor." -Ö. Seyfettin. 2. Çıplak, bitkisiz yer.

keloğlan (I) is. Bir ailenin koruyuculuğuna veya bir yere çıraklığa alınan öksüz çocuk: Bizim keloğlanı incitmeyin.

keloğlan (II) is. hlk. Hindi.

Keloğlan öz. is. Türk masallarında geçen, sonunda zekâsı ve yiğitliğiyle amacına eren bir kahramanın adı.

kem sf. Far. kem esk. 1. Noksan, eksik: Kem akçe. 2. Kötü, fena (göz, söz vb.), kem söz, kalp (veya kem) akçe sahibinindir kötü söz söyleyenindir.

kem göz

kemakân zf. (ke'ma:kâ:n) Ar. kemâ + kân esk. Önceden olduğu gibi, eskisi gibi: "İstanbul ve diğer vilayetlerimiz kemakân idare edilsin." -Y. K. Beyatlı.

kemal, -li is. Ar. kemâl 1. Bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik, erginlik, eksiksizlik. 2. En yüksek değer: "Tozu kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç. Bunun kemali altmış para!" -M. Ş. Esendal. kemale ermek (veya gelmek veya kemal bulmak) (kema:le) olgunlaşmak.

kemaliafiyet

kemaliafiyet is. (kema:lia:fıyet) Ar. kemâl + 'afiyet esk. Ağız tadı.

Kemalist öz. is. (Kemal Atatürk'ün adından) Atatürkçü: "Kemalistin bağımsızlık fikri tertemiz, pürüzsüz, tavizsiz Türkçü ve Türkiyeci idi."-Y. R. Atay.

Kemalizm öz. is. Atatürkçülük.

Kemalpaşa tatlısı is. Un, yağ ve yumurta karışımından yapılan kurabiyelerin sıcak şeker şerbetine atılmasıyla hazırlanan bir tatlı türü.

keman is. Far. keman esk, 1. Yay. 2. müz. Dört telli, çenenin altına dayayarak çalınan yaylı saz: "Açık sarı saçlı, zayıf bir kadın keman çalıyordu." -Ö. Seyfettin, keman gibi ince, düzgün (kaş).

keman yayı

kemancı is. Keman yapan veya çalan kimse: "Kemancı uzun saçlı, papyon kravatlı, zayıf yüzlü bir adamdı." -N. Cumalı.

başkemancı, birinci kemancı

kemancılık, -ğı is. Kemancının işi.

kemane is. (kema:ne) Far. kemane müz. 1. Keman ve kemence yayı. 2. müz. Bir tür halk çalgısı. 3. Delgi veya küçük torna çevirmek için kullanılan ok yayı biçimindeki araç. 4. den. Ağaç gemilerde talimarın üst ucundaki kıvrım.

kemane çekme, kabak kemane

kemane çekme is. sp. Yağlı güreşte, elleri hasmının arkasından göğsü üzerinde kilitledikten sonra midesi ve karnı üzerinde kuvvetli bir biçimde ve basura bastıra gezdirme.

kemani is. (kema:ni:) Far. keman + Ar. -i esk. Alaturka müzikte keman çalan kimse.

kemankeş is. (kerma:nkeş) Far. kemân-keş esk. Ok atıcı, okçu: "Kimi yayı öptü, kimi fırlattı /En er kemankeşe yetti üç atım." -Y. K. Beyatlı.

keman yayı is. Kemana takılıp ses vermeyi sağlayan tel.

keme is. hlk. 1. Büyük sıçan. 2. Domalan.

karakeme

kemence is, (keme'nçe) Far. kemânçe müz. Yayla diz üzerinde çalınan, kemana benzer üç telli küçük bir çalgı: "Davul değişmiş, tef değişmiş, kemence bambaşka bir çalgı olmuştu. " -T. Buğra.

kemençecî is. Kemence çalan veya yapan kimse.

kement, -di is. Far. kemend 1. Hayvanları yakalamak için kullanılan, ucu ilmikli, kaygan uzun ip. 2. esk. İdam için kullanılan yağlı kayış, kement atmak kemendi bir ucu elde kalacak biçimde ileri doğru fırlatmak.

kementleme is. Kementlemek işi.

kementlemek (-i) Kement geçirmek.

kemer is. Far. kemer 1. Bele dolayarak toka ile tutturulan, kumaş, deri veya metalden yapılan bel bağı: "Nihat elinde tuttuğu kemeri denize fırlatıp attı." -P. Safa. 2. Etek, pantolon vb. giysilerin bele gelen bölümü. 3. Emniyet kemeri. 4. sf. Tümsekli: Kemer burun. 5. anat. Kemiklerden oluşmuş kemer biçiminde tavan: Kaş kemeri. Damak kemeri. Ayak kemeri. 6. jeol. Katmanlı kayaçlarda bir kıvrımın kabarık tepe yeri, tekne karşıtı. 7. mim. İki sütun veya ayağı birbirine üstten yarım çember, basık eğri, yonca yaprağı vb. biçimlerde bağlayan ve. üzerine gelen duvar ağırlıklarını, iki yanındaki ayaklara bindiren tonoz bağlantı: "Bu köprü sekiz kemer üzerinde, dört yüz yirmi dokuz metre uzunluğundadır." -S. F. Abasıyanık. 8. esk. Özellikle yolculukta kullanılan, üzerinde altın, para yerleştirmeye yarar gözleri olan meşin kuşak, kemer (veya kemerini) sıkmak sıkı para politikası anlayışıyla daha az tüketmek, kemeri dolu olmak çok zengin olmak: "Genç, ihtiyar, hepsi tüysüz tüysüz, gözleri fersizdir, fakat hepsinin kemeri doludur." -H. E. Adıvar.

kemer bağlama, kemer gözü, kemer patlıcanı, bel kemeri, emniyet kemeri, su kemeri

kemer bağlama is. Aile büyüğünün, gelinin beline altın veya gümüş kemer bağlaması töreni, kuşak bağlama.

kemere is. Yun. den. Gemi güvertesinin enine konmuş kirişlerinden her biri.

kemer gözü is. min. Kemerle ayaklan arasındaki boşluk.

kemerleme is. Kemerlemek işi.

kemerlemek (-i) Ciltçilikte dikişten sonra kitabın sırtına yuvarlak bir biçim vermek.

kemerli sf. 1. Üzerinde kemeri olan veya kemer takılmış olan: Kemerli bir giysi. 2. Kemer biçiminde olan: "Orhan'ın kemerli kapıdan içeriye koşa koşa girdiğini.görmedi." -T. Buğra. 3. mec. Kavisli olan: Kemerli burun.

kemerlik, -ği is. 1. Bazı işçi ve satıcıların araç veya gereçlerini koymak için bellerine taktıkları, gözlere ayrılmış, bez, tahta, meşin veya metal kemer. 2. sf. Kemer yapmaya elverişli: Kemerlik deri.

kemer patlıcanı is. bot. Bir çeşit ince uzun patlıcan.

kemersiz sf. Kemeri olmayan.

kem göz is. Baktığı kimseye zarar veren veya nazar değdiren göz, kötü göz. kem gözle bakmak 1) kötü niyetle bakmak; 2) nazar değdiren bir bakışla bakmak: "Eh yakışıklı da delikanlı. Bir tanesi kem gözle baktıysa tamam." -H. Taner.

kemha is. (kemha:) Far. kemha esk. Bir çeşit ipek kumaş: "Yazın yeşil kemha giymiş kışın beyaz giyen dağlar." -Halk türküsü.

kemik, -ği is. anat 1. İnsanın ve omurgalı hayvanların çatısını oluşturan türlü biçimdeki sert organların genel adı: "Kemikten bir tahta gibi gıcırdayarak Nihat yerinden kalktı," -P. Safa, 2, sf. Bu sert organdan yapılmış: Kemik tarak, (birinin önüne) kemik atmak hkr. susturmak, oyalamak için birini küçük bir şeyle avutmak, kemik gibi 1) pek kuru, katı, sert; 2) sağlam, kemiğine (veya kemiklerine) kadar iyice, en son sınıra dek: Soğuk kemiklerimize kadar işlemişti, kemikleri sayılmak çok zayıflamak. kemikleri sızlamak ölü huzursuz, rahatsız olmak, (birinin) kemiklerini kırmak birini çok dövmek, aşırı dayak atmak.

kemik bilimi, kemik doku, kemik rengi, kemik yalayıcı, kemik zarı, kuru kemik, tırnaksı kemik, aşık kemiği, atlas kemiği, baldır kemiği, bel kemiği, çekiç kemiği, dirsek kemiği, diz kapağı kemiği, elmacık kemiği, göğüs kemiği, gözyaşı kemiği, incik kemiği, kalbur kemiği, kalça kemiği, kamış kemiği, karaca kemiği, kaval kemiği, kol kemiği, köprücük kemiği, kuyruk kemiği, kuyruk sokumu kemiği, kürek kemiği, lades kemiği, mercimek kemiği, oynak kemiği, ön kot kemiği, örs kemiği, pazı kemiği, saban kemiği, sağrı kemiği, tırnak kemiği, topuk kemiği, uyluk kemiği, üzengi kemiği, yılankemiği

kemik bilimci is. Kemik bilimi uzmanı, osteolog.

kemik bilimi is. anat. Anatominin kemiklerle ilgili bölümü, osteoloji.

kemikçik, -ği is. anat. Küçük kemik.

kemik doku is. anat. Omurgalı hayvanlarda iskeleti oluşturan bir bağ dokusu türü.

kemikleşme is. Kemikleşmek işi.

kemikleşmek (nsz) 1. Kemik durumuna gelmek. 2. mec. Sert, değişmez bir durum almak. 3. anat. Dokusu kemik doku durumuna gelmek.

kemikleştirme is. Kemikleştirmek işi.

kemikleştirmek (-i) fizy. Kemiğe dönüştürmek.

kemikli sf. 1. Kemiği olan veya çok kemiği olan. 2. Kemikleri iyi gelişmiş: Kemikli çocuk. 3. mec. Çok zayıf, sıska: "Uzun ve kemikli yüzler sanki keder için yaratılmış." -R. H. Karay.

kemikli balıklar

kemikli balıklar ç. is. zool Balıklar sınıfından, iskeletleri kıkırdak durumunda kalmayıp kemikleşmiş olan balıklar takımı.

kemik rengi is. 1. Beyaz ile krem rengi arasında olan renk. 2. sf. Bu renkte olan.

kemiksi sf. Kemiği andıran, kemiğe benzeyen, kemik gibi.

kemiksi bölge

kemiksi bölge is. anat. Kıkırdağın kemiğe dönüşmekte olduğu kemik tabakası.

kemiksiz sf. 1. Kemiği olmayan, kemiği ayrılmış: Kemiksiz et. 2. mec. Kesin, net, açık. 3. zf. mec. Ara vermeksizin.

kemiksizlık, -ği is. Kemiksiz olma durumu.

kemik yalayıcı is. Dalkavuk.

kemik yalayıcılık, -ğı is. Kemik yalayıcı olma durumu.

kemik zarı is. anat. Kemikleri kapsayan beyazımsı ve sedef renginde zar.

kemircik, -ği is. Burun, kulak vb.nde bulunan küçük kıkırdak.

kemirdek, -ği is. hlk. Kuyruğun iskeleti.

kemirgen sf. Kesici dişleri çok iyi gelişmiş olan (hayvan).

kemirgenler ç. is. zool. Tavşan, kobay, kirpi, sıçan ve kunduz gibi köpek dişleri olmayan ve kesici dişleri iyi gelişmiş memeliler takımı, kemiriciler.

kemirici sf. Kemiren.

kemiriciler ç. is. zool. Kemirgenler.

kemiricilik, -ği is. Kemirici olma durumu.

kemirilme is. Kemirilmek işi.

kemirilmek (nsz) Kemirme işi yapılmak veya kemirme işine konu olmak.

kemiriş is. Kemirme işi veya biçimi.

kemirme is. Kemirmek işi.

kemirmek (-i) 1. Sert bir şeyi dişleriyle azar azar koparmak: "Küçük bir fare bir şeyler kemiriyor." -S. F, Abasıyanık, 2. Aşındırmak, yemek: Demiri pas kemiriyor. 3. mec. Bir şeyin içine işleyerek onu harap etmek: "İşte birkaç zamandır beynimi kemiren şüphe: Ben deli miyim?" -H. R. Gürpınar.

kemiyet is. Ar. kemmiyyet esk. Nicelik.

kem küm is. Verecek cevap bulunamadığında açık bir anlamı olmayan gelişigüzel söylenen söz. kem küm etmek verecek cevap bulamayıp açık bir anlamı olmayan gelişigüzel söylenen sözler söylemek: "Mazeretin ne olursa olsun, İncir Han'ından kendi ayağınla çıktıktan sonra artık kent küm etmemek, dilenciliği meslek olarak kabul etmek lazımdır." -R. N. Güntekin.

kemlik, -ği is. Kötülük, kemlik etmek kötü davranışlarda bulunmak.

ketnotcrapi is. Fr. chimiotherapie tıp Hastalıkların kimyasal maddelerle tedavi yöntemi,

kemre is. hlk. 1. Gübre, tezek. 2. Deride kalınlaşmış kir tabakası. 3. Başta olan kepek. kemre bağlamak deride kir tabakası oluşmak.

kemreleme is. Gübrelemek işi.

kemrelemek (-i) hlk. Gübrelemek.

kemrelik, -ği is. Gübrelik.

