kaba sf. 1. Özensiz, gelişigüzel yapılmış, zevksiz, sakil, ince karşıtı: "Cebinden kaba fil dişi saplı bir de çakı çıkardı." -Ö. Seyfettin. 2. Taneleri iri: Kaba çakıl. 3. Terbiyesiz, görgüsü kıt, nezaketsiz (kimse): "Kaba, hantal, şivesiz, bir sürü adamlar kafesinin önüne toplanırlar." -R. H. Karay. 4. Hafif olduğu hâlde kalın veya hacimli: "Kaba bir yün döşekle temiz bir şilte, yastık yorgan buldum." -H. R. Gürpınar. 5. Kuyruk sokumunun her iki yanındaki şişkin yer. 6. mec. Terbiyeye, inceliğe aykırı, çirkin, kötü: "Çocuklardan biri ağzından çok fena, çok kaba bir şey kaçırdı." -O. C. Kaygılı, kabasını almak 1) biçim verilecek bir maddenin gereksiz yerlerini gidermek; 2) bir yeri veya bîr şeyi gelişigüzel, üstünkörü temizlemek.
→ kababurun, kabadayı, kaba düzen, kaba et, kaba kâğtt, kabakulak, kabakulak otu, kaba kurgu, kaba kuşluk, kaba kuvvet, kaba saba, kaba sakal, kaba sıva, kaba sofu, kaba su, kabaşîş, kabataslak, kaba yapı, kaba yel, zırt kaba kâğıt
kababurun, -rnu is. zool. Sazangillerden, ırmak ve göllerde yaşayan, eti kılçıklı küçük bir balık (Chondrostoma nasus).
kabaca sf. (kaba'ca) 1. İrice, büyükçe. 2. zf. Kaba bir biçimde: "Kendisini de pek kabaca kovan adamı gördü." -O. C. Kaygılı. 3. zf. Yaklaşık olarak.
kabadayı is. (kaba'dayı) 1. İyi dövüşen, korkuşuz, kendine özgü namus kurallarının dışına çıkmayan kimse: "Ramazan, sertliği, zulmü ile ün salmış bir kabadayı idi." -H. E. Adıvar. 2. sf. mec. Yürekli: Doğrusu kabadayı çocuktur. 3. hlk. Bir şeyin en iyisi, başta geleni: Bunun en kabadayısı yüz bin lira.
→ kaldırım kabadayısı
kabadayıca sf. (kaba'dayıca) 1. Kabadayı gibi olan. 2. zf. Kabadayıya yakışır bir biçimde.
kabadayılanma is. Kabadayılaşmak, kabadayılanmak işi.
kabadayılanmak (nsz) Kabadayılık etmek, kabadayı gibi davranmak.
kabadayılaşma is. Kabadayılaşmak işi.
kabadayılaşmak (nsz) Kabadayı gibi davranmak, kabadayılık etmek.
kabadayılık, -ğı is. Kabadayı olma durumu veya kabadayıca davranış, heriftik: "Bu Manisa'da kabadayılığı ile ün salmış bir adamın oğluydu." -Y. K. Karaosmanoğlu. kabadayılık etmek kabadayı gibi davranmak, kabadayılık taslamak kabadayı gibi davranmaya, kabadayı gibi görünmeye çalışmak: "Kaçanın arkasından kabadayılık taslamak pek ayıp olur." -A. Gündüz.
→ kaldırım kabadayılığı
kaba düzen is. 1. Şöyle böyle, üstünkörü yapılan iş. 2. muz. Çalgıları pes seslere akort etme işi.
kaba et is. anat. Kuyruk sokumunun her iki yanındaki şişkin yer.
kabahat, -ti is. Ar. kabahat 1. Uygunsuz hareket, çirkin, yakışıksız davranış, suç, kusur, töhmet: Bir kabahat gizlenirse büyür, söylenirse küçülür." -P. Safa. 2. huk. Hafif hapis, para cezası veya meslek ve sanattan alıkonulma ile cezalandırılan suç. kabahat bulmak bir kusur, suç aramak: "O, atı kızdırıyor, çileden çıkarıyor diye, bütün kabahati seyisinde buluyordu." -A. Ş. Hisar, kabahat etmek (veya işlemek) suç olacak, kusur sayılacak bir iş yapmak: "Bu kabahati işlemiş, bu akşam tütsüyü, şerbeti unutmuştum. " -H. R. Gürpınar, kabahat samur kürk olsa, kimse sırtına almaz hiç kimse suçlu olduğunu kabul etmek istemez, kabahati (birine veya bir şeye) yüklemek işlediği bir suçu başkasının üzerine atmak: "Bu işte kabahati sobaya yüklemek lazım geliyor." -S. F. Abasıyanık.
kabahatli sf. Kabahati olan, kusurlu, suçlu, töhmetli: "Biz o zaman bu sözleri en kötü bir biçimde manalandırarak hanımı kabahatli bulmuştuk." -W.. R. Gürpınar.
kabahatlilik, -ği is. Kabahatli olma durumu.
kabahatsiz sf. Kabahati olmayan, kusursuz, suçsuz.
kabahatsizlik, -ği is. Kabahatsiz olma durumu.
kabak, -ğı is. 1. bot. Kabakgillerden, sürüngen gövdeli, sarı çiçekli, birçok türü olan bir bitki (Cucurbita). 2. bot. Bu bitkinin türlerine göre yemeği ve tatlısı yapılan ürünü. 3. Esrarkeşlerin kullandığı bir çeşit nargile. 4. müz. Kabak kemane: "Siperin içinde birkaç nefer ayakta ileriye bakıyor, öbürleri aşağı oturmuş konuşuyorlar, gülüyorlar, türkü söylüyorlar, kabak çalıyorlar." -Ö. Seyfettin. 5. sf. Ham, tatsız (kavun, karpuz). . 6. sf. Tüysüz, dazlak: "Kaba kabak gibi tıraşlı!" -H. E. Adıvar. 7. sf. Dişleri aşınarak yüzeyi düzleşmiş olan (taşıt lastiği). 8. sf. mec. Bilgisiz, görgüsüz, kaba. 9. hlk. Kısa boynuzlu hayvan, kabak (birinin) başına (veya başında) patlamak birçok kimsenin ilgili olduğu bir olaydan, yalnızca bir kimse zarar veya ceza görmek: "Kendi yarın cehennem olur gider, kabak bizim başımıza patlar." -R. N. Güntekin. kabak çıkmak ham çıkmak, kabak gibi tüysüz, çıplak, her tarafı açık.
→ kabak çekirdeği, kabak çiçeği, kabak dolması, kabak kafalı, kabak kemane, kabak tadı, kabak tatlısı, başıkubak, armut kabağı, asma kabağı, bal kabağı, barut kabağı, boru kabağı, helvacı kabağı, kantar kabağı, kestane kabağı, sakız kabağı, su kabağı, testi kabağı, yan kabağı
kaba kâğıt, -di is. Bir şey sarmak için kullanılan kalın kâğıt.
kabak çekirdeği is. 1. Bal ve sakız kabağının tohumu. 2. Genellikle vakit geçirmek için yenilen kuru yemiş çeşidi.
kabakçı is. Kabak yetiştiren veya satan kimse.
kabak çiçeği is. Kabak bitkisinin açık turuncu renkli çiçeği, kabak çiçeği gibi açılmak utangaçlıktan çabucak sıyrılarak aşırı ölçüde serbest davranmak: "Komşular, kabak çiçeği gibi açıldı, ne malmış meğer diyorlardı." -R. H. Karay.
kabak dolması is. Sakız kabağının içi oyularak kıyma veya çeşitli sebze doldurulmasıyla yapılan bir tür yemek.
kabakgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, kabak, kavun, karpuz, hıyar vb.ni içine alan, geniş yapraklı, sürüngen ve sarılgan bir bitki familyası.
kabak kafalı sf. 1. Saçları dökülmüş, dazlak. 2. Saçları ustura ile kazınmış. 3. mec. Aptal, budala.
kabak kemane is. müz. Gövdesi uzunlamasına ikiye bölünen su kabağının üzerine ince bir deri gerilerek yapılan, üç telli, yayla çalınan bir halk çalgısı.
kabaklama is. Kabaklamak işi.
kabaklamak (-i) hlk. Ağaçların gençleşmesi için dallarını budamak.
kabaklaşma is. Kabaklaşmak işi.
kabaklaşmak (nsz) 1. Saçları dökülmek, dazlakîaşmak. 2. Taşıt lastikleri, tırtılları aşınıp yüzeyi düz bir duruma gelmek.
kabaklık, -ğı is. 1. Karpuz veya kavunun ham olma durumu. 2. Başın tüysüz veya dazlak olma durumu. 3. mec. Bilgisizlik, görgüsüzlük.
kabak tadı is. Beğenilmeyen, bıkkınlık veren durum, kabak tadı vermek aşırı tekrarlanması, sürdürülmesi yüzünden bir şeyden doygunluk, yorgunluk veya bıkkınlık duyarak onu istemez duruma gelmek.
kabak tatlısı is. Soyulmuş, çekirdekleri çıkarılmış ve parmak kalınlığında kesilmiş bal kabağının ağır ateşte şekerle uzun süre pişirilmesi ve üzerine ceviz, fındık, Antep fıstığı vb. serpilmesiyle hazırlanan bir tür tatlı.
kabakulak, -ğı is. tıp Tükürük bezlerinin, özellikle kulak altı bezlerinin iltihaplanmasıyla beliren bulaşıcı, salgın ve ateşli bir hastalık, kabaşiş: Kabakulak hastalığı, kabakulak olmak bu hastalığa yakalanmak: Ahmet kabakulak oldu, üç hafta evden dışarıya çıkamadı.
→ kabakulak otu
kabakulak otu is. bot. Lohusa otu.
kaba kurgu is. sin. ve TV Filme son biçimini vermek üzere seçilen çekimlerin, senaryodaki sıralanışa göre birbirine eklenerek oluşturulan ilk kurgusu.
kaba kuşluk, -ğu is. hlk. Öğleden bir iki saat önceki zaman.
kaba kuvvet is. Yasa dışı işlerle bir amaca ulaşmak için zorbalık yaparak veya güç kullanarak tutulan yol.
kabala (I) is. (kaba'la) İbr. kabbalah 1. din b. Yahudüerde, yazılı olarak konulmuş olan Tanrı kanunlarının yanında, ağızdan ağıza geçen din buyruklarının, İbrani felsefesinin ve efsane yazılarının bütünü. 2. din b. Bu öğretinin yandaşlarının bütünü. 3. Doğaüstü varlıklarla ilişki kurma sanatı.
kabala (II) zf. Ar. kabule tic. Götürü, toptan.
kabalacı (I) is. Kabala (I) konusunda uzmanlaşmış kimse, kabala ile uğraşan kişi.
kabalacı (II) is. Kabala (II) iş yapan kimse.
kabalacılık, -ğı (I) is. Kabala (I) yanlısı sanat akımı.
kabalacılık, -ğı (II) is. Kabalacı (II) olma durumu.
kabalak, -ğı (I) is. tar. Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusunda kullanılmış olan, şapkaya benzeyen bir tür başlık: "Kendisi, ayağında postallar, sırtında kaput, başında kabalak, Çanakkale cehenneminde askerliğini yaparken..." -Y. Z. Ortaç.
kabalak, -ğı (II) is. bot. hlk. Kabak yapraklan biçiminde etli ve tüylü yaprakları olan, kırlarda ve su kenarlarında yetişen bir bitki.
kabalaşma is. Kabalaşmak işi.
kabalaşmak (nsz) 1. Kaba bir duruma gelmek, irileşmek. 2. Kabalık etmek, görgü ve incelikten yoksun söz söylemek.
kabalaştırma is. Kabalaştırmak işi.
kabalaştırmak (-i) Kaba bir duruma getirmek, kabalaşmasına sebep olmak.
kabalık, -ğı is. 1. Kaba olma durumu. 2. Kaba davranış, nezaketsizlik, huşunet: "Bu kabalığımı şimdiki vaziyetime bağışlayınız." -P. Safa.
kabalist is. Fr. cabaliste din b. Kabalacı (I): "Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist olduğu kadar hayalperverdi." -Ö. Seyfettin.
kaballama is. Kaballamak işi.
kaballamak (-i) hlk. Maden ocaklarında galerileri ağaçlarla pekiştirmek.
kaban (I) is. hlk. 1. Dik yokuş. 2. Tepe.
kaban (II) is. Fr. çaban Çeşitli kumaşlardan yapılmış, kalçaya kadar inen ve paltoya benzeyen üst giysisi.
kabana is. Fr. cabane Genellikle otelin ana binasının dışında, plaj veya havuz kıyısında bir oda.
kabara is. (kaba'ra) 1. Dayanıklılık sağlamak amacıyla, ayakkabıların altına çakılan, yassı ve iri başlı demir çivi. 2. Süs olarak odaların ahşap bölümlerine, türlü biçimler yapmak için çakılan iri başlı, sarı çivi. 3. Kumaş kaplı mobilyanın kenarındaki şeridin üzerine ara verilmeden çakılan süslü çivi.
kabaralı sf. Kabara çakılmış olan: "Erkekler kabaralı ayakkabılarıyla birer ikişer evlerine döndüler." -N. Cumalı.
kabarcık, -ğı is. 1. İçi su, hava dolu ufak kabartı veya kürecik: "Bardağın içindeki maden suyu kabarcıklarının pıtır pıtır söndüğü bile duyuluyordu." -H. Taner. 2. Vücutta oluşan sivilce gibi küçük şişkinlik. 3. fiz. Metal biliminde sıvı veya katıların içinde oluşan gaz hacmi. 4. Kabartı: "Köy, dağın ortasında, toprak kabarcıkları gibi dizilen evleriyle bir mezarlığa benziyordu." -H. E. Adıvar.
→ karakabarcık
kabarcıklı sf. Kabarcıklı olan: "Üstü ayran kabarcıklı tereyağını sıcak tandır ekmeğine sürer, yerdi." -Y. Kemal.
kabarcıklı düzeç, -ci is. tek. İçinde hava kabarcığı bırakılmış su dolu bir cam silindir ve bir tahta yataktan oluşan, düzlem veya doğruların yataylığmı belirleyen alet, tesviyeruhu.
kabare is. Fr. cabaret 1. Çeşitli gösterilerin yapıldığı eğlence yeri. 2. Meyhane.
→ kabare tiyatrosu
kabareci is. Kabare oyuncusu: "Şu üç delikanlı bugün gerçekten Avrupa Ması birer kabareci olma yolundadır." -H. Taner.
kabarecilik, -ği is. Kabare işletme veya kabarede oynama işi.
kabare tiyatrosu is. tiy. Genellikle güncel konuları iğneleyici, yerici, taşlayıcı biçimde ele alan skeçlerin oynandığı, monologların, şarkıların ve şiirlerin söylendiği küçük tiyatro: "Toplumsal ve politik hiciv yapan her kabare tiyatrosu, bulunduğu ortamın zekâ ve yüreklilik kanıtıdır." -H. Taner.
kabarık, -ğı sf. 1. Kabarmış olan: "Kabarık göğsündeki, parlak kıvılcımlı tüyleri, altından bir zırh gibiydi." -Ö. Seyfettin. 2. Çıkıntısı olan, tümsekli.
→ kabarık deniz
kabarık deniz is. coğ. Gelgit olayında, sular yükseldiğinde denizin durumu.
kabarıklık, -ğı is. Kabarık olma durumu, şişkinlik.
kabarış is. Kabarma işi veya biçimi.
kabarma is. 1. Kabarmak işi. 2. mec. Duygulanma: "Bir de mektuplar okunurken ve selamlar söylenirken içinde tuhaf bir kabarma beliriyordu." -H. E. Adıvar. 3. mec. Kendini üstün görme, büyüklük taslama. 4. coğ. Ay ve güneşin çekim etkisiyle, büyük denizlerde suların yükselmesi, met. kabarmak (nsz) 1. Ağırlığı artmadan hacmi büyümek: Ekmek iyi kabardı. 2. Yağışlardan veya kaynamaktan taşmaya yüz tutmak: "Çay birdenbire kabararak şosenin rampalarım aşar ve epeyce zararlara sebep olur." -R. N. Güntekin. 3. Niceliği artmak, büyümek: Masraf kabardı. 4. Şişmek, genişlemek: "İhtiyarın zayıf damarları kabarmış kıllı elleri dizlerinin üstündeydi." -P. Safa. 5. Hayvanların tüyleri dikilmek. 6, Kumaş üzerinde tüyler oluşmak, havlanmak: Bu kumaş çabuk kabardı. 7. Islanıp veya ısınıp yerinden kurtulmak: Masanın kaplaması kabardı. Dolabın boyası kabardı. 8. Deniz dalgalanmak, büyük dalgalar oluşmak. 9. mec. Bulanmak. 10. mec. Öfke, sevgi vb. duygular gittikçe güçlenmek: "Bu olayı duyunca delikanlının yüreği öç atma duygusuyla kabarır." -N. Cumalı. 11. (nsz, -e) mec. Kafa tutmak, öfkelenip üstüne yürüyecek gibi davranmak. 12. mec. Böbürlenmek, gururlanmak: "Kumandan, atım şahlandırarak hurra hurra diye kendisini alkışlayan keyifli halka boyun kırarak kabarıyordu." -Ö. Seyfettin.
kabartı is. Tümsek, çıkıntı, kabarmış yer: "Bunlar biraz eğildikleri zaman cübbelerin arkasında tabanca kabzalarının kabartısı görülür." -F. R. Atay.
kabartıcı is. Kabartma maddesi, kabartma tozu.
kabartılı sf. 1. Kabartısı olan. 2. Belirgin: "Halk seciyesi en fazla türkülerde kabartılı bir şekil alır." -R. H. Karay.
kabartma is. 1. Kabartmak işi. 2. Bir biçimin veya bir süslemenin düz yüzey üzerindeki çıkıntısı. 3. Kil, alçı, taş vb. işlenebilir gereçleri girintili çıkıntılı yüzeyler durumunda biçimlendirerek yapılmış olan eser, rölyef: "Bir sanatkâr eliyle alçıdan yapılmış, bembeyaz, tertemiz bir kabartma." -P. Safa. 4. sf. Kabartılarak yapılmış olan: Kabartma harita.
→ kabartma tozu, alçak kabartma
kabartmak (-i) 1. Kabarmasını sağlamak, kabarmasına yol açmak: "Vapur geri geri beyaz köpükler kabartarak açılmaya başlamış." -Ç. Altan. 2. Toprağı tırmık, çapa vb. bir araçla karıştırmak, altüst etmek, yumuşatmak.
kabartmalı sf. Kabartması olan.
kabartma tozu is. Pasta, çörek vb. hamur işlerinde kabarmayı sağlayan toz, sodyum bikarbonat.
kaba saba sf. 1. Görgüsüz: "Bir kaba saba, utangaç köy delikanlısının gözlerini yumarak öptüğü eller arasında benimki de vardı. "-R. N. Güntekin. 2. Özensiz.
kaba sakal sf. Gür ve geniş sakallı.
kaba sıva is. mim. İnce sıvadan önce duvarlarda bulunan pürüzleri doldurup kapatmak için yapılan sıva.
kaba sofu is. din b. Dinî kuralları yanlış yorumlayarak ibadet ve düşüncede aşırılığa kaçan kimse: "Kaba sofular bir zamanlar uygarlık düşmanlığını, yabancı dil düşmanlığı ile birleştirmişlerdi." -H. Taner.
kaba su is. Kireçli, içilemeyen ve sabunu köpürtmeyen su.
kabaşiş is. hlk. Kabakulak.
kabataslak, -ğı sf. Bîr şeyin ayrıntılarına girmeden ana çizgilerini belirten.
kaba yapı is. mim. Bir binayı dış etkenlere karşı koruyup ayakta tutan temel, ana duvar, kiriş, çatı vb.nden oluşan asıl gövde.
kaba yel is. hlk. Lodos.
Kabe öz. is. 1. din b. Mekke'de bulunan, Müslümanlarca ziyaret ve tavaf edilen kutsal yer. 2. mec. Bir kimsenin taptığı, kutsal saydığı yer.
kabız, -bzı is. Ar. kdbi 1. Dışkının katılığı yüzünden büyük abdest bozamama veya güçlükle bozma durumu, peklik, kabızlık, ishal karşıtı. 2. Azrail tarafından ruh teslim alınma, ölme. 3. esk. Alma, 4. esk. Kavrama, el ile tutma, kabız olmak peklik olmak.
→ ahzükabz
kabızlık, -ğı is. Kabız.
kabil (I) sf. (ka:bü) Ar. kabil Olabilir, mümkün: "Ben onu bir göreyim, dedi, kabil mi?" -P. Safa. kabil değil imkânsız, imkânı yok: "Şu sırta kadar çıkmazsak kabil değil, faciayı tamamıyla göremezsiniz, diyor." -F. R. Atay.
kabil (II) sf. (kabili) Ar. kabil esk. 1. Türlü, gibi, benzer. 2. Tür, cins: Bu kabil hastalıklarda erken teşhis çok önemlidir.
→ bu kabil, bu kabilden kabilden (kabidden) Kabilinden
kabile is. (kabirle) Ar. kabile sos. Boy (II).
kabilinden zf. (kabi:linden) Gibi, türünden, çeşidinden: "Sol kulak memesinde hafif sıyrıklarla kurtulması mucize kabilinden bir şeydi." -S. F. Abasıyanik.
kabiliyet is. (karbiliyet) Ar. kâbüiyyet Yetenek: "Köy kadınlarının taklitlerini bir maymun kabiliyetiyle yapıyor." -H. E. Adıvar.
kabiliyetli sf. Yetenekli.
kabiliyetsiz sf Yeteneksiz: "Yorgun, tahammülsüz, aşkı taşımaya kabiliyetsiz bir hâldeyim. " -H. C. Yalçın.
kabiliyetsizlik, -ği is. Yeteneksizlik,
kabin is. Fr. cabine 1. Küçük, özel bölme: Telefon kabini. 2. Gemilerde, uçaklarda, uzay gemilerinde küçük bölme. 3. Uçakta yolcuların oturduğu bölüm. 4- Plajda soyunma yeri: "Sonra kabinini gösterdi Özer'e. Hadi giyin, kabinimin kapısından gel al beni." -N. Cumali.
→ kabin amiri, banyo kabini, duş kabini, pilot kabini, telefon kabini
kabin amiri is. Uçaklarda, yolculara karşı şirketi temsil eden görevli.
kabine is. (kabi'ne) Fr. cabinet 1. Bakanlar Kurulu, hükümet. 2. Hekim muayenehanesi: "Rengi doktor kabinelerinin kapılarındaki cilalı siyah levhalar gibi parlıyor." -A. Gündüz. 3. Kabin: "Bir kabineye girip soyundum. " -S. F. Abasıyanık. 4. Hela. kabine çekilmek Bakanlar Kurulu görevini bırakmak, kabine düşmek Bakanlar Kurulu herhangi bir sebeple görevini bırakmak zorunda kalmak.
kabir, -bri is. Ar. kabr Mezar, sin: "Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter." -Y. K. Beyatlı.
→ kabir azabı, kabir suali, Anıtkabir, anıtkabir
kabir azabı is. din b. İslam inancına göre öldükten sonra mezarda çekilecek azap. kabir azabı çekmek 1) İslam inancına göre öldükten sonra mezarda azap çekmek; 2) mec. çok sıkılmak, üzülmek.
kabir suali is. 1. din b. İslam inancına göre öldükten sonra mezarda sorulan sora. 2. mec. Uzun ve bıktırıcı soru.
kablelmilat, -di is. (ka'blelmi:lâ:t) Ar. kabl + mılâdesk. Milattan önce.
kablelvuku zf. (ka'blelvuku:) Ar. kabl + vuku' esk. Olmadan önce.
kablo is. (ka'blo) Fr. câble Elektrik alcımı iletiminde kullanılan ve yalıtkan bir madde ile sarih bulunan metal tel: Telgraf kablosu. Telefon kablosu.
kablocu is. Kablo döşeyen kimse.
kabloculuk, -ğu is. Kablocu olma durumu.
kablolu sf. 1. Kablosu olan. 2. Kablo aracılığıyla işlevini yapan (araç, gereç).
→ kablolu yayın
kablolu yayın is. Televizyon yayınının kablo, cam iletken vb. bir fiziksel ortam üzerinden abonelere ulaştırıldığı yayın türü.
kablosuz sf. 1. Kablosu olmayan. 2. Kablo olmaksızın bağlantı sağlayan (araç, gereç).
kabotaj is. Fr. cabotage den. Bir ülkenin iskele veya limanları arasında gemi işletme işi.
→ Kabotaj Bayramı, kabotaj gemisi, kabotaj hakkı
Kabotaj Bayramı öz. is. Deniz ticaretini teşvik amacıyla her yılın temmuz ayında kutlanan bayram.
kabotaj gemisi is. den. Kabotaj hattında çalışan gemi.
kabotaj hakkı is. huk. Türk kara sularında, Türkiye'deki akarsu ve göllerde gemi bulundurma, bunlarla gidiş geliş ve taşıma yapma hakkı: "Limanlarımızda kabotaj hakkı tamamıyla Türklere geçmiştir." -E. I. Benice.
kabristan is. Ar. kabr + Far. -istân Mezarlık, gömütlük, sinlik.
kabuğumsu sf Kabuksu.
kabuk, -ğu is. 1. Bir şeyin üstünü kaplayan ve onu dış etkilere karşı koruyan, kendiliğinden oluşmuş sertçe bölüm, kısır: Ağaç kabuğu. Meyve kabuğu. Midye kabuğu. 2. Ekmeğin pişme sırasında içinden daha çok sertleşen dış bölümü. 3. astr. Bîr sıvı veya atmosferi dıştan saran, sert katman: Yer kabuğu. 4. tıp Deri üzerinde bir yaranın veya sivilcenin kurumasiyla oluşan sertçe bölüm. 5. zool. Bir hayvanı dıştan örten kitinli, kalkerli, silisli, kemiksi veya boynuzsu örtü, kavkı: "Herhalde kabuklu bir deniz hayvanının kabuğu kesmiş olacak." -S. F. Abasıyanık. kabuk bağlamak (veya tutmak) üstünde kabuk oluşturmak, kabuklanmak: "Hani, insanın bir yerinde bir çıban çıkar da kabuk tutar." -B. Felek, kabuk gibi sağlam, sert (kumaş), kabuğu dışına çıkmak içinde bulunduğu ortam veya durumdan ayrılmak, (kendi) kabuğuna çekilmek dışarısı ile olan ilişkilerini kesmek, kimse ile görüşmemek: "Arkadaşı, hükümet aleyhine konuşmaya başlayınca Fuat kabuğuna çekilmek lüzumunu duyar ve başım önüne eğip susmasını bilirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. kabuğunu çatlatmak (veya kırmak) içinde bulunduğu güç, olumsuz veya kötü durumdan kurtulup rahatlamak.
→ kabuk bilimi, kabuk böcekleri, kabuk değiştirme, kabuk kahvesi, kabuk yönetim, böcekkabuğu, fındıkkabuğu, limon kabuğu, meyve kabuğu, yer kabuğu
kabuk bilimi is. Kabukları inceleyen bilim dalı.
kabuk böcekleri ç. is. zool. Km kanatlılar takımına giren, kabuğun hemen altındaki odun katını kemirerek oyan ve böylece birçok orman ve meyve ağacının kurumasına yol açan familya.
kabuk değiştirme is. Yenilenme.
kabuk kahvesi is. Antep fıstığı kabuğunun öğütülmüş ve hafifçe kavrulmuşu ile yapılan ve kahveye benzeyen içecek.
kabuklanma is. 1. Kabuklanmak işi. 2. jeol. Bir lav akıntısı veya bir lav gölü yüzeyinin katılaşması.
kabuklanmak (nsz) Kabuk oluşmak, kabuk bağlamak.
kabuklaşma is. Kabuklaşmak işi.
kabuklaşmak (nsz) Kabuk durumunu almak, kabuk gibi sertleşmek.
kabuklu sf. Kabuğu olan.
→ kabuklu bit
kabuklu bit is. zool. Koşnil.
kabuklular ç. is. zool. Kabukları, yapılarındaki kireçli tuzlar dolayısıyla sertleşmiş cilan, solunum aygıtları balıklara benzeyen, çok hücreli hayvanlardan eklem bacaklılar sınıfı: Yengeç ve ıstakoz kabuklulardandır.
kabuksu sf. zool. Kabuğu andıran, kabuğa benzeyen, kabuk gibi, kabuğumsu: Kabuksu tüyler.
kabuksuz sf. Kabuğu olmayan, kabuksuz yumurtlatmak bir işi ivedilikle yaptırıp eksik kalmasına yol açmak.
kabuk yönetim is. İç yapısı belli olmayan, belirsiz kalan yönetim.
kabul, -lü is. (-bu:lü) Ar. kabul 1. Bir şeye isteyerek veya istemeyerek razı olma: "Her mihnet kabulüm yeter ki / Gün eksilmesin penceremden."-C. S. Tarancı. 2. Konukları veya işi olanları yanma, katma alma: "Kış yaklaştığı için Nevin'in hafta başı kabulleri hararetleniyordu." -P. Safa. 3. Sunulan bir şeyi, armağanı alma. 4. Bir öneriyi uygun bulma, onaylama. 5. Bir yere alınma: Okula kabulüm için dilekçe verdim. 6. ekon. Akseptans, kabul etmek 1) bir şeye isteyerek veya istemeyerek razı olmak: "Kabul ettiler, meclis dağıldı." -M. Ş, Esendal. 2) yanına, katına almak: "... beni bahçesinde çınar ve dut ağaçlarının gölgesinde kabul etti." -A. Haşim. 3) bir armağanı almak; 4) onaylamak, kabul eylemek kabul etmek.
→ kabul günü, kabul kredisi, kabul odası, kabul resmi, kabul salonu, kabul töreni, kabul yeri, hüsnükabul, kayıt kabul, resmikabul
kabul günü is. Ev hanımlarının konuk ağırladıkları belirli gün: "Bugün benim kabul günümdür, birkaç saat sonra davetliler gelecekler. " -P. Safa.
kabul kredisi is. tic. Kabulün vadesinden önce poliçeyi kabul eden bankaya belirli bir tarihte belirli bir tutarın ödeneceğine dair anlaşmadan sonra bankanın açtığı kredi.
kabullenme is. Kabullenmek işi,
kabullenmek (-i) 1. Kabul etmek, benimsemek: "Çakır, yenilişi kabullenmiş görünüyordu." -T. Buğra. 2. Hakkı yokken veya istemeyerek kendine mal etmek: Adamcağız bu baş belasını kabullendi.
kabul odası is. Büyük konak veya dairelerde konukların oturtuldukları büyük oda.
kabul resmi is. esk. Kabul töreni.
kabul salonu is. Resmî konukların ağırlandığı büyük konuk salonu.
kabul töreni is. Resmî konukları karşılama töreni, kabul resmi.
kabul yeri is. Kabul odası, kabul salonu.
kaburga is. (kabu'rga) Moğ. kabirğa 1. anat. 1. Eğe kemiklerinin oluşturduğu kafes: "Yüreğinde heyecan büyüdü büyüdü, göğsüne sığmayan bir gürültü kaburgalarım parçalayacaktı. " -H. Z. Uşaklıgil. 2. Eğe. 3. den. Gemilerde dış kaplamanın dayandığı iskelet, kaburgaları çıkmak (veya sayılmak) çok zayıf olmak.
kâbus is. (kâ:bu:s) Ar. kâbus 1. Karabasan: "Kâbus ile rüya arasındaki farkı bilirim." -Ö. Seyfettin. 2. sf. Acı, sıkıntı, korku veren. kâbus basmak (veya çökmek) 1) kötü rüya görmek; 2) büyük sıkıntı, korku duymak. kâbus görmek 1) korkulu rüya görmek; 2) büyük sıkıntı, korku duymak.
kâbuslu sf. Karabasan dolu, sıkıntılı ve korkulu: "Zeynep yatağına dönünce derin ve kâbuslu bir uykuya daldı." -H. E. Adıvar.
kâbussuz sf. Kâbusu olmayan.
kabza is. Ar. kabza Silah, kılıç vb. şeylerde tutulacak yer, tutak, sap: "Kabzası altın kakmalı palası elinden düşmüştü." -F. F. Tülbentçi.
→ yay kabzası
kabzımal is. Ar. kabz + mâl Meyve ve sebze üreticileri ile satıcılar arasında aracılık eden kimse, sebze meyve toptancısı, çiçekçi esnafı, komisyoncu.
kabzımallık, -ğı is. 1. Kabzımal olma durumu. 2. Kabzımalın yaptığı iş.
-kaç / -keç bk. -gaç / -geç vb.
kaç sf. 1. Herhangi bir şeyin niceliğini sormak için kullanılan soru sıfatı: "Yakup Kadrî'nin romanlarının kaç dile çevrildiğim bilen bile yoktur." -Ç. Altan. 2. Birçok: "Kaç gündür ben de bunu söyleyecektim, söyleyemiyorum." -O. Kemal, kaç baharın yoğurdunu yemek çok yaşamak, ömrü uzun olmak: "Hacı Kalfa kaç baharın yoğurdunu yemiştir, bilirsin sen?" -R. N. Güntekin. kaç para eder? değeri nedir? kaç paralık (adam veya şey) değersiz, kaç parça olayım! birçok işler karşısında, hangi birine yetişeyim! kaç zamandır belirsiz, fakat çok zamandan beri, çoktan beri.
→ kaç kaç, kaça kaç, kaçın kurası
kaça zf. Ne kadara? Bu giysi kaça satılıyor? kaça patlamak ne kadara mal olmak, fiyatı ne olmak.
kaçak, -ğı sf. 1. Bağlı bulunduğu yerden veya yasadan kaçan, uzaklaşan: "Vapurda bir de kaçak Rus ailesi var." -A. Gündüz. 2. Yasaca yapılması yasak olan veya yapılması için gerekli izin alınmayan: Kaçak kat. 3. Yasaca belirtilmiş gerekli gümrük ve vergileri ödenmeden bir yere sokulan veya bir yerden çıkarılan: "Öyle olduğu hâlde kaçak sigaramla hâli unutmaya çalışıyordum." -S. F, Abasıyanık. 4. is. Bir kaptan, bir borudan sızan gaz veya sıvı, bir telden kaçan akım: Bu odada kaçak var. 5. is. Gizlice kaçırılmış olan mal veya madde: "Şu âlâ kaçaktan birer sigara sarar mısınız?" -S. M. Alus. 6. zf. Yasalara, kurallara uymayarak, gizlice: "Bütün harp müddetince babası ile İsviçre'de kaçak yaşadı." -A. Gündüz, kaçak güreşmek 1) asıl konuya girmeksizin başka şeylerden söz etmek; 2) politikada sık sık düşünce değiştirip esas amacını gizlemek.
→ asker kaçağı, mektep kaçağı, okul kaçağı, pranga kaçağı, vergi kaçağı
kaça kaç is. 1. İki kişinin karşılıklı olarak gizlice sayı yazıp tahmin etmesine dayanan bir oyun. 2. zf. Sayı bakımından nasıl.
kaçakçı is. Yasalara karşı gelerek bir yere mal sokan, bir yerden mal kaçıran veya bir yerde satan kimse: "Kaçakçılarla, gümrük ayrıcalıklanyla uğraşır, sayfalar dolusu raporlar yazar. " -N. Cumalı.
→ vergi kaçakçısı
kaçakçılık, -ğı is. 1. Bir devletin yasalarına karşı gelerek yapılan ticaret: "Kaçakçılık ediyormuş, çok para vurmuş." -R. H. Karay. 2. Bir ülkeye gümrüğü ödenmemiş, yasaklanmış malı gizli olarak sokma. 3. Gizli olar rak, sezdirmeden kaçırma işi: "Ben böyle gözlere görülmeden yapılan kaçakçılıktan korkarım." -H. R. Gürpınar.
→ vergi kaçakçılığı
kaçaklık, -ğı is. Kaçak olma durumu: "Hatırlarda edepsizliği, düşman karşısındaki kaçaklığı kalmıştı." -Y. K. Beyatlı.
kaçamak, -ğı (I) is. 1. Hoş görülmeyen bir şeyi ara sıra yapma. 2. Bir şeyi belli etmeden, gizlice yapmaya çalışma: "Bununla beraber çok üzüntü içinde olduğunu da kaçamakla bana bakan gözlerinden anlıyordum." -A. Gündüz. 3. Bir şeyden kaçınma yolu: Bir kaçamak noktası bularak... 4. Kaçacak yer, özellikle çobanların sürüyü barındırmak, saklamak için yaptıkları yer. 5. sf. Başkalarına bir şeyi belli etmeden, gizlice yapılan, kaçamak yapmak hoş görülmeyen şeyi gizlice ara sıra yapmak.
→ kaçamak yol
kaçamak, -ğı (II) is. hlk. Mısır unundan yapılan yağlı bir yemek.
kaçamaklı sf. Kesin olmayan, yargı bildirmeyen ve her iki tarafa da çekilebilen (söz, cevap, davranış): "Maksada hep kaçamaklı yollardan ulaşmak istemişlerdir." -R. H. Karay.
kaçamak yol is. Bir sorundan kendisini kurtarmak için gelişigüzel ileri sürülen özür.
kaçar sf Kaç soru sıfatının üleştirme biçimi: Bu evler kaçar odalı? Her birinden kaçar tane aldınız?
kaçgöç is. Dinî bir anlayışla Müslüman kadınların erkeklere görünmemeleri, bir arada oturup konuşmaktan kaçınmaları: "Kaçgöç zamanında bile o erkekten ürkmezdi." -R. H. Karay.
kaçı zm. Ne kadarı, kaç kişi: Bunların kaçı sana ait? Kaçına belge verilecek?
→ birkaçı
kaçık, -ğı sf. 1. Bir yana kaçmış, kaymış. 2. İlmeği kaçmış (çorap vb.). 3. is. Çorabın ilmeği kaçmış yeri. 4. mec. Bazı davranışları dengesiz olan, zıvanasız: "Bu köşkün perileri de kaçık galiba." -H, R. Gürpınar.
→ kaçık öz
kaçıkça sf. (kaçı'kça) 1. Kaçığa benzer, biraz deli gibi, deliye benzer: "Arkadaşımın, kaçıkçadır, sözü kadının bakışlarını ve davranışını açıklamaya yetiyordu." -E. Bener. 2. zf. Biraz kaçık olarak.
kaçıklık, -ğı is, 1. Kaçık olma durumu. 2. mec. Delice, kaçıkça davranış.
kaçık öz is. bot. Uygun olmayan ortamda büyüme sonucu ağaç özünün ortadan kaçık biçimde oluşması.
kaçılma is. Kaçılmak işi.
kaçılmak 1. Kaçma işi yapılmak. 2. hlk. Çekilmek, savulmak: Kaçılın, araba geliyor.
kaçımsama is. Kaçımsamak işi.
kaçımsamak (-den) Bir işi yapmamak için sözde sebepler ileri sürmek.
kaçımsar sf. Kaçamak yolu arayan, kaçamağa sapan.
kaçıncı sf. 1. Kaç soru sıfatının sıra biçimi: Kaçıncı katta oturuyorsunuz? 2. Çok kez, birçok kez: Bu kaçıncı gelişim, evde bulamıyorum.
kaçıngan sf. Geri duran, girişken olmayan, insan içine girmek istemeyen, insanlardan kaçan, çekingen.
kaçinganlık, -ğı is. 1. Geri durma, isteksiz davranma. 2. Kaçıngan olma durumu: "Bizim sosyeteye karsı bu kaçınganlığımız, kasabada ve hatta vilayette bir parça dedikoduya sebep olmuştu." -R, N. Güntekin.
kaçınık, -ğı sf. Köşesine çekilmiş, insan içine çıkmak istemeyen (kimse).
kaçınılmaz sf. İstek ve irade dışında olan: "Silahlı kuvvet kullanılmasına derhâl karar verilmesinin kaçınılmaz olması hâlinde Cumhurbaşkanı da, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kullanılmasına karar verebilir." -Anayasa.
kaçınılmazlık, -ğı is. Kaçınılmaz olma durumu.
kaçın kurası is. Kolay kolay aldanmayacak kadar görmüş geçirmiş kimse: O kaçın kurası, gürültüye pabuç bırakır mı?
kaçınma is. Kaçınmak işi.
kaçınmak (-den) Herhangi bir işi yapmaktan veya özverili davranmaktan geri durmak, imtina etmek: "Dargın çıkan sesinde bir şeyden kaçınan, lüzumsuz bir sakınca anlamı sezdi." -H. E. Adıvar.
kaçıntı is. hlk. 1. Erken doğan kuzu. 2. Sızıntı, kaçak: Çeşmenin yolunda kaçırttı var.
kaçırılma is. Kaçırılmak işi.
kaçırılmak (nsz) Kaçırma işi yapılmak veya kaçırma işine konu olmak.
kaçırış is. Kaçırma işi veya biçimi.
kaçırma is. Kaçırmak işi.
kaçırmak (-i) 1. Kaçmasını, sağlamak veya kaçmasına imkân yaratmak: "Büyükçe bir kız hemen onu kucaklayıp mektebin avlusuna kaçırmıştı." -O. C. Kaygılı. 2. Bir işi belirlenen zamanda yapamamak: Maçı kaçırdım. 3. Zor kullanarak yanında götürmek: Kız kaçırmak. 4. Bir daha ele geçmemek üzere yitirmek: Fırsatı kaçırdım. 5. Yararlanamamak: Penaltıyı kaçırdı. 6. Gitmek, kaçmak zorunda bırakmak: Söylene söylene adamı kaçırdı. 7. Çalmak, kimsenin haberi olmadan götürmek, aşırmak: İcradan eşya kaçırdılar. 8. huk. Yasal olmayan yoldan bir ülkeye mal sokmak veya çıkarmak: Uyuşturucu kaçırmak. 9. Ölçüyü, sınırı aşmak, fazlasına gitmek: "Kulübün yemeğinde biraz fazlaca kaçırmıştım." -H. Taner. 10. Sıvı, gaz vb.ni sızdırmak: Çakmak, gaz kaçırıyor. Makine buhar kaçırıyor. 11. (-e) istemeyerek altını kirletmek: Donuna kaçırmak. 12. (nsz) Delirmek: Zavallı kaçırmış. 13. Bir araç veya aletle iş görürken aracı iyi kullanamama yüzünden kendine veya bir başkasına zarar vermek: Usturayı elimden kaçırdım, yanağımı kestim. 14. (-i) Birini veya bir şeyi göstermemek: Karısını benden kaçırıyor. 15. sp. Yanşan bir koşucu diğeri tarafından hızla geçilip ara açılmak. 16. sp. Futbol veya basketbolda savunduğu oyuncuyu boş bırakmak, pas almasına fırsat vermek.
kaçırtma is. Kaçırtmak işi.
kaçırtmak (-i) 1. Kaçırma işini yaptırmak. 2. Birinin kaçırılmasına sebep olmak.
kaçış is. 1. Kaçma işi veya biçimi: "Biz baba kız biliyorduk ki, bu gibi kaçışlar, bir barışla biter." -M. Ş. Esendal. 2. sp. Yarışan bir koşucunun veya bir kümenin diğer yanşçılan hızla geçmesi.
kaçışılma is. Kaçışılmak durumu.
kaçışılmak (nsz) Kaçışma işine konu olmak,
kaçışma is. Kaçışmak işi: "Fena hâlde korkan küçükler beni dinlemeyerek kaçışmaya başladılar." -R. N. Güntekin,
kaçışmak (nsz) Hep birden kaçıp çeşitli yönlere dağılmak: "Öteki çocuklar çil yavrusu gibi kaçışmış, her biri bir deliğe girmişti." -O, C. Kaygılı.
kaç kaç zf. Kaça kaç.
kaçkın is. 1. Bir yerden veya bir işten kaçmış kimse: "Doktor kaçkını nice manyaklar içinde, narsis kompleksine müptela olanlar sandığınızdan çoktur." -H. Taner. 2. İnsanlardan uzak durmak, insan içine çıkmak istemeyen kimse.
→ dayak kaçkını, hapishane kaçkını, mezar kaçkını, tımarhane kaçkını
kaçlı sf. 1. Sayısı kaç, hangi sayıdan: Kaçlı iskambil? 2. Bir kimsenin hangi tarihte doğduğunu, okulu bitirdiğini veya asker olduğunu öğrenmek için kullanılan bir söz: Bu çocuk kaçlı? Bu doktor kaçlı?
kaçlık, -ği sf. Kilo, lira, metre, adet gibi ölçü anlatan nesnelerin hangisinden olduğunu belirten soru sözü: Kaçlık paket istersiniz?
kaçma is. Kaçmak işi, firar.
kaçmak, -ar (-den) 1. Kimseye bildirmeden bulunduğu yerden ayrılmak, firar etmek: "Silahını, hatta başındaki şapkasını bırakıp kaçıyor." -R. E. Ünaydın. 2. Hızla koşup bir yere saklanmak: "Bir tehlike sezdiğin anda hemen eve kaçarsın." -H. R. Gürpınar. 3. Kendini göstermemek, rastlaşmamaya çalışmak: Alacaklıdan kaçmak, 4. Kaçınmak: Ben zahmetten kaçmam. 5. Gaz, sıvı vb. şeyler sızmak: Kazandan islim kaçıyor. 6. ipi kopmak: Çorabım kaçtı. 7. (-e) Girmek: Kulağına su kaçmış. 8. (-e) Bir yana doğru kaymak: Odanın halısı biraz sağa kaçmış. 9. (nsz) Görünmeden gitmek, savuşmak, sıvışmak: "Belki sirayet eder diye korkacaklar ve kaçacaklar." -B, Felek. 10. (nsz) Hızlı koşmak: "Biletlerini memurun elinden kaptı, kaçar gibi gişeden uzaklaştı." -N. Cumalı. 11. (nsz) Yok olmak: Rahatı kaçmak. Neşesi kaçmak. 12. (-e) Yaklaşmak, benzemek, andırmak: Bu mavi yeşile kaçıyor. 13. Kaçgöçe uymak: "Gelin bir evde kaymbabasından kaçar, güveyi, baldızının yüzünü tanımazdı." -R. H. Karay. 14. Kız veya kadın yasalara ve aile isteklerine karşı gelerek evlenmek için evinden ayrılmak. 15. (-i) Rengi ağarmak, uçmak. 16. sp. Yarışçı diğerlerinden hızla ayrılıp arayı açmak. 17. sp. Futbol ve basketbolda engelleyen adamdan kurtulmak veya pas alabilmek için boş alana koşmak, kaçacak delik aramak korku ile saklanacak yer aramak: "O adam onları aşağıladıkça utancından kaçacak delik arayan Âşık Ali'ye acıyordu." -Y. Kemal, kaçan balık büyük olur elden kaçırılan fırsat gözde büyütülür, kaçanın anası ağlamamış tehlikeden kaçan kazançlı çıkmış, kaçmaktan kovalamaya vakit olmamak önemli işler yüzünden başka işlere yetişememek.
→ kaçgöç, kapkaç, merkezkaç, karakaçan, kulağakaçan, kaptıkaçtı, papazkaçtı
kaçmaklık, -ğı is. Kaçma durumu: "Evime kaçmaklığım lazım gelirken, Zekeriya sofrasının esrarengizliğini öğrenmek cazibesine kapıldım." -A. Gündüz.
kaçta zf. Ne zaman? "Ne güzel eğlence dedim, dün gene kaçta yattın?" -M. Ş. Esendal.
kadana is. (kada'na) Mac. katona zool. Bir cins iri at: "Atları Rus kadanalarını andırır, arabası çangıl çungul etmez." -S, M, Alus. kadana gibi iri yarı (kadın).
kadar e. Ar. kadar 1. Ölçüsünde, derecesinde: "Balıkçılıkta para vardır, ama dalgıçlık kadar da genç işidir." -S. F. Abasıyanık. 2. Büyüklüğünde, genişliğinde: Bacak kadar çocuk. Avuç içi kadar yer. 3. Dek, değin: "Saat ona kadar sokaklarda gezdi." -P. Safa. 4. Gibi: "İstanbul'un balıkları kadar balıkçıları da hoştur." -S. F. Abasıyanık. 5. Denli: "Bu merdivenleri, yapıldığı günden beri bu kadar telaşla çıkmamışımdır." -Y. Z. Ortaç. 6. Süre belirten bir söz: "Bu minval üzere yedi ay kadar geçti, geçmedi." -R. H. Karay. 7. zf. Miktarda, derecede: "İçinde biriken hayat bazen taşacak kadar çok oluyor. " -H. E. Adıvar. 8. Gösterme sıfatlarından biriyle bir sayıdan sonra geldiğinde kesinlikle belli olmayan bir niceliği belirten bir söz: "Kantara'nın önünde yüz kadar düşman çadırı kurulmuştu." -F. R. Atay.
→ ağzına kadar, akşama kadar, bir o kadar, boğazına kadar, bu kadar, o kadar, şu kadar
kadastro is. (kada'stro) İt. catastro Bir ülkedeki her çeşit arazi ve mülklerin yerinin, alanının, sınırlarının ve değerlerinin devlet eliyle belirlenip plana bağlanması işi: Kadastro memuru. Kadastro çalışmaları, kadastroya geçmek kadastrosu yapılmak.
kadastrolama is. Kadastrolamak işi veya durumu.
kadastrolamak (-i) Kadastrosunu yapmak.
kadastrolanma is. Kadastrolanmak işi veya durumu.
kadastrolanmak (nsz) Kadastrosu yapılmak: Gayrimenkuller kadastrolandı.
kadavra is. (kada'vra) İt. cadavere Tıp öğretiminde, üzerinde çalışma yapılan ölü insan veya hayvan vücudu.
kadavralaşma is. Kadavralaşmak işi.
kadavralaşmak Kadavra durumuna gelmek.
kadayıf is. Ar. katâ'if Undan yapılan, tatlı olarak tüketilen türlü biçimlerde yiyecek: Ekmek kadayıfı. Tel kadayıf.
→ tel kadayıf, yassı kadayıf, denizkadayıfı, ekmek kadayıfı
kadayıfçı is. Kadayıf yapan veya satan kimse.
kadayıfçılık, -ğı is. Kadayıf yapma veya satma işi.
kadeh is. Ar. kadeh 1. İçki içmeye yarayan ayaklı bardak: "Şimdi kadehleri masaya diziyordu." -R. H. Karay. 2. sf. Bu bardağın alabileceği miktarda olan. 3. Kadehte bulunan içki: "İkinci kadehler bile yarılanmıştı." -T. Buğra, kadeh kaldırmak herhangi birini veya bir şeyi onurlandırmak için içmeden önce kadehleri yukarı kaldırmak: "Localarda kadınlar erkekler, kadeh kaldırıyorlar, gülüşüyorlardı" -N. Cumalı. kadeh tokuşturmak içki içerken kadehleri karşılıklı olarak birbirine dokundurmak: "Limonata bardaklarım içki kadehi gibi tokuşturarak neşeleniyor görünür." -R. N. Güntekin.
→ kadeh arkadaşı, göz kadehi
kadeh arkadaşı is. Birlikte içki içilen kimse.
kadeh arkadaşlığı is. Birlikte içki içilen kimseyle oluşan dostluk: "Asıl dostluğumuz bu üç dört saatlik kadeh arkadaşlığından sonra başlamıştı. " -Y. Z. Ortaç.
kadehçik, -ği is. bot. Meşe, fındık, gürgen vb. ağaçlarda, meyve sapının genişlemesiyle oluşan ve meyveyi ortasına kadar içine alan küçük kadeh biçimindeki oluşum: Palamut meşesinin kadehçiklerinde çok miktarda tanen vardır.
kadehdaş is. Birlikte içki içmeyi seven kadeh arkadaşı: "Hele içerken, insan mutlaka bir kadehdaş istiyor." -E. E. Talu.
kadehdaşlık, -ğı is. Kadehdaş olma durumu.
kadem is. Ar. kadem esk. 1. Ayak, adım. 2. Fut: On kadem uzunluğunda. 3. mec. Uğur.
→ kademhane, sabitkadem
kademe is. Ar. kademe 1. Aşama, basamak, derece. 2. ask. Motorlu araçların bakım ve onarım işlerinin yapıldığı birim, bakımevi.
→ kademe ilerlemesi, kademe kademe
kademe ilerlemesi is. Devlet memurunun olumlu sicil almak şartıyla bir yıllık terfi etmesi.
kademe kademe zf. Basamak basamak, derece derece.
kademelerine is. Kademelemek işi.
kademelemek (-i) Kademeli bir biçimde düzenlemek,
kademelendirme is. Kademelendirmek işi.
kademelendirmek (-i) Kademeli duruma getirmek.
kademelenme is. Kademelenmek durumu.
kademelenmek (nsz) Kademeli duruma gelmek.
kademeli sf. Aşamalı, basamaklı: "Büyük harpten sonra dört kademeli bir Yugoslavlık görüyoruz." -F. R. Atay.
kademesiz sf. Kademesi olmayan.
kademhane is. (kademha:ne) Ar. kadem + Far. hâne esk. Tuvalet.
kademli sf. Uğurlu, kademli olsun! uğurlu olsun!
kademsiz sf. Uğursuz: "Amma da kademsizmişsiniz, ayağınızı havzaya atar atmaz göçük oldu." -R. Enis.
kademsizlik, -ği is. Uğursuzluk.
kader is. Ar. kader 1. Yazgı: "Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor / Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Genellikle kaçınılmaz kötü talih, kadere boyun eğmek yazgısını, talihini kabul etmek, kaderin cilvesi talihin, beklenmedik bir anda ortaya değişik bir durumu ortaya çıkarması.
→ kader birliği, hasbelkader, karınca kaderince
kader birliği is. İyi ve kötü günleri, aynı sonu paylaşma durumu, kader birliği etmek her zaman ve her yerde, her durumu birlikte yaşamak, her şeyi paylaşmak.
kaderci is. Yazgıcı.
kadercilik, -ği is. fel. Yazgıcılık.
kaderiye is. Ar. kaderiyye fel. Kader anlayışını inkâr ederek insanların irade ve hareket özgürlüklerinin bulunduğunu ileri süren İslam felsefesi.
kadersiz sf. Kötü talihi olan: "Gel kadersizim, kimsesizim, kadersiz oğlumun muratsız oğlu gel!" -Y.Kemal.
kadersizlik, -ği is. Kadersiz olma durumu.
kadı is. Ar. kadi tar. Tanzimat'a kadar her türlü davaya, Tanzimat ile Medeni Kanun arasındaki dönemde ise yalnız evlenme, boşanma, nafaka, miras davalarına bakan mahkemelerin başkanları: "Mahkeme kadıya mülk değildir." -Atasözü.
→ kör kadı, köşe kadısı
Kadıköy taşı is. min. Kuvars ve opal liflerinden oluşan, mühür ve süs eşyası yapımında kullanılan, yarı billur silis, kalseduan.
kadılık, -ğı is. 1. Kadı olma durumu veya kadının görevi. 2. tar. Bir kadının davalarına baktığı il sınırları içindeki bölge: Galata kadılığı.
kadın is. 1. Erişkin dişi insan, erkek veya adam karşıtı: "Yanlarında, kendileriyle ahbaplık edecek dostlar, hizmetlerine koşacak kadınlar veya erkekler görmek isterler." -A. Ş. Hisar. 2. Evlenmiş kız. 3. sf. Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri olan. 4. mec. Hizmetçi bayan. 5. esk. Bayan: "Hintli kadın toplantıyı renklendirmek için, herkesin kendisine bazı şeyler sormasını teklif'ediyordu." -B. Felek, kadın olmak 1) kızlığını yitirmek; 2) kadın evini, kocasını yönetmesini iyi bilmek, kadının fendi, erkeği yendi kadınlar kurnazlıkta erkeklerden üstündürler, kadının yüzünün karası erkeğin elinin kınası yolsuz ilişkiler kadınlar için hoş karşılanmadığı hâlde erkekler bu gibi ilişkilerden övünme payı çıkarırlar.
→ kadınana, kadın avcısı, kadın berberi, kadınbudu, kadındüğmesi, kadınevi, kadıngöbeği, kadın hareketi, kadın hastalıkları, kadın kadına, kadın kadıncık, kadınnine, kadın terzisi, kadın ticareti, kadıntuzluğu, kadınlar hamamı, ana kadın, ayşekadın, genel kadın, gündelikçi kadın, kiralık kadın, kötü kadın, temizlikçi kadın, uygunsuz kadın, yazıcı kadın, bilim kadını, ev kadını, evinin kadını, hayat kadım, iş kadını, Osmanlı kadını, sokak kadını
kadınana is. Deneyimli, yaşlı, saygı gösterilen kadın: "Adlarına kadınana denilen Havva kızlarım biricik can yoldaşı olarak gösteriyordu. " -O. C. Kaygılı.
kadın avcısı is. Kadınları baştan çıkaran erkek.
kadın berberi is. Kadınların saçını kesen ve saç tuvaleti yapan berber, kuaför.
kadınbudu is. (kadı'nbudu) Yumurtaya bulanarak yağda kızartılan bir tür pirinçli veya bulgurlu köfte: "Yarım dilim ekmeğin üzerine bir kadınbudu koyup getireyim mi?" -S. M. Alus.
kadınca sf. 1. Kadın gibi, kadına benzer. 2. zf. Kadına yakışır biçimde: "... susması daha kadınca, daha insanca olurdu." -S. F. Abasıyanık.
kadıncağız is. Kendisine karşı şefkat ve acıma duyulan kadın.
kadıncık, -ğı is. 1. Küçük kadın. 2. Zavallı kadın.
→ kadın kadıncık
kadıncıl sf. Zampara.
kadındüğmesi is. bot. Süs bitkisi olarak yetiştirilen, düğme biçiminde çiçek açan otsu bir bitki.
kadınevi is. Yoksul, mağdur veya başka bir özelliği dolayısıyla muhtaç durumda kalan kadınların geçici olarak barındıkları yer.
kadıngöbeği is. (kadı'ngöbeği) Kızartılarak yapılan, ortası çukurca, bir tür yumurtalı hamur tatlısı.
kadın hareketi is. sos. Feminizm.
kadın hastalıkları ç. is. tıp Kadın cinsel organlarını ve bunlarla ilgili hastalıkları inceleyen bilim dalı, jinekoloji.
kadınımsı sf. Kadınsı.
kadın kadına zf. Yalnız kadınlar arasında, kadınlar baş başa.
kadın kadıncık, -ğı is. Evinin işini iyi yöneten, hanımefendi, terbiyeli, ağırbaşlı kadın.
kadınlar hamamı is. 1. Kadınlara ayrılan özel hamam, 2. mec. Herkesin aynı anda ve yüksek sesle konuştuğu yer,
kadınlaşma is. Kadınlaşmak işi.
kadınlaşmak (nsz) 1. Kadına benzer bir durum almak: "Genç kızlar onun nazarında birer çiçektir. Ve bu cici mahluklara meftunluğu birkaç sene sonra kadınlasacak olmalarmdadır." -R. H. Karay, 2. Erkek kadın gibi davranır duruma gelmek.
kadınlı sf. Kadını olan.
→ kadınlı erkekli, erkekli kadınlı
kadınlı erkekli sf. 1. Kadın erkek karışık: "Kadınlı erkekli köylü dizilerinin acele acele bizim yöne geldiklerini görüyorum." -R. H. Karay. 2. zf. Kadın erkek karışık olarak.
kadınlık, -ğı is. 1. Kadın olma durumu: Onun kadınlığına saygı gösterdim. 2. Kadının gerekli erdem ve nitelikleri taşıması durumu: "Kendisinden uzak duran kadın şimdi ona sokuluyor, kadınlığının bütün silahlarım birbiri arkasından tecrübe ediyordu." -A. H. Tanpınar. 3. Dişiliğin özelliklerini kullanma durumu: "O, sonra kadınlığını ispat eder, parasını geri alır." -B. Felek.
kadın nine is. 1. Büyük anne. 2. Yaşı epey ilerlemiş kadın.
kadınsal sf. Kadına özgü ve kadınla ilgili.
kadınsı sf. 1. Kadını andıran, kadına benzeyen, kadın gibi, kadınımsı. 2. Kadın davranışlı, kadına benzer (erkek).
kadınsılaşma is. Kadınsılaşmak durumu.
kadınsılaşmak (ıısz) Kadın özelliği kazanmak, kadınlaşmak.
kadınsılık, -ğı is. Kadınsı olma durumu.
kadınsız sf. 1. Kadını bulunmayan. 2. Karısı olmayan, eşsiz. 3. zf. Kadın olmaksızın: "Artık bekâr gidemezsin, hiçbir yerde kadınsız duramayacağım bilirim." -R. H. Karay.
kadın terzisi is. Kadın giysisi diken terzi.
kadın ticareti is. Kız çocukları ile kadınların gizlice kaçırılarak veya doğrudan para karşılığında satılması: "Kadın ticaretinin bu kadar serbestçe yapıldığı bir yer daha bulmak mümkün değildi."-F. F. Tülbentçi.
kadıntuzluğu is. (kadı'ntuzluğu) bot. Sarıçalı.
kadırga is. (kadı'rga) Yun. den. esk. Hem yelken hem kürekle yol alan, özellikle Akdeniz'de kullanılmış bir savaş gemisi: "Çoban, Gümüşlük'e su almak için uğrayan bir kadırgaya tayfa yazıldı." -Halikarnas Balıkçısı.
→ kadırga balığı
kadırga balığı is. zool. İspermeçet balinası.
kadife is. Ar. kattfe 1. Yüzeyi belirli uzunlukta bırakılmış ham madde lifleriyle kaplı, parlak, yumuşak kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış, bu kumaşla kaplanmış: "Camları kapanmış bir arabanın yumuşak kadife minderleri, o çıplaklığa karşı, zavallı adamı avunduruyordu." -H. R. Gürpınar, kadife gibi yumuşak, pürüzsüz ve parlak (ses, ten vb.).
→ kadife çiçeği
kadife çiçeği is. bot. Bileşikgillerden, çiçekleri genellikle parlak san renkte ve kadife görünümünde bir süs bitkisi (Tagetes): "Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçeklerinin arasında kaybolurken arkasından baktım."-R. H. Karay.
kadifeleşme is. Kadifeleşmek işi.
kadifeleşmek Yumuşamak, samimi olmak, içtenleşmek: "Gözlerinde kadifeteşen bir şefkatle yüzüme bakıyordu." -Y. Z. Ortaç.
kadifeleştirme is. Kadifeleştirmek işi.
kadifeleştirmek Kadifeleşme işini yaptırmak: "Siyah gözlerimin bakışlarını biraz kadifeleşiiren bir ihtiyatla, hayat tatlarını kaçırmayalım, der gibi bir hâli vardı." -A. Ş. Hisar.
kadifelik, -ği is. 1. Kadife gibi olma durumu: "Onu ismiyle çağırırken sesimin kadifeliği bile yeni değildi." -H. C. Yalçın. 2. sf. Kadife yapmaya elverişli olan.
kadim sf. (kadi:m) Ar. kadım esk. Başlangıcı olmayan, eski, ezelî.
→ kadim dost, Kelamıkadim
kadim dost is. Eski dost.
kadimi sf. (kadi:mi:) Ar. kadimi Sürekli.
kadir, -dri (I) is. Ar. kadr esk. 1. Değer, kıymet, itibar. 2. aslr. Bir yıldızın parlaklık bakımından bulunduğu basamak: Birinci kadirde on dokuz, ikincide elli yedi, üçüncüde yüz yetmiş dört yıldız bulunur, kadrini anlamak değerinin farkına varmak: "Hakikaten, insan sevdiklerinin kadrini yokluklarında anlıyor." -P. Safa. kadrini bilmek değerini bilmek, yararlanmak: "Onun kadrini iyi bilenler de var." -A. Ş. Hisar.
→ kadirbilir, kadirbilmez, Kadir Gecesi
kadir (II) sf. (ka:dir) Ar. kadir 1. Güçlü, gücü yeter, erkli. 2. din b. "Her şeye gücü yeter" anlamında Tanrı'nın sıfatlarından biri. kadir olmak güçlü olmak, gücü olmak, gücü yetmek: "Senin ne habasetlere kadir olduğunu ben bilirim." -R. N. Güntekin.
kadirbilir sf. Değerbilir.
kadirbilirlik, -ği is. Değerbilirlik: "Kadirbilirlik, uygarlığın şaşmaz koşullarından biri." -H. Taner.
kadirbilmez sf. Değerden anlamayan, değerbilmez.
kadirbilmezlik, -ği is. Kadirbilmez olma durumu.
Kadir Gecesi öz. is. Kur'an indirilmeye başlandığı için kutsal sayılan ramazan ayının yirmi yedinci gecesi. Kadir Gecesi doğmuş çok şanslı, kısmetli kimseler için söylenen bir söz.
Kadiri öz. is. (kaıdiri:) Ar. kadiri Kadiri lik'e mensup olan kimse.
Kadirilik, -ği öz. is. 1. Şeyh Abdülkadir Geylani tarafından XI. yüzyılda kurulan bir tarikat. 2. Bu tarikata mensup olma durumu.
Kadîriye öz. is. (Ka:diriye) Ar. kâdiriyye Kadirilik.
kadirşinas sf. (kadirşina:s) Ar. kadr + Far. -sinâs esk Değerbilir, iyilikbilir.
kadirşinaslık, -ğı is. Değerbilirlik, iyilikbilirlik.
kadit, -di is. (kadi:t) Ar. kadîd esk. 1. Güneşte veya hafif alevde kurutulmuş et. 2. İskelet. 3. sf. Çok zayıf: "Gözlerini kadit elleriyle iyice ovdu." -Ö. Seyfettin, kadidi çıkmak 1) çok zayıflamak, bir deri bir kemik durumuna gelmek: "Sıtmalı arabacıların titredikleri, cılız, kadidi çıkmış öküzlerin iç ezici bir şekilde düşündükleri görülürdü." -S. F. Abasıyanık. 2) iskeleti görünmek.
kadmiyum is. (ka'dmiyum) Fr. cadmium kim. Atom numarası 48, atom ağırlığı 112,40, yoğunluğu 8,6 olan, 320 °C'de eriyen, gümüş beyazlığında, elektrik ve seramik sanayisinde kullanılan yumuşakça bir element (simgesi Cd).
kadmiyumlu sf. İçinde kadmiyum bulunan.
kadran is. Fr. cadran 1. Saat, pusula vb. araçlarda, üzerinde yazı, rakam veya başka işaretler bulunan düzlem: "Gün kadranında çarşamba, yerini perşembe ile değiştirdi." -H. Taner, 2. fiz. Ölçek.
kadrat is. Fr. cadrat 1. Dizgide harfler arasına konulan yazısız metal parçası. 2. Dizgi işinde kullanılan bir aralık ölçüsü birimi.
kadril is. Fr. quadrille esk. 1. Salon danslarından biri: "Kadril için her kadına bir erkek lazımdı." -A. Gündüz. 2. Bu dansın müziği.
kadro is. (ka'dro) İt. auadro 1. Bir kamu kuruluşunun, bir işletmenin, denetim veya yönlendirme işlerini gerçekleştirenler ve bunların taşıdığı ödev, yetki ve sorumlulukların hepsi: "Bir disiplin kadrosu içinde anonim kalmak Türk gençlerinin hoşuna gitmez." -F. R. Atay, 2. Bu kişi ve sorumlulukları sayı, nitelik ve aşamalarıyla gösteren çizelge. 3. Bu çizelgedeki yer: "Sekizinci topçu alayı kadrosunun büyük kısmı alaylı idi."-Y. R. Atay. 4. Bisiklet ve motosiklette iskeleti oluşturan metal bölüm. 5. Bir işte görev alan kişi veya kişiler, ekip.