-ken bk. -gan / -gen vb.

kenar is. Far. kenar 1. Bir şeyin, bir yerin bitiş kısmı veya yakını, kıyı, yaka: "O sırada karşı taraçadaki kadın etinde pirinç tası olduğu hâlde taraçamn kenarına kadar geldi." -O. V. Kanık. 2. Bir şeyi çevreleyen çizgi. 3. Pervaz, çizgi, antika, baskı vb. çevre süsleri: Bu mendilin kenarı ötekinden daha sade. 4. Merkezden uzak olan, kuytu, ıssız, sapa, tenha yer: "Ağır, ihtiyar misafirler kenarda bir odadan çıktılar." -M. Ş. Esendal. 5. Yan. 6. mat. Bir biçimi sınırlayan çizgilerden her biri: Bir üçgenin kenarları, kenar (veya kenarını) bastırmak bir kumaşın kenarlarım kıvırıp elle veya makine ile dikmek: Hâlâ, elinde bir bohça yapmak istediği bez parçasının kenarım bastırıyordu, kenar gezmek bir şeyden uzaklaşmış olmak: "Kenar gezme dolan yâr gel içeri / Bize mihman olan yâr gel içeri. " -Halk türküsü, kenara atmak bir şeyin üstünde durmamak, önemsememek, kenara çekilmek artık hiçbir şeye karışmamak, kenarda kalmak kendine yakışan yeri tutamayarak önemsiz bir duruma düşmek.

kenar bobini, kenar mahalle, kenarortay, kenar semt, kenar suyu, kenarda köşede, kenarın dilberi, çeşitkenar, derkenar, dik kenar, dörtkenar, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar

kenar bobini is. Kâğıtçılıkta üretimin maksimum makine genişliğinde olmasını sağlayabilmek için ana bobinlerin yanında üretilen dar, tekrar hamurlaştırmanın dışında kullanıma imkân sağlayacak genişlikteki bobin.

kenarcı is. Deniz kıyılarında avlanan balıkçı.

kenarda köşede zf. Dikkati çekmeyen veya umulmayan yerlerde.

kenarın dilberi is. Kibarlığa özenen, görgüsü az kadın.

kenarlı sf. 1. Herhangi bir biçimde kenarı olan: "Kadınlar ise beyaz elbiseler, geniş kenarlı hasır şapkalar giymişlerdi." -H. Taner. 2. Kenarı süslü, işlenmiş.

kenarlık, -ğı is. Kenar bölümünü oluşturan şey: Balkon kenarlığı. Tablo kenarlığı.

kenar mahalle is. Şehrin merkezinden uzak ve çoğu kültürsüz, görgüsüz ve fakir halkın oturduğu semt, kenar semt: "Misafirliğe, sabah kahvesi içmeye giden kenar mahalle kadınlarının fincan dibinde kalmış telveyi de ekseriya kaşlarına sürmeleri âdetti." -R, H. Karay.

kenarortay is. mat. 1. Bir üçgende her tepeden karşı kenarın ortasına indirilen doğru parçası. 2. Bir dikdörtgenin karşılıklı iki kenar ortasını birleştiren doğru parçası.

kenar semt is. Kenar mahalle: "O zaman kenar semtlerin meşhur türkülerinden biri şu idi." -O. C. Kaygılı.

kenarsız sf. Kenarı olmayan.

kenar suyu is. Kenar süslemesi.

kendi zm. 1. İyelik ekleri alarak kişilerin öz varlığını anlatmaya yarayan dönüşlülük zamiri, zat: "Kendi ülkemizde kendimizi yok edeceklerdi." -R. E. Ünaydın. 2. Kişiler üzerinde direnilerek durulduğunu anlatan bir söz: Kendisi gelsin. Kendimiz görmeliyiz. 3. Bir işte başkalarının etkisi bulunmadığını belirten bir söz: "Kendi yapacağı işi bırakır, âleme öğüt vermeye kalkar." -B. Felek. 4. "Kendisi, kendileri" biçiminde bazen saygı duygusuyla veya söz konusu olanları amaçlayarak o ve onlar yerine kullanılan bir söz: Kendileri evde yoklar mı? kendi ağzıyla tutulmak suçu, yalanı veya iddiasının yanlışlığı kendi sözüyle ortaya çıkmak. kendi derdine düşmek kendi sorunu sebebiyle başka şeyle ilgilenememek. kendi düşen ağlamaz kendi zararına kendisi sebep olanın yakınmaya hakkı olmaz, kendi göbeğini kendi kesmek gereksinim duyduğu yardım, başkalannca esirgendiğinde işini kendi görmek, (bir şeyi veya bir kimseyi) kendi hâline bırakmak ilgilenmemek, karışmamak: "Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi hâlime." -S. F. Abasıyanık. kendi havasında gitmek (veya olmak) yalnız başına, istediği gibi davranmak, kendi içine çekilmek başkasıyla ilişki kurmamak, yalnız başına kalmak, inzivaya çekilmek: "Bizim gibi dış âlemle münasebetleri aksamış, kendi içine çekilip kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. kendi kabuğuna çekilmek kabuğuna çekilmek, kendi kanatlarıyla uçmak hiç kimsenin desteği veya yardımı olmaksızın yaşamak veya bir işi olumlu sonuca ulaştırmak: "Kendi kanatlarınla uçmayı öğreninceye dek yanından ayrılır mıyım senin yavrum?" -T. Oflazoğlu. kendi kendine gelin güveyi olmak ilgilinin nasıl karşılayacağını düşünmeden bir işi olmuş bitmiş sayarak sevinmek, kendi köşesinde yaşamak yalnız başına yaşamak: "Bu şiirlerin okuyucuya tanıttığı kişi, kitapları, üç beş sevdiği dostu ile kendi köşesinde yaşamayı seven bir kimse olarak görünür," -N. Cumalı. kendi kuyusunu kendi kazmak kendine zarar verecek davranışta bulunmak. kendi söyler kendi dinler ne söylediği anlaşılmaz, söylediği şeylere önem verilmez. kendi yağıyla kavrulmak olamyla geçinip kimseye muhtaç olmamak: "Herkes zar zor kendi yağıyla kavrulabilirken şimdi kimsenin ne yağı kaldı ne suyu ne seli..." -H. R. Gürpınar, kendine gel! tkz. "aklım başına topla" anlamında bir uyarma sözü. kendine gelmek 1) ayılmak: "Kendine geldiği zaman ev halkını başına toplanmış buldu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) aklı başına gelmek: "Sonunda kendine gelen İnce Memed hemen abasını soyundu." -Y. Kemal 3) durumu düzelmek, kendine kıymak kendini öldürmek: "Eğer sefirler gelip bana istifa teklif ederlerse, ben de aleyhimde bulunanları mahvederim, sonra da kendime kıyarım." -A. Rasim. kendine mal etmek 1) benimsemek veya saymak: "Fakat hiçbir taraf beni kendine mal edemiyordu." -H. Taner. 2) başkasının yaptığı işi kendisi yapmış gibi göstermek, kendine (veya onuruna) yedirememek 1) başkasının kendisine yaptığı işi, onur kırıcı sayarak tepki ile karşılamak; 2) kendisinin başkasına yapması söz konusu olan işi, kişiliği için onur kırıcı saydığından yapmamak, kendine yontmak çıkan her fırsattan yararlanarak hep kendi çıkarım sağlamak, kendine ... süsü vermek kendini ... gibi göstermek, kendini alamamak istemeyerek bir işi yapma durumuna girmek: "Yabancı memurların karşısında bir çocuk gibi yaramazlık etmekten kendimi alamıyordum." -R. N. Güntekin. kendini aşağı görmek kendini başkalarından değersiz görmek: "Nevin, insanlardan her zaman kendini aşağı görmüştü." -S. F. Abasıyanık. kendini ateşe atmak bile bile tehlikeli bir işe girmek, (bir yere) kendini atmak vakit geçirmeden hemen gitmek, kendini avutmak oyalanmak: "Para kazanamadığın için para kazananları hor görüp alaya alarak kendini avutuyor olmalısın." -H. Taner. kendini beğendirmek başkalarına hoş, iyi, yetenekli görünmek: "Kendim kibar okuyucularına beğendirebilmek için çok çalışmak zorundadır." -C. Meriç, kendini beğenmek başkalarını küçümseyerek kendini üstün görmek: "Sen düşündüğümden fazla kendim beğenmiş bir adamsın." -H. E. Adıvar. kendini bırakmak 1) kendine özen göstermemek: "Hadi yüzünü, gözünü yıka, tıraş ol... Ben senin hiç bu kadar kendini bıraktığını görmedimdi." -R. N. Güntekin. 2) çevre ile ilgisini keserek yalnız bir konuyla uğraşmak: "O hayalleri kuran da, o hatıralara kendim bırakan da bugünkü ben değil miyim?" -N. Ataç. 3) gevşek, rahat bir biçimde kalmak: "Pencere kenarında, uzun bir mindere kendini bıraktı, gözlerini kapadı, öylece kaldı." -P. Safa. kendini bilmek 1) aklı ve muhakemesi yerinde olmak; 2) baliğ olmak; 3) ağırbaşlı olmak; 4) kendinin ve çevresinin bilincine varmak: "Kendimi bildim bileli hep bu bozuk makine seslerini duyarım." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5) durum ve onuruna yakışacak biçimde davranmak. kendini bir şey sanmak kendini olduğundan çok değerli görmek, kendini bir yerde bulmak farkında olmadan bir yere ulaşmış olmak: "Hacı Arif Efendi bu kıyametin içinde yarım saat boşluktan sonra kendini bir bostanın içinde buldu." -Y. K. Karaosmanoğlu. kendini bulmak 1) kişilik kazanmak; 2) maddi ve manevi konularda durumunu düzeltmek; 3) kendine gelmek. (bir yere) kendini dar etmek sıkıntı veren bir yer veya durumdan güçlükle kurtulmak. kendini dev aynasında görmek kendini olduğundan çok üstün görmek, kendini dinlemek 1) hastalık kuruntusu içinde bulunmak; 2) yalnız, sakin kalmak, kendini dirhem dirhem satmak 1) çok nazlı davranmak, ağırdan almak: "Hâl böyleyken yine de bilmeyenlere karşı kendini dirhem dirhem satar." -H. Taner. 2) özelliklerini azar azar ortaya koymak, kendini düşünmek daima kendi çıkarını kollamak, bencil davranmak: "Ne diye herkes bu kadar rahatını sever, kendim düşünür?" -N. Cumalı. kendini ele vermek yaptığı bir davranış veya söylediği bir sözle kendi suçunu ortaya çıkarmak: "Çünkü âdeta kendimi ele vermiştim. " -H. E. Adıvar. kendini fasulye gibi nimetten saymak tkz. kendini çok önemli biri gibi görmek, kendini göstermek 1) beğenilecek niteliklerini ortaya koymak: "Hadi susmayın, gösterin kendinizi bakalım!" -N. Cumalı. 2) ortaya çıkmak, belirmek: "Babam aylığım alamadığı günlerde aç kalmak korkusu da kendini gösteriyordu." -M. Ş. Esendal. 3) sp. pas alabilmek için boş alana kaçmak, kendini harap etmek sıkıntı veya üzüntüden perişan olmak: "Daha burada kendim harap edersen yukarılarda ne halt edeceksin?" -R. N, Güntekin. kendini hissettirmek varlığını belli etmek, kendini kapı dışında bulmak kovulmak, işten atılmak, bir yerden istenmeden uzaklaştırılmak: "Bir gazeteci gelsin de bizden bir haber alsın... Haberi veren ertesi günü kendini kapının dışında bulurdu." -M. Ş. Esendal. kendini (kapıp) koyuvermek kendine özen göstermemek, kötümser olmak: "Belki de benim başkasıyla evlenip gidişim üzerine hayattan soğudu, kendim koyuverdi." -H. Taner, kendini kaptırmak 1) bir şeyin etkisinden kurtulamayacak duruma düşmek: "Kendini genç yaşında rakıya kaptırdı, çok sürmedi, sonunda perişan oldu."-O. C. Kaygılı. 2) uğraşmaya başladığı bir işten kendini kurtaramamak. kendini kaybetmek 1) bayılmak: "Zavallı korkudan kendini kaybetmiş." -Y, K. Karaosmanoğlu. 2) aşırı duygulanma dolayısıyla çevrede olup bitenin farkına varamamak: "Org inledikçe yavaş yavaş kendimi kaybediyor, ağır bir rüya içine gömülmeye başlıyordum." -R. N. Güntekin. kendini matah sanmak kendini olduğundan daha fazla değerli kabul etmek: "Bunu kendini matah sanmış bir Batılı aydın olmanın kefareti olarak yaptığını söylemiş." -H. Taner, kendini naza çekmek nazlanmak, kendini paralamak çok çaba ve özen göstermek, kendini satmak 1) kendisinde olmayan iyi nitelikleri varmış gibi göstermek; 2) para karşılığı erkeklerle birlikte olmak, kendini sıkmak kendini zorlamak, çaba göstermek: "Ben kendimi sıkarak istidadımdan daha çok şen görünmeye çalışıyordum." -Ö. Seyfettin, kendini tartmak ne durumda olduğunu öğrenmek için kendini yoklamak, kendini toparlamak (veya toplamak) 1) herhangi bir konuda eskiden kötü olan durumunu düzeltmek: "Bir zamanlar benim de onların arasında bulunduğumu söyleyecek gibi oluyor, fakat hemen kendimi toparlıyordum." -Ö. Seyfettin. 2) bir konuda dikkatini yoğunlaştırmak: "Tanıdığı hastanelerden birini tarif etmek için tekrar kendini toplamaya çalıştı." -P. Safa. 3) sağlığına kavuşmak: "Geçen sene bir buçuk şişe içti, biraz kendim toparladı." -M. Ş. Esendal. kendini tutamamak 1) bir durum karşısında sessiz ve heyecansız kalamamak: "Böyle bir taksim, bir gazel dinleyenler arasında, coşarak, kendilerini tutamayarak ağlayanlar az mıydı? " -A. Ş. Hisar. 2) kendine hâkim olamamak, kendini tutmak 1) kendine hâkim olmak: "Benîm zevcemi görseniz, dünyanın en güzel kadını olduğunu tasdik edeceksiniz diye haykırmak ister, zorla kendimi tutardım." -Ö. Seyfettin. 2) dayanmak, sabretmek, (bir işe) kendini vermek (veya vurmak veya çalmak) bir şeye bütün varlığıyla bağlanmak, başka her şeyle ilgisini kesip tek şeyle aşırı ölçüde ilgilenmek: "Genç kadın bu sesteki ahenge tamamıyla kendini vermişti." -R. N. Güntekin. (kendi) kendini yemek açığa vurmadan gizli gizli üzülmek: "Bu borcun altından nasıl kalkacağım diye kendini yiyip durmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu. kendini yiyip bitirmek kendi kendini yemek: "Üzülmek ne kelime efendiciğim, kendimi yiyip bitiriyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu. kendini yoklamak duygu, düşünce ve beden bakımından kontrol etmek: "Terbiye öğretmenimden öğrendiğim usullerle kendimi uzun uzun yokluyorum." -R. N. Güntekin.

kendi adına, kendi başına, kendi beslek, kendigelen, kendi hâlinde, kendi hesabına, kendi kendine, kendi payıma, kendine has, kendine mahsus, kendine özgü

kendi adına zf. Salt kendi için, kendisi hesabına.

kendi başına zf. 1. Kimseye sormadan. 2. Başkasının payı veya yardımı olmaksızın.

kendi beslek, -ği sf. biy. Özbeslenen.

kendigelen sf. Umulmadık bir zamanda gelen ve gelişinden sevinç duyulan (kimse veya şey).

kendi hâlinde sf Hiçbir şeye karışmayan, sessiz: "Kirli paslı, gösterişsiz, kendi hâlinde bir tekne idi." -B. R. Eyuboğlu. (bir şeyi) kendi hâlinde bırakmak üzerinde çalışmayarak geliştirmemek veya bakımsız bırakmak, işlememek: "Nasıl çalışmayan küf tutarsa, bir müessese de gençleştirilmez, kendi hâlinde bırakılırsa ihtiyarlar, yıkılır, dağılır." -Ö.Seyfettin.

kendi hesabına zf. (kendi hesa:bına) Kendine göre, kendince: "Bana göre, dedim. Filozof, sen kendi hesabına hayyaniyeti kabul ediyorsan, tebrik ederiz." -Ö. Seyfettin.

kendi kendine zf. 1. Kimseye danışmaksızın, kimseyle ilgisi, ilişkisi olmadan. 2. Yalnız başına: "Kendi kendine, dağ başında bir can yaşayabiliyor musun?" -Yi. R. Gürpınar. 3. Kendisine: "Ona âşık olduğunu kendi kendine itiraf edemedi." -P. Safa. 4. Başkasının yardımı ve ortaklığı olmadan: "Biz kendi kendimizi koruyacağız." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Kendiliğinden: "Kapı kendi kendine açılıvermişti." -S. F. Abasıyanık.

kendiliğinden zf. 1. Başka şeylerin etkisi olmaksızın, kendi kendine, bizatihi: "... birkaç dakika masa başında beklese kendiliğinden bir şeyler yazmaya başlarmış." -A. H. Tanpınar. 2. sf. bot. İnsan eliyle ekilmeden yetişen, hudayinabit. 3. sf. fiz. İradesiz olarak gerçekleşen (hareket): Kalbin, atardamarların hareketi kendiliğindendir. 4. sf. sos. Dış etkilerin zorlaması olmadan iç sebeplerle oluşan.

kendiliğinden üreme

kendiliğindenlik, -ği is. fel. Dıştan bir belirleme ile değil, kendi kendine gerçekleşen etkinlik.

kendiliğinden üreme is.fızy. Her türlü bilimsel tireme olaylarının dışında, yoktan var olmayı anlatan bilim dışı kuram.

kendilik, -ği is. fel. Bir nesnenin varlığını veya tözünü oluşturan şey.

kendince zf. (kendi'nce) Kendine göre, kendi bakımından: "Emin Paşa konağı kendince Topkapı Sarayından bile zengin bir sanat ve irfan hazinesiydi." -Y. Z. Ortaç.

kendinde is. fel. Nesnenin doğal varlığı, dununu, kendinde olmamak bilinci, aklı yerinde olmamak, kendinde toplamak kendi üzerinde bulundurmak, kendi varlığı içinde yer almasını sağlamak.

kendinden zf. Kendi aklından, kendi kendine: "Biliyor da mı söylüyor, yoksa kendinden mi uyduruyor?" -M.. Ş. Esendal. kendinden geçmek 1) bilinci işlemez olmak, kendini kaybetmek, bayılmak: "Göllerini tezgâhın arkasındaki bir kapıya dikmiş ve kendinden geçmiş gibiydi." -S. F. Abasıyanık. 2) bir şey karşısında coşkuya kapılmak, duygulanmak: "Oturduğu şiltenin üstünde ayağa kalkıyor; alevi artan bakışlarla kendinden geçmiş, bir elini dizine vurarak ... haykırıyordu. " -A. Ş. Hisar. 3) uykuya dalmak, uyuyakalmak: "Ninniyi söyleyen anne kendinden geceli belki bir hayli olmuştu." -O. C. Kaygılı.

kendine has sf. Kendine özgü.

kendine mahsus sf. Kendine özgü.

kendine özgü sf. Bir kimse veya şeye özgü olan, kendine mahsus, kendine has.

kendi payıma zf. Kendi adıma, bana göre, bana gelince: "Kendi payıma aşkı bilmeyen, tanımayan insandan korkarım." -N. Cumalı.

kendir is. 1. bot. Kenevir. 2. sf. Kenevirden yapılmış.

kendirci is. Kendir yetiştiren kimse.

kendircilik, -ği is. Kendir yetiştirme işi.

kendirgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, kendir, şerbetçi otu, Hint keneviri vb. bitkileri içine alan bir familya.

kendirik, -ği is. hlk. Deriden veya çadır bezinden yapılan ve hamur tahtasının altına serilen yaygı.

kendisince zf. (kendisi'nce) Kendince.

kene is. Par. kene zool. Koyun, köpek, at vb. hayvanların veya insanların derisinde asalak olarak yaşayan, bulaşıcı hastalıklara sebep olan böceklerin genel adı, sakırga, kene gibi yapışmak istenmediği hâlde birinin peşini bırakmamak, yakasını bırakmamak.

kene ağacı, kene göz, kene otu

kene ağacı is. hlk. Kene otu.

kenef is. Ar. kenıf hlk. 1. Tuvalet. 2. sf. Pis, berbat.

kene göz sf. Çok küçük gözlü (kimse).

keneler ç. is. zool. Eklem bacaklı hayvanlardan, örümceğimsiler sınıfına giren bir takım.

kene otu is. bot. Sütleğengillerden, tropik bölgelerde yetişen, ağaç veya ağaççık durumunu alabilen, tohumlarından koyu bir bitkisel yağ elde edilen, bir yıllık otsu bitki, Hint baklası (Ricinus communis).

kenet, -di is. İki sert cismi birbirine bağlamaya yarayan, iki ucu sivri ve kıvrık metal parça, kenet etmek kenetle birbirine bağlamak, kenet gibi yapışmak çok yakın dost olmak, sıkı fıkı olmak: "Bu mevsimde kızlar ikişer, üçer kişilik gruplara ayrılır ve birbirlerine kenet gibi yapışırlardı." -R. N. Güntekin.

kenet mili

kenetleme is. Kenetlemek işi.

kenetlemek (-i) 1. Kenetle tutturmak veya kenetle birbirine bağlamak. 2. mec. Birbirine geçirerek bağlamak: "Ellerini dizine kenetleyerek başını önüne eğdi, kaldı." -P. Safa. 3. mec. Sıkıca birbirinin üzerine kapamak: "Baygınlığım sırasında bütün sözleri işitir, doktorun nabzımı tuttuğunu bilir; ama dudaklarımı kenetler, ısırır, köpükler saçardım." -S. F. Abasıyanık.

kenetleniş is. Kenetlenme işi veya biçimi.

kenetlenme is. Kenetlenmek işi.

kenetlenmek (nsz) t. Kenetleme işine konu olmak. 2. İki uzay aracı bir birine monte edilmek. 3. mec. Bir konuda aynı tutum ve davranışı göstermek. 4. mec. Birbiriyle dayanışma içine girmek. 5. mec. Sıkıca birbirinin üzerine kapanmak, birbirine geçerek bağlanmak: "Anası onunla konuştu, öteki konuşmadı, çenesi kenetlenmiş ağzını açamıyordu." -Y. Kemal.

kenetli sf. 1. Kenedi olan. 2. Kenetle birbirine bağlanmış bulunan, kenetlenmiş olan. 3. mec. Birbirinin içine geçerek sıkıca kapanmış.

ağzı kenetli

kenet mili is. Çatı ve öteki parçaların birleştirilmesinde kullanılan metal perçinler.

kenevir is. bot. Kendirgillerden, sapmdaki liflerden halat, çuval vb. kaba örgüler yapılan, iki evcikli bir bitki, kendir (Cannabis sativa).

kenevir helvası, kenevir yağı, Hint keneviri

kenevire! is. Kenevir yetiştiren kimse.

kenevircilik, -ği is. Kenevir yetiştirme işi.

kenevir helvası is. Kenevir ve şeker karışımı yapılan bir tür helva.

kenevir yağı is. Kenevir ağacından yapılan yağ.

kengel is. Far. kenger bot. Kenger.

kengel sakızı, sütlü kengel

kengel sakızı is. Kenger sakızı.

kenger is. Far. kenger bot. Bileşikgillerden, yaprakları dikenli yaban bir bitki, eşek dikeni, kengel (Cynara cardımculus).

kenger sakızı

kenger sakızı is. Kenger sütünden yapılan bir tür sakız, çengel sakızı, kengel sakızı.

kent is. Soğd. kanîh 1. Şehir: "Paris gibi bir kentte, bu hatırlamalar, karamsarlığa sürükler insanı." -N. Cumalı. 2. Site.

kent soylu, ana kent, başkent, çadır kent, mantar kent, uydu kent

kental, -li is. Fr. guintal mat. 100 kg'lık bir ağırlık ölçü birimi.

kentçi is. Kentçilik uzmanı, kentçilikle uğraşan kimse, şehirci.

kentçilik, -ği is. Şehircilik.

kenter is. İng. canter Atın hızlı ve düzenli gidişi.

kentet is. Fr. auintet müz. Beşli.

kentilyon is. Fr. guintillion mat. Katrilyon kere bin.

kentler arası sf. Şehirler arası.

kentleşme is. Kentleşmek işi.

kentleşmek (nsz) Şehirleşmek.

kentli sf. Şehirli.

köylü kentli

kentlileşme is. Kentlileşmek işi, durumu.

kentlileşmek (nsz) Kentli olma.

kentsel sf. Kentle ilgili, şehirle ilgili.

kent soylu sf. Burjuva.

kent soyluluk, -ğu is. Burjuvazi.

kenttaş is. Aynı kentten olan kimse.

kenttaşlık, -ğı is. Kenttaş olma durumu.