→ torba kadro, kelime kadrosu, yazı kadrosu
kadrocu sf. Kendi düşüncesine yakın düşüncede olan insanları kadrolara toplayan.
kadrocıtluk, -ğu is. Kadrocu olma durumu,
kadrolandırma is. Kadrolandırmak işi veya durumu.
kadrolandırmak (-i) Kadroda yer almak.
kadrolaşma is. Kadrolaşmak durumu.
kadrolaşmak (nsz) Kadrolara, aynı görüşü paylaşan insanları toplamak, yerleştirmek.
kadrolu sf. Kadrosu olan, kadroya girmiş olan: Kadrolu eleman. Kadrolu uzmanlar.
kadrosuz sf. Kadrosu olmayan: Kadrosuz eleman. Kadrosuz işçiler.
kadrosuzluk, -ğu is. Kadrosuz olma durumu.
kadük, -ğü sf Fr. caduc huk. Değerini, önemini yitirmiş, geçerliliği kalmamış, eskimiş. kadük olmak (veya kalmak) 1) değerini yitirmek; 2) yasama meclisinin değişmesi ile önceden sunulan yasa taşanları değerini yitirmek.
katiüklük, -ğü is. huk. 1. Kadük olma durumu. 2. Değer yitimi.
kafa is. Ar. kafa 1. İnsan başı, ser. 2. Hayvanlarda genellikle ağız, göz, burun, kulak vb. organların bulunduğu vücudun en ön bölümü. 3. Bellek. 4. Çocuk oyunlarında kullanılan zıpzıp taşının veya cevizin büyük boyu. 5. Mekanik bir bütünün parçası: Distribütör kafası. 6. mec. Kavrama ve anlama yeteneği, zekâ, zihin, bellek: "Kafasının faaliyetini fikirden ziyade işe vermiş." -Y. K. Beyatlı. 7. mec. Görüş ve inançların etkisi altında beliren düşünme ve yargılama yolu, zihniyet: "Kalbi ve kafasıyla daima yeni, daima genç kaldı." -Y. Z. Ortaç, kafa atmak kavga sırasında karşıdakinin yüzüne, sert ve şiddetli bir biçimde kafayla vurmak. kafa (veya kafayı) bulmak argo 1) içki içmek; 2) alay etmek, kafa cilalamak tkz. içki içmek: İpini koparmış aylakla, çiçeği burnunda asistan, dejenere mirasyedi ile ağır işçi, burada dirsek dirseğe kafa cilalardı. " -H. Taner, kafa (veya kafayı) çekmek. argo kafayı çekmek: "Benimle kafa çekmenin onlar için pek keyifli olduğunu sanmıyorum." -E. Bener, "Ona birisi kafayı çekmekte olduğunu söyleseydi, kılı bile kıpırdamazdı." -S. F. Abasıyanık. kafa (veya kafayı) değiştirmek kafayı değiştirmek. kafa (veya kafayı veya kafasını) dinlemek 1) zihni yoran sorunlardan uzak kalmak; 2) sessiz, sakin kalmak: "Bir dakika kafamı dinleyip başka şeylerden bahsetmek ihtiyacı duyduğum zaman..." -S. F. Abasıyanık. kafa eskitmek zihni yoran sorunlarla sürekli uğraşmak: "Ne gücünü aşan meseleler için çene yormaya, kafa eskitmeye niyeti vardı ne de kendi başarısızlıkları için suçlu aramaya... " -T. Buğra, kafa göz yarmak beceriksizlik göstermek, kafa kafaya vermek 1) iki veya birkaç kişi bir kenara çekilip konuşmak: "Bizim hükümetin para vermemesi karşısında birkaç profesör kafa kafaya verdik." -H. Taner. 2) dayanışmak, kafa kalmamak zihin yorularak çalışmaz olmak. kafa (veya kafasını) karıştırmak önceki düşüncelerini altüst etmek, kafa patlatmak bir konu üzerinde pek çok düşünmek: "Sen sabahtan aksama kadar rahat rahat oturuyorsun, ben kafa patlatıyorum." -H. E. Adıvar. kafa sallamak 1) ikaz etmek için başını iki yana veya öne arkaya hafifçe eğmek; 2) baş sallamak; 3) doğru veya yanlış her şeye evet demek, kafa (veya kafasını) şişirmek gürültü veya gevezelikle bir kimseyi tedirgin etmek, kafa tutmak boyun eğmemek, karşı gelmek, diklenmek: "Hocalara, amirlere, büyüklere kafa tutmak sökmezdi." -R. N. Güntekin. kafa ütülemek argo çok laf edip tedirgin etmek: "Evi satacağım ama içinde kiracı varken müşteri bulamıyorum, diye kafamızı ütülemeye başladı." -S. Dölek, kafa yapmak argo dalga geçmek, kafa yok! akıl, düşünce yok. kafa yormak bir iş, bir konu üzerinde çokça düşünmek: "Oynarken yaptığı hatalar üstüne kafa yoruyor, sonra yığınla düş kuruyordu. " -N. Cumalı. kafası almamak 1) anlayamamak, kavrayamamak; 2) zihin yorgunluğu sebebiyle anlayamaz duruma gelmek; 3) olabileceğine inanmamak, kafası bozulmak öfkelenmek, kızmak, kafası bulanmak bir olay karşısında aklı karışmak, anlayamaz, kavrayamaz duruma gelmek, kafası çalışmak kafası işlemek, kafası dönmek 1) sıkışık bir durumda sersemlemek; 2) kızıp öfkelenmek, kafası dumanlanmak 1) çok dalgın olmak; 2) sarhoş olmak: "Saz, söz başlasın, içki ile kafalar iyice dumanlansın, cümbüş tam kıvamım bulsun." -H. R. Gürpınar. 3) esrar içmiş olmak, kafası durmak zihin yorgunluğundan düşünemez olmak, kafası düzelmek doğruyu ve iyiyi bulmak, kafası ile oynamak takım sporlarında arkadaşlarının durumunu göz önünde tutup en iyi fırsatı değerlendirerek bedenini fazla yormadan oynamak, kafası işlemek aklı, zekâsı yerinde olmak, bir konu üzerinde iyi düşünebilir olmak, kafası çalışmak: "Hasan'ın kafası şimdi üç cepheli işliyordu."-O. C. Kaygılı, kafası karışmak önceki bilgi ve düşünceleri altüst olmak. kafası kazan (gibi) olmak kafası şişmek. kafası kızmak öfkelenmek: "Namusum hakkı için bir kafam kızarsa atarım denize seni." -S. F. Abasıyanık. kafası sarmamak anlamamak, aklı ermemek, kafası sersem sepet (olmak) gürültü ve uğultudan zihni yorulmuş (olmak): "Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra, yorgun, uykusuz, kafası sersem sepet girdiği için kasabaya, henüz pek bir şeyin farkında değildi." -E. Bener. kafası şişmek 1) zihni yorulmak; 2) gürültüden tedirgin olmak, kafası takılmak zihni bir şeyle sürekli olarak uğraşmak, kafası yerinde olmamak gereği gibi düşünecek durumda olmamak, kafası yerine gelmek kendini toparlamak, kendine gelmek, kafasına dank etmek (veya demek) bir olay sebebiyle birden ayılmak, doğruyu anlamak: "Ancak hava kirlenmesinin, kentlerinin mahvolmasının, denizlerin pislenmesinin dayanılmaz bir hâl almasından sonradır ki, bu gerçek kafasına dank edebildi." -H. Taner, kafasına koymak kararını önceden vermiş olmak, önceden şartlanmak, bir şey yapmaya kesin karar vererek zamanını beklemek: "Burada toprağı, nesi varsa satıp savarak bir başka yere göç etmeyi kafasına koymuştur." -R. N. Güntekin. kafasına geçirmek başına geçirmek, kafasına sığmamak akıl erdirememek. kafasına söz girmemek 1) çok aptal veya inatçı olmak; 2) önemsememek, kafasına uymak aklına uymak, kafasına vur, ekmeğini elinden al başına vur, ağzından lokmasını al. kafasına vura vura zorla, isteyip istemediğine bakmadan, kafasına vurmak başına vurmak. kafasında şimşek çakmak beyninde şimşek çakmak, kafasında tutmak bir şeyi unutmamak, aklında tutmak, kafasından çıkarmak bir şeyi unutmak veya ondan vazgeçmek, kafasından geçirmek belli belirsiz düşünmek, kafasını ezmek zararlı olabilecek bir hareketi, bir durumu başlangıçta yok etmek, etkisiz duruma getirmek, kafasını işletmek doğru ve iyi düşünmek: "Biraz kafanızı işletseniz, ne düğümler gözersiniz." -T. Oflazoğlu. kafasını kaldırmak karşı gelmek, başkaldırmak: "Sen bağ yeri açıyorsun ha? Çevirin şunu dese, yüz sopa çekse. Bir daha bak kimse kafasını kaldırır mı?" -M. Ş. Esendal. kafasını kaldırmamak 1) yoğun olarak çalışmak, meşgul olmak; 2) yoğun bir biçimde düşünmek veya çalışmak; 3) karşı gelmemek, kafasını kaşıyacak vakti olmamak başını kaşıyacak vakti olmamak, kafasını kırmak iyice dövmek, pataklamak, kafasını kullanmak akıllıca davranmak, kafasını kurcalamak zihnini meşgul etmek, düşündürmek, kafasını sokmak barınabilecek bir yere yerleşmek, başını sokmak: "Bazen yapayalnız, kafasını sokacak bir damdan mahrum, aç, avare dolaşmış." -H. E. Adıvar. kafasını taştan taşa çarpmak (veya vurmak) başını taştan taşa çarpmak, kafasını toplamak sağlıklı düşünebilir olmak: "Elbet camın bilmez olur mu, biliyordu ama kafasını toplayıp bir türlü manasım çıkaramıyordu. " -H. Taner, kafasını tütsülemek 1) kafayı tütsülemek; 2) sarhoş etmek: "Tekelin en keskin içkisi bizimkilerin kafasını tütsüledi." -B. Felek, kafasını uçurmak kellesini uçurmak. (birinin) kafasını vurmak esk. bir kimsenin kafasını kesmek, kafasının bir tahtası noksan olmak alay akıl durumunda bozukluk olmak, kafasının dikine gitmek kendi düşünce ve görüşünün en iyi olduğuna inanarak kimsenin öğüdünü, uyarısını dinlememek: "Evvel zaman içinde, kafasının dikine giden bir kuş varmış, kışın güneye göç etmemeye ant içmiş." -T. Halman. kafasının etini yemek başının etini yemek: "O, keski sıhhatli olsaydı da her gün kafamın etiniyiyeydi." -R. N. Güntekin. kafasının kontağı atmak çok sinirlenmek, öfke ile dolmak: "Kafalarının kontağı bir kere atınca eski rayına oturtmakta güçlük çekerler. " -H. Taner, kafaya almak argo 1) zaaflarından yararlanarak kandırmak, oyuna getirmek; 2) konu önemliymiş gibi yaparak alaya almak, kafaya çıkmak sp. topa kafayla vurmak için sıçramak, kafayı bulandırmak önceki düşünceleri altüst etmek, değiştirmek: "Öğretmenler bu gibi kitapların kafayı bulandırdığını bile söyler." -S. Birsel, kafayı çalıştırmak kafayı işletmek. kafayı değiştirmek düşüncesini, kanaatini değiştirmek, kafayı tütsülemek argo sarhoş olmak: "Karşı köyden AH Ağanın mirasyedi oğlu, Muharrem'in karısı. Muharrem, oturmuşlar, tütsülerler kafayı." -S. F. Abasıyanık. kafayı üşütmek delirmek, çılgınlaşmak, kafayı (bir yere) vurmak 1) hastalanıp yatağa düşmek; 2) uyumak için yatmak: "Ahmet de bize varır varmaz kafayı yere vurdu." -S. F, Abasıyanık. kafayı yemek argo aşırı yorgunluktan bunalıma düşmek.
→ kafa çıkışı, kafa dengi, kafa içi, kafa işçisi, kafa kâğıtlı, kafa koçanı, kafakol, kafatası, kafası boş, kafası bulutlu, kafası çatlak, kafası dumanlı, kafası iyi, kafası kıyak, kafası kontak, kafası küflü, kafası örümcekti, kafası tembel, kaim kafa, kurukafa, kuru kafa
kafaca zf. (kafa'ca) Düşünce bakımından: "Kafaca, ruhça, zevkçe, terbiyece eski adam diyebileceğimiz bir örnek alınız." -Y. K. Beyatlı.
kafa çıkışı is. sp. Futbolda havadan gelen topa kafa vurmak için yükselme: "Ben iyi penaltı atıyordum. Gazi'nin kafa çıkışları mükemmeldi." -H. Taner.
kafadan zf. (kafadan) Zihinden, belleğini kullanarak, kafadan atmak bir konu üzerinde inceleme yapmadan rastgele konuşmak, uydurmak, yalan söylemek.
→ kafadan bacaklılar, kafadan gayrimüsellah, kafadan kontak
kafadan bacaklılar ç. is. zool. Yumuşakçaların, baş bölgelerinde sert bir gagası ve çekmenli sekiz kolu bulunan önemli bir sınıfı: Mürekkep balığı ve ahtapot kafadan bacaklılardandır.
kafadan gayrimüsellah sf Akılsız, aklında bozukluk olan.
kafadan kontak, -ğı sf. Düşüncesiz, mantıksız iş gören.
kafadar is. Ar. kafa + Far. -dar Görüş ve anlayışları birbirine uyan kimselerden her biri, kafadaş, kafa dengi.
kafadarlık, -ğı is. Kafadar olma durumu, kafadaşlık.
kafadaş is. Kafadar: "Biraz da kendi kendinize, kendi kafadaşlarmızla baş başa kalarak enine boyuna her şeyi ölçünüz." -E. İ. Benice.
kafadaşlık, -ğı is. Kafadarlık.
kafa dengi is. Kafadar.
kafa içi is. anat. Kafatası.
kafa işçisi is. Beyin gücü ile ortaya eser koyan, araştıran, inceleyip eleştiren kimse: "Bir kafa işçisinin, sanatçının, bilim adamının düşünmek için bol bol zamana ihtiyacı vardır." -H. Taner.
kafa kâğıdı is. hlk. Nüfus cüzdanı.
kafa koçanı is. Nüfus cüzdanı.
kafakol is. sp. Güreşte bir oyun türü. kafakola almak 1) sp. güreşte kafa ve kolu birlikte kavrayarak rakibi çevirmek; 2) mec. etkisi altına alıp kandırmak.
kafalı sf. 1. Kafası olan. 2. Kafası herhangi bir biçimde olan: Çıkık kafalı. 3. mec. Bilgili, kavrayışlı ve anlayışlı: Kafalı adam.
→ boş kafalı, dar kafalı, dibek kafalı, dikkafalı, eski kafalı, eşek kafalı, et kafalı, geri kafalı, horoz kafalı, insan kafalı, kabak kafalı, kaim kafalı, kaz kafalı, kısa kafalı, örümcek kafalı, sepet kafalı, uzun kafalı
kafalılık, -ğı is. Kafalı olma durumu.
→ boş kafalılık, dar kafalılık, dîkkafaltlık, geri kafalılık, kaz kafalılık
kafası boş sf. Cahil.
kafası bulutlu sf. Sarhoş: "Kaptan o akşam geç dönmüş, kafası yarı bulutluydu." -S. F. Abasıyanık.
kafası çatlak, -ğı sf. Yan deli, aptal (kimse).
kafası dumanlı sf. 1. Sarhoş. 2. Çözemediği karışık düşüncelerle kafası yorgun (kimse).
kafası iyi sf. argo Sarhoş.
kafası kıyak, -ğı sf. argo Sarhoş.
kafası kontak, -ğı sf. argo Deli, çıldırmış, çılgın (kimse).
kafası küflü sf. Çağının gerisinde kalmış, gerici.
kafası örümcekli sf. 1. Düşüncesiz, kaba, anlayışsız (kimse). 2. Gerici.
kafası tembel sf. Alık, budala, basireti olmayan (kimse): "Ben, dedim, senin gibi kafası tembel adam değilim." -M. Ş. Esendal.
kafasız sf. 1. Kafası olmayan. 2. mec. Düşünüşü, anlayışı ve kavrayışı kıt olan, anlayışsız, kavrayışsız.
kafasızlık, -ğı ıs. Kafasız olma durumu, anlayışsızlık, kavrayışsızlık: "Çalıkuşu'nun kafasızlığı malum." -R. N. Güntekin.
kafatasçı is. Kafatasçılıktan yana olan kimse, görüş.
kafatasçılık, -ğı is. 1. İnsanlan kafataslarının biçimine göre değerlendiren görüş. 2. Bir düşünce, inanç vb.ne körü körüne bağlılık.
kafatası is. anat. İnsanda ve omurgalılarda içinde beyin bulunan, başın kemik bölümü, kafa içi.
Kafdağı öz. is. Genellikle masallarda yer alan, dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten dağ: "Bindim bir ak doğana / Doğan yolu şaşırdı /Kafdağı'ndan aşırdı." -Z. Gökalp.
kafe is. İçecek ve hafif yiyeceklerin satıldığı, bazılarında kapı önlerinde oturacak yerlerin bulunduğu ayaküstü yiyecek yerleri.
kafein is. Fr. cafeine Kahve ve çayda bulunan, hekimlikte kullanılan, kasları, sinirleri uyarıcı, mide salgısını ve metabolik hızı artırıcı etki yapan bir madde.
kafes is. Ar. kafes 1. Hayvanlar için aralıklı tel, metal veya ağaç çubuklardan yapılmış taşınabilir bölme: Kuş kafesi. 2. Vahşi hayvanlar için demir çubuklarla yapılmış taşınabilir bölme: Aslan kafesi. 3. Çapraz çubuklarla ve aralıklı olarak yapılmış, pencerelere takılan siper: "Bahçeye, kafeslerde elenen solgun bir ışık vurmuş." -Y. Z. Ortaç. 4. Ahşap yapıların direk ve çatmalardan oluşan kaplama tahtaları dışında kalan iskeleti. 5. argo Hapishane. 6. esk. Cami, tekke vb. yerlerde kadınlara ayrılan yer. kafes gibi zayıf, kuru veya delik deşik, kafese girmek argo 1) aldatılıp kendisinden çıkar sağlanmak; 2) hapse girmek, kafese koymak argo aldatıp çıkar sağlamak: "O, ya birisini batırmak yahut da kafese koymak için ziyafet çekerdi." -S. F. Abasıyanık.
→ kafes teli, karakafes, tel kafes, göğüs kafesi, kuş kafesi
kafesçi is. 1. Kafes yapan veya satan kimse. 2. argo Birini aldatarak çıkar sağlayan kimse.
kafesçilik, -ği is. Kafesçi olma durumu.
kafesleme is. Kafeslemek işi.
kafeslemek (-i) argo Çıkar sağlamak için birini aldatmak.
kafesli sf Kafesi olan veya kafes biçiminde olan.
kafes teli is. Tel çitlerde kullanılan veya bir makine aracılığıyla kafes yapımında gerekli olan ince, galvanizli tel.
kafeşantan is. Fr. cafe chantant İçkili, çalgılı kahvehane: "Edith Almera / Kafeşantanlarda muhabbet toplayan / Bir çigan orkestrasının / Birinci kemancısıdır." -O. V. Kanık.
kafeterya is. (kafete'rya) İng. cafeteria 1. Müşterilerin kendi kendilerine servis yaptıkları lokanta: "O yeni kafeterya önünden yürümek isterseniz, omzunuz duvara sürünür." -N. Cumalı. 2. Çay, kahve vb. içeçeklerle bazı yiyeceklerin satıldığı yer.
kâffe sf. (kâ:ffe) Ar. kâffe esk. Bütün, tamam, hep, cümle.
kâffesi zm.(kâ:ffesi) esk. Bütünü, hepsi, tamamı: "İstihbaratı yabana atılmaz, nezaretlerin hemen kâffesinde mutemet adamlar vardır." -A. İlhan.
kâfi sf. (kâ:fi:) Ar. kâfi 1. Yeterli, yetecek ölçüde olan: "Yalnız güzellik adi bir zevk kadım için bile kâfi değildir." -H. C. Yalçın. 2. ünl. "Yeter, yetişir, artık istemez" anlamlarında bir seslenme sözü: "Artık kâfi, yeter, illallah!" -S. M. Alus. kâfi gelmek yetmek, yetişmek.
kafile is. (ka:file) Ar. kafile 1. Birlikte yolculuk eden topluluk: "Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle." -Y. K. Beyatlı. 2. Aynı yöne giden taşıt veya yolcu topluluğu, konvoy: "Sağımızda yürüyen kafile, yolunu değiştirdi." -H. E. Adıvar. 3. esk. Sıra ile gönderilen şeylerin her bir bölüğü: Malların ilk kafilesi dün geldi.
kâfir is. (kâ.fir) Ar. kâfir 1. din b. Tanrı'nın varlığını ve birliğini inkâr eden kimse. 2. ünl. Sevilen birine takılmak, sitem etmek için kullanılan bir seslenme sözü. 3. mec. Acımasız, zalim kimse. 4. hlk. Genellikle Müslüman olmayanlara verilen ad: "Kâfirin güçsüz noktaları, köprüleri, kaleleri öğreniliyordu. " -N. Araz.
kâfıristan is. Ar. kâfir + Far. -istân esk. Kâfir ülkesi, Müslüman olmayanların yaşadığı yer.
kâfirleşme is. Kâfir gibi olma.
kâfirleşmek (nsz) Kâfir gibi olmak.
kâfirlik, -ği is. Kâfir olma durumu.
kafiye is. (kafiye) Ar. kâfiye ed. 1. Uyak. 2. Halk edebiyatında ayak.
→ başkafiye, çapraz kafiye, iç kafiye, sarma kafiye, tam kafiye, tunç kafiye, yarım kafiye, zengin kafiye
kafiyeli sf. ed. Uyaklı.
kafiyesiz sf. ed. Uyaksız.
kafıyesizlik, -ği is. Uyaksızlık.
Kafkasyalı öz. is. (kafka'syah) Kafkasya halkından olan kimse.
kaftan is. tar. 1. Çoğu ipekten yapılan, bir çeşit uzun, süslü üst giysisi: "Başkasına ait sırmalı kaftanı giymektense, kendi malım olan eski hırkayı tercih ederim." -Ö. Seyfettin. 2. Genellikle gönül almak ve ödüllendirmek için giydirilen üstlük, hilat.
kaftancı is. Kaftan yapan veya satan kimse.
kâfur is. (kâ:fit:r) Ar. kafur esk. 1. Kâfur ağacından elde edilen, hekimlikte kullanılan, beyaz ve yarı saydam, kolaylıkla parçalanan, güzel kokulu bir madde: "Hastaneye gider gitmez gene kan aldırdılar, kâfuru şırınga ettiler; daha bilmem neler yaptılar, hasta açılmadı." -M. Ş. Esendal. 2. sf. mec. Çok beyaz.
→ kâfur ağacı
kâfur ağacı is. bot. Defnegillerden, Uzak Doğu'da yetişen, kâfur elde edilen ağaç (Cinnamonum camphora).
kagir sf. (kâ:gir) Far. kâr-gir mim. Taş veya tuğladan yapılmış olan (yapı), kârgir: Kagir ev.
kağan is. tar. Hanların bağlı olduğu devlet başkanı, hakan, imparator.
kağanlık, -ğı is. 1. Kağan olma durumu. 2. Kağanın yönetimindeki ülke.
kâğıt, -di is. Far. kâğaz, kâğiz 1. Hamur durumuna getirilmiş türlü bitkisel maddelerden yapılan, yazı yazmaya, baskı yapmaya, bir şey sarmaya yarayan kuru, ince yaprak: Yazı kâğıdı. Duvar kâğıdı. Sigara kâğıdı. 2. Yazılı kâğıt yaprağı, pusula, tezkere: "Belediye kâtibine bir kâğıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rast geldi." -M, Ş. Esendal. 3. Yazılı sınav kâğıdı. 4. iskambil kâğıdı. 5. Belge ve doküman: "... hâkim kararı olmadıkça ... kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz." -Anayasa. 6. Menkul kıymetler borsasında işlem gören tahvil, hisse senedi gibi mali değeri olan senet. 7. Menkul kıymetler. 8. sf. Kâğıttan yapılmış: "Gece hafif rüzgârlarla sallanan kâğıt fenerlerin aydınlığında dans edilir." -A. Haşim. 9. hlk. Kâğıt para. kâğıt açmak iskambil kâğıtlarını oyunculara dağıttıktan sonra koz olacak kâğıdın yüzünü çevirmek. (birinin yüzü) kâğıt gibi (olmak) kanı çekilip benzi solmak: "Babuş da uyanmış ve yatağın içine oturmuş. Korkudan onun da yüzü kâğıt gibi." -P. Safa. kâğıt oynamak iskambil kâğıtlarını kullanarak çeşitli oyunlar oynamak: "Birkaç soba etrafında çay içiyorlar, tavla ve kâğıt oynuyorlar." -R. N. Güntekin. (bir iş) kâğıt üzerinde (veya üstünde) kalmak yapılması düşünülmüş olduğu hâlde yapılmamak, kâğıt kaleme sarılmak hemen yazmaya başlamak: "Partinin kurulacağım duyunca kâğıda kaleme sarılmış, korkunç bir telgraf yazmıştı." -Y. Z. Ortaç, kâğıda dökmek yazıya geçirmek.
→ kâğıt ağacı, kâğıt balığı, kâğıt dutu, kâğıt helvası, kâğıt kebabı, kâğıt oyunu, kâğıt torba, atık kâğıt, değerli kâğıt, kaba kâğıt, mumlu kâğıt, müsveddelik kâğıt, üçkâğıt, yağlı kâğıt, zamktı kâğıt, zırt kaba kâğıt, aşı kâğıdı, bakkal kâğıdı, borsa kâğıdı, boş kâğıdı, celp kâğıdı, cevap kâğıdı, çağrı kâğıdı, daktilo kâğıdı, duvar kâğıdı, el işi kâğıdı, esericedit kâğıdı, folyo kâğıdı, hüsnühâl kâğıdı, ikametgâh kâğıdı, imza kâğıdı, iskambil kâğıdı, kafa kâğıdı, karbon kâğıdı, kaymak kâğıdı, kese kâğıdı, kopya kâğıdı, kraft kâğıdı, krepon kâğıdı, kurutma kâğıdı, kuşe kâğıdı, matris kâğıdı, mazeret kâğıdı, mulaj kâğıdı, nüfus kâğıdı, oy kâğıdı, oyun kâğıdı, ölüm kâğıdı, parşömen kâğıdı, pergament kâğıdı, saman kâğıdı, sigara kâğıdı, teksir kâğıdı, temiz kâğıdı, turnusol kâğıdı, tuvalet kâğıdı, yan kâğıdı, yazı kâğıdı, yazılı kâğıdı, zımpara kâğıdı
kâğıt ağacı is. bot. Kâğıt dutu.
kâğıt balığı is. zool. Kâğıt balığıgillerden, gövdesi kâğıt gibi ince ve saydam, üzerinde üç siyah benek bulunan kemikli bir balık (Trachypterus trachypterus).
kâğıt balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklardan, örnek hayvanı kâğıt balığı olan, ince gövdeli, gümüşi renkli balık familyası.
kâğıtçı is. 1. Kâğıt yapan kimse. 2. Kâğıt ve yazı gereçleri satan kimse.
→ üçkâğıtçı
kâğıtçılık, -ğı is. 1. Kâğıtçı olma durumu. 2. Kâğıt sanayisi.
kâğıt dutu is. bot. Dutgillerden, Çin'de ve Japonya'da yetişen, kabuğundan kâğıt yapılan bir ağaç, kâğıt ağacı (Broussenetia papyrifera).
kâğıt helvacı is. Kâğıt helvası yapan veya satan kimse,
kâğıt helvası is. Tekerlek biçiminde, ince, yassı ve gevrek bir çeşit helva.
kâğıt kebabı is. Kemiksiz koyun eti, domates, biber, soğan ve baharat karışımının yağlı kâğıt içerisine konarak fırında pişirilmesi yoluyla hazırlanan bir kebap türü.
kâğıtla ma is. Kâğıtlamak işi.
kâğıtlamak (-i) Kâğıtla kaplamak, kâğıt yapıştırmak.
kâğıtlanma is. Kâğıtlanmak işi. kâğıtlanmak (mı) Kâğıtla kaplanmak.
kâğıtlı sf. Kâğıdı olan: Kâğıtlı şeker.
kâğıtlık, -ğı is. 1. El altında bulundurulacak kâğıtları koymaya yarayan, gözlere ayrılmış bir çeşit kutu. 2. sf. Kâğıt yapmaya uygun olan.
kâğıt oyunu is. İskambil kâğıdı ile oynanan oyun: "Hiç kâğıt oyunu oynamazken birkaç aydır altmış altıya alıştırmışlar, sıra ile yenip duruyorlardı." -M. Ş. Esendal.
kâğıtsı sf. Kâğıdı andıran, kâğıda benzeyen, kâğıt gibi.
kâğıt torba is. Ambalajlamada kullanılan, kâğıttan yapılan, gerektiğinde özel makinelerde dikilerek hazırlanan torba.
kağnı is. İki tekerlekli, tekerlekleri tek parça, dingili tekerlekle birlikte dönen öküz arabası: "Kağnıyı araba ile, kamyonet ile değiştiriyor." -E. İ. Benice, kağnı gibi (gitmek) çok yavaş (gitmek).
→ kağnı arabası, kağnı mazısı
kağnı arabası is. Kağnı: "Şimdi önümüzde bir kağnı arabasının yılankavi çizgileri uzanıyor. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
kağnı mazısı is. Kağnının iki tekerleğini birbirine bağlayan ve onlarla birlikte dönen, baltayla kabaca yontulmuş kütük.
kağşak, -ğı sf. hlk. Eskimiş, gevşemiş, dağılmaya yüz tutmuş (eşya, yapı): Kağşak sandalyede rahat edilmez.
kağşama is. Kağşamak işi.
kağşamak (nsz) hlk. 1. Eskimek, dağılmaya yüz tutmak: "Pansiyonun kağşamış tahta merdiveni ağır bir vücudun adımları altında inlemeye başladı." -H. R. Gürpınar. 2. Herhangi bir şey ek yerlerinden ayrılmak, oynamak. 3. ihtiyarlamak. 4. Zayıflamak, gevşemek, güçsüzleşmek.
kâh zf. (kâ:h) Far. gah Bazen, kimi vakit, bazı bazı, gâh: "İstanbul bu yüzden kâh gazsız, kâh elektriksiz ve kâh kömürsüz kalabilir." -B. Felek.
kahlıar sf. Ar. kahhâr esk. 1. Kahredici, kahreden, yok edici: "İsviçre Alpleri'nde geceleri kahhar bir karanlık bastırıyor." -A. İlhan. 2. din b. Allah'ın sıfatlarından biri.
kahır, -hrı is. Ar. kahr 1. Yok etme, ezme, perişan etme, mahvetme: "Her zulmü, kahrı boğmaya bir parça kan yeter." -A. Gündüz. 2. Derin üzüntü veya acı, sıkıntı: "Hayatını alnının teriyle kazanan, yirmi yıllık geçmişi, yalnız kahırlarla dolu bir Türk köylüsü." -O. V. Kanık, kahır (veya kahrını) çekmek uzun süre sıkıntıya katlanmak: "Annesine bakabilmek için akşama kadar elliye yakın yaramazın kahrını çekiyordu." -R. N. Güntekin. kahır yüzünden lütfa uğramak birine kötülük olsun diye yapılan iş, onun iyiliğine olmak, kahrından ölmek 1) çok üzülmek; 2) aşın üzüntü, ölümüne sebep olmak.
→ kahretmek, kahreylemek, kahrolmak
kahırlanma is. Kahırlanmak işi.
kahırlanmak (nsz) Çok ve için için üzülmek, kederlenmek.
kahırlı sf. Üzüntü veya acısı çok olan: "Hâllerinde öyle bir kahırlı, kederli eda vardır, bütün bugünün feci hikâyesini söyler." -H. Z. Uşaklıgil.
kâhil sf. (kâıhil) Ar. kâhil esk. Erişkin.
kâhillik, -ğl is. Erişkinlik.
kâhin is. (kâ:hin) Ar. kâhin 1. Doğaüstü yollardan gizli, bilinmeyen şeyleri, geleceği bilme iddiasında bulunan kimse: "F. R. Atay'a bu mücadeleyi kazanacağımızı kâhinler haber vermediler." -O. S. Orhon. 2. din b. Yahudilerin din reisi.
kâhinlik, -ği is. Kâhin olma durumu veya kâhince söz, kehanet: "Kâhinliğimin sırf bir tesadüfe dayandığı oy birliği ile kabul edildi." -H.Taner.
kahir sf. (ka:hir) Ar. kahir esk. 1. Kahredici, zorlayan. 2. Baskın gelen, ezen, ezici.
→ kahir ekseriyet, kahir kuvvet
kahir ekseriyet is. Ezici çoğunluk: "Eski tabirle kahir diyebileceğim ekseriyet aynı kandandır ve aynı dille konuşuyor." -F. R. Atay.
kahir kuvvet is. Ezici, baskın güç.
kahkaha is. Ar. kahkaha Yüksek sesle gülme. kahkaha atmak yüksek sesle gülmek: "Herkesin gevezeliğini sabırla dinledi, sonra o gevrek kahkahalarından birini atarak ilerledi." -H. Taner, kahkaha (veya kahkahayı) basmak (veya koparmak veya salıvermek) kendini tutamayıp yüksek sesle gülmek: "Beni yatakta görünce kahkahayı bastı." -Ö. Seyfettin. "Selma Hanım az kalsın bir kahkaha salıverecekti." -Y. K. Karaosmanoğlu. kahkahadan kırılmak çok gülmek, kahkahayı ağzında söndürmek edep sınırlarını aşmamak için gülmeyi sınırlamak: "Hâlbuki hikâyesini dinleyen eşraf efendiler, birbirlerine bakarak kahkahalarını elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışıyorlardı."-Ö. Seyfettin.
→ kahkaha çiçeği, kahkaha fırtınası, kahkaha tufanı
kahkaha çiçeği is. bot. İki çeneklilerden, çoğu kenarları mavi bir çizgi ile çevrili beyaz, mavi, pembe veya morumsu çiçekler açan, bir veya çok yıllık, tırmanıcı ve otsu bir süs bitkisi, gündüzsefası.
kahkaha fırtınası is. Kahkaha tufanı.
kahkaha tutanı is. (kahkaha tufa:m) Toplu olarak atılan kahkaha, kahkaha tufanı kopmak birdenbire toplu olarak kahkaha atmak.
kahpe is. Ar. kahbe kaba 1. Orospu, ahlaksız kadın. 2. sf. mec. Dönek.
→ kahpe felek, kahpenin dölü
kahpece sf. (kahpe'ce) 1. Kahpe gibi, kahpeye yaraşır. 2. zf. Kahpe gibi, kahpeye yaraşır biçimde.
kahpecik, -ği sf. mec. Oynak, kırıtkan: "Annesi Fatma kızına kahpecik lakabını veren aileye hizmetçi oldu." -H. E. Adıvar.
kahpe dölü is. kaba bk. kahpenin dölü.
kahpe felek, -ği is. "Rast gelmeyen, yâr olmayan talih veya kader" anlamında kullanılan bir söz: "Aşktı bizdeki, onlardaki mantık / Onlardan yana çıktı kahpe felek." -C. S. Tarancı.
kahpelenme is. Kahpelenmek işi veya durumu.
kahpelenmek (nsz) Kahpelik etmek, kahpece davranmak: "Kahpelendin de garaz bağladım ahlaka bile." -F. N. Çamlıbel.
kahpelenme is. Kahpeleşmek işi veya durumu.
kahpeleşmek (nsz) Kahpece davranmak: "Güzelleşir gözümde kadın kahpeleştikçe." -F. N. Çamlıbel.
kahpelik, -ği is. 1. Kahpe olma durumu. 2. Kahpece davranış: "Böyle kahpelikle iş görmek mertliğe yakışmaz." -A. Ş. Hisar. kahpelik etmek kaba sözünden dönerek birine kötülük etmek.
kahpenin dölü is. kaba Piç, soysuz.
kahraman sf. Far. kahraman 1. Savaşta veya tehlikeli bir durumda yararlık gösteren (kimse), alp, yiğit: "Hareketlerini kahramanların edalarıyla asaletleştiriyor." -A. Ş. Hisar. 2. is. Bir olayda önemli yeri olan kimse: "Son golün kahramanının yüzü, öpülmekten tükürük içinde kalmıştı." -H. Taner. 3. is. ed. Roman, hikâye, tiyatro vb. edebiyat türlerinde en önemli kişi: "Piyesin kahramanı azgın bir herif, boyuna baldızına saldırıyor." -Ç. Altan.
→ başkahraman
kahramanca sf. (kahrama'nca) 1. Kahramana yaraşır. 2. zf. Kahramana yaraşır bir biçimde, yiğitçe: "Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını, masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum." -F. R. Atay.
kahramanlaşma is. Kahramanlaşmak işi.
kahramanlaşmak (nsz) Kahraman durumuna gelmek, yîğitleşmek.
kahramanlık, -ğı is. 1. Kahraman olma durumu. 2. Kahramanca davranış, yiğitlik: "Artık kahramanlığa, kana, heyecana, cesarete, hatta fazilete lüzum yok " -Ö. Seyfettin.
→ başkahramanhk
kahretme is. Kahretmek işi.
kahretmek, -der (-i) Ar. kahr + T. etmek 1. Ezmek, perişan etmek. 2. Çok üzmek: "Kendini de, dostlarını da kahredeceksin, öyle mi?" -C. Meriç. 3. (nsz) Kendine dert etmek, içlenmek, çok üzülmek, 4. (-e) îlenmek, beddua etmek.
kahreyleme is. Kahreylemek işi.
kahreylemek (-i) Ar. kahr + T. eylemek Üzülmesine sebep olmak.
kahreyleyiş is. Kahreyleme işi veya biçimi.
kahrolası sf. Yok olası, perişan olası (kimse, şey, durum).
kahrolma is. Kahrolmak işi,
kahrolmak (nsz) Ar. kahr + T. olmak Çok üzülmek, içlenmek: "Kendi suçu, günahı sonucu olmadığım anladıkça kahrolabilirdi bu yüzden." -N. Cumali.
kahrolsun ünl. "Yok olsun, mahvolsun" anlamlarında bir ilenme sözü, yaşasın karşıtı.
kahroluş is. Kahrolma işi veya biçimi.
kahvaltı, -yi is. Ar. kahve + T. altı 1. Genellikle sabahlan yenilen hafif yemek: "Sabah kahvaltısından sonra otelimden çıktım." -A. Haşim. 2. Bu biçimde düzenlenmiş yemek: "Bu sabah kahvaltı sofrasında üç kişiyiz." -Y. Z. Ortaç, kahvaltı etmek hafif yiyeceklerle karın doyurmak: Akşamları yemek yemiyor, kahvaltı ediyoruz.
→ sobalı kahvaltısı
kahvaltıcı is. Otellerde kahvaltı işlerini yapmakla görevli kimse.
kahvaltılık, -ğı sf. Kahvaltıda yenen (yiyecek): Kahvaltılık yağ.
kahve is. Ar. kahve bot. 1. Sıcak iklimlerde yetişen, kök boyasıgillerden bir ağaç (Coffea arabica). 2. Bu ağacın meyvesinin çekirdeği. 3. Bu çekirdeklerin kavrulup çekilmesiyle elde edilen toz. 4. Bu tozla hazırlanan içecek: "Bir fincan kahve daha içer, bir tutam enfiye daha çekerdi." -A. Ş. Hisar. 5. Kahve, çay, ıhlamur, bira, nargile içilen, hafif yiyecekler bulunduran, tavla, domino, bilardo, kâğıt vb. oynanan yer, kahvehane, kıraathane: "Halktan biri olarak oturup dinlenebileceğiniz ucuz bir kahve kalmamıştır artık." -N. Cumalı. kahve dövücünün hınk deyicisi havan dövücünün hınk deyicisi.
→ kahve ağabeyi, kahve ağası, kahve cezvesi, kahve değirmeni, kahve dibeği, kahve dolabı, kahve falı, kahve fincanı, kahvehane, kahve kaşığı, kahve makinesi, kahve ocağı, kahve parası, kahverengi, kahve tabağı, kahve takımı, kahve tepsisi, çekirdek kahve, kuru kahve, okkalı kahve, sade kahve, şekerli kahve, balıkçı kahvesi, kabuk kahvesi, kır kahvesi, mahalle kahvesi, sabahçı kahvesi, semai kahvesi, Türk kahvesi, yorgunluk kahvesi
kahve ağabeyi is. Kahve ağası: "Bu sohbet ustası radyo aracılığıyla tüm Türkiye'yi ağzına baktıran bir millî kahve ağabeyi hâline gelivermişti." -H. Taner.
kahve ağası is. Kahvehane vb. yerlerde sözü geçen ve ağırlığı olan kimse.
kahve cezvesi is. İçinde kahve pişirilen metal kap: "Kahve cezvelerini ısıtan, mavi ışıklı ispirto lambalarım yakarlar." -S. F. Abasıyanık.
kahveci is. 1. Kahve üreten veya satan kimse. 2. Kahve işleten veya kahve pişirip satan kimse: "Ezan vakti olduğu için burada ak sakallı bir kahveciden başka kimse görünmüyordu. " -R. N. Güntekin.
→ kuru kahveci
kahvecilik, -ği is. 1. Kahve üretme veya satma işi. 2, Kahve işletme işi.
→ kuru kahvecilik
kahve değirmeni is. Çekirdek durumundaki kahveyi öğütmeye yarayan, elle veya elektrikle işleyen araç: "Efendim, on iki senedir kullandığım bir kahve değirmenim vardır." -S. F. Abasıyanık.
kahve dibeği is. Kahve çekirdeklerini dövmeye ve çöplerini ayıklamaya yarayan içi oyuk taş veya ağaç kap,
kahve dolabı is. Kahve kavrulan döner kap.
kahve falı is. Kahve içildikten sonra fincanda kalan telvenin aldığı biçimlere bakarak geleceğe ilişkin tahmin, varsayım veya görüşleri açıklama.
kahve fincanı is. Kahve içmeye yarayan kulplu veya kulpsuz küçük kap.
kahvehane is. (kahvehame) Ar, kahve + Far. hâne Kahve.
kahvehaneci is. Kahvehane işleten kimse.
kahve kaşığı is. Kahve karıştırmak için yapılan ve kullanılan küçük kaşık.
kahve makinesi is. Kahve çekmek veya öğütmek üzere özel yapılan otomatik makine.
kahve ocağı is. Kahve, iş yeri, han vb. yerlerde kahve, çay vb. pişirilen yer: "Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. "S. F. Abasıyanık.
kahve parası is. 1. Bahşiş. 2. Kahvelerde yenilip içilen şeyler veya oyun oynanan masalar için ödenmesi gereken ücret.
kahverengi, -yi is. 1. Kavrulmuş kahvenin rengi. 2. sf. Bu renkte olan: Kahverengi çanta.
→ açık kahverengi, koyu kahverengi, sütlü kahverengi
kahverengimsi sf. Rengi kahverengiyi andıran, kahverengiye benzeyen.
kahve tabağı is. Kahve fincanının altına konulmak üzere yapılmış tabak.
kahve takımı ıs. Cezve, fincan, tabak vb.nden oluşan takım.
kahve tepsisi is. Üstünde genellikle iki kahve fincanı taşımaya yarayan, dikdörtgen biçimli, düz, küçük tepsi.
kâhya is. Far. ked + hudü 1. Konak, çiftlik vb. yerlerde türlü işleri yapmakla görevli kimse: "Çiftliğe yeni bir kâhya tuttuk. Ziraat Mektebi mezıınuymuş." -A. İlhan. 2. Değnekçi. 3. mec. Gerekmediği hâlde başkasının işine karışan kimse: "Ben, dedim, herkesin kâhyası değilim." -M. Ş. Esendal. 4. esk. Esnaf kuruluşlarında lonca başkanı: Terlikçiler kâhyası. 5. tor. Kethüda, (birinin başına) kâhya kesilmek olur olmaz her işine karışmak.
→ kel kâhya, ağız kâhyası, çiftlik kâhyası, harem kâhyası, kapı kâhyası, kul kâhyası
kâhyalık, -ğı is. 1. Kâhya olma durumu. 2. Kâhyanın görevi. 3. Kâhyaya verilen ücret. 4. mec. Kendisini ilgilendirmeyen işlere karışma durumu, kâhyalık etmek 1) kâhyalık görevinde bulunmak; 2) mec. her şeye karışmak.
kaide is. (ka:ide) Ar. kâ'ide 1. Kural: "Onları sıkmamak için bahçeyi terk etmek zarafetin en sade kaidelerindendi." -H. Z. Uşaklıgil. 2. Bir şeyin yere dayanan bölümü veya bir şeyin üzerine oturtulduğu nesne, ayaklık, duraç, taban, ayaklık: "Güneşten yanmamış tarafı fi! dişi bir sütunun kaidesine benziyor. " -H. E. Adıvar. 3. Kalça.
→ ahenk kaidesi, paralel kaidesi
kaideci is. Kuralcı.
kaideli sf. 1. Kurallı. 2. Tabanı olan.
kaidesiz sf. 1. Kuralsız. 2. Tabanı olmayan.
kaidesizlik, -ği is. Kaidesiz olma durumu.
kail sf. (ka:il) Ar. kâ 'il esk. 1. Söyleyen. 2. İnanmış, aklı yatmış: "İkimiz de bu odayı tutmakla çok akıllılık ettiğimize kaildik." -M. Ş. Esendal. kail olmak 1) razı olmak: "Bir selama kail oldum / Verir amma neden sonra." -Âşık Ömer. 2) inanmak.
kaim sf. (ka:im) Ar. kâ'im esk. 1. Başka bir şeyin yerine geçen. 2. Ayakta duran, var olan: Varlığımız onunla kaim. 3. din b. Her zaman var olan (Tanrı). kaim olmak yerine geçmek: Altın para yerine kâğıt para kaim oldu.
kaime is. (ka:ime) Ar. kâ 'ime esk. 1. Buyruk, resmî kâğıt, ferman: Mezat kaimesi 2. Kâğıt para, kâğıt lira, kayme: "Atıf Bey cüzdanından çıkardığı bir reçeteyle bir beş liralık kaimeyi uzatarak..." -H. R. Gürpınar,
kaimelik, -ği is. Kâğıt para cüzdanı.
kâin sf. (kâ:in) Ar. kâ 'in esk. Bulunan, olan.
kâinat is. (kâ:ina:t) Ar. kâ'inât 1. Evren: "Bizim için ölüm, yani kendi dünyamızın ölümü kâinatın en mühim hadisesidir." -A. Ş. Hisar. 2. Dünya: "Seyrettiği kâinatın bir yabancısı olduğuna artık kanaat getirdi." -H. E. Adıvar. 3. zm. mec. Herkes.
kak is. hlk. 1. Elma, armut vb. meyvelerin kurutulmuşu: Armut kakı. Kayısı kakı. 2. sf. mec. Zayıf ve kuru (kimse).
kaka is. 1. Çocuk dilinde dışkı. 2. sf. Çocuk dilinde kötü, çirkin, kaka yapmak büyük abdest yapmak.
kakaç, -cı is. hlk. 1. Tuzlanıp kurutulmuş yiyecek. 2. Manda pastırması.
kakalama is. Kakalamak işi.
kakalamak (I) -i 1. Kakmak: "Kakalamaktan parmak uçları delik deşik terzi çırakları, kalfalar..." -A. İlhan. 2. Sürekli çekiştirmek, itmek, kakıp durmak. 3. mec. Alışverişte aldatmak, kötü mal satmak, kazıklamak.
kakalamak (II) (nsz, -e) Kaka yapmak.
kakalanma is. Kakalanmak işi.
kakalanmak (I) (nsz) Kakalama işine konu olmak.
kakalanmak (II) nsz Kaka ile kirlenmek.
kakao is. (kaka'o) Fr. cacao bot. 1. İki çeneklilerden, Amerika'nın sıcak bölgelerinde yetişen bir ağaç, Hint bademi (Theobroma cacao). 2. Bu ağacın meyvesinin çekirdeği. 3. Bu çekirdeklerin öğütülmesiyle elde edilen toz. 4, Bu tozdan su veya sütle hazırlanan içecek.
kakaolu sf. İçinde kakao bulunan.
→ kakaolu kek
kakaolu kek is. İçinde ağırlıklı olarak kakao bulunan kek.
kakavan sf. Kendini beğenmiş, sevimsiz, düşüncesiz, bilgisiz, budala.
kakavanlık, -ğı is. 1. Kakavan olma durumu. 2. Kakavanca davranış, kakavanlık etmek kakavanca davranmak.
kakıç, -cı is. den. Balık avında kullanılan, ucu demir kancalı bir çeşit zıpkın.
kakılma is. Kakılmak işi.
kakılmak (-e) Kakma işi yapılmak, (bir yere) kakılıp kalmak beklemek zorunda kalmak, hiçbir yere gidememek: "Dedeye -yeni şakirdiniz efendim- diyerek çekilip gidince kız odanın ortasında kakılıp kaldı." -H. E. Adıvar.
kakım is. Ar. kâkum zool. Sansargillerden, yazın esmer kırmızı, kışın beyaz renkli kürkü değerli, etçil hayvan, as, ermin (Mustela erminea).
kakıma is. Kakımak işi.
kakımak (-i) hlk. 1. Bir kimsenin yaptığı işin beğenilmediğini kendisine sert sözlerle söylemek. 2. Öfkelenmek, kızmak. 3. Darılmak. 4. Paylamak.
kakınç, -cı is. hlk. Öfke, kızgınlık.
kakintı is. hlk. Sözü dinlenmeyen, rezil, itilip kakılan kimse.
kakırca is. zool. Fındık faresi adıyla bilinen küçük memeli hayvan.
kakırdak, -ğı is. Kuyruk yağının eritildikten sonra kalan gevrek posası, kıkırdak.
→ kakırdak poğaçası
kakırdak poğaçası is. Kakırdaktan yapılan çörek.
kakırdama is. Kakırdamak işi.
kakırdamak (nsz) 1. "Kakır kakır" diye ses çıkarmak. 2. Kurumak. 3. argo Ölmek.
kakır kakır zf "Kakırtı" sesi çıkararak, kakır kakır gülmek sesli ve sürekli gülmek.
kakırtı is. Kuru şeylerin birbirine sürtünmesinden veya kırılmasından çıkan ses.
kakış is. Kakma işi veya biçimi.
→ itiş kakış
kakışma is. Kakışmak işi.
→ ses kakışması
kakışmak (nsz, -le) Dürtüşmek, itişmek.
kakıştırma is. Kakıştırmak işi.
kakıştırmak (-i) Sürekli ve hafif hafif kakmak: "... dövmüşler, sövmüşler, hatta boş böğrüne çivi ile kakıştırmışlar, yine kımıldatamamışlardı." -R. H. Karay.
kaklık, -ğı is. hlk. Kaya ve ağaç oyuklarında su birikintisi.
kakma is. 1. Kakmak işi. 2. sf. Ağaç üzerinde veya diğer ahşap malzemede, mobilyada, belirlenmiş desen ve çizimlere göre oyulmuş yuvalara gümüş, sedef vb. süs maddeleri kakılıp oturtularak yapılan (iş): Sedef kakma nalın.
→ sedef kakına
kakma aşı is. bot. Tepesi düzgün biçimde kesilmiş ağacın bir kenarında açılan üçgen biçimindeki yarığa, ucu aynı şekilde yontulmuş kalemin yerleştirilip aşı bağı ile bağlanması ve aşı macunu ile örtülmesi biçiminde uygulanan bir kalem aşısı.
kakmacı is. Kakma işleri yapan usta.
kakmacılık, -ğı is. 1. Kakmacı olma durumu. 2. Kakmacının işi ve sanatı: Türklerde kakmacılık, pek ileri bir sanattı.
kakmak, -ar (-i) 1. İtmek, vurmak. 2. (nsz) Kakma yapmak. 3. Vurarak dar bir yere sokmak.
→ ağaçkakan, kuyrukkakan
kakmalı sf. Üzerinde kakma işi bulunan: "Kabzası altın kakmalı palası elinden düştü. " -F. F. Tülbentçi.
kaknem sf. 1. Çirkin, huysuz: "Kız ne kadar kaknem veya malın gözü olursa olsun ..." -T. Buğra. 2. Kuru, sıska.
kakofoni is. Fr. cacophonie ed. Ses uyumsuzluğu.
kaktüs is. (ka'ktüs) Fr. cactus bot. Kaktüsgülerden, yaprakları yayvan ve dikenli, güzel, parlak renkte çiçekler açan bir bitki, atlas çiçeği (Cactııs).
→ Japon kaktüsü
kaktüsgiller ç. is. bot. İki çelenklilerden, sıcak ve kurak ülkelerde yetişen, gövdesi, yaprakları etli ve dikenli bir bitki familyası, atlas çiçeğigiller.
kakule is. Ar. kâkülle bot. 1. Zencefilgillerden, sıcak iklimlerde yetişen güzel kokulu bir bitki (Eîettaria cardamomum). 2. Bu bitkinin bahar olarak kullanılan tohumu.
kakuleli sf. İçine kakule katılmış: "Kahveye yerleşip kakuleli fincanları höpürdetmeye başlayınca..." -R. H. Karay.
kakum is. bk. kakım.
kâkül is. (kâ:kül) Far. kâkül Alnın üzerine düşen kısa kesilmiş saç, perçem: "Kâküllerini alnına düşürmüş, yanakları al al..." -A. İlhan.
kâküllü sf Kâkülü olan.
kal (I) is. mdn. Bir alaşımdaki madenlerin erime derecesi farkından yararlanarak bunları birbirinden ayırma işlemi.
→ kalhane
kal, -li (II) is. (ka:l) Ar. kül esk. Söz, lakırtı, laf. kale almamak önem vermemek, hesaba katmamak, ilgisiz kalmak, sözünü etmeye değer bulmamak.
kala zf Kaldığında: "Frankfurt'a gece yarısından sonra ikiye yirmi kala vardık." -A. Haşim.
kalaba is. Ar. galebe hlk. Kalabalık.
kalabalık, -ğı is. 1. Çok sayıda insan topluluğu: "Kalabalık içinde zorlukla boş bir masa bularak oturdum." -A. Haşim. 2. Gereksiz, kanşık şeyler topluluğu. 3. sf. Sayıca çok: "Köy kahvesinin içi bu akşam her zamankinden kalabalıktı." -S. F. Abasıyanık. kalabalık etmek gereksiz olarak yer doldurmak: Şu eşya odada kalabalık ediyor.
→ kalabalık ağızlı, ağzı kalabalık, başı kalabalık, kuru kalabalık, ağız kalabalığı, laf kalabalığı
kalabalık ağızlı sf. Geveze, bilir bilmez konuşan: "İkinci maznun kalabalık ağızlı bir koltukçu idi." -Ö. Seyfettin.
kalabalıkça sf. Biraz kalabalık: "Büyük cevizin altını kalabalıkça bir aile kaplamıştı." -O. C. Kaygılı.
kalabalıklaşma is. Kalabalıklaşmak işi: "Kahve, saat yediden başlayarak kalabalıklaşmaya başladı." -N. Cumalı.
kalabalıklaşmak (nsz) Kalabalık duruma gelmek: "Bahçe biraz daha kalabalıklaşmıştı."-O.V.Kanık.
kalafat is. ît. calafato 1. den. Geminin kaplama tahtaları arasını üstüpü ile doldurup ziftleyerek su geçirmez duruma getirme işi: "Kalafatın tokmak gürültüsü ve denize uzayan zift kokusu arasından yol aldım ve tenha yollara saptım." -Halikarnas Balıkçısı. 2. tar. Aşağısı dar, yukarısı geniş bir çeşit yeniçeri başlığı. 3. tar. Osmanlı İmparatorluğunda vezir veya yüksek mevkide devlet adamlarının giydikleri bir başlık. 4. mec. Onarma, tamir etme. kalafata çekmek 1) gemiyi onarmak için karaya çekmek; 2) mec. azarlamak, paylamak.
→ kalafat yeri
kalafatçı iş. Gemi ve kayıkları kalafat eden kimse.
kalafatçılar ç. is. den. esk. Tersane halkını oluşturan bölüklerden her biri.
kalafatçılık, -ğı is. Kalafat yapma işi.
kalafatlama is. Kalafatlamak işi.
kalafatlamak (-i) 1. den. Geminin kaplamasını kalafatla onarmak. 2. mec. Onarılmak, çekidüzen verilmek: "Kalafatlandı bıyıklar, iki batman bir denk." -M. A. Ersoy.
kalafatlanma is. Kalafatlanmak işi.
kalafatlanmak (nsz) Kalafatlanma işi yapılmak.
kalafatsız sf Kalafatı olmayan.
kalafat yeri is. den. Gemi ve kayıkların onarıldığı yer.
kalak, -ğı is. hlk. 1. Burun, burun ucu. 2. Gelin tacı. 3. Tezek yığını.
kala kala zf. 1. Bütünü, olup olacağı: Okulun kapanmasına kala kala iki hafta kaldı. 2. En sonunda.
kalakalma is. Kalakalmak işi.
kalakalmak (nsz) 1. Bir şey veya durum karşısında şaşırmak. 2. Güç durumda kalmak: "Arka tekerler alıp başını geçti gitti. Kırk yolcu yolun ortasında kalakaldık." -B. R. Eyuboğlu.
kalamar is. Yun. zool. Mürekkep balığının bir türü (Loligo vulgaris).
kalamata is. (kalama'ta) Yun. bot. Bir tür etli ve büyük zeytin.
→ kalamata zeytini
kalamata zeytini is. Kalamata: "Tereyağı, katamata zeytini ve karaborsa has ekmek." -R. H. Karay.
kalamazo is. İt. caîamazoo Banka, ticarethane vb, yerlerde kullanılan ve cilt kapaklan özel bir düzen ve anahtarla gevşetilip sıkıştırılabilen defter.
kalamin is. Fr. calamine miti. 1. Doğada az bulunan, güç işlenen, hidratlı çinko silikat. 2. Havada, yüksek ısıda işlenen metal parçaların yüzeyinde oluşan oksit katmanı.
kalamit is. Fr. calamite min. 1. Amfibol cinsinden bir mineral türü. 2. İlk Çağ ağaç taşılı.
kalan sf. 1. Kalma işini yapan. 2. Artan, mütebaki: "Kalan on lirayı Aliş'e verdim." -Halikarnas Balıkçısı. 3. is. mat. Bir çıkarmanın sonucu. 4. is. mat. Bölme işleminde bölünenden artan sayı.
katandır is. Dokunmuş kumaş ve bezleri buhar altında veya belli bir ısıda silindir arasından geçirerek ütüleme, parlatma, istenilen boy ve ene göre çektirip germe.
→ kalandır makinesi
kalandım is. Kalandır işini makine aracılığıyla yapan kimse.
kalandır makinesi is. Kalandır işini yapan makine.
kalanli bölme is. mat. Bölünenden artanın, sıfırdan farklı bir sayı olduğu bölme işlemi.
kalantor is. İt. galantuomo Gösterişi seven, varlıklı kimse: "Şimdi herkes bizi harp, zafer ganimetlerine boğulmuş kalantorlar sanıyor. " -A. Gündüz.
kalantorca zf. (kalanto'rca) Kalantor gibi, kalantora uygun düşen biçimde.
kalantorluk, -ğu is. Kalantor olma durumu.
kalas is. (Romanya'da Galatı şehrinin adından) 1. Kalın biçilmiş uzun tahta. 2. Ahşap yapılarda kiriş olarak kullanılan kalın biçilmiş uzun tahta. 3. sf. mec. Kaba, anlayışsız, kereste: "Önümüze geçen pahalı bir Alman arabasıydı, direksiyonımdaki de bir başka kalas." -S. Dölek, kalas gibi kaba, kibar veya nazik olmayan, incelikten yoksun.
→ denge kalası
kalastra is. (kala'stra) İt. calastra den. Gemilerde cankurtaran filikalarını oturtmak için güvertelere konulan sehpa.
kalavra is. 1. Ölçeksiz ayakkabı, yemeni. 2. Deriden yapılmış eşya.
→ kalavrahane
kalavrahane is. (kalavraha:ne) T. kalavra + Far. hâne esk. Kundura atölyesi.
kalay is. 1. kim. Atom numarası 50, atom ağırlığı 118,7, yoğunluğu 7,29 olan, 232 °C'de eriyen, gümüş beyazlığında, kolay işlenebilen, yumuşak bir element (simgesi Sn). 2. Kalaylanmış bir kabın üzerindeki alaşım tabakası: "Pencereye, elinde yeni kalaydan çıkmış bir bakır sahanla orta yaşlı kadın geldi." -O. C. Kaygılı. 3. mec. Aldatıcı görünüş. 4. argo Sövme, küfür, kalayı basmak argo adamakıllı küfretmek: "Basıyorlar kalayı bize, değil mi?" -S. F. Abasıyanık.
→ kalayhane
kalay balık, -ğı is. den. Balık avlamada oltanın ucuna yerleştirilen madde.
kalaycı is. 1. Kap kalaylayan kimse. 2. sf. mec. Üstünkörü iş yapan, sahtekâr.
kalaycılık, -ğı is. 1. Kalaycının işi: "Kalaycılık, kasaplık, terlikçilik gibi sanatlar melezlerin elindedir." -F. R. Atay. 2. mec. Sahtekârlık.
kalayhane is. (kalayha:ne) kalay + Far. hâne esk. 1. Kalaycının çalıştığı yer. 2. Kalay işlerinin yapıldığı yer.
kalaylama is. Kalaylamak işi.
kalaylamak (-i) 1. Oksitlenmeden korumak için bir metal parçasını veya kabı kalay tabakası ile kaplamak. 2. mec. Eksiklikleri, kusurları görünüşte gizlemeye çalışmak. 3. argo Sövmek: "Yıkılır kalırsam senin de, seni besleyenin de gelmişim geçmişini kalaylarım, arıladın mı?" -M. Ş. Esendal.
kalaylanma is. Kalaylanmak işi.
kalaylanmak (nsz) Kalaylanma işi yapılmak veya kalaylama işine konu olmak: "Kalaylanmış kaplarda kaba parlaklığını görürsünüz." -R. H.Karay.
kalaylatma is. Kalaylatmak işi.
kalaylatmak (-i, -e) Kalaylama işini yaptırmak.
kalaylı sf. 1. Kalaylanmış (kap): "Bir salepçinin kalaylı güğümü tütüyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. İçinde kalay bulunan. 3. mec. Gösterişi ve süsü yapay olan.
kalaysi sf. Kalayı andıran, kalaya benzeyen, kalay gibi.
kalaysız sf, 1. Kalaylanmamış (kap): "Bu tencere niçin kalaysızdır?" -S. F. Abasıyanık. 2. Kalayı kalmamış (kap). 3. İçinde kalay bulunmayan.
kalben zf. (ka'lben) Ar. kalben esk. İçten, gönülden gelerek, yürekten: "Kalben bana nasıl ahmak dediğine dikkat etmemek mümkün değildi." -H. Z. Uşaklıgil.
kalbî sf. (kalbi:) Ar. kalbi esk. İçten, yürekten, gönülden (gelen).
kalbi kırık, -ğı sf. Üzgün, ümitsiz.
kalbiselim sf. Gönlü temiz olan.
kalbi temiz sf. 1. Saf, temiz duygulara sahip. 2. Günahtan uzak durmaya çalışan.
kalbur is. Ar. ğirbâl Tahıl ve başka iri taneli maddeleri elemek için kullanılan büyük delikli veya seyrek telli elek. kalbur gibi delikleri olan, delik deşik, kalbura çevirmek delik deşik etmek, kalbura dönmek delik deşik olmak, kalburdan geçirmek kalbur yardımıyla ayırmak, elemek, kalburla su taşımak verimsiz, sonuçsuz bir işle uğraşmak.
→ kalburabastı, kalbur kemiği, kalburüstü, mısır kalburu
kalburabastı is. Beze biçimine getirilmiş hamur parçasının yassılaştınbp ortasına ceviz içi ve yağ konarak fırında pişirilen ve piştikten sonra üzerine soğuk şeker şerbeti dökülen bir tatlı türü.
kalburcu is. 1. Kalbur yapan veya satan kimse. 2. İşi, bir şeyi kalburdan geçirmek olan kimse.
kalburculuk, -ğu ıs. Kalburcunun işi.
kalbur kemiği is. anat. Alın kemiğinin arkasında, kalbur gibi küçük delikleri olan, kafatasının alt ve ön bölümünü oluşturan kemik.
kalburlama is. Kalburlamak işi.
kalburlamak (-i) Kalburdan geçirmek.
kalburlanma is. Kalburlanmak işi.
kalburlanmak (nsz) Kalburdan geçirilmek.
kalburlatma is. Kalburlatmak işi.
kalburlatmak (-i, -e) Kalburdan geçirtmek.
kalburüstü sf. 1. Seçkin, sivrilmiş, önde gelen: "Beylerbeyi, eski Boğaziçi'nin en kalburüstü bürokratlarını barındıran güngörmüşlüğünün simgesi, bir köşesidir." -H. Taner. 2. Değerli, güzel: "Bugün dahi kalburüstü üç dört oyunu hâlâ, başta Viyana ve Peşte olmak üzere, oynanır durur." -H. Taner. 3. Başarılı, kalburüstüne gelmek (veya kalburüstü kalmak) benzerleri arasında sivrilmiş olmak, seçkin duruma gelmek: "Merkez azaları, ayandan birkaç kişi, mebusların hatırlıları ile ateşlilerden kalburüstüne gelenleri oradaydı." -M. Ş. Esendal.
kalcı is. Kal işi yapan kimse.
kalça is. anat. Gövdenin arka bölümünde, bacakların birleştiği yerle bel arasındaki şişkin bölge: "Sol kolunu yürürken hep kalçasına dayardı." -Ö. Seyfettin.