Kenyalı öz. is. Kenya halkından olan kimse.

kep is. İng. cap 1. Başlık, sipersiz şapka. 2. Asker şapkası. 3. Hemşirelerin giydiği başlık. 4. Bazı törenlerde profesör ve öğrencilerin giydikleri özel başlık.

kepaze sf. (kepa:ze) Far. kepaze 1. Niteliksiz, değersiz: "Hele o İspanyol nezlesi, illetlerin en kepazesi..." -H. R. Gürpınar. 2. Utanmaz, rezil. 3. Gülünç. 4. is. esk. Talim yaparken kullanılan gevşek ok yayı. kepaze etmek utanılacak bir duruma düşürmek: "Onu kepaze etmek için bu rolü vermişlerdi." -S. F. Abasıyanık. kepaze olmak gülünç veya utanılacak duruma düşmek.

kepazelik, -ği is. Kepaze olma durumu veya kepazece davranış, maskaralık, rezalet: "Sevda denilen kepazelik benim de başımda..." -A. Gündüz.

kepbastı is. Yun. Çift katlı büyük dalyan ağı.

kepçe is. Far. kefçe 1. Sulu yiyecekleri karıştırmaya ve dağıtmaya yarayan, uzun saplı, yuvarlak ve derince kaşık: "Tahta kaşık ve kepçe yontar, geçimim bunları satarak sağlardı." -N. Araz. 2. sf. Bu kaşığın alabildiği miktarda olan: Tabağına iki kepçe çorba koydu. 3. Erimiş madeni kalıba dökmek için kullanılan büyük kaşık. 4. Saplı bir çembere geçirilmiş olan, balık veya kelebek tutmada kullanılan ağ. 5. Tahıl, kömür, kum vb.nin yüklenip boşaltılmasında kullanılan, iki veya daha çok çeneden oluşmuş motorlu araç. 6. sf Bu aracın alabildiği miktarda olan. 7. den. Gemilerde, ortasında dümenevi bulunan yuvarlak kıç çıkıntısı. 8. sp. Güreşte hasmın arkasından bacakları arasına el sokma oyunu, kepçe gibi kanat gibi öne doğru açılmış (kulak).

kepçebumn, kepçe kulak, kepçekuyruk, kepçe surat, ağ kepçe, bol kepçe, bol kepçeden, kulak kepçesi

kepçeburun, -rnu is. hlk. Bir çeşit yaban ördeği.

kepçe kulak, -ğı sf. Kocaman ve öne doğru kulakları olan (kimse).

kepçekuyruk, -ğu sf. argo Başkalarının sırtından bedava geçinen (kimse).

kepçeleme is. Kepçelemek işi.

kepçelemek (-i) sp. Yere düşmekte olan topu, iki eli kepçe biçimine getirip eğilerek yere değmeden kurtarmak.

kepçeli sf. Kepçesi olan.

kepçe surat sf Yüzü çok küçük olan (kimse).

kepek, -ği is. 1. Un elendikten sonra, elek üstünde kalan kabuk kırıntıları. 2. Başın derisinde oluşan küçük, beyaz pulcuklar. 3. tıp Bazı deri hastalıklarında deriden dökülen parçacıklar.

kepekçi is. Kepek satan kimse.

kepekçilik, -ği is. Kepekçi olma durumu.

kepeklenme is. Kepeklenmek işi.

kepeklenmek (nsz) 1. Başta kepek oluşmak. 2. Elma, susuz ve tatsız duruma gelmek: Bu elma kepeklenmiş, çok tatsız.

kepekli sf. 1. İçinde kepeği olan: Kepekli un. Kepekli ekmek. 2. Üzerinde kepek oluşmuş olan: Kepekli saçlar. 3. Un gibi, susuz ve tatsız (elma).

kepeksiz sf. Kepeği olmayan.

kepenek, -ği (I) is. Çobanların omuzlarına aldıkları dikişsiz, kolsuz, keçeden üstlük. kepenek altında er yatar insanları giydiğine bakarak değerlendirmek yanlışlara yol açar, değerli kişiler de bazen eski giymiş olabilir.

örme kepenek

kepenek, -ği (II) is. hlk. Pervane.

kepenk, -gi is. İş yeri, pencere, kapı vb. yerleri kapamak için kullanılan, türlü biçimlerde sac levha, demir veya tahta kanat: "Akşamüstü, bütün kepenkler indikten sonra sokağa çıktık." -Y. Z, Ortaç, kepenk kapatmak çalışamaz duruma gelmek, kepenk kapattırmak kepenk kapatmasına sebep olmak: "Belediye çavuşu çarşıyı ve arastaları dolaşmış, esnafa kepenk kapattırmıştır." -T, Buğra, kepenkleri indirmek işi tatil etmek.

kepez is. hlk. 1. Yüksek tepe, dağ. 2. Dağlartn oyuk, kuytu yerleri. 3. Gelin başlığı. 4. Tavuk ve kuşların ibiği veya başındaki uzun tüyler.

kepir is. hlk. Çorak, çamurlu, verimsiz toprak.

kepme is. Kepmek işi.

kepmek (nsz) hlk. Çökmek, yıkılmak.

ker is. Far. ker Kuvvet, kudret.

kerli ferli

kerahet is. (kera:het) Ar. kerahet esk. İğrenme, tiksinme.

kerahet vakti, vaktikerahet

kerahet vakti is. 1. din b. Namaz kılmanın mekruh olduğu vakit, vaktikerahet. 2. Akşamcılar arasında içkiye başlama zamanı.

keramet is. (kera:met) Ar. keramet 1. Ermiş kimselerin gösterdiklerine inanılan, doğaüstü, şaşkınlık uyandırıcı durum: "Babamın, mucize ve keramet kıssaları olarak bize anlattığı şeyler bu çeşit gülünç ve çocukça masallardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Olağanüstü durum. 3. Keramet sayılabilecek nitelikte olan şey: "Bir söz dedi canan ki keramet var içinde." -Nedim, keramet buyurdunuz (veya keramette bulundunuz) "çok doğru söylediniz, çok güzel yaptınız" anlamlarında kullanılan bir yaranma sözü. kerameti kendinden menkul sahip olduğu nitelikleri kendisi söyleyen: "Kerameti kendinden menkul şeyhler gibi bu armağanlar onların eksik olan kabiliyetlerinin bir çeşit icazeti oluyor." -H. Taner, keramette bulunmak doğaüstü olaylar ortaya koymak.

keramet sahibi

kerametli sf. Doğaüstü güce sahip: "Meğerse bana öğretilen o kısa ve sade cümlenin ne sihirli, ne kerametli, ne müthiş tesiri varmış."-V.. H.Karay.

keramet sahibi sf. Keramet gösterebilen (kimse): "Soylu Seyfullah Paşa, hakikaten keramet sahibi bir adamdı." -R. N. Güntekin.

kerata is. Yun. 1. Karısı tarafından aldatılan erkek. 2. Ayakkabı çekeceği. 3. Küçüklere sevgi ile söylenen bir sitem sözü: "Kimden yana bu kerata?" -N. Cumalı.

keratin is. Fr. keratine anat. Tırnak, boynuz, kıl gibi üst deri ürünü olan yapıları oluşturan proteinli madde.

keratinleşme is. Keratinleşmek işi veya durumu.

kera tinlesin ek Protoplazma proteinler keratin durumuna dönüşmek.

keratinli sf. Keratini olan.

keratinsiz sf Keratini olmayan.

kerde is. hlk. Sebze __ fideliği: "ilerdeki kerdelerm birinde, üzerine uçuksan bir ışık düşmüş bir domates..." -T. Buğra.

kere is. Ar. kerre Kez, yol, defa, sefer: "Bir kere düştün mü, ne arayan olur ne soran!" -B. Felek.

bir kere, yüz kere

kerem is. Ar. kerem esk. 1. Soyluluk, ululuk, büyüklük, asalet. 2. Bağış olarak verme, iyilik, cömertlik, eli açıklık, lütuf: "Bir başka kerem beklemez artık gelecekten." -Y. K. Beyatlı. kerem buyurun (veya eyleyin) "izin verin, beni dinleyin" anlamlarında nezaket sözü. kerem etmek bağışta, iyilikte bulunmak: "Kerem et aklından çıkarma beni / Ağla, gözyaşını sil melul melul." -Karacaoğlan.

kerem sahibi, kesik kerem

kerempe is. coğ. 1. Denize doğru uzanan taşlık burun. 2. Dağın en yüksek yeri.

kerem sahibi sf. İyi huylu, cömert,

keres is. hlk. Büyük ve derin karavana.

kereste is. (kere'ste) Far. kerâste 1. Tomrukların boyuna biçilmesiyle elde edilen ve marangozlukla inşaatta kullanılan nitelikli ağaç: "Dağdan kestim kereste / Kuş besledim kafeste." -Halk türküsü. 2. Ayakkabı yapımında kullanılan gereç. 3. mec. Kaba saba kimse, kalas: "Gözünü oyarım vallahi kereste!" S. F. Abasıyanık.

çarliston marka kereste, yarına kereste

keresteci is. Kereste satan kimse.

kerestecilik, -ğî is. Kereste alıp satma işi.

keresteli sf. hlk. İri yapılı: Keresteli adam.

kerestelik, -ği sf. Kereste yapılmaya elverişli (ağaç).

kerevet is. Yun. Üzerine şilte serilerek yatmaya veya oturmaya yarayan, tahtadan seki, sedir, peyke: "Bir kenarda tahta kerevet biçimli bir şey duvara dayanmış duruyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

kerevides is. bk, kerevit.

kerevit is. Yun. zool. Kabuklular sınıfından, çamurlu tatlı sularda yaşayan bir eklem bacaklı, tatlı su ıstakozu, karavide (Potamobius fluviatüis).

kereviz is. Far. kerefs bot. Maydanozgillerden, kökleri ve yaprakları sebze olarak kullanılan kokulu bir bitki (Apium graveolens).

kerh is. Ar. kerh esk. 1. Tiksinme, iğrenme. 2. Bir işi istemeyerek zorla yapma.

kerhane is. (kerhaıne) Far. kâr + hâne esk. Genelev: "Hani ev bark, hani çoluk çocuk / Ne geçti elime bu hayatın / Meyhanesinde, kerhanesinde?"-C. S. Tarancı.

kerhaneci is. 1. Kerhane işleten kimse. 2. ünl. hkr. Sövgü sözü.

kerhen zf. (ke'rhen) Ar. kerhen esk. 1. Tiksinerek, iğrenerek. 2. İstemeyerek, istemeye istemeye, gönülsüz.

kerih sf. (kerth) Ar. kerih esk. Tiksindirici, iğrenç.

kerim sf. Ar. kerim esk. 1. Soylu, asil. 2. Eli açık, cömert. 3. din b. Allah'ın adlarından biri.

kerime is. (kertme) Ar. kerime esk. Kız evlat.

keriz is. Far. kârız 1. Geriz, çîrkef, pislik. 2. argo Kumar. 3. argo Kolayca kandınlabilen kimse, aptal. 4. argo Eğlenti.

kerizci is. argo 1. Çalgıcı. 2. Hile yapan oyuncu.

kerkenez is. zool. Kartalgillerden, leşle beslenen, 35 cm uzunluğunda, kızılımsı tüyleri olan bîr kuş (Falco tinnunculus).

kerkes is. Ar. kerkes zool. esk. Akbaba.

kerki is. hlk. Keser.

kerkinme is. Kerkinmek işi.

kerkinmek (nsz) Taşıtlarda kalabalıktan yararlanarak başkalarına sürtünmek, sarkıntılık etmek,

kerli ferli sf. Kelli felli: "Tertemiz giyinmiş, kerli ferli bir adamcağız." -B. R. Eyuboğlu.

kermen is. Kale.

kermes is. Fr. kermesse 1. Genellikle açık havada satış yapılarak gelir sağlanan toplantı. 2. Küçük şehirlerde bayram veya panayır günlerinde yapılan eğlenceli toplantı. 3. Çeşitli ürünler satarak, bir derneğe, bir çalışmaya yardım sağlamak amacıyla yapılan toplantı.

kerpeten is. Ar. kelbetân 1. Çivi sökmeye veya diş çekmeye yarayan, hareketli bir eksen çevresinde çapraz iki parçadan oluşmuş, kıskaç biçimindeki araç. 2. Bu biçimde olan ve diş çekmekte kullanılan araç.

kerpiç, -ci is. 1. Duvar örmekte kullanılmak için kalıplara dökülüp güneşte kurutulmuş saman ve balçık karışımı ilkel tuğla. 2. sf. Bu tuğladan yapılmış: "Kerpiç evler, ipe serili çamaşırlar gibi ay ışığında sallanıyorlar." -P. Safa. kerpiç dökmek saman ve balçık karışımını kalıplara boşaltarak kerpiç yapmak, kerpiç gibi çok sert ve kuru.

samanlı kerpiç

kerpîççi is. Kerpiç yapan veya satan kimse.

kerpiçleşme is. Kerpiçleşmek işi.

kerpiçleşmek (nsz) Çok sert ve kuru bir duruma gelmek.

kerrake is. (kerra:ke) Ar. kerâke esk. İnce softan hafif ve dar bir üstlük.

kerrakeli sf esk. Kerrakesi olan: "Gülgüli, kerrakeli, mor hareli," -Nedim.

kerrat is. (kerraıt) Ar. kerrat esk. Birçok kez.

kerrat cetveli

kerrat cetveli is. esk. Çarpım tablosu: "Ömer hoca bana kerrat cetvelini ezberletti." -M. Ş. Esendal.

kerte (I) is. İşaret için yapılmış çentik veya iz, kerti.

kerte (II) İt. auarta Derece, radde: "Bu öldürme sözünü mübalağanın son kertesi olarak kullanmıştım." -R. N. Güntekin. kertesine gelmek tam yerini ve zamanını bulmak, kertesine getirmek tam sırasını, en uygun zamanını seçmek.

kerteleme is. Kerte kerte, azar azar ilerleme durumu, tedriç.

kerteles is. zool. Bir tür deve olan teke ile iki hörgüçlü erkek devenin geriye melezlenmesiyle elde edilen bir deve türü.

kertenkele is. (kerte'nkele) zool. Kertenkelelerden, uzun vücutlu, sivri kuyruklu, çevik, böcekçil, küçük sürüngen hayvan (Lacertus).

yeşilkertenkele, Hint kertenkelesi

kertenkeleler ç. is. zool. Kertenkeleleri, bukalemun ve iguanalan içine alan dört ayaklı sürüngenler takımı.

kerteriz is. Yun. den. 1. Bir yerin pusula kertelerine göre bulunduğu yön. 2. Balıkçıların denizde sığlıkları belirlemek için kullandıkları işaretlerin bütünü, kerteriz almak (veya etmek) bir yerin hangi yönde veya geminin nerede bulunduğunu pusula ile ölçmek: "Uzakta, sancak tarafında, kerteriz ettiğimiz fenerin ışığı bir yanıp bir sönüyor. " -Z. Selimoğlu.

kerteriz noktası

kerteriz noktası is. den. Geminin bulunduğu yeri anlamak için kerteriz almaya yarayan fener kulesi, duba, şamandıra vb.nîn harita üzerindeki yeri.

kerti ir. 1. Kerte (I). 2. sf. hlk. Bayat (ekmek, et).

kertik, -ği sf. 1. Kertilmiş olan. 2. is. Kertilmiş yer, gedik, çentik.

beşik kertiği

kertikleme is. Kertiklemek işi.

kertiklemek (-i) Kertik açmak.

kertikli sf. Kertiği olan.

kertiksiz sf. Kertiği olmayan.

kertilme is. Kertilmek işi.

kertilmek (nsz) Kertme işi yapılmak.

kertme is. 1. Kertmek işi. 2. Çentik.

beşik kertme

kertmek (-i) 1. Bir şeyin kenannda kertik açmak, çentmek. 2. hlk. Sertçe sürtünmek: Kayık rıhtımı kerterek geçti.

kervan is. Far. kârbân esk. 1. Uzak yerlere yolcu ve ticaret eşyası taşıyan yük hayvanı katan: "Aşağı doğru inen kervan yavaş yavaş söğütlüğe kadar geldi." -F. R. Atay. 2. mec. Toplu olarak birbiri ardınca gelen şeyler: "Kervana karışmalı, ne gerisinde kalmalı ne başında durmalı." -F. R. Atay. kervana katılmak bir topluluğa karışmak.

kervanbaşı, kervan çulluğu, Kervankıran, kervansaray, Kervan Yıldızı

kervanbaşı is. Kervanı yöneten kimse.

kervancı is. Kervan sahibi veya kervan güden kimse.

kervan çulluğu is. zool. Uzun ayaklı, uzun ve eğri gagalı kuşlar sınifi.

Kervankıran öz. is. Far. kurbân + T. kıran astr. Çoban Yıldızı.

kervansaray is. Far. kârbân + seray esk. Ana yollarda kervanların konaklaması için yapılan büyük han: "Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar / Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar." -F. N. Çamlibel.

Kervan Yıldızı öz. is. astr. Çoban Yıldızı.

kes (I) is. hlk. Genellikle yakmak için kullanılan iri saman.

kes (II) is. sp. Ayak bileklerini de içine alan kapalı jimnastik ayakkabısı.

kesafet is. (kesafet) Ar. kesafet esk. 1. Çokluk, sıklık. 2. Yoğunluk: "Dağ, bütün kesafeti ve bütün heybeliyle benim üstüme yürüyor gibiydi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Saydam olmama durumu, bulanıklık.

nüfus kesafeti

kesat, -di is. Ar, kesâd 1. Alışverişte durgunluk: "Bugünlerde alışveriş de kesat." -N. Nâzım. 2. Yokluk, kıtlık.

kesatlaşma is. Kesatlaşmak durumu.

kesatlaşmak (nsz) İşlerde, satışlarda azalmak.

kesatlık, -ğı is. 1. Kesat olma durumu. 2. Kıtlık zamanı.

kesbetme is. Kesbetmek.

kesbetmek, -der (nsz) Ar. kesb + T. etmek Kazanmak, elde etmek: "İş bu mertebe ciddiyet kesbetmiş mi birader?" -A. İlhan.

kesbî (kesbi:) Ar. kesbi Sonradan elde edinilmiş, sonradan kazanılmış.

kese (I) is. Far. kise 1. Cepte taşınan, içine para, tütün vb, konulan, kumaştan veya örgüden küçük torba: "Boynundan bir kese çıkardı, fakat içine bakmadan ani bir fikirle yüzü kızardı." -H. E. Adıvar, 2. Bazı şeylerin üzerine geçirilen, kumaştan çanta biçiminde kap: Kur'an kesesi. 3. Yıkanırken kir çıkartmak için ele geçirilen, vücudu ovmaya yarayan, bürümcükten, cep biçiminde bez. 4. sf. Herhangi bir kese miktarında olan: Üç kese tütün. 5. mec. Bir kimsenin mal varlığı: "Bu sadeleşme vücut ve keseye daha elverişli idi." -F. R. Atay. 6. anat. Organizmanın bazı boşlukları. 7. bot. Su bitkilerinde içi hava ile dolu olan ve bitkinin suda yüzer durumda kalmasını sağlayan şişkinlik. 8. tar. Beş yüz kuruşluk para birimi, keseden yemek herhangi bir üretim yapmadan, kâr elde etmeden, hazırda bulunan veya el altındaki varlığı harcamak, kesenin ağzını açmak bol para harcamaya başlamak: "Balo ve kokteyl partisine bir davetiye alabilmek için keselerinin ağzını açmak kifayet etmezse, avuçlarını açarlar." -H. E, Adıvar. kesenin dibi görünmek para tükenmek, kesenize bereket maddi katkısı görülen bir kimseye "çok kazan, kazancın bol olsun" anlamında söylenen teşekkür sözü, kesesi elvermemek bütçesi elverişli olmamak, kesesine bir şey girmemek bir yarar veya çıkar sağlamamak: "Bunda benim keseme bir girecek yok ki sana yalan söyleyeyim." -M. Ş. Esendal. kesesine göre parasına, mali imkânlarına göre. kesesine güvenmek parasına güvenmek, kesesini doldurmak fırsatlardan yararlanarak para kazanıp zengin olmak: "Böylece Tecirlilerin yanına varan bir hoca, kesesini pek çok doldururmuş." -S. Birsel, keseye davranmak ödemek istemek: "Sizi fena alıştırmışlar. Hemen keseye davranmayın." -M. Ş. Esendal.

kese çiçeği, kese kâğıdı, bol keseden, göz kesesi, hamam kesesi, hava kesesi, işitme kesesi, öd kesesi, reçine kesesi, safra kesesi, spor kesesi, su kesesi, yağ kesesi, yüzme kesesi

kese (II) sf. hlk. Kısa, kestirme (yol).

kesecik, -ği is. anat. Kulağın dolambacında bulunan ve lenf ile dolu olan küçük zarsı organ.

akciğer kesecikleri

kese çiçeği is. bot. Süs için yetiştirilen ve demet olarak çiçek açan bitki (Ceanothus).

kesedar is. (keseda:r) Far. kise-dâr esk. 1. Zengin kimselerin parasını yöneten ve gerekli harcamaları yapan kimse, vekilharç. 2. Esnafın gelirlerini toplayıp kimse.

kesek, -ği is. 1. Bel, çapa veya sabanın topraktan kaldırdığı iri parça. 2. Tezek. 3. Çimen yapmak için üzerindeki otuyla birlikte çıkarılmış çayır parçası.

altın keseği

kese kâğıdı is. İçine bazı şeyler konulmak için kâğıttan yapılmış kese biçiminde torba: "Elindeki kese kâğıdım karısına uzatarak biraz meyve aldım, dedi." -A. İlhan.

kesektenme is. Keseklenmek işi.

kesekten mek (nsz) hlk. Toprak, parça parça olmak.

kesekli sf. Parça parça kabarmış olan (toprak).

kesel is. Ar. kesel esk. Gevşeklik, tembellik. kesel gelmek gevşemek, tembelleşmek: "İzmir faciasından beri padişaha ve hükümete kesel gelmişti." -Y. K. Beyatlı.

kesel perdesi

keseleme is. Keselemek işi.

keselemek (-i) Kir çıkarmak için vücudu kese ile ovmak.

keseleniş is. Keselenme işi veya biçimi.

keselenme is. Keselenmek işi.

keselenmek (nsz) 1. Keseleme işi yapılmak. 2. Kendini keselemek.

keseletme is. Keseletmek işi.

keseletmek (-e, -i) Keseleme işini yaptırmak.

keseli sf. Kesesi olan,

keseli kurt

keseli kurt, -du is. zool. Genellikle omurgalılarda, kasların içinde gelişen şerit kurtçuklarının genel adı (Cysticercus).

keseliler ç. is. zool. Kanguru gibi, dişilerinin karnında yavrularını taşımaya yarayan kese bulunan hayvanlar takımı.

kesel perdesi is. Herhangi bir müzik ölçüsüne girmeyen, insanın iç dünyasını karartan ve bıkkınlık veren bir ses tonu: "O kadar zembereği olmayan ve hususi bir kesel perdesi olan bir sesti." -H. E. Adıvar.

kesen sf. 1. Kesme işini yapan. 2. is. mat. Bir şekli özellikle bir üçgenin kenarlarını kesen doğru.

ağaçkesen, ağrıkesen, bağkesen, boğazkesen, ışıkkesen, yelkesen, yotkesen

kesene is. hlk. 1. Sözleşme, yazılı anlaşma. 2. sf. Götürü, toptan: "Şimdi bu, kesene işlerine girişiyor, mekteplere ekmek veriyor. Trabzonlu bir ortakla bir eskici koltukçu dükkânı işletiyor." -M. Ş. Esendal.

kesenek, -ği is. ekon. 1. Görevlilerin aylıklarından her ay belli oranda kesilip bir sosyal güvenlik kurumuna yatırılan para: "Emeklilik maaşı sade bir vefa borcu değil, ömür boyu bu maksatla toplanmış keseneklerin aylık hâlinde geri verilmesi." -H. Taner. 2. Fabrika, çiftlik vb. gelir kaynaklarının gelirini satın alma işi, iltizam, keseneğe almak gelirini satın almak, iltizam etmek, keseneğe vermek bir şeyin gelirini önceden götürü olarak satmak.

kesenekçi is. Keseneği alan kimse, iltizamcı, mültezim.

kesenkes zf. (kese'nkes) bk. kesinkes.

keser is. Tahta, ağaç yontmaya ve çivi çakmaya yarayan, kısa saplı, bir yanı keskin ağızlı çelik araç.

ayak keseri, el keseri, nalıncı keseri

kesesiz sf. Kesesi olmayan.

kesici is. 1. Kesme işini yapan kimse: Yol kesici. 2. Kasaplık hayvanları kesen kimse. 3. Kesme işinde kullanılan araç.

kesici diş, kesici kılıç, ağrı kesici, nefes kesici, soluk kesici, yankesici

kesici diş is. anat. Alt ve üst çenenin ön tarafında bulunan, yiyecekleri kesmeye yarayan, yassı, keskin ön dişlerden her biri.

kesici kılıç, -cı is. Eskrimde kullanılan bir tür kılıç.

kesicilik, -ği is. Kesici olma durumu.

kesif sf. (kesi'.f) Ar. keşif esk. 1. Yoğun. 2. Saydam olmayan. 3. Sık, kaim.

kesif yem

kesif yem is. Sindirilebilir besin maddeleri yüksek, selülozu düşük yem.