→ kalça kemiği
kalça kemiği is. anat. Yassı, geniş, girintisi ve çıkıntısı çok olan, leğen veya kemik çatının ön ve yan bölümlerini oluşturan bir çift kemik, oma.
kalçalı sf. Kalçası geniş olan.
kalçalık, -ğı is. Davulcuların, davulun sürtünmesine karşı giysilerini korumak amacıyla sol kalçalarına koyduklan deri parçası.
kalçasız sf. Kalçası dar olan.
kalçete is. (kalçe'te) İt. calcetia den. Elle örülerek yapılan yassı halat.
kalçın ıs. İt. calzino Üstüne başka bir şey giyilmek için abadan veya meşinden yapılan çizme biçiminde ayak giysisi.
kalçına is. Kalçın yapan veya satan kimse.
kaldıraç, -ci is. fiz. Az bir kuvvet ile büyük bir yükü kaldırmaya yarayan, bir dayanma noktası üzerinde hareket edebilen, inip kalkabilen sert çubuk, manivela.
kaldıran is. anat. Bazı organları yukarıya doğru kımıldatan kas.
kaldırıcı is. tek. Kriko.
kaldırılış is. Kaldırılma işi veya biçimi.
kaldırılma is. Kaldırılmak işi.
kaldırılmak (nsz) Kaldırma işi yapılmak.
kaldırım is. 1. Yollarda taşlarla yapılan döşeme: "Araba bozuk kaldırımların üstünde sallanıyor, devrilecek gibi oluyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. Yaya kaldırımı: "Döndük, karşı kaldırıma atladık." -S. M. Alus. kaldırım çiğnemek şehirde yaşayarak görgüsü artmak, kaldırıma düşmek 1) önemini, değerini yitirmek; 2) ucuz fiyatla sokakta satışa çıkarılmak: "Bastığı hiçbir eser kaldırıma düşmemişti." -Y. Z. Ortaç, kaldırımları arşınlamak işsiz güçsüz dolaşmak: "Kelli felli efendiden adamların, hatta sarıklı ulemanın günden güne hırpanileşen kılıklarla, elleri boyunlarında, kaldırımları arşınladıklarını görüyorum." -R. N. Güntekin.
→ kaldırım işçisi, kaldırım kabadayısı, kaldırım mühendisi, kaldırım süpürgesi, kaldırım taşı, kaldırım yosması, orta kaldırım, Arnavut kaldırımı, yaya kaldırımı
kaldırımcı is. 1. Kaldırım döşeyen kimse. 2. argo Dolandırıcı, yankesici.
kaldırımcılık, -ğı is. 1. Kaldırım döşeme işi. 2. argo Dolandırıcılık, yankesicilik.
kaldırım işçisi is. Kum, çimento veya hazırlanmış yataklar üzerine parke taşı, beton blok, tuğla, bordur taşı döşeyen kimse, kaldırımcı.
kaldırım kabadayılığı is. Adi ve basit, seviyesiz, yersiz veya gereksiz güç gösterisi.
kaldırım kabadayısı is. Basit, seviyesiz veya ucuz kahramanlık gösterisinde bulunan kimse.
kaldırımlı sf Kaldırımı olan.
kaldırım mühendisi is. alay İşsiz güçsüz sokaklarda dolaşan kimse.
kaldırım mühendisliği is. İşsiz güçsüz sokaklarda dolaşma.
kaldırımsı sf. biy. Oluşu, kaldırım görünüşünü andıran (doku).
kaldırmışız sf. Kaldırımı olmayan: "Yeni açtığı yolları geniş tutmak istiyorsa kaldırmışız döşüyor." -N. Cumalı.
kaldırım süpürgesi sf. Sürtük.
Kaldırım taşı is. Kaldırım döşemeye elverişli olan sert bir taş türü.
kaldırım yosması is. Kaldırım süpürgesi.
kaldırış is. Kaldırma işi veya biçimi.
kaldırma is. Kaldırmak işi.
→ kaldırma kolcusu
kaldırmak (-i) 1. Bulunduğu yerden almak: Örtüyü masanın üzerinden kaldır. 2. Yukarı doğru hareket ettirmek: "Gözlerini yüzüme kaldırdı. İkimiz de mavi mavi baktık." -S. F. Abasıyanık. 3. Yükseltmek: Duvarı bir metre daha kaldırmalı. 4. Ürün toplamak, taşımak: Harman kaldırmak. 5. Çekmek, taşımak: Bu araba bu yükü kaldırmaz. 6. Bir kuruluşun çalışmasına son vermek, feshetmek, lağvetmek: "Meclis ... olağanüstü hâli kaldırabilir." -Anayasa. 7. Hastayı hastaneye götürmek: "Yarasının dikişleri koptu dün öğleden sonra, Fransız Hastanesi'ne kaldırdılar. " -A. Gündüz. 8. Tören yaparak ölüyü gömmek. 9. (-i, -den) Toplamak: "Anası, kardeşi ile hep beraber sofrayı kaldırdılar." -N. Cumalı. 10. Alıp başka yere götürmek. 11. Uyandırmak: "Bir gece yanında mihman olduğum / Sabah oldu deyi kaldırdın beni." -Halk türküsü. 12. Piyasadan çekmek: İstifçilerin piyasadan kaldırdığı mallar. 13. Elin ulaşamayacağı yere koymak, saklamak: Vazoyu ortadan kaldıralım, çocuğun eline geçmesin. 14. Kaçırmak: "Yakın köyden kaldırdığı bir yosmayı sarhoş etmekle meşguldü." -S. F. Abasıyanık. 15. İyi etmek, iyileştirmek: Bu ilaç onu yataktan kaldırdı. 16. Bir şeyden çokça satın almak. 17. Tayin etmek, atamak: "Günün birinde bu müdürü başka, daha önemli bir yere kaldırdılar, buraya da bir başka müdür getirdiler." -M. Ş. Esendal. 18. Yok etmek, ortadan silmek: "Yeryüzünden hayali kaldırın, dünya bir taş ve toprak yığınından ibaret kalır." -O. S. Orhon. 19. mec. Katlanmak, tahammül etmek: "Doğrusunu isterseniz onu çoktan kapı dışarı etmeliydim, ama yüreğim kaldırmıyor, acıyorum." -S. F. Abasıyanık. 20. mec. Uygun gelmek, götürmek, yakışmak: Bu kumaş fazla süs kaldırmaz. 21. argo Çalmak, aşırmak.
→ başkaldırmak
kaldırma kolcusu is. Haddelenmekte olan sıcak metali gelberi ile kaldırıp paso makinesine girişi sağlayan kimse.
kaldırtma is. Kaldırtmak işi.
kaldırtmak (-i, -e) Kaldırma işini yaptırmak.
kale is. Ar. kal'a 1. tar. Düşmanın gelmesi beklenilen yollar üzerinde, askerî önem taşıyan şehirlerde, geçit ve dar boğazlarda güvenliği sağlamak için yapılan kalın duvarlı, burçlu, mazgallı yapı, kermen. 2. Satranç tahtasının dört köşesine dikilen, tahtanın bir tarafından diğer tarafına kadar düz olarak boş hanelerde gidebilen kale biçiminde taş. 3. mec. Genellikle bir düşüncenin savunulduğu, sürdürüldüğü yer. 4. sp. Takımla oynanan bazı top oyunlarında topun sokulmasına çalışılan yer. kale gibi 1) çok büyük, sağlam (yapı); 2) mec. kendisine güvenilen güçlü (kimse), kaleyi içinden fethetmek davasını karşı taraftan birinin yardımıyla kazanmak.
→ kale bedeni, kalebent, kale çizgisi, uçan kale
kale bedeni is. Kalenin burçları arasında yer alan üstü mazgal ve siperlerle örülmüş kalın duvar.
kalebent, -di is. Ar. kal'a + Far. -bend esk. Kale dışına çıkmamaya hüküm giyen suçlu. kalebent etmek suçluluğu yüzünden mahkûm etmek: "Jön Türklerle alakası var diye, insanı dünyanın öbür ucuna kalebent ediverirler."-S. M. Alus.
kalebentlik, -ği is. Kalebent olma durumu.
kaleci is. sp. Bazı top oyunlarda kalenin önünde durarak topun kaleye girmesini önlemekle görevli oyuncu: "Sonra topu en yükseğe kaleciler vurur, çıkarırlar." -H. Taner.
kalecilik, -ği is. sp. Kaleci olma durumu veya kalecinin görevi.
kale çizgisi is. sp. Futbol vb. top oyunlarında, oyun alanının sınırlarını gösteren ve kale hizasında olan çizgi.
kalem is. Ar. kalem 1. Yazma, çizme vb. işlerde kullanılan çeşitli biçimlerde araç: "Kâğıt, kalem, mürekkep, hepsi masanın üstündedir." -F. R, Atay. 2. Resmî kuruluşlarda yazı işlerinin görüldüğü yer: "Bütün bizim kalem böyle, geçen gün de Sıtkı Efendi o kör herifin istifasını kaybetti." -M. Ş. Esendal. 3. Yontma işlerinde kullanılan ucu sivri veya keskin araç: Taşçı kalemi. Oymacı kalemi. 4. Çeşit, tür: Üç kalem erzak. Beş kalem ilaç. 5. mec. Bazı deyimlerde yazı: Kaleme almak. Kaleme gelmemek. 6. mec. Yazar: Edebiyatımızın usta kalemlerinden... kalem açmak kalemin ucunu yontup kullanılabilecek bir duruma getirmek, (üstüne) kalem çekmek gereksiz olduğunu belirtmek için üstünü çizmek, kalem oynatmak 1) yazı yazmak: "Namık Kemal'in tek başına kalem oynattığı alanlarda başyazarlar, fıkra yazarları, sanat eleştiricileri yetişir." -N. Cumalı. 2) bir yazıyı düzeltmek; 3) bir yazıda değişiklik yapmak, kaleme almak bir konuyu yazı durumuna getirmek, yazıyla anlatmak, kaleme gelmek yazılabilmek veya anlatılabilmek: "Söylediklerinin içinde kaleme gelir bir lakırtı yoktu." -H. Taner, kaleme gelmemek yazılır veya anlatılır gibi olmamak, kaleme (veya kaleme kâğıda) sarılmak hemen yazmaya başlamak: "Hemen kaleme sarıldı. Bir hafta her gece çalışmak suretiyle hikâyesini bitirdi." -H. E. Adıvar. (herhangi bir nitelikte) kalemi olmak herhangi bir nitelikte yazı yazabilmek: Güçlü bir kalemi var. kaleminden çıkmak herhangi biri tarafından yazılmak: "Kurtuluş Savaşı boyunca ciltler tutacak ölçüde telgraf yazışmaları hep kendi kaleminden çıkmıştır." -N. Cumalı. kaleminden kan damlamak 1) yazıları acı ve dokunaklı olmak; 2) etkili yazmak: "Kaleminden kan damlayan kavgacı yazarları sevmiyordu." -T. Buğra, kalemiyle yaşamak (veya geçinmek) geçimini yazılarıyla sağlamak.
→ kalem açacağı, kalem aşısı, kalem beyi, kalem efendisi, kalem erbabı, kalem işi, kalem kaşlı, kalem kavgası, kalem kömürü, kalem kulaklı, kalem kutusu, kalem parmaklı, kalem pil, kalem sahibi, kalem ştıarası, kalemtıraş, bir kalem, ceffelkalem, çalakalem, dolma kalem, kamış kalem, kara kalem, kömür kalem, kurşun kalem, sabit kalem, tükenmez kalem, bacakkatemi, boya kalemi, çamur kalemi, çelik kalemi, divan kalemi, dudak kalemi, faz kalemi, göz kalemi, harcama kalemi, heykelci kalemi, kontrol kalemi, kopya kalemi, nüfus kalemi
kalem açacağı is. Kalemtıraş.
kalem aşısı is. Ucu kalem gibi kesilmiş çubukla yapılan ağaç aşısı.
kalembek is. (Hint Denizi'ndeki bir adanın adından) bot. 1. Bir cins kokulu sandal ağacı, yalancı öd ağacı. 2. Bir cins mısır.
kalem beyi is. esk. Kalem efendisinden daha üst görevli: "Bu kumral saçlı, şişman bir kalem beyi idi." -Ö. Seyfettin.
kalem efendisi is. esk. Kalemde çalışan görevli yazman, kâtip.
kalem erbabı is. Yazar.
kalemis is. Yun. zool. Bir tür misk faresi (Civet tictis).
kalem işi is. Elle yontularak veya çizilerek yapılan iş.
kalemkâr is. (kalemkâ:r) Ar. kalem + Far. -kâr esk. Tavan ve duvarlara kabartma gibi görünen resimler yapan sanatçı.
kalemkârlık, -ğı is. Kalemkâr olma durumu veya sanatı.
kalem kaşlı sf. İnce ve düzgün kaşlı.
kalem kavgası is. Yazılarıyla birbirine sataşma, polemik.
kalem kömürü is. İyi cins mangal kömürü.
kalem kulaklı sf. Kulakları dik ve düzgün (at, geyik vb.).
kalem kutusu is. İçine kalem konulan küçük kutu, kalemlik.
kalemlik, -ği is. Kalem kutusu: "Önümde kalemimi oturttuğum mermer kalemlik var." -B. Felek.
kalem parmaklı is. Parmakları uzunca, düzgün ve buruşuksuz.
kalem pil is. İnce, uzun ve küçük pil.
kalem sahibi is. İyi yazı yazabilen, edip.
kalemşor is. Ar. kalem + Far, -şor alay Yazılanyla sürekli olarak başkalarına saldıran yazar.
kalem şuarası is. esk. Divan şiiri tarzından etkilenen okuryazar halk şairi.
kalemtıraş is. Ar. kalem + Far. -terâş esk. 1. Kamış kalemleri açmak için kullanılan uzun saplı küçük bıçak. 2. Kurşun kalemlerin ucunu açmak için kullanılan türlü biçimlerdeki keski, kalem açacağı.
kalender is. Far. kalender 1. Gösterişsiz, sade yaşamaktan yana olan, alçak gönüllü kimse, ehlidil, rint. 2. Özensiz giyinmiş, kılıksız kimse: "İnsan kalender gezmekten rahat edebilir." -H. Taner. 3. Yalnız birisi hareketli üst üste konulmuş belirli sayıda silindirden meydana gelen ve düzgün yüzeyli kâğıt üretmek için kullanılan bir makine.
→ kalender meşrep
kalenderce sf. (kalende'rce) 1. Kalendere yakışır: "Öbürü kalenderce bir gülümseyişle cevap verdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. zf. Kalendere yakışır bir biçimde.
kalenderi is. (kalenderi:) Far. kalender + Ar. –i 1.ed. Bir halk şiiri türü. 2. müz. Bu şiirin, halk şairleri tarafından yapılmış bestesi.
Kalenderiye öz. is. Far. kalender + Ar. -iyye Dünya malına, gösterişe önem vermeyen bir tarikat.
kalenderleşme is. Kalenderleşmek işi.
kalenderleşmek (nsz) Kalenderce davranmak veya yaşamak.
kalenderlik, -ği is. Kalender olma durumu: "Benim kalenderliğimi görünce arkadaşların da sinirleri yatıştı." -Ç. Altan.
kalender meşrep, -bı sf. Düşünce ve davranışlarında kalender olan (kimse).
kalensöve is. Ar. kalensuve esk. 1. Sivri tepeli külah. 2. bot. Yüksük.
kaleska is. (kale'ska) Rus. Dört tekerlekli, hafif, bir tür gezinti arabası.
kalevi sf. (kalevi:) Ar. kalevi kim. esk. Alkalik.
kalevra is. bk. kalavra.
kale vuruşu is, sp. Futbolda topun karşı takım oyuncuları tarafından kale çizgisi dışına çıkarılması sonucunda, genellikle kaleci aracılığıyla oyuna yeniden başlanması için yapılan atış.
kaleydoskop, -bu is. Fr. kaleidoscope Bir ucu buzlu camla kapatılan, metal veya mukavvadan bir boru içine yerleştirilmiş aynaların aracılığıyla, boru içine konulmuş renkli küçük cisimlerin ve görüntülerin oluşturduğu çeşitli biçimleri gösteren araç, çiçek dürbünü.
kalfa is. (ka'lfa) Ar. halife 1. Aşaması çırakla usta arasında bulunan zanaatçı: "Beyoğlu'nda Caddeikebir'de kunduracı kalfası olarak hayata girdi." -H. E. Adıvar. 2. Ustalıktan yetişme mimar yardımcısı. 3. esk. Saraylarda ve büyük konaklarda halayıkların başında bulunan kadın. 4. esk. İptidailerde hoca yardımcısı. 5. esk. Çocukları evlerinden alarak okula, okuldan evlerine götüren kimse: "Evin içinde, yaşlı bir kalfa ve bir besleme ile kalmıştık." -S. M, Alus.
kalfalık, -ğı is. 1. Kalfa olma durumu veya kalfanın işi. 2. Kalfa ücreti.
kalgıma is. Kalgımak işi.
kalgımak (nsz) hlk. 1. Sıçramak, fırlamak, şaha kalkmak: At kalgıdı. Yunus balıkları kalgıyor. 2. Öfkeyle kalkmak. 3. Çapkınlık, serserilik yapmak.
kalhane is. (kalha:ne) T. kal + Far. hâne esk. Kal (I) işi yapılan yer.
kalıcı sf. 1. Sürekli, geçici karşıtı. 2. Her zaman geçerliğini sürdürecek olan. 3. Bir süre için belli bir yerde kalan, konuk, gidici karşıtı.
→ kalıcı makyaj, kalıcı ruj
kalıcılık, -ğı is. 1. Kalıcı olma durumu. 2. fel. Tözün kendi bağımsızlığı içinde var olma biçimi, tözün var oluşunu sürdürmesi ilkesi, ayrılmazlık karşıtı. 3. /iz. Mıknatıslayan etki kalktıktan sonra da mıknatıs olarak kalabilen cisimlerin özelliği.
kalıcı makyaj is. Özellikle dudak, göz çevresi ve kaşların belirginleştirilmesi amacıyla kişiye özel olarak seçilmiş renklerin iğne yardımıyla üst deriye zerk edilmesiyle yapılan ve çok uzun süre ciltte kalan makyaj.
kalıcı ruj is. Dayanıklılığını uzun süre koruyan ruj.
kalıç, -cı is. hlk. Orak.
kalık, -ğı sf. hlk. 1. Kalmış, artmış. 2. Eskimiş. 3. Evlenme çağı geçmiş, evde kalmış (kız). 4. Eksik, noksan.
kalıklık, -ğı is. 1. Eksiklik, noksanlık. 2. Kalık olma durumu.
kalım is. Kalma işi.
→ ölüm kalını, ölüm kalım savaşı, ölüm kalım meselesi
kalımlı sf. Kalıcı, yok olmayan, ölümsüz, zevalsiz, baki, payidar.
kalımlılık, -ğı is. Kalımlı olma durumu.
kalımsız sf. Kalımlı olmayan, kahcı olmayan, yok olacak, fâni.
kalın (I) sf. 1. Cisimlerde uzunluk ve genişlik dışında üçüncü boyutu çok olan (cisim), ince karşıtı: "Alt katta her tarafın pencereleri katın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü." -H. R. Gürpınar. 2. Enli ve gür: "Sermet iri siyah gözlerini kalın kaslarıyla beraber kaldırdı." -Ö. Seyfettin. 3. Düzlem biçimindeki şeylerde, iki yüz arasındaki uzaklık kendi cinsindekilere göre çok olan: Kaim duvar. Kalın kitap. 4. Yoğun, akıcılığı az olan: Kalın bir sis tabakası. 5. Etli, dolgun: "Dudakları kaim, yüzü ergenlik içinde..." -M. Ş. Esendal. 6. Pes (ses): "Aileyi geçindiren babaya bu kalın sesli, kaim kaşlı, yumuşak bakışlı adama saygı ile, biraz da korku ile bağlanmışızdır." -H. Taner.
→ kalın bağırsak, kalın kafa, kalın ses, kalın ünlü, kalın yağ, ensesi kalın
kalın (II) is. hlk. Gelin olacak kıza erkek tarafından verilen para veya armağan, ağırlık: "Babam senden çok mu istedi kalını?" -Halk türküsü.
kalın (III) Mayalı hamurun parçalara ayrılıp tandırda pişirilmesiyle elde edilen ekmek türü.
kalın bağırsak, -ğı is. anat. Sindirim borusunun ince bağırsaktan anüse kadar ortalama 1,5 m uzunluğundaki bölümü.
kalınca sf Kalına yakın: "Ellerinin parmakları hem uzun hem kalınca idi." -S. F, Abasıyanık.
kalın kafa sf. Kalın kafalı.
kalın kafalı sf. 1. Geç veya güç anlayan, gabi: "A, sen de ne kalın kafalı herifsin." -H. R. Gürpınar. 2. Budala, aptal, anlayışsız.
kalın kafalılık, -ğı is. Kalın kafalı olma durumu.
kalınlaşma is. Kalınlaşmak işi.
kalınlaşmak (nsz) Kalın duruma gelmek: "Ses Sevim'in sesi, fakat kalınlaşmış, tıkanmış, yabancılaşmış bir ses." -R. N. Güntekin.
kalınlaştırma is. Kalınlaştırmak işi veya durumu.
kalınlaştırmak (-i) Kalın duruma getirmek.
kalınlatma is, Kalınlatmak işi.
kalınlatmak (-i) Kalınlaştırmak.
kalınlık, -ğı is. 1. Kalın olma durumu. 2. Cisimlerde uzunluk ve genişlik dışında üçüncü boyut.
kalınma is. Kalınmak işi veya durumu.
kalınmak Kalma işi yapılmak: Aksama kadar orada kalınır mı?
kalın ses is.fiz. Titreşim sayısı az olan ses.
kalın sesli sf. Sesi kaim olan.
kalın seslilik, -ği is. Kalın sesli olma durumu.
kalıntı is. 1. Artıp kalan şey, bakiye. 2. Bir kentten veya mimarlık eserinden artakalan bölüm, yıkıntı, harabe, enkaz: "Efes, Bergama'nın kalıntıları, ulaştıkları uygarlığı serer gözler önüne." -N. Cumalı. 3. iz, işaret. 4. mec. Bir toplum, kültür, uygarlık vb.nden artakalan şey: "Bu babacan, filozof ve hazırcevap insanlar kuşağı, tükenen bir görgü devrinin son kalıntıları gibidir." -H. Taner.
kalın ünlü is. dbl Dilin geri çekilmesiyle art damakta oluşan ünlü: a, ı, o, u.
kaim yağ is. Ham petrolden elde edilen, makinelerin hareketli bölümlerini yağlamakta kullanılan yoğun yağ, ağır yağ.
kalıp, -bı is. Ar. kâlib 1. Bir şeye biçim vermeye veya eski biçimini korumaya yarayan araç: "İstenilen kalıplarda ve istenilen nüanslarda heykeller yapılabilir." -P. Safa. 2. Biçki modeli, patron. 3. Belirli bir biçim: "Yazar ilkin yeni şairin, şiiri kalıptan kurtarmış olmasının mühim sayılamayacağım söyledi." -O. V. Kanık. 4. sf. Genellikle küp biçiminde bir kalıba dökülerek yapılmış olan: Bir kalıp peynir, iki kalıp sabun. 5. mec. Gösterişli görünüş: Kalıbına bakarsan, aslan gibi. 6. mec. Biçim, durum: "Muayyen bir kalıba girecek insana benzemiyordu." -H. E. Adıvar. kalıp gibi serilmek yorgunluktan upuzun yatmak, kalıp gibi oturmak giysi, vücuda tam uymak, kalıp gibi uyumak kımıldamadan uzun ve derin bir uyku uyumak, kalıp kesilmek olduğu gibi kalmak: "Lakin sonra mandalın gürültüsü, kanadın gıcırtısını duyunca hemen yerine donmuş, yatmış, kalıp kesilmişti," -R, H, Karay, kalıba dökmek dökmecilikte erimiş madeni kalıbın içine akıtmak, kalıba vurmak biçimi bozulmuş bir şeyi düzeltmek için kalıba geçirmek, kalıbı değiştirmek (veya dinlendirmek) argo ölmek: "Hekimler epeyce çalıştılar, ilaç verdiler ise de fayda etmedi. Bir hafta sonra kalıbı dinlendirdi. " -M. Ş. Esendal. kalıbını basmak bir şeyi güvenle doğrulamak: "Akit yerinde ama, sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım." -S. F. Abasıyanık. kalıbının adamı olmamak görünüşünden beklendiği gibi olmamak, kalıptan kalıba girmek çıkar sağlamak için her duruma uymak.
→ kalıp kıyafet, kalıp sigarası, alçı kalıp, basmakalıp, baskı kalıbı, basma kalıbı, buz kalıbı, pasta kalıbı, silme kalıbı, yüz kalıbı
kalıpçı is. 1. Kalıp yapan veya satan kimse. 2. Görevi herhangi bir şeyi kalıba vurmak olan kimse. 3. Beton kalıplarını yapan kimse.
kalıpçılık, -ğı is. Kalıpçının yaptığı iş.
kalıp kıyafet is. Dış görünüş: "Ne adım sanını ne kalıbım kıyafetini ne oturup kalkışını ne huyunu beğenirdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. kalıbı kıyafeti yerinde görünüşü gösterişli olan kimse.
kalıplama is. Kalıplamak işi.
→ silindir kalıplama
kalıplamak (-i) Biçimi bozulmuş bir şeyi düzeltmek için kalıba geçirmek, kalıba vurmak.
kalıplanma is. Kalıplanmak işi.
kalıplanmak (nsz) Belli bir kalıp verilmek, kalıba vurulmak.
kalıplaşma is. Kalıplaşmak işi.
→ basmakalıplarına
kalıplaşmak (nsz) 1. Belli bir biçim almak, klişeleşmek. 2. Görevini yitirmek: "Birisi, kimisi" kelimelerindeki -i iyelik eki kalıplaşmıştır. 3. Durumunu sürdürmek, belli bir durumun dışına çıkmamak,
kalıplaşmış sf. Durumunu sürdüren, belli bir durumun dışına çıkmayan.
kalıplaşmıştık, -ğı is. Kalıplaşmış olma durumu.
kalıplatma is. Kalıplatmak işi.
kalıplatmak (-i, -e) Kalıba vurdurmak.
kalıplı sf. 1. Kalıplanmış olan. 2. mec. Düzgün, biçimli: "Hüseyin Efendi, ütülü pantolonu, kalıplı fesi, yeni kravatı, temiz gömleği ve olgun konuşması ile sahiden efendiydi." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. İri yapılı, heybetli.
→ kalıplı kıyafetli
kalıptık, -ğı is. Kalıp yapmaya veya koymaya yarayan şey.
→ basmakalıptık
kalıplı kıyafetli sf. Gösterişli, bakımlı: "Daire de değiştirilmiş, gözlüklü, kalıplı kıyafetli adamlar ortaya çıkmış, odacılar, kavaslar..."-M. Ş.Esendal.
kalıpsız sf. 1. Kalıplanmamış olan. 2. mec. - Biçimsiz, düzgün olmayan: "Kalıpsız kırmızı büyük fesi, tıpkı bir ibik gibi duruyordu." -Ö. Seyfettin.
→ kalıpsız kıyafetsiz
kalıpsız kıyafetsiz sf. Gösterişsiz, bakımsız.
kalıp sigarası is. esk. Sigara sarma makinesinden çıkmış sigara: "Derdi gücü benden birkaç kalıp sigarası almaktır." -Y. K. Karaosmanoğlu,
kalış is. Kalma işi veya biçimi.
kalıt is. 1. huk. Miras. 2. mec. Kalıtım yoluyla geçmiş olan şey. 3. mec. Görenekler yoluyla yerleşmiş olan tutum veya davranış biçimi.
kalıtçı is. Bir kalıttan yasalar gereğince yararlanan kimse, mirasçı, vâris, muris.
kalıtım is. biy. Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilemeyen özelliklerin, döllenme sırasında, dişi ve erkeğin kromozomları yoluyla bir kuşaktan ötekine geçmesi, soya çekim, irs, irsiyet, veraset.
→ kalıtım bilimi
kalıtım bilimi is. biy. Bitki, hayvan ve insanların kalıtım olaylarını inceleyen bilim, genetik.
kalıtımsal sf. Soydan geçme, soydan kalma, kalıtımla ilgili, kalıtsal, irsî.
kalıtsal sf. Kalıtımsal, îrsî.
kalıtsallık, -ğı is. Kalıtsal olma durumu.
kaliborit is. Fr. kaliborite kim. Hidratlı doğal sodyum ve magnezyum boratı.
kalibraj is. Fr. calibrage Ayarlama.
kalibrasyon is. Fr. calibration Ölçü, ayar.
→ kalibrasyon testi
kalibrasyon testi is. Doğru ölçüm için yapılan uygulama veya işlem,
kalibre is. (kali'bre) Fr. calibre Mermilerde, ateşli silahlarda çap.
kalifiye sf. Fr. qualifie Bir şeyi yapabilme niteliğini ve ustalığını kazanmış olan, nitelikli.
→ kalifiye işçi
kalifiye işçi is. İstenilen nitelikleri taşıyan, iyi yetişmiş usta işçi, nitelikli işçi, vasıflı isçi.
kaliforniyum is. (kalifo'rniyum) (California adından) kim. Atom numarası 98, atom ağırlığı 244 olan, aktinit grubundan yapay bir radyoaktif element (simgesi Cf).
kaligrafi is. Fr. calligraphie Harfleri güzel biçimler vererek yazma sanatı, güzel yazı sanatı, hüsnühat: "Hele yazısı, eskiden meşk dedikleri bir kaligrafi örneğidir." -Y. Z. Ortaç.
kaliko is. (Hindistan'da Kalkûta şehrinin adından) Pamuk iplikleriyle yapılan ilk cilt bezi.
kalinis is. Yun. zool. Bir tür yağmur kuşu, su tavuğu.
kalinos is. Yun. zool. Levreğe benzer bir balık.
kalipso is. Fr. calypso 1. Jamaika'dan yayılmış iki zamanlı bir dans. 2. Bu dansın müziği.
kaliptra is. Fr. calyptre Kökün büyüme bölgesinin üzerini örten yüksük biçiminde koruyucu doku.
kalite is. Fr. qualite 1. Bir şeyin iyi veya kötü olma özelliği, nitelik: "Saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir." -H. Taner. 2. sf. Üstün nitelikli: Kalite şarap.
→ kalite çemberleri, kalite kontrolü, kalite riski
kalite çemberleri ç. is. Bir iş yerinde işin daha etkili ve verimli yapılabilmesi için bilgi akışının hızlanması, bilgi paylaşımının artması sayesinde gönüllülerin ekipler oluşturması.
kalite kontrolü is. Her türlü malın üretiminin başlangıcından mal çıkışma kadar nitelik ve özelliğinin belirlenmesi için yapılan analiz ve denetim.
kaliteli sf. Nitelikli: "Bari bundan sonra boş yerlere kaliteli eleman alıp durumu biraz düzeltelim." -H. Taner.
kalite riski is. tic. Alıcının, varış yerine gelen malının kalitesi için yüklendiği riziko.
kalitesiz sf. Niteliksiz: "Ne kadar orta malı, kalitesiz tartışmalar yaptığınızın farkında mısınız?"-H.Taner.
kalitesizlik, -ği is. Niteliksizlik.
kalkan (I) is. 1. Ok, kılıç vb.nden korunmak için savaşçıların kullandığı korunmalık. 2. Toplum olaylarında güvenlik görevlilerinin çeşitli saldırı araçlarından kendilerini ve başkalarını korumak için kullandıkları, özel olarak yapılmış korumalık. 3. mec. Koruyucu: "Akbabanın kanatlarından başka kalkanı yoktu galiba." -Y. Z. Ortaç.
→ kalkan bezi
kalkan (II) is. zool. Yan yüzergillerden, büyük, yassı, derisi düğme veya çivi denilen birtakım sivri kemiklerle örtülü, beyaz etli balık, kalkan balığı (Scophtalmus maximus).
→ kalkan balığı, kalkan böcekleri, çivisiz kalkan
kalkan balığı is. zool Kalkan (II): "Kayık bir tabağa tepeleme konmuş pembe pembe kalkan balığı parçaları..." -Ç. Altan.
kalkan balığıgiller ç. is. zool. Denizlerin kumlu, çamurlu diplerinde yaşayan, yassı bedenli, kemikli balıklar familyası.
kalkan bezi is. anat. Tiroit bezi.
kalkan böcekleri ç. is. zool. Birçok türü tarım ve orman bitkilerinde asalak olarak yaşayan, kın kanatları kalkanımsı böcekler familyası.
kalkancık, -ğı is. biy. Tohum içerisinde embriyoyu besi dokuya bağlayan, onu besin deposundan ayıran ve besin maddelerini emerek embriyoya veren zar gibi ince ve kalkan şeklinde bîr parça.
kalk borusu is. ask. ve den. Bir kıtayı veya bir gemideki tayfalan uyandırmak için belirli saatte boru ile verilen işaret.
kalker is. Fr. calcaire min. Kireç taşı.
→ sedefli kalker
kalkerleşme is. Kalkerleşmek işi.
kalkerleşmek (nsz) Toprak kireç durumuna geçmek.
kalkerli sf. Birleşiminde kireç taşı bulunan.
kalkersiz sf. Birleşiminde kireç taşı bulunmayan.
kalkık, -ğı sf. 1. Düzeyine göre yüksekte cilan: Masanın bir tarafı kalkık. 2. Kabararak yerinden ayrılmış: Kaplamanın ortası kalkık. 3. Dik durumda, ucu yukarı doğru olan: "Ve eniştemiz yine kaşlarını, omuzlarını yukarıya kalkık ve başını önüne eğik tutmaya koyulurdu." -A. Ş. Hisar.
kalkıklık, -ğı is. Kalkık olma durumu.
kalkındırma ıs. Kalkındırmak işi.
kalkındırmak (-i) Kalkınmasını sağlamak, kalkınmasına yol açmak.
kalkınış is. Kalkınma işi veya biçimi.
kalkınma is. 1. Kalkınmak işi: "Yeni kurulan, hızla gelişmiş, kalkınma atılımlarını gerçekleştirmiş bîr ülke." -N. Cumalı. 2. İyileşme, şifa bulma: "Görünen, bir daha kalkınması artık pek zor." -M. A. Ersoy.
→ kalkınma hızı
kalkınma hızı is. ekon. Belirli iki tarih arasında ekonomideki büyüme veya gelişme durumu.
kalkınmak (nsz) 1. Durumunu düzeltmek, aşamalı bir biçimde gelişmek, ilerlemek: Bu firma batmak üzereyken yeni müdürün çabasıyla kalkındı. 2. ekon. Zenginleşmek.
kalkış is. Kalkma işi veya biçimi, kalkışa geçmek uçak havalanmak için pistten ayrılmak.
kalkışılma is. Kalkışılmak durumu.
kalkışılmak (nsz) Kalkışma işine konu olmak.
kalkışma is. 1. Kalkışmak işi. 2. İsyan, ayaklanma, kıyam.
kalkışmak (-e) 1. Yetenek, imkân ve gücü aşan bir işe girişmek. 2. Girişmek, başlamak, yeltenmek: "Bunu haber alınca zavallı intihara kalkışmış." -A. Gündüz.
kalkma is. Kalkmak işi.
kalkmak, -ar (nsz) 1. Oturma durumundan dik duruma gelmek, doğrulmak: "Annem yerinden kalktı, yanıma geldi, bir kolunu uzatarak omzuna doladı." -H. Z. Uşaklıgil. 2. Uyanarak yataktan ayrılmak: "İstemeye istemeye, altüst olmuş yataktan kalktım." -Ö. Seyfettin. 3. Gitmek üzere yerinden ayrılmak: Niye kalktınız, biraz daha otursaydınız. 4. Yukarı doğru yükselmek: Terazinin bir gözü inince öbürü kalkar. 5. Taşıtlar yola çıkmak: Tren saat onda kalktı. 6. Uçmak, havalanmak: Uçak pistten kalktı. 7. Yerinden ayrılıp yol almaya başlamak: "Çıkın arabaya, kalkacak simdi, kalacaksınız buracıkta!" -O. C. Kaygılı. 8. Hayvan iki art ayağı üzerinde dik durum almak: At, art ayaklan üzerine kalktı. 9. Kabarmak, ayrılmak: Masanın kaplaması kalktı. 10. Derlenip götürülmek: "Ne zaman kalkacağım, nereye gömüleceğini bilmek, bildirmek mümkün değil." -M. Ş. Esendal. 11. Hasta iyileşerek gezecek duruma gelmek: Hasta bir haftaya kadar kalkar. Yİ. Varlığı, hayatı son bulmak: Halifelik kalktı. 13. Yok olmak, artık bulunmamak: Ortalıktan kar kalkınca... 14. (-e) Girişmek, başlamak, davranmak, yeltenmek: "Gözlüklerini takmadan okumaya kalktı." -N. Cumalı. 15. Geçerli olmamak, geçerliğini yitirmek, geçmez olmak: Yasanın bu maddesi kalktı, 16. Uygulanmaz olmak: Sıkıyönetim kalktı. 17. Güncelliğini yitirmek: Bu âdet çoktan kalktı. 18. (-e) Bir durumdan başka bir duruma geçmek: Dörtnala kalkmak Tırısa kalkmak. 19. Başka yere gitmek, taşınmak: "O yıl, çok geçmeden piyade taburu bizim ilçeden başka ilçeye kalktı." -N. Cumalı. 20. Ayakta beklemek: "Mektepte cezaya kalkmış gibi duruyorsun." -F. R. Atay. kalkıp kalkıp oturmak öfke, heyecan vb. duygular sebebiyle yerinde duramaz olmak, hop oturup hop kalkmak.
→ düşe kalka
kalkojen is. Fr. chalcogene kim. Periyodik dizgede, altıncı gruptaki oksijen, kükürt, selenyum, tellür, polonyum elementlerinin genel adı.
kalkolitik, -ği sf. Fr. chalcolitiaue Bakırın kullanılmaya başlamasıyla nitelenen (tarih öncesi dönem).
kallavi is. (kallâ:vi:) Ar. kallâvi tar. 1. Vezir ve sadrazamların giydikleri bir çeşit kavuk, 2. sf. Çok iri, kocaman.
→ kallavi fincan
kallavi fincan is. İri, kulpsuz fincan: "Kallavi fincanım çalkalayıp çalkalayıp diker, dibinde hiç telve bırakmamacasına!" -A. İlhan.
kalleş sf. Ar. kallâş 1. Sözünde durmayıp bir işin yüzüstü kalmasına yol açan: "Gene gülümsüyordu, ama artık kalleş bir hınç vardı gülümseyişinde." -T. Buğra. 2. Birine gizlice kötülük eden.
kalleşçe sf. (kalle'şçe) 1. Kalleşe yaraşır. 2. zf Kalleşe yaraşır biçimde: "Gerçeği söylemek, ömrünün son yıllarını yaşayan bu yaşlı Osmanlı paşasını, görmezliğinden kalleşçe faydalanarak alnının ortasından tabancayla vurmak gibi geliyordu." -A. İlhan.
kalleşlik, -ği is. Kalleş olma durumu veya kalleşçe davranış: "Kalleşliğin bin bir çeşidi apaçık görünüyordu bu gülüşte." -T. Buğra. kalleşlik etmek 1) sözünde durmayarak döneklik etmek; 2) birine gizlice kötülük etmek.
kalma is. 1. Kalmak işi. 2. sf. Herhangi bir kimseden veya bir dönemden kalmış olan: Eskiden kalma bir anıt.
→ kalma durumu, babadan kalma, dededen kalma
kalma durumu is, dbl. Bulunma durumu.
kalmak, -ir (nsz) 1. Olduğu yeri ve durumu korumak, sürdürmek: "Sıkı sıkı kucakladı ve öylece kaldı." -T. Buğra. 2. Zaman, uzaklık veya nicelik belirtilen miktarda bulunmak: "Arabada yalnız dört çocuk kalmıştı." -O. C. Kaygılı. 3. Konaklamak, konmak: "Hemen karargâha yerleşmezsem, ne geri dönebilir ne de otelde kalabilirdim." -F. R. Atay. 4. Oturmak, yaşamak, eğleşmek: "Tam beş sene benimle beraber kaldı." -S. F. Abasıyanık. 5. Hayatını sürdürmek, yaşamak: O aileden bir bu çocuk kaldı. 6. Varlığını korumak, sürdürmek: "Eniştemizin iptidai kalmış huyları da vardı" -A. Ş. Hisar. 7. Oyalanmak, vakit geçirmek: "Kısa bir süre tezgâhın önünde kaldı." -N. Cumalı. 8. Sınıf geçmemek: Çocukların içinde kalanlar da var geçenler de. 9. İşlemez, yürümez duruma gelmek: Araba yarı yolda kaldı. 10. (-e) Geriye atılmak, ertelenmek: "Mahkeme ayın on sekizine kaldı." -S. F. Abasıyanık. 11. Bir şeyle kaplanmak, bir şeye bulanmak: Oda duman içinde kaldı. 12. Bir işi belli bir noktada bırakmak, ara vermek: Bugün iş maddesinde kaldık. 13. (-den) Miras olarak geçmek: Çiftlik ana babasından kalmış. 14. (-den) Yapamamak: Misafir geldi, gezmeden kaldık. 15. Belli bir gelirle geçinmek zorunda bulunmak: "Refika, valide, iki kerime kaldık mı biz iki bin Icuruş tekaüt maaşına." -H. Taner. 16. (-le) Yetinmek: Yalnız dayak atmakla kalmadı, onu işinden de çıkardı. 17. Sınırlanmak, bitmemek: "Amasya'da iken karşılaştığımız vaziyet yalnız Şeyh Recep Vakası ile kalmadı. " -Atatürk. 18. (yar) Olmak, herhangi bir durumda bulunmak: "Fatma'nın yemek çantası olmasaydı, dün aç kalmıştık." -F. R. Atay. 19. Herhangi bir durumu sürdürmek. 20. (yar) Kök veya gövdeleri sonuna -a (-e) eki almış fiillere gelerek süreklilik bildiren birleşik fiiller oluşturur: Bakakalmak. Şaşakalmak. Donakalmak. Şaşırıp kalmak. Donup kalmak, kaldı ki bundan başka, bununla birlikte: "Kaldı ki, bugün propaganda da yasaktır." -H. Taner, (şundan veya bundan) kalır yeri yok ayrımsız, farksız. (şuna veya buna) kalsa (veya kalırsa) 1) herhangi birinin kanısınca: Bana kalırsa siz yanılıyorsunuz. 2) elinden gelse, elinde olsa: Ona kalsa, bize hiçbir şey vermez.
→ artakalmak, bakakalmak, donakalmak, kalakalmak, şaşakalmak, geri kalmış
kalmalı sf. Kalma durumunda olan.
→ kalmak tümleç
kalmalı tümleç, -ci is. dbl Çoğu kez fiilin, bazen de ismin anlamını tümleyen ve kalma durumunda bulunan dolaylı tümleç: Çocuklar evde yalnız oturuyorlar. O, dakikalarca ayakta alkışlandı.
kaloma is. (kalo'ma) İt. caloma den. Demir atmış bir geminin zincirinin su içindeki bölümü.
kalomel is. Fr. calomel kim. Tatlı sülümen.
kalori is. Fr. calorie fiz. 1. Normal atmosfer basıncında, ısınma ısısı 15 °C'lik suyunkine eşit olan bir cismin, bir gramının sıcaklığını 10 °C yükseltmek için gerekli ısı miktarına eşit olan ısı birimi, ısın. 2. Besinlerin, dokular içinde yanarak vücudun sıcaklık ve enerjisini sağlama değerlerini gösteren ölçü: Bir gram yağ, aşağı yukarı dokuz kalori verir. Çalışan bir insanın 24 saatte ortalama 3000 kaloriye ihtiyacı olur.
→ büyük kalori, kilokalori
kalorifer is. Fr. calorifere 1. Merkez ve depo durumunda olan bir kazandan çıkan sıcak hava, su veya buharı, borularla dolaştırmak yoluyla bir yapının her yanını ısıtan araç veya tesisat. 2. hlk. Radyatör.
→ kalorifer borusu, kalorifer dairesi, kalorifer kazam, kalorifer peteği
kalorifer borusu is. Kalorifer ısısını ileten boru.
kaloriferci is. 1. Kalorifer döşeyen veya onaran kimse. 2. Kaloriferi yakan kimse.
kalorifercilik, -ği is. 1. Kalorifer döşeme veya onarma işi. 2. Kaloriferi yakma görevi.
kalorifer dairesi is. Kalorifer kazanının bulunduğu bölüm.
kalorifer kazanı is. Kalorifer suyunun içinde bulunduğu kazan.
kalorifer peteği is. Kalorifer ısısını oda içinde dağıtan metal bölüm.
kalorimetre is. (Iıalorime'tre) Fr. calorimetre fiz. Isıölçer.
kalorimetri is. Fr. calorimetrie fiz. Isı ölçümü.
kalotip is. Fr. calotype Yarı saydam durumdaki kâğıt üzerinde fotoğraf negatifleri elde etme yöntemi.
kalp, -bi (1) is. Ar. kalb anat. 1. Göğüs boşluğunda, iki akciğer arasında, vücudun her yanından gelen kanı akciğerlere ve oradan gelen temiz kanı da vücuda dağıtan organ, yürek: "Bak ellerim nasıl titriyor, bak alnım nasıl yanıyor, bak kalbime nasıl çarpıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Kalp hastalığı: Kalpten öldü. 3. mec. Sevgi, gönül. 4. mec. Bir ülkenin, bir kuruluşun işleyiş, yönetim ve varlığını sürdürme bakımından en önde gelen yeri. 5. mec. Duygu, his: "İnsanı tekrar, kalp ve fikir cennetine eriştirebilecek tek kudret kadındır." -H. E. Adıvar. kalp kalbe karşıdır sevgi karşılıklıdır, kalp (veya kalbini) kazanmak (veya fethetmek) ince bir davranış veya güzel bir sözle birinin sevgisini kazanmak, ilgisini çekmek: "Hele düzmece şehzadenin kadife pantolonuyla sivri güzel çehresi derhâl kadının kalbini kazandı." -R. N. Güntekin. kalp (veya kalbini) kırmak gönül kırmak: "Hak yemek, kanuna aykırı bir şey yapmak, kalp kırmak korkusuyla bir türlü iş göremezdi " -H. E. Adıvar. "Okuyucularımın hakkım yiyor, hem de öteki genç okuyucularımın kalbini kırıyorum." -O. V. Kanık, (birinde) kalp olmamak acıma duygusu olmamak. kalbe (veya kalbine) doğmak içine doğmak, kalbe dokunmak acı veya üzüntü vermek, kalbe işlemek derin üzüntü uyandırmak, kalbi ağzına gelmek yüreği ağzına gelmek: "Kendisi de her fırsat düştükçe bunlarla yan yana harp ettiğim söylerken âdeta kalbi ağzına gelmiş gibi olurdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. kalbi boş olmak sevgilisi bulunmamak, kalbi çarpmak 1) kalbi çok vurmak; 2) çok heyecanlanmak; 3) yüreği çarpmak, kalbi dayanmamak 1) aşırı heyecan, üzüntü, yorgunluk veya herhangi bir hastalık yüzünden kalbi durmak, ölmek; 2) yüreği dayanmamak, kalbi dolu olmak sevgilisi olmak, kalbi ferahlamak yüreği ferahlamak, kalbi kararmak 1) inancını kaybetmek; 2) yüreği kararmak, kalbi parçalanmak yüreği parçalanmak, kalbi sıkışmak yüreği sıkışmak, kalbi sızlamak yüreği sızlamak: "Sekiz sene evvel İstanbul'dan kalbim sızlayarak çıktım." -S. F. Abasıyanık. kalbi yerinden oynamak (veya fırlamak) yüreği yerinden oynamak: "En hafif bir hareketi kalbimizi yerinden oynatmaya yeterdi." -A. Ş. Hisar, kalbi yıkmak kolay, yapmak zordur insanları kırmak ve üzmek, mutlu etmekten daha kolaydır, kalbi yırtılmak acı duymak: "Koca Ali susar, kalbinin yırtıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığmı, şakaklarının attığını duyardı." -Ö. Seyfettin, kalbine girmek sevgisini kazanmak, kalbine göre gönlüne göre: Allah kalbine göre verdi. kalbine saplanmak yüreğine saplanmak. kalbini açmak yüreğini açmak: "Bir gün kalbini İclal'e açtı." -Ö. Seyfettin, kalbini çalmak sevgisini kazanmak, kendine âşık etmek, (birinin) kalbini doldurmak yüreğini sevgiyle ısıtmak, kalbini eritmek acımasını sağlamak, yumuşatmak: "Edebiyat hocamız Ali Bey'in kalbini eritecek bir konu seçmeli, acıklı bir tarzda yazmalı." -H. E. Adıvar. kalbini okumak birinin duygu ve düşüncelerini, niyetini anlamak, kalbiyle konuşmak düşüncelerini, duygu ağırlıklı bir biçimde anlatmak: "Bana öyle geldi ki, bu adam kafasından ziyade kalbiyle konuşuyor. " -R. N. Güntekin.
→ kalp acıst, kalp ağrısı, kalp aksesi, kalp çarpıntısı, kalp hastası, kalp kası, kalp krizi, kalp sektesi, kalp spazmı, kalp yarası, sekteikalp, suni kalp, yapay kalp, kalbi kırık, kalbiselim, kalbi temiz, açık kalp ameliyatı, kapalı kalp ameliyatı, kızkalbi
kalp, -bi (II) is. Ar. kalb esk. Bir durumdan başka bir duruma çevirme, dönüştürme. kalp etmek bir durumdan başka bir duruma çevirmek, dönüştürmek.
kalp (III) sf. Ar. kalb 1. Düzme, sahte, geçmez (para). 2. mec. İşe yaramaz, tembel: Kalp adam. 3. mec. Yalancı, kendine güvenilmeyen: "Kalp herifin biri bu..." -R. H. Karay, kalp olmak sahte, düzme olmak.
→ kalp akçe, kalpazan
kalp acısı is. Yürek acısı: "Onu geri almak ve Bulgaristan'ın yenildiğini görmekle, kalp acılannı dindirmiştik." -F. R. Atay,
kalp ağrısı is. Aşktan doğan üzüntü, yürek ağrısı: "Ya Rab hele kalp ağrılarım durdu diyordum." -Y. K. Beyatlı.
kalpak, -ği is. Kesik koni biçiminde deri, kürk veya kumaştan yapılmış başlık: "Hanımı, onun kalpağım otomobile dar yetiştirebilmişti." -F. R. Atay.
kalp akçe is. 1. Sahte metal veya kâğıt para. 2. mec. Yaramaz kimse.
kalpakçı is. Kalpak yapan veya satan kimse.
kalpakçılık, -ğı is. Kalpak yapma veya satma işi.
kalpaklı sf. Kalpak giymiş: "O üç kişinin yanı başındaki masaya kalpaklı, poturlu bir adam geldi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kalpaktık, -ğı sf. Kalpak yapmaya elverişli.
kalp aksesi is. tıp Kalp krizi: "Öldürücü bir kalp aksesinin bazen saatlerce sürebileceğini gayet iyi biliyor." -P. Safa.
kalpazan is. Ar. kalb + Far. -zen 1. Sahte para basan veya piyasaya süren kimse. 2. mec. Yalan ve hile ile iş gören kimse.
kalpazanlık, -ğı is. Kalpazan olma durumu veya kalpazanca iş.
kalp çarpıntısı is. tıp Kalbin düzensiz çalışması, yürek çarpıntısı.
kalpçi is. hlk. Kalp hastalıkları uzmanı.
kalp hastası ıs. Sürekli kalp rahatsızlığı çeken kimse: "Benim hayatımda iz bıraktığı kadar, anamın kalp hastası olmasına, belki de ölümüne sebep oldu," -B. Felek.
kalp kası is. anat. Kalbin ana duvarım çeviren ve düzenli hareket edebilen kas örgüsü.
kalp krizi is. tıp Kalbin normal çalışmasını birdenbire engelleyen, önlem alınmazsa ölüme yol açan rahatsızlık, kalp aksesi: "Bursa'ya dönüşünün haftasına bir kalp krizi, gitti gider." -A. İlhan.
kalplaşma is. Kalplaşmak işi.
kalplaşmak (nsz) Bir kimse çeviklik, doğruluk veya çalışkanlığını yitirmek: Bu işçi gittikçe kalplaşıyor.
kalplık, -ğı is. 1. Düzmelik, sahtelik. 2. İş yapma isteksizliği.
kalpli sf. Kalp hastalığı olan.
→ açık kalpli, fena kalpli, iyi kalpli, katı kalpli, taş kalpli
kalplilik, -ği is. Kalpli olma durumu.
→ iyi kalplilik, katı kalplilik
kalp sektesi is. tıp Kalbin birdenbire durması: Kalp sektesinden öldü.
kalpsiz sf. Acıması olmayan, katı yürekli, duygusuz, acımasız, merhametsiz.
kalpsizlik, -ği is. Katı yüreklilik, acımasızlık, duygusuzluk, merhametsizlik.
kalp spazmı is. tıp Kalbin irade dışı kasılıp gevşemesi ve bundan doğan rahatsızlık, kalbin sıkışması.
kalp yarası is. Yürek yarası.
kalseduan is. Fr. calcedoine min. Kadıköy taşı.
kalsemi is. Fr. calcemie biy. Kandaki kalsiyum miktarı.
kalsifikasyon is. kim. Kireç taşı durumuna dönüşme.
kalsit is. Fr. calcite min. Billurlaşmış doğal kalsiyum karbonatı: Tebeşir bir tür kalsittir.
kalsiyum is. (ka'lsiyum) Fr. calcium kim. Atom numarası 20, atom ağırlığı 40,80, yoğunluğu 1,55 olan, 845° C'de eriyen, kireç ve alçının birleşimine giren, sarımtırak beyaz bir element (simgesi Ca).
→ kalsiyum fosfat, kalsiyum karbonat, kalsiyum klorür, kalsiyum oksit
kalsiyum fosfat, -di is. kim. Üç kalsiyum atomu içeren ve formülü Ca3(PO4)2 olan fosfat.
kalsiyum karbonat, -di is. kim. En az % 38 kalsiyum içeren bir ürün.
kalsiyum klorür is. kim. Hidroklorik asidin kimyasal formülü CaCl2 olan kalsiyum tuzu ve bunun hidratlaştırılmış biçimi.
kalsiyumlu sf. Birleşiminde kalsiyum bulunan: Kalsiyumlu tuz,
kalsiyum oksit, -di is. kim. Susuz veya sönmemiş kireç.
kalsiyumsuz sf. Birleşiminde kalsiyum bulunmayan.
kaltaban sf. Far. kaltebân esk. 1. Namussuz. 2. Şarlatan, yalancı, hileci.
kaltabanlık, -ğı is. 1. Kaltaban olma durumu. 2. Kaltabanca davranış.
kaltak, -ğı is. 1. Üzeri meşin, halı vb. şeylerle kaplanmamış olan eyerin tahta bölümü. 2. Kuskunsuz eyer. 3. kaba İffetsiz, namussuz kadın: "Bırak be, dedi, kendi kendine, elin kaltağı için dövüşecek miyim?" -S. F, Abasıyanık.
→ eyer kaltağı
kaltakçi is. Kaltak yapan kimse.
kaltaklık, -ğı is. 1. Toplumca hoş karşılanmayan davranışlarda bulunan kadının durumu. 2. Böyle bir kadına yakışır davranış.
kalubela is. (ka:lû:belâ:) Ar. külü belâ 1. din b. İslam inancına göre, ruhlar yaratıldığında Allah'ın "Ben sizin Tanrı'nız değil miyim?" sorusuna ruhların verdikleri "evet" cevabı. 2. mec. Çok eski zaman, kalubeladan beri dünya kurulalı beri, çok eskiden beri.
Kalvenci öz. is. fel. Kalvenizmi benimseyen kimse.
Kalvencilik, -ğı öz. is. fel. Tanrı ile kul arasına hiçbir otoritenin giremeyeceğini, Hristiyanlığın eski sadeliğine dönmesini savunan I, Calvin tarafından ileri sürülen Protestanlığın özel bir kolu, Kalvenizm.
Kalvenizm öz, is. fel. Kalvencilik.
kalya is. (ka'lya) Ar. kalya Sadeyağ ile pişirilen bir çeşit kabak veya patlıcan yemeği.
kalyon is. İt. galion tar. Yelkenle ve kürekle yol alan savaş gemilerinin en büyüğü.
kalyoncu is. tar. 1. Kalyon eri. 2. Deniz eri.
kanı is. Şaman.
kâm is. (kâ:m) Far. kâm esk. 1. Dilek. 2. Zevk, mutluluk, tat. (bir şeyden) kâm almak umduğunu ve istediğini elde etmek, dilediği biçimde zevk almak, keyfini çıkarmak.
kama is. 1. Silah olarak kullanılan, ucu sivri, iki ağzı da keskin uzun bıçak: "Bu bıçak, sapma bez sarılmış, küçük çapta bir kamaydı." -S. F. Abasıyanık. 2. mdn. Açılmış olan boşluklarda tavan ve yanlardan taş veya cevher parçalarının düşmesini önlemek amacıyla tahkimat elemanları üstüne veya arkasına yerleştirilen bir tahkimat parçası. 3. Kütüğü yarmak için kullanılan ucu sivri, yassı, enli çivi, takoz, kıskı. 4. ast Topun gerisini kapayan kapak: "Köy değirmenlerinde top kaması döküldüğüne şahit oldum." -A. Gündüz. 5. hlk. Oyunda kazanılan her parti. 6. hlk Oyunda sayı. kama basmak hlk. oyunda yenmek.
→ ağaç kama
kamacı is. 1. Kama yapan veya satan kimse. 2. ast Top kaması yapan veya onaran kimse.
kanı acılık, -ğı is. Kamacının işi veya mesleği.
ka malama is. Kamalamak işi.
ka mala inak (-i) Kama ile yaralamak.
kamalı sf. Kaması olan: Kamalı top.
kamanço is. ît. argo Yükleme, aktarma, elden ele geçirme, kamanço etmek (veya edilmek) yüklemek, aktarmak, elden ele geçirmek: "Bu Ödev kendisine kamanço edilen eleştirmen arkadaş..." -H. Taner.
kamara is. (ka'mara) İt. camera 1. den. Gemilerde oda: "Annem kamaraya girdi, ben güverteye çıktım." -R. E. Ünaydın. 2. İngiltere yasama meclisi.
→ Avam Kamarası, Lortlar Kamarası
kamarilla is. (kamari'llâ) İsp. camarilla Bir büyük güç sahibini perde arkasından yöneten kimse.
kamarot is. ît. camerotto Gemilerde yolcuların hizmetine bakan görevli: "Masa başında hizmet ederken erkeklik falan yok, kamarotsun, kamarot erkeklik taslayacak değil, işini bilecek, o kadar." -Z. Selimoğlu.
kamarotluk, -ğu is. Kamarotun görevi.
kamasız sf. Kaması olmayan: Kamasız top.
kamaşma is. Kamaşmak işi.
kamaşmak (nsz) 1. Güçlü bir ışık sebebiyle göz bakamaz olmak: "Işıktan gözlerimiz kamaşıyor." -R. H. Karay. 2. Ekşi bir şey sebebiyle diş uyuşup tedirginlik vermek.
kamaştırma is. Kamaştırmak işi.
kamaştırmak (-i) Kamaşmasına sebep olmak: "Ganimetlerin göz kamaştıran çeşidini Topkapı hazinesinde görebilirsiniz." -O. S. Orhon.
kamber is. Ar. kanber esk. Sadık köle. kambersiz düğün olmaz her toplantıda veya her işin içinde bulunmak merakında olanlar için yarı sitem, yarı şaka olarak söylenen bir söz.
kambiyo is. (ka'mbiyo) İt. cambio tic. 1. İki ayrı ülke parasının birbiriyle değiştirilmesi: "Çünkü kambiyonun düşmesi, ahvalin karışıklığı, iratlarımızı tamamıyla yetişmez bir hâle getirmişti." -H. C. Yalçın. 2. tic. Herhangi bir yerdeki bir alacağın tahsili, bir borcun ödenmesi veya bîr yerden toplanan para ve para yerine geçen taşınabilir değerlerin başka bir yere aktarılması için yapılan işlemin bedeli. 3. tic. Bu işlemin yapıldığı yer.
→ kambiyo ajanı, kambiyo cirosu, kambiyo senedi
kambiyo ajanı is. tic. Borsalarda müşterilerin alım ve satım yapmalarını sağlayan kişi veya kuruluş.
kambiyo cirosu is. tic. Döviz kurunun, poliçenin ciro edilmesi ile sabit duruma getirilmesi.
kambiyocu is. Kambiyo işleriyle uğraşan kimse.
kambiyoculuk, -ğu is. Kambiyo işlemleri.
kambiyo senedi is. tic. Poliçenin birinci kopyası veya aslı.
kambiyum is. biy. Çift çenekli bitkilerin gövde ve kökünde yer atan, yeni odun ve soymuk tabakalan oluşturarak bitkinin kalınlaşmasını sağlayan ve meristem hücrelerinden meydana gelen tabaka.
kambriyen is. Fr. cambrien jeol. Birinci Çağın ilk dönemi ve bu dönemde oluşmuş yer katmanları.
→ kambriyen öncesi
kambriyen öncesi is. Yeryüzü tarihinde Birinci Çağdan daha eski, dağların ve magma olaylarının oluştuğu uzun bir zaman süresi, prekambriyen.
kambur is. 1. Bel veya göğüs kemiğinin eğrilmesi, raşitizm sonucu sırtta ve göğüste oluşan tümsek, kambur zambur. 2. Bazı hayvanların sırtındaki çıkıntı. 3. Yapı veya eşyada dışarıya doğru eğrilme. 4. sf. Vücudunda bu tümsek bulunan (kimse). 5. mec. Sıkıntı, dert. kambur üstüne kambur (veya kambur kambur üstüne) sıkıntı ve tersliklerin üst üste geldiğini anlatan bir söz. kambura yatmak ayakta duran birini sırtüstü düşürmek için gizlice arkasında iki büklüm olup eğilmek ve başka birinin onu önden üzerine itmesini sağlamak, kamburu çıkmak 1) sırtı kambur olmak: "Mavi gözlü, kâse, kamburu çıkmış bir ihtiyardı." -Ö. Seyfettin. 2) mec. ihtiyarlamak: "Gümüş saplı bastonuna dayanarak yürüyen kamburu çıkmış kadit bir ayan azası misali, ağır ağır bizim tarafa geçti." -H. Taner. 3) mec. eğilerek yapılan işler için çok çalışmış olmak, kamburunu çıkarmak insan, kedi vb. sırtını tümsek duruma getirmek.
→ kambur felek, kambur zambur
kambura is. Kitapların ciltlenmesiyle sırt bölümünde oluşan yuvarlaklık, kambura vermek ciltlenecek kitabın sırtını, formalar dikildikten sonra çekiç veya makine yardımıyla yuvarlaklaştırmak.
→ kambura makinesi
kambura makinesi is. Ciltçilikte, kitapların sırtım yuvarlaklaştırma ve sırt kenarlarını düzgünleştirmekte kullanılan makine.
kambur felek, -ği is. Talih ve kader için sitem yollu kullanılan bir söz.
kamburlaşma is. Kamburlaşmak işi.
kamburlaşmak (nsz) Kambur duruma gelmek.
kamburlaştırma is. Kamburlaştırmak işi.
kamburlaştırmak (-i) Kambur duruma getirmek.
kamburluk, -ğu is. 1. Kambur olma durumu. 2. Tümseklik.
kambur zambur sf. Kambur.
kamçı is. 1. Bir ucuna ip, deri vb. bağlı vurma, dövme aracı: "İnce ve uzun parmaklı elleri kamçı tutmasını bilmiyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. den. Bir ucu bir yere bağlı, öbür ucu herhangi bir işte kullanılmak için serbest bırakılan halat. 3. biy. Spermatozoitlerde ve bazı tek hücreli hayvanlarda hareketi sağlayan ipliksi organ. kamçı çalmak (veya vurmak) kamçılamak.
→ kamçıbası, kamçıkuyruk
kamçıbaşı is. İpek artıklarından elde edilen ve dokumacılıkta kullanılan iplik.
kamçıkuyruk, -ğu is. zool. İyi cins kıvırcık koyun.
kamçılama is. Kamçılamak işi.
kamçılamak (-i) 1. Kamçı ile vurmak. 2. Yağmur, kar, rüzgâr hızla çarpmak: "ilk ışıkla yanaklarını kamçılayan soğuğa rağmen başımı çıkardım, yaklaştığımız Ankara'ya baktım." -H. E. Adıvar. 3. mec. Etkinliğini artırmak, hızlandırmak: "Solgun ve buruşuk ruhlarımız ona çevrilecek, hayatımıza o hız verecek, ihtiraslarımızı o kamçılayacak." -O. S. Orhon. 4. mec. İsteklendirmek, özendirmek, teşvik etmek.
kamçılanış is. Kamçılanma işi veya biçimi.
kamçılanma is. Kamçılanmak işi.
kamçılanmak (nsz) Kamçı ile dövülmek.
kamçılaşma is. Kanıçılaşmak durumu.
kamçılaşmak (nsz) Kamçı durumuna gelmek.
kamçılatma is. Kamçılatmak işi.
kamçılatmak (-i) Kamçılama işini yaptırmak.
kamçılayış is. Kamçılama işi veya biçimi.
kamçılı sf. 1. Kamçısı olan. 2. mec. Zor kullanan.