kesik, -ği sf. 1. Kesilmiş olan: "Biri saçları kesik, gözleri ayrık, dişleri dökük, fakat çok dinç ve güzel bir nineydi." -H. E. Adıvar. 2. Kesilerek bozulmuş olan: Kesik süt. 3. Kısa. 4. is. Çiğ sütten yapılan yağsız peynir, çökelek, ekşimik. 5. is. Gazete, dergi vb.nden kesilmiş yazı, kupür: "İçinde bir gazete kesiği var." -F. R. Atay. 6. is. Kesilmiş olan yer: Parmağındaki kesikler. 7. is. hlk. Tarla, bağ ve bahçe çevresine açılan hendek. 8. sp. Takım kadrosuna alınmamış (oyuncu). 9. argo Parası olmayan.

kesik hava, kesik kelime, kesik kerem, kesik kesik, kesik koni, kesik piramit, kesik prizma, kulağı kesik

kesik hava is. milz. Halk şiiri dışında yanık ezgili deyiş.

kesik kelime is. dbl. Bir bölümü kesilerek kullanılan söz: foto (fotoğrafçı), oto (otomobil), akü (akümülatör).

kesik kerem is. müz. Âşık Kerem'in ezgilerinde görülen yanık türkü dalı.

kesik kesik sf. 1. Kısa kısa: "Gözlerim indirerek kesik kesik cümlelerle anlattı." -H. Z. Uşaklıgil. 2. zf. Ara vererek: "Bir koltuğa oturdu, kesik kesik ifade vermeye başladı." -R. N. Güntekin.

kesik koni is. mat. Bir koninin tabanına paralel bir düzlemle kesilmesinden elde edilen cisim.

kesikli sf. 1. Kesikleri oian. 2. fiz. Aralıklarla süren, duraklamalar yapan (elektrik akımı): Kesikli akım.

kesiklik, -ği is. 1. Kesik olma durumu. 2. Ansızın duyulan hâlsizlik, kırıklık, yorgunluk, kesiklik vermek 1) ara vermek: "Dumanlar gözlerimi yakıyor, görüş gücüme kesiklik veriyor." -S. Birsel. 2) hâlsizlik, kırıklık, yorgunluk ortaya çıkmak.

kulağı kesiklik

kesik piramit, -di is. mat. Bîr piramit, tabanına paralel bir düzlemle kesildiğinde taban yönünde kalan cisim.

kesik prizma is. mat. Bir prizmanın bütün yer ayrıtlarını kesen bir düzlemle elde edilen, kesiti ile tabanı arasında kalan cisim.

kesiksiz sf. 1. Kesilmeden süren, sürekli, süreli, devamlı, mütemadi, 2. fiz. Kesilmeden, ara vermeden sürüp giden (elektrik akımı): Kesiksiz akım.

kesiliş is. Kesilme işi veya biçimi.

kesilme is. Kesilmek işi.

kesilmek (nsz) 1. Kesme işi yapılmak. 2. Bitkin duruma gelmek, gücü, takati kalmamak, çok yorulmak: "Sonunda elleri, ayaklan yorgunluktan kesilerek uzanıyorlardı yattıkları hasırlara." -N. Cumalı. 3. Gibi olmak, benzemek, dönmek: "Senelerden beri, hizmetçinin, sütninenin türlü çeşidi ile uğraşa uğraşa insan sarrafı kesilmiş." -R. N. Güntekin. 4. Süt, ayran vb. bozulmak, ekşimek. 5. Dinmek: "Rüzgâr kesilmiş, toprak üstüne yalın ayak basılmayacak kadar ısınmıştı." -N. Cumalı. 6. Sona ermek: "Tam umudumuz kesilecek gibi olup da epey üzüldükten sonra kapı tokmağı tak ederdi." -H. R. Gürpınar. 7. Akmamak: Su kesilmek. 8. Akım gelmez olmak: "Dışarıdan biri mi geldi de onları söndürdü, yoksa şehir cereyanı mı kesilmiş?" -R. N. Güntekin. 9. Kendinden önceki kelimeyi "olmak" anlamıyla pekiştiren bir fiil: "Acele yürümeden nefesi tıkanmış ve heyecandan yüzü kıpkırmızı kesilmiş bir hâlde ihtiyarın yanına girdi." -Y, K. Karaosmanoğlu. 10. Son veya aralık verilmek: Dersler kesildi. 11. Kendini herhangi bir şey gibi göstermek: "Üçüncü gün sabahı, o bir kuzu oldu, ben bir iradeli aslan kesildim." -A. Gündüz. 12. Tutulmak, kapatılmak. 13. Makaslanmak. 14, Durmak: "Muazzez cevap vermedi ve münakaşa kesildi. " -P. Safa. 15. (-den) Yoksun kalmak: "Çocuk yiyip içmeden kesildi." -R, N. Güntekin. 16. Sünnet olmak: "Galip Baba, çeker gider, diye çocuk kesilinceye dek böyle yapmayı uygun görmüştü." -M. İzgü. 17. argo Çok beğenmek, çok hoşlanmak.

kesim is. 1. Kesme işi. 2. Bölüm, parça, kısım, sektör: "Vatan hizmeti her Türk'ün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin silahlı kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği ... kanunla düzenlenir." -Anayasa. 3. Bölge. 4. Kesme zamanı: Ders kesimi. 5. İşaretlenmiş belli yer: Gemi, su kesiminin üstünden yaralandı. 6. Terzinin belli bir ölçü ve örneğe göre kumaşa biçim verme işi, fason. 7. tar. Hazineye ait herhangi bîr gelirin belli bir bedel karşılığı keseneğe verilmesi, mukataa. 8. hlk. Boy bos, endam. 9. hlk. Pazarlık, anlaşma.

kesimevi, kesimhane, ince kesim, özel kesim, yaş kesim, ağrı kesimi, et kesimi, kamu kesimi, söz kesimi, su kesimi

kesimci is. Kesenekçi, mültezim.

kesimcilik, -ği is. Kesimci olma durumu.

kesimevi is. Kasaplık hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, kanara, mezbaha.

kesimhane is. (kesimha:ne) T. kesim + Far. hâne Kesimevi,

kesimlik, -ği sf. Kesime elverişli (hayvan).

kesin sf. 1. Şüphe ve duraksamaya yer bırakmayan veya geri dönülmeyen, değişmez, mutlak, kati, maktu: "Sevmem kesin sözleri, bir kesin söz duydum mu, tersine söylemek gelir içimden." -N, Ataç. 2. zf. Kesinlikle. kesin olarak kesinlikle.

kesin bilgi, kesin kayıt

kesin bilgi is. fel. Doğruluğundan kuşkulanılmayan bilgi.

kesin kayıt, -ydı is. Belli bir düzeyi, puanı tutturan ve belirlenen şartları yerine getiren adaylar için yapılan kayıt.

kesinkes zf. (kesi'nkes) Kesin olarak: "Evine yaklaşırken içinden, Firuzan'ın kesinkes orada olacağını biliyordu." -H. E. Adıvar.

kesinleşme is. Kesinleşmek işi.

kesinleşmek (nsz) 1. Kesin bir durum almak, katileşmek, katiyet kesbetmek: Burada kalmamız kesinleşti. 2. huk. Değişme olanağı olmadan yürürlüğe girmek.

kesinleştirme is. Kesinleştirmek işi.

kesinleştirmek (-i) Kesin bir duruma getirmek.

kesinlik, -ği is. 1. Kesin olma durumu veya kesin davranış, katiyet: Bu sözde kesinlik yok. 2. fel. Bir bilginin, bir kanaatin şüpheye düşmeden onaylanması durumu.

kesinlikle zf. Kesin bir biçimde, kesin, kesin olarak, yüzde yüz, her hâlde, her halükârda, mutlaka, katiyen.

kesinme is. Kesinmek işi veya durumu.

kesinmek (nsz) hlk. Kesme işi yapılmak.

kesinsizlik, -ği is. Kesin olmama durumu.

kesinti is. 1. Kesilen parça, kırpıntı. 2. Bir işin bir süre için durması, inkıta, fasıla: İşimiz hiçbir kesintiye uğramadan yürüyor. 3. ekon. Ödenen bir paradan herhangi bir gerekle kesilen bölüm: Bu ücretin hiçbir kesintisi yoktur, (birini) kesintiye almak biriyle sezdirmeden alay etmek, kesintiye uğramak bir süre için durmak.

ön kesinti

kesintili sf. 1. Ara verilerek yapılan. 2. Kesintisi olan (para): Kesintili ücret.

kesintisiz sf. 1. Aralıksız: "Kesintisiz kahkahalarla gülmekte, sevinçten oynamaktadır." -T. Oflazoğlu. 2. Hiçbir vergi kesilmeden verilen (para).

kesintisiz güç kaynağı

kesintisiz güç kaynağı is. Bilgisayarda elektrik kesildiğinde devreye giren, bilgisayar ile ona bağlı donanımlara belirli bir süre güç sağlayan araç.

kesintisizlik, -ği is. Kesintisiz olma durumu.

kesir, -sri is. Ar. kesr mat. Bir birimin bölündüğü eşit parçalardan birini veya birkaçım anlatan sayı: Yarım, üçte bir, yüzde üç birer kesirdir.

kesir ölçek, adi kesir, basit kesir, bayağı kesir, bileşik kesir, ondalık kesir

kesirli sf. Kesir niteliğinde olan (sayı).

kesirli sayı

kesirli sayı is. mat. Kesri olan sayı: 7,5 veya 1,3 kesirli sayılardır.

kesir ölçek, -ği is. Plan ve haritaların ölçekleri payı 1 olan ve kesirli sayılarla gösterilen ölçek: 1 /20.000 ölçekli harita.

kesirsiz sf. Kesir niteliğinde olmayan.

kesiş is. Kesme işi veya biçimi.

kesişen sf. mat. Bir nokta veya çizgi üzerinde birbirini kesip geçen (çizgiler veya yüzeyler): Kesişen doğrular.

kesişme is. Kesişmek işi.

kesişmek (nsz, -le) 1. Birbirini kesmek. 2. Pazarlıkta, herhangi bir fiyatta anlaşmak. 3. argo Erkek ve kadın, bakışlarla anlaşmak. 4. mat. Bir nokta veya çizgi üzerinde birbirine kavuşmak.

kesit is. 1. Bir şey enlemesine veya boylamasına kesildiğinde ortaya çıkan yüzey: Ağacın kesiti. 2. Bir toplumun bölümü, kesim. 3. Ayırıcı özellikleriyle belirlenen süreç. 4. mat. Bir cisim düz olarak kesildiğinde ortaya çıkan düzlemin biçimi, makta: Bir kürenin her kesiti daire biçiminde olur.

ara kesit, başkesit, öz kesit

keskenme is. Keskenmek işi.

keskenmek (nsz) hlk El ile veya başka bir şeyle vuracak gibi yapmak.

keski is. 1. Ağaç, taş, metal vb.ni yontmaya yarayan, bir ucu keskin çelik araç. 2. Demir ve sac kesmek için üzerine çekiçle vurularak yürütülen keskin araç, tırnak. 3. Pulluk gövdesi önüne takılan ve toprağı kesip ayıran, bıçak veya disk biçiminde çelikten yapılmış pulluk parçası.

keskin sf. 1. Çok kesici, iyi kesen: "Sonunda keskin bir taşı testere gibi kullanarak ipi incelte incelte kopardı." -H. R. Gürpınar. 2. Tiz (ses): "Bir kadın sesiydi bu. İnce ve keskin, dikkati hemen kapan ve bırakmayan bir ses." -P. Safa. 3. Kırıcı, incitici: "En yakın dostlarının bile, kusurlarım keskin bir dille yüzlerine vururmuş." -H. Taner. 4. mec. Etkili, sert: "Nihayet güneş doğdu, sis ve duman içinde çölün sabahlarında esen serin ve keskin rüzgârla üşüdük." -F. R. Atay. 5. mec. Görevini iyi yapan: Keskin nişancı. 6. mec. Acı, üzüntü veren, keskin sirke küpüne (veya kabına) zarar öfkeli, sert kimsenin zararı kendisinedir. keskin zekâ keramete kıç attırır tkz. zeki kimse, bir işin nereye varacağını keramet sahibi kimseden daha iyi bilir,

keskin nişancı, gözü keskin

keskinleşme is. Keskinleşmek işi.

keskinleşmek (nsz) Keskin duruma gelmek.

keskinleştirme is. Keskinleştirmek işi.

keskinleştirmek (-i) Keskin duruma getirmek: "Her uzlaşma teklifi gönüllerindeki görev duygusunu kuvvetlendirmekten, keskinleştirmekten başka bir şeye yaramadı." -T. Buğra.

keskini etme is. Keskinletmek işi veya durumu.

keskinletmek (-i) Keskin duruma getirmek.

keskinlik, -ği is. Keskin olma durumu: "Hafif hafif ıslıklar çalan sesi eski keskinliğini kaybetmiştir." -R. N. Güntekin.

keskin nişancı is. Silahla hedeflediği noktayı ustalıkla vuran kişi.

keskin nişancılık, -ğı is. Keskin nişancı olma durumu.

kesme is. 1. Kesmek işi. 2. Teneke, sac vb.ni kesmek için kullanılan makas. 3. sf. Küp biçiminde veya köşeli olarak kesilmiş olan: "Dört tarafı kesme billur kapaklı bir eski saat." -R. H. Karay. 4. sf. Kesin, değişmez, maktu: Kesme fiyat. 5. dbl. Kesme işareti. 6. ed. Nazımda veya nesirde, bir cümleyi sonu anlaşılacak biçimde yarım bırakma sanatı, kat. 7. bot. Kıyılarımızda yaygın olarak bulunan, yuvarlak tepeli, 5 m kadar boylu, her dem yeşil, yapraklan küçük ve kenarları testere dişli, çiçekleri yeşilimsi beyaz renkli olan bir süs ağacı, akçakesme (Phillyrea îatifolia). 8. mat, Çizgisel iki doğru parçası ve bir eğri yayı ile sınırlanan düzlem yüzeyi. 9. sin. ve TV İki çekimin birbirine doğrudan doğruya bağlanmasından, iki ayrı çekimin birbirini izlemesinden doğan durum. 10. esk. Lokum.

kesme imi, kesme işareti, kesme kaya, kesme şeker, kesme taş, zarar kesme, akçakesme, daire kesmesi

kesmece sf. 1. Kesilip müşteriye gösterilerek satılan (kavun, karpuz): "Kesmece kavun, kesmece beyim, daha bir diyeceğin var mı / Kes kes al karpuzlarımı." -B. Necatigil. 2. zf. Kesip bakarak beğenmek şartıyla: Karpuzu kesmece aldım. 3. zf. Aradaki değer ayrımını gözetmeksizin hepsi bir fiyattan: Bu kitapları kesmece yüzer liradan aldım.

kesme imi is. dbl. Kesme işareti.

kesme işareti is. dbl Özel adlara ve sayılara getirilen ekleri, iki sözün birleşmesi sırasında ortaya çıkan ses düşmesini belirtmek için kullanılan noktalama işaretinin adı, kesme, kesme imi, apostrof (' ): Atatürk'ün konuşması. N'oldu?

kesmek, -er (-i) 1. Bıçak, makas vb. bir araçla bir şeyi ikiye ayırmak, parçalamak, doğramak: İpi kesmek. 2. Dibinden ayırmak: Ağaçları kesmek. Dalları kesmek 3. Düzgün parçalara ayırmak: Eti kesmek. Patatesi kesmek. 4. Kesici bir araçla yaralamak: "Nasıl sol elimle sağ elimi kesip biçeceğim?" -R. N. Güntekin. 5. Ucunu almak: Saç kesmek. Tırnak kesmek. 6. Hayvanın başını gövdesinden ayırmak, boğazlamak: Koyun kesmek. Tavuk kesmek. 7. Son vermek, gidermek: Bu ilaç baş ağrısını keser. 8. Ara vermek: "Bu üç zavallı bizden rahatsız oldular ve derslerini keserek çekildiler." -M. Ş. Esendal. 9. Bir şeyden yoksun bırakmak, vermemek: Yardımı kestiler. Ücreti ödemeyince telefonu kestiler, 10. Akımı durdurmak: "Şimdi belediye ile anlaşamayan müteşebbis cereyanı kesmiş." -S. F. Abasıyanık. 11. Belirtmek, kararlaştırmak: Gününü daha kesmedik. 12. Verilecek şeyin bir bölümünü alıkoyup vermemek: Ücretinden beş lira kesmişler. 13. Para basmak. 14. Azaltmak, güçleştirmek: Rüzgâr geminin yolunu kesiyor. 15. İskambil kâğıtlarında destenin üzerinden bir bölümünü kaldırıp öte yana koymak. 16. Geçişi önlemek: Yolu kesmek. 17. Susmak: Kes artık yeter! 18. Hasta organı ameliyatla almak. 19. Bölmek, ayırmak: Bulvarı kesen küçük sokaklardan biri. 20. Yazıyı, filmi kısaltmak. 21. (nsz) argo Uydurmak, yalan söylemek. 22. Rüzgâr, soğuk vb. çok etkili olmak: Rüzgâr yüzümü kesiyor. 23. mec. Birini yermek, kötülemek. 24. mec. Karşı cinsten birisini sürekli olarak süzmek, dikkatli bir biçimde bakmak. 25. sp. Oyuncuyu takım kadrosuna almamak, kesip (veya kestirip) atmak 1) uzun uzadıya düşünmeden kesin yargıya varmak: "Zaman zaman iddiacılığım da bırakamazdı, bu böyledir diye kesip atardı." -H. Taner. 2) kesin olarak çözmek, bitirmek: "Mantıki söylenmiş, müdellel söylenmiş, her cihetten işi kesip atmıştı." -M. Ş. Esendal. kesip biçmek 1) parçalamak, doğramak, ameliyat etmek; 2) ağzına geleni söylemek, ileri geri konuşmak; 3) zorbalıkla korkutmak: "Nasıl sol elimle sağ elimi kesip biçeceğim?" -R. N. Güntekin. (birinin) kestiği (veya attığı) tırnak olamamak bir kimse, söz konusu olan kimseden değerce çok aşağı olmak.

kesyapiştır, ateşkes

kesme kaya is. Baskı altında kalarak sertleşmiş toprak.

kesmelik, -ği is. Kesme taş çıkarılan ocak.

kesme şeker is. Küp şeker.

kesme taş is. Yola dizilmek amacıyla veya bir yapı için biçimlendirilmiş taş.

kesmik, -ği is, hlk. 1. Kesilmiş sütün koyu bölümü. 2. Başakla karışık iri saman. 3. Taş gibi olmuş toprak parçası.

kesmikli sf. İçinde kesmik bulunan.

kesp, -bi is. Ar. kesb esk. Kazanma.

kesre is. Ar. kesre esk. Esre.

kesret is. Ar. kesret esk. Çok olma durumu, çokluk.

kestane is. (kesta:ne) Yun. 1. bot. Kayıngillerden, ılıman iklimlerde yetişen, 25-30 m kadar boylanabilen, kerestesi doğramacılıkta kullanılan bir orman ağacı (Castanea sativa). 2. bot. Bu ağacın yenebilen kabuklu meyvesi. 3. Kestane rengi, kestane kabuğundan çıkmış da kabuğunu beğenmemiş soyunu, yetiştiği yeri veya çevreyi hor görenler için kınama yollu söylenen bîr söz. kestane suyu gibi sulu (kahve).

kestane dorusu, kestane fişeği, kestane kabağı, kestane kargası, kestane rengi, kestane şekeri, açık kestane, at kestanesi, dağ kestanesi, denizkestanesi, göl kestanesi, Hint kestanesi, kuzu kestanesi

kestaneci is. Kestane kebabı yapan veya satan kimse.

kestanecik, -ği is. anat. 1. Prostat. 2. zool. Atların her bacağında birer tane çıkan, boynuz dokusunda olan kısa ve yayvan uzantı.

kestanecilik, -ği is. Kestaneci olma durumu.

kestane dorusu is. 1. Açık kahverengi. 2. sf. Bu renkte olan (at).

kestane fişeği is. İçinde tane barut ve fitilin geçmesine yarayan küçük bir kanalı olan bir tür şenlik fişeği.

kestane kabağı is. bot. Helvacı kabağı.

kestane kargası is. zool. Alakarga.

kestanelik, -ği is. Kestane ağaçları çok olan yer: "Kestanelikte ağaçlardan düşen yapraklar üstünde koşar, yerlerden kestane toplardık." -A. Ş. Hisar.

kestane rengi is. 1. Açık kahverengi. 2. sf. Bu renkte olan.

kestane şekeri is. Kestanenin şeker şerbeti içinde kaynatılmasıyla yapılan şekerleme.

kestere is. Kitre.

kestirilme is. Kestirilmek işi.

kestirilmek (nsz) Kestirme işi yapılmak.

kestirim is. Kestirme işi, tahmin,

kestiriş is. Kestirme işi veya biçimi.

kestirme is. 1. Kestirmek işi. 2. Oturduğu yerde hafif ve kısa süreli uyuma. 3. sf. Alışılanın dışında kısa olan (yol), kese: "Evimden çıkar, bir kestirme yoldan beş dakikada evine varabilirdim." -S. F. Abasıyanık. 4. sf. Amacı fazla uzatmadan anlatan: Kestirme cevap. Kestirme söz. 5. zf Kısaca, özet olarak: Konuyu kestirme anlattı. 6. hlk. Kaynatılıp limon sıkılarak koyulaştırılmış şeker şerbeti, kestirmeden gitmek en kısa yoldan gitmek.

kestirmece sf. 1. Yaklaşık, tahminî. 2. zf. Kısa yoldan, kısaca: "İklim değiştirmek için insan kestirmece hamama gitmeli, zahmetsizi, ucuzu o..."-R. H. Karay.

kestirmeden zf. En kısa yoldan, en kısa bir biçimde: Okula kestirmeden geldik.

kestirmek (-i, -e) 1. Kesme işini yaptırmak. 2. (-i) Akıl yolu ile gerçeğe yakın bir yargıya varmak, tahmin etmek: "Ben bu kadar şeyi kestiremez miyim?" -M. Ş. Esendal. 3. (-i) Kesilmesini sağlamak, kesilmesine yol açmak: Bebeğin sütünü limon sıkarak kestirdi. 4. (-i) Karar vermek: "Söze nereden, nasıl başlayacağımı kestiremiyorum." -H. Taner. 5. (nsz) Kısa bir süre uyumak: "Rahmi peykenin köşesine büzülmüş, kestiriyordu." -B. Felek. 6. (-i) Anlamak, farkına varmak: "Bu çocuk zaten hâlâ durumunu kestirememiştir." -B. Felek, kestirip atmak ayrıntılı düşünmeden kesin yargıya varmak.

kesyapıştır is. bl Bilgisayar yazılımlarında seçilen bir metni veya nesneyi bir yerden yok edip başka bir yere taşıma işlemi.

keş (I) is. Far. keşk hlk. 1. Yağı alınmış sütten veya yoğurttan yapılan peynir. 2. Kış için kurutulan yağsız, tuzsuz yoğurt.

keş (II) sf. Far. keşîden'dzn Ayyaş, esrarkeş.

keş (III) sf. Erin. argo Aptal.

keşen is. hlk. Zincirden yular veya ayak kösteği.

keşfedilme is. Keşfedilmek işi.

keşfedilmek (nsz) Ar. keşf+ T. edilmek Keşfetme işi yapılmak.

keşfetme is. Keşfetmek işi.

keşfetmek, -der (-i) Ar. keşf + T. etmek Var olduğu bilinmeyen bir şeyi bulmak: "İki genç kadın, birbirlerini keşfeden iki yalnız çocuk gibi memnundular." -H. E. Adıvar.

keşfettirme is. Keşfettirmek işi.

keşfettirmek (-i) Ar. keşf+ T. ettirmek Keşfetmesini sağlamak.

keşide is. (keşiıde) Far. keşide esk. 1. Banka ve her tür piyango ikramiyelerinde çekme, çekiliş. 2. Arap harfli yazıda bazı harflerin baş tarafı yazıldıktan sonra süs için çekilen uzatma.

keşideci is. tic. Çek veya poliçe düzenleyen ve imzalayan kimse.

keşif, -şfi is. Ar. keşfi. Oltaya çıkarma, meydana çıkarma, açma: "Meselenin künhü bir türlü keşif ve halledilemiyor." -R. H. Karay. 2. Var olduğu bilinmeyen bir şeyin ortaya çıkarılması: Amerika'nın keşfi. 3. Gizli olan bir şey hakkında geniş bilgi edinme. 4. mec. Bir şeyin olacağını önceden anlama, sezme, tahmin. 5. huk. Bir olay veya durumun oluş sebeplerini anlayabilmek için yerinde inceleme yapma: "Bu davaların dağ tepe keşiflerine koşar, kararlarını kaleme alır." -N. Cumalı.

keşfedilmek, keşfetmek, keşfettirmek, keşif kolu

keşif kolu is. ask Düşmanın durumunu anlamak, arazi ve yollar hakkında bilgi toplamak için gönderilen kol.

keşik, -ği is. Moğ. hlk. Sıra, nöbet.

keşikleme is. Almaş, münavebe.

kesikleşme is. Keşikleşmek işi.

keşikleşmek (nsz, 4e) hlk Keşikle çalışmak.

keşiş is. Far. keşiş Hristiyanlarda, manastırda yaşayan, hiç evlenmemiş papaz, karabaş, rahip, keşiş hayatı sürmek her şeyden elini ayağını çekip yalnız başına yaşamak: "Büyük dîn adamlarının keşiş hayatı sürmesi boşuna mı dersiniz?" -H. Taner.

keşişhane

keşişhane is. (keşişha:ne) Far. keşiş + hâne din b. esk. Keşişlerin bulunduğu yer, manastır.