→ yakalı kamçılılar
kamçılılar ç. is. zool. Bir hücreli hayvanların, önlerinde hareketi sağlayan bir veya dört tane kamçı biçiminde duyargası bulunan, uzunlamasına ikiye bölünerek çoğalan bir sınıfı.
karne is. Fr. camee Değişik renkli üst üste iki katmandan oluşan ve üstteki katmanına kabartma bir desen yapılan değerli taş.
kamelya is. (kamelya) Fr. camelia bot. Çaygillerden, büyük, beyaz, pembe veya kırmızı renkte çiçekler açan, dayanıklı yapraklı bir bitki, Japon gülü, Çin gülü (Camellia japonica).
kamer is. Ar. kamer astr. esk. Ay.
kamera is. (ka'mera) Fr. camera sin. ve TV1. Kamera ile görüntüyü kaydeden kimse. 2. ünl Bir çekime başlanırken, yönetmenin alıcıyı çalıştırmaları için verdiği buyruk.
→ kamera şakası, termal kamera
kameraman is. İng. cameraman sin. ve TV Alıcı yönetmeni.
kamera şakası is. TV İzleyenleri eğlendirmek amacıyla, önceden hazırlanan bir oyunun, gizli bir yere konmuş kamera aracılığıyla, habersiz kişiler tarafından oynanması.
kamer balığı is. zool. Ay balığı.
kamerî sf. (kameri:) Ar. kameri esk. Ayla ilgili.
→ kamerî ay, kamerî takvim, kamerî yıl
kamerî ay is. Ayın tam bir devriyle hesap edilen veya ayın hareketine göre düzenlenen süre.
kamerî takvim is. astr. Ay takvimi.
kameriye is. Yun. Bahçelerde yazın oturulmak için yapılan, kafes biçiminde, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılan süslü çardak: "Kim şu kameriyede olurmuş, şu çiçeklerden kim toplamıştı?" -S. F. Abasıyanık.
kameriyeli sf. Kameriyesi bulunan: "Büyük evlerin büyük sofalarında havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarında... toplanıyorlar, eğleniyorlar." -Ö. Seyfettin.
kamerî yıl is. astr. Ay yılı.
kamersiz sf. Aysız, ayı olmayan: "Hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti." -Ç. Altan.
Kamerunlu öz. is. Kamerun halkından olan kimse.
kamet (I) is. (kamet) Ar. kamet esk. Boy, endam: "Gür beyaz saçları, dik kameti, vakur yürüyüşü ile gören çarşı esnafı saygı ile selamlarlar." -H. Taner.
kamet (II) is. (ka:met) Ar. kamet din b. Farz olan namazdan önce okunan iç ezan. kamet getirmek farz namazına durmak için iç ezan okumak, kameti artırmak 1) yüksek sesle konuşmak; 2) ortalığı velveleye vermek.
kamga is. hlk. Yonga.
kamış is. 1. bot. Buğdaygillerden, sulak, nemli yerlerde yetişen, boğumlu, sert gövdesi olan bitkiler (Phragmites australis): "Bugünlerin birinde kamışların birbirine sürtünmesinden hasıl olan bir yangın gördü. " -H. E. Adıvar. 2. sf. Bu bitkiden yapılmış: Kamış sepet. Kamış dam. 3. Sıvı içecekleri bardak veya şişeden kolayca içmek için kullanılan ince, plastik boru, pipet. 4. kaba Erkeklik organı, kamış atmak (veya koymak) argo birine oyun etmek, arabozanlık etmek.
→ kamış kalem, kamış kemiği, kamışkulak, ararot kamışı, Hint kamışı, su kamışı, şeker kamışı
kamışçık, -ğı is. Kuyumcuların kullandığı üfleç.
kamış kalem is. esk. Yazı yazmak için kullanılan ince kamıştan yapılmış kalem: "Masasında eski biçim hokkalar, kamış kalemler vardı."-Ç. Altan.
kamış kemiği is. anat. Baldırın arka tarafında yer alan ince, uzun kemik.
kamışkulak, -ğı is. hlk Kulakları ince, düzgün ve dik at.
kamışlı sf. Kamışı olan.
kamışlık, -ğı is. Kamışı çok olan yer.
kamışsı sf. Gövdesi kamış gibi boş ve boğumlu olan: Buğdayın sapı kamışsıdır.
kamikaze is. İng. kamikaze ask. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Japonların kullandığı intihar uçağı.
kâmil sf. (kâ:mil) Ar. kâmil esk. Yetkin, erişkin, eksiksiz, ağırbaşlı, mükemmel.
kamilen zf. (kâ:'milen) Ar. kamilen esk. Büsbütün, toptan, hep birden: "Caminin methali, minberi, kamilen siyah matem bayraklarıyla kaplı." -A. İlhan.
kamineto is. (kamine'to) İt. caminetto Küçük ispirto ocağı, ispirtoluk.
kamkaz is. hlk. Kesme özelliğini yitirmiş, körleşmiş, keskin olmayan bıçak, orak vb. araç.
kamp is. Fr. camp 1. Çadır, baraka vb. eğreti araçlardan oluşturulan konak yeri: "Beni öyle bir dinlenme kampına alsınlar ki, kapıdan girerken kimlik kartımla birlikte kişiliğimi de kapıda bırakayım." -H. Taner. 2. Bu yerde konaklama: Kamp hayatı. 3. Kurum ve kuruluşlarda çalışanların dinlenmek, eğlenmek için gittikleri konaklama yeri. 4. Tutsakların veya siyasal sürgünlerin toplanıldığı yer: Toplama kampı. 5. Belli bir düşünce çevresinde birleşen topluluk: "Sırasında ayrı siyasi kamplarda birbirlerinin karşısına çıksalar da, düşman görmezler birbirlerini." -N. Cumalı. kamp kurmak kamp için kalınacak yerde gerekli düzeni sağlamak, kampa girmek (veya kamp yapmak) genellikle yarışma öncesi, yarışmaya gerektiği gibi hazırlanmak.
→ çalışma kampı, çıplaklar kampı, dinlenme kampı, esir kampı, temerküz kampı, toplama kampı
kampana is. (kampa'na) İt. campana 1. Çan. 2. Tekerleğin dingil üzerindeki fren mekanizması, kampana çalmak gemi, istasyon vb. yerlerde belirli vakitlerde çan çalmak.
kampanan is. argo Düzenbaz, hilekâr, sahtekâr.
kampanya is. (kampa'nya) İt. campagna 1. Politika, ekonomi, kültür vb. alanlarda belirli bir süredeki etkinlik dönemi: "Yetki kanununa karşı gençlerin giriştiği kampanya sade Berlin'e inhisar etmiyor." -H. Taner. 2. tic. Tüketiciyi özendirmek için belli sürelerde düzenlenen indirimli veya taksitli satış.
→ seçim kampanyası
kampanyacı is. Kampanyaya katılan kimse.
kampçı is. Kamp kuran, kampta kalan kimse.
kampçılık, -ğı is. 1. Kamp kurma işi. 2. Kamp hayatı.
kamping is. İng. camping Kamp kurma yeri.
kamplaşma is. Kamplaşma durumu.
kamplaşmak (nsz) Kamplara ayrılmak, bölünmek.
kampus is. İng. campus Şehir dışında kurulmuş bir üniversitenin alam ve yapıları, yerleşke.
kamu is. 1. Halk hizmeti gören devlet organlarının tümü. 2. Bir ülkedeki halkın bütünü, halk, amme: "Çevre koruması sorunları İsveç kamusunun bilincine ve hatta bilinçaltına sinmiş." -H. Taner. 3. sf. esk. Hep, bütün: "Biz kimseye kin tutmayız / Kamu âlem birdir bize." -Yunus Emre.
→ kamu davası, kamu denetçisi, kamu düzeni, kamu güvenliği, kamu hizmeti, kamu hukuku, kamu idaresi, kamu kesimi, kamu kurumu, kamuoyu, kamu personeli, kamu sağlığı, kamu sektörü, kamu tanrıcı, kamu yararı, kamu yönetimi
kamu davası is. huk. Kamu adına savcının açtığı dava, amme davası: "Polis şikâyetçi olunca savcı otomatik olarak harekete geçer, kamu davası açılır." -Ç. Altan.
kamu denetçisi is. huk. Parlamento tarafından görevlendirilen, vatandaşları resmî makamların keyfî ve yasa dışı davranışlarına karşı korumakla görevli kişi veya kurum.
kamu düzeni is. Bütün toplumu ilgilendiren düzen.
kamuflaj is. (kamuflâj) Fr. camouflage Örtme, saklama, gizleme, peçeleme, alalama: "Polisler başlarına kamuflaj için dallar, yapraklar koymuşlardır." -H. Taner.
kamufle sf. Fr. camoufle Görünmeyecek, tanınmayacak biçimde örtülmüş, saklanmış, gizlenmiş, alalanmış, maskelenmiş, kamufle etmek gizlemek, maskelemek, alalamak, peçelemek.
kamu güvenliği is. Bir devlette zabıta hizmetleriyle halka sağlanan can ve mal güvenliği.
kamu hizmeti is. Devlet ve öteki kamu tüzel kişileri tarafından halkın genel ve ortak gereksinimlerinin karşılanması.
kamu hukuku is. huk. Devlet ile kişi arasında karşılıklı olarak hak ve ödevleri düzenleyen hukuk kolu, amme hukuku.
kamu idaresi is. Kamu yönetimi.
kamu kesimi is. Devlet eliyle yürütülen ekonomik işlerin bütünü, kamu sektörü.
kamu kurumu is. Belirli kamu hizmetlerini yerine getirmek amacıyla oluşturulan kamu tüzel kişisi.
kamulaştırılma is. Kamulaştırılmak işi.
kamulaştırılmak (nsz) Kamulaştırma işi yapılmak.
kamulaştırma is. 1. Kamulaştırmak işi, istimlak. 2. Devletleştirme.
kamulaştırmak (-i) 1. Taşınmaz bir malı sahibinden satın alarak kamuya mal etmek, kamu yararına almak, istimlak etmek. 2. Devletleştirmek, özelleştirmek karşıtı.
kamuoyu is. Bir konuyla ilgili halkın genel düşüncesi, halkoyu, amme efkârı, efkârıumumiye: "Kanun, ... 13'üncü maddede yer alan genel sınırlamalar dışında... kamuoyunun serbestçe oluşmasını engelleyici kayıtlar koyamaz." -Anayasa, kamuoyu oluşturmak (veya yaratmak) bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkati o düşünce etrafında toplamak ve yoğunlaştırmak.
kamu personeli is. Devlet hizmetinde çalışan kişiler.
kamus is. (ka:mu:s) Ar. kâmüs esk. 1. Sözlük: "İstanbul sözündeki İstanbul kelimesinin manalarım anlatmak için koca bir kamus lazım." -F. R. Atay. 2. Büyük sözlük.
kamu sağlığı is. Bir toplumda büyük halk kitlelerinin sağlık koşulları açısından içinde bulunduğu durum.
kamusal sf. Kamu ile ilgili.
→ kamusal alan
kamusal alan is. Kamuya ait, kamu ile ilgili işlerin yapıldığı yer.
kamusallaşma is. Kamusallaşmak işi.
kamusallaşmak (nsz) Kamusal duruma gelmek.
kamu sektörü is. Kamu kesimi.
kamu tanrıcı sf.fel. Tüm tanrıcı.
kamu tanrıcılık, -ğı is. fel. Tüm tanrıcılık.
kamutay is. esk. Türkiye Büyük Millet Meclisinin genel kurulu.
kamu yararı is. huk. Devletin gereksinimlerine cevap veren ve bu ihtiyaçları karşılayan, devlete yarar sağlayan değerler bütünü, menafıiumumiye.
kamu yönetimi is. Devletin yönetim faaliyetlerinin faydalı ve verimli bir biçimde düzenlenmesiyle uğraşan bilim dalı, kamu idaresi, amme idaresi.
kamyon is. Fr. camion 1. Motorlu büyük yük taşıtı: "Garajın içinde birkaç tane aletle bir de ufak kamyondan başka bir şey yoktu." -S. F. Abasıyanık. 2. sf. Bu taşıtın taşıyabildiği miktarda olan: "Bir kamyon askerle birkaç otomobil getirdiler." -F. R. Atay.
→ kum kamyonu
kamyoncu is. 1. Kamyonla taşıyıcılık yapan kimse. 2. Kamyon kullanan sürücü.
kamyonculuk, -ğu is. 1. Sahip olduğu kamyonu başkası aracılığıyla çaîıştırtma işi. 2. Kamyon sürücülüp.
kamyonet is. Fr. camionette Yük taşıyan küçük kamyon, pikap.
kamyonetçi is. Kamyonet kullanan kimse.
kamyonetçilik, -ği is. Taşımacılıkta kamyonet kullanma işi.
-kan bk. -gan / -gen vb.
kan is. 1. Atardamar ve toplardamarların içinde dolaşarak hücrelerde özümleme, yadımlama görevlerini sağlayan plazma ve yuvarlardan oluşmuş kırmızı renkli sıvı: "Cebinden çıkardığı mendille ellerine bulaşan kanlan silerek haykırdı." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Soy: O da benim kanımdan, kan ağlamak büyük bir üzüntü içinde bulunmak, kan akıtmak kurban kesmek, kan akmak 1) savaş, çatışma, dövüş olmak; 2) ölmek, kan alacak damarı bilmek nereden veya kimden çıkar sağlanabileceğini bilmek, kan almak damardan bir miktar kan çekmek veya akıtmak, kan (veya kanı) başına çıkmak (veya sıçramak veya toplamak) öfkelenmek: "Kan basma çıkarmış zavallının ve hep bağırmak, bağırmak istermiş. " -P. Safa. kan beynine çıkmak çok sinirlenmek, hiddetlenmek, kontrolü yitirmek, (birini) kan boğmak beynine kan hücumuyla ölmek, kan çanağı gibi kanlanan (göz), kan çekmek 1) yüz ve huy, anne veya baba tarafının yüzüne ve huyuna benzemek; 2) akrabalar birbirlerine yakınlık duymak, kan çıkmak kan dökülmek, cinayet işlenmek, kan dere gibi akmak vücudun bir yerinden çok kan akmak veya bir savaşta çok kişi yaralanarak ölmek, kan dökmek ölüme yol açmak, cana kıymak: "Şimdiyse durum değişmiş, şu sazevinde oturanlar toprak için kan bile dökebilirlerdi." -Y. Kemal, kan gelmek kanamak, kan gövdeyi götürmek çok kan dökülmek: "Cephelerde kan gövdeyi götürürken bu macera adamının aramızda ne aradığım düşünüyordum." -R. N. Güntekin. (birinden) kan gitmek 1) büyük ve küçük abdestinî yaparken kan gelmek; 2) kadınlarda aybaşı çok kanlı olmak, kan gütmek kan dökerek öç almak istemek, kan istemek öldürülen bir kimsenin öcünün alınmasını istemek, (birine) kan kusturmak çok eziyet çektirmek: "Fakat sonra bana haftalarca kan kusturdunuz dedim." -R. N. Güntekin. kan kaybetmek 1) herhangi bir sebeple vücuttan çok kan akmak: "Kadın o kadar kan kaybetmiş ki az daha ölecekmiş." -M. Ş. Esendal. 2) mec. güçsüzleşmek, etkisini kaybetmek, kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek çok eziyet çektiği hâlde durumunu iyi göstermek, kan olmak insan öldürülmek, (aralarında) kan olmak aralarında kan davası bulunmak, (vücudun bir yerine) kan oturmak bir damarın çatlamasıyla sızan kan, dokular arasına akıp kalmak, kan revan içinde (kalmak) her yanı kana bulanmış: "Öteki arkadaşların kan revan içinde sağa sola fırlatıldıklarım müşahede ettim." -A. İlhan. "Çıplak ayağım kem revan içinde kaldıkça öbürüne bakıp şükredeceğim." -S. Çokum. kan tere batmak kan ter içinde kalmak: "Yaptığınız yürüyüş, başka zamanlarda kan tere batmadan yapılacak işlerden değildir." -R. N. Güntekin. kan ter içinde (kalmak) çok terli, yorgun ve perişan bir durumda (kalmak): "Yüzüne çarpan sıcak bir dumanın ortasında, kaptanla çımacıyı yere çömelmiş, kan ter içinde uğraşırken gördü." -H. Taner, kan tutmak 1) kan gördüğünde bayılmak; 2) şok geçirmek, kan vermek 1) hastaya, yaralıya kan aktarmak; 2) kan nakli için kan aldırmak. kan yürümek bir organda aşırı kan birikmek, kana boyamak (veya bulamak) kan içinde bırakmak: "Ondan on beş yıl sonra, Feriye sarayını kana boyayan ve zavallı babacığımın felaketine sebep olan faciayı..." -Y. K. Karaosmanoğlu. kana susamak öldürme hırsı duymak, kanı donmak donakalmak, çok şaşırmak, kanı ısınmak birine karşı yakınlık duymak: "Kanları çabuk ısındı birbirine." -N. Cumalı, kanı içine akmak derdini dışa vuramamak, kam kanla yutnazlar, kanı suyla yurlar kötülük, kötülük yapılarak düzeltilmez, ancak iyilik yapılarak ortadan kaldırılır, kanı kaynamak coşkun ve kıpırdak olmak: Çocuğun kanı kaynıyor, (birine) kanı kaynamak çabucak sevgi duymak: "Sonra da kanları kaynamıştı bu genç, yakışıklı ve zeki çocuğa." -Ç. Altan. kanı kurumak 1) çok usanmak, çok bıkmak; 2) mec. bitkin, yorgun, cansız duruma düşmek, kanı sulanmak kansızlığa uğramak, kanı temizlenmek öldürülenin arkasından, öldüren kişi veya yakınlarından birini öldürerek öç almak, kanma dokunmak çok sinirlenmek "Bırak Allahını seversen müdür bey! Bazen kanıma dokunuyor vallaha. Sen onun oruçlu olduğuna inanıyor musun?" -H. Taner, (birinin) kanına ekmek doğramak 1) birinin ölümüne yol açarak sevinmek; 2) birini küçük düşürmek, birine zarar vermek. kanına girmek 1) birini öldürmek veya öldürtmek: "Kanıma gireceksiniz, ama ne yapalım siz sağ olun." -R. N. Güntekin. 2) bir kızın kızlığını bozmak, (kendi) kanma susamak belasını aramak: "Ben onun kanına susadım diyor, başka bir şey demiyor." -Y. Kemal, (bir şeyin) kanını emmek insafsızca sömürmek: "Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üzerine attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun." -Y. K. Karaosmanoğlu. kanını içine akıtmak sıkıntısını belli etmemek. kanım kaynatmak heyecanlandırmak, coşturmak: "Görenin kanım kaynatan bir tadı vardı duruşunun, bakışının." -Y. Kemal, (birinin) kanını kurutmak canından bezdirmek, (birinin) kanını yerde koymak birini öldüreni ölümle cezalandırmamak: "Oğlum Halil'in kanım yerde koyarsanız bu dünyada da, öteki dünyada da ak sütüm size haram olsun." -Y. Kemal, kanıyla ödemek yaptığının cezasını hayatıyla ödemek.
→ kan akçesi, kan aktarımı, kanayaklı, kan bağı, kan bankası, kan basıncı, kan bilimi, kan çıbanı, kan davası, kan doku, kan dolaşımı, kan grubu, kan kanseri, kan kardeşi, kankırmızı, kan kırmızı, kan nakli, kan otu, kan pahası, kan parası, kan plazması, kan portakalı, kan taşı, kan zehirlenmesi, kana kan, kant ayaklı, kam bozuk, kanı sıcak, ak kan, ak kan yangısı, kirli kan, saf kan, temiz kan, kardeşkanı, kardeş kam, tavşankanı
kana is. (ka'na) İt. canna den. Geminin çektiği suyu göstermek için baş ve kıç bodoslamaları üzerine konulan işaretler.
kanaat, -ti is. (kana:at) Ar. kana'at 1. Elindekinden hoşnut olma durumu, kanıklık, yeter bulma, yetinme, fazlasını istememe, doyum. 2. Kanma, inanma: Sınıfım geçeceğine kanaatim yok. 3. Kanış, kanı, inanç, düşünce: "Biz kanaatlerimizi açık söyleriz." -E. İ. Benice, kanaat etmek yetinmek: "Halk, gördüklerine kanaat ederek ve oyunun bittiğini anlayarak memnun, sessizce tiyatroyu boşalttılar." -M. Ş. Esendal. kanaat getirmek kanmak, aklı yatmak, inanmak: "Artık Kâmuran'ın ömrümün en büyük aşkı, geleceğime bir tek hâkim kudret olduğuna kanaat getirdim." -H. E. Adıvar.
→ kıt kanaat
kanaatkar sf. (kana:atkâ:r) Ar. kanâ'at + Far. -kâr Azla yetinen, elindeki ile yetinen, kanık, kanaatli, yetingen.
kanaatkârlık, -ğı is. Azla yetinme durumu, kanıklık, yetingenlik.
kanaatli sf. Kanaatkar,
kanaatsiz sf. Elindeki ile yetinmeyen.
kanaatsizlik, -ği is. Kanaatsiz olma durumu.
Kanada geyiği is. zool. Kuzey Amerika'da yaşayan iri gövdeli geyik türü (Cervus Canadensis).
Kanada kavağı is. bot. Kuzey Amerika'da yetişen uzun bir kavak türü.
Kanadalı öz. is. Kanada halkından olan kimse.
kanadiyen is. Fr. canadienne 1. Kanadalı tuzak avcılarının ceketlerine benzeyen içi kürklü veya pamuklu, şal yakalı, kemerli kruvaze ceket. 2. Yaz aylannda giyilen bol ve geniş dikimli astarsız hafif ceket.
kana kan is. Kısasa kısas, kana kan istemek kısas yapılmasını istemek.
kan akçesi is. huk. esk. Birini yaralayandan alınıp yaralanana veya öldürenden alınıp ölenin mirasçılarına verilen para.
kan aktarımı is. tıp Hasta veya yaralıya, kendi veya uygun bir kan grubundan damar yoluyla kan verme, kan nakli, transfüzyon.
kanal is. Fr. canal 1. Bazı bölgeleri sulamak, kurutmak amacıyla veya gemilerin işlemesine elverişli, insan eliyle açılmış su yolu: Süveyş Kanalı. Panama Kanalı. 2. Telefon, telgraf, televizyon vb. araçlarla iletişimi sağlayan yol, hat. 3. Tahtanın liflerine dik yönde açılan kırlangıç kuyruğu biçimli girinti. 4. anat. İçinden damar, sinir veya bir sıvı geçen yol. 5. coğ. İki kıyı arasındaki dar ve derin deniz: Mozambik Kanalı.
→ atarkanal, yerel kanal, hava kanalı, öd kanalı, reçine kanalı, yarım daire kanalları
kanalcık, -ğı is. 1. Küçük kanal. 2. Bir organizmadaki küçük kanal.
kanalcıklı sf. Kanalcığı olan: Önde hava kanalcıktı disk ile arkada da kampana kullanılmış.
kanalet is. Fr. canalette Küçük kanal.
kanalıyla zf. (kanah'yla) Bir kimse veya bir şey aracılığıyla, yoluyla, eliyle.
kanalizasyon m, Fr. canalisation Pis ve atık suların özel kanallar aracılığıyla belli merkezlerde toplanıp atılmasını sağlayan sistem, lağım döşemi, şebeke: "Az kalsın kanalizasyona gidecektim, bağırıyorum bağırıyorum işiten yok." -S. F. Abasıyanık.
kanama is. Kanamak işi, nezif: "Burun kanaması, diş kırılması, ötede beride ufak tefek sıyrıklar ve şişler." -R. N. Güntekin.
→ beyin kanaması
kanamak (nsz) 1. Vücudun herhangi bir yerinden kan akmak, kan gelmek, kan kaybetmek. 2. mec. Manevi acılar yeniden etkisini duyurmak, depreşmek, kanayan yara olmak sürekli sıkıntı, üzüntü ve zarar veren bir durumda olmak.
kanamalı sf. Kanaması olan: Kanamalı bir hasta.
kanara is. Ar. kinnâre esk. Kesimevi, mezbaha.
kanarya is. (kana'rya) îsp. canario zool. İspinozgillerden, yeşilimsi veya san tüylü, koni biçiminde küçük gagalı, ötücü kuş (Serinus canaria).
→ kanarya çiçeği, kanarya otu
kanarya çiçeği is. bot. Çan çiçeğigillerden, sarı renkli bir çiçek (Tropaeolum peregrinum).
kanaryalık, -ğı is. Kanarya yetiştirilen yer.
kanarya otu is. bot. Çuha çiçeğigillerden, tohumları kafes kuşlarına yem olarak verilen bir bitki (Ahine media).
kanasta is. îsp. canasta Bir tür kâğıt oyunu.
kanat, -di is. 1. Kuşlarda ve böceklerde uçmayı sağlayan organ: "Kuşun kanatlarını kısıp bir taş parçası gibi yere süzüldüğü gözümün önündedir." -M. Ş. Esendal. 2. Balıklarda yüzgeç. 3. Bir uçağın havada durmasını sağlayan taşıyıcı aerodinamik güçlerin etkilediği yatay yüzey. 4. Kapı, pencere, dolap gibi dikine açılıp kapanan şeylerin kapağı: "Bir müddet kapı kanatlarının kenarlarım okşarcasına yokladı." -Y. K. Karaosmanoğlu, 5. Yan, taraf: Perde kanadı. 6. Meclis, parti vb. topluluklarda düşünce yönünden özellik gösteren taraflardan her biri: Partinin sol kanadı. 7. Fırıldak biçiminde olan şeylerde kol: Yel değirmeni kanadı. Pervane kanadı. 8. Angıç. 9. ask. Savaş düzenindeki ordunun iki yanından her biri, cenah: Ordunun sağ kanadı. 10. sp. Futbol, hentbol vb. takım oyunlarında hücum hattının sağ ve sol uçlarında yer alan oyuncular, (birine) kanat açmak birini korumak, himaye etmek, kanat alıştırmak bir işe alışmaya çalışmak, kanat çırpmak 1) uçmak; 2) kanatlarını hareket ettirmek; 3) yeni bir başlangıç yapmak, (birini) kanadı altına almak (veya birinin üstüne) kanat germek korumak, himayesine almak: "Yazarları, ressamları, müzikçileri kanatlarının altına alan krallar, padişahlar elbette hesaba sığmaz."-S. Birsel
→ çakırkanat, kın kanat, kızılkanat, sağ kanat, sarıkanat, burun kanadı, kazkanadı, kuşkanadı, pencere kanadı
kanata is. (kana'ta) ît. canetta Ağzı geniş, tek kulplu su kabı.
kanatçık, -ğı is. 1. Küçük kanat. 2. bot. Baklagillerin çiçek tacında bulunan, yan iki taç yapraktan her biri. 3. zool. Kuşların başparmak ve birinci parmak kemiklerine bağlı teleklerinin bütünü.
kanatış is. Kanatma işi veya biçimi.
kanatlandırma is. Kanatlandırmak işi.
kanatlandırmak (-i) Çok sevinmesine sebep olmak: "Okşayıcı gözlerle çocuk gönüllerimizi kanatlandırıyordu." -Y. Z. Ortaç.
kanatlanış is. Kanatlanma işi veya biçimi.
kanatlanma is. Kanatlanmak işi.
kanatlanmak (nsz) 1. Uçmaya başlamak. 2. Uçmak, kanat açmak: "Hatice, Nahifin beklemediği bir anda yürüdü, ayakları yerden kesilecek, kanatlanacakmış gibiydi." -T. Buğra, 3. mec. Çok sevinmek: "Nasıl coşuyor, nasıl kanatlanıyordu anlatırken." -Y. Z. Ortaç.
kanatlı sf. Kanadı olan: "Senelerden beri leylek görmüyorum. Hatta bu kanatlı yaz seyyahlarının son senelerde İstanbul'a rağbetleri az." -A. Haşim.
→ eş kanatlı, cam kanatlılar, çift kanatlılar, düz kanatlılar, eş kanatlılar, iki kanatlılar, kın kanatlılar, pul kanatlılar, sinir kanatlılar, yarım kanatlılar, zar kanatlılar
kanatlılar ç. is. zool. Böceklerin kanatlı olanlarını içine alan alt smıf.
kanatma is. Kanatmak işi.
kanatmak (-i) Kanamasına yol açmak veya kanamasını sağlamak: "... biraz evvel kurdeleyi kestiği makasla oynarken parmağını kanamıştı." -R. N. Güntekin.
kanatsız sf. Kanadı olmayan.
kanatsızlar ç. is. zool. Böcekler sınıfının kanatsız olan en ilkel biçimlerini kapsayan alt sınıfı.
kanava is. (kcma'va) İt. bk. kanaviçe.
kanaviçe is. (kanavi'çe) ît. canovaccio 1. El işleri için kullanılan seyrek dokunmuş keten bezi. 2. Bu bezin üzerine yapılmış olan işleme. 3. Çuval olarak kullanılan kendirden veya kenevirden yapılmış seyrek bez.
kanayaklı sf. 1. Çaresiz, zavallı. 2. Yoksul. 3. is. mec. Kadın.
kanayış is. Kanama işi veya biçimi.
kan bağı is. Aynı soydan gelme durumu.
kan bankası is. tıp Gerektiğinde hastalara aktarmak için sağlam kimselerden alınan kanların saklandığı yer.
kan basıncı is. tıp Tansiyon.
kan bilimci is. tıp Kan bilimi uzmanı, hematolog.
kan bilimi is. tıp 1. Kanın morfolojik, fizyolojik, kimyasal ve genetik açıdan incelenmesi. 2. Kan hastalıkları bilimi, hematoloji.
kanbiyit is. Fr. canbyte jeol. Hidratlı doğal demir silikat.
kanca is. (ka'nca) ît. gancio Bir şey çekmeye yarar, ucu çengelli demir çubuk, kancayı takmak (veya atmak) bir kimsenin kötülüğü için uğraşmak.
→ kancabaş
kancabaş is. Altı veya sekiz çift kürekle çekilen, dar, uzun bir çeşit kayık.
kancaci is. Metal zincir imalatında palet zincirlerinin ucundaki baklalarına özel kanca takan kimse.
kancalama is. Kancalamak işi.
kancalamak (-i) 1. Kancayı bir şeye takmak. 2. Kancayı atıp çekmek. 3. mec. Bir kimse veya şeyin üzerine bıktıracak kadar düşmek.
kancalanma is. Kancalanmak durumu.
kancalanmak (nsz, -e) Kanca ile tutulmak, kancaya takılmak.
kancalı sf. Kancası olan.
→ kancalı iğne, kancalı kurt
kancalı iğne is. Çengelli iğne.
kancalı kurt, -du is. zool. İpsiler familyasından, 10 mm boyunda, ağzı çift çengelli, ince bağırsaklarda yaşayan asalak solucan.
kancasız sf. Kancası olmayan.
kancık, -ğı is. 1. Hayvanlarda dişi. 2. sf. mec. Dönek, güvenilmez. 3. hlk. Kadın.
kancıkça zf. (kancı'kça) Döneklik ederek, gizlice kötülükte bulunarak.
kanaldık, -ğı is. 1. Kancık olma durumu. 2. mec. Kancıkça davranış: "Kahramanlıkları bir kaba ihtiras, yiğitlikleri bir kancıklık olabilîrdi." -T. Buğra, kancıklık etmek (veya yapmak) döneklik, kalleşlik etmek.
kancıl is. biy. Kanda yaşayan asalak.
kancur is. zool. İzmarit balığının küçüğü.
kan çıbanı is. tıp Kıl kökünden başlayarak deri altı dokusunu saran ve deride şişkinlikle beliren irinli kabartı.
kançılar is. İt. cancelliere Elçiliklerde, konsolosluklarda yazı ve evrak işlerini yürüten görevli.
kançılarlık, -ğı is. 1. Kançılar eliyle yönetilen işler. 2. Bu işlerin görüldüğü yer.
kançılarya is. İt. cancelleria 1. Elçilik ve konsolosluklarda yönetimle ilgili görevlilerin bütünü. 2. Bu görevlilerin çalıştığı yer: "Terbiyeli, fakat kançılarya işlerinden bihaber bir genç." -R. H. Karay.
kandamlası is. bot. Asya ve Avrupa'da ılıman bölgelerde yetişen kırmızı veya sarı çiçekli otsu bir bitki (Adonis).
kandaş sf. Aynı kanı taşıyan, aynı soydan olan: "Asırlarca birbirlerinden ayrı yaşayan kandaşlar..." -F. R. Atay.
kandaşlık, -ğı is. Kan birliği, soy birliği.
kan davası is. sos. İki aile arasında geçmişte, aralarında cinayetten, kan akmış olmaktan veya başka bir sebepten oluşmuş düşmanlık.
kandela is. (kandelâ) İt. candela fiz. Mum.
kandıra ağacı is. bot. Mine çiçeğigillerden, güzel kokulu bir süs bitkisi (Lipia citriodora).
kandıra otu is. bot. Buğdaygillerden, çok yıllık, sürünücü, otsu bir bitki (Calamagrostis).
kandırıcı sf. 1. İnandırıcı. 2. Aldatıcı. 3. İçme isteğini giderici.
kandırıcılık, -ğı is. Kandırıcı olma durumu,
kandırılış is. Kandırılma işi veya biçimi.
kandırılma is. Kandırılmak işi.
kandırılmak (nsz) Kandırma işi yapılmak.
kandırış is. Kandırma işi veya biçimi.
kandırma is. Kandırmak işi.
kandırmaca is. Kandırmak amacıyla yapılan düzen.
kandırmak (-i) 1. Kanmasını sağlamak, inandırmak, ikna etmek: "Bu arkadaşları da ben kandırdım." -S. F. Abasıyanık. 2. Aldatmak: "Kızcağızı yaşadığı muhitteki sabıkalılar kandırarak bir şebekeye sokmuş." -R. H. Karay. 3. İçme, yeme isteğini karşılamak.
kandidoz is. Fr. candidose Pamukçuk.
kandil is. Ar. kindi! 1. İçinde sıvı bir yağ ve fitil bulunan kaptan oluşmuş aydınlatma aracı: "Gece kandili birdenbire sönmüş, oda zifirî karanlık kesilmişti." -Ö. Seyfettin. 2. Kandil gecesi. 3. argo Çok sarhoş, kandilin yağı tükenmek hayat sona ermek, ölmek.
→ kandil çiçeği, kandil çöreği, kandil gecesi, kandil günü, kandil simidi, kandil yağı, gökkandil, körkandil, kör kandil, top kandil, Berat Kandili, idare kandili, metyemanakandili, Mevlit Kandili, Miraç Kandili, Regaip Kandili
kandilci is. esk. 1. Cami ve minarelerin kandillerini yakan kimse. 2. Kandil yapan veya satan kimse.
kandilcilik, -ği is. Kandilci olma durumu.
kandil çiçeği is. bot. Civanperçemi.
kandil çöreği is. Kandil günlerinde yapılıp satılan çörek.
kandil gecesi is. Müslümanlarca kutsal sayılan ve kutlanan berat, miraç, regaip ve kadir geceleri: "Kandil geceleri bu velilerin yerleri mumlarla donanırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kandil günü is. Kandil gecesinden önceki gün.
kandilisa is. den. Yelkenleri yerlerine çekmekte kullanılan halatların genel adı.
kandilleşme is. Kandilleşmek işi.
kandilleşmek (nsz, -le) Birbirinin kandil gününü kutlamak.
kandilli sf. 1. Kandili olan. 2. argo Çok sarhoş.
→ kandilli küfür, kandilli selam, kandilli temenna, geçmişi kandilli, ölüsü kandilli
kandillik, -ği is. 1. Kandillerin konulduğu yer. 2. sf. Kandil günü ile ilgili.
kandilli küfür, -frü is. hlk. İşitilmedik, çok ağır sövgü.
kandilli selam is. El etek öperek, yerlere kadar eğilerek verilen selam, kandilli temenna.
kandilli temenna is. Kandilli selam: "Her gün omuz silkmekle geçen aşinalar şimdi kandilli temennalarla yerlere kadar eğilerek..." -Ö. Seyfettin.
kandil simidi is. Kandil günlerinde yapılıp satılan simit.
kandîlsiz sf Kandili olmayan.
kandil yağı is. Kötü cins zeytinyağı.
kan doku is. anat. Plazması ve taşıdığı yuvarlar bakımından bir doku gibi görünen kan.
kan dolaşımı is. anat. Kalbin sürekli olarak kasılıp gevşemesiyîe kan ve lenfin damarlar içinde durmadan yer değiştirmesi, dolaşım, deveran, deveranıdem.
→ büyük kan dolaşımı, küçük kan dolaşımı
kanepe (I) is. (kane'pe) Fr. canape Birkaç kişinin oturabileceği genişlikte koltuk, çekyat: "Kanepe ile koltuklardan ikisini indirir, aşağıya çekidüzen veririz." -R. H. Karay.
kanepe (II) is. (kane'pe) Fr. canape Genellikle çay ve kokteyller için hazırlanan, peynir, sucuk, salam vb. şeylerle süslenen çok küçük ekmek.
kangal (I) is. Yun. 1. Tel, kurşun boru gibi uzun ve bükûlebilir şeylerin halka biçiminde sanlmasıyla yapılan bağ. 2. Bu biçimde bükülmüş şeylerin her bir halkası: "Beş arkadaş, boyunlarına tel ve ip kangalları geçirmiş... " -R. N. Güntekin.
kangal (II) is. hlk. Deve dikeni.
Kangal köpeği is. zool. Anadolu'da Sivas bölgesinde yetiştirilen, burnu ve ağzı siyah, kulakları düşük, kuyruğu sırtına doğru düzgün kıvrım yaparak duran ve çok tutulan bir tür köpek.
kangallama is. Kangallamak işi.
kangallamak (-i) Kangal durumuna getirmek.
kangallanma is. Kangallanmak işi.
kangallanmak (nsz) Kangal durumuna getirilmek.
kangren is. Fr. gangrene tıp Vücudun bir yerindeki dokuların ölmesi: "Onun bacağını kangren tehdit edip de tecrit ettiğimiz vakit daha iyi tanıdım onu." -H. E. Adıvar. kangren olmak 1) vücudun bir yerindeki dokular ölmek; 2) mec. kangrenleşmek.
kangrenleşme is. Kangrenleşmek işi.
kangrenleşmek (nsz) 1. Kangren olmak. 2. mec. Bir durum veya iş düzelmeyecek duruma gelmek, uzamak.
kangrenleştirme is. Kangrenleştirmek durumu veya biçimi.
kangrenleştirmek (-i) Kangren durumunun ortaya çıkmasına sebep olmak.
kangrenli sf. Kangreni olan: "Ayağın bilhassa parmak nahiyeleri kangrenli uzuvlara has morumtırak bir büzülme arz ediyorlardı." -H. Taner.
kan grubu is. Bireyde seram ve alyuvarların taşıdığı antijen veya antikorların türüne göre ayırıcı özellikler taşıyan grup.
kanguru is. (ka'ngru) Fr. kangourou zool. Kangurugillerden, Avustralya'da yaşayan, iri, otçul, memeli, ön ayaklan kısa, art ayakları ile kuyruğu uzun ve güçlü, başı küçük, dişisinin karnında yavrularını taşıyacak bir kesesi bulunan keseli hayvan (Macropus giganteus).
kangurugiller ç. is. zool. Memelilerden, sıçrayıcı, keseli hayvanlar familyası.
kanı is. İnanç, düşünce, kanaat: "Ahlakın da iyiliğe değil, güce dayandığı kanısındadır." -S. Birsel, kanısında olmak inancında olmak, kanaatinde olmak, kanıya varmak belli bir kanı edinmiş olmak.
kanı ayaklı sf. Evli kadın: "Aynı anda nice analar kan ağlıyor, nice kam ayaklılar dul, nice saçı bitmedikler yetim kalıyordu." -H. R. Gürpınar.
kanı bozuk, -ğu sf. Soysuz (kimse).
kanık, -ğı sf hlk. 1. Kanaatkar. 2. Tokgözlü.
kanıklarıma is. Kanıklanmak işi.
kamklanmak (-le) hlk. Edindiği bir şeyi yeter bulmak, yetinmek, kanaat etmek.
kanıklık, -ğı is. Elindekinden hoşnut olma durumu, kanaat, kanaatkârlık.
kanıkma is. Kanıkma işi,
kanıkmak (-e) hlk. Kanmak, gönlü kanmak.
kanıksama is. Kanıksamak işi.
kanıksamak (-i) 1. Çok tekrarlama sebebiyle etkilenmez olmak, alışmak: "Beriki zaten kanıksadığı cefakâr bir yaşamı kabullenmiş, sürdürüp götürmektedir." -H. Taner. 2. Bıkkınlık getirmek, usanmak.
kanıksayış is. Kanıksama işi veya biçimi.
kanırma is. Kanırmak işi.
kanırmak (-i) Bir şeyi eğip zorlayarak yerinden çıkarmak veya çıkarmaya çalışmak: Ağacın dalım kanırmak. Çiviyi kanırmak.
kanırtma is. Kanırtmak işi.
kanırtmaç, -cı is. Bir şeyi kanırmak için kullanılan değnek veya araç, bir tür kaldıraç.
kanırtmak (-i) Büküp zorlayarak yerinden oynatmak: Kazığı kanırtmak.
kanı sıcak, -ğı sf Sevimli, kendini çabuk sevdiren (kimse).
kanış is. 1. Kanı, kanaat. 2. Aldanış, kanma.
kanıt is. 1. Bir şeyin doğruluğu, gerçekliği konusunda kanaat verici belge, delil, iz: "Kanıtı gazetenin ikinci sayfasındaki damızlık haberiydi." -Ç. Altan. 2. huk. Anlaşmazlık konusu olan şeyde, yargıcın kanılarını oluşturan şey, delil. 3. man. Sonurguya ulaşan bir uslamlamanın dayandığı gerçek, delil.
kanıtlama is. Kanıtlamak işi.
kanıtlamak (-i) Bir şeyin gerçekliğini kanıtla ortaya koymak, ispat etmek.
kanıtlandırma is. Kanıtlandırmak işi.
kanıtlandırmak (-i) Bir düşünceyi, bir savı yeterli delillerle doğrulamak, belgelemek ve açıklamak.
kanıtlanış is. Kanıtlanma işi veya biçimi.
kanıtlanma is. Kanıtlanmak işi.
kanıtlanmak (nsz) Kanıtlama işi yapılmak, ispat edilmek.
kanıtlı sf. Kanıtla gösterilmiş, müdellel.
kanıtsama is. Kanıtsamak işi.
→ savı kanıtsama
kanıtsamak (-i) Kanıt, belge veya delil olarak kabul etmek.
kanı t sız sf Kanıtı olmayan.
kani sf. (ka:nk) Ar. kani' esk. Kanmış, inanmış, kani olmak inanmak, kanmak: "Şahsi vaziyetini kabil olduğu kadar iyileştirmek lüzumuna kuvvetle kani idi." -A. Ş. Hisar.
kaniş is. Fr. caniche zool. Uzun, kıvırcık tüylü bir cins köpek: "Köpek siyah beyaz karışık uzun tüylü bir kaniş, kedi kaplan postlu, yeşil gözlü bir tekir." -Ö. Seyfettin.
kanka is. tkz. Kan kardeşi.
kankan is. Fr. cancan Kadınların oynadığı hareketli bir Fransız dansı.
kan kanseri is. tıp Kanda akyuvarların olağanüstü çoğalmasıyla beliren bir hastalık, lösemi.
kan kardeşi is. Birbirlerinin kanım emerek veya yalayarak ant içmek yoluyla kardeş olanlardan her biri, ant kardeşi, kanka: "Gödene muhtarının kızıyla kan kardeşi olduk, dedi." -N. Cumalı.
kankırmızı sf. Üstün, yaman: "İhtiyarlığına tesadüf eden bu son nesil kankırmızı çıkmış, ötekilere rahmet okutmuştu." -R. N. Güntekin.
kan kırmızı sf. Çok kırmızı.
kankurutan is. bot. Adamotu.
kanlama is. Kanlamak işi.
kanlamak (-i) Kana bulamak.
kanlandırma is. Kanlandırmak işi.
kanlandırmak (-i) Kanlanmasını sağlamak.
kanlanma is. Kanlanmak işi.
kanlanmak (nsz) 1. Kan bulaşmak: Sargı kanlandı. 2. Kam çoğalmak. 3. Bir organda kan birikmek: "Kanlanan gözlerinden sıcak yaşlar akıyor, heyecan ve yorgunluğundan nefesi tıkanıyordu." -Ö. Seyfettin.
kanlı sf. 1. Kan bulaşmış: "Kanlı eğeyi mi saklamışlardı, başka bir delil mi?" -R. H. Karay. 2. Kam olan. 3. Kan dökülmesine sebep olan: "Bu savaş çok kanlı olacak, beyler." -T. Buğra. 4. İsteyerek kan dökmüş olan (kimse), hunriz, katil. 5. Kanlanmış olan: Kanlı göz. 6. Kan davasında taraf olan: "Oğlumun kanlısı Abbas kâfiri değil, oğlumun kanlısı Eşme'dir." -Y. Kemal. 7. tıp Kam yoğun olan, demevi: Kanlı adam. kanlı gömlek gizlenemez bazı kötü şeylerin gizlenmesi mümkün değildir, kanlı yaş (veya yaşlar) dökmek büyük üzüntüyle ağlamak, (birinin) kanlısı olmak birinin katili olmak: "Ananın kanlısı olmak, ölünceye kadar ateşten gömlek giymektir." -Y. Kemal.
→ kanlı basur, kanlı bıçaklı, kanlı canlı, kanlı katil, ağırkanlı, delikanlı, serinkanlı, sıcakkanlı, soğukkanlı
kanlı basur is. tıp Dizanteri.
kanlı bıçaklı 'sf. Birbirlerini öldürecek kadar düşman olan (kimse): "Enişte bey, siz Kalender 7e kanlı bıçaklı denecek derecede korkunç bir şekilde dargındınız." -H. R. Gürpınar, kanlı bıçaklı olmak aralarında herhangi bir sebepten dolayı birbirini öldürecek kadar düşmanlık bulunmak.
kanlı canlı sf. Sağlıklı, sapasağlam, vücut sağlığı yüzünden belli olan (kimse).
kanlı katil is. Çok insan öldürmüş veya birini vahşice öldürmüş kimse: "Bir kanlı katile yataklık yapmış gibi pişmanlık duyuyordu." -P. Safa.
kanlılık, -ğı is. Kanlı olma durumu.
→ ağırkanlılık, delikanlılık, serinkanlılık, sıcakkanlılık, soğukkanlılık
kanma is. Kanmak işi,
kanmak, -ar (-e) 1. Söylenilen sözün, anlatılan konunun doğruluğuna inanmak. 2. Tatlı sözlere aldanmak. 3. Bir gereksinimini, bir isteğini yeteri kadar karşılamış olmak, doymak: "Siz bile bu şekil, renk, koku zenginliğine kanmış ve yorulmuş ruhunuzla..." -R. N. Güntekin. 4. Yetinmek, iktifa etmek: "Odalarının keçeleri üstüne serilmiş seccadelerde bazen namaz kılmakla kanmayarak çoraplarını çıkarır." -A. H. Tanpınar.
kanmazlık, -ğı is. İhtiyacını veya isteğini yeteri kadar karşıladığı hâlde yeterli bulmamak: "Ve garip kişisi köyün, avucunda / Yağmur içiyor bir kanmazlık içinde." -A. M. Dranas.
kan nakli is. Kan aktarımı.
kano is. Fr. canot Kürekle yürütülen dar, uzun, hafif tekne: "Yelkensiz ve dümensiz kotra, şimdi bir kano sürati ile hareket ediyordu. " -A. Gündüz.
kanon is. Fr. canon müz. Eşit aralıklarla ilerleyen ancak birlikte değil, art arda duyulan iki veya daha çok sesin birbirini sürekli taklit etmesiyle oluşan bütün.
kanotiye is. Fr. canotier Düz kenarlı şapka.
kan otu is. bot. Gelincikgiller familyasından kan kırmızı renkte çok yıllık zehirli bir bitki.
kan pahası is. Diyet, kanı pahasına yaralanmayı veya ölümü göze alarak.
kan parası is. Diyet.
kan plazması is. anat. Kanın hücreler arası sıvı maddesi.
kan portakalı is. İçi kırmızı bir portakal türü.
kama is. bk. konsa.
kanser is. Fr. cancer tıp Bir organ veya dokudaki hücrelerin düzensiz olarak bölünüp çoğalmasıyla beliren kötü urların yol açtığı hastalık, amansız hastalık, incitmebeni, dokunmabana: "Doktorlar, kendisinde ilerlemiş bir kanser bulmuşlardır." -F. R. Atay.
→ kanser bilimî, kan kanseri, kemik kanseri
kanser bilimi is. tıp Kanser hastalıklarını inceleyen tıp dalı, kanseroloji.
kanserleşme is. Kansere dönüşme.
kanserleşmek (nsz) Kansere dönüşmek, kanser durumunu almak.
kanserleştirme is, Kanserleştirmek durumu.
kanserleştirmek (-i) Bir organı kanser durumuna getirmek.
kanserli sf. 1. Kanser niteliğinde olan: Kanserli ur. 2. Kansere yakalanmış.
kanserojen is. Fr. cancerogene tıp Kanser yapıcı.
kanseroloji is. Fr. cancerologie tıp Kanser bilimi.
kanserolojik, -ği sf. Fr. cancerologiaue tıp Kanser bilimi ile ilgili.
kan serumu is. tıp Kanın çökmesinden sonra üstünde kalan sıvı kısmı.
kansız sf. 1. Kanı olmayan. 2. Kan dökmeden yapılan: Kansız ihtilal. 3. tıp Kanı az olan, çok kan kaybetmiş olan, anemik. 4. mec. Duygusuz ve korkak.
→ kansız ameliyat, kansız cansız
kansız ameliyat is. tıp Kanama olmayacak derecede kan dolaşımı dondurularak gerçekleştirilen ameliyat.
kansız cansız sf Kanı az olan, zayıf, bitkin (kimse).
kansızlaşma is. Kansızlaşmak işi.
kansızlaşmak (nsz) Kanı azalmak, kansız kalmak.
kansızlık, -ğı is. 1. tıp Kanda alyuvar sayısının ve hemoglobin miktarının azalmasından ileri gelen bir hastalık dutumu, anemi. 2. mec. Duygusuzluk, korkaklık. 3. mec. Soysuzluk,
kant is. Ar. kand Şeker ve limonla içilen sıcak su.
kantar is. Ar. kintâr 1. Ağırlık sıfırken yatay duran bir kaldıraç koluna dik olarak tutturulmuş bir ibrenin sapmasıyla kütleleri tartan araç. 2. Tartılacak kütle alttaki çengele takıldığında sarmal bir yaya bağlı olan ve normal olarak sıfırı gösteren bîr okun, yanlarda gösterilmiş ağırlık birimleri hizasına gelmesiyle kütle ağırlığını belirleyen bir tür tartı aleti, el kantarı. 3. Baskül. 4. esk. 56,452 kg ağırlığında veya kırk dört okkalık bir ağırlık ve sığa birimi: İki kantar kireç. kantara çekmek (veya vurmak) 1) bir şeyi tartmak; 2) mec. birini sınamak, kantarın topunu kaçırmak ölçüyü kaçırıp aşırı davranmak.
→ kantar ağası, kantar kabağı, kantar kolu, kantar topu, kantarı belinde, el kantarı
kantar ağası is. tar. Çarşı ve pazarlarda tartı araçlarını denetleyen görevli.
kantarcı is. 1. Kantar yapıp satan kimse. 2. Kantarda tartan kimse. 3. Çarşıya, pazara getirilen şeyleri tartıp vergisini toplayan görevli.
kantarcılık, -ğı is. Kantarcının yaptığı iş.
kantarı belinde sf. Gözü açık, aldatılmaz (kimse).
kantariye is. (kantaıriye) Ar. kintâriyye esk. Çarşıya, pazara getirilen şeylerden alınan tartı vergisi.
kantar kabağı is. bot. Su kabağı.
kantar kolu is. Üzerinde kantar topunun bulunduğu ve hareket ettiği demir çubuk.
kan tarlanı a is. Kantarlamak işi.
kantarlamak (-i) 1. Kantarla ağırlığını ölçmek. 2. mec. Düşünüp taşınmak. 3. mec. Birini denemek, sınamak.
kantarlı sf. argo "Ağır sövgü" anlamına gelen kantarlı küfür, "ağır bir biçimde sövmek" anlamına gelen kantarlıyı savurmak deyimlerinde geçen bir söz.
kantarlık, -ğı sf. Kantar ölçüsünde olan: İki kantarlık odun.
kantarma is. Azılı atları zapt etmek için dillerini bastıracak biçimde yapılmış demir araç: "Gururu okşanılan bir erkek ise ağzına kantarma geçirilmiş bir küheylan kadar âcizdi, elinizde esirdir." -H. C. Yalçın.
kantaron is. Yun. bot. 1. Kızılkantarongillerden, hekimlikte kullanılan, sarı çiçekli, acı köklü, küçük bir bitki (Gentiana lıttea). 2. Bileşikgillerden, san, mavi, kırmızı çiçekli türleri bulunan otsu bir bitki (Centaurea). Bu cinsin tahıl tarlalarında sık rastlanan mavi çiçekli bir türü, peygamber çiçeği, belemir (Centaurea cyanus).
→ kızılkantaron, mavikantaron
kantar topu is. Kantarda bir ağırlık tartılırken dengeyi sağlayan, kantar kolu üzerinde hareket ettirilebilen metal küre.'
kan taşı is. min. Kırmızı veya esmer renkte olan doğal demir oksidinden oluşan, yaralardan akan kanı durdurmak için kullanılan bir mineral, hematit.
kantat is. Fr. cantate Kahramanlık ve din konularında yazılıp bestelenen şiir veya bu şiirin orkestra eşliğindeki tek veya çok sesli bestesi.
Kantçı sf. Kant'ın felsefesine ilişkin veya Kant felsefesi yanlısı olan.
Kantçılık, -ğı is. Kant felsefesi öğretisi.
kantin is. Fr. cantine 1. Kışla, fabrika, okul vb. yerlerde yiyecek ve içecek maddelerinin satıldığı yer. 2. Bu gibi kurumlarda işletilen ve yalnız o kuruma bağlı kimselerin yemek yediği lokanta.
kantinci is. Kantin işleten kimse.
kantincilik, -ği is. Kantin işletme işi.
kantiyane is. Lat. bot. Kızılkantarongillerden, hekimlikte iştah açıcı olarak kullanılan bir tür bitki (Gentiana).
kanto is. (ka'nto) İt. canto tiy. 1. Tuluat tiyatrolarında oyundan önce genellikle kadın sanatçıların şarkı söyleyip dans ederek yaptığı gösteri: "Eski bir dolabın kırık aynası karşısında 'Telgrafın Telleri'ni söyler, kırıta kırıta kanto oynardı." -R. N. Güntekin. 2. Bu gösteri sırasında söylenen şarkı.
kantocu is. Kanto söyleyen kaijm: "Tıpkı kantocu bir kız gibi ellerini sakırdatıp omuzlarım titretiyordu." -O. C. Kaygılı.
kantoculuk, -ğu is. Kantocunun yaptığı iş: "Kantoculuk üzerine tartışmayı bal gibi önlemişti." -T. Buğra.
kanton is. Fr. canton İsviçre Konfederasyonunu oluşturan devletlerden her biri.
kantonit is. Fr. cantonite jeol. Doğal bakır sülfürü.
kanun (I) is. (ka:nu:n) Ar. kânün huk. 1. Yasa. 2. Geçerli olan kural: "Dünyanın en büyük kanunu, nefsini müdafaa ve muhafaza etmek için karnım doyurmaktır." -A. Ş. Hisar, kanun çıkarmak Türkiye Büyük Millet Meclisi kanun hazırlayarak kabul etmek. kanun yoluyla kanuna göre, kanunun belirttiği gibi: "Kanun yoluyla faizcilik yapan bankalar tutmuştur iki yanı." -N. Cumalı.
→ kanun adamı, kanun dışı, kanım hükmünde kararname, kanun koyucu, kanun layihası, kanun maddesi, kanunname, kanun sözcüsü, kanun tasarısı, kanun teklifi, kanumıesast, vazukanun, arz talep kanunu, cazibe kanunu, üç hâl kanunu
kanun (II) is. (ka:mt:n) Ar. kânun müz. Dikdörtgen biçiminde, bir köşesi kesik, yassı bir sandık üzerine gerilmiş tellerden oluşan, tırnak adı verilen çalgıçlarla çalınan ince saz çalgısı: Kanunun ilk kez Farabi tarafından yapıldığı söylenir.
kânun is. (kâ:nu:n) Ar. kantin esk. Eski takvimde yer alan kânunusani, kânunuevvel ay adlannda geçen "ateş ocağı" anlamındaki söz: "Eski tabirle kânunları yani aralık ve ocak aylarını sevmem." -B. Felek.
→ ilk kânun, son kânun
kanun adamı is. Yöneticiliği sırasında kanunlara uymaktan vazgeçmeyen kimse: "Parti komitacılığının düşmanı olanlar gibi, nizam, kıdem ve kanun adamı kalmıştır." -F. R. Atay.
kanuncu (I) sf. 1. Kanun (I) yapan. 2. Kanunu uygulayan.
kanuncu (II) is. müz. 1. Kanun çalan kimse, kanuni (II). 2. Kanun yapan veya satan kimse.
kanunculuk, -ğu is. Kanuncu olma durumu.
kanun dışı sf. huk. Yasa dışı.
kanunen zf. (ka:nu:'nen) Ar. kanunen huk. Yasa gereğince, yasal olarak.
kanun hükmünde kararname is. huk Bakanlar Kurulu tarafından yayımlanan ve kanun değerinde olan karar.
kanuni (I) sf. (ka:nu:ni:) Ar. kanunî huk. Yasal.
kanuni (II) (ka:nu:ni:) Ar. kanuni müz. Kanun çalan, kanuncu.
kanuniyet is. (ka:nu:niyet) Ar. kânüniyyet huk. Yasa olma gücünü kazanma. kanuniyet kesbetmek yasa niteliğini kazanmak, yasa durumu almak, yasalaşmak.
kanun koyucu is. huk. Yasa koyucu: "Anayasa Mahkemesi ... kanun koyucu gibi hareketle yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez." -Anayasa.
kanunlaşma is. Kanunlaşmak işi, yasalaşma.
kanunlaşmak (nsz) Yasalaşmak.
kanunlaştırılma is. Yasalaştırılma.
kanunlaştırılmak (nsz) Yasalaştırılmak.
kanunlaştırma is. Yasalaştırma.
kanunlaştırmak (-i) Yasalaştırmak.
kanun layihası is. (ka:nun lâ:yiha:sı) huk. Yasa tasarısı.
kanun maddesi is. huk. Kanun, tüzük ve yönetmeliklerinin ayrı ayrı hükümlerinin gösteren bölüm, bent, fıkra.
kanunname is. (ka:nunna:me) Ar. kânun + Far. nâme esk. Yasa kitabı: "Alaydan yetişen mutlaka talimnameyi, dâhiliye kanunnamesini vesaireyi bilir." -Ö. Seyfettin.
kanun sözcüsü is. Yasa sözcüsü.
kanunsuz sf 1. Yasası olmayan, yasasız: "Yeni kanunu anlamak, dinlemek için önce kanunsuz olmak lazımdır." -S. F. Abasiyanık. 2. Yasaya aykırı: "Kanunsuz bir grev barikatında ilk kurşun senin alnına çarpar." -Ç. Altan.
kanunsuzluk, -ğu is. Yasaya aykırılık, yasasızlık.
kanun tasarısı is. huk. Yasa tasarısı.
kanun teklifi is. huk. Yasa teklifi.
kan unu is. Kıl, mide enzimleri, idrar vb. yabancı maddeden temiz, taze hayvan kanından normal işlemle elde edilmiş, genellikle koyu, siyaha benzer bir renkte, suda çözünmeyen kurutulmuş bir ürün.
kanunuesasi is. (ka:nu:'nuesa:si:) Ar. kânun + esasi huk. esk. Anayasa.
kânunuevvel is. (kâ:nu: 'nuevvel) Ar. kanun + evvel esk. Aralık.
kânunusani is. (kâ:nu:'nusa:ni) Ar. kânun + sâni esk. Ocak.
kanyak, -ği is. İspirto derecesi yüksek, özel kokulu, sarımtırak renkte bir tür içkinin patent adı, konyak.
kanyon is. İng. canyon coğ. Bir akarsuyun kalkerli bir alanda oyarak oluşturduğu, bir kıvrımı keserek iki yandaki çukurlukları birleştiren, dar ve boğaz biçimindeki koyak, dar boğaz, kapuz, kısık, klüz.
kan zehirlenmesi is. tıp Kanda hastalık yapan bir bakteri bulunmasından ileri gelen her türlü hastalık, septisemi.
kaolin is. Fr. kaolin Arı kil.
kaolinit is. Fr. kaolinite kim. Arı kilin temel maddesini oluşturan hidratlı alüminyum silikat.
kaolinli sf. Birleşiminde an kil bulunan.
kaos is. (ka'os) Fr. chaos 1. Evrenin düzene girmeden önceki biçimden yoksun, uyumsuz ve kanşık durumu. 2. mec. Karışıklık, kargaşa.
kap, -bı (I) is. 1. İçi gaz, sıvı veya katı herhangi bir maddeyi alabilen oyuk nesne. 2. Kap kaçak, 3. Türlü şeylerin taşınması veya saklanması için kullanılan torba, kılıf, çanta, sepet, sandık vb. 4. Kapak, cilt. kabına sığmamak duygularına engei olamayıp taşkın davranışlarda bulunmak: "Aynı yazar bu kabına sığamayan oyuncunun el, kol, yüz kıpırtılarını da şöyle dile getirir." -S. Birsel.
→ kap kaçak, bileşik kap, birleşik kap, ayakkabı, deney kabı, kurutma kabı, su kabı, bileşik kaplar, birleşik kaplar
kap (II) is. Fr. cape 1. Gövdeyi omuzların üstünden çepeçevre saracak biçimde yapılmış olan bir tür üst giysisi. 2. Kadınların giydiği kolsuz üstlük.
kâp, -bı is. (kâ:p) Ar. ka'b esk. Aşık kemiği.
kâbına varamamak değerce birinden pek aşağı olmak.
kapak, -ğı is. 1. Her türlü kabın üstünü örtmeye veya bir deliği kapamaya yarayan nesne: "Evin en alt katına indik, oradan da bir mahzen kapağı açtılar." -R. H. Karay. 2. Dolap, sandık vb.ni örtmeye yarayan parça: Dolap kapağı. 3. Kitap, defter vb.nin en üstüne geçirilen kılıf: "Kapağını, geceleri aynı masa etrafında buluştuğu ressamlardan birine çizdirecekti." -A. ilhan. 4. Biçilen ağaç kütüklerinin iki yanından çıkan, düzgün olmayan tahta. 5. Zıvanada iki dış yan parça, (bir şey) kapak atmak aşırı, tıka basa dolmuş olmak: Elbise dolabı kapak atıyor. (bir yere) kapağı atmak sıkıntısız, rahat bir yere sığınmak, kaçıp kurtulmak: "Garajlara en yakın bir otele kapağı atmış, hemen yatıp uyumuştu." -E. Bener.
→ kapak bıçkısı, kapak kızı, kapak tahtası, kapak takıntı, kapak taşı, kapak yıldızı, iç kapak, stor kapak, bagaj kapağı, cilt kapağı, diz kapağı, diz kapağı kemiği, göz kapağı, hava kapağı, kol kapağı
kapak bıçkıcısı is. Kapak bıçkısında çalışan işçi.
kapak bıçkısı is. Kaba tahtaları boylamasına biçen ve düzelten, birkaç testereli bıçkı tezgâhı.
kapakçık, -ğı is. 1. Küçük kapak. 2. anat. Yürekte ve damarlarda kanın veya başka sıvıların geri dönmesini önleyen supap durumunda küçük kapak.
→ mitral kapakçığı
kapak kızı is. Resimli dergilerin kapak resimleri için poz veren genç kız.
kapaklanma is. Kapaklanmak işi.
kapaklanmak (nsz) 1. Ayağı takılıp yüzüstü düşmek: "Sofraya ağzı aşağı kapaklanmıştı." -Y. Kemal. 2. den. Yelkenli tekne güçlü rüzgâr veya ansızın gelen sağanak etkisiyle devrilmek.
kapaklı sf. Kapağı olan.
→ gizli kapaklı
kapaklık, -ğı is. 1. Kapak taşı. 2. sf. Kapak yapmaya özgü: Kapaklık karton.
kapaksız sf. 1. Kapağı olmayan. 2. hlk. Görgüsüz, terbiyesiz.
kapak tahtası is. Biçilen tomruğun tahtalarından en dışta kalan parçası.
kapak takımı is. Alafranga tuvaletin üstündeki kapak, oturak ve vidaların bütünü.
kapak taşı is. 1. Lağım, su yolu vb.nin gereken yerlerinde bırakılan deliğin üzerini örten geniş ve yassı taş. 2. Mezarlarda en üstte bulunan taş.
kapak yıldızı is. Resimli dergilerin kapak sayfalan için fotoğrafı çekilen ünlü kimse.
kapalı sf. 1. Kapanmış olan, açılmamış, mestur, açık karşıtı. 2. Geçilmez durumda olan. 3. Çalışma süresi sona ermiş (iş yeri). 4. Başı örtülü (kadın). 5. Açık ve kesin söz kullanmadan söylenen, müphem. 6. Gizli, saklı: Meclisler, iç tüzük hükümlerine uygun olarak kapalı oturumlar yapabilir. 7. Açık olmayan (giyecek): "Damalı bir eteklik, cıcık mavi, kapalı bir yün kazak giymişti." -N. Cumalı. 8. Bulutlu, karanlık (hava): "Ankara'nın soğuk, kapalı havalı günlerinden biriydi. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 9. mec. İçe dönük yaradılışta olan: "Kapalı ruhlu, ağırbaşlı, güç heyecana gelir insanlardır." -R. H. Karay, kapalı geçmek bir konuda önemli noktaya değinmemek, kapalı olmak 1) iş yapmamak; 2) ilgisiz kalmak: "Nedim'i beğenmeyenler bu şenlikli dünyaya kapalı olanlardır." -S. Birsel, kapalı yetişmek toplum hayatına girmeden, karışmadan yetişmek.
→ kapalı bölge, kapalı çarşı, kapalı devre, kapalı duruşma, kapalı gişe, kapalı hava, kapalı hece, kapalı kalp ameliyatı, kapalı kutu, kapalı oturum, kapalı rejim, kapalı tohumlular, kapalı tribün, kapalı yer korkusu, kapalı yüzme havuzu, gözü kapalı, üstü kapalı
kapalı bölge is. sos. Ulaşım, ekonomi, nüfus hareketleri ve iletişim bakımından dışarıyla bağlantısı bulunmayan yer.
kapalı çarşı is. Dükkân ve ara yollarının üzeri tonoz ve kubbelerle örtülü çarşı.
kapalı devre sf.fiz, İçinden sürekli akım geçen (elektrik devresi veya televizyon sistemi).
kapalı duruşma is. huk. Mahkemede görevlilerden ve orada bulunmak üzere özel izin alanlardan başkasının bulunmadığı duruşma, kapalı duruşma yapmak duruşmaları gizli sürdürmek.
kapalı gişe zf. tiy. ve sin. Bütün biletleri satılmış bir biçimde.
kapalı hava is. Bulutlu hava.
kapalı hece is. dbl. Ünsüzle biten hece: Kalk, bak gibi.
kapalı kalp ameliyatı is. Kalbin fizyolojik çalışması durdurulmadan yapılan kalp ameliyatı.
kapalı kutu sf. 1. İçindekini belli etmeyen, sırsaklayan (kimse): "Bu kızdan şirket hakkında malumat almak kolay olmayacak. Kâfir kapalı kutu." -H. Taner. 2. Niteliği gizli kalan: "Ne dediği bilinmez, anlaşılmaz kapalı kutu şiirleri öpüp başımıza koymak lazım geliyor." -R. H. Karay.
kapalılık, -ğı is. 1. Kapalı olma durumu. 2. ed. Etkisini artırmak için anlamın bilerek, isteyerek kapalı bırakılması, ipham.
→ gözü kapalılık
kapalı oturum is. huk. Gizli celse: "Türkiye Büyük Millet Meclisi ... kapalı oturumlar yapabilir..." -Anayasa.
kapalı rejim is. Dış ülkelerle ilişki kurmayan siyasi düzen.
kapalı tohumlular ç. is. bot. Açık tohumlularla tohumlu bitkileri içine alan bitkiler âleminin bir alt şubesi.
kapalı tribün is. sp. Spor karşılaşmalarında seyircileri yağmurdan ve güneşten korumak için üstü kapalı olarak yapılmış bölüm.
kapalı yer korkusu is. tıp Dar ve kapalı yerlerde duyulan kaygı veya korku, klostrofobi.
kapalı yüzme havuzu is. Kapalı bir mekân içine alınmış, suyu ısıtılan, yüzme sporunun yapıldığı havuz.
kapama is. 1. Kapamak işi. 2. Taze soğan ve marulla pişirilmiş kuzu eti yemeği. 3. Kapatma. 4. esk. Üst baş, giyecek takımı.
→ kuzu kapama
kapamacı is. esk. Hazır giysi takımı satan kimse.
kapamaç, -cı is. Kilit, sürgü, toka vb.ni kapalı tutmaya yarayan düzenek.
kapamak (-i) 1. Bir açıklığı örtmek için bir şeyi, açık yerin üzerine getirmek: "Hasan, yıldırımla vurulmuş gibi hemen kapıyı kapadı, kaçtı." -H. E. Adıvar. 2. Hava bulutlarla kaplanmak, sıkıntılı bir hâl almak. 3. Bir şeyin görünmesine engel olmak: Bu yapı manzarayı kapadı. 4. Geçişi engellemek: Kar yolu kapamıştı. 5. Tıkamak, içini doldurmak: Çukuru kapamak. 6. Su, elektrik gelişini kesmek: Elektriği kapadı. 7. Çalışamaz, görev ve iş yapamaz duruma getirmek: Fabrikayı kapamışlar. Gazeteyi kapadılar. 8. Üzerinde durmamak, bir şey üzerinde konuşmayı bırakmak:.O konuyu kapayalım. 9. Bir yere sokup dışarı çıkmasına engel olmak, hapsetmek: "Zengin kadım tımarhaneye koymadılar, buraya, çiftliğe getirip kapadılar." -H. R. Gürpınar. 10. Ortalıktan alıp saklamak: Vurguncular kumaşları kapamışlar. 11. Karşılamak, denk gelmek: Bu ikramiye borçlarımı kapar.
kapan (I) is. Ar. Içabbân 1. Bazı hayvanları yakalamak için kullanılan, hayvanın ayağının değmesiyle işleyen tuzak. 2. tnec. Düzen, hile. kapan kurmak bir hayvanı tuzağa düşürmek için kapan hazırlamak, kapana düşmek (veya girmek veya kısılmak veya koymak veya tutulmak veya yakalanmak) içinden çıkılmaz bir duruma düşmek, ele geçmek: "Onlar beni kapana koyacaklarım sanadursunlar." -R. H. Karay. kapana düşürmek (veya kıstırmak) hile ile yakalamak: "İçindekiler kendilerini ayaklarıyla bir kapana kıstırmışlar dır." -R, N. Güntekin. kapana sıkıştırmak 1) birini zor durumda bırakmak: "Fikirlerindeki çelişmeyi belirtip adamı kıskıvrak bir kapana sıkıştırır." -H. Taner. 2) birini düzenle zor duruma sokmak, işin içinden çıkamaz duruma getirmek.
→ kurt kapanı, yağmur kapanı
kapan (II) is. Ar. kabbân esk. Pazara satılmak üzere gelen yiyecek maddelerinin tartıldığı resmî büyük kantar ve bu kantarın bulunduğu yer.
kapanca (I) is. 1. Küçük kapan. 2. mec. Düzen, hile.
kapanca (II) is. hlk. Tütün fidelerini örtmek için kullanılan hasır veya ottan örtü.
kapancı is. esk. Kapanın başında bulunan görevli, tartıcı.
kapan duygu is. tıp Yalnız başına ilerleyen, öbür hastalıklı durumlara bağlı olmayan hastalık, idiopati.
kapanık, -ğı sf. 1. Kapanmış. 2. Sisli, bulutlu: "Bütün varlığı bu kapanık havada tıpkı bahçenin son gülleri gibiydi." -A. H. Tanpınar. 3. mec. İç karartıcı, ruh sıkıcı: "Yağmurlardan, rutubetten içinde paslı, kapanık ve sıkıntılı bir duygu belirmişti." -H. E. Adıvar. 4. mec. Kaçınık.
→ içe kapanık
kapanıklık, -ğı is. 1. Kapanık olma durumu. 2. mec. İç karartıcı olma durumu.
→ içe kapanıklık
kapanış is. Kapanma işi veya biçimi.
kapaniçe is. esk. Padişah ve yüksek rütbeli din ve devlet görevlilerinin giydiği kolsuz, geniş yakalı kürk,
kapan kapana zf. 1. Yağma edilir biçimde (satılmak). 2. Çok ucuz fiyatla (satılmak).
kapanma is. Kapanmak işi.
kapanmak (nsz) 1. Kapalı duruma gelmek: "Son basamağı aştığım zaman, babanın kapısı hızla yüzüme kapandı." -Y. Z. Ortaç. 2. (-e) Dışarı ile ilişiğini kesmek: "Rahatça çalışmak istediğim zamanlar buraya kapanırım ve kimse girmesin diye bazen içeriden de kapıyı kilitlerim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Çalışamaz, etkinliğini sürdüremez duruma getirilmek: "Manzumem çıkmadı ve Rübap kapandı." -Y. Z. Ortaç. 4. Son verilmek, kesilmek: "Arif sustu. Hacı Bey de üstelemedi. Söz de burada kapanmış oldu." -M. Ş. Esendal. 5. Yüzü, gövdesi bir yere gelecek biçimde eğilmek: "Secdeye hamt için değil, güya utandıklarından kapandılar."-R. E. Onaydın. 6. Tatile girmek: Okullar kapandı. 7. Yara iyileşmek. 8. Göz kör olmak: Kazadan sonra bir gözü kapandı. 9. Hava bulutlanmak.
kapantı is. dbl. Patlayıcı ünsüzün oluşmasından önceki boğumlanma noktasının kapanması.
kapari is. (kapari) Yun. bot. Gebre otu (Capparis spinosa).
kaparoz is. argo Yolsuzca veya zorla elde edilen mal.
kaparozcu is. Yolsuzca veya zorla birinin malını ele geçiren kimse: "Madrabaz ve kaparozcuların, hasta ve alillerin toplandığı bir merkezdir." -B. Felek.
kaparozculuk, -ğu is. Kaparozcu olma durumu: "Bu zamanda kaparozculuk etmeden zor yaşanıyor." -Ö. Seyfettin.
kaparozlama is. Kaparozlamak işi.
kaparozlamak (-i) argo Yolsuzca veya zorla birinin malını ele geçirmek.
kapasite is. Fr. capacite 1. Bir şeyi içine alma, sığdırma sınırı, kapsama gücü. 2. ekon. Bir işletmenin üretim miktarı. 3. fiz. Bir kondansatörün elektrik yığma sınırı, sığa. 4. mec. Anlama, kavrama yeteneği.
kapasiteli sf. Kapasitesi olan.
kapasitesiz sf. Kapasitesi olmayan.
kapasitesizlik, -ği is. Kapasitesiz olma durumu.
kapatılış is. Kapatılma işi veya biçimi.
kapatılma is. Kapatılmak işi.
kapatılmak (nsz) 1. Kapatma işine konu olmak veya kapatma işi yapılmak. 2. Ortadan kaldırılmak, feshedilmek: Tekke ve zaviyeler kapatıldı. 3. Bir yerde tutulmak, hapsedilmek: "Bu sözleriyle ablam, geçmiş yüzyıllarda erkeklerden aşağı tutulmuş, evlere kapatılmış bütün kadınların öçlerini almak istiyor gibi idi." -M. Ş, Esendal.
kapatış is. Kapatma işi veya biçimi.
kapatma is. 1. Kapatmak işi. 2. Bir erkekle nikâhsız yaşayan kadın, kapama, metres: "Kapatmalarım da nikâhlım kadar beni başkasından kıskanırlar." -H. R. Gürpınar. 3. sf. Yolsuz olarak değerinden aşağı elde edilmiş (mal). 4. sp. Basketbolda, elinde top olmayan bir oyuncunun pas almasına veya ilerlemesine engel olma.
kapatmak (-i) 1. Kapamak: "Emine aklım oynattı sandılar ve evine kapattılar, kapısını kilitlediler." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bir malı değerinden aşağı bir karşılıkla elde etmek: "Evvelki hafta mühendis İlhamı Bey'le karısı çok güzel bir bambu takımı kapattılar." -H. Taner. 3. Bir kadınla nikâhsız yaşamak. 4. Yayımını yasak etmek, yayımına son vermek: Gazete kapatmak, 5. Herhangi bir yerin bütün masrafları üzerine alıp isteği doğrultusunda ve başkalarını içeri almadan eğlenmek: "Geçen gün Kristal'i kapatmış, vur patlasın, çal oynasın âlemi yapmış." -H. E. Adıvar. 6. Bitirmek, unutturmak, söz edilmesini engellemek: "Sanatçılar arasındaki tatsız olayı kapatmak istiyordu. " -Ç. Akan.
kapattırma is. Kapattırmak işi.
kapattırmak (-i) Kapatma işini birine yaptırmak.
kapçak, -ğı is. Uzun saplı büyük kanca.
kapçık, -ğı is, 1, Küçük kap. 2. Boş mermi kovanı: Fişek kapçığı. 3. bot. Tahıl tanelerinde kabuk.
→ kapçık meyve
kapçıklı sf. Kapçığı olan: Kapçıktı tohum.
kapçık meyve is. bot. Meşe palamudu, ceviz gibi açılmayan, tek taneli kuru meyve.
kapela is. (kapelâ) İt. cappello Şapka: "Serseri güruhunun başlarından düşmeyen siperli sipersiz kapelalarla..." -A. Rasim.
kapı is. 1. Bir yere girip çıkarken geçilen ve açılıp kapanma düzeni olan duvar veya bölme açıklığı. 2. Bu açıklıktaki açılıp kapanan kanat: "Evlerin kapılarında kocaman yeşil bronz tokmaklar vardı." -S. F. Abasıyanık. 3. Gelir, geçim, kısmet sağlayan yer, kaynak veya imkân: "Onların başvuracağı her kapıya gitmiş." -S. F. Abasıyanık. 4. Gidere yol açan gereksinim: Bayram geldi, yine masraf kapıları açıldı. 5. Tavla oyununda iki pul üst üste getirilerek karşı oyuncunun o haneyi kullanmasına engel olunan yer. 6. Devlet dairesi: Hükümet kapısı. 7. mec. Ev gezmesi için gidilen yer: Bugün yine kaç kapı dolaştın? (bir şeyden) kapı açmak 1) bir şeyin sözünü etmek veya bir işe başlamak; 2) pazarlığa çok yüksek bir fiyatla başlamak, kapı almak (veya yapmak) tavla oyununda bir haneye üst üste iki pul getirmek ve o hanenin karşı oyuncu tarafından kullanılmasını engellemek, kapı aralamak bir konuya giriş yapmak, karşısındakini hazırlamak, kapı aramak ev ziyareti yapmak istemek, kapı baca açık korunmaya alınmamış, kapı dışarı etmek kovmak, dışarı atmak, kapı gibi iri vücutlu (kimse), kapı kadar eni ve uzunluğu çok olan. kapı kapı aramak her yeri aramak, kapı kapı dolaşmak (veya gezmek) 1) ev ev gezmek; 2) iş aramak için her yere başvurmak, kapı karşı birbirine çok yakın iki komşu durumu, kapı yapmak 1) bir şey istemek veya söylemek için karşısındakini önceden başka sözlerle hazırlamak: "Rumeli'de bıraktığı çiftlikleri de anlattıktan sonra yaptığı kapıyı kâfi gördü. İşlere geçti." -Ö. Seyfettin. 2) ev gezmesi yapmak; 3) kapı almak, kapıda kalmak içeri girememek: "Anahtar bendedir. Onlar sonra kapıda kalırlar." -M. Ş. Esendal. kapıdan çevirmek geri döndürmek, kabul etmemek: "Fakat görücüleri de kapıdan çevirmeyi doğru bulmuyordu." -H. E. Adıvar. kapıdan kovsan bacadan düşer yüzsüz, arsız kimseler için söylenen bir söz. kapılar yüzüne (veya üzerine veya üstüne) kapanmak istenilen şeye ulaşma imkânı verilmemek, kapıları açık tutmak herhangi bir konuda ilişkiyi kesmeden anlaşma ortamım sürdürmeye çalışmak, kapıları kapamak bütün ilişkileri kesmek veya anlaşma ortamını ortadan kaldırmak, kapının ipini çekmek kırk kapının ipini çekmek, kapısına kilit vurmak 1) girilip çıkılmasını önlemek için bir yeri kapamak; 2) bir yerin çalışmasına son vermek, (birinin) kapısını aşındırmak yanma çok sık gitmek, (birinin) kapısını çalmak (birine) başvurmak: "İskele memurluğu isteyen işçiler hep benim kapımı çalıyorlar." -M, Ş. Esendal. kapıya dayanmak 1) gelip çatmak: "Kış kapıya dayandı, daha kömür alamadık." -R. N. Güntekin. 2) bir şey elde etmek için bir yeri, bir kimseyi zorlamak, göz korkutmak. kapıyı açmak 1) bir işe veya bir konuya öncelikli olarak başlamak; 2) bir işte başkalarına örnek olmak, kapıyı büyük açmak çok masraflı bir işe girişmek veya hesapsız harcamak, kapıyı göstermek kovmak, uzaklaştırmak.
→ kapı ağası, kapı ağzı, kapı bir komşu, kapı çuhadarı, kapı duvar, kapı halkı, kapı kâhyası, kapı kapamaca, kapı kethüdası, kapı kolu, kapı komşu, kapıkule, kapı kulu, kaponandah, kapı mandalı, kapı oğlanı, kapı perdesi, kapı tokmağı, kapı yoldaşı, kapısı açık, açık kapı siyaseti, ana kapı, ara kapı, çakma kapı, çarpma kapı, çelik kapı, çift kapı, demir kapı, dış kapı, döner kapı, sağır kapı, taç kapı, yağlı kapı, yavru kapı, dış kapının mandalı, adalet kapısı, ağa kapısı, cümle kapısı, çıkış kapısı, devlet kapısı, ekmek kapısı, el kapısı, geçim kapısı, giriş kapısı, gümrük kapısı, hacet kapısı, hükümet kapısı, kısmet kapısı, koltuk kapısı, komşu kapısı, kuzu kapısı, kuzuluk kapısı, mahkeme kapısı, masraf kapısı, mide kapısı, nizamiye kapısı, paşa kapısı, serasker kapısı, servis kapısı, sınır kapısı, sokak kapısı, şeyhülislam kapısı, umut kapısı, ümit kapısı
kapı ağası is. tar. 1, Av dışında padişahın yanında bulunan iç ağaların en büyüğü olan görevli. 2. Sadrazam kapısının iç düzenini sağlamakla yükümlü görevli.
kapı ağzı is. Kapının hemen yanı.
kapı bir komşu is. Bitişikte oturan komşu: "Onun akrabaları benîm kapı bir komşumdur." -Ö.Seyfettin.
kapıcı is. 1. Otel, apartman vb. büyük yapılarda bekçilik, temizlik, alışveriş gibi işlerle görevli kimse: "Bu arada, aşağıdan kapıcının sesi, gece nöbetçisine çıkışıyor." -M. Ş. Esendal. 2. tar. Osmanlı devlet teşkilatında saray kapılarını bekleyen görevli sınıfı.
kapıcık, -ğı is. bot. Yumurtacığın tepesinde bulunan ve yumurtacık zarlarının iyice bitişmemesinden oluşan ağız.
kapıcılık, -ğı is. Kapıcının işi.
kapı çuhadarı is. tar. Osmanlı devlet teşkilatında ayak işlerinde, özellikle postacılık görevinde kullanılan kimse.
kapıda zf. Çok yakın zamanda, gelmek üzere: Kış kapıda.
kapı duvar is. Çalındığında açılmayan kapı, ses seda çıkmayan yer.
kapı halkı is. tar. 1. Sadrazam, vezir, eyalet valileri, beylerbeyleri vb. devlet büyükleri yanında hizmet gören kimselere verilen genel ad. 2. Zengin ve büyük bir evde çalışanların bütünü,
kapı kâhyası is. tar. Kapı kethüdası.
kapı kapamaca zf. Tamamıyla, toptan, hep birden: "Onlar kapı kapamaca kaçıktır." -Ö. Seyfettin.
kapı kethüdası is. tar. Osmanlı egemenliği altındaki beyliklerin, yabancı devletlerin, eyalet valilerinin, vezir ve beylerbeylerinin devletle ilgili işlerine bakan görevli, kapı kâhyası.
kapı kolu is. Kapıyı açmaya veya kapamaya yarayan, genellikle metalden yapılmış nesne.
kapı komşu is. Birbirine çok yakın veya aynı sokak içinde evi olan komşu.
kapıkule is. mim. Eski kale ve saraylarda iki yanında korunma kuleleri bulunan anıtsal kapı.
kapı kulu is. tar. Osmanlılarda, devletten ödenek alan, sürekli görev yapan atlı ve yaya askerlerden oluşan teşkilat: "Sonra redingot devri geldi ve redingot içinden yarı uşak, yarı kapı kulu, riyakâr, adi bir nesil türedi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kapılandırma is. Kapılandırmak işi veya durumu.
kapılandırmak (-i, -e) Kapılanmasını sağlamak.
kapılanma is. Kapılanmak işi.
kapılanmak (-e) 1. Bir işe girmek ve o işte devam etmek: "Onlar için iş, bir yere âdeta zorla kapılanmak gibi bir şeydi." -A. Ş. Hisar. 2. Bir işe girmek.
kapılgan sf. Kolayca etkilenen, her şeye çabuk kapılan.
kapılganlık, -ğı is. Kapılgan olma durumu: "Benim böyle bir kapılganlığım vardır." -F. R. Atay.
kapılı sf. 1. Kapısı olan. 2. mec. Özellikle resmî bir işte çalışan.
kapılış is. Kapılma işi veya biçimi.
kapılma is. Kapılmak işi.
kapılmak (nsz, -e) 1. Kapma işine konu olmak: "Bir ara korkuya kapıldım." -R. H. Karay. 2. Sürüklenmek: "Aralarından biri akıntıya kapıldığı zaman ötekiler var kuvvetîeriyle dayanarak onu geri çekiyorlardı." -R. N. Güntekîn. 3. mec. Birine güvenip boş bulunarak aldanmak: Ben onun sözlerine kapıldım. 4. mec. Bir kimseye tutulmak, bağlanmak, aşırı sevgi duymak: Kızın güzelliğine kapılarak evlenme teklif etti. 5. mec. Bir şeyin veya kimsenin güçlü etkisinde kalmak: "Bu iki şiiri övenler onların kalıbından gelen ucuz bir güzelliğe kapılırlar." -S. Birsel.
kapımandalı is. İşe karıştırılmayan, kendisine önem verilmeyen kimse.
kapı mandalı is. Kapının kapalı tutulmasına yarayan demir veya tahtadan araç.
kapı oğlanı is. tar. 1. Kapı çuhadarı yamağı. 2. Elçiliklerde çevirmen yardımcısı.
kapı perdesi is. Rüzgâr ve soğuktan korunmak için, kalın kumaştan veya deriden yapılmış örtü, perde: "Ahşap evlerde ne yapılsa ısıtmak, hayatta rüzgâr cereyanlarından korumak mümkün olmadığından odalara kapı perdeleri asılırdı." -R. H. Karay.
kapısı açık, -ğı sf. Her isteyeni konuk eden (kimse).
kapısız sf. 1. Kapısı olmayan. 2. mec. Bir işi olmayan.
kapış is. 1. Kapma işi veya biçimi. 2. Kapışma, kapış kapış gitmek çok çabuk satılmak, çok istenir olmak, kapış kapış yapmak üstüne atılmak, aceleyle almak: "El elin ayıbını terzi kumaşı alır gibi kapış kapış yaptığı için aldırış etmem." -B. Felek.
kapışılma is. Kapışılmak işi.
kapışılmak (nsz) 1. Kapışma işi yapılmak. 2. Çok istenilmek,
kapışma is. Kapışmak işi.
kapışmak (-i) 1. Birlikte bir şeyin üzerine üşüşüp aceleyle almak, kapmak. 2. (nsz, -le) Kavgaya tutuşmak: "En yakın arkadaşı bir romancımızla bu konuda kapıştığı geceyi unutamam." -H. Taner. 3. Kavgaya girmek: "Her seferinde kıyasıya kapıştıklarını, nahak yere kalp kıracaklarını sanıyor." -A. İlhan. 4. Hırsla güreşe başlamak.
kapıştırma is. Kapıştırmak işi.
kapıştırmak (-i, -le) Kapışma işini yaptırmak veya bu işin yapılmasına sebep olmak: İki tarafı birbiriyle kapıştırdı.
kapı tokmağı is. Kapıyı çalmakta kullanılan metal parça.
kapı yoldaşı is. Aynı yerde ve görevde çalışanlardan her biri: "Mahpeyker kalfa isminde bir kapı yoldaşı vardır ki Kıztaşı taraflarında otururdu." -R. N. Güntekin.
kapik, -ği (I) is. hlk. Köpek.
kapik, -ği (II) is. Rus. Rublenin yüzde biri değerindeki para.
kapital, -li is. Fr. capital ekon. Sermaye.
kapitalist is. Fr. capitaliste ekon. Sermayedar, anamalcı.
kapitalistleşme is. Kapitalistleşmek durumu.
kapitalistleşmek (nsz) Kapitalist duruma gelmek.
kapîtalistleştirme is. Kapitalistleştirmek işi.
kapitalistleştirmek (-i) Kapitalist duruma getirmek.
kapitalizasyon is. Fr. capitalisation ekon. Anaparaya dönüştürme işi.
kapitalizm is. Fr. capitalisme ekon. Anamalcılık.
kapitone is. Fr. capitonne 1. İçi pamuk veya yün vatka ile doldurularak dikilmiş, döşemelik veya giyim eşyası yapımında kullanılan kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış veya bu biçimde dikilmiş.
kapitülasyon is. (kapitülâsyon) Fr. capitulation huk. Bir ülkede yurttaşların zararına olarak yabancılara verilen ayrıcalık haklan: Yurdumuz, geçen yüzyıllarda kapitülasyonlardan çok zarar görmüştür.
kap kaçak, -ğı is. Tencere, tava, sahan vb. mutfak eşyası.
kapkaç is. Kapıp kaçmak yoluyla yapılan bir çeşit hırsızlık,
kapkaççı is. 1. Kapıp kaçmak yoluyla hırsızlık yapan kimse. 2. sf. mec. Üstünkörü, gereken önem verilmeyen, baştan savma, alelade: "O köşklerin, yalıların çoğunun yerinde bugün yeller esmektedir. Hemen hepsi kapkaççı yapılarla yok edilmiştir." -H. Taner.
kapkaççılık, -ğı is. Kapkaççı olma durumu.
kapkara sf (kapkara) 1. Her yanı kara: "Dağlar kül rengi bir aydınlığın içinde kapkara yükseliyorlardı." -T. Buğra. 2. Kömür gibi kara, simsiyah: "Gözleri zeytin gibi kapkara mahalle kızı..."-O. C. Kaygılı.
kapkaranlık, -ğı sf. (kapkaranlık) Çok karanlık: "Bir de ne görüyordum: Daracık, kapkaranlık delik gibi bir yer." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kaplam is. man. Bir kavramın ve o kavramı dile getiren terimin içerdiği varlıkların ve bireysel olayların bütünü, kapsam, şümul: Bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler canlı kavramının kaplamı içine girerler.
kaplama is. 1. Kaplamak işi. 2. Bir şeyin dışına süsleme veya koruma amacıyla geçirilen başka maddeden kat: "Her pencereyi, her kaplamayı tanıyordum artık." -S. F. Abasıyanık. 3. Kalınlığı 5 nım'den az, ince ağaç levha. 4. sf. Üstü herhangi bir başka maddeyle kaplanmış olan: Bu, kaplama bir bilezik değil.
→ ağaç kaplama, altın kaplama, astar kaplama, bakır kaplama, desenli kaplama, frize kaplama, gümüş kaplama, kök kaplama, nikel kaplama, ur kaplama, yüz kaplama
kaplamacı is. Altın, gümüş vb. değerli madenlerle kaplama işi yapan kimse.
kaplamacılık, -ğı is. 1. Kaplamacı olma durumu. 2. Kaplamacının işi veya mesleği.
kaplamak (-i, -e; -le) 1. Her yanım örtmek, istila etmek: Bulutlar gökyüzünü kapladı. Sessizlik ortalığı kapladı. 2. Çepeçevre sarmak, kuşatmak: "Evlerin bir tarafım yol, üç tarafım da yine çam ormanları kaplar." -S. F. Abasıyanık. 3. Bir kabın, bir kılıfın, bir örtünün içine almak: Yorgan kaplamak. 4. (-i) Yayılıp doldurmak, etkisinde bırakmak. 5. Bir yüzeyi döşemek, başka bir nesne ile örtmek: "Dudaklarının üstünü kaplayan muntazam kesilmiş sert ve koyu siyah bıyıkları..." -A. Ş. Hisar. 6. Kaplama adı verilen ince ağaç levhaları, değişik yöntemlerle hazırlanan tablalara yapıştırmak. 7. Bir madeni bir başka madenle kimyasal bir yöntemle örtmek. 8. mec. Bir kimsenin veya bir şeyin nitelikleri herkesçe bilinir olmak: Ünü cihanı kapladı. 9. mec. Duygular için doldurmak: İçini sevinç kapladı. 10. (-i) mec. Doldurmak, bastırmak.
kaplamalı sf. Bir şeyle kaplanmış: Gümüş kaplamalı tabaka. Ceviz kaplamalı karyola.
kaplamalı mobilya is. Yüzeyleri ağaç, plastik vb. levhalarla kaplanmış mobilya.
kaplamlı sf. Birçok şeyleri kaplamı içine alan.
kaplamsal sf. Kavramla ilgili bütün özellikleri bir arada bulunduran.
kaplanı sal! ık, -ğı is. Kaplamsal olma özelliği.
kaplan is. zool. Kedigillerden, enine siyah çizgili, koyu sarı postu olan, Asya'da yaşayan çevik ve yırtıcı hayvan (Felis tigris).
→ kaplan atlaması, kaplanboğan, kaplan böcek, kaplan derisi
kaplan atlaması is. sp. Çift ayakla sıçrayıp kazanılan uçma hızıyla araç veya canlı engeller üzerinden aştıktan sonra, karşıdaki yardımcının omuzlarına dayanıp hız keserek ayaküstü düşme.
kaplanboğan is. bot. Boğan otunun bir türü, itboğan (Aconitum napellus).
kaplan böcek, -ği is. zool. Başka böceklerle beslenerek tarım için çok yararlı olan kaplan böcekler familyasının örnek türü (Cicindela campestris).
kaplan böcekler ç. is. zool. Çok zararlı böcekleri oburca avlayarak bitki, hayvan ve insan sağlığına yardımcı olan, güzel renkli, kın kanatlı böcekler familyası.
kaplan derisi is. Deri sanayisinde çok tutulan ve kadın giysisi yapımında kullanılan deri.
kaplanış is. Kaplanma işi veya biçimi.
kaplanma is. Kaplanmak işi.
kaplanmak (-le) Kaplama işi yapılmak.
kaplatış is. Kaplatma işi veya biçimi.
kaplatma is. Kaplatmak işi.
kaplatmak (-i, -e; -le) Kaplama işini yaptırmak.
kaplayış is. Kaplama işi veya biçimi.
kaplım/ 1. Kaplanmış olan: "Çantasından çok sayfalı maroken kaplı küçük bir defter çıkardı. " -Ö. Seyfettin, 2. Altındakini göstermeyecek kadar çok olan. 3. Kabı olan.
kaplıca (I) is. (kaplı 'ca) Ilıca.
kaplıca (II) is. (kaplı'ca) bot. Taneleri ufak bir cins buğday (Triticum monococcum).
kaplıcalık, -ğı sf. Kaplıcaya uygun, kaplıcada kullanmaya yarayan.
kaplık, -ğı is. 1. Kap kaçak koymaya yarayan yer. 2. sf. Defter, kitap vb.ni kaplamaya yarayan: Kaplık kâğıt. 3. sf. Herhangi bir kap dolduracak miktarda olan: İki kaplık aşure.
kaplumbağa ıs. (kaplu'mbağa) zool. Kaplumbağalardan, çok sert ve kemiksi bir kabuk içinde yaşayan, ağır yürüyüşlü, dört ayaklı, sürüngen hayvan (Testudo). kaplumbağa gibi soğukkanlı ve yavaş hareket eden (kimse).
→ kaplumbağa yürüyüşü, deniz kaplumbağası, kara kaplumbağası
kaplumbağalar ç. is. zool. Sürüngenlerden, kara ve deniz kaplumbağalarının türlü cinslerini içine alan takım.
→ deniz kaplumbağaları
kaplumbağa yürüyüşü is. Çok ağır yürüyüş.
kapma is. 1. Kapmak işi. 2. sf. Hile ile elde edilen.
kapmaca sf. Kapma.
→ köşe kapmaca
kapmak, -ar (-i) 1. Birdenbire yakalayarak, çekerek almak: "Bir hamlede atıldım. Evvela tabibin elinden defteri kaparak fırlattım. " -H. Z. Uşakligil. 2. Isırıp parçalamak: "Sürüden ayrılanı kurt kapar." -Atasözü. 3. Koparmak, kıstırmak: Makine parmağını kapmış. 4, İşitir işitmez veya görür görmez bellemek ve öğrenmek: Bir müzik parçasını kapmak 5. Yer ayırmak, yer tutmak. 6. Bulaşmış olmak, geçmek: Hastalık kapmak Huy kapmak, kapanın elinde kalmak 1) çok istenir ve aranır olmak; 2) bir şeyden ancak çabuk davranabilenler yararlanmak. kapıp koyuvermek ihmal etmek.
→ kapan kapana, kapkaç, kaptıkaçtı, böcek kapan, demirkapan, kılkapan, pirekapan, samankapan, sinekkapan, uşakkapan
kapnîsit is. Fr. kapnicite jeol. Hidratlı doğal alüminyum fosfat.
kapora is. (kapo'ra) ît. caparra huk. Sözleşme yapılırken, taraflardan birinin diğerine işten caymayacağını belirtmek amacıyla önceden verdiği güvence parası, kapora vermek bir kimseye pazarlığında anlaşılmış bir paranın küçük bir bölümünü önceden vermek,
kaporalı sf. Kaporası olan.
kaporasız sf. Kaporası olmayan.
kaporta is. (kapo'rta) ît. boccaporta 1. Otomobilde kaput veya ön kapak. 2. Motorlu taşıtları örten, genellikle sacdan yapılmış örtü. 3. den. Gemi içinin aydınlanması ve hava alması amacıyla güvertede açılmış bulunan camekânlı yer.
kaportacı is. Otomobil kaportalarını onaran veya değiştiren usta.
kaportacılık, -ğı is. Kaportacının işi.
kapriçyo is. (kapri'çyo) İt. capriccio müz. Çalgı veya ses için bestelenmiş, serbest biçimde parça: italyan kapriçyosu.
kapris is. Fr. caprice 1. Geçici, düşüncesizce, değişken istek: "Buraya ben kendi kör kaprisimle, kendi irademle geldim." -A. Gündüz. 2. Huysuzluk, kapris yapmak değişken, geçici isteklerde bulunarak huysuzca davranmak.
kaprisli sf. Kaprisi olan: "İnsanı en çok yıpratıp çürüten kadınlar en kaprisli kadınlar oluyor." -H. Taner.
kaprissiz sf Kaprisi olmayan.
kapsam is. 1. Sınırlan içine başka konulan veya anlamları alma durumu, şümul: Yasa kapsamına giren devlet personeli. 2. man. Kaplam, kapsamına alma (veya alınma) içine alma (alınma), şümullendirme (şümullendirilme): Fikir suçlarının, af yasası kapsamına alınması için çalışılmaktadır, kapsamını genişletmek bir şeyin sınırları içine giren öğeleri genişletmek, şümullendirmek.
kapsama is. Kapsamak işi.
→ kapsama alam
kapsama alanı is. Telsiz ve cep telefonlarında konuşmanın yapılabileceği alan.
kapsamak (-i) İçine almak, sınırları içine almak, şamil olmak.
kapsamlı sf. 1. Kapsamı olan. 2. Kapsamı geniş olan, şümullü.
kapsayıcı is. man. Bütün özelikleri ve incelikleri içine alan tanım, kısır döngü karşıtı.
kapsayıcılık, -ğı is. Kapsayıcı olma durumu.
kapsız sf. 1. Kabı olmayan. 2. Kaplanmamış olan.
kapsül is. Fr. capsule 1. Şişe kapağı. 2. Ateşli silahlarda horozun veya iğnenin çarpmasıyla ateş alan, bir tür özel barutla dolu, küçük, yuvarlak metal parça. 3. Oyuncak tabancalarda kullanılan, şerit biçiminde iki kâğıt tabaka arasına konmuş patlayıcı madde. 4. Laboratuvarlarda kullanılan yarım küre biçimindeki kap. 5. Raflı mobilyalarda rafları taşımak için yan tablalara açılan deliklere çakılan ortası delik ve silindir biçimli metal veya plastik araç. 6. Otunna mobilyalarının, masa, sehpa vb. eşyaların ayaklarının altına çakılan, genellikle üç tırnaklı veya ortadan çivili, tepesi bombeli, kalın sacdan pres yapılarak elde edilen araç. 7. bot. Bazı bitkilerde tohumları içinde taşıyan kuru kabuk. 8. tıp Bazı ilaçların, kolay yutulmak üzere içine konulduğu, ilacın yapısını etkilemeyen jelatinden kap. 9. zool. Bir organı veya yapıyı çevreleyen kese biçiminde zar.
→ uzay kapsülü
kaptan is. İt. capitan 1. den. Gemi yönetimiyle ilgili en yüksek görevli: "Rasit çocuk Denizyolları vapurlarından birinde kaptandı. " -R. N. Güntekin. 2. sp. Takım oyunlarında takımı temsil eden kimse. 3. Kaptan pilot. 4. Yolcu otobüsü sürücüsü. 5. tar. Balkanlarda çete savaşı yapan milis gücünde çarpışan kimse, efe: "Yaşar Kaptan dedikleri bir sarı yılan /Kayalar kadısını durdurur divan." -Halk türküsü.
→ kaptanıderya, kaptan köprüsü, kaptan köşkü, kaptan paşa, kaptan pilot, kılavuz kaptan
kaptanıderya is. (kapta: 'nıderya) İL capitan + Far. derya tar. Osmanlı devletinde deniz kuvvetlerinin en büyük askerî ve idari amiri, kaptan paşa.
kaptan köprüsü is. den. Kaptan köşkü.
kaptan köşkü is. den. Kaptanın gemiyi yönettiği, geminin üst katında bulunan bölüm, kaptan köprüsü: "Ben kaptan köşküne çıkarsam gemiyi yürütürüm diye evhama düştüm." -B. Felek.
kaptanlık, -ğı is. 1. Kaptan olma durumu. 2. Kaptan mesleği ve rütbesi.
kaptan paşa is. tar. Kaptanıderya.
kaptan pilot is. Uçakta sorumlu ve en yetkili pilot.
kaptıkaçtı is. 1. Yolcu taşımakta kullanılan motorlu küçük taşıt. 2. İskambil kâğıtlarıyla oynanan bir tür oyun: "Kadınlarla beraber külhanbeylerin kaptıkaçtı oynadıkları yalnız kahve ile çay içilen bir halk kahvesi vardı." -S. F. Abasıyanık. 3. Kapıp kaçarak yapılan hırsızlık.
kaptırma is. 1. Kaptırmak işi. 2. Marangozlukta kullanılan küçük el testeresi.
kaptırmak (-i, -e) 1. Bir şeyin ele geçirilmesine, kapılmasına yol açmak. 2. Vücudun herhangi bir organı, bir kaza sonucunda makine tarafından ezilmek veya koparılmak. 3. mec. Yanlış bir davranış sonucu birine uygun imkânı sağlamak, fırsat vermek. 4. mec. Elinden kaçırmak: "Hadiye de beş yıl önce kocasını daha genç bir aktrise kaptırdı. " -N. Cumalı.
kapuçin is. Fr. capucine bot. Latin çiçeği.
kapucino is. ît. cappucciono Kremalı, sütlü italyan kahvesi.
kapuska is. (kapu'ska) Rus. Etle pişirilmiş lahana yemeği.
kaput (I) is. Fr. capote 1. ask. Asker paltosu: "İsli tavana bakarak kaputumun düğmelerini iliklemeye başladım." -Ö. Seyfettin. 2. Otomobil, kamyon vb. motorlu taşıtlarda motoru örten açılır kapanır biçimdeki kapak. 3. Prezervatif.
→ kaput bezi, askerî kaput
kaput (II) is. Alm. Kaputt 1. İskambilde hiç el vermeden yenme. 2. sf. hlk. Kötü, bozuk. kaput etmek kâğıt oyununda karşısındakini tek sayı alma imkânından yoksun bırakmak. kaput gitmek (veya olmak) 1) kâğıt oyununda hiçbir sayı alamamak; 2) argo hiçbir sınavı verememek.
kaput bezi is. Pamuktan düz dokuma, amerikan bezi.
kaputluk, -ğu is. 1. Kaputların konulduğu yer. 2. sf. Kaput yapmak için kullanılacak (kumaş).
kapuz is. hlk. 1. coğ. Kanyon. 2. İçine girilmeyen sık orman.
kapüşon is. Fr. capuchon Başlık.
kar is. Havada beyaz ve hafif billurlar biçiminde donarak yağan su buharı: "Kıştı, yerler iki karış kar tutmuştu." -T, Buğra. kar gibi temiz, beyaz, kar yağmak kar yere düşmek: "Ben kışın kar yağarken bile kova kova soğuk su dokunurum." -R. H. Karay, karda yürüyüp (veya gezip) izini belli etmemek kimsenin sezemeyeceği biçimde gizli iş çevirmek: "Karda yürüyüp izini belli etmemek, cümlesiyle tarif edilen bu sinsilik, hedefine asla varamayan adi bir hiledir." -P. Safa.
→ kar baykuşu, kar çiçeği, kardelen, kar dikeni, kar helvası, kar ispinozu, kar kuşu, kar kuyusu, kartopu, kar topu, kar yükü, kardan adam, buzul kar
kâr is. (kâ:r) Far. kâr 1. Alışveriş işlerinin sağladığı para kazancı. 2. İş. 3. mec. Yarar, fayda: Bundan benim hiçbir kârım yok. 4. ekon. Üretim faktörlerinden biri olan girişimcinin üretimden aldığı pay. 5. tic. Maliyet fiyatıyla satış fiyatı arasındaki fark. kâr bırakmak kazanç getirmek, kâr etmek 1) kazanç elde etmek, yarar sağlamak; 2) etki yapmak; 3) iyi gelmek, etkisi iyi olmak, kâr etmemek yararı olmamak, etki yapmamak: "Nasihat, tehdit hiçbiri kâr etmedi. " -Y. K. Karaosmanoğlu. kâr getirmek bir şey para kazandırmak, kâr koymak bir şeyin maliyet fiyatı üzerine kâr payını katmak, kazanç koymak, kâr zararın kardeşidir ticarette sadece kâr etmek düşünülmez, zarar da edilebilir. (birinin) kârı olmamak yapabileceği iş olmamak: "Yaralı yaban domuzu gibi kaçan canavara yetişmek lalanın kân değildi." -R. N. Güntekin. kârını tamam etmek öldürmek.
→ kâr haddi, kâr marjı, kâr merkezi, kâr payı, kâr paylaştım, her halükârda, akıl kârı
kara (I) is. Ar. kârra jeol. Yeryüzünün denizle örtülü olmayan bölümü, toprak: "Havamız da, karamız da, denizlerimiz de kirli olduğuna göre..." -H. Taner, karada ölüm yok bundan sonra herhangi bir sıkıntı ile karşılaşma ihtimali yok. karaya ayak basmak 1) deniz, göl vb.nden karaya çıkmak; 2) deniz taşıtından karaya çıkmak, karaya çıkarmak göl veya denizden karaya çıkmasını sağlamak: "Sizi kaptan bir filika ile karaya çıkarır." -F. F. Tülbentçi, karaya düşmek deniz içinde bulunan bir şey akıntı veya dalga ile kıyıya atılmak, karaya oturmak gemi denizin sığ bölümüne saplanıp kalmak: "Olan olmuş, bizim teknenin bir yanı, pamuk şiltelere serilir gibi karaya oturmuş." -B, R. Eyuboğlu. karaya vurmak denizden karaya atılmak: "Loşluklar içinde bana, sandalımız ikide bir karaya vuruyor gibi geliyordu." -R. H. Karay.
→ kara iklimi, kara kurbağası, kara kuvvetleri, kara mili, kara saban, kara suları, kara vapuru, kara yeli, kara yolu, kara yosunu, ana kara, çaykara
kara (II) is. 1. En koyu renk, siyah, ak, beyaz karşıtı. 2. sf. Bu renkte olan: "Kara gözlüm efkarlanma gül gayri / ibibikler öter ötmez ordayım." -B. S. Erdoğan. 3. Esmer. 4. sf. mec. Kötü, uğursuz, sıkıntılı: "Gazeteler hep kara haber verirler." -B. Felek. 5. mec. Yüz kızartıcı durum, leke. 6. mec. İftira. kara çalmak birine iftira etmek, kara sürmek: "Allah için güzel kapışıyoruz, birbirimize kara çalmakta üstümüze yok!" -H. Taner, kara kara düşünmek çok üzüntülü olmak, düşünceye dalmak: "Bu Vassaf Bey hususunda pek o kadar da kara kara düşünmeyelim." -H. R. Gürpınar, (aralarından) kara kedi geçmek birbirinden soğumak, aralarına soğukluk girmek, kara sürmek kara çalmak: "Gericiliği, insanlara kara sürme suçlamalarını kabul etmedi." -K. Tahir. karalar bağlamak (veya giymek) yas tutmak.
→ karaağaç, kara ağızlı, karaardıç, karaasma, karabacak, kara baht, karabakal, karabaldır, karabalık, karaballık, karabasan, karabaş, karabatak, karabiber, karaborsa, kara boya, karabuğday, karabulut, kara bulut, karaburçak, kara cahil, karaciğer, kara cümle, karaçalı, karaçam, karaçavuş, karaçayır, kara damaklı, karadavar, karadul, karadut, kara düzen, kara elmas, kara et, karafatma, kara fırın, karagevrek, karagöz, Karagöz, karagül, kara gün, kara gün dostu, karagürgen, kara haber, karahalile, karahindiba, karahumma, karaiğne, karakabarcık, karakaçan, karakafes, kara kalem, kara kaplı kitap, karakarga, karakuş, kara kaş, karakavak, karakavuk, karakavza, karakeçi, kara kehribar, karakeme, karakılçık, kara kış, kara koca, karakoncolos, kara kovan, karakucak, karakul, karakulak, kara kullukçu, kara kuru, kara kusmuk, karakuş, karakulu, kara kuvvet, karalahana, karaleylek, kara liste, kara maşa, kara mizah, kara para, kara pazar, karasakız, kara sarı, kara sevda, karasığır, karasinek, karasu, kara su, karataban, kara tahta, karatavuk, kara tren, karaturp, kara yağız, karayaka, karayandık, karayanık, kara yas, kara yazı, kara yel, karayemiş, kara yer, karayılan, kara yüz, ağzı kara, bağrıkara, bahtı kara, baldırıkara, baştankara, gönlü kara, gözü kara, karnıkara, kamı kara, kıçtankara, sırtıkara, yağlı kara, yanıkara, yüzü kara, fil dişi karası, horozkarası, papazkarası, tavukkarası, yürek karası, yüz karası
karaağaç, -cı is. bot. Karaağaçgillerin örnek bitkisi olan, kerestesi değerli bir ağaç, narven (Ulmus).
karaağaçgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, yaprakları dişli, çiçekleri demet durumunda ve meyveleri kapçık meyve olan, karaağaç, çitlembik vb. cinsleri içine alan bitki familyası.
kara ağızlı sf. Kara çalıcı, iftira eden: "Bu kara ağızlıların yüzde yüz sahteci ve yalancı olduklarım bilir." -S. Birsel.
karaardıç, -cı is. bot. Güney Avrupa'da yetişen bir ardıç türü (Juniperus sabina).
karaasma is. bot. Lohusa otu.
karabacak, -ğı is. biy. 1. Pancar fidelerinde gelişerek fidenin ölümüne veya cılız kalmasına yol açan ve yerleştiği bölgeleri kara beneklerle örten asklı mantar. 2. Bu mantarın sebep olduğu hastalık.
kara baht is. Kara yazı.
kara bahtlı sf. Yaşayışı, hayatı sürekli kötü, mutsuz, bahtlı karşıtı: "Dünyanın en kara bahtlı insanı, ne demek olduğunu biz biliriz. " -F. R'. Atay.
karabakal is. zool. Karatavukgillerden, kara renkli ardıç kuşu (Tutrdus pilaris).
karabaldır is. bot. Baldınkara.
karabalık, -ği is. zool. Tatlı su kayası.
karaballık, -ğı is. 1. Birtakım böceklerin çıkardıkları şekerli sıvıya yapışarak yaprak, filiz ve meyvelerin kurum karası bir renkte kaplanmasına yol açan ilkel mantar. 2. Bu mantarın sebep olduğu hastalık.
karabasan is. 1. Sıkıntılı ve korkulu düş, kâbus. 2. psikol. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmakarışık, sıkıntılı ruh durumu: "Arada geçirdiğim emeklilik yılları âdeta bir karabasan oldu benim için." -H. Taner.
karabaş is. 1. Rahip, keşiş. 2. Bir hücreli Özel bir asalağın, hindinin karaciğerine yerleşerek yaptığı, büyük ölçüde ölümlere yol açan kümes hastalığı. 3. mec. Evlenmemiş, evlenmek istemeyen erkek. 4. bot. Ballıbabagillerden, çiçekleri mavi veya menekşe renginde başakçıklar durumunda olan güzel kokulu bir bitki (Lavandula stoechas). 5. hlk. Çoban köpeği. 6. hlk. Kışa dayanıklı sert buğday.
karabatak, -ğı is. 1. zool. Karabatakgillerden, balıkta beslenen, gagası uzun ve sivri, kara tüylü bir deniz kuşu (Phalacrocorax). 2. argo Borcunu ödemeyen kimse, karabatak gibi bir görünüp bir ortadan kaybolan (kimse).
karabatakgiller ç. is. zool. Leyleksiler takımının, örnek hayvanı karabatak olan bir familyası.
karabet is. (kara:bet) Ar. karabet esk. 1. Yakınlık. 2. Hısımlık.
karabiber is. 1. bot. Karabibergillerin örnek bitkisi olan, zeytinsi, meyvelerin taneleri yuvarlak, yaprakları kalp biçiminde, tırmanıcı bir bitki (Piper nigrum). 2. bot. Bu bitkinin baharat olarak kullanılan kuru ve siyah tanesi. 3. Bu tanelerin kurutulup öğütülmesiyle yapılan toz. 4. mec. Sevimli ve ufak tefek esmer güzeli.
karabibergiller ç. is. bot. Taçsız iki çeneklilerden, karabiberle türlerini içine alan bir bitki familyası.
karabina is. (karabi'na) İt. carabina ask. Namlusu genellikle yivli, kısa ve hafif bir tüfek: "O devirlere ait baltalar, karabinalar, paslanmamış çelikleriyle müzelerimizdedir."-O. S. Orhon.
karabinyer is. Fr. carabinier İtalyan jandarması: "Tenha yollarda şapkaları tüylü İtalyan karabinyerleri kol gezer." -H. Taner.
karaborsa is. tic. Piyasada olmayan bir malın gizlice yüksek fiyatla alınıp satılması işi: "Bir teneke benzin aldık karaborsadan -dayan- dedik." -O. V. Kanık, karaborsaya düşmek bir mal gizlice alınıp satılır olmak.
karaborsacı is. Karaborsacılık yapan kimse: "Halkın vurguncuya, karaborsacıya hıncı vardır." -O. V. Kanık.
karaborsacılık, -ğı is. Karaborsacı olma durumu.
kara boya is. kim. Sülfürik asit.
karabuğday is. bot. Karabuğdaygillerden, tohumları için yetiştirilen, bir yıllık bitki (Fagopyrum).
karabuğdaygiller ç. is. bot. Taçsız iki çeneklilerden, ravent, kuzukulağı, kurtpençesi, çobandeğneği ve karabuğday gibi sapları boğumlu, çiçekleri başak veya salkım durumunda bazı türleri hekimlikte kullanılan bitkileri içinde toplayan bir familya.
karabulut (I) is. Sıkıntı, felaket.
kara bulut (II) is. meteor. Koyu esmer renkte büyük yağmur bulutu, nimbus.
karaburçak, -ğı is. bot. Baklagillerden, hayvan yemi ve gübre olarak kullanılan bir tür, küşne (Ervum ervilla).
karaca (I) sf. Rengi karaya yakın olan, esmer.
→ karaca darısı, karaca kuruca, kamcaot
karaca (II) is. zool. Geyikgillerden, boynuzlan küçük ve çatallı bir av hayvanı, ahu, ceylan (Capreolııs).
karaca (III) is. anat. Üst kol.
karaca dansı is. bot. Buğdaygillerden, hayvanlara yedirilmek için ekilen bir bitki (Panicum milliaceıım).
kara cahil sf. Çok cahil: "Paşa kara cahil olduğunu ileri sürdüğü hâlde, öyle değildi." -R. N. Güntekin.
karaca kemiği is. anat. Kol kemiği.
karaca kuruca sf. Esmer, zayıf ve çelimsiz: "Karaca kuruca, ufak tefek bir kadındı." -M. Ş. Esendal.
karacaot is. 1. bot. Bir çöpleme türü (Helloborus niger). 2. hlk. Çörek otu.
karacı (I) sf. ask. Kara kuvvetlerine bağlı (subay, astsubay veya er).
karacı (II) sf. Birine işlemediği bir suçu veya kendisinde bulunmayan bir ayıbı yükleyen, kara çalan, iftiracı, müfteri.
karacılık, -ğı is. Karacı olma durumu, müfterilik, iftira.
karaciğer is. anat. Karın boşluğunun sağında bulunan, öd salgılayan, şeker depolayan, iri, açık kahverengi organ: "Bu sefer de uzun parmaklarım karaciğer bölgesinde gezdirmeye başlar," -H. Taner.
kara cümle is. şaka Aritmetikte dört işlem: "Hesabın, bütün bu derslerin hepsinin üstünde olması, Ömer hocanın kara cümleyi iyice okutmasından dır." -M. Ş. Esendal.
karaçalı is, 1. bot. Hünnapgillerden, kurak yerlerde yetişen, çiçekleri altın sarısı renginde, dikenli bir bitki, çalı dikeni (Paliurus spinosa). 2. mec. İki kişinin arasına girerek ilişkileri bozan kimse.
karaçalılık, -ğı is. Kara çalısı çok olan yer.
karaçam is. bot. Bir tür çam (Pinus nigra).
karaçavuş is. bot. Bir tür üzüm.
Karaçayca is. 1. Türk dilinin Kafkaslarda yaşayan Karaçaylar tarafından konuşulan kolu. 2. sf. Bu Türk diliyle yazılmış olan.
karaçayır is. bot. Buğdaygillerden, çimen biçiminde veya geniş çayır olarak yetiştirilen bir park bitkisi (Lolium).
Karaçayh öz. is. Karaçay halkından olan kimse.
karadağlı is. Bir tür toplu tabanca.
Karadağlı öz. is. (kara'dağh) Karadağ halkından olan kimse.
kara damaklı sf. hlk. İnatçı, aksi (kimse),
karadavar is. Her yaştaki kıl keçisi veya kıl keçisi sürüsü.
Karadeniz öz. is. Çok düşünceli ve durgun görünen kimseler için kullanılan "Karadenizde gemilerin mi battı?" atasözünde geçen bir söz: "Karadeniz'de gemilerin mi battı? /Ağzını bıçaklar açmaz / Üzüntüdesin gayet." -B. Necatigil.
karadul is. zool. Sokması büyük acı veren, iri, esmer, zehirli örümcek (Latrodectus mactans).
karadut is. bot. Siyah renkte olan dut: "Yeni park gazinosunda kasabanın meşhur karadut şerbeti ile beraber bir parça da içki içilir." -R. N, Güntekin.
kara düzen is. 1. müz. Halk müziğinde bağlama çalış türlerinden biri: "Gayet iyi kara düzen çalardı, gür bir sesle eski türküler söylerdi." -Y. K. Beyatlı. 2. sf. mec. Düzensiz, karışık.
kara elmas is. 1. mdn. Kayaları delmekte kullanılan siyah elmas, karbonado. 2. mec. Maden kömürü.
kara et is. Kastan oluşan yağsız et.
Kara Evli öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
karafa is. Fr. carafe Uzun boyunlu, kulpsuz küçük rakı sürahisi: "Garson gel şu karafayı doldur." -H. R. Gürpınar.
karafaki is. bk. karafa.
karafatma is. zool. Kın kanatlılardan, böcek, kurt ve sümüklü böceklerle beslenen, tarıma yararlı, parlak siyah renkli bir böcek, ağılı böcek (Carabus).
kara fırın is, İçinde odun yakılmak suretiyle ekmek pişirilen, yüksek ateşe dayanıklı tuğlalardan yapılmış ve pişirme süresi modern fırınlardan daha uzun olan fırın, taş fırın.
karagevrek, -ği is. bot. Bir çeşit üzüm.
karagöz is. zool. İzmaritgillerden, 25-30 cm uzunluğunda, enli, boz renkli, beyaz etli bir balık (Sargus sargus).
Karagöz öz. is. 1. Deve derisinden veya mukavvadan kesilip boyanmış insan biçimlerini beyaz bir perde üzerine arkadan ışık vererek yansıtma yoluyla oynatılan oyun. 2. Bu oyunda halk görüşünü ve duyuşunu veren kimse. Karagöz oynatmak komik bir durum yaratmak.
karagözcü is. 1. Karagöz oyunu oynatan kimse, hayalî, 2. Karagöz oyununda kullanılan boyanmış insan biçimlerini yapıp satan kimse.
karagözcülük, -ğü is. Karagözcünün mesleği.
karagözlük, -ğü is. Güldürüp eğlendirecek davranış, karagözlük etmek güldürüp eğlendirecek davranışlarda bulunmak.
karagül is. zool. Karakul.
kara gün is. Üzüntülü, sıkıntılı zaman: "Ak akçe kara gün içindir." -Atasözü.
→ kara gün dostu
kara gün dostu is. Sıkıntılı günlerde de dostluğunu sürdüren ve yardımcı olan kimse.
karagürgen is. bot. Gürgen.
karağı (I) is. Ateş karıştırmaya yarayan, eğri uçlu demir çubuk.
karağı (II) is. hlk. Tavukkarası.
kara haber is. 1. Ölüm veya felaket haberi: "Belki de annemin verdiği kara haber beni öyle bir yerimden vurmuştu ki, sersemleşip kalmıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Kötü, üzücü veya sıkıntı yaratan haber, bilgi: "Yoksa kara haberle mi gelirsiniz, şom ağızlı kadınlar?" -T. Oflazoğlu. kara haber tez duyulur kötü haber çabuk yayılır.
karahalile is. bot. Doğu Hindistan'da yetişen bir bitkinin olgunlaşmadan önce toplanan ve kurutulan 1-3 cm uzunluğunda, iğ biçiminde siyah renkli, sert, kokusuz taneleri (Fructus Myrobalani).
Karahanlı öz, is. (kara'hanh) Orta Asya'da kurulmuş eski bir Türk devleti ve bu devleti kuran soy.
karahindiba is. bot. Bileşikgillerden, uzun ve dişli yapraklı, çiçekleri sarı ve kömeç biçiminde bir bitki (Tarcaacum).
karahumma is. tıp Tifo.
karaiğne is. zool. Bir çeşit iğneli karınca.
kara iklimi is. coğ. Gece ile gündüz, yaz ile kış arasındaki sıcaklık farkı çok, yağışı az iklim, karasal iklim.
Karaim öz. is. İbr. Çoğu Türk soyundan olan ve genellikle Polonya ve Litvanya topraklarında oturan bir Musevi topluluğu, Karay.
Karaimce öz. is. (karai'mce) 1. Karaim Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
karakabarcık, -ğı is. tıp Şarbon.
karakaçan is. hlk. Eşek: "Karakaçan sürüleriyle dağ dağ dolaşan çoban..." -A. Haşim.
karakafes is. bot. Sığırdiligillerden, çiçekleri beyaz ve menekşeye çalan kırmızı renkte, eczacılıkta kullanılan bir bitki, eşekkulağı (Syınphytum).
kara kalem is. 1. Resim yapmada kullanılan kömür kalem. 2. sf. Bu kalemle yapılan (resim).
Karakalpakça is. 1. Türk dilinin Karakalpaklar tarafından konuşulan kolu. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
kara kaplı kitap, -bı is. 1. mec. Çıkar sağlamak için yasa dışı işlerin yapılmasında yol gösteren yöntemler bütünü. 2. esk. Kadıların hüküm vermek için baktıkları kitap.
karakarga is. zool. Kuzgun.
kara kaş sf. Kaşları kara ve gür olan.
karakaş is. zool. Vücudu beyaz, ağız, burun, göz etrafi, kulak ve tırnakları siyah, bazen vücutlarında da siyah lekeler bulunan, yağlı kuyruğunun uç kısmı akkaramanlara göre fazla sarkık ve genellikle Güneydoğu Anadolu'da yetiştirilen bir tür koyun.
karakavak, -ğı is. bot. 35 m'ye kadar yükselebilen, kabuğu koyu renkli bir kavak türü (Populus nigra).
karakavuk, -ğu is. hlk. Hindiba.
karakavza is. bot. Yaban havucu.
karakeçi is. zool. 1. Sazana benzer bir tatlı su balığı (Barbus fluviatilis). 2. Kıl keçisi.
kara kehribar is. min. Süs eşyası yapımında kullanılan parlak, siyah linyit, oksidiyon taşı.
karakeme is. bot. Domalan.
karakılçık, -ğı is. bot. Kılçıkları siyah olan, kırmızı veya beyaz, sert taneli buğday.
kara kış is. 1. Kış ortası, kışın en şiddetli zamanı, zemheri. 2. mec. Çok sıkıntılı durum veya zaman: "Hepsi hasta ve küskün olan bu yurttaşlar da bugünün ağır iktisadi koşullarının kara kışında sefalete terk edilmişlerdi. " -H. Taner.
kara koca is. hlk. Saçı ağarmamiş yaşlı kimse.
karakol is. 1. Güvenliği sağlamakla görevli kimselerin bulunduğu yapı: "O işleri bu saatte karakolda bulunan küçük memurlar bilmez." -R. H. Karay. 2. tar. Huzuru ve güvenliği sağlamak için hükümete bağlı her türlü silahlı kuvvet, kol, devriye, karakol gezmek huzur ve güvenliği sağlamak amacıyla dolaşmak, devriye gezmek, karakol kurmak 1) herhangi bir yerde güvenliği sağlamak amacıyla karakol oluşturmak; 2) güvenlik görevlisi yasa dışı faaliyetler yürütüldüğü belirlenen bir yerde gerekli diğer birimler gelinceye kadar beklemek, karakola düşmek herhangi bir suç dolayısıyla karakolluk olmak.
→ karakol gemisi, karakol haltı, ileri karakol, jandarma karakolu, nizamiye karakolu, polis karakolu, sınır karakolu
karakol gemisi is. den. Kara sularında güvenliği sağlamak ve gözcülük yapmak için dolaşan küçük gemi.
karakol hattı is. Sınırda bulunan karakolların oluşturduğu hat.
karakolluk, -ğu sf. Karakolla ilgili, karakolluk olmak kavga sonucu karakola gitmek zorunda kalmak: "Sonra karakolluk olmaz mıyız?" -M.. Ş. Esendal.
karakoncolos is. (kara'koncolos) Yun. 1. Çocukları korkutmak için kendisinden söz edilen, gerçek dışı bir yaratık, umacı, hayalet. 2. mec. Çok çirkin kimse.
kara kovan is:. Anların fennî kovan yerine içine petek oluşturdukları sazdan, çamurdan veya sepetten kovan.
karakter is. Fr. caractere 1. Ayırt edici nitelik. 2. Bir bireyin kendine özgü yapısı, onu başkalarından ayıran temel belirti ve bireyin davranış biçimlerini belirleyen ana özellik, öz yapı, ıra, seciye. 3. Bir kimsenin veya bir insan grubunun tutumu, duygulanma ve davranış biçimi: "Pek uysal, tatlı, neşeli karakterine rağmen dostum kavgacıdır." -R. H. Karay. 4. Üstün, manevi özellik: "Yıldiz'ırt iyi bir eğitimi, kuvvetli bir karakteri var." -A. Gündüz. 5. Basımda harf türü. 6. ed. Bir eserde duygu, tutku ve düşünce yönlerinden ele alınan kimse, 7. fel. Bireyin kendi kendisine egemen olmasını, kendi kendisiyle uyum içinde bulunmasını, düşünüş ve hareketlerinde tutarlı, sağlam kalabilmesini sağlayan özellikler bütünü.
→ başat karakter, başkarakter, nörotik karakter, yazı karakteri
karakteristik, -ği sf. (caracteristiaue) Fr, caracteristique 1. Bir kimse veya nesneye özgü olan (ayırıcı nitelik), tipik. 2. is. mat. Bir logaritmanın tam birimler anlatan bölümü.
karakterize sf. Fr. caracterise Ayırıcı niteliği ortaya konulmuş, ayırt edilmiş, karakterize etmek ayırıcı niteliğini ortaya koymak, ayırt etmek.
karakterli sf. 1. Herhangi bir karakteri olan. 2. Karakteri sağlam olan.
karakteroloji is. Fr. caracterologie İnsanlarda karakterin gelişmesini ve özelliklerini inceleyen bilim dalı.
karakterolojik, -ği sf. Fr. caracterologique Karakteroloji ile ilgili.
karaktersiz sf. Karakteri kötü olan: "Hâlbuki oğlu hodkâm, müsrif, tembel, karaktersiz bir serseriydi." -Ö. Seyfettin.
karaktersizlik, -ği is. Güvenilir karakteri olmama durumu: "Karaktersizliklerini bütün dünyaya ilan için mütemadiyen yeni yeni cemiyetler kuruyorlar." -Ö. Seyfettin.
karakucak, -ğı is. sp. Kökeni Orta Asya'ya uzanan, serbest stilde, yağ sürülmeden yapılan en eski, geleneksel Türk güreşi.
karakul is. zool. Asıl yurdu Buhara'da Karakul bölgesi olan ve yurdumuzda da yetiştirilen, tüyleri uzun ve kıvırcık bir cins koyun, karagül.
karakulak, -ğı (I) is. zool. Kedigillerden, çakala benzer vahşi bir hayvan (Caracal melcmotis).
karakulak, -ğı (II) is. tar. Osmanlı İmparatorluğunda emir çavuşu, haberci.
kara kullukçu is. tar. Yeniçeri Ocağı bölüklerinde odaları ve odaya gelen konukların ayakkabılarını temizleme, yemek kaplarını yıkama vb. işlerle görevli er.
kara kurbağası is. zool. Kurbağalardan, karalarda yaşayan, yumurtalarını suya bırakan amfibyum.
kara kuru sf. Esmer ve zayıf (kimse): "Onun da sade kirli tırnaklı ve kara kuru parmaklarını hatırlıyorum." -H. E. Adıvar.
kara kusmuk, -ğu is. tıp İçinde bol miktarda kara kan bulunan kusmuk.
karakuş (I) As. zool. Kartal türünden karakuşlara verilen ad.
karakuş (II) is. hlk. Atların ayaklarında şiş yapan bir hastalık.
karakuşi sf. (karakuışi:) T. karakuş -t- Ar. -ı Kanun, kural, mantık ölçülerine dayanmayan: "Tiyatro eleştirmenleri, yazarlar, aydınlar bu karakuşi karara karşı çıktılar." -H. Taner.
karakutu is. Uçaklarda pilotların konuşmalarını ve kuleden gelen mesajları alıp saklayan araç.
kara kuvvet is. Din bağnazlığının oluşturduğu gerici ve tehlikeli güç.
kara kuvvetleri ç. is. ask. 1. Bir ülkeyi karadan gelecek saldırı ve tehlikeye karşı korumak amacı ile kurulan askerî teşkilat. 2. Silahlı kuvvetler içinde yer alan kara ordularının tümü.
karalahana is. bot. Yaprakları koyu yeşil olan bir tür lahana.
→ karalahana çorbası
karalahana çorbası is. Karalahana yapraklarının ince ince kıyılmasından sonra tereyağı, kuru fasulye, mısır yarması ve baharat ile pişirilmesiyle hazırlanan sulu bir yemek.
karalama is. 1. Karalamak işi. 2. El alıştırmak için çok tekrarlanarak yazılan yazı. 3. Üstünde düzeltmeler yapılan, temize çekilmemiş yazı taslağı, müsvedde: "İlk şiirim olan bir türkü güftesini, Üsküp türkülerinde gördüğüm vezinle karalamaya başladım." -Y. K. Beyatlı. 4. mec. Leke sürme, kötülük yükleme.
→ karalama defteri
karalama defteri is. Karalamaların yapıldığı defter, müsvedde defteri.
karalamak (4) 1. Boya veya kalemle birtakım şekiller çizerek bir yeri kirletmek: Duvarı karalamışlar. 2. Bir yazının üzerini çizerek onu geçersiz kılmak: Son iki satırı karalamalı. 3. Taslak olarak yazmak veya çizmek: "Defteri elime alıp şu iki sayfalık yazıyı karaladıktan sonra kapının yavaşça gıcırdadığını işittim." -H. Z. Uşaklıgil. 4. Hızlı ve acele olarak yazmak: "Birdenbire ayağa kalktı ve ayakta bir reçete karaladı." -S. F. Abasıyanık. 5. mec. Leke sürmek, kötülük yüklemek, iftira etmek.
karalanma is. Karalanmak işi.
karalanmak (nsz) 1. Karalama işi yapılmak. 2. Kara duruma gelmek. 3. mec. Leke sürülmek, kötülük yüklenmek.
karalatma is. Karalatmak işi.
karalatmak (-i) Karalama işini yaptırmak.
karalayış is. Karalama işi veya biçimi.
karaleylek, -ği is. zool. Leylekgillerden, gagası aşağı doğru kıvrık, tüyleri kara, uzun bacaklı bir kuş, çeltik kargası (Ciconia nigra).
karalı sf. 1. Karası (II) olan. 2. Üzeri kalemle karalanmış.
→ karalı beyazlı, aklı karalı
karalı beyazlı sf. Üzerinde hem kara hem beyaz bulunan: Karalı beyazlı basma.
karalık, -ğı is. 1. Kara olma durumu. 2. Karaya çalan leke.
→ gözü karalık
kara liste is. Sakıncalı sayılan veya cezalandırılması düşünülen kimse, grup, ülke vb. listesi, kara listeye almak birini, bir grubu, bir ülkeyi sakıncalı veya zararlı görmek.
karaltı is. 1. Uzaklık ve karanlık sebebiyle kim veya ne olduğu seçilemeyen, belli belirsiz, koyu renkli biçim: "Az sonra, dört atlının karaltısını seçtiler." -N. Araz. 2. Hafif karanlık. 3. Leke.
karama is. Karamak işi.
karamak (-i) hlk. 1. Hor görmek: "Merhametin çoktur beni karama / Beni görüp mah yüzünü bürüme." -Karacaoğlan. 2. Karalamak, kara çalmak, lekelemek. 3. Kötülemek, yermek.
karaman is. zool. Orta Anadolu'da yetiştirilen, kuyruğu iri ve yağlı bir tür koyun.
→ akkaratnan, ıtıorkaraman, güney karamam
Karaman öz. is. "Bir şeye tam güvenmeyip ileride nasıl olacağını beklemek gerekir" anlamındaki Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu atasözünde geçen bir söz.
karamandola is. (karamandola) Yun. 1, Genellikle ayakkabı yüzü yapılan bir çeşit sağlam ve parlak kumaş. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış.
kara maşa is. Zayıf, esmer, ufak tefek kadın.
karambol, -lü is. Fr. carambole 1. Bilardo oyununda isteka ile vurulan bilyenin öbürlerine dokunması. 2. mec. Çarpışma, birbirine çarpma, karışıklık, karmaşa, karambole getirmek 1) karışıklıktan yararlanarak birini aldatmak; 2) bir işi aşırı bir çabuklukla yaparak gereken özeni göstermemek.
karamela is. (karame'lâ) İt. caramella Eritilmiş ve birazı yakılmış şekerle yapılan şekerleme.
kara mili is. 1609 m uzunluğundaki bir ölçü birimi.
kara mizah is. Yalnız güldürmeyi değil, düşündürmeyi ve yergiyi de amaçlayan mizah.
karamsar sf. Kötümser, bedbin, meyus, pesimist, karamsar olmak kötümserliğe kapılmak, bedbin olmak: "İşsiz geçirdiği her gün biraz daha karamsar oldu." -N, Cumalı.
karamsarlaşma is. Kötümserleşme.
karamsarlaşmak (nsz) Kötümserleşmek.
karamsarlaştırma is. Karamsarlaştırma işi.
karamsarlaştırmak (-i) Karamsar etmek.
karamsarlık, -ğı is. fel. Kötümserlik: "İnsanlara yakışan, bu karamsarlığa boyun eğmek değil, dünyanın tazeliğine gönlünü açık tutmaktır." -S. Birsel.
kararım sf. Rengi karayı andıran, karaya benzeyen.
karamuk, -ğu is. 1. bot. Karanfilgillerden, ekin tarlalarında biten, yaprakları karşılıklı, çiçeği pembe mor renkte, zararlı bir bitki (Agrostemrnagithago). 2. hlk. Vücutta kara renkli kabarcıklara sebep olan bir hastalık. 3. hlk. Koyunlarda görülen bir tür hastalık.
karamusal is. İt. paramusselli den. Çifte demir atıldığında geminin dönmesiyle zincirlerin karışmasını önlemek için, kullanılan, fırdöndüye bağlı zincir düzeni: "Acaba bu gece limanda tek demirle yatabilecek miyim? Yoksa karamusal mı yapalım?" -Halikarnas Balıkçısı.
Karamürsel sepeti is. Önemsiz kimse veya şey. Karamürsel sepeti sanmak bir kimse veya şeyi ufak, önemsiz saymak.
karanfil is. Ar. karanful bot. 1. Karanfilgillerden, güzel renkli çiçekler açan bir süs bitkisi (Dianthus caryophyllus). 2. Mersingülerden, Molük adalarında, Filipinler'de ve Hindistan'da yetişen ve yaprakları sürekli yeşil kalan bir ağaç (Caryophyllus aromaticus). 3. Bu ağacın karanfil yağı elde edilen ve baharat olarak kullanılan, ağız kokusunu gideren, acımsı, koyu renkli, küçük çivi biçimindeki tomurcuğu: "Yengemin verdiği karanfili dişlerimle ezip emerek odaya giriyorum." -Y. Z. Ortaç, karanfili sıkmak argo tehlikelere ve güçlüklere göğüs gerebilmek.
→ karanfil yağı, su karanfili
karanfilcî is. Karanfil yetiştiricisi.
karanfilgiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örnek bitkisi karanfil olan, çöven, karamuk vb. cinsleri içine alan bir familya.
karanfil yağı is. Karanfilin tomurcuklarından elde edilen uçucu yağ.
karanlık, -ğı sf. 1. Işığı olmayan, bütünü veya bir parçası ışıktan yoksun olan. 2. is. Işık olmama durumu: "Biz, karanlığın içinde ilerliyoruz." -H. Taner. 3. mec. Yasalara, töreye uygun olmayan: "Bu karanlık işlerin hesabım sorarlar." -M. Ş. Esendal. 4. mec. Gereğince anlaşılıp bilinemeyen, ne olacağı, sonu belli olmayan (durum): "Bu kadar karışık ve karanlık bir mevzuda neye istinaden, hangi... teşhis konulabilir?" -A. Ş. Hisar. 5. mec. Karışık. 6. is. mec. Üzüntü, sıkıntı, perişanlık: "Demiştim ya; bütün memleketi bir yas karanlığı kaplamıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. karanlık basmak (veya çökmek) hava kararmak: "Akşamdı, ortalığa hafif bir karanlık çökmüştü." -R. N. Güntekin. "Tekrar anayola geldiğim zaman karanlık basmıştı." -S. F. Abasıyanık. karanlık etmek bir şeyin önünde durarak görünmesine engel olmak, karanlık kesilmek ortalık birdenbire kararmak: "Gece kandili birdenbire sönmüş, oda zifirî karanlık kesilmişti." -Ö. Seyfettin, karanlığa gömülmek 1) koyu karanlık içinde kalmak; 2) büyük sıkıntı ve keder içinde kalmak: "Türkiye'nin güneşi battı, karanlığa gömüldük." -B. Felek, karanlığa kalmak gidilecek yere varmadan akşam olmak, karanlığı deşmek (veya yırtmak) 1) karanlıkta görmeye çalışmak, aydınlığa çıkmak için çaba harcamak: "Gözleriyle sokakların karanlıklarını yırtmaya uğraşarak sinirli bir telaş içinde çırpınıyordu. " -H. R. Gürpınar. 2) mec. büyük sıkıntı ve üzüntüden kurtulmak için çabalamak, karanlıkta göz kırpmak bir şeyi anlatmak isterken karşısındakinin anlayamayacağı bir işarette bulunmak veya bir söz söylemek.
→ karanlık oda, alaca karanlık, yarı karanlık, zifirî karanlık, akşam karanlığı, ay karanlığı
karanlık oda is. Fotoğraf camı banyosu, röntgen muayenesi vb. işlerin yapıldığı ışıksız oda.
karantina is. (karanti'na) İt. guarantina tıp 1. Bulaşıcı bir hastalığın yayılmasını önlemek için belli bir bölgenin veya yerin kontrol altında tutulup gözlemlenmesi biçiminde uygulanan sağlık önlemi. 2. Hastanelerde, yatacak hastaların kayıt ve kabul edildikleri yer.
→ karantina müddeti, karantina süresi
karantina müddeti is. Karantina süresi.
karantina süresi is. Karantina için gerekli olan ve öngörülen süre.
kara para is. Yasa dışı yollardan sağlanan kazanç, kara para aklamak yasa dışı yollarla elde edilen parayı yasallaştırmak için yatırım yapmak.
kara paracı is. Kara parayla uğraşan kimse.
kara paracılık, -ğı is. Kara paracı olma durumu.
kara pazar is. Piyasada olmayan malların gizli olarak yüksek fiyatla satıldığı yer.
karar is. (-ra:rı) Ar. karâr 1. Bir iş veya sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargı: "Kararımı biradere pek güçlükle kabul ettirdim." -R. N. Güntekin. 2. huk. Herhangi bir durum için tartışılarak verilen kesin yargı, hüküm: Yargıç kararı. 3. Bu yargıyı bildiren belge: Mahkeme kararını aldı. 4. Değişmeyen, düzenli durum, düzenlilik, yöntemlilik. 5. Değişmez olma: Havanın hiç karart yok. 6. Tam ölçüsünde, ne az ne çok: Yemeğin tuzu karar. 7. muz. Türk müziğinde, taksim yaparken ana makama dönüş, karar almak bir davayı, bir sorunu sonuca bağlamak: "Artık ayrılmayalım diye kararlar alıyor fakat bir türlü tatbike geçemiyordu." -R. H. Karay, karar altına almak karar vermek, kararlaştırmak: "Dün akşam size tesadüf ettiğimde bunu karar altına almıştık." -H. Z. Uşaklıgil. (bir şeyde) karar bulmak 1) kararlı bir durum almak; 2) yatışmak, karar kılmak birçok şeyi deneyip birini seçmek: "Tekrar masa başına dönmekten zevkli bir iş bulamayacağımda karar kıldım." -F. R. Atay. karar vermek bir sorunu karara bağlamak, kararlaştırmak: "Hatta telefon bile etmemeye karar vermişti." -H. E. Adıvar. karara bağlamak bir davayı, bir sorunu çözümlemek, sonuçlandırmak, karara kalmak davanın görüşülmesi bitip yargıcın kararını beklemek, karara varmak bir konuda anlaşmak, bir şeyi kararlaştırmak, kararında bırakmak ölçüyü aşmamak.
→ bir karar, kavlükarar, nihai karar, orta karar, tashihikarar, ara kararı, arama kararı, gıyap kararı, görevsizlik kararı, göz kararı, hakem kararı, mahkeme karan, takipsizlik karart
karargâh is. (karargâh) Ar. karâr + Far. -gah ask. 1. Bir birlik veya kurumun, kumandan ile yardımcı şube ve bölümlerinden oluşan kuruluş. 2. Ordunun uzun bir süre veya geçici olarak konakladığı yer: "Siper başları, büyük karargâhın etrafı hep nöbetçi dolu idi." -Ö. Seyfettin. 3. esk. Durulan veya kalınan yer: "Otelin arkasındaki gölgelik bir çardağı kendimize karargâh yapmıştık. " -R. N. Güntekin.
kararınca zf. (karan'nca) 1. Gerektiği ölçüde. 2. Gerektiği gibi.
→ karınca kararınca
kararış is. Kararma işi veya biçimi.
kararlama is. 1. Kararlamak işi. 2. sf. Kararlayarak yapılan, tahminî. 3. zf. Kararlayarak, tahminen.
kararlamadan zf. (kararla'madan) Kararlama yoluyla, görmeden: Karanlıkta kapıyı kararlamadan buldu.
kararlamak (-i) Ölçü ve tartıya dayanmaksızın, gözle oranlayarak hesaplamak, tahmin etmek: Şöyle bir hedefi kararladı ve tetiği çekti.
kararlaşma is. Kararlaşmak işi.
kararlaşmak (nsz) Bir şey için karar verilmek: Bu iş artık kararlaştı.
kararlaştırılma is. Kararlaştırılmak işi.
kararlaştırılmak (mz) Kararlaştırma işi yapılmak: "Gezinti saat beşe kararlaştırıldı." -P. Safa.
kararlaştırma is. Kararlaştırmak işi.
kararlaştırmak (-i) Bir konunun, bir işin herhangi bir yolda yapılmasıyla ilgili kesin düşünce belirlemek, tayin etmek: "Yola çıkma gününü kararlaştırdılar." -H. E. Adıvar.
kararlı sf. 1. Kararında direnen, kararını değiştirmeyen, kesin karar vermiş olan: "Eskiden çok kararlıyken şimdi gevşemiş gibi idi." -M. Ş. Esendal. 2. Düzenli, dengeli, ölçülü, istikrarlı.
→ kararlı dalga, kararlı denge
kararlı dalga is.fiz. Duraklı dalga.
kararlı denge is. fiz. Bir güç etkisiyle hareket ettikten sonra gene aynı duruma gelen cisimlerin konumu.
kararlılık, -ğı is. Kararlı olma durumu, istikrar: "Devlet, özel teşebbüslerin ... sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlilik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır." -Anayasa.
kararma is. 1. Kararmak işi. 2. sin. ve TV Görüntülerin gittikçe kararıp görünmez duruma geçmesine dayanan bir noktalama çeşidi.
kararmak (nsz) 1. Rengi karaya dönmek, siyahlaşmak. 2. Işık sönmek, kısılmak veya gücü azalmak: "Hava iyice kararmış, caddenin bütün elektrikleri yanmıştı." -P, Safa, 3. Ateş sönmeye yüz tutmak. 4. mec. Kederlenmek, canı sıkılmak. 5. mec. Niteliğini yitirmek: "Eşsiz hafızası sönüyor, sağduyusu kararıyordu." -F. R. Atay.
kararname is. (karama:me) Ar. karâr + Far. nâme 1. Cumhurbaşkanının onayladığı hükümet kararı. 2. Bakanlar Kuruluna verilen yetkilere dayanarak alınan karar: "Hükümetin çıkardığı kararnameden söz ediyorlar." -N. Cumalı. 3. Bu karan bildiren resmî yazı: Tayin ve terfi kararnameleri.
→ kanun hükmünde kararname
kararsız sf. 1. Kararı olmayan: Kararsız adam. 2. Karar vermekte güçlük çeken, duruksun, mütereddit. 3. Düzensiz, istikrarsız: Kararsız hava.
→ kararsız denge
kararsız denge is. fiz. Denge durumundaki cismin küçük bir yer değiştirmesiyle bozulan denge.
kararsızlık, -ğı is. 1. Kararsız olma durumu, tereddüt: "Benim yerimde kim olsa başka türlü yapamayacağına emin olduğumdan bu kararsızlıklarımı mazur görüyorum." -R. H. Karay. 2. Düzensizlik, istikrarsızlık: "Bu ne kararsızlık, ne döneklik, muttasıl dil değiştiriyoruz. " -R. H. Karay.
karartı is. 1. Karaltı: "Ayın aksi içinden bir karartı geçiyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Kararmış yer, siyahlık.
karartılma is. Karartılmak işi veya durumu.
karartılmak (nsz) Karanlık duruma getirilmesini sağlamak: "Pencereler harp dolayısıyla karartılmış olduğundan müthiş bir karanlık içinde kalabalık kaynaşıyordu." -S. F. Abasıyanık.
karartma is. 1. Karartmak işi. 2. ask. Savaş durumunda düşman uçaklarından korunma amacıyla ışıkları örtme veya söndürme biçiminde alınan önlemlerin bütünü.
karartmak (-i) 1. Rengini karaya çevirmek, esmerleştirmek, siyahlaştırmak: Güneş tenini karartmış. 1. Karanlık duruma getirmek: Perdeler odayı kararttı. 3. Işığı kısmak veya örtmek. 4. mec. Kötü bir duruma getirmek: "Seyahat onu yormuş ve karartmıştı." -P. Safa.
kara saban is. Toprağı sürmede kullanılan ilkel bir tarım aracı.
karasakız is. Zift,
karasal sf. Karayla, toprakta ilgili, berri.
→ karasal iklim, karasal kumul, karasal oluşuk
karasal iklim is. Kara iklimi.
karasal kumul is. Deniz kıyısından uzak, çöllerde oluşan kumul.
karasal oluşuk, -ğu is. jeol. Yer kabuğunun kara bölümündeki katmanlarında olan oluşuk.
kara sarı is. 1. Siyaha çalan san: "Yüzünde kara sarı bir renk arada bir değişiyordu." -Y. Kemal. 2. sf. Bu renkte olan.
kara sevda is. 1. Umutsuz ve güçlü aşk. 2. psikol. Kişinin belirli bir sebep olmadan çöküntü durumuna girip çevreden gelen uyaranlara kapanması, güçlü suç ve günah duyguları içine düşmesi durumu, malihulya, melankoli.
kara sevdalı sf. Kara sevdaya tutulmuş, melankolik.
karasığır is. zool. Orta Anadolu'da yetişen, sert ve kurak iklime dayanıklı, küçük yapılı bir sığır türü.
karasinek, -ği is. zool. Böcekler sınıfının çift kanatlılar takımından, insan ve evcil hayvanların kanını emen, görünüşü ev sineğine benzeyen bir eklem bacaklı türü (Stomoxys calcitrans).
karasu is. tıp Çoğunlukla gözün iç basıncının çoğalmasıyla kendini gösteren, körlüğe sebep olabilen bir göz hastalığı, glokom.
kara su is. Ağır akan su.
kara suları ç. is. huk. Bir devletin deniz kıyıları boyunca egemenliği altında tuttuğu belli genişlikte su şeridi.
karaşın sf. Esmer sarışın karışımı: "Beş on adım ötede duran yuvarlak kafalı, karaşın çocuk söze karıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
karataban is. İpek böceklerinde geniş çapta ölüme yol açan kelebek hastalığı.
kara tahta is. Okullarda üzerine tebeşirle yazı yazılan, tahtadan yapılmış, siyah veya yeşil, geniş levha, yazboz tahtası.
karatavuk, -ğu ıs. zool. Karatavukgillerden, tüyleri kara, meyve ve böceklerle beslenen ötücü kuş (Turdus merula).
karatavukgiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanların kuşlar sınıfından, ardıç kuşlarını ve kızılkuyrukları içine alan bir familya.
karate is. (Japoncadan) Ayak ve yumruk vuruşları üzerine kurulu, Japon kökenli bir dövüş yöntemi.
karateci is. Karate yapan kimse.
karatecilik, -ği is. Karateci olma durumu.
kara tren is. Kömürle işleyen tren.
karaturp is. bot. Turpgillerden, etli, iri beyaz köklü çok yıllık bir bitki (Raphanus sativusvar niger).
karavan is. İng. caravan Bîr otomobilin arkasına takılan, hem taşıt hem konut olarak kullanılan üstü kapalı araç.
karavana is. (karava'na) İt. carovana 1. Genellikle orduda veya yatılı okul ve cezaevlerinde yemek dağıtmada kullanılan, büyük metal kap. 2. Bu kaptan dağıtılan yemek: Bugün karavana çok iyi idi. 3. İnce, yassı elmas. 4. argo Atış taliminde hedef tahtasını bile vuramama. karavana çıkmak yemek hazırlanmak veya gelmek, karavanadan yemek toplu durumda aynı kaptan yemek.
→ karavana borusu
karavana borusu is. ask. Yemek vaktinin geldiğini bildiren boru sesi.
karavanacı is. 1. Karavanayı taşıyan asker. 2. argo Hedef tahtasını vuramayan kimse.
kara vapuru is. hlk. Demir yolu taşıtı.
karavaş is. tar. Savaşta tutsak edilen veya satın alınan ve sahibinin üzerinde tam bir kullanma hakkı bulunan kadın, kul.
karavaşlık, -ğı is. Karavaş olma durumu.
karavel is. Fr. caravelle Çift motorlu bir uçak türü.
karavela is. (karave'lâ) İt. caravelle den. esk. 1. Büyük deniz teknesi. 2. Gemilerde denizcilik kurallarına aykırı durum.
karavide is. (karavi'de) Yun. zool. Kerevit.
karaya is. bot. Eczacılıkta kullanılan ve çürümeyen bir bitki.
kara yağız sf. Esmer (erkek): "Elli yaşlarında göbeksiz, kara yağız bir adamdı." -S. F. Abasıyanık.
karayaka is. zool. Doğu Karadeniz kıyı bölgesinde yetişen, uzun kuyruklu, beyaz renkli koyun türü,
karayandık, -ğı is. bot. Deve dikeni.
karayanık, -ğı is. tıp Şarbon.
kara yas is. Aşırı bir biçimde üzüntüye kapılma, kara yasa bürünmek 1) aşırı üzülmek; 2) derin derin düşünmek.
kara yazı is. Kötü talih, kara baht.
Karayca Öz. is. bk. Karaimce.
kara yel is. meteor. Kuzeybatıdan esen, genellikle soğuk, bazen fırtına niteliğinde yel, keşişleme karşıtı.
kara yeli is. meteor. Yaz geceleri karadan denize doğru esen yel.
karayemiş is. bot. Taflan.
→ karayemiş ağacı
karayemiş ağacı is. bot. Taflan.
kara yer is. hlk. Mezar, sin, gömüt.
karayılan is. zool. Boyu uzun, başı iri pullarla örtülü, zararlı hayvanları yediği için tarıma yararlı, tehlikesiz bir yılan (Coluber).
kara yolu is. Yerleşim merkezlerini birbirine karadan bağlayan yol: Karayolu ile gittiler.
kara yosunları ç. is. bot. Çiçeksiz bitkiler sınıfından, nemli yerlerde yetişen, birleşim veya spor verme yoluyla üreyen, pek çok türleri bulunan bir bitki familyası.
→ yapraklı kara yosunları
kara yosunu is. bot. Çayır ve ormanlarda yumuşak bir bitki oluşturan çiçeksiz bitki, temriye.
kara yüz is. Utanç verici, yüz kızartıcı durum.
kara yüzlü sf. Suçlu, lekeli, günahkâr.
kar baykuşu is. zool. İskandinavya ve kuzey kürede yaşayan koyu renk benekli büyük baykuş (Nyctes scandica).
karbojen is. Fr. carbogene Bileşiminde % 95 oksijen ve % 5 karbondioksit bulunan gaz karışımı.
karboksil is. Fr. carboxyle kim. Organik asit grubunda bulunan -COOH formülündeki tek değerli kökler.
karboksilik, -ği sf. Fr. carboxylique kim. Karboksilli.
karboksilli sf. Yapısında bir veya birçok karboksil koku bulunan (maddeler), karboksilik.
karbon is. Fr. carbone kim. Atom numarası 6, atom ağırlığı 12 olan, doğada elmas, grafit gibi billurlaşmış veya maden kömürü, linyit, antrasit gibi şekilsiz olarak bulunan, canlı varlıkların aslım oluşturan ve yandıktan sonra kömür durumuna geçen element (simgesi C).
→ karbondioksit, karbon dönemi, karbonhidrat, karbon kâğıdı, karbonmonoksit
karbonado is. (karbona'do) İsp. carbonado min. Kara elmas.
karbonat is. Fr. carbonate kim. 1. Karbonik asidin bazlarla birleşerek oluşturduğu tuzların genel adı. 2. Sodyum bikarbonat. 3. Genellikle sindirimi kolaylaştırmak için suya katılan kimyasal birleşim: "Daha sonra karbonat yerine asit borik yutmak suretiyle bir sersemlik ettim." -B. Felek.
→ amonyum karbonat, baryum karbonat, kalsiyum karbonat, magnezyum karbonat, sodyum bikarbonat, sodyum karbonat
karbonatlama is. Karbonatlamak işi.
karbonatlamak (-i) kim. Karbonik asit alabilen maddelere bu gazı vererek onları karbonat durumuna dönüştürmek.
karbonatlı sf İçinde karbonat olan.
karbondioksit, -di is. Fr. carbondioxide kim. Renksiz, kokusuz, yoğunluğu 152, 0 °C de ve 36 atmosfer basıncında kolayca sıvılaşan ekşimsi tatta bir gaz (CO2).
karbon dönemi is. jeol. Birinci Çağın dördüncü dönemi ve bu dönemde oluşmuş yer katmanları, karbonifer.
karbonhidrat is. Fr. carbone hidraîe kim. Yağ, yumurta akı vb. maddelerin yanı sıra, insan ve hayvanların organik besinlerinden en önemlisi olan organik kimya bileşiklerinin genel adı.
karbonifer is. Fr. carbonifere jeol. Karbon dönemi.
karbonik, -ği sf. Fr. carboniaue Karbonla ilgili olan.
→ karbonik asit
karbonik asit, -di is. kim. Bir karbonla iki oksijenin birleşmesiyle oluşan bir gazın suda erimiş durumu.
karbonil is. Fr. carbonile kim. Birleşme değeri 2 olan karbonmonoksit.
karbonit is. Fr. carbonite kim. Karbon grubundan basit madde.
karbonizasyon is. Hayvansal lifler içinde bulunan bitkisel kısımların veya selülozik liflerin giderilmesi için asitlerle sıcaklık etkisi altında işlem görmesi.
karbon kâğıdı is. Aynı zamanda hem yazmak hem de kopya çıkarmak için yazı kâğıtlarının arasına konulan kâğıt.
karbonlama is. Çeliğe karbon verme işlemi.
karbonlamak (-i) kim. Bir maden veya alaşımı karbon bakımından zenginleştirmek.
karbonlaşma is. Karbonlaşmak işi.
karbonlaşmak (nsz) Karbon durumuna gelmek, kömürleşmek.
karbonlu sf. Birleşiminde karbon bulunan.
karbonmonoksit, -di is. Fr. carbone monooxyde kim. 0,97 yoğunluğunda, renksiz, kokusuz, zehirleyici bir gaz. Bol miktarda ısı açığa çıkararak mavi bir alevle yanar ve hava ile birleşerek birçok uygulama alanı olan patlayıcı bir karışım oluşturur (CO).
karborundum is. Fr. carborundum kim. Aşındırıcı madde olarak kullanılan silisyum karbürün ticaretteki adı.
karbür is. Fr. carbure kim. Karbonun başka bir elementle birleşmesinden oluşan madde.
karburatör is. Fr. carburateur tek. Patlamalı motorlarda akaryakıtı buharlaştırıp hava ile karışmasını sağlayan cihaz.
karbürleme is. mân. Madenî bir ürünün karbon bakımından zenginleştirilmesi.
karcığar is. müz. Klasik Türk müziğinde hareketli bir makam.
kar çiçeği is. bot. Süsengillerden, beyaz ve pembe çiçekler açan soğanlı bitki (Leuconium).
kardan adam is. Eğlenmek amacıyla insana benzetilerek yapılan kardan heykel.
kardaş is. hlk. bk. kardeş.
→ kavim kardaş
kardelen is. bot. Nergisgillerden, baharda çok erken çiçek açan ve eczacılıkta kullanılan soğanlı bir bitki (Galanthııs nivalis).
kardeş is. 1, Aynı anne babadan doğmuş veya anne babalarından biri aynı olan çocukların birbirine göre adı: Öz kardeş. Üvey kardeş. Kız kardeş. Erkek kardeş. 2. Yaşça küçük olan çocuk. 3. ünl. Adı bilinmeyen kimselere söylenen bir seslenme sözü: "Güle güle Fahri Bey kardeşimi" -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Aralarında çok değer verilen ortak bir bağ bulunanlardan her biri: Din kardeşi. kardeş kardeşi atmış, yar başında tutmuş kardeşler ne kadar geçimsiz olsalar da, kötü bir durumda birbirlerine yardım ederler.
→ kardeşkanı, kardeş kam, kardeş kardeş, kardeş kavgası, kardeş okul, kardeş parti, kardeş payı, kardeş şehir, Altıkardeş, beşkardeş, bey kardeş, kız kardeş, öz kardeş, sütkardeş, Üçkardeş, üvey kardeş, Yedikardeş, ahiret kardeşi, ant kardeşi, kan kardeşi
kardeşçe sf. (karde'şçe) 1. Kardeşe yaraşır. 2. zf. Kardeşe yaraşır biçimde, dostça, içtenlikle.
kardeşkanı is. bot. Kardeşkanı ağacından alınan, hekimlikte ve boyacılıkta kullanılan, koyu renkte bir sakız.
→ kardeşkanı ağacı
kardeş kanı is. Soy ve ırk bakımından aralarında yakınlık bulunma, kan bağı.
kardeşkanı ağacı is. bot. Baklagillerden, en çok Asya'nın sıcak bölgelerinde yetişen bir ağaç (Draceane draco).
kardeş kardeş zf. Dostlukla, dostça, sevgiyle.
kardeş kavgası is. 1. Yakın ilişki içinde bulunanlar arasında çıkan anlaşmazlık. 2. Bir ülkede yurttaşların birbirlerine karşıt düşüncelerinden doğan silahlı çatışma.
kardeşlenme is. Kardeşlenmek işi.
kardeşlenmek (nsz) hlk. Ekin bir kökten birkaç sap birden üremek.
kardeşti sf. Kardeşi olan.
kardeşlik, -ği is. 1. Kardeş olma durumu, uhuvvet. 2. Kardeş kadar yakın sayılan kimse, yakın dost. 3. Birlik, beraberlik: Sınıfımızdaki kardeşlik çok güçlüydü. 4. ünl. tkz. Adı bilinmeyen kimselere söylenen bir seslenme sözü: "Kol delik mintan delik / Yen delik, kaftan delik / Kevgir misin be kardeşlik!" -O. V. Kanık, kardeşlik etmek kardeş gibi hareket etmek, kardeşçe davranmak: "Bu çocuk bir bayram günü tanışıp kardeşlik ettikleri sarışın çocuk mu? " -O. C. Kaygılı.
kardeş okul is. eğt. Bir okulun, toplumsal ve kültürel bakımdan yardıma gereksinimi olduğunu belirleyip desteklediği, yardımlarda bulunduğu okul.
kardeş parti is. Belli bir ortak amaca yönelen siyasi toplulukların her biri: "Bu itibarladır ki ben bu partiler hakkında, aynı gaye için yürüyen kardeş partilerdir diyorum." -N. Cumalı.
kardeş payı is. Yarı yarıya, eşit paylarla bölüşme.
kardeşsiz sf. Kardeşi olmayan.
kardeş şehir, -hri is. Aralarındaki ilişkiyi geliştirmeyi ve birbirlerine yaklaşmayı kabul eden ülkemizdeki bir şehirle yabancı bir ülkedeki bir şehre verilen genel ad: Bursa ile Darmstadt kardeş şehirdirler.
kardırma is. Kardırmak işi.
kardırmak (-i, -e) Karma işini yaptırmak.
kar dikeni is. bot. Diş otugillerden, pembe çiçekli bir tür çalı (Acantholimon echinus).
kardinal, -li is. Fr. cardinal din b. Papayı seçen, danışmanlığını yapan başpapazlardan her biri.
→ kardinal kuşu
kardinal kuşu is. zool. İspinozgillerden, parlak, kırmızı renkli, iri gagalı, tepelikli, ötücü bir kuş türü (Cardinalis cardinalis).
kardinallik, -ği is. 1. Kardinal olma durumu. 2. Kardinalin görevi veya makamı.
kardiyak is. Fr. cardiaaue tıp 1. Kalp hastalığı olan kimse. 2. sf. Kalple ilgili.
kardiyograf is. Fr. cardiographe Kalbin hareketlerini, grafik biçiminde kaydeden cihaz.
kardiyografi is. Fr. cardiographie Kalp hareketlerini kaydetme yöntemi.
kardiyogram is. Fr. cardiogramme Kardiyografın kaydettiği kalp hareketlerinin çizgilerle gösterilmiş grafiği.
kardiyolog, -ğu is. Fr. cardioloaue tıp Kalp hastalıklarında uzmanlaşmış hekim.
kardiyoloji is. Fr. cardiologie tıp Anatomi, fizyoloji ve patolojinin kalp ile ilgili bölümleri.
kardiyolojik, -ği sf. Fr. cardiologique tıp Kardiyoloji ile ilgili.
kardiyopati is. Fr. cardiopathie tıp Kalp hastalıklarının genel adı.
kardiyoskleroz is. Fr. cardiosclerose tıp Bazen atardamar sertleşmesiyle birlikte görülen kalp dokusu sertleşmesi.
kardiyoskop, -bu is. Fr. cardioscope tıp Kalp kasılmalarının incelenmesine yarayan cihaz.
kardiyoskopi is. Fr. cardioscopie tıp Kalp kasılmalarının kardiyoskop ile dinlenmesi.
kare is. Fr. carre 1. mat. Kenarları ve açıları birbirine eşit olan dörtgen, dördül, murabba. 2. sf. Bu biçimde olan: Kare masa. 3. İskambil oyunlarında aynı türden dört kâğıdın bir araya gelmesi: Kare as. Kare kız. 4. Bir sayının kendisiyle çarpımı, (bir sayının) karesi mat. bir sayının kendisiyle çarpımı. (bir sayının) karesini almak mat. bir sayıyı kendisiyle çarpmak.
→ kare kare, karekök, kilometre kare, metre kare
kare kare sf. Kareleri olan, kareli.
karekök is. mat. Karesi verilen bir sayıya eşit olan sayı. karekök almak karesi verilen bir sayıyı hesaplamak.
kareleme is. 1. Karelemek işi. 2. Bir resmin, büyüterek veya küçülterek kopyasını çıkarma yöntemi. 3. mat. Herhangi bir çokgenle eş değerli bir kare çizme. 4. mat. Eş değer bir kare ile hesaplama.
karelemek (-i) 1. Karelere ayırmak. 2. Bir resmi büyütme veya küçültme işleminden sonra asıl örneğin oranlarını kopyasında da elde etmek için bir resmi eşit sayıda karelere ayırmak.
kareli sf. Karelere bölünmüş, üstünde kareleri olan, damalı, satrançlı: "Oğlanlar, alacalı bulacak kareli gömlekler giymişlerdi." -H. Taner.
karesel bölge is. mat. Karenin sınırladığı düzlemsel bölge.
karfiçe is. Yun. Orta boy demir çivi.
karga (I) is. zool. Kargagillerden, kanatlan geniş, tüyleri kara renkte, tarla ve bahçelere çok zarar veren kuş (Corvus). karga bok yemeden kaba çok erken bir saatte, karga gibi çok zayıf ve esmer (kimse).
→ kargabeyni, kargaburnu, karga burun, kargabüken, kargadelen, karga düteği, kargasekmez, karga yürüyüşü, alacakarga, alakarga, ıslakkarga, karakarga, küçük karga, çeltik kargası, ekin kargası, kestane kargası, leş kargası, teneşir kargası
karga (II) is. (ka'rga) İt. carga den. 1. Bir şeyin asıl durumunu yitirerek baş aşağı olması. 2. Yelkenleri toplama, karga etmek 1) tulumbanın kurumuş kösele supaplarını ıslatarak şişirmek için üzerinden su döküp kolu işletmek; 2) bir geminin serenlerini daha az yer tutsun diye veya yas belirtisi olarak eğik bir duruma getirmek.
→ karga tulumba
kargabeyni is. Pekmezle tatlı yoğurt karıştırılarak yapılan yiyecek.
kargaburnu is. tek. 1. Uçları karga gagası gibi kıvrık olan araçların ortak adı. 2. Tel bükmekte kullanılan ve uçları sivri koni biçiminde olan metalden bir tür kıskaç. 3. Sanayide küçük ve yuva içine yerleştirilmiş vidaları sökmeye yarayan ince, uzun ağızlı alet. 4. hlk. Kapı mandalı.
karga burun, -rnu sf. Burnu karga gagasına benzeyen (kimse).
kargabüken is. bot. 1. Bitişik taç yapraklı iki çeneklilerden, yaprakları karşılıklı, çiçekleri talkım durumunda olan, meyvesi zehirli bir ağaç (Stryhnos nuxvomice). 2. Bu ağacın striknin elde edilen tohumu.
kargacık burgacık, -ğı sf Çarpık, düzensiz (yazı): "Ellerimiz titrediği için imzalarımız kargacık burgacık oldu." -M. Ş. Esendal.
kargadelen is. Kabuğunun çok gevrek olması dolayısıyla kolay kırılan bir tür badem.
karga düleği is. hlk. Acı hıyar.
kargagiller ç. is. bot. Kuşlar sınıfının, ötücü kuşlar takımından, örnek hayvanı karga olan kuşlar familyası.
kargasekmez sf. Çok ıssız, sarp (yer).
kargaşa is. 1. Kışkırtma ve karışıklık yoluyla toplumda ortaya çıkan düzen bozukluğu, anarşi. 2. Karışıklık, düzensizlik, kargaşa çıkarmak gürültü patırtıya yol açmak.
kargaşacı is. Kargaşa çıkaran kimse.
kargaşalık, -ğı is. Kargaşa durumu: "Bütün bu kargaşalık, bu gürültü içinde çalgıcılar çalıyorlar. " -M. Ş. Esendal..
karga tulumba zf. Birkaç kişi birini yakalayıp elleri üstünde havaya kaldırarak: Onu karga tulumba götürdüler, karga tulumba etmek birkaç kişi, birini kollarından bacaklarından tutup kaldırmak: "Emine kalkmak istemiyor, boyuna hıçkınyordu. Ötekiler hep bir olup onu karga tulumba edince yanıma getirdiler." -O. C. Kaygılı.
karga yürüyüşü is. sp. Çömelmiş durumda, çift ayakla sıçrayarak yapılan yürüyüş.
kargı is. 1. bot. Gövdesi 5-6 m yüksekliğe erişebilen çok yıllık bir bitki, kamış, saz (Arundo donax). 2. Dalyanlarda büyük balıklar için kullanılan demir kanca. 3. esk. Silah olarak kullanılan, ucu sivri ve demirli uzun mızrak: "Avlunun ortasında, elinde bir uzun kargı ile saatlerce başı havada, ağzı açık hayran hayran dolaşırdı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ çatal kargı
kargılarım is. Kargılamak işi.
kargılamak (-i) Kargı ile yaralamak veya öldürmek: "Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başım teninden ayırmıştı. " -Ö. Seyfettin.
kargılık, -ğı is. 1. Fişeklerin konulduğu meşin kuşaklı fişeklik. 2. Kamış yetişen yer: "Denize bakan yönü ile yan sınırlarım rüzgârı kesen sık kargılıklar kuşatıyordu." -N. Cumalı.
kargıma is. Kargımak işi, lanet.
kargımak (-i) hlk. Birine, Tanrı'nın, insanların sevgi ve ilgisinden yoksun kalıp nefretlerine uğraması dileğinde bulunmak, ilenmek, lanet etmek, lanetlemek.
kargın (I) is. 1. Eriyen karların oluşturduğu akarsu. 2. Karla karışık yağan yağmur.
kargın (II) is. Marangozlukta kullanılan bir tür büyük rende.
Kargın öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
kargış is. hlk. Kargıma işi veya bu maksatla söylenen sözler, lanet, telin, beddua, ilenç, alkış karşıtı, kargış etmek (veya vermek) kargımak, kargışlamak, lanet etmek.
kargışlama is. Kargışlamak işi.
kargışlamak (-i) Kargımak.
kargışlı sf. Tanrı'nın ve insanların nefretine, lanetine uğramış, melun, lanetli,
kârgir sf. Far. kârgir mim. Kagir.
kargo is. İng. cargo 1. Yük taşıyan uçak veya gemi. 2. Uçak, gemi vb. bir taşıtla taşman eşya, yük. 3. Bir yerden bir yere yük veya posta taşıyan şirket. 4. Bu şirketin taşıdığı yük veya posta.
kargocu is. Kargo işiyle uğraşan kimse.
kargoculuk, -ğu is. Kargocunun yaptığı iş.
karha is. Ar. kartta tıp esk. Ülser.
kâr haddi is. tic. Kazancın sınırı.
kar helvası is. 1. Pekmez karıştırılmış kar. 2. mec. İcat edenlerin bile beğenmedikleri şey.
karı is. 1. Bir erkeğin evlenmiş olduğu kadın, eş, refika, zevce: "Eve varınca karım Fadime kapıyı açar." -S. F. Abasıyanık. 2. kaba Kadın: "Analar ağlıyor, nişanlılar ağlıyor, karılar ağlıyordu; fakat Saliha kadın buna alışmıştı." -H. E. Adıvar. 3. hlk. Yaşlı, ihtiyar, karı gibi korkak, dönek (erkek), karının saçlısı, tarlanın taşlısı kadının saçlısı ile tarlanın taşlı olanı makbuldür: "Vay basma, sen tarlada hiç taş komamışsın. Sonunda bunun sana zararı dokunur. Karının saçlısı, tarlanın taşlısı, demişler." -K. Tahir.
→ karı ağızlı, karı koca, karım köylü, karısı ağızlı, karısı köylü, katır kan, kocakarı, alkarısı, çarşamba karısı, mahalle karısı
karı ağızlı sf. 1. Dedikodu yapan (erkek). 2. Karısının etkisiyle, karısının ağzıyla konuşan (erkek), kansı ağızlı.
karık, -ğı (I) is. 1. Kar yağmış bir alana bakma sonucu ortaya çıkan göz kamaşması. 2. sf. Karlı bir alana bakma sonucu kamaşmış (göz).
karık, -ğı (II) is. hlk. 1. Bağ ve bahçe sulamak için açılmış su yolu, ark. 2. Bu arklar arasında kalan toprak parçası. 3. Sabanla açılan çizi.
karıklama is. Meralarda yüzey akışını önlemek ve toprak nemini uzun süre koruyarak vejetasyonu geliştirmek için, 1-1,5 m aralıklarla 10-15 cm kesitinde tesviye eğrilerine paralel küçük hendeklerin açılması.
karıklamak (nsz) Karık (II) açmak.
karıkma is. Kankmak işi.
karıkmak (nsz) hlk. 1. Göz fazla ışıktan kamaşmak. 2. Göz kar yağmış bir alana bakmaktan kamaşmak.
karı koca is. Birbirleriyle evlenmiş kadın ve erkek: "Oğulları Amerika'ya kaçtığından beri karı koca ismini bile ağızlarına almıyorlardı. " -O. Atay.
karı kocalık, -ğı is. Karı koca olma durumu.
karılaşma is. Karılaşmak işi.
karılaşmak (nsz) kaba Erkek huylan kadın huylarına benzemek, kadın gibi davranmak.
karılı sf. Herhangi bir nitelik veya nicelikte karısı olan.
→ karılı kocalı, çok karılı
karılık, -ğı is. 1. Kadın olma durumu. 2. Evli kadının kocasına göre olan durumu veya görevi, karılık etmek 1) evli bir kadın kocasına olan görevim yerine getirmek; 2) hkr. erkek için döneklik etmek, hile yapmak.
→ kocakarılık
karılı kocalı zf. Karı koca birlikte: Karılı kocalı bize geldiler.
karılma is. Karılmak işi.
karılmak (nsz) 1. Karma işi yapılmak, karışmak. 2. hlk. Hayvan çiftleşmek.
karıma is. Karımak işi.
karımak (nsz) hlk. Yaşlanmak,, kocamak, ihtiyarlamak.
karım köylü is. Karısı köylü.
karın, -rnı is. 1. İnsan ve hayvanlarda gövdenin kaburga kenarlanndan kasıklara kadar olan ön bölgesi: "Şuursuz bir acele ile mahmuzlarını atının karnına vurdu." -Ö. Seyfettin. 2. Döl yatağı, rahim: "Fakat karnındaki çocuk da bu insanüstü erkeğin bir parçasıydı." -H. E. Adıvar. 3. Bazı şeylerde şiş ve içi boş bölüm: Geminin karnı. Şişenin karnı. 4. Mide: "Karnım aç, elim ayağım donmuş gibi." -H. E. Adıvar, 5. mec. iç, gönül, akıl, kafa: Ben senin karnındakini ne bileyim? 6. mec. Ahlaki açıdan kabul edilemeyen şeyleri kabullenme, 7. fiz. Gelen ve yansımış dalgaların girişimiyle oluşan duraklı dalgalarda en büyük genlikte titreşen noktalar, karın doyurmak 1) geçinmek: "Yoğurtçuda çalışanlar bu türlü karın doyuranları çok görmüşlerdi." -N. Cumalı. 2) yararı olmak: "Fakal öpüşmek, sevişmek karın doyurmuyor." -Ö. Seyfettin, karnı büyümek hamile kalmak: "Felaket bununla bitmemiş, üç ay sonra karnı büyümeye başlamış." -H. E. Adıvar. karnı zil çalmak çok acıkmış olmak, karnından konuşmak (veya söylemek) 1) işitilemeyecek kadar alçak sesle söylemek; 2) uydurarak söylemek. karnını doldurmak 1) çok yemek yemek; 2) argo gebe kalmak.
→ karın ağrısı, karın boşluğu, karın çatlağı, karın iltihabı, karıntası, karın zarı, karından ayaklılar, karından bacaklılar, karnı aç, karnı burnunda, karnı geniş, karnıkara, karnı kara, kamı tok, karnıyarık, karnından konuşan, orta karın
karın ağrısı is. 1. Karında duyulan ağrı, 2. mec. Çekilmeyen, sevilmeyen kimse. 3. mec. Adı, niteliği bilinmeyen şey.
karın boşluğu is. anat. Kaburga kemikleriyle kalça kemiklerinin arasında vücudun her iki yanında bulunan bölge.
karınca is. (kart'nca) 1. zool. Zar kanatlılardan, toplu olarak yaşayan, yuvaları toprağın altında olan ve birçok türü bulunan böceklerin genel adı (Formica). 2. Madenlerde, döküm sırasında arada hava kalmaktan veya pastan ileri gelen ufak boşluk, karıncayı bile ezmemek (veya incitmemek) çok merhametli, ince duygulu olmak.
→ karınca asidi, karınca belli, karınca duası, karıncaezmez, karıncaincitmez, karınca kuşu, karıncasever, karıncayiyen, karınca yuvası, ak karınca, atlı karınca
karınca asidi is. kim. Formik asit.
karınca belli sf. Beli çok ince olan.
karınca duası is. din b. İş yerlerine bereket getirdiğine inanılarak asılan dua. karınca duası gibi çok küçük, sık ve okunaksız (yazı).
karıncaezmez sf. 1. Çok merhametli, ince duygulu (kimse), kanncaincitmez. 2. Yavaş hareket eden.
kanncaincitmez sf. Karıncaezmez.
karınca kaderince zf. Karınca karannca.
karınca kararınca zf. Az da olsa, elinden geldiği kadar, karınca kaderince: "Kendi kızları çalışıyor, karınca kararınca eve bir şeyler getiriyorlardı." -E. Bener.
karınca kuşu is. zool. Karıncayiyen.
karınca kuşugiller ç. is. zool. Kanncayiyengiller.
karıncalanış is. Karıncalanma işi veya biçimi.
karıncalanma is. Karıncalanmak işi: "Bütün vücudunda, hatta kemiklerinin ve karnının içinde garip bir titreme, karıncalanma, buruk bir ürperme var." -P. Safa.
karıncalanmak (nsz) 1. Bir yere, bir şey üzerine karınca üşüşmek. 2. Vücudun bir yerindeki uyuşukluktan sonra, kan dolaşımının başlamasıyla o yerde karıncalar dolaşır gibi bir izlenim uyanmak: "Adamcağızın ara sıra ayaklan karıncalandıkça dolaşacak bir yeri bile yok." -R. N. Güntekin. 3. Metal yüzeylerde pas yüzünden yer yer ufak delikler oluşmak. 4. mec. Aşırı zihin yorgunluğundan dolayı bir şeyi, bir durumu kavramada zorluk çekmek: "Satırlar gözünün önünden silinir, gelecekle ilgili düşüncelerim karıncalamrdı." -N. Cumalı.
karıncalar ç. is. zool. Zar kanatlıların, karınca adı altında toplanan ve beş bin kadar türü sayılan bir dalı.
karıncalı sf. 1. İçinde, üstünde karınca bulunan. 2. Paslı veya dökülme sonucu küçük delikleri olan (metal).
karıncasever is. zool. Karınca yiyerek geçinen ve karınca yuvası çevresinde yaşayan böcek.
karmcasız sf. Karıncası olmayan.
karıncayiyen is. zool. Karıncayiyengillerden, Avustralya'da yaşayan, karıncayla beslenen bir memeli türü, karınca kuşu (Echidna acule ata).
karıncayiyengiller ç. is. zool. Örnek hayvanı karıncayiyen olan, vücutları kirpi dikenli, ağızlan boru biçiminde uzamış, karıncayla beslenen bir familya, kanoca kuşugiller.
karınca yuvası is. Karıncaların barındığı yer. karınca yuvası gibi çok kalabalık, (bir yer) karınca yuvası gibi kaynamak çok kalabalık ve hareketli olmak.
karıncık, -ğı is. anat. 1. Vücudun çeşitli organları içinde bulunan boşluk. 2. Kalbin alt bölümünde bulunan ve biri sağdaki akciğerlere, öbürü soldaki vücuda pompalanacak kanı almaya yarayan iki boşluk.
→ beyin karıncıkları
karından ayaklılar ç. is. Karından bacaklılar.
karından bacaklılar ç. is. zool. Yumuşakçalardan, karınlarındaki etli, yassı pul biçimindeki uzantıları bacak gibi kullanarak ve sürünerek yürüyen salyangoz, sümüklü böcek vb.ni içine alan kabuklu hayvanlar sınıfı.
karındaş is. esk. Kardeş.
karınlama is. Karınlamak işi.
karınlamak (-e) den. Gemi yanını dayamak: Gemi rıhtıma karınlamış.
karınlı sf. 1. Karnı olan. 2. Karnı büyük ve çıkıntılı olan: "Hani hatırlıyor musun, şişman karınlı, amiyane tavırlı bir adamdan, harp zengini bir Yahudi'den bahsetmiştim?" -H. C. Yalçın.
karınma is. Karınmak işi.
karınmak (nsz) 1. Sallanarak karışmak. 2. hlk. Çiftleşmek.
karınsa is. hlk. Kuşların tüy değiştirme zamanı.
karıntasi is. Pastırmada kullanılan hayvanın göbek etleri.
karıntı is. den. 1. Anaforlarda oluşan çevrinti. 2. Geminin yanından vurarak gemiyi sarsan dalga.
karın zarı is. anat. Karın boşluğunun içini, bu boşluğun içinde bulunan bağırsakları, öbür organları kaplayan ve tutan zar, periton.
→ karın zan iltihabı, karın zarı yangısı
karın zarı iltihabı is. tıp Karın zan yangısı.
karın zarı yangısı is. tıp Karın zarının çabuk ilerleyen veya kronik iltihabı, peritonit, karın zarı iltihabı.
karısı ağızlı sf. Karısının düşüncelerini benimseyip davranışlarını ona uyduran (koca).
karısı köylü sf. 1. Karısının yakınlarım benimseyip kendi yakınlarım unutan (erkek). 2. mec. Kılıbık.
karış is. Parmaklar birbirinden uzak duracak biçimde gergin duran elde, başparmak ve serçe parmakların uçları arasındaki açıklık: "Yürüyüp geçeceğim, basacağım yerlerin her bir kartş mübarek toprağı benim için mukaddesti." -H. R. Gürpınar.
→ karış karış, bir karış
karışık, -ğı sf. 1. Aynı nitelikteki şeylerden oluşmuş: Karışık salata. 2. Karışmış olan, düzensiz, dağınık, intizamsız. 3. Saf olmayan: Karışık süt. 4. Çalkantı, kargaşa, gerginlik içinde olan: "Bana ne, bu bir yığın ne olduğunu anlamadığım, karışık dolambaçlı işten!" -N. Cumalı. 5. Anlaşılması güç olan, açık seçik olmayan, çapraşık: "Tuhaf şey! Hakikaten karışık bir kadın." -P. Safa. 6. hlk. Halk inancına göre cin ve perilerle ilişkisi olan,
→ karmakarışık
karışıklık, -ğı is. 1. Karışık olma durumu, teşevvüş. 2. Kalabalık, düzensizlik vb.nin yol açtığı kargaşa.
→ bellek karışıklığı, kelime karışıklığı, söz karışıklığı, zihin karışıklığı
karışılma is. Karışılmak işi.
karışılmak (-e) Karışma işi yapılmak, müdahale edilmek.
karışım is. 1. Birden çok şeyin karıştınlmasıyla elde edilen veya ortaya çıkan şey. 2. kim. İki veya daha çok maddenin kimyasal tepkimeye girmeden bir araya gelmesi, mahlut.
karış karış zf. Bir şeyi her yönüyle, inceden inceye, hiçbir tarafını ihmal etmeksizin, karış karış bilmek en ince ayrıntısına kadar biliyor olmak: "Buraların girdisini çıktısını, deliğim kovuğunu karış karış bilir." -H. R. Gürpınar, karış karış dolaşmak her yeri gezmek: "Ben Türk köylerini karış karış dolaştım, bilirim."-A. Gündüz.
karışlama is. Karışlamak işi.
karışlamak (-i) Karışla ölçmek.
karışma is. 1. Karışmak işi. 2. Engelleme, araya girme, müdahale. 3. Düzeni bozulma.
karışmak (-le) 1. İki veya ikiden çok şey bir araya gelip birbirinin içinde dağılmak, birbirinin içine girmek: "Araba sallana sallana içim bağrım birbirine karıştı." -H. R. Gürpınar. 2. (nsz) Düzensiz, dağınık olmak: "Yanıma her tarafı titreyerek sapsarı, sakal bıyığa karışmış bir hâlde geldi." -R. H. Karay. 3. (nsz) Bulanmak, duruluğunu yitirmek: Hava birden karıştı. Zihnim karıştı. 4. (nsz) Açıklığını yitirmek, anlaşılması güçleşmek: "Kaymakam işin karıştığını anlayarak... " -M. Ş. Esendal. 5. Müdahale etmek, araya girmek: "Sokakta herkes kadın kıyafetine karışmak hakkını kendinde görürdü." -F. R. Atay. 6. Engellemek, araya girmek. 7. (-e) Bir araya gelmek, katılmak: "Bingazi'deki muharebeye karışmak için beraber yola çıktığım arkadaş Kahire'de hastalanmıştı." -Ö. Seyfettin. 8. (-e) İlgilenmek, müdahale etmek, el atmak: "Ben, dedim, başkalarının soy adlarına nasıl karışabilirim?" -M. Ş. Esendal. 9. (-e) Yetkisinde bulunmak, bakmak, iş edinmek, işi olmak: Bu işe belediye karışır, (birinin) karışanı görüşeni olmamak işine kimse karışmamak, özgür olmak.
karıştırıcı is. tek. 1. İki veya daha çok maddeyi birbiri içinde dağıtmaya, karıştırmaya yarayan araçların genel adı, mikser. 2. Çeşitli besin maddelerini karıştırma ve çarpma işinde kullanılan araç veya alet. 3. Pişirmeden önce malzemeyi kesip karıştıran elektrikli alet. 4. sf. mec. Ortalığı birbirine katan, fitneci, müfsit.
karıştırıcılık, -ğı is. Karıştırıcı olma durumu, fitnecilik.
karıştırılma is. Karıştırılmak işi.
karıştırılmak (nsz, -le; -e) Karıştırma işi yapılmak.
karıştırış is. Karıştırma işi veya biçimi.
karıştırma is. Karıştırmak işi.
karıştırmak (-i, -e; -le) 1. Karışma işini yaptırmak. 2. İçinde ne olduğunu anlamak veya aradığını bulmak amacıyla elle yoklamak: "Ceplerimi karıştırdım, bozuk para bulamadım." -F. R. Atay. 3. Yemeği dibinin tutmaması için kaşıkla altüst etmek: Pilavı karıştırmak. 4. Kurcalamak, oynamak. 5. Ostünkörü okumak, araştırmak, incelemek: "... saatlerce, istediğim kitapları, divanları, Servetifünun koleksiyonlarım karıştırdım." -Y. Z. Ortaç. 6. Göz atmak, üstünkörü okumak: "Verdiğim cevapları dinlemiyor gibi dalgın, parmaklarıyla bir risaleyi karıştırıyordu." -H. Z. Uşaklıgil. 7. Ayırt edememek, tam olarak seçememek: Siz düşle gerçeği birbirine karıştırıyorsunuz.
kari is. (ka:ri:) Ar. kâri' esk. 1. Okuyucu, okur: "Gözümle görür, kulağımla işitir, karilerime doğrusunu bildirirdim." -R. H. Karay. 2. Kur'an'ı kurallarına uygun bir biçimde okuyan kimse.
karides is. Yun. Denizlerde veya tatlı sularda yaşayan, yüzücü, orta büyüklükte kabuklu, eti yenir bir deniz hayvanı.
→ karides ağı
karides ağı is. den. Karides avlamakta kullanılan bir tür ağ.
karidesçi is. Karides satan veya yakalayan kimse.
kariha is. (kari:ha) Ar. kariha esk. Düşünme gücü.
karikatür is. Fr. caricature 1. İnsan ve toplumla ilgili her tür olayı konu alarak abartılı bir biçimde veren, düşündürücü ve güldürücü resim: "Bu çehreye öyle bön, öyle kaba bir hâl çökmüştü ki, hiçbir karikatür bunu tasvir edemez." -R. N. Güntekin. 2. mec. Beceriksizce yapılmış şey, taslak: Ev karikatürü.
karikatürcü is. Karikatür çizen sanatçı, karikatürist: "Karikatürcülerimizin sanatının içine girmemeleri, bu sanatın ne olduğunu anlayamamış olmalarından ileri geliyor." -O. V. Kanık.
karikatürcülük, -ğü is. Karikatür çizme sanatı.
karikatürist is. Fr. caricaturiste Karikatürcü: "Her gelen karikatürist nüktesini duvara çizgilemiş." -H. Taner.
karikatürize sf. Fr. caricaturise Karikatür durumuna getirilmiş olan. karikatürize etmek karikatürleştirmek: "Adamı boyu ile, jestleri ile zalimce karikatürize ediyor." -R. N. Güntekin.
karikatürleştirme is. Karikatürleştirmek işi.
karikatürleştirmek (-i) 1. Karikatür durumuna getirmek. 2. Bir şeyin, bir olayın belirtilmesi gereken özelliklerini bozarak, yererek, gülünç duruma getirerek anlatmak.
karikatürlük, -ğü is. 1. Karikatür çizmeye yarayan araç, gereç, karikatür yapmak için kullanılan malzeme. 2. Karikatür olma durumu: "Biri karikatürlükle en ufak bir ilgisi bile olmayan bir resim, öteki de o resimle hiçbir ilgisi olmayan bir nükte." -O. V. Kanık. 3. mec. Karikatür konusunu oluşturan olay: "Kendilerini büyük zanneden bu adamların karikatürlüğü ruhlarına kadar sinmiştir." -A. Gündüz.
karina is. (kari'na) İt. carena den. 1. Gemi omurgası. 2. Gemi teknesinin su içinde kalan bölümü, karina etmek (veya karinaya basmak) gemiyi karinası ortaya çıkacak biçimde bir yanı üzerine yatırmak.
karinalılar ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfının hemen bütün kuşları içine alan büyük bir bölümü.
karine is. (kari:ne) Ar. karine esk. 1. Karışık bir iş veya sorunun anlaşılmasına, çözümlenmesine yarayan durum, ipucu. 2. Belirti. karine ile anlamak sözün gelişinden çıkarmak.
kar ispinozu is. zool. Asya ve Avrupa'nın yüksek yerlerinde, karlık bölgelerde yaşayan serçeye benzer küçük ötücü kuş (Montifringilla nivalis).
kariyer is. Fr. carriere Bir meslekte uzmanlık: "Yok, Hamlet gibi başladım. Hamlet gibi bitireceğim. Benim için bu bir kariyer meselesidir." -Y. K. Karaosmanoğlu. kariyer yapmak uzmanlık alanında çalışmak, uzmanlaşmak, ihtisas yapmak.
karizma is. Fr. charisme Bir kimsenin kişiliği etrafında oluştuğu kabul edilen ve niteliği kolay açıklanamayan, hayranlık uyandıran etkileyici güç, etkileyicilik, karizmayı çizdirmek argo var olan etkileyiciliğini kaybetmek.
karizmatik, -ği sf. Fr. charismatiaue Etkileyici.
karkara is. Ar. Içarkara zool. Uzun bacaklılardan, bataklık bölgelerde yaşayan, kışı sıcak ülkelerde geçiren, başı sorguçlu turna.
karkas is. Fr. carcasse 1. mim. Demirli betonla yapılmış yapı. 2. Kemikli sığır eti.
kar kuşu is. zool. Serçegillerden, karlı dağların doruklarında yaşayan, bacakları ve parmakları tüylü bîr kuş (Plectrophenax nivalis).
kar kuyusu is. Yazın kullanılmak üzere içinde kar saklanan kuyu, karlık.
karlama is. Karlamak işi.
karlamak (nsz) Kar yağmak.
karlanma is. Karlanmak işi veya durumu.
karlanmak (nsz) 1. Kar ile örtülmek, kar ile kaplanmak. 2. TV Ekranda görüntü siyah beyaz noktalarla kaplanmak.
karlı sf. 1. Üstünde kar bulunan: Karlı dağ. 2. Kar yağan: Karlı hava.
kârlı sf. Kârı olan, kazançlı: "Bir kaza hekimi için şöhretten daha kârlı bir gelir kaynağı akla gelmez." -R. N. Güntekin.
→ kârlı iş
kârlı iş is. İyi para getiren iş veya çalışma alanı.
karlık, -ğı is. 1. Kar kuyusu. 2. Dışı hasır örgüsüyle kaplı, içinde kar veya buz koymak için bölmesi bulunan, soğutucu olarak kullanılan büyük şişe.
Karluk öz. is. tar. Eski Türk boylarından biri.
karma is. 1. Karmak işi. 2. sf. Ayrı türden olan öğelerin karıştırılmasiyla oluşmuş, muhtelit: Karma aşı. Karma futbol tahini.
→ karma eğitim, karma ekonomi, karma okul, karma sergi, karma tamlama, karma tren
karmaç, -cı is. tek Yapı işlerinde harcı karmaya yarayan alet.
karma eğitim is. eğt. Erkek ve kız öğrencilerin aynı okulda bir arada okumalarını sağlayan eğitim.
karma ekonomi is. ekon. Özel ve kamu kesimlerini kaynaştırma amacını güden, her iki kesimin birlikte girişimlerini öngören ekonomi siyaseti.
karmak, -ar (-i) 1. Karıştırmak, birbirine katmak. 2. Toz durumundaki bir şeyi sıvı ile karıştırarak çamur veya hamur durumuna getirmek: Yapı için harç karmak. Boya karmak.
→ betonkarar
karmakarış sf. (ka'rmakarış) Karmakarışık. karmakarış etmek çok karışık duruma getirmek, karmakarış olmak çok karışık duruma gelmek.
karmakarışık, -ğı sf. (ka'rmakarışık) 1. Dağınık, düzensiz, çok karışık: "Taranmamış, karmakarışık kumral saçları, kocaman bir ağzı, fevkalade muntazam ve güzel dişleri vardı. "-S. F. Abasıyanık. 2. mec. Huzursuz, kararsız, karmaşık: "Başımın içinde bir sis ve hep ona bağlı karmakarışık hayaller var." -P. Safa. karmakarışık etmek çok karışık duruma getirmek, karmakarışık olmak çok karışık duruma gelmek: "Benim köy sükûnuma yuva olmak üzere düşündüğüm bu odacık karmakarışık olmuş." -H. Z. Uşaklıgil.
karmalık, -ğı is. Karma olma durumu: "Meclisin bütün karmalığı bu yuvarlak sofranın etrafında idi." -F. R. Atay.
karman çorman sf. Çok kanşık ve düzensiz. karman çorman etmek çok karışık ve düzensiz duruma getirmek, karman çorman olmak çok karışık ve düzensiz duruma gelmek: "İşler gittikçe kızışıyor, hikâyeler gittikçe karman çorman oluyor, hangi sözü kimin söylediği belli olmuyordu." -Y. Kemal.
karmanyola is. (karmanyo'la) İt. carmagnola Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak yapılan soygunculuk.
karmanyolacı is. Karmanyola yoluyla adam soyan kimse.
karmanyolacılık, -ğı is. 1. Karmanyolacı olma durumu. 2. Karmanyola yoluyla soygun yapma işi.
karma okul is. eğt. Karma eğitim uygulanan okul.
kâr marjı is. tic. Ortaklıkların ürünlerini satışta göz önünde tuttukları kâr oranı.
karma sergi is. Birçok ressamın eserlerini sergilediği yer.
karmaşa is. 1. Karmaşık olma durumu. 2. psikol. Hastalıklı davranışları ortaya çıkaran, kişinin bilincini az çok şartlandıran, genellikle çocukluk döneminde kazanılmış, baskı altında tutulmuş hatıra, duygu ve düşüncelerin bütünü, kompleks.
→ kavram karmaşası, ruh karmaşası, üstünlük karmaşası
karmaşık, -ğı sf. 1. İçinde aynı cinsten birçok öge bulunan, birbirine az çok aykırı birçok şeyden oluşan, mudil: Karmaşık bir sorun. Karmaşık bir düşünce. 2. kim. Çözeltide kendisini oluşturan parçalara iki yönlü olarak ayrışan (bir iyon veya birleşik), kompleks. 3. mec. İçinden çıkılması, anlaşılması açıklanması güç olan, kompleks.
→ karmaşık sayı
karmaşıklaşma is. Karmaşıklaşma işi.
karmaşıklaşmak (nsz) Karmaşık duruma gelmek.
karmaşıklık, -ğı is. Karmaşık olma durumu.
karmaşık sayı is. mat. Kesirleri ondalık sayının tersine olarak çeşitli birimlere göre bölümlenmiş sayı, sanal sayı.
karmaşma is. Karmaşmak işi.
karmasın ak (nsz) Bir şey başka bir şeyle birleşerek karışık durum almak.
karmaştırma is. Karmaştırmak işi.
karmaştırmak (-i) Karmaşık duruma getirmek.
karma tamlama is. dbl. îsim tamlamasındaki isimlerden birinin veya ikisinin sıfat almasıyla kurulan tamlama: Tok evin aç kedisi. Yeşil köşkün lambası gibi.
karma tren is. Yolcu ve yük vagonları bulunan, bütün istasyon ve duraklarda duran tren.
kâr merkezi is. tic. İşletme ve şirketin kendi kâr veya zararlarından sorumlu olarak çalışan, yerine göre tamamen bağımsız davranabilen birimi.
karmık, -ğı is. hlk. 1. Çay ağzında yapılmış olan balıkçı büğeti. 2. Mersin balıklarının üremek için denizden nehirlere geçişleri sırasında avlanmalarında kullanılan ve nehir ağızlarına kurulan çok iğneli bir olta takımı.
karnabahar is. Yun. + Far. bahar bot. Turpgillerden, çiçekleri etli ve tanecikli bir görünüşte olan, yaprakları lahana yaprağına benzeyen, sebze olarak kullanılan bir bitki (Brassica oleracea botrytis).
karnabit is. Ar. karnabit esk. Karnabahar.
karnaval is. Fr. carnaval 1. Hristiyanların belli dönemlerde renkli, komik ve şaşırtıcı kılıklara girerek yaptıkları şenlik ve eğlence dönemi. 2. Bu dönemde yapılan eğlence.
→ karnaval maskarası, karnaval maskesi
karnaval maskarası is. 1. Karnavala katılan gülünç giyimli kimse. 2. Gülünç, abartmalı giyimli, süslü kimse.
karnaval maskesi is. Karnavalda takılan gülünç maske, maskara: "Bu, suratı karnaval maskesine benzeyen upuzun kuyruklu redingot giyen, istediği zaman göz önünden kaybolan birisiydi." -H. R. Gürpınar.
karne is. Fr. carnet eğt. 1. Öğrencilere dönem sonlarında okul yönetimleri tarafından yerilen ve her dersin başarı durumu ile devam, sağlık, yetenek ve genel gidiş durumlarını gösteren belge. 2. Kişilerin bir haktan yararlanmaları için bir kuruluş tarafından verilen belge: Ekmek karnesi. Vapur karnesi.
→ çalışına karnesi, sağlık karnesi
karnı aç sf. Acıkmış.
karnıbahar is. bk. karnabahar.
karnı burnunda sf. Gebeliği çok ilerlemiş, doğumu yakın.
karnı geniş sf. 1. Çok yemek yiyen, obur (kimse). 2. Vurdumduymaz, tasasız (kimse).
karnıkara is. hlk. Börülce.
karnı kara sf. Kötü yürekli (kimse).
karnından konuşan is. Başkası söylüyormuş gibi konuşma becerisi olan, karnından konuşan kimse, vantrilok.
karnı tok sf. Söylenilen sözlere kanmayan, önem vermeyen (kimse), karnı tok sırtı pek geçimi iyi, para sıkıntısı olmayan (kimse).
karnıyarık, -ğı is. 1. Uzunlamasına yarılan kızarmış patlıcanların ortasına kıymalı iç konularak hazırlanmış yemek. 2. Matbaacılıkta her sayfayı çift sütun olarak düzenleme.
karni is. Fr. cornue kim. Laboratuvarda damıtma işlerinde kullanılan, geniş karınlı, dar ve eğri boyunlu cam kap.
karnivor sf. Fr. carnassier zool. Etobur.
karo is. Fr. carreau 1. Oyun kâğıtlarının küçük, kırmızı, baklava biçimli benekli olanı, orya. 2. mim. Betondan yapılmış dört köşe döşeme taşı.
karoser is. Fr. carrosserie Otomobilde, mekanizmayı oluşturan motor, makine, tekerlek, şasi vb. bölümlerin dışında kalan, görünen dış bölüm.
kâr payı is. tic. 1. Herhangi bir malın maliyet fiyatı üzerine konulan ve satıcıya kalan kazanç. 2. Bir işletmenin maliyet giderleri ve zararları çıkarıldıktan sonra kalan net kârın pay senedi başına düşen bölümü, temettü hissesi.
kâr paylaşımı is. tic. Bir işletmenin ve şirketin yıl sonu kârlarından çalışanlarına, bir teşvik yöntemi olarak pay verilmesi.
karpit is. Fr. carbide kim. Genellikle sanayide asetilen gazı çıkarmakta kullanılan, karbonla kalsiyum bileşiği madde (CaC2).
→ karpit lambası
karpit lambası is. Karpitin su etkisiyle asetilen gazı vermesi ve bu gazın yakılmasıyla ışık elde edilen lamba: "Karpit lambalarının yardımıyla gidiyorduk." -A. Gündüz.
karpuz is. Far. harbüz 1. bot. Kabakgillerden, sürüngen gövdeli parçalı sert yapraklı, sarı çiçekler açan bir bitki (Citrullus vulgaris). 2. bot. Bu bitkinin dışı yeşil kabuklu, içi kırmızı ve sulu, iri meyvesi. 3. Biçimi bu meyveye benzeyen nesne: Lamba karpuzu. 4. argo Kadın memesi: "Karpuzları daha da sarsıla sarsıla gülüyordu şimdi." -N. Cumalı.
→ karpuz fener, acı karpuz, Diyarbakır karpuzu, Ebucehil karpuzu, lamba karpuzu
karpuzcu is. Karpuz yetiştiren veya satan kimse: "Karpuzcunun sesi camları sarsıyor. " -Y. Z. Ortaç.
karpuzculuk, -ğu is. Karpuz yetiştirme veya satma işi.
karpuz fener is. Şenliklerde kullanılan toparlak kağıt fener.
karpuzsu sf. Karpuzu andıran, karpuza benzeyen, karpuz gibi, karpuzumsu.
karpuzumsu sf. Karpuzsu.
karsak, -ğı is. zool. Köpekgi İlerden, soluk kahverengi, karnı beyaz tüylü, kısa kulaklı, postundan kürk yapılan bir memeli türü (Vulpes corsac).
kar sapanı is. sp. Kayarken kayak uçlarını birbirine yaklaştırma, arka uçlarını ise birbirinden uzaklaştırmayla sağlanan frenleme duranın.
kârsız sf. Kân olmayan, kazançsız.
kârsızlık, -ğı is. Kârsız olma durumu.
karst is. (Karst) Alın. Karst jeol. Kayaçların erimesiyle yer altı akıntıları olan, kireç taşı ve dolomit bölgesi.
karstik, -ği sf. Fr. karsügııe Karst özelliği taşıyan, karst ile ilgili.
karşı is. 1. Bir şeyin, bir yerin, bir kimsenin, esas tutulan yüzünün ilerisi, yamaç: "Karşımdaki kitap rafında eserlerim sırayla duruyor. " -H. E. Adıvar. 2. Yol, deniz, ırmak vb.nin öbür kıyısı veya yanı: "Karşıki kıyıda yün denkleri çıkaran gemiye haykırdık, işaretler ettik." -R. H. Karay. 3. On, kat, huzur: "İkisi birden müdürün karşısına çıkarlar." -Y. Z. Ortaç. 4. sf. Bulunan yere göre önde, ileride olan: Karşı evin kızları. Karşı mahalle. 5. sf. Karşıt, zıt, muhalif: Karşı parti. Karşı takım. 6. zf. Yüzünü bir şeye doğru çevirerek: Bahçeye karşı oturmak. 7. zf. Karşılık olarak, mukabil: "Bir ölüm haberine karşı ben, içimde bin ezinti, bin çöküntü duydum." -A. Ş. Hisar. 8. zf. 1-çin, hakkında: "Edebiyata karşı ilk alaka sizde nasıl ve ne zaman başladı?" -S. F. Abasiyanık. 9. zf. -e doğru: "Bir sabaha karşı yine çakal sesleriyle uyanmıştım." -S. F. Abasıyanık. karşı çıkmak 1) dışarıdan gelenleri karşılamaya gitmek: "Edirne'nin üç şerefelisi de kandillerden kaftanı ile ona karşı çıkmış." -R. E. Onaydın. 2) bir düşünceye katılmamak, cephe almak, (birine) karşı durmak direnmek, dayanmak, (birine) karşı gelmek 1) başkaldırmak: "Acaba böyle bir meraka uymak perilere karşı gelmek midir?" -H. R. Gürpınar. 2) birini karşılamak, karşı koymak boyun eğmemek: "Yabancının bu kötü kastına yalnız azmimizle karşı koyduk." -R. E. Onaydın, karşı olmak birine veya bir düşünceye katılmamak, karşıt olmak, (birini) karşısına almak birinin düşünce ve tutumuna katılmadığını belli etmek, (birinin) karşısına geçmek 1) karşı düşünceye katılmak; 2) karşı partiye, gruba gitmek.
→ karşı akın, karşı devrim, karşı düşürüm, karşı gelim, karşı görüş, karşı karşıya, karşı olum, karşı oy, karşı sav, karşıdan karşıya, sabaha karşı
karşı akın is. sp. Karşı takımın yaptığı bir akını durdurup hemen akına geçme işi, kontratak.
karşıcı is. 1. Karşılamaya çıkan kimse, karşılayıcı: "Bursa mebusları sabahleyin erkenden otomobillere atladılar, karşıcı gittiler." -R. E. Ünaydın. 2. sf. Karşı düşüncede olan.
karşıcılık, -ğı is. Karşıcı olma durumu.
karşıdan karşıya zf 1. Bir yandan öbür yana. 2. Karışmaz görünerek, uzaktan,
karşı devrim is. sos. Bir devrimi yıkmayı ve onun ürünlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen hareket.
karşı düşürüm is. tic. Ucuzluğa karşı yapılan ucuzluk.
karşı gelim is. biy. Karşıtlık.
karşı görüş is. fel. ve man. Bir teze veya iddiaya karşı yeni ve değişik önerme getirme.
karşı karşıya zf Yüz yüze: "Karşı karşıya yere bağdaş kurduk." -Halikarnas Balıkçısı. karşı karşıya gelmek 1) birden karşılaşmak: "Nihayet bir defa, gene dereden köye doğru giderken karşı karşıya gelmeyeyim mi? " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) zıtlaşmak.
karşılama is. 1. Karşılamak işi, istikbal. 2. hlk. Trakya ve Marmara bölgesinde oynanan bir halk oyunu veya bu oyunun müziği.
→ karşılama töreni
karşılamak (-i) 1. Dışarıdan gelen bir kimseye karşılayıcı olarak çıkmak, istikbal etmek: "Belgrat, Türkiye Cumhuriyeti başvekilim karşılamaya hazırlamıştır." -F. R. Atay. 2. Karşılık olmak, denk gelmek, tekabül etmek: "Herhalde bu küçük bahçeyi kendi sebze ihtiyaçlarını karşılamak için yetiştirmişlerdi. " -N. Cumalı. 3. Söylenen, yapılan, bildirilen bir şeyi olumlu veya olumsuz bulmak: "Bu suçlamayı hiç üzerimize almadan karşılar ve hoş görürüz." -B. Felek. 4. Önlemek, durdurmak: Bu ilaç sıtmayı karşılar. 5. sp. Boksta karşı oyuncunun yumruklarını savmak.
karşılama töreni is. Önemli bir kimsenin bir yere gelişi sırasında o yerin yöneticileri ve halkı tarafından yapılan kabul töreni.
karşılanış is. Karşılanma işi veya biçimi.
karşılanma is. Karşılanmak işi.
karşılanmak (nsz) Karşılama işi yapılmak.
karşılaşma is. 1. Karşılaşmak işi. 2. sp. İki sporcu veya iki takım arasında, karşılıklı olarak kazanmak amacıyla yapılan yarışma, müsabaka.
→ sonuç karşılaşması
karşılaşmak (nsz, -le) 1. Karşı karşıya gelmek, rastlaşmak: "Terdit, yazıda beklenmedik bir sonuçla karşılaşmak demektir." -Ç. Altan. 2. sp. İki sporcu veya iki takım yarışmak.
karşılaştırılma is. Karşılaştırılmak işi.
karşılaştırılmak (nsz, -le) Karşılaştırma işi yapılmak.
karşılaştırma is. Kişi ve nesnelerin benzer veya aynı yanlarını incelemek için kıyaslama, mukayese.
→ karşılaştırma derecesi
karşılaştır m acı is. Karşılaştırmalı edebiyat veya dil bilimi uzmanı.
karşılaştırma derecesi is. Daha, çok, fazla, ziyade vb. kelimelerle kavramların karşılaştırılıp üst derecede gösterilmesi: Ondan daha güzel çocuk görmedim. Bu is senden fazla beni üzüyor.
karşılaştırmak (-i, -le) 1. Karşılaştırma işini yaptırmak. 2. Kişi ve nesnelerin benzer veya ayrı yanlarını incelemek için kıyaslamak, mukayese etmek. 3. Dikişte giysinin bir yanma yapılan işlemi, eşitlik sağlamak amacıyla öbür yanında uygulamak.
karşılaştırmalı sf. Karşılaştırma yolu ile yapılmış olan, mukayeseli.
→ karşılaştırmalı dil bilgisi, karşılaştırmalı dil bilimi, karşılaştırmalı edebiyat, karşılaştırmalı ses bilgisi
karşılaştırmalı dil bilgisi is. db. Akraba dilleri ve lehçeleri karşılaştırarak inceleyen dil bilgisi.
karşılaştırmalı dil bilimi is. db. Karşılaştırma yöntemiyle çeşitli diller arasındaki ilişkileri, benzerlikleri belirleyip dil ailelerini tespit etmeyi amaçlayan inceleme.
karşılaştırmalı edebiyat is. Karşılaştırma yöntemiyle çeşitli edebiyatlar arasındaki ilişkileri, benzerlikleri tespit etmeyi amaçlayan bilim dalı, mukayeseli edebiyat.
karşılayıcı ıs. 1. Gelen birini karşılamaya çıkan kimse. 2. sf. Önleyen: Tehlikeyi karşılayıcı bir silah. 3. sf. Yerine getiren, yapan: İsteklerinizi karşılayıcı bir imkân bulabiliriz.
karşılayış is. Karşılama işi veya biçimi.
karşılık, -ğı is. 1. Bir davranışın karşı tarafta uyandırdığı, gerektirdiği başka davranış, mukabele: "Haykırışlarına etraftan karşılık gelmiyordu."-H. R. Gürpınar. 2. Bir dildeki bir sözü başka bir dilde aynı anlamda karşılayan söz. 3. Cevap, yanıt. 4. Bir şey alınırken karşı tarafa verilen başka şey, bedel: "Bir buçuk aylığının karşılığı olan üç yüz lira hatırı sayılır bir para idi." -R. H. Karay. 5. Bir iş için ayrılmış para, ödenek, tahsisat, karşılık vermek 1) küçük büyüğüne karşı gelmek; 2) cevap vermek, yanıt vermek: "Haşarı oğlan bu ağzı bozuk kadına şöyle karşılık veriyordu." -O. C. Kaygılı. karşılıkta bulunmak cevap vermek: "Bunun üzerine Refet Paşa kahkahalarla gülerek bana şöyle bir karşılıkta bulunmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
karşılıklı sf. 1. İki kişi veya iki topluluğun arasında geçen ve karşılaşılan harekete eş değer bir hareketle beliren, mütekabil: Karşılıklı yardım. Karşılıklı saygı. 2. Birbirine karşı bulunan: "Salıncağın üzerinde karşılıklı ayakta duran kızlar, fıldır fıldır dönüyorlardı." -O. C. Kaygılı. 3. zf. Birbirlerine karşılık olarak: "Çevredeki halk ise iki olmuş, bir kısmı satana, öbürü alana yardım ediyor; karşılıklı bağrışıyorlar." -R. H. Karay. 4. zf: Birbiriyle ilgili olarak.
→ karşılıklı yapraklar
karşılıklı yapraklar ç. is. bot. Sapların her düğümünde karşılıklı olarak ikişer ikişer bulunan yapraklar.
karşılıksız sf. 1. Karşılığı olmayan. 2. Karşılık gerektirmeyen: Karşılıksız yardım. 3. zf. Karşılık verilmeyerek.
→ karşılıksız aşk, karşılıksız çek
karşılıksız aşk is. Kişinin kendince yarattığı aşk, tek yanlı aşk.
karşılıksız çek is. Ödenecek paranın bankadaki hesapta olmadığı çek.
karşın zf. Gerekenin veya mantığın tersine olarak, rağmen.
karşı olum is. man. Birbirinin karşısında bulunan, birbirini karşılıklı olarak dışta bırakan kavram veya yargı arasındaki bağlantı, tekabül.
karşı oy is. 1. Kırmızı oy. 2. Muhalefet etme, karşı gelme.
karşı sav is. Bir çatışkının ikinci terimini oluşturan düşünce veya Önerme, antitez.
karşıt sf. Nitelik ve durumları birbirine büsbütün aykırı olan, zıt, kontrast.
→ karşıt anlamlı, karşıt duygu, alt karşıt
karşıt anlamlı sf. Anlamları birbirinin karşıtı olan (söz), zıt anlamlı: Aşağı yukarı, ileri geri, siyah beyaz, dar geniş, büyük küçük gibi.
karşıtçı sf. Karşı çıkan, karşı olan, aleyhtar.
karşıtçılık, -ğı is. Bir işe, davranışa veya düşünceye karşı olma durumu, aleyhtarlık.
karşıt duygu is. psikol. Bazı kişilere veya varlıklara karşı duyulan ve belirli bir sebebe dayanmayan hoşnutsuzluk durumu, antipati.
karşıtla ma is. Karşıtlamak işi.
karşıtlamak (-i) Bir iddiaya zıt olarak başka bir iddia ileri sürmek.
karşıtlaşma is. Karşıtlaşmak işi.
karşıtlaşmak (nsz, -le) Birbirine karşıt olmak.
karşıtlı sf. Karşıtlık, zıtlık gösteren, tezatlı.
karşıtlık, -ğı is. 1. Karşıt olma durumu, zıddiyet, mübayenet, tezat, zıtlık, kontrast: "Baştan ayağa karşıtlıklarla dolu bir varlık; aynı zamanda iğrenç ve saygıdeğer, aşağılık ve yüce, ödlek ve cesur." -A. İlhan. 2. biy. İki organ, iki sistem arasındaki görevlerin zıt olması durumu, karşı gelim. 3. mat. Bir teoremin karşıtının da doğru olması durumu. 4. psikol Başkalarının istek, dilek veya buyruklarının tersine davranma eğilimi.
kart (I) sf. Gençliği ve körpeliği kalmamış, körpe karşıtı: "Bu kart hatunun, bu içi dışı pörsük kadının hâlâ piyasa yeri araması beni çıldırtıyor." -H. E. Adıvar.
kart (II) is. Fr. carte 1. Düzgün kesilmiş ince karton parçası. 2. Bir kimsenin kimliğini gösteren, kutlamalarda veya kendini tanıtmada kullanılan, çoğunlukla beyaz, küçük, ince karton parçası, kartvizit. 3. Kartpostal. 4. Bazı yerlere girmek veya bazı şeylerden yararlanmak için verilen, kimliği belirten belge: Basın kartı. 5. Oyun kâğıdı. 6. Fotoğrafçılıkta 9x12 cm boyutlarındaki resim. 7. Telefonlara takılan, iletişimi sağlamak için gerekli bilgilerin yüklendiği parçacık. 8. Genellikle parasal işlemlerde çok amaçlı olarak kullanılan manyetik özelliği olan plastik nesne, kart basmak işçiler iş yerine giriş ve çıkışta gelip gittiklerini bir makine aracılığıyla belirtmek, kart çıkarmak sp. hakem kural dışı hareket eden oyuncuya cezalandırma amacı ile san veya kırmızı kart göstermek.
→ açık kart, ek kart, hamilikart, kırmızı kart, manyetik kart, sanal kart, san kart, serbest kart, yeşil kart, adres kartı, banka kartı, bastn kartı, duhuliye kartı, giriş kartı, kimlik kartı, kredi kartı, nakit kartı, ödeme kartı, posta kartı, tanıtma kartı, tebrik kartı, telefon kartı, uçuş kartı, varlık kartı, yaka kartı
kartal is. zool. Kartalgillerden, genellikle kızıl siyah tüylü, çok güçlü, yuvasını yüksek kayalıklar üzerinde kuran, iri bir yırtıcı kuş (Aquila): "Kartal yükseldi yükseldi, kıyıdaki dağların üstünde küçüle küçüle göze görünmez oldu." -N. Cumalı.
→ kartal ağacı, sakallı kartal, balık kartalı
kartal ağacı is. bot. Dulaptal otugillerden, Hindistan'da yetişen, odunu öd ağacı gibi kokan bir ağaç.
kartalgiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfının, kartallar takımının gündüzyırtıcıları alt takımına giren büyük bir familyası.
kartallar ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfının karinalılar bölümüne giren bir takım.
kartallı sf. Üzerinde kartal resmi bulunan: Kartallı bayrak.
→ kartallı eğrelti otu
kartallı eğrelti otu is. bot. Yurdumuzun kıyı bölgelerinde sık rastlanan, yaprak sapının enine kesiti mikroskop altında iki başlı bir kartalı andıran, büyük yapraklı bir eğrelti türü (Pteridium aauilinum).
kartalma is. Kartalmak işi.
kartalmak (nsz) hlk. Yaşlanmak, kartlaşmak.
kartaloş sf. argo Kartlaşmış, yaşı geçkin, kartaloz.
kartaloz sf. argo Kartaloş: "Bana öyle geliyor ki bir kartaloz herif bir çocuk rolü oynuyor. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
kartça sf. (ka'rtça) Gençliği azalmış, yaşı geçkince.
karteks dolabı is. Bilgi kartlarının bulunduğu kutu ve çekmecelerin içinde saklandığı, ayrıca ön kısmı düz veya stor kapak ile kilitlenebilen mobilya.
kartel (I) is. Fr. cartel ekon. Tekelci sermaye piyasasında, birtakım ticaret, üretim kuruluşlarının, genellikle kazanma veya başka kuruluşlara karşı tutunabilme vb. amaçlarla aralarında kurdukları dayanışma birliği.
kartel (II) is. Fr. cartel den. Gemilerde içlerine içme suyu konulan, ortası basık, küçük fıçı.
kartela is. (kartelâ) İt. cartella 1. Tombala vb. oyunlarda sayıların yazılı olduğu kart. 2. tiy. Tuluat tiyatrosunun kapısına asılan tabela.
kartelleşme is. Kartel kurma işi: "Devlet piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler." -Anayasa.
kartelleşmek (nsz) Kartel kurmak.
Kartezyen Öz. is. Fr. cartesien fel. Dekartçı.
Kartezyenisin öz. is. Fr. cartesianisme fel. Dekartçılık.
kartlaşma is. Kartlaşmak işi.
kartlaşmak (nsz) Kart duruma gelmek.
kartlı sf. Kartı olan.
→ kartlı telefon
kartlık, -ğı (I) is. 1. Kart olma durumu. 2. Kart konulan gereç.
kartlık, -ğı (II) is. Kart konulan gereç.
kartlı telefon is. Kontör yüklenerek kullanılan cep telefonu.
kartograf is. Fr. cartographe Haritacı.
kartografi is. Fr. cartographie coğ. Haritacılık.
kartografik, -ği sf. Fr. cartographique Haritacılıkla ilgili.
kartografya is. Fr. cartographie Haritacılık.
karton is. Fr. carton 1. Kâğıt hamuruyla yapılan, ayrıca içinde bir veya birkaç lif tabakası bulunan kalın ve sert kâğıt. 2. On paket sigarayı bir araya getiren ambalaj. 3. Tombala oyununda çekilen numaraların işaretlendiği kart: "Benim karton bir türlü dolmuyor, yanımdakinin üçü kaldı, karşımdaki bir tane bekliyor." -R. H. Karay. 4. Kamu kurum veya kuruluşlarında imzaya sunulan evrakın yerleştirildiği ciltli büyük defter. 5. sin. ve TV Seri hâlinde canlandırılan, karakterleri hayvan olan çizgi film.
kartoncu is. 1. Karton işi. 2. Karton eşya yapan veya satan kimse.
kartonlama is. Kartonlamak işi.
kartonlamak (-i) Karton yerleştirmek veya kartonla kaplamak.
kartonpiyer is. Fr. cartonpierre mim. Çoğunlukla duvar ve tavan ara kesitleriyle tavan göbeklerinde süsleme amacıyla kullanılan sertleştirilmiş alçı.
kartonpiyerli sf. Kartonpiyeri olan.
kartonpiyersiz sf. Kartonpiyeri olmayan.
kartopu is. 1. bot. Hanımeligillerden, birçok türü süs bitkisi olarak yetiştirilen, zeytinimsi, meyvemsi, kırmızı renkte bir ağaççık (Viburnum). 2. sf. mec. Beyaz ve tombul.
kar topu is. Kardan yapılmış ve sıkıştırılmış yuvarlak top.
kartotek, -ği is. Fr. cartotheaue 1. Kartlar üstüne işlenmiş bilgilerin düzenli bir dizgeye göre derlenmesi. 2. Bu biçimde derlenmiş kartların saklandığı kutu, dolap vb.
kartpostal is. Fr. carte postale Genellikle dikdörtgen biçiminde ince kartondan yapılmış, bir yüzü resimli, zarflı veya zarfsız gönderilen posta kartı, kart: "Mektubu geçtim, bir kartpostal olsun yazamıyor mu?" -S. M. Alus.
kartpostalcı is. Kartpostal basan veya satan kimse: "Gündüzün kartpostalcınız işportasını serdiği kaldırımda duruyordu." -H. Taner.
kartpostalcılık, -ğı is. Kartpostalcı olma durumu.
kartsız sf. Kartı bulunmayan.
kartuk, -ğu is. hlk. Büyük tarla tarağı.
kartuş is. Fr. cartouche ask. 1. Merminin, içine barut doldurulmuş silindir biçimindeki bölümü. 2. Dolma kalem içine yerleştirilen mürekkep dolu tüp. 3. bl. Yazıcıya yerleştirilen mürekkep dolu tüp.
→ manyetik kartuş
kartvizit is. Fr. carte visite Kart (II): "İçinde Mualla Hanım'in ismi yanında benim ismimi taşıyan kartvizitler." -P, Safa.
karun is. Ar. kürün Çok zengin kimse.
Karun öz. is. (ka:ru:n) Ar. kürün Kur'an'da kendisinden çok zengin olarak söz edilen ve bütün mal varlığı bir anda yok olan kişi.
karyağdı is. Üstünde beyaz benekler bulunan kumaş.
karyağdılı sf. Üstünde beyaz benekler bulunan: "Sırtında İngiliz kumaşından karyağdılı mükemmel bir elbise." -R. H. Karay.
karye is. Ar. karye esk. Köy.
karyokinez is. Fr. caryocinese biy. Çok hücreli canlılarda hücrenin belli evrelerden geçerek çoğalması, mitoz.
karyola is. (karyo'la) İt. carriola Üzerine yatak konulup yatılan tahta veya metal ev eşyası: "Babam, karyolasında, arkası üstü, upuzun yatıyordu."-Y. Z. Ortaç.
kar yükü is. Yağan kar miktarının binalarda yaptığı baskı gücü.
kas is. anat. Tellerden oluşan ve kasılarak vücut hareketlerini sağlayan organ ve bu organın telsi dokusu, adale: Kol kasları. Kalp kası.
→ kas doku, kas tutukluğu, taraksı kas, delta kası, kalp kası
kasa is. (ka'sa) İt. cassa 1. Para veya değerli eşya saklamaya yarayan çelik dolap: "Arkaya doğru bir adım atıp sırtını meyhanecinin kasasına dayadı." S. F. Abasıyanık. 2. Ticarethanelerde para alınıp verilen yer, 3. Bazı oyunlarda oyunu yönetme veya para karşılığında fış verme işi: Kasa kim? 4. Vagon, kamyon veya traktörün yük taşımak için şasiye bağlanmış üst bölümünü oluşturan parça. 5. Tahta veya sentetik maddelerden yapılmış, dört köşe, sağlam ambalaj parçası, sandık: "Barın kapısı önünde bira kasaları yığılmıştı." -A. İlhan. 6. Basımcılıkta dizgi harflerinin konulduğu gözlerden oluşan tabla. 7. mim. Kapı ve pencerelerin sabit olarak tutturulduğu asıl çerçeve. 8. sp. Birbiri üzerine istif edilerek yüksekliği ayarlanabilen atlama aracı, kasayı devretmek işletmelerde nöbetleşe çalışan kasadarlar kasa mevcudunu birbirine aktarmak.
→ kasa defteri, kasa fişi, kasa sayımı, çelik kasa, kiralık kasa, şifreli kasa, yazar kasa
kasaba is. Ar. kasaba Şehirden küçük, köyden büyük, henüz kırsal özelliklerini yitirmemiş olan yerleşim merkezi, belde: "Alayın bir ucu mezarlığa vardığı hâlde öteki ucu daha kasabanın dar sokaklarında birbirini eziyordu." -R. N. Güntekin.
kaşabacık, -ğı is. Küçük kasaba: "Edirne'yle İstanbul arasındaki kasabacıklardan birinde yaşıyoruz." -M. Ş. Esendal.
kasabalı sf. Kasaba halkından olan.
kasacı is. Veznedar, vezneci.
kasacılık, -ğı is. Kasacı olma durumu.
kasadar is. İt. cassa + Far. -dür Ticari kuruluşlarda kasada oturarak para alıp veren kimse.
kasa defteri is. tic. İşletmelerde günlük alışveriş hareketlerinin kaydedildiği defter.
kasa fişi is. tic. Satın aldığı mal veya hizmet için ödediği para karşılığında müşteriye yazar kasadan çıkarılarak verilen küçük kâğıt belge.
kasalama is. Kasalamak işi.
kasalamak (-i) Kasalara yerleştirmek.
kasalanma is. Kasalanmak işi.
kasalanmak (nsz) Kasalara yerleştirilmek.
kasalı sf. Kasası olan.
kasalık, -ğı is. Kasa yapımına elverişli ince dilinmiş tahta.
kasap, -bı is. Ar. kaşşâb 1. Sığır, koyun gibi eti yenecek hayvanları kesen veya dükkânında perakende olarak satan kimse. 2. Et satılan dükkân. 3. sf. mec. Kan dökücü, hunhar.
→ kasaphane
kasaphane is. (kasaphatne) Ar. kaşşâb + Far. hâne esk. Kesimevi, mezbaha, kanara.
kasaplık, -ğı is. 1. Kasap olma durumu veya kasabın yaptığı iş: "Kasaplık, terlikçilik gibi sanatlar melezlerin elindedir." -F. R. Atay. 2. sf. Kesimevine gönderilip kesilmek için ayrılmış (hayvan). 3. mec. Kan dökücülük, hunharlık.
kasar is. bk. kastar.
kasara is. (kasa'ra) İt. cassero den. Geminin baş ve kıç tarafında, asıl güverteden yüksek olan kısa güverte: Baş kasarası, kıç kasarası.
kasa sayımı is. tic. Günlük kasa mevcudunun kasanın devredilmesinden önce sayılıp belirlenmesi.
kasatura is. (kasatu'ra) İt. caccitare Süngü gibi tüfeğin namlusu ucuna takılan veya bel kayışına asılı olarak taşman bir çeşit bıçak: "Haydi yürü, dedikçe kasaturanın sırtını da yapıştırıyordu." -E. I. Benice.
kasavet is. (kasa:vet) Ar. kasavet esk. Üzüntü, tasa, kaygı, sıkıntı, kasavet çekmek üzülmek, tasalanmak: "Dövüşen yiğitler de boyanır kana / Kasavet mi çeker seni doğuran ana." -H. Türküsü, kasavet etmek üzülmek, kaygılanmak.
kasavetlenme is. Kasavetlenmek işi: "Bugünlerde biraz üzüntü içindeysen de, kasavetlenmeyesin öyle." -O. C. Kaygılı.
kasavetlenmek Kasavet sahibi olmak.
kasavetli sf. Üzüntülü, sıkıntılı, tasalı, kaygılı: "... oğullarından biri, sanki bir ölüm haberi getirir gibi kasavetli bir yüzle yanına sokuldu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
kasavetsiz sf. Üzüntüsüz, sıkıntısız, tasasız, kaygısız.
kas doku is. anat. İstem dışı hareketleri yapan iç organlarda ve istemle hareket eden kaslarda bulunan hücreler topluluğu.
kâse is. (kâ.se) Far. kâse Cam, çini, toprak vb.nden yapılmış derince çanak: "Aşure yiyen İhsan, Orhan'ı görünce kâseyi ve kaşığı birdenbire elinden bıraktı." -P. Safa.
kâsecik, -ği is. 1. Küçük kâse. 2. anat. Kulağın dolambacında bulunan ve lenf île dolu olan küçük zarsı organ.
kâseletme is. Kâseletmek işi.
kâseletmek (-i) Kâse kullanarak iş yapmak.
kasem is. Ar. kasem esk. Ant, yemin: "Yaşı daha kırk bile yok, diye yeminler, kasemler, antlar..."-S. M. Alus.
→ yemin kasem
kaset is. Fr. cassette İçinde, görüntü ve seslerin kaydedildiği, gerektiğinde yeniden kullanılmasını sağlayan bir manyetik şeridin bulunduğu küçük kutu.
→ kasetçalar, manyetik kaset, videokaset
kasetçalar is. Kaset çalan araç.
kasetçi Is. Kaset satan kimse.
kasetçilik, -ği is. Kasetçinin yaptığı iş veya meslek.
kasık, -ğı is. anat. Vücudun karın ile uyluk arasındaki bölümü: "Tabancayı kılıfsız olarak kuşağının arasına, sol kasığının üstüne yerleştirdi" -N. Cumalı.
→ kasık bağı, kasık biti, kasık çatlağı, kasık fıtığı, kasık otu
kasık bağcı is. Kasık bağı yapan veya satan kimse.
kasık bağı is. Fıtığı içeride tutmak için kullanılan bağ.
kasık biti is. zool. Genellikle üreme organları çevresindeki kıl diplerinde yerleşen bir tür bit (Phthirus pubis).
kasık çatlağı is. hlk. Kasık fıtığı.
kasık fıtığı is. tıp Kasık bölgesinde oluşan fıtık.
kasık otu is. bot. Karanfilgillerden, saz biçiminde ince sapları olan, güzel çiçekler açan, kasık yaralarına yararlı sayılan bir bitki (Hernictria hirsuta).
kasılgan sf. anat. Kasılma özelliği olan, kasılabilen (kas ve organik doku).
kasılganlık, -ğı is. Kasılgan olma durumu.
kasılış is. Kasılma işi veya biçimi.
kasılma is. Kasılmak işi, büzülme, takallüs.
kasılmak (nsz) 1. Kasma işi yapılmak. 2. tıp Büzülüp kasılmak, takallüs etmek. 3. mec. Büyüklenmek, kurumlanmak, gururlanmak: "Ben Namık Kemal'im, koskoca vatan şairiyim, deyip de kasılmaz hiçbir zaman." -N. Cumalı.
kasım is. Ar. kâsîm 1. Yılın otuz gün süren, on birinci ayı, son teşrin, teşrinisani. 2. Kışın başlangıcı sayılan 8 Kasım günü başlayıp hıdırellezin ilk günü olan 6 Mayısa kadar altı ay süren dönem.
→ kasımpatı
kasım kasım zf. "Gururlanmak, büyüklük taslamak, büyüklenmek" anlamlarındaki kasım kasım kasılmak deyiminde geçen bir söz: "Herkesin kasım kasım kasıldığı buz gibi bir davetti." -H. Taner.
kasımpatı is. bot. Birleşikgillerden, çiçekleri iri, katmerli ve türlü renkte, sonbahardan kışa değin açan bir süs bitkisi, krizantem (Chrysanthemum).
kasınç, -cı is. tıp Kaslarda ağrılı kasınma, kramp.
kasınma is. Kasınmak işi.
kasınmak (nsz) 1. Kasılıp kalmak. 2. mec. Büyüklenmek, kibirlenmek, kendini beğenmek.
kasıntı is. 1. Giyeceği daraltmak veya kısaltmak için yapılan eğreti dikiş: Bu kolun kasıntısını sökmeli. 2. mec. Büyüklenme, kurum, gurur. 3. sf. mec. Büyüklenen, gururlanan ve bunu davranışlarıyla belli eden (kimse).
kasıntılı sf. 1. Kasıntısı olan. 2. mec. Büyüklenen, kurumlu, kibirli, gururlu.
kasıntısız sf. 1. Kasıntısı olmayan. 2. mec. Büyüklenmeyen, kurumlu, gururlu davranmayan.
kasır, -srı is. Ar. kaşr esk. Köşk.
kasırga is. (kası'rga) 1. Hızı saatte 120 km'yi aşan çok güçlü fırtına: "Bu ağaç yalnız büyük bir kasırga ile silkeleniyor." -P. Safa. 2. mec. Duyguların patlak verişi, büyük heyecan, coşku: "Bu, içimdeki şiiri, kasırgayı, hemen dindirdi." -H. E. Adıvar.
kasıt, -stı is. Ar. kaşd 1. Amaç, istek, maksat: Benim kastım bu değildi. 2. Öldürme, yaralama veya zarar vermek isteme, kötü niyet, (birine) kastı olmak ona karşı kötülük etmek, zarar verme isteği beslemek: Bana kastı mı var?
→ kastetmek, suikast
kasıtlı sf İsteyerek, bilerek yapılan, maksatlı.
kasıtsız sf. İsteyerek, bilerek yapılmayan, maksatsız.
kaside is. (kasi:de) Ar. faside ed. On beş beyitten az olmayan, bütün beyitlerin ikinci dizeleri en baştaki beyit ile uyaklı olan ve çoğu kez büyükleri övmek için yazılan divan edebiyatı şiir türü.
kasideci is. esk. 1. Kaside yazan şair. 2. mec. Birine yaranmak amacıyla aşırı övgüde bulunan kimse.
kasidehan is. (kasitdehan, -ha:nı) Ar. kaside + Far. -ifân esk. Kaside okumayı meslek edinmiş kimse.
kasis is. Fr. cassis 1. Kara yolunda oluşmuş çukurlar ve tümsekler. 2. Yollarda araçların hızını düşürmek için yapılan, türlü biçimlerde tümsek. 3. Bir yolun doğrultusunu dik kesen bir yandan öbür yana geçen ark.
kasiyer is. İt. cassiere Kasa başında oturarak para alıp kasa fişi veren kimse, kasadar.
kask is. Fr. casque Başı darbelerden korumak için sertleştirilmiş sentetik maddelerden yapılmış sağlam başlık.
kaskatı sf. (ka'skatı) 1. Çok katı: Kaskatı vücudumla kalakaldım. 2. zf. Kıpırdamaksızm, hareketsiz veya donmuş olarak: Evin önünde kaskatı duruyordu. 3. mec. Acımasız, hoşgörüsüz, kaskatı kesilmek aşırı coşku, soğuk, korku, üzüntü vb. etkisiyle hareket edemeyecek, bir şey söylemeyecek duruma gelmek, donup kalmak: "Kaskatı kesilmiş vücudu, suyun hafif akıntısına uyarak yavaş yavaş uzaklaştı." -R. N. Güntekin.
kasket is. Fr. casauette Genellikle erkeklerin giydiği, önü siperli başlık.
kasketçi is. Kasket yapan veya satan kimse.
kasketçilik, -ği is. Kasketçinin işi veya mesleği.
kasketli sf. Kasketi olan: "Bu rıhtım boyunca birtakım mavi gömlekli, siyah kasketli hamallar yukarıya doğru bağırıyorlar." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kasket siz sf Kasketi olmayan: "Başı kasketsiz, ayaklan çıplak, şehri gezmeye başladı." -S. F. Abasıyanık.
kasko is. (ka'sko) İt. casco huk. Taşıtların uğrayacakları kazadan doğacak zararların tamamının karşılanması için yapılan sigorta türü.
kaskolama is. Kaskolamak işi.
kaskolamak (-i) Kasko yapmak.
kaskolatma is. Kaskolatmak işi.
kaskolatmak (-İ) Kasko yaptırmak.
kaslaşma is. Kaslaşmak durumu.
kaslaşmak (nsz) Kas durumuna gelmek.
kaslı sf. Kasları sıkı, gelişmiş, adaleli.
kasma is. Kasmak işi.
kasmak, -ar 1. Kasları gergin duruma getirmek. 2. (-İ) Kısaltmak. 3. Daraltmak. 4. mec. Baskısı altında tutmak, kasıp kavurmak 1) baskı yaparak veya kıyıcı davranışlarla bir topluluğu ezmek, zulmetmek: "Karaköy civarını kasıp kavuran iki serseri çocuğu enselerinden yakalayıp huzuruna getirmiştim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) çok zarar vermek, mahvetmek: "Derhâl asabi, ince, deli sesi çınlamaya başlar, etrafı kasıp kavurur ve kıyametleri koparırdı." -A. Ş. Hisar. 3) çok etkilemek, hüküm sürmek: "Dışarıda ortalığı kasıp kavuran bir ayaz vardı." -C. Uçuk.
→ kasım kasım
kasnak, -ğı is. 1. Enli çember. 2. Kalbur, tel vb. şeylerin tahta çemberi. 3. Nakış işlemek için gergef gibi kullanılan, kumaşı germeye yarayan, tahtadan çember. 4. sp. Pehlivanların giydikleri kispetin bete gelen bölümü. 5. mim. Bir sütunun gövdesini oluşturan silindir biçimindeki taşların her biri. 6. sp. Kıyıları oluk biçiminde pervazh, metal ve tahtadan yapılmış çember. 7. tek. Makinelerde, bir milden başka mile hareket geçiren kayışların takıldığı demir çember, kasnak işlemek kasnakta nakış işlemek: "Eski mahalledeki bir kız gibi kasnak işlesin," -H. E. Adıvar.
→ paça kasnak
kasnakçı is. Kasnak, elek, ölçek vb. tahta işleri yapan kimse.
kasnakçılık, -ğı is. Kasnakçı olma durumu.
kasnaklama is. Kasnaklamak işi,
kasnaklamak (-i) 1. Kasnak içine almak, çemberlemek. 2. Kollarını dolayarak kavramak. 3. mim. Yapılarda, betonun şişmesini önlemek ve direncini artırmak için sıkıştırılmış betonun çevresini metalden bir kasnak içine almak.
kasnı is. Çadıruşağı, şeytantersi ağacı vb. bitkilerden elde edilen bir zamk.
kassıl sf. biy. Kasla ilgili olan.
→ kassıl duyumlar
kassıl duyumlar ç. is. psikol. Kasların iradeli kasılmasıyla ortaya çıkan hareketlerin düzenlenmesine yardım eden duyumlar.
kassız sf. Kasları gelişmemiş olan, adalesiz.
kast is. Fr. caste (Portekizceden) sos. Ayrıcalıklar bakımından yukarıdan aşağıya doğru kesin ölçülerle sınırlanmış bulunan, en koyu biçimiyle Hindistan'da görülen toplumsal sınıfların her biri.
kastanyet is. Fr. castagnette müz. Parmaklara takılarak çalınan bir tür zil.
kastanyola is. (kastanyo'la) İt. castagnola 1. Bir çarkın dişlerine takılıp geriye doğru dönmesini önleyen dil. 2. den. Akan gemi zincirini sıkarak durdurmak için kullanılan, güverte locasının altına konmuş, hareketti demir kol.
→ kastanyola yuvası
kastanyola ynvası is. Bir çarka kastanyola için açılmış dişlerin arası.
kastar is. hlk. Pamuk ipliğini veya bezini bol ve soğuk su ile yıkayarak ağartma işi.
kastarcı is. Kastar işini yapan kimse.
kastarcılık, -ğı is. Kastar yapma işi.
kastarlama is. Kastarlamak işi.
kastarlamak (-i) hlk. Kastar işi yapmak.
kastarlanma is. Kastarlanmak işi.
kastarlanmak (nsz) Kastar işi yapılmak.
kastarlı sf. Kastarlanmış olan.
kasten zf. (ka'sten) Ar. kasden Kasıtla, bile bile ve isteyerek: "Fakülteye giderken kasten kaçırırdım otobüsü." -Ç. Altan.
kastetme is. Kastetmek işi.
kastetmek, -der (-i) Ar. kaşd + T. etmek 1. Amaçlamak, amaç olarak almak: "... ev deyince kasabada dört beş tane zengin evini kastediyorum,"-S. F. Abasıyanık. 2. Demek istemek. 3. (-e) Kötülük etmek, kıymak, zarar vermeyi istemek: "... istiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler." -Atatürk.
kasti sf, (kasti:) Ar, kasdi 1. Bilerek, isteyerek yapılan. 2. zf. Kasıtlı olarak, bilerek, isteyerek,
kastor is, Fr, castar 1. zool. Kunduz. 2. Kunduz kürkü, 3. sf. Bu kürkten yapılmış.
kas tutukluğu is, işe alıştırılmamış kasların çalışma durumunda duyulan ağrı ve sızı.
kasvet is. Ar. kasvet esk. Sıkıntı, iç sıkıntısı. kasvet basmak (veya çökmek) çok sıkılmak, içi daralmak: "Gündüzün bu saatinde, tiyatroya ağır bir kasvet çökmüş." -P. Safa.
kasvet vermek sıkıntı vermek.
kasvetli sf. İç sıkıcı, sıkıntılı: "Eski mahalle çok kasvetli, loş bir mahalle idi." -O. C. Kaygılı.
kasvetsiz sf. Sıkıntısız, iç sıkmayan: "Mermer tezgâhlara vurdukları zamanki kasvetsiz hâllerini burada kaybeder, burada şairle şirler." -S. F. Abasıyanık.
kasvetsizlik, -ği is. Kasvetsiz olma durumu.
kaş is. anat. 1. Gözlerin üzerinde kemerli birer çizgi oluşturan kısa kıllar: "Aşçıbaşı, kırçıl kaşlarım biraz daha çatıp karşıma çömeliyor." -Y. Z. Ortaç. 2. Kemerli ve çıkıntılı şey veya yer: Yüzük kaşı. Dağ kaşı. 3. Sarp kayalık, uçurum. 4. Eyerin ön ve arkasındaki çıkıntılı bölüm. 5. hlk. Duvar, bağ ve bahçelerde toprak yığarak yapılan sınır, set. kaş çatmak kızmak, öfkelenmek, kaş göz etmek kaş ve göz işaretleriyle bir şey anlatmaya çalışmak, kaş göz işareti yapmak kaş ve gözle bir şeyler anlatmak, dikkat çekmek: "Murat Bey konuşurken bana kaş göz işaretleri yapıyor, bir yandan da kahkahalarla gülüyor." -R. N. Güntekin. kaş ile göz, gerisi söz yüz güzelliğinde kaş ile gözün önemini belirten bir söz. kaş yapayım derken göz çıkartmak işi düzelteyim derken büsbütün bozmak, kaş yıkmak kaş çatmak: "El yanında yıkar gider kaşını / Tenhalarda gülüşünü sevdiğim." -Ruhsati. kaşını gözünü eğmek kızgın bir durumdayken kaş çatmak, kaşının altında gözün var dememek gözünün üstünde kaşın var dememek, kaşla göz arası kimsenin sezmesine imkân vermeyecek kadar kısa bir zaman içinde, çok çabuk: "Kaşla göz arasında eline bir mikrofon verdiklerinden adamın sesi herkesi bastırır oldu." -H. Taner.
→ kaşbastı, kaş jölesi, çatık kaş, çatma kaş, karakaş, kara kaş, baca kaşı, civankaşı, eyer kaşı, ocak kast
kaşağı is. 1. Hayvanları tımar etmek için kullanılan, sacdan, dişli araç. 2. Sırtı kaşımak için kullanılan uzun saplı, ucu kaşık veya el biçiminde, tırnaklı araç.
→ kavga kaşağısı
kaşağılama is. Kaşağılamak işi.
kaşağılamak (-i) Tımar etmek için hayvana kaşağı sürmek: "Günde iki defa hepsini kaşağılayıp ayrı ayrı ovuyordum." -Ö. Seyfettin,
kaşağılanma is. Kaşağılanmak işi.
kaşağılanmak (nsz) Kaşağılama işi yapılmak.
kaşağılatma is. Kaşağılatmak işi veya durumu.
kaşağılatmak (-i) Kaşağılama işini yaptırmak.
kaşalot is. Fr. cachalot 1. zool. İspermeçet balinası. 2. sf. argo Aptal, budala.
kaşan is. hlk. Hizmet veya binek hayvanları durup işeme.
→ kaşan yeri
kaşandırma is. Kaşandırmak işi.
kaşandırmak (-i) hlk. Hayvanı durdurup işetmek.
kâşane is. (kâ:şa:ne) Far. kâşane esk. Büyük, süslü köşk, saray vb. yapı: "Akrabalarıyla kâşaneler kurarak nasıl yerleştikleri hiç kimsenin gözünden kaçmıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kaşanma is. Kaşanmak işi.
kaşanmak (nsz) hlk. Hizmet ve binek hayvanları durup işemek.
kaşan yeri is. Uzun yolda hayvanların durup işedikleri ve biraz dinlendikleri yer.
kaşar is. Koyun sütünden yapılan, çoklukla tekerlek biçiminde, sarımtırak, yağlı bir peynir.
→ kaşarpeyniri
kaşarlanma is. Kaşarlanmak işi.
kaşarlanmak (nsz) 1. Bir işte, bir hareketle çok deneyim kazanmak. 2. mec. Hoşa gitmeyen bir harekete veya bir işe alışarak artık ondan üzüntü duymaz olmak: "Bu vadideki kaşarlanmış idmanlarına rağmen onları da ara sıra atlatanlar bulunur." -H. R. Gürpınar.
kaşarlı sf. 1. Kaşarla yapılmış: Kaşarlı tost. 2. mec. Hoşa gitmeyen bir harekete veya bir işe alışarak artık ondan üzüntü duymayan. 3. mec. Oyunda açıkgöz, kurnaz olan.
kaşar peyniri is. Kaşar.
kaşbastı is. hlk. Başa ve alna bağlanan bağ, çatkı.
kaşe (I) is. Fr. cachet 1. Damga, mühür. 2. sin. ve TV Belirlenmiş sürelerde çalışanlara ödenen ücret.
kaşe (II) is. Fr. cachet Toz ilaçların içine konulduğu, yutulmaya uygun, güllaçtan küçük kap: "Cebinden bir hap kutusu çıkarıp iki kaşeyi bir arada yuttu." -H. Taner.
kaşe (III) is. Kaim, kışlık bir tür yün kumaş.
kaşeksi is. Fr. cachexie tıp Bütün beslenme işlevlerinin bozulmasıyla oluşan ileri derecede zayıflık.
kaşeleme is. Kaşelemek işi.
kaşelemek (-i) Resmî bir belgeyi kaşe ile damgalamak, mühürlemek.
kaşelenme is. Kaşelenmek durumu.
kaşelenmek (nsz) Kaşeleme işi yapılmak.
kaşeletme is. Kaşeletmek işi.
kaşeletmek Damgalatmak, mühürletmek: Garanti belgesini tam olarak doldurun ve kaşeletip imzalatın.
kaşelettirme is. Kaşelettirmek işi.
kaşelettirmek (-i) Kaşeletme işini yaptırmak.
kaşeli sf. 1. Kaşesi olan. 2. is. İşverenin, kendisine başkaca bir yükümlülüğü olmadan çalışma süresine göre ücret verdiği kimse.
kaşesiz sf. Kaşesi olmayan.
kaşık, -ğı is. 1, Sulu veya bazı ufak taneli yiyecekleri ağza götürmeye yarayan saplt sofra aracı. 2. Ucu iğneli kaşık biçimindeki olta. kaşık atmak (veya çalmak) iştahla veya çabuk yemek, kaşık kadar çok küçük: Hastalanınca yüzü kaşık kadar kaldı, kaşık sallamak yemek yemek: "Gençler tarhana aşma kaşık salladılar." -N. Araz. kaşıkla verip kepçeyle geri almak yaptığı bir iyiliğin acısını çıkarırcasına davranmak, kaşıkla yedirip sapıyla (gözünü) çıkartmak yaptığı bir iyiliği hiçe indirecek kötülükte bulunmak.
→ kaşık çalımı, kaşık düşmanı, kaşık havası, kaşık kaşık, kaşık otu, kaşık oyunu, çala kaşık, çatal kaşık, tahta kaşık, çay kaşığı, çorba kaşığı, kahve kaşığı, tatlı kaşığı
kaşık çalımı is. Ortalığın kararmaya başladığı zaman, akşam yemeği zamanı.
kaşıkçı is. 1. Kaşık yapan veya satan kimse. 2. Şimşir, kemik, bağa vb.nden kaşık oyan, süsleyen zanaatçı.
→ kaşıkçı kuşu
kaşıkçı kuşu is. zool. Pelikan.
kaşıkçılık, -ğı is. Kaşık yapma ve satma işi.
kaşıkçın is. zool. Ördekgillerden, gagası kaşık biçiminde, tüyleri ak, kara, kahverengi, ayakları kırmızı bir kuş (Spatula clypeata).
kaşık düşmanı is. şaka Kadın, eş.
kaşık havası is. Orta Anadolu bölgesinde kaşık çalınarak oynanan bir halk oyunu veya bu oyunun müziği.
kaşık kaşık zf. Kaşıkla birbiri ardınca: Çorbayı kaşık kaşık içti, bitirdi.
kaşıklama is. Kaşıklamak işi.
kaşıklamak (-i) 1. Kaşıkla yemek: "Sustular, bir zaman konuşmadan çorbalarım kaşıkladılar. " -N. Cumalı. 2. mec. Kaşıkla yenen yemekleri severek, iştahla yemek.
kaşıklanma is. Kaşıklanmak işi veya durumu.
kaşıklanmak (nsz) Kaşıkla yenmek.
kaşıklatma is. Kaşıklatmak işi.
kaşıklatmak (-i) Kaşıklama işini yaptırmak.
kaşıklayış is. Kaşıklama işi veya biçimi.
kaşıklık, -ğı is. 1. İçine kaşık, çatal, bıçak vb, konulan kap. 2. sf. Kaşık yapmaya elverişli: Kaşıklık ağaç. 3. sf. Kaşığın alabileceği ölçüde: İki kaşıklık reçel.
kaşık otu is. bot. Turpgillerden, iskorbüte karşı kullanılan, yaprakları kaşığı andıran, güzel çiçekler açan bir bitki (Cochlearla officinalis).
kaşık oyunu is. Yurdumuzun birçok bölgesinde, parmaklar arasına sıkıştırılmış tahta kaşıklar ile şıkırdatılarak çok hareketli bir biçimde oynanan halk oyunu.
kaşıma is. Kaşımak işi.
kaşımak (-i) 1. Vücudun herhangi bir yerin- deki kaşıntıyı gidermek için tırnakla veya başka bir şeyle deriyi hafifçe ovmak: "Baktı ki doktor sakalım kaşıyarak susuyor." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Araştırmak, incelemek.
kaşındırma ıs. Kaşındırmak işi.
kaşındırmak (-i) Kaşınmasına yol açmak, kaşıntı vermek.
kaşınış is. Kaşınma işi veya biçimi.
kaşınma is. Kaşınmak işi.
kaşınmak (nsz) 1. Kaşıntısı olmak, kaşıma isteği duymak: Başım kaşınıyor. 2. Kendi kendini kaşımak: Kedi kaşınıyor. 3. mec. Kötü bir karşılık gerektiren davranışlarda bulunmak: Sen kaşınıyorsun galiba, git işine, başımı belaya sokma.
kaşınma kazığı is. Çeşitli böcek, sinek ve arılar tarafından rahatsız edilen hayvanların kaşınarak rahatlamaları için meranın elverişli yerlerine dikilen ve üzerlerine antiseptik maddeli gres yağı sürülen kazık.
kaşıntı is. Vücutta kaşınma isteği uyandıran duygu.
kaşıntılı sf. Kaşıntısı olan.
kâşif is. (kâ:şif) Ar. kâşif esk. Var olan ancak bilinmeyen bir şeyi bulan, ortaya çıkaran kimse, bulucu.
kaş jölesi is. Kaşın düzgün görünmesini sağlayan bir madde.
kaşkariko is. (kaşkari'ko) argo 1. Oyun, dolap, düzen. 2. Yalan: Paraya, çıkara, günlük yaşamın kaşkarikolarına karşı ilgisizdirler. " -H. Taner.
kaşkaval (I) is. İt. caccioccavallo 1. Tekerlek biçiminde, sarı renkte, kaşara benzeyen bir tür peynir. 2. sf. argo Aptal, sersem.
kaşkaval (II) is. İt. caccioccavallo den. Gabya ve babafingo çubuklarının topuk taraflarında açılan deliklerden geçirilerek uçları mavnalara dayanan, demir veya ağaç takoz.
kaşkol is. Fr. cachecol Boyun atkısı, atkı: "Bir tanesi çenesine yün bir kaşkol bağlamış. " -S. F. Abasıyanık.
kaşkorse is. Fr. cachecorset Ten üzerine giyilen ince kadın fanilası.
kaşlama is. Kaşlamak işi.
kaşlamak (-i) Yüzüğün taşım kaşa oturtmak.
kaşlı sf. Herhangi bir nitelikte kaşı olan: Çatık kaşlı adam. İnce kaşlı kadın. Kaşlı yüzük.
→ kaşlı gözlü, dört kaşlı, kalem kaşlı, samur kaşlı
kaşlı gözlü sf. Yüzü güzel olan.
kaşmer is. Maskara, soytarı.
kaşmerlik, -ği is. Soytarılık.
kaşmir is. Fr. cachemire 1. İnce, sık bir tür yün. 2. sf. Bu yünden yapılmış: Kaşmir kazak.
kaşpusiye is. Fr. cachepoussiere Hafif üstlük: Ben güya, kaşpusiyelere bakarken Ayşe Hamın da camdan dışarıyı kolluyordu." -S. M. Alus.
kat (I) ıs. 1. Bir yapıda iki döşeme arasında yer alan daire veya odaların bütünü: "Yemekten sonra evin üst katında, ocaklı bir odaya çıktık." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir yüzey üzerine az veya çok kalın bir biçimde, düzgün olarak yayılmış bulunan şey: Bir kat yufka, bir kat peynir. 3. Üst üste konulmuş şeylerden her biri, tabaka. 4. Giyeceklerde takım: "Birer kat elbise ile kalacağız." -A. Gündüz. 5. Apartman dairesi. 6. On, yan: "Salim, Sait Faîk'in Yaşar Nabi katındaki telif ücretini artırmakta büyük rol oynamıştır." -S. Birsel. 7. Huzur. 8. Bükülen veya kıvrılan bir şeyin her kıvrımı: Kumaşın katı. 9. Makam, mevki. 10. Kez, defa, misil: Bu, ondan iki kat pahalı. 11. jeol. Jeoloji zamanlarından bir dönem içinde oluşmuş katmanlı kayaçlar. 12. mat. Tekrarlanan bir sayının toplamı: 6, 9, 12 ve 15 sayıları 3 sayısının katlarındandır. kat çıkmak yapıya kat eklemek.
→ katbekat, kat irtifakı, kat kat, kat sayı, kat yuvarı, alt kat, askat, asma kat, bin kat, çekme kat, duyar kat, ortak kat, üç kat, üst kat, yalın kat, yedi kat el, genleşme kat sayısı, bodrum katı, çatı katı, giriş katı, ocak katı, yer katı, yüreği katı, zemin katı
kat (II) is. Ar. kat' esk. 1. Kesme, kesilme. 2. İlgiyi kesme. 3. Sonuca bağlama, bitirme. 4. ed. Kesme.
→ katetmek, katolunmak
katabolizma is. Fr. catabolisme biy. Yadımlama.
katafalk is. Fr. catafalque Önünden geçilerek kendisine saygı gösterilmek istenen ölünün tabutunun konulması için yapılmış yüksek yer.
katafot is. Fr. cataphote Dışarıdan gelen bir ışığın etkisiyle geceleyin ışıklı görünen reflektör.
katakofti is. muz. Klasik Türk müziğinde 8/8'lik bir usul.
katakomp is. Fr. catacombe tar. İlk Hıristiyanların kayaları oyarak veya yer altını kazarak uzun dehlizler biçiminde yaptıkları, ölülerini gömdükleri veya tapınak olarak kullandıkları mezarlık.
katakulli is. (katakulli) argo Yalan dolan, oyun, tuzak, düzen: Dün geceki arkadaşın tahmini gibi meçhul adam geldi, kız onu birkaç katakulli ile kandırdı." -A. Gündüz. katakulli okumak yalan söylemek, palavra atmak: "Her seferki gelişinde bu katakulliyi okursun, fakat sözün ardı hep boşa çıkar." -H. R. Gürpınar.
Katalanca öz. is. 1. İspanya'nın kuzeydoğusunda Katalan topluluğunun konuştuğu dil. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
katalepsi is. Fr. catalepsie tıp İradenin yitimi, dış etkilere karşı duygunluğun ortadan kalkması ve hareket organlarına verilen herhangi bir durumun olduğu gibi sürüp gitmesiyle beliren sendrom,
kataleptik, -ği sf. Fr. cataleptique tıp 1. Katalepsi ile ilgili. 2. Katalepsiye tutulmuş.
katalitik, -ğî sf. Fr. catalytique kim. Katalizle ilgili, kataliz niteliğinde olan.
→ katalitik soba
katalitik soba is. Tüp gaz ile çalışan, ısıtma amacıyla kullanılan bir tür soba.
kataliz is. Fr. catalyse kim. Bir maddenin kimyasal bir tepkimede hiçbir değişmeye uğramadan tepkimenin olmasını veya hızının değişmesini sağlayan etkisi.
katalizör is. Fr. catalyseur kim. Kimyasal tepkimenin olmasını veya hızının değişmesini sağlayan, katalitik etkiye yol açan madde.
katalog, -ğu is. Fr. catalogue 1. Kitaplıktaki kitapları veya belli bir daldaki gereçleri, nitelikleri bakımından tanıtmak, arandıklarında bulunmalarını sağlamak amacıyla, yer numaralan belirtilerek hazırlanmış kitap, defter veya fişten oluşan bütün, fihrist. 2. Kitabevi, yayınevi, kurum vb. kuruluşların yayınlarını, ürettikleri mallan, eşyaları tanıtan, gösteren liste veya kitap, fihrist.
→ alfabetik katalog
kataloglama is. Kataloglamak işi.
kataloglamak (-i) Kitaplıktaki veya belli bir daldaki gereçleri yer numarası, bibliyografik kimlik vb. bakımından tespit etmek.
kataloglatma is. Kataloglatmak işi.
kataloglatmak (-i) Katalog durumuna getirtmek.
katalpa is. (kata'lpa) Fr. catalpa bot. İki çeneklilerden, yaprakları çok iri ve kalp biçiminde, çiçekli bir süs bitkisi (Bignonia catalpa).
katanı aran is. İng. cataraman den. Birbirine paralel tutulmuş iki ağaç kütükten yapılan tekne.
katana is. bk. kadana.
katar is. Ar. kitâr 1. Lokomotif ile vagonların oluşturdukları dizi, tren: Bugün beş katar kalkacak. 2. Taşıt dizisi: Otomobil katarı. Yük katarı. 3. Bir arada giden veya uçan hayvan dizisi.
→ sürat katarı, turna katarı, yük katarı
katarakt is. Fr. cataracte tıp Gözdeki billur cismin saydamlığım yitirerek ağarmasından ileri gelen ve görmeyi engelleyen rahatsızlık, perde, akbasma, aksu.
katarlama is. Katarlamak işi.
katarlamak (-i) hlk. Katar durumuna getirmek, arka arkaya dizmek.
katarlarıma is. Kararlanmak işi.
kararlanmak (nsz) hlk. Katar durumuna gelmek, arka arkaya gelmek.
katavaşya is. Yun. den. Göçücü balıkların kışa doğru Karadeniz'den Akdeniz'e geçmesi, anavaşya karşıtı.
katbekat zf T. kat + Far. -be + T. kat esk. Kat kat.
katedral, -li is. Fr. cathedrale din b. Başkilise.
kategori is. Fr. categorie 1. Aralarında herhangi bir bakımdan ilgi veya benzerlik bulunan şeylerin tamamı, grup, ulam: "Bunları dört beş kategoride toplayabiliriz." -H. Taner, 2. fel. ve mat. Ulam.
kategorik, -ği sf. Fr. categoriaue 1. Kesin, açık. 2. zf. Kesinlikle, şartsız olarak.
kategorize is. Fr. categorise "Sınıflamak, ayıklamak” anlamlarındaki kategorize etmek birleşik fiilinde kullanılır.
katetme is. Katetmek işi.
katetmek, -der (-i) Ar. Içat' + T. etmek esk. 1. Kesmek, bölmek. 2. Bir yeri aşarak geçmek, yol olmak: "Yolumuz bir dereyi katedecekti." -A. Gündüz.
katgüt is. İng. cat +gut tıp Ameliyatlarda yaraları dikmek için kullanılan, bağırsaktan yapılmış iplik.
katı (I) sf. 1. Sert, yumuşak karşıtı: "Bu hâl, onu ilk defa giyilen katı gömlek gibi sıkıyordu. " -F. R. Atay. 2. mec. Hoşgörüsüz, acımasız, merhametsiz, zalim: Katı yürekli. Katı davranış. 3. mec. Düşünce ve davranışlarında belli ilkelere sıkı sıkıya bağlı olan. 4. fiz. Sıvıların ve gazların tersine, içinde bulunduğu kabın veya üstünde bulunduğu yerin biçimini almayan, sulp. 5. zf. esk. Çok, aşın derecede: "Susadım ol dem hararetten katı / Sundular bir cam dolusu şerbeti. " -Süleyman Çelebi.
→ katı kalpli, katı söz, katı yağ, katı yumurta, katı yürekli, yüreği katı
katı (II) is. zool. Taşlık.
katık, -ğı is. 1. Ekmekle karın doyurmak gerektiğinde, ekmeğe katılan peynir, zeytin, helva vb. yiyecek: "Birkaç günlük ekmeğini, katığını köyden getirirdi." -Halikarnas Balıkçısı. 2. Yağı alınmış yoğurt, ayran, (bir şeyi) katık etmek ekmeğin çok, yemeğin az olduğu durumlarda yemeği ölçülü yemek.
katı kalpli sf. Katı yürekli (kimse).
katı kalplilik, -ği is. Katı yüreklilik.
katiklama is. Katıklamak işi.
katıkla inak (-i) hlk. 1. Katık etmek. 2. Çorbayı yoğurtlamak.
katıklı sf. İçinde katık bulunan.
→ katıklı aş
katıklı aş is. Bulgur veya yarmadan yapılan yoğurtlu çorba.
katıksız sf. 1. Katığı olmayan, yavan. 2. Yabancı bir şeyle karışmamış: Katıksız süt. 3. mec. Belli bir yerden, belli bir soydan gelen: "Katıksız İstanbul çocuğu, Boğaziçi çocuğudur o." -Y. Z. Ortaç. 4. mec. Niteliği başka hiçbir etkiyle bozulmamış olan, tam: "... öfkesi, sevgisi katıksız, kaya gibi sağlam ve güvenilir adam..." -A. İlhan.
→ katıksız hapis
katıksız hapis, -psi is. Suçlu eri yalnızca ekmek ve su vererek hapsetme.
katılaşma is. 1. Katılaşmak işi. 2. fiz. Bir maddenin sıvı durumundan katı duruma geçmesi, tasaliüp.
katılaşmak (nsz) 1. Katı duruma gelmek. 2. mec. İz bırakmak, belirgin duruma gelmek: "Bu tutumundan hoşlanmadığını belirten bir küçümsemenin çizgileri dondu, katılaştı yüzünde." -N. Cumalı.
katılaştırma is. Katılaştırmak işi.
katılaştırmak (-i) Katı duruma getirmek.
katılgan doku is. anat. Hücreleri şekilsiz bir ara madde içinde bulunan, organların asıl dokularının aralarını dolduran doku.
katılık, -ğı is. 1. Katı (I) olma durumu. 2. Bir nesnenin, boyut değişikliklerine sebep olan etki ortadan kalktıktan sonra da bu boyutları koruma özelliği. 3. mec. Acımasız, duygusuz olma durumu: "Öğretmenlik için lazım gelen metaneti ve kalp katılığım belki bu sayede kazanırım." -R. N. Güntekin.
katılım is. Katılma işi, iştirak.
→ katılım belgesi
katılım belgesi is. Kongre, bilgi şöleni vb. çalışmalara katılanlara, katıldıklarına ilişkin olarak düzenleyenler tarafından verilen belge.
katılımcı is. 1. Herhangi bir etkinliğe katılan kimse, şirket vb., iştirakçi. 2. Herhangi bir toplantıda yöneticiden söz alıp konuşmaya katılan kişi.
→ katılımcı demokrasi
katılımcı demokrasi is. Toplumun kişileri ve kurumlarıyla geniş katılımının sağlandığı demokratik yapılanma.
katılımcılık, -ğı is. Katılımcı olma durumu.
katılış is. Katılma işi veya biçimi.
katılma is. 1. Katılmak işi. 2. sos. İletişim veya ortak davranışta bulunma yoluyla belirli bir toplumsal duruma girme süreci, iştirak.
→ katılma belgesi
katılma belgesi is. ekon. Kişinin kurucu ve saklayıcı kuruma karşı sahip olduğu hakları taşıyan ve fona ne kadar pay ile katıldığını gösteren kıymetli evrak.
katılmak (I) (nsz, -e) 1. Katma işi yapılmak: Süte su katılmış. 2, Bir topluluğa girmek, iştirak etmek: "Üç dört ev ötedeki boş arsada çocukların oyunlarına katıldım." -N. Cumalı. 3. Ortak olmak, benimsemek: "Her konuya kibar bir ses ve bir iki sözcükle katılmak özenindeydi." -Ç. Altan.
katılmak (II) (nsz) Aşırı derecede gülme, ağlama, gıdıklanma, korkma vb. tepkiler sırasında, solunum kaslarının kasılması üzerine soluk kesilmek: "Babam biraz surat astı, anam katıldı gülmekten." -F. R. Atay. katıla katıla ağlamak aşırı derecede ağlamak: "Meğer aradan birkaç ay geçecek ve yine o evde, yine gözlerimizden yaşlar akarak katıla katıla ağlayacakmısız." -Y. Z. Ortaç, katıla katıla gülmek aşırı derecede gülmek: "Bir kahveye yolu düşmüş, kahvede oturanların hepsi katıla katıla gülüyorlarmış." -B. R. Eyuboğlu.
karıkma is. Katıltmak işi.
katıltmak (-i) 1. Katılacak kadar güldürmek veya ağlatmak: "Üstatların karikatürlerini çizerek kadınları katıltıyordum." -Ö. Seyfettin. 2. Katılmasına yol açmak.
katım is. Katma işi: Koç katımı.
→ koç katımı
katımlık, -ğı sf. Bir kezde katılacak miktarda olan.
katıntı is. 1. Birbirine katılmış karışık şeylerin her biri: Birçok dillerin katıntısı bir lehçe. 2. sf. hlk. Hayvan sürüsüne dışarıdan gelip katılan (hayvan),
katır is. 1. zool. Atgillerden, kısrak ile erkek eşeğin çiftleşmesinden doğan melez hayvan.- 2. sf. mec. Kaba, bayağı, görgüsüz (kimse), katır gibi inatçı (kimse), katır kuyruğu gibi kalmak bir işte ilerlemeden kalmak, katır tepmişe dönmek çok hırpalanmak, perişan duruma düşmek, felaketin nereden geldiğini anlayamamak.
→ katır boncuğu, katır inadı, katır karı, katırkuyruğu, katırtırnağı, katır yılanı
katır boncuğu is. 1. Çoğu binek hayvanlarının boynuna süs olarak takılan, mavi camdan iri boncuk, 2. Bu boncuklarla birlikte dizilen küçük deniz kabuklan.
katırcı is. Katırlarını kira ile işleten veya katırlarla eşya taşıyan kimse.
katırcılık, -ğı is. Katır kiraya verme veya katırla yük taşıma işi.
katır inadı is. Fazla inatçı olma durumu: "Katır inadı var bu çocukta!" -R. H. Karay.
katır karı is. hlk. 1. Çocuğu olmayan evli kadın. 2. mec. Kaba, görgüsüz kadın.
katır kutur sf. 1. Sert duruma gelmiş, sertleşmiş: Katır kutur ayakkabılar. 2. zf. Sert ve kaba ses çıkararak: Ayvayı katır kutur yedi.
katırkuyruğu is. bot. Baklagillerden, çiçekleri sarı ve şemsiye durumunda olan acı bir bitki (Anagyris foetida).
katırlaşma is. Katırlaşmak işi veya durumu.
katırlaşmak (nsz) Huysuzluk etmek, inatlaşmak.
katırlık, -ğı is. İnatçı, huysuz olma durumu.
katırtırnağı is. bot. Baklagillerden, dallan çok ince, çiçekleri sarı, bazı türleri hekimlikte idrar söktürücü olarak kullanılan bir bitki (Genista scoparia): "Tepelerim sapsarı, baygın kokulu katırtırnaklarıyla süslediği iki külahı çoktan örmüştü." -O. C. Kaygılı.
katır yılanı is. hlk. Bir tür engerek.
katı söz is. Sert ve kırıcı söz.
katışık, -ğı sf. İçine başka şeyler karışmış olan, karışık, karma, mahlut.
katışıklık, -ğı is. Katışık olma durumu.
katışıksız sf. İçine başka şeyler karışmamış olan, arı, saf.
katışma is. Katışmak işi.
katışmaç, -cı is. Benzer olmayan maddelerden oluşmuş bütün.
katışmak (-e) Bir topluluğa karışmak, katılmak: O da bize katıştı.
katıştırılma is. Katıştırılmak işi.
katıştırılmak (nsz) Katıştırma işi yaptırılmak.
katıştırma is. Katıştırmak işi.
katıştırmak (-i, -e) Bir şeyin içine başka bir şey katarak karıştırmak.
katı yağ is. Don yağı, parafın gibi normal sıcaklıktayken katı durumda bulunan yağ.
katı yumurta is. Lop yumurta.
katı yürekli sf. Acıması olmayan, acımasız (kimse), katı kalpli.
katı yüreklilik, -ği is. Katı yürekli olma durumu.
kati sf. (kati:) Ar. kat'l Kesin, kati olarak kesinlikle.
→ kati teminat
kâtibe is. (kâ:tibe) Ar. kâtibe esk. Kadın yazman, kadın sekreter: "Şu bizim delişmen küçük kâtibe mi?" -R. N. Güntekin.
kâtibiadil, -dli is. (kâ:ti'biadil) Ar. kütib + 'adi huk. esk. Noter.
katil (I) is. (kaıtil) Ar. katil 1. İnsan öldüren kimse, cani: "Cinayet mahallinde bıraktığı kâğıtlar sayesinde katilin kim olduğu anlaşılmıştır. " -S. F. Abasıyanık. 2. sf Öldürücü, ölüme sebep olan: Katil kurşun.
→ kanlı katil, kiralık katil
katil, -tli (II) is. Ar. kati Öldürme.
→ katletmek, katliam
katileşme is. Kesinleşme.
katileşmek (nsz) Kesinleşmek.
katillik, -ği is. Katil olma durumu.
kâtip, -bi is. (kâ:tip) Ar. kâtib Sekreter, yazman: "Bir müddet sonra Talat Bey'in hususi kalemine kâtip oldum." -F. R. Atay.
→ kâtibiadil, başkâtip, umumi kâtip, mirî kâtibi, sır kâtibi, tahrirat kâtibi
kâtiplik, -ği is. Sekreterlik, yazmanlık.
→ başkâtiplik
kat irtifakı is. Bir binanın üstüne kat yapma iznini veren hak.
kati teminat is. tic. İhaleyi kazanan firmadan istenen teminat.
katiyen zf. (kat'ryen) Ar. kat'iyyen 1. Hiçbir zaman, asla: "Birdenbire bu ziyaretimin son olacağını, bir daha onu katiyen göremeyeceğimi... düşündüm." -S. F. Abasıyanık. 2. Kesinlikle: "Bu firar meselesine katiyen inanamıyor, akıl sır erdiremiyordum." -S. M. Alus.
katiyet is. Ar. kat'iyyet esk. Kesinlik.
katiyetle zf. Kesinlikle: "Cesurane ve daha ziyade ısrara bırakmayan bir katiyetle yalan söyledim." -H. Z. Uşaklıgil.
kat kat zf. 1. Çok, pek çok: Bu, ondan kat kat güzel. 2. Üst üste: Kat kat giyinmiş.
katkı is. 1. Bir işin yapılmasına, gerçekleşmesine emek, bilgi, para vb. ile katılma, yardım: "Her geçen gün ününe, sanatına yeni katkılar getiriyordu." -N. Cumalı. 2. Bir şeye katılan başka bir madde, ek. 3. Metal ve alaşımların hazırlanması sırasında içlerine katılan değişik nitelikteki maddeler. 4. hlk. Düğün günü davetlilerin öğleye kadar gönderdikleri armağan, katkıda bulunmak bir şeyin oluşmasına, gelişmesine veya gerçekleşmesine emek, bilgi, para vb. ile yardım etmek.
→ katkı maddesi, katkı payı
kal kılanına is. Katkılanmak işi.
katkılanmak (nsz) İçine bir katkı karışmak: "... tartışmalar, sohbetler, görüş alışverişleri bir şeyler unutulmuştur, kaybolmuştur; hiç değilse sislenmiştir, katkılanmıştır." -T. Buğra.
katkılı sf. İçine yabancı madde katılmış olan, karışık, saf olmayan.
katkı maddesi is. 1. Petrol ürünlerine katıldığı zaman bunlara istenilen özellikleri sağlayan veya doğal özelliklerini kuvvetlendiren uygun bir madde. 2. Herhangi bir karışıma ilave edilen madde.
katkı payı is. 1. tic. Bir işe, bir ortaklığa girişte ödenen ücret. 2. Yükseköğrenimdeki harcamaların öğrenci tarafından ödenen bölümü.
katkısız sf. 1. Üzerine veya içine hiçbir şey katılmamış, katışıksız, saf. 2. mec. Niteliği hiçbir etki ile değişmeyen, tam, bozulmamış.
katlama is. 1. Katlamak işi. 2. hlk. Mayasız hamurdan yapılan, peynirli veya peynirsiz pide, yufka.
katlamak (-i) Kâğıt, kumaş vb. nesneleri üst üste kat oluşturacak biçimde bükmek: "Gazeteleri itina ile katlayıp cebine koydu." -S. F. Abasıyanık.
katlandırma is. Katlandırmak işi.
katlandırmak (-i, -e) Katlanmasını sağlamak.
katlanılma is. Katlanılmak işi.
katlanılmak (-e) Katlanma işi yapılmak.
katlanış is. Katlanma işi veya biçimi.
katlanma is. Katlanmak işi: "Asım Bey'in kardeşiyle aramızda en basit bir dostluğa bile katlanması ihtimali var mı?" -H. E. Adıvar.
katlanmak (nsz) 1, Katlama işi yapılmak: Bu kumaş iyi katlanmış. 2. (-e) mec. Hoş olmayan bir duruma, güç şartlara dayanmak, tahammül etmek: "Böyle bir yolculuğa katlanabilecek hâlde değildir." -F. R. Atay.
katlatma is. Katlatmak işi.
katlatmak (-i, -e) Katlatma işini yaptırmak.
katlayış is. Katlama işi veya biçimi.
katletme is. Katletmek işi.
katletmek, -der (-i) Ar. kati + T. etmek 1. İnsan öldürmek. 2. Zor duruma sokmak, aşın derecede rahatsız etmek: "Bu adam benim can düşmanımdır. Haksız yere beni katlediyor." -O. S. Orhon. 3. Zarar vermek: Doğayı katletmek.
katlı sf 1. Katlanmış, bükülmüş: Katlı mendilleri dolaba koydu. 2. Katı veya katlan cilan: "Yolun sonunda iki katlı eski bir bina yükseliveriyordu."-S. F. Abasıyanık.
→ katlı kur, çok katlı otopark, üç katlı
katlı kur is. ekon. Az gelişmiş ülke ekonomilerine özgü birden çok döviz kuru uygulama yöntemi.
katliam is. (katlia:m) Ar. kati + 'âmm sos. Topluca öldürme, kırım, "İlk katliamdan kaçan Müslümanların malı, mülkü, evi Makedonya muhacirlerine verilmiş." -Y.K.Beyatlı.
katma is. 1. Katmak işi, ilhak. 2. sf. Katılmış, eklenmiş, ulanmış, munzam. 3. hlk. Kıldan veya yünden yapılmış ip, sicim.
→ katma bütçe, katma değer vergisi
katma bütçe is. ekon. Özel gelirleri olan ve genel bütçe dışında kalan bütçe, mülhak bütçe: Devlet Demir Yolları katma bütçe ile yönetilir.
katma değer vergisi is. ekon. Satın alınan mal ve yiyecekten alınan peşin vergi.
katmak, -ar (-i, -e) 1. Bir şeyin içine, üstüne veya yanma, niteliğini değiştirmek veya niceliğini artırmak için başka bir şey eklemek, karıştırmak, ilave etmek: Sirkeye su katmak. 2. Bir araya getirmek: "Fadime, bu yavru bolluğu arasında kuzuları çocuklara ve çocukları kuzulara katarak en olgun bir saadet içinde yaşamış." -H. E. Adıvar. 3. Birlikte göndermek: Kafileye muhafız katmak. 4. hlk. Döllenmeyi sağlamak için erkek hayvanı dişinin yanma salmak, (birbirine) katmak 1) birbirine düşürmek, aralarını bozmak; 2) düzenini bozmak: Ortalığı birbirine katmış, üstelik toplamıyor da.
katmalı is. sin. Cismin üç ana renkteki görüntüsünün tek bir film üzerinde yer aldığı, bir renkli film işlemi.
katman is. 1. Birbiri üzerinde bulunan yassıca maddelerin her biri, tabaka. 2. jeol. Altında veya üstünde olan kayaçlardan gözle veya fiziksel olarak az çok ayrılabilen, kalınlığı 1 cm'den az olmayan tortul kayaç birimi. 3. sos. Bir topluluğu oluşturan kümelerden her biri, tabaka.
→ katman bulut
katman bulut is. meteor. Gri renkli, sise benzeyen fakat yere kadar inmeyen bulut tabakası, stratus.
katmanlaşma is. Katmanlaşmak işi.
→ aykırı katmanlaşma, uygun katmanlaşma
katmanlaşmak (nsz) jeol. Üst üste gelmiş katmanlar durumunda yerleşmek.
katmanlı sf. Katmanları olan, katmanlardan oluşan, tabakalı.
katmer is. 1. Bir şeyi oluşturan katlardan her biri. 2. Yağda veya sacda pişirilen bir tür börek, katmer kaldırmak hlk. karışıklık çıkarmak.
katmerci is. Katmer yapıp satan kimse.
katmercilik, -ği is. Katmercinin işi veya mesleği.
katmer katmer sf. Kat kat, üst üste: "Bu katmer katmer manalarla olgunlaşan bakışları ... sessiz bîr monolog söyler gibiydi." -A, Ş, Hisar.
katmerleşme is. Katmerleşmek işi.
katmerleşmek (nsz) 1. Katmerli duruma gelmek. 2. mec. Çoğalmak, artmak: "Zekeriya sofrası cinayetinin karanlığı katmerleşmişti." -A. Gündüz.
katmerli is. 1. Arasına yağ ve kaymak sürülerek katlanmış yufka ekmeği. 2. sf. Katmeri olan, kat kat olan: Katmerli çiçek. 3. sf. Çok fazla olan, aşırı: "Hem vuruyor hem de suratına birbirinden ağır, birbirinden katmerli küfürler savuruyordum." -Y. K, Karaosmanoğlu.
→ katmerli badem, katmerli birleşik zaman, katmerli iyelik, katmerli katmerli, katmerli yalan
katmerli badem is. bot. Çiçekleri güzel bir tür süs çalısı.
katmerli birleşik zaman is. dbl. Yalın zamanlı bir fiille ek fiilin iki zamanının birlikte kullanılması: Gelir idiysem gibi.
katmerli iyelik, -ği is. dbl. Üst üste kullanılmış iki iyelik eki: Kimisi (kim i-si), hepsi (hep-i-si).
katmerli katmerli zf. Üst üste ve ara vermeden, aşırı bir biçimde, katmerli katmerli gülmek üst üste ve ara vermeden aşırı derecede gülmek: "Harun sarhoşluğun sinirliliğiyle yine göbek ve gerdan titreterek katmerli katmerli gülmeye başladı." -H, R. Gürpınar.
katmerli yalan is. Üst üste söylenmiş yalanlar.
katmersiz sf. Katmeri olmayan.
Katolik, -ği öz. is. Fr. catholique din b. 1. Roma kilisesinin kendine verdiği ad. 2. Hristiyanlığın mezheplerinden biri. 3. Katolik mezhebinden olan kimse.
Katoliklik, -ği öz. is. Uz. İsa'nın Aziz Petrus'a aktardığı yetkilerin mirasçısı olan papayı dinî başkan olarak tanıyan Hristiyan mezhebi.
katolunma is. Katolunmak durumu.
katolunmak (-den) Ar. kat' + T. olunmak Kesilmek: "Uzvun ölmüş bir adamdan katolunacağım söylüyorsun." -H. R. Gürpınar.
katot, -du is. Fr. cathode fiz. Eksi uç.
katrak, -ğı is. Marangozlukta tomruklan biçmeye yarayan ve birden çok testeresi olan biçme makinesi.
katran is. Ar. katran kim. Organik maddelerden kuru damıtma yoluyla eide edilen, sıvı yağ kıvamında, kara renkte, ağır, is kokulu, suda erimeyen bir madde, katran gibi karaya yakın koyu renkte: "Gece karanlığından daha kesif, katran gibi karanlık bir mübarek daire..." -H. R. Gürpınar, katranı kaynatsan olur mu şeker? kişi, kendi özünü veya asıl özelliklerini değiştirmiş gibi görünse de asla değişmez.
→ katran ağacı, katran çamı, katranköpüğü, katran ruhu, katran suyu, katran taşı, katran yağı
katran ağacı is, bot. Toroslarda yetişen bir sedir türü (Cedrus libani).
katrancı is. Katran satan veya bir yeri, bir şeyi katranlayan kimse.
katrancılık, -ğı is. Katrancının işi veya mesleği.
katran çamı is. bot. Gemilerde kullanılan katranın çıkarıldığı çam türü (Pinus rigida).
katranköpüğü is. bot Çayır mantarlarından, şapkasının alt yüzü dilim dilim ve bir halka ile çevrili bulunan bir cins mantar (Polyporus igniarius).
katranlama is. Katranlamak işi.
katranlamak (-i) Bir yere, bir şeye katran sürerek katranla kaplamak,
katranlanma is. Katranlanmak işi.
katranlanmak (nsz) Katranlama işi yapılmak.
katranlatma is. Katranlatmak işi.
katranlatmak (-i) Katranlama işini yaptırmak.
katranlı sf. 1. Üzerine katran sürülmüş olan. 2. İçine katran karışmış veya karıştırılmış olan. 3. Birleşiminde katran olan.
katran ruhu is. Kayın katranının damıtılmasıyla elde edilen ve hekimlikte kullanılan renksiz, keskin kokulu ve yakıcı bir sıvı. .
katransız sf. Katranı olmayan.
katran suyu is. Hekimlikte kullanılan katranlı su.
katran taşı is. min. Birleşimindeki su miktarı çok olan bir çeşit yanardağ camı.
katran yağı is. Katrandan elde edilen ve hekimlikte ilaç olarak kullanılan sıvı.
katre is. Ar. katre esk. Damla, katresi kalmadı (veya yok) hiç kalmadı, hiç yok.
katrilyon is. Fr. quatrillion Trilyonun bin katı olan sayı, trilyon kere bin, (1024).
kat sayı is. 1. mat. Bir niceliğin kaç katı alındığını gösteren sayı, emsal: 5a ifadesinde 5 sayısı a'nın kat sayısıdır. 2. fiz. Bir yasayı anlatan formülün yazılışında yer alan, değişmeyen sayı. 3. fiz. Cisimlerin fiziksel özelliklerini belirten değişmeyen büyüklükler.
katur kutur is. Katır kutur.
katyon is. Fr. cation kim. Bir çözeltinin elektrolizi sırasında katotta toplanan iyon, artın.
kat yuvarı is. astr. Yer atmosferinin 10-60 km yükseklikleri arasında kalan katmanı, stratosfer.
kauçuk, -ğu is. Fr. caoutchouc (Ekvator yerlilerinin dilinden) 1. bot. Gövdesi odunsu, öz suyu yapışkan, süt kıvamında, yaprakları oval biçimli, parlak ve kalın, sıcak ülke bitkisi, lastik ağacı (Ficus elastica). 2. Amerika, Asya ve Afrika'nın çeşitli ağaçlarından, özellikle lastik ağacından veya bazı petrol artıklarının birleşiminden elde edilen, dayanıklı ve esnek madde. 3. sf. Bu maddeden yapılmış: "Kış ortasında hâlâ kauçuk altlı bez ayakkabılar vardı ayağında." -N. Cumalı.
kauçuktu sf. Kauçukla kaplanmış veya birleşiminde kauçuk olan.
kaurit tutkalı is. Üre.
kav (I) is. 1. Ağaçların gövdesinde veya dallarında yetişen bir tür mantardan elde edilen ve çabuk tutuşan, süngerimsi madde. 2. hlk. Yılanın deri değiştirirken attığı deri, kav gibi 1) kolaylıkla tutuşacak durumda olan; 2) kuru ve gevrek.
→ kav mantarı, yılan kavı
kav (II) is. Fr. cave İçki mahzeni.
kavaf is. Ar. haffaf esk. Ucuz, özenmeden ve bayağı cins ayakkabı yapan veya satan esnaf.
→ kavaf işi, ağız kavafı, çene kavafı, lakım kavafı
kavaf işi sf. Özensiz ve gelişigüzel yapılmış olan: "Fakat kavaf işi yeni mestleriyle kunduralarına dayanamayarak onları ayaklarından sıyırmalardı." -H, R. Gürpınar.
kavaflık, -ğı is. 1. Kavaf olma durumu. 2. Kavafın işi.
kavait, -di ç. is. (kavant) Ar. kavâ'id esk. Kurallar; "Ev hayatında en küçük teferruata, kavaide bütün ruhuyla bağlıydı." -H. C. Yalçın.
kavak, -ğı is. bot. Söğütgillerden, sulak bölgelerde yetişen, boyu bazı türlerinde 30-40 m'ye değin çıkan, kerestesinden yararlanılan uzun boylu bir ağaç (Populus).
→ kavak inciri, acı kavak, akçakavak, akkavak, çalık kavak, karakavak, titrek kavak, dağ kavağı, Hollanda kavağı, Kanada kavağı, sepetçi kavağı
kavakçılık, -ğı is: Kavak yetiştirme işi.
kavak inciri is. bot. Açık mor renkli bir tür incir.
kavaklık, -ğı is. Kavakları çok olan veya kavak ağacı yetiştirilen yer.
kaval is. müz. Genellikle kamıştan yapılan, daha çok çobanların çaldığı, yumuşak sesli, üflemeli bir çalgı: "Yediği çilek ve çiğdem, ninnisi kaval ve bülbül, arkadaşı turna ve keklik imiş."-R. H.Karay.
→ kaval kemiği, kaval tüfek
kavala is. müz. Genellikle Arapların kullandığı kamıştan yapılan bir tür üflemeli çalgı aleti.
kavalcı is. Kaval yapan, satan veya çalan kimse.
kaval kemiği is. anat. Baldırda olan iki kemikten kalını, bacakkalemi.
kaval tüfek, -ği is. esk. Namlusu yivsiz tüfek.
kavalye is. Fr. cavalîer 1. Kadına, dansta eş olan veya bir yerde, toplantıda arkadaşlık eden erkek: "Kadınların karşısına da yine bekârlardan ve karısı yanında olmayan erkeklerden bir kavalye grubu diziliyordu." -R. N. Güntekin. 2. mec. Kibar erkek.
kavalyelik, -ği is. Kadına dansta veya bir toplantıda eşlik etme: "Acaba bir akşam ben de aynı kavalyeliği yapamaz mıyım?" -F. R. Atay. kavalyelik etmek kadına dansta veya bir toplantıda eşlik etmek.
kavanço is. (kava'nço) İt. cangia den. 1. Yelkeni bîr bordadan öbür bordaya geçirme, 2. argo Değiştirme, aynı türden bir şeyin yerine bir başkasını koyma. 3. argo Bir işi başka birine yükleme, başına sarma.
kavanoz is. Yun. Plastik, cam vb. maddelerden yapılmış ağzı geniş, çeşitli boylarda kap: "Gül ağaçlarının dibini akşamdan beyaz kavanozlara koyar, içine yüzüklerimizi, - yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mâni söyleyerek tekrar çıkarırdık." -6. Seyfettin, kavanoz dipli dünya üzülmemeyi, biraz boş vermeyi, rahat bir biçimde yaşamayı anlatan söz.
kavara (I) is. (kava'ra) hlk. 1. Balı alınmış petek. 2. Kovanda özellikle kış aylarında arıların yemesi için bırakılan bal.
kavara (II) is. hlk. 1. Yel, gaz. 2. Gürültü, patırtı, kavara çekmek kaba yellenmek.
kavaracı is. Gürültücü.
kavaracılık, -ğı ıs. Kavaracı olma durumu.
kavas is. Ar. kavvâs 1. Elçilik veya konsolosluklarda görev yapan hizmetli; "Artık şunları toplatsak, dedi, kavasa söyleseniz de bir adam bulunuverse." -R. H. Karay. 2. Banka, patrikhane, otel vb. yerlerde hizmetli veya koruma görevlisi. 3. esk. Elçilik ve konsolosluklarda koruma görevlisi.
kavaslık, -ğı is. Kavas olma durumu veya kavasın görevi: "Lalalık, kavaslık derecelerinden kalfalık payesine yükseldiği bir sırada İsmail'in oğlu yanından uzaklaştırıldı, gitti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kavasya is. (kava'sya) Fr. guassia bot. Acı ağaç.
kavat is. Ar. kavvâd hkr. Pezevenk.
kavata is. (kava'ta) 1. Oyma ağaç kap. 2. bot. Sert ve fazla kızarmayan bir domates türü (Solanum capsicum grossum).
kavatlık, -ğı is. Pezevenklik.
kavela is. (kavelâ) İt. caviglia den. Halatların dikişlerinde kullanılan demir veya ağaç kama.
kavga is. Far. ğavğâ 1. Düşmanca davranış ve sözlerle ortaya çıkan çekişme veya dövüş, münazaa: "Kavga olmadan evden fırlasak ne iyi olacak," -H. E. Adıvar. 2. mec. Herhangi bir amaca erişmek, bir şeyi elde etmek veya bir şeye karşı koyabilmek için harcanan çaba, verilen mücadele: Ekmek kavgası. 3. esk. Savaş, kavga bizim yorganın başına imiş başkaları yüzünden zarar gören kimsenin söylediği söz. kavga çıkarmak kavgaya sebep olmak: "Bir- gün hiç yoktan kavga çıkarıp oğlanın ağzını burnunu bir güzel dağıtıverdiler." -N. Cumalı. kavga çıkmak dövüş meydana gelmek: "Şehrin gürültü edilen, kavga çıkan biricik yeridir." -S. F. Abasiyanık. kavga etmek birbiriyle atışmak, dövüşmek, kavga kopmak dövüş başlamak: "Softalar arasında kızıl bir kavga kopmuştu," -F. R. Atay. kavgada yumruk sayılmaz kavga sırasında hem dayak yenilir hem de atılır, kavgaya girişmek (veya tutuşmak) kavgaya başlamak: "Yahu, dedi, ne diyorsun, kavgaya biz de girişiyor muyuz?" -M. Ş. Esendal.
→ kavga adamı, kavga kaşağısı, ağız kavgası, boğaz kavgası, dil kavgası, ekmek kavgası, hayat kavgası, kalem kavgası, kardeş kavgası, kayıkçı kavgası, koltuk kavgası, post kavgası, sandalye kavgası, yorgan kavgası
kavga adamı is. Düşünce ve inançlarını son kerteye kadar hararetle savunan kimse.
kavgacı is. 1. Kavga etmeyi seven, kavga çıkaran kimse: "İyi adam olmakla beraber aksi ve kavgacıdır." -R. N. Güntekin. 2. mec. Bir amaç uğruna çaba harcayan, mücadele veren kimse.
kavgacılık, -ğı is. Kavgacının tutumu veya alışkanlığı.
kavga kaşağısı is. Ara bozup kavga çıkartan, kavga arayan kimse.
kavgalaşma is. Kavgalaşmak işi.
kavgalaşmak (nsz, -le) İki veya daha çok kimse birbiriyle kavga etmek: "Ali kaptı önce elimden. Kavgalaştık. Sonra ben alıp kaçtım." -H. Taner.
kavgalı sf. 1. Kavgayla yapılan veya içine kavga karışan: Kavgalı bir toplantı. 2. Birisiyle kavga ederek danlmış olan, dargın.
kavgasız sf. 1. Kavgası olmayan: Kavgasız bir toplantı. 2. zf. Çatışma, kavga olmadan: Kavgasız yaşıyorlar.
kavgasızlık, -ğı is. Kavgasız olma durumu.
kavi sf. (kavi:) Ar. kavi esk. 1. Dayanıklı, güçlü, zorlu: "Türkler dünyanın en cesur, en asil, en kavi bir milleti idi." -Ö. Seyfettin. 2. zf. Sıkıca: Kavi tutun merdiveni.
kavil, -vli is. Ar. kavi esk. 1. Söz: "Babamın kavline göre, bu adam bütün Manisa halkını iki büyük afetten kurtarmış." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Sözleşme, anlaşma: Kavlimiz böyle mi idi? "Ey güzel seninle bir kavledelim / Bu kavlin üstüne dönmemesine. " -Halk türküsü.
→ kavletmek, kavliikarar
kavileşme is. Kavileşmek işi.
kavileşmek (nsz) Sağlamlaşmak, pekişmek.
kavileştirme is. Kavileştirmek işi.
kavileştirmek (-i) Sağlamlaştırmak, pekitmek, pekiştirmek.
kavilleşme is. Kavilleşme işi.
kavilleşmek (nsz, -le) Sözleşmek, söz birliği etmek, anlaşmak.
kavilya is. (kavi'lya) İt. caviglia den. Yelkenin kasa ve halat dikişlerinde, kollar arasını açmak için kullanılan, sivri ağaç veya demirden yapılmış sert parça.
kavim, -vmi is. Ar. kavm sos. Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan, boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu, budun.
→ kavim kardaş
kavim kardaş is. Bütün akrabalar, tanıdıklar: "Kavimden kardaştan sonra olursa / Gelsin yollarımı satın alalım." -Halk türküsü.
kavis, -vsi is. Ar. kavs Bir eğrinin sınırlı bir kısmı, eğmeç: Sabah güneşi, duvara bir altın kavis çekti." -Y. Z. Ortaç, kavis çizmek yay biçiminde yol izlemek.
kavisli sf. Kavisi olan: "İki zincirin arasında sallanan yarım kavisli oturma yerlerine binersin. " -Ç. Altan.
kavissiz sf. Kavisi olmayan,
kavkı is. Kabuk.
kavkılı sf. Kavkısı olan (hayvan).
kavkısız sf. Kavkısı olmayan.
kavlağan is. hlk. Çınar ağacı.
kavlak, -ğı sf. 1. Kabuğu dökülmüş: Kavlak bir ağaç. 2. Güneşten derisi soyulan (kimse), 3. is. mdn. Yer altı boşluklarının tavan ve yan duvarlarında bulunan gevşemiş veya düşebilir kaya parçası.
kavlama is. Kavlamak işi.
kavlamak (nsz) Kabarıp dökülmek, soyulmak.
kavlanma is. Kavlanmak işi.
kavlanmak (nsz) Kavlama işine uğramak.
kavlaşma is. Kavlaşmak işi.
kavlaşmak (nsz) Kav durumuna gelmek.
kavlatma is. Kavlatmak işi.
kavlatmak (-i) Kavlamasına yol açmak.
kavletme is. Kavletmek işi.
kavletmek, -der (-le) Ar. kavi + T. etmek Sözleşmek, anlaşmak, söz kesmek: "Ey güzel seninle bir kavledelim /Bu kavlin üstüne dönmemesine." -Halk türküsü.
kavlıç, -cı is. hlk. Fıtık.
kavlık, -ğı is. hlk. îçine genellikle kav konulan torba veya kap.
kavlince zf. Kavline göre, sözüne bakarak: "Ayşe Hanım'ın kavlince paşa pek cömertmiş."-S.M. Alus.
kavlü karar is. Ar. kavi + karâr esk. Söz, sözleşme, kavlükarar etmek 1) karar vermek: "Çeşmeler yaptırdım sular içmeye / Kavlükarar ettim alıp kaçmaya." -Halk türküsü. 2) birlikte söz vermek.
kav mantarı is. bot. Bazitli mantarlardan, ağaçların gövdesinde veya dallarında yetişen ve kurusu kav olarak kullanılan bitki (Fomes fomentarius).
kavını sf. (kavmi:) Ar. kavmi sos. esk. Etnik.
kavmiyat is. (kavmiya:t) Ar. kavmiyyât esk. Etnografya.
kavmiyet is. Ar. kavmiyyet esk. 1. Bir kavmin kendine özgü özellikleri, 2. Bir kimsenin bağlı olduğu kavme göre durumu. 3. Kavme bağlılık: "Ne anane ne mazi ne vatan ne kavmiyet tanırdı." -R. H. Karay.
kavmiyetçi 'is. Kavmiyetten yana olan kimse.
kavmiyetçilik, -ği is. Kavmiyetçinin işi.
kavraç, -cı is. Ağır taşlan tutup kaldırmaya yarayan, iki tutaklı demir araç.
kavrak, -ğı is. hlk. Ateş yakmak için kullanılan kuru yaprak, ince dal.
kavram is. 1. Bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, mefhum, fehva, nosyon: "Herkesin kendine özgü bir mutluluk kavramı vardır." -H. Taner. 2. fel. Nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarım, mefhum, nosyon. 3. hlk. Karın zan, periton. 4. hlk. Tutam, avuç dolusu.
→ kavram karmaşası, tümel kavram
kavrama is. 1. Kavramak işi, anlama, algılama. 2. Ağaç kuşak. 3. Otomobilde motor ile vites kutusunu birbirine bağlayıp ayıran, motordan gelen hareketi sarsıntısız olarak öteki aktarma öğelerine ileten düzen, debriyaj. 4. Bu düzeni işletmeye yarayan ayaklık. 5. hlk. Küçük orak.
→ kavrama noktası
kavramak (-i) 1. Elle sıkıca tutmak: "Çocuğu koltuk altlarından kavrayıp kaldırdı." -N. Cumalı. 2. Bir nesne veya düşünceyi her yönünü anlamak, iyice anlamak: "İnsanoğlu gerçeğin bir parçasını kavradı mı, bütününü kavradığı düşüne kapılır." -S. Birsel. 3. Motorlu araçlarda debriyaj pedalı görev yapmak. 4. Motorlu araçlarda lastik yolu kavramak.
kavrama noktası is. Arabanın harekete geçtiği an ve durum.
kavramcılık, -ğı is. fel Kavramın, onu bildiren sözden farklı bir varlık olduğunu ve gerçeğin zihinde bulunmadığını ileri süren öğreti, konseptüalizm.
kavram karmaşası is. Anlaşılmazlık, anlam yetersizliği.
kavramlaşma is. Kavram durumuna gelme.
kavramlaşmak (nsz) Kavram durumuna gelmek.
kavranılaştırma is. Kavramlaştırmak işi.
kavramlaştırmak (4) Kavram durumuna getirmek.
kavramsal sf. Kavramla ilgili, kavram niteliğinde olan.
kavranılma is. Kavranılmak işi.
kavranılmak (nsz) Kavranmak.
kavranılmaz sf. Zihinde oluşturulamayan veya oluşturulabildiği hâlde gerçekten böyle bir şeyin var olması akla sığmayan.
kavranma is. Kavranmak işi.
kavranmak (nsz) Kavrama işi yapılmak.
kavratma is. Kavratmak işi.
kavratmak (-i) Kavramasını sağlamak.
kavrayış is. 1. Kavrama, anlama, algılama yetisi. 2. Motorlu araçlarda lastiğin tam olarak yolu kavraması. 3. fel. Bir algının doğrudan doğruya kavranması.
kavrayışlı sf Kolayca anlama, algılama yetisi olan.
kavrayışsız sf. Kavrayıcı olmayan.
kavrayışsızlık, -ğı is. Kavrayışsız olma durumu.
kavruk, -ğu sf. 1. Kavrulmuş olan. 2. Kurumaya yüz tutmuş. 3. mec. Yaşı ilerlemesine karşın iyi gelişememiş olan: "Kalem gibi baldırlı, kavruk çocuklara para verdim." -S. F. Abasıyanık.
kavrukluk, -ğu is. Kavruk olma durumu.
kavrulma is. Kavrulmak işi.
kavrulmak (nsz) 1. Kavurma işi yapılmak. 2. Hayatın acılarına uğramak: "Hayatın cehenneminde kavrulmuş bir insana bu kolay ve sakin ölümler yakışmıyor." -P. Safa. 3. Dış etkenler yüzünden özelliklerini yitirmek: "Soğuktan kavrulmuş çiçeksiz nilüferlerin her yaprağı su üstünde sönmeyen bir parça büyülü alev..." -R. H. Karay. 4. mec. Yaşı ilerlemesine karşın iyi gelişememek, cılız kalmak.
kavrulmuş sf. Kavurma işlemine tabî tutulmuş.
→ çifte kavrulmuş
kavruluş is. Kavrulma işi veya biçimi.
kavşak, -ği is. Akarsu, yol gibi uzayıp giden şeylerin kesiştikleri veya birleştikleri yer.
→ kavşak adası, döner kavşak
kavşak adası is. mim. Kavşak içindeki hareketleri düzenleyen, üçgen, daire, dörtgen, damla vb. şekillerde olabilen ve dış kenarları bordur taşı ile sınırlandırılmış yapı.
kavuk, -ğu is. 1. anal. İdrar torbası. 2. hlk. İçi boş şey. 3. esk. Pamuktan yapılmış, üzerine sarık sarılan erkek başlığı: Vezir kavuğu. (birine) kavuk sallamak bir kimseye yaranmak için onun söz veya davranışlarını uygun bulmak, onaylamak: "Boş bulundun, oğlum, hiç olmazsa bir iki saat kavuk sallayacaksın. " -M. Ş. Esendal.
→ dalkavuk, karakavak, bektaşikavuğu, sidik kavuğu
kavukçu is. esk. 1. Kavuk yapan veya satan kimse. 2. mec. Birine yaranmak için onun söz veya davranışlarını uygun bulan, onaylayan kimse.
kavuklu sf. Kavuk giymiş.
Kavuklu öz. is. Orta oyununda hikâyeyi anlatıp asıl görevi üstlenen, espri ve komiklik yapan kişi.
kavukluk, -ğu is. Kavuk koymaya yarayan küçük raf.
→ dalkavukluk
kavun is. bot. 1. Kabakgillerden, sürüngen gövdeli, iri meyveli bir bitki (Cucum). 2. Bu bitkinin genellikle güzel kokulu, sulu ve etli meyvesi.
→ kavuniçi, acı kavun, ağaç kavunu, Kırkağaç kavunu, Yuva kavunu
kavuncu is. Kavun satan kimse.
kavunculuk, -ğu is. Kavuncu olma durumu.
kavuniçi is. 1. Pembeye çalan sarı renk. 2. sf. Bu renkte olan: Kavuniçi gecelik.
kavunsu sf. Kavunu andıran, kavuna benzeyen, kavun gibi, kavunumsu: "Uzun boylu, biraz kavunsu kafalı, ufak burunlu, konuşkan bir adammış." -M. Ş. Esendal.
kavunumsu sf Kavunsu.
kavurga is. hlk. Buğday, mısır vb. tahılların kuru yemiş gibi yenilmek için ateşte kavrulmuşu.
kavurma is. 1. Kavurmak işi. 2. Kendi yağıyla pişirilip kavrulduktan sonra yenen veya dondurulup saklanan et: "Sinide haşlanmış ve ikiye kesilmiş yumurtalar, yeşil soğanlar, tulum peynirleri, kavurmalar vardı. " -T. Buğra. 3. sf. Kavrulmuş olan.
→ sac kavurması
kavurmacı is. Kavurma yapan veya satan kimse.
kavurmaç, -cı is. hlk. Kavrulmuş buğday.
kavurmak (-i) 1. Bir şeyi bir kabın içinde su katmadan kızartarak pişirmek: "Madenden bir kap içine bunları koyup kavuracağız." -S. Birsel. 2. Rüzgâr, soğuk, sıcak vb. kurutmak, yakmak: Rüzgâr ekinleri kavurdu. 3. mec. Çok üzmek, yakmak, mahvetmek: "Memleketi kavuran kıtlık buranın semtine uğramamıştır. "-H, R. Gürpınar.
kavurmalı sf İçinde kavurma bulunan.
kavurmalık, -ğı is. 1. Kavurma yapmaya elverişli yiyecek. 2. sf. Kavurma için ayrılmış.
kavurtma is. Kavurtmak işi.
kavurtmak (-i, -e) Kavurma işini yaptırmak.
kavuruş is. Kavurma işi veya biçimi.
kavuşma is. 1. Kavuşmak işi, buluşma, telaki: "Karısını ve kendisini memlekete dönmeye ve vatanına kavuşmaya ikna ettik." -B. Felek. 2. bot. Mantar ve yosun sınıfından bazı aşağı bitkilerde, yeni bir birey oluşturmak için iki ayrı hücrenin birleşmesi.
kavuşmak (-e) 1. Ayrı kalınan, sevilen bir kimseyle bir araya gelmek, onu yeniden görmek: "Biz 1923'te bir Mustafa Kemal'e kavuş mas aydık, gelecek zamanlara doğru yollarımızı tıkayan aşılmaz setleri yıkamazdık. " -F. R. Atay. 2. Yokluğu çekilen veya çok istenen bir şeye erişmek, onu elde etmek: "Vakitsiz kötürümleşen ruh, onun mucizesiyle ısındı, kımıldandı, doğruldu; bir sağlığa kavuşuyordu." -R. E. Unaydın. 3. Katılmak: "Fırat ve Dicle gibi yan yana akıyorlar, sonra birbirine kavuşuyorlar." -Y. K. Beyatlı. 4. (nsz) Bir araya gelmek, birleşmek: Ceketin önü kavuşmuyor. 5. (nsz) Güneş batmak. 6. Varmak, ulaşmak.
kavuştak, -ğı is. ed. Nakarat.
kavuşturma is. Kavuşturmak işi.
kavuşturmak (-i, -e) Kavuşmasını veya kavuşmalarını sağlamak: "Kollarım kavuşturup gözyaşı dökmekten başka elinden ne gelir? "-A.İlhan.
kavuşulma is. Kavuşulmak işi.
kavuşulmak (nsz) Bir araya gelinmek, birleşilmek.
kavuşum is. astr. Yer yuvarlağı bir uçta kalmak üzere, yerin, güneşin ve herhangi bir gezegenin bir doğru üzerine gelmeleri, içtima.
→ kavuşum devri, alçak kavuşum
kavuşum devri is. astr. Bir gezegenin iki kavuşumu arasında geçen zaman aralığı: Ayın kavuşum devri 29 gün, 12 saat, 44 dakika ve 3 saniye sürer.
kavuşur su yosunları ç. is. bot. Üremeleri kavuşma yoluyla olan su yosunları.
kavut is. 1. Kavrulmuş ve dövülmüş tahıl ununa şeker veya tatlı yemiş katılarak yapılan yiyecek: "... ama bir yanı da kavut alamama, sapan atamama, ... yalnızlığım yaşıyor. " -A. Ağaoğlu. 2. Güneşte kurutulmuş peynir.
kavuz is. bot. 1. Buğdaygillerin başağında, başakçıklan veya çiçeği saran kabuk, 2. hlk. İçi boş, kabuklu yemiş.
→ dış kavuz, iç kavuz
kavuzlular ç. is. bot. Bir çeneklilerden, çiçeklerinde renkli taç yaprağı yerine kavuz denilen yeşil renkte yaprakçıklar bulunan bitki takımı.
kavzama is. Kavzamak işi.
kavzamak (-i) hlk. 1. Sıkı tutmak, kavramak. 2. Korumak, muhafaza etmek.
kay (I) is. Yağmur, yaz yağmuru.
kay, -yyı (II) is. Ar. kay'esk. Kusma.
kaya is. 1. Büyük ve sert taş kütlesi: "Dört tarafı su ile çevrili bir kayadır, bir adacık." -R. H. Karay. 2. Kayaç. kaya gibi çok sağlam: "... öfkesi, sevgisi katıksız, kaya gibi sağlam ve güvenilir adam." -A. İlhan, kaya uçmazsa dere dolmaz büyük gereksinimlerde çok fedakârlık yapmak gerekir.
→ kaya balığı, kayabaşı, kaya güvercini, kaya hanisi, kaya horozu, kaya keleri, kaya lifi, kaya örümceği, kaya sansarı, kaya sarımsağı, kaya sarmaşığı, kaya suyu, kaya tuzu, azmankaya, kesme kaya, kör kaya, mercan kaya, sapkın kaya, akınkayası, kömür kayası, kum kayası, sazkayası, tatlı su kayası
kaya balığı is. zool. Kaya balığıgillerden, kayalık yerlerde yaşayan, çoğu koyu renkli küçük balık (Gobius gobiııs).
kaya balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklardan, küçük boyda iri başlı, yüzgeçleri karın üzerinde tekerlek biçiminde olan bir familya.
kayabaşı is. 1. muz. Bir Anadolu ezgisi ve bu ezgiyle söylenen koşma. 2. ed. Türk halk edebiyatmda çoban türküsü.
kayaç, -cı is. min. Doğada büyük yer tutan, yer kabuğunun yapı gereci olan bir veya birkaç mineralden oluşan kütle, porfir.
→ derinlik kayaçlan
kaya güvercini is. bot. Güvercingillerden, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika'nın kayalık yerlerinde yaşayan bir kuş (Columbo livia).
kayağan sf. Üzerinde kolaylıkla kayılan, kaypak: Kayağan bir toprak.
→ kayağan taş
kayağanlık, -ğı is. Kayağan olma durumu.
kayağan taş is. min. Killerin başkalaşımı ile oluşmuş, yaprak biçiminde ayrılabilen, mavimsi bir taş, kayrak, arduvaz.
kaya hanisi is. zool. Lahos.
kaya horozu is. zool. Güney Amerika'da yaşayan, erkekleri portakal renginde, başında tepeliği olan kuş (Rııpicola).
kayak, -ğı is. 1. Kar, su veya çim üzerinde kaymak için ayağa takılan araç. 2. sp. Bu aracı kullanarak yapılan spor.
→ kayakevi, su kayağı
kayakçı is. Kayak yapan sporcu.
kayakçılık, -ğı is. 1. Kayakçı olma durumu. 2. Kayak sporculuğu.
kaya keleri is. zool. Bukalemun.
kayakevi is. Kayak yapılan yerlerde kurulmuş tesis.
kayalık, -ğı is. Kayası çok olan yer.
kaya lifi is. min. Asbest.
kayan sf. 1. Kayarak yer değiştiren. 2. is. hlk. Yassı, düz, kat kat oluşmuş taş. 3. is. hlk. Dağdan inen sel.
kaya örümceği is. zool. Taşlar arasında yaşayan bir örümcek türü.
kayar ıs. hlk. 1. Hayvanların eskiyen nallarının çivilerini değiştirme işlemi. 2. Pay: Bir temiz ağzının kayarını verdim.
kayarlama is. Kayarlamak işi.
kayarlamak (-i) hlk. 1. Hayvanın eskiyen nallarını onarmak, eskiyen nalın çivilerini yenilemek. 2. Düven taşlarım yeniden koymak veya onarmak, 3. Sövmek, küfretmek.
kayarto is. argo Ahlaksız kimse, melun: "Vah vah, aynalı şeydi doğrusu, kayartonun elinden kurtaramadınız." -R. H. Karay,
kaya sansarı is. zool. Dağlık yerlerde yaşayan bir tür sansar.
kaya sarımsağı is. bot. Genç yapraklan sarımsak yerine kullanılan bir tür yaban sarımsağı (Allium ampeloprasum).
kaya sarmaşığı is. bot. Kayalıklarda biten sarımsak.
kaya suyu is. Kayadan sızan su.
kaya tuzu is. min. Doğada billur durumunda bulunan tuz.
kaybedilme is. Kaybedilmek işi.
kaybedilmek (nsz) Ar. ğayb + T. edilmek Kaybetme işi yapılmak.
kaybetme is. Kaybetmek işi, yitirme.
kaybetmek, -der (-i) Ar. ğayb + T. etmek 1. Yitirmek: "Kadın o kadar kan kaybetmiş ki az daha ölecekmiş." -M. Ş. Esendal. 2. Yenik düşmek, yenilmek: Savaşı kaybetmek. Bahsi kaybetmek. 3. Para bakımından zarara girmek: "Hesapta bu binlerce lirayı kaybetmek ihtimali yok değildi şüphesiz..." -R. Enis. 4. mec. Ölüm dolayısıyla ayrılmak: "Bir kızım vardı, doğururken onu da kaybettik. " -S. F. Abasıyanık.
→ vakit kaybetmeden
kaybolma is. Kaybolmak işi.
kaybolmak (nsz) Ar. ğayb + T. olmak 1. Yitmek: "Bu okuyuşta mısranın asıl mahiyeti olan derimi ahenk kaybolmuştur." -Y. K. Beyatlı. 2. Görünür olmaktan çıkmak, görünmez olmak: "Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu." -Ö. Seyfettin.
kayboluş is. Kaybolma işi veya biçimi.
kayda değer sf. Önemli, dikkati çeken.
kayda değerlik, -ği is. Kayda değer olma durumu.
kaydedici is. fiz. İmleç.
kaydedilme is. Kaydedilmek işi.
kaydedilmek (nsz) Ar. kayd + T. edilmek Kaydetme işi yapılmak, yazılmak. '
kaydetme is. Kaydetmek işi.
kaydetmek, -der (-i, -e) Ar. kayd + T. etmek 1. Yazmak, bazı önemli noktaları tespit etmek. 2. Herhangi bir şeyi bir yere mal etmek, bir şeyin tarih, numara veya adım bir deftere geçirmek: Çocuğu okula kaydetmek. Nüfusa kaydetmek. 3. Hatırlamak için yazmak, not etmek: "Önüne bir şeyler kaydederken görür gibiyim." -S. F. Abasıyanık. 4. Belirtmek, söylemek: Şunu kaydedeyim ki... 5. Sesi veya resmi manyetik bant üzerine geçirmek. 6. Olumlu sonuç almak: Başarı kaydetmek. Gol kaydetmek, 7. fiz. Sıcaklık, basınç gibi bir niceliğin değişkenliğini tespit etmek. 8. bl. Elektronik veya sayısal araçlarda bilgiyi korumaya almak.
kaydettirme is. Kaydettirmek işi.
kaydettirmek (-i) Ar. kayd + T. ettirmek Kaydetme işini yaptırmak, yazdırmak.
kaydıhayat is. (kaydıhayat, -ya:tı) Ar. kayd + hayât esk. Kaydıhayatla ve kaydıhayat şartıyla sözlerinde "yaşadığı kadar, yaşadığı sürece" anlamında kullanılan bir söz.
kaydıihtiyat is. (ka'ydıihüya:t) Ar. kayd + ihtiyat esk. Temkinli davranma, ihtiyatlı olma.
kaydırak, -ğı is. 1. Yassı, kaygan çakıl. 2. Çocukların böyle bir taşı ayakla kaydırarak oynadıkları oyun. 3. Çocuk bahçelerinde çocukların oturup kayarak eğlendikleri oyun aracı. 4. Tomrukların kolay taşınması için dağdan kaydırıldığı yer.
kaydırılma is. Kaydırılmak işi.
kaydırılmak (-i) Kayması sağlanmak, kaymasına yol açılmak.
kaydırış is. Kaydırma işi veya biçimi.
kaydırma is. 1. Kaydırmak işi. 2. sin. ve TV Alıcının herhangi bir araç üzerinde çeşitli yönlere hareket ettirilmesi. 3. sp. Savunmanın belirli bir anında, oyunun güç noktasını birdenbire değiştirme.
→ optik kaydırma
kaydırmak (-i, -e) Kaymasını sağlamak, kaymasına yol açmak: "Kocakarı biraz telaşla yüzünden çarşafı kaydırıp yine örtünerek... " -H. R. Gürpınar.
kaydırtma is. Kaydırtmak işi.
kaydırtmak (-i) Kaymasını sağlatmak, kaymasına sebep olmak.
kaydiye is. Ar. kaydiyye esk. Kayıt için alınan para.
kaydolma is. Kaydolmak işi, yazılma.
kaydolmak (-e) Ar. kayd + T. olmak Yazılmak.
kaygan sf. Islak veya düz olduğundan kaydına özelliği bulunan veya üzerinde kayılan, kaygın, zıypak: Kaygan taş. Kaygan yol.
kaygana is. 1. Omlet. 2. Yumurta çalkanarak yapılan bir çeşit tatlı.
kayganalık, -ğı sf. Kaygana için gereken (malzeme).
kayganlık, -ğı is. Kaygan olma durumu.
kaygı is. Üzüntü, endişe duyulan düşünce, tasa: "Korku ve kaygıyla vücudunu dinledi." -A, İlhan, kaygı çekmek üzüntü, tasa duymak.
→ ekmek kaygısı
kaygılandırma is. Kaygılandırmak işi.
kaygılandırmak (-i) Kaygılanmasına sebep olmak.
kaygılanış is. Kaygılanma işi veya biçimi.
kaygılanma is. Kaygılanmak işi, üzülme.
kaygılanmak (nsz) Kaygı duymak, üzülmek.
kaygılı sf Kaygısı olan, üzüntülü: "Kadın kaygılı bir sesle bağırdı." -H. E. Adıvar.
kaygın is. Gebe deve.
kaygısız sf. Kaygısı olmayan, kaygı duymayan, aldırmaz: "Bu güler yüzlü adam ben değilim / Yalandır kaygısız olduğum yalan." -C. S. Tarancı.
kaygısızca sf. (kaygısı'zca) 1. Kaygısız, aldırmaz. 2. zf. Kaygısız, aldırmaz bir biçimde: Kaygısızca bakıyordu.
kaygısızlık, -ğı is. Kaygısız olma durumu veya kaygısızca davranış: "Başhekimin kaygısızlığına da hırslanan başhemşire, bu defa saksıyı kırdıklarını idare müdürüne anlatmaya koyuldu."-M. Ş. Esendal.
Kayı öz. is. tar. Oğuz Türklerinin yirmi dört boyundan biri.
kayık, -ğı is. 1. den. Kürek veya yelkenle yürütülen ufak tekne: Balıkçı kayığı. 2. sf. Bir yana kaymış, kayık gibi kayığa benzer biçimde, kayığın durumuna uygun olarak: "Araba dalga üstünde kayık gibi sallanarak çamurlara daldı, gitti." -H. E. Adıvar. kayık yanaştırmak bir konuya veya soruna yavaş yavaş girmek.
→ kayıkhane, kayık salıncak, kayık tabak, kayık yaka, çember kayık, ağ kayığı, ateş kayığı, foroz kayığı, ığrıp kayığı, imamkayığı, pazar kayığı, varagele kayığı, yarış kayığı
kayıkçı is. Kayıkla insan veya yük taşıyan kimse: "Kayıkçım Duran sırığı suya daldırdı. " -R. H. Karay.
→ kayıkçı kavgası
kayıkçı kavgası is. Sonucu olmayan, bıktırıcı münakaşa.
kayıkçılık, -ğı is. 1. Kayık yapma ve satma işi. 2. Kayık işletme işi.
kayıkhane is. (kayıkha:ne) T. kayık + Far. îjâne esk. Kayıkların çekildiği, korunduğu üstü örtülü yer.
kayık salıncak, -ğı is. Bayram yerlerinde kurulan kayık biçiminde salıncak,
kayık tabak, -ğı is. Kayık biçiminde uzun ve düz tabak: "Bir kayık tabak dolusu getirdiler." -F. R. Atay.
kayık yaka is. Açıklığı omuzlara doğru olan, oval yaka.
kayın (I) is. bot. 1. Kayıngillerin örnek bitkisi olan, 30-40 m boyunda, 2 m çapında, kışın yapraklarını döken, kerestesi beyaz ve değerli olan bir orman ağacı (Fagus orientalis). 2. sf. Bu ağaçtan yapılmış.
→ Avrupa kayını, doğu kayını
kayın, -ynı (II) is. Kadın veya kocaya göre birbirlerinin erkek kardeşi, kayınbirader: "Sabahleyin kaynım beni bir katıra bindirdi." -H. E. Adıvar.
→ kayınbaba, kayınbirader, kayınpeder, kayınvalide
kayınbaba is. Kaynata: "Bu adla bizim kayınbabadan bir hayli para dolandırmışlar." -H. R. Gürpınar.
kayınbabalık, -ğı is. Kayınbaba olma durumu.
kayınbirader is. Kayın (II): "Ne lüzumu vardı şimdi kayınbiraderinden söz açmaya." -S. F. Abasıyanık.
kayınbiraderlik, -ği is. Kayınbirader olma durumu.
kayınço is. Kayınbiraderlere sevgi yollu söylenen söz.
kayıngiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, palamut diye adlandırılan, meyveleri yüksüksü bir kadehçik içinde duran, kayın, meşe, kestane vb. kerestelik orman ağaçlarını içine alan bir familya, palamutlular.
kayınlık, -ğı (I) is. Kayın ağaçları çok olan yer,
kayınlık, -ğı (II) is. Kayın (II) olma durumu.
kayınpeder is. Kaynata.
kayınpederlik, -ği is. Kayınpeder olma durumu.
kayıntı is. hlk. Açlık bastırmaya, atıştırılmaya yarar yiyecek.
kayınvalide is. Kaynana, hanımanne.
kayınvalidelik, -ği is. Kayınvalide olma durumu.
kayıp, -ybı is. Ar. ğayb 1. Kaybolma, yitme, yitim. 2. sf. Kaybolmuş olan, yitik, zayi: Kayıp eşya. kayıp vermek ulus, toplum, kuruluş vb. değerli bireylerini yitirmek: "Bizim yokuş son iki yılda çok kayıp ver-, misti. Cemal Nadir bu kayıpların en büyüğüydü." -Y..Z. Ortaç, (bir kimse) kayıplara karışmak bulunduğu yerden ayrılıp gitmek, gittiği yeri bildirmemek, görünmez olmak: "Şu yeşil bu mor derken bizim futbol sevgisi gene kayıplara karıştı." -B. R. Eyuboğlu.
→ kaybedilmek, kaybetmek, kaybolmak, ağır kayıp, bellek kaybı, bilinç kaybı, hafıza kaybı, İrade kaybı, su kaybı
kayır is. hlk. 1. Kalın kum. 2. İnce kum.
kayırıcı sf. Kayıran, koruyan, iltimasçı.
kayırıcılık, -ğı is. Kayırma işi, iltimasçılık.
kayırılına is. Kayırılmak işi.
kayırılmak (nsz) Kayırma işi yapılmak.
kayırış is. Kayırma işi veya biçimi.
kayırma is. Kayırmak işi, koruma, himmet, iltimas.
kayırmak (-i) 1. Koruyarak başarısını sağlamak, elinden tutmak, himmet etmek: "Bizi kayıran, arayan yok." -H. R. Gürpınar. 2. Birini, başkalarının veya işin zararı pahasına tutmak, birine haksız yere kolaylıklar sağlamak, iltimas etmek: "Güzelle yüceltirim insanlığı, işim bu / Çirkini, kabayı ve hamı kayıramam ki." -A. M. Dranas.
kayırtma is. Kayırtmak işi.
kayırtmak (-i, -e) Kayırma işini yaptırmak.
kayısı is. Far, kayşi 1. bot. Gülgillerden, sıcak veya ılık iklimlerde yetişen, çiçekleri pembemsi beyaz bir ağaç (Prumıs armeniaca). 2. bot. Bu ağacın açık turuncu renkte, eti sulu, güzel kokulu, tek ve sert çekirdekli tatlı meyvesi. 3. Beyazı pişmiş, sarısı az pişmiş yumurta.
→ kayısı hoşafı, kayısı kompostosu, kayısı kurusu, kayısı reçeli, kuru kayısı
kayısı hoşafı is. Kayısının kaynatılması ile yapılan hoşaf.
kayısı kompostosu is. Kayısının şekerle kaynatılması ile yapılan komposto.
kayısı kurusu is. Kurutulmuş kayısı.
kayısımsı sf. Kayısıyı andıran, kayısıya benzeyen, kayısı gibi.
kayısı reçeli is. Taze kayısı, şeker ve suyun kaynatılarak koyu kıvama getirilmesi sonucu elde edilen reçel,
kayış (I) is. 1. Bağlamak, tutmak veya sıkmak amacıyla kullanılan, dar ve uzun kösele dilimi: "Şapkası yere düşmüş, yakası yırtılmış, kılıcının kayışı kopmuştu." -Ö. Seyfettin. 2. Ustura bilenen cilalı kösele, kayış gibi 1) sert, kopanlmayan: Kayış gibi et. 2) çok kirli: Kayış gibi çamaşır, (birini) kayışa çekmek argo aldatmak, kandırmak.
→ kayış balığı, kayış dili, aşırma kayış, üzengi kayışı
kayış (II) is. Kayma işi veya biçimi.
kayış balığı is. zool. Kâğıt balığıgillerden, Kuzey Avrupa denizleriyle Akdeniz'in derinliklerinde yaşayan kemikli bir balık (Regalecus glesne).
kayışçı is. 1. Kayış yapan veya satan kimse. 2. sf. mec. Aldatıcı, hileci.
kayış dili ıs. Kaba ve çirkin sözler kullanılarak konuşulan dil.
kayışkıran is. bot. Baklagillerden, kökleri toprağa derince girdiği için tarlalar sürülürken sabam tutan, çiçekleri kırmızı bir bitki, sabankıran (Onosisspinosa).
kayıt, -ydı (I) is. Ar. kayd 1. Bir yere mal ederek deftere geçirme: Çocuğun kaydı bulunamadı. 2. Bir yazının, bir hesabın tarih, numara vb.nin veya kopyasıntn bir yerde yazılı bulunması: "Hafızama güvenmeyiniz. Kayıtlarınız daha sağlamdır." -R, H. Karay. 3. Önem verme, gözetme. 4. Resmî belge. 5. Sesi veya görüntüyü manyetik bant üzerine geçirme