keşişleme is. coğ. 1. Güneydoğudan esen yel, akça yel, kara yel karşıtı. 2. Pusulada güneydoğuyu gösteren yön.

keşişlik, -ği is. Keşiş olma durumu.

keşke fini. (ke'şke) Far. kaşki Dilek anlatan cümlelerin başına getirilerek "ne olurdu" anlamında özlem veya pişmanlık bildiren bir söz, bari, keski: "Keşke vazifesi oralarda olsaydı!"-T. R.Atay.

keşkek, -ği is. Far. keşkek hlk. İyice dövülmüş buğdayın etle birlikte uzun süre kaynatılmasıyla yapılan bir yemek.

keşkekçi is. Keşkek pişiren kimse.

keski ünl (ke'şki) Far. kâşki Keşke: "Keski ölüp kalsaymışım, keski Münifle tekrar görüşmemiz hiç nasip olmasaydı. "-A. İlhan.

keşkül is. Far. keşkül esk 1. Gezici bazı dervişlerin ve dilencilerin ellerinde tuttukları, Hindistan cevizi kabuğundan, metalden veya abanozdan yapılmış dilenci çanağı. 2. Üstüne, dövülmüş fıstık ve Hindistan cevizi dökülen bir çeşit süt tatlısı, keşkülüfukara.

keşkülüfukara

keşkülüfukara is. (keşkülüfukara) Far. keşkül + Ar. fukarâ Keşkül.

keşleme is. Keşlemek durumu.

keşlemek (nsz) argo Aldırış etmemek, önem vermemek, ciddiye almamak.

keşmekeş is. Far. keşmekeş Karışık olma durumu, karışıklık: "O keşmekeş esnasında arkadaşlarını bile görememişlerdi." -H. Taner.

keşmekeştik, -ği is. Karışıklık, halledilmesi, içinden çıkılması zor durum: Bîr keşmekeşliktir gidiyor.

keşmir is. bk. kaşmir.

keşşaf is. (keşşatf) Ar. keşşaf esk. 1. Bilinmeyen çok önemli bir şeyi keşfeden. 2. Keşif kolu. 3. İzci.

keşşaflık, -ğı is. İzcilik.

ket is. Erm. Engel, ket vurmak engel olmak, güçleştirmek.

ketal, -li is. Çirişli bir çeşit parlak bez.

ketçap, -bi is. İng. ketchup Temel maddesi baharat katılmış domates olan İngiliz sosu.

kete is. hlk. Yağlı, mayalı veya mayasız hamurdan yapılan çörek.

ketebe ç. is. Ar. kelebe 1. Yazıcılar, kâtipler. 2. Ketebe kaydı.

ketebe kaydı

ketebe kaydı is. El yazması kitaplarda yazarın adını verdiği yer, ketebe.

keten is. Ar. kettân bot. 1. Ketengillerden, çiçekleri mavi renkte ve beş taç yapraklı, lifleri dokumacılıkta kullanılan bir bitki (Linumusitatissimum). 2. sf. Bu bitkinin liflerinden yapılmış (dokuma vb.): "Saçları, yüzü, bolerosu, keten elbisesi, hepsi vücuduna yapışmış." -A. H. Tanpınar.

keten helva, keten kuşu, keten tohumu, bataklık keteni, su keteni, yaban keteni

ketencik, -ği is. 1. bat. Deniz yosununun ince bir cinsi (Muscus arboreus). 2. bot. Turpgillerden, küçük san çiçekli, yağlı bir bitki (Chamaeîina sativa). 3. Bu bitkiden elde edilen, sabun yapımında ve ressamlıkta kuilamlan bir yağ.

ketengiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, keten vb. türleri içine alan bitki familyası.

keten helva is. Kavrulmuş şekerden yapılan, pamuk görünüşünde bir çeşit helva.

keten helvacı is. Keten helva yapan ve satan kimse: "Yoksa keten helvacıların - bîr masalda olduğu gibi - bir beytine bir kese altın verecek sultanlar mı hâlâ İstanbul' da?" -S. F. Abasıyanık.

keten helvası is. bk. keten helva.

keten kuşu is. zool. İspinozgillerden, güzel sesli, 13 cm uzunluğunda tarla ve çalılıklarda yaşayan bir kuş (Carduelis linaria).

ketenpere is. argo Dolandırıcılık. ketenpereye gelmek dolandırılmak. ketenpereye getirmek dolandırmak.

keten tohumu is. 1. Keten bitkisinin, yağı çıkarılan veya dövülerek hekimlikte kullanılan küçük taneleri, zeyrek (II). 2. argo Önemsiz, değersiz kimse: "Sus ulan keten tohumu. Bak hâlâ konuşuyor," -H. Taner.

kethüda is. (kethüda:) Far. ked + hudâ tar. Zengin kimselerin ve devlet büyüklerinin buyruğunda çalışan, onların birtakım işlerini gören kimse, kâhya.

kethüda bey, akıl kethüdası, kapı kethüdası, kul kethüdası, sultan kethüdası, tersane kethüdası

kethüda bey is. tar. Yeniçeri Ocağında, yeniçeri ağasından sonra gelen en yüksek makamdaki subay.

kethüdalık, -ğı is. Kethüdanın yaptığı iş.

keton is. Fr. ceton kim. Karbonil grubuna iki alkil kökünün bağlanmasıyla türeyen birleşik.

ketum sf. (ketuım) Ar. ketum esk. Ağzı sıkı: "Ne kadar da ketumdur, katlandığı acıları sergilemeyi hiç sevmez." -A. İlhan, ketum olmak sır saklamak, ağzı sıkı olmak: "Sefirlerin az konuşması, ketum olması şarttır derler ya, laf."-H. Taner.

ketumiyet is. (ketumiyet) Ar. ketümiyyet esk. Ağzı sıkılık: "Ketumiyet, onca, erkeklerde bile az görülen bir fazilettir." -H. E. Adıvar.

ketumluk, -ğu is. Ağzı sıkılık.

kevel is. Far. kebl Kuzu veya koyun postundan yapılmış kürk.

kevelci is. Deri ve kürk satan kimse.

keven is. Geven.

kevgir is. Far. kef-gir 1. Uzun saplı, yayvan, derin kaplardan yiyecekleri süzerek almaya yarayan delikli kepçe. 2. Haşlanmış yiyeceklerin sıvılarım veya bazı sıvıları süzmek için kullanılan, delikli, genellikle yuvarlak biçimli mutfak kabı, süzgeç.

Kevser öz. is. Ar. kevşer din b. Cennette bulunan kutsal su. Kevser gibi tatlı, lezzetli (içecek).

abıkevser

keyfekeder sf. Ar. keyfe + keder Pek üzerinde durulmayan, önem verilmeyen.

keyfetme is. Keyfetmek işi.

keyfetmek, -der (nsz) Ar. keyf + T. etmek Hoş ve eğlenceli vakit geçirmek.

keyfî sf. (keyfi:) Ar. keyfi1. İsteğe bağlı olan. 2. mec. Gerçeğe, akla, yol ve yöntemine uymayan: Keyfi davranış. Keyfi karar.

keyfîlik, -ği is. Keyfi olma durumu.

keyfince zf. (keyfı'nce) İsteğine göre, nasıl isterse, dilediğince, keyfine göre, gönlünce: "Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince / Ya şevk içinde harap ol ya aşk içinde gönül."-Y. K.Beyatlı.

keyfi sıra zf. Birinin kendi istediği gibi.

keyfi yerinde sf. Neşesi, sağlığı yerinde olan (kimse): "Başıma yüzlerce adam topluyordum; yeni sahibimin keyfi yerinde idi." -R. H. Karay, keyfi yerinde olmak sağlığı, neşesi, mutluluğu bulunmak: "Bugün keyfim yerinde olmadığından, arz odasına gelemeyeceğim. " -T. Oflazoğlu.

keyfiyet is. Ar. keyfiyyet 1. Nitelik: "Cenap Şehabeddin Bey şiiri nazımdan ayrı bir keyfiyet telakki ediyor." -Y. K. Beyatlı. 2. Durum: "Böyle bir keyfiyet vukuunda, akıbetiniz mutlaka ölüm olacaktır." -A. İlhan.

keyif, -yfi is. Ar. keyfi. Vücut esenliği, sağlık: Keyfiniz nasıl? 2. Canlılık, tasasızlık, iç rahatlığı: "Bu keyif ne kadar sürerdi? Tahminime göre beş on dakikadan fazla sürmezdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Rahat, huzur, afiyet. 4. İstek, heves, zevk: "Ağır ağır keyifle başladım kahvemi çekmeğe." -S. F. Abasıyanık. 5. Alkollü içki ve başka uyuşturucu maddeler kullanıldığında insanda görülen durum. 6. Yolsuz ve kural dışı istek: "Niye bîr memurun keyfine boyun eğiyorsunuz?" -'H. Cumalı. 7. argo Esrar, keyif benim, köy Mehmet ağanın "hiçbir şeyi tasa etmiyorum, işlerim yolunda" anlamlarında kullanılan bir söz. keyif çatmak keyfetmek: "Türkü söylüyorsun, keyif çatıyorsun." -P. Safa. keyif sormak 1) birine "iyi misiniz, nasılsınız" sorularını yönelterek sağlığı hakkında bilgi almak; 2) saygı göstermek, keyif sürmek sıkıntısız, rahat yaşamak, keyif vermek neşe vermek, sarhoş etmek: "Bize hakaret eden, bize utangaçlık yükleyen bu zincir şarkıları, düşmanın kulağına keyif verecektir." -R. E, Onaydın. keyfi bilmek isterse yapmak, nasıl isterse öyle yapmak: Gelmeyecekmiş, keyfi bilir! keyfi bozulmak 1) hastalanmak; 2) cam sıkılmak, rahatı kaçmak, keyfi gelmek neşelenmek, keyfi kaçmak neşesi kalmamak: "Bir yatılı okul yatakhanesinde olduğunu hatırlayınca keyfi kaçmıştı." -R. İlgaz, (birinin bir şey yapmaya) keyfi oluncaya kadar razı oluncaya kadar, keyfinden bayılmak (veya dörtköşe olmak) tkz. bir şeyden çok kıvanç duymak: "Derhâl terennüme başlardım, adamcağız keyfinden bayılırdı. " -R. H. Karay, keyfine bakmak dilediğince yaşamak, güzel vakit geçirmek: "Beyin seni davet etmiş, iç, ye, keyfîne bak!" -A. Gündüz, (biri kendi) keyfine gitmek isteğine uygun davranmak, (bir şeyin) keyfini çıkarmak bir şeyden iyice tat almak: "... pazarın keyfini çıkarmak için, saat ona doğru villanın ucu deniz kıyısına varan bahçesine çıktı," -S. Kocagöz. (birinin) keyfini kaçırmak (veya bozmak) üzmek: "Ne istedin adamdan, dedi. Keyfini kaçırdın oruçlu oruçlu." -H. Taner, (birinin) keyfini yapmak her türlü istek ve dileği yerine getirmek: "Ben dünyaya sanki herkesin keyfini yapmak, herkesin menfaatine hizmet etmek için gelmiştim." -H. C. Yalçın, (birinin) keyfinin kâhyası olmamak birine karışmaya hakkı olmamak.

keyif ehli, keyif hâli, keyfetmek, keyfi sıra, keyfi yerinde, çakırkeyif ehlikeyif, ramazan keyfi, sabah keyfi

keyif ehli is. Rahatına düşkün kimse.

keyif hâli is. İçkili olma, çakırkeyif.

keyiflenme is. Keyiflenmek işi,

keyiflenmek (nsz) Keyifli duruma gelmek, neşelenmek: "O kadar keyiflenmiştim ki, yoldan atıyla geçmekte olan köylüyü bile görmemiştim. "-S, F. Abasıyanık.

keyifli sf. Keyfi yerinde, neşeli: "Sabahleyin güneşe bırakılmış kalaylı bir tas su gibi şıkır şıkır, ışık içinde keyifliyim." -R. H. Karay.

keyifsiz sf. 1. Sağlığı pek yerinde olmayan, rahatsız. 2. Neşesiz.

keyifsizlik, -ği is. Keyifsiz olma durumu.

keylus is. tıp bk. kilüs.

keymus is. (keymu:s) Ar. keymüs fızy. bk. kimüs.

kez is. Bazı sayı sıfatlarıyla birlikte kullanılarak bir olayın ve olgunun her bir tekrarlanışım bildiren söz, defa, kere, sefer: İki kez İstanbul'a gittim.

çoğu kez

keza zf. (ke'za:) Ar. keza Aynı biçimde: Süt beyaz, kar keza, pamuk keza.

kezalikz/ (ke'zadik) Ar. kezâlik Keza.

kezzap, -bı is. Far. tiz + ab hlk. Derişik nitrik asit: "O gece, elimde mektebin kâğıdı, aramadığım ne kibrit suyu kaldı ne kezzap." -F. R. Atay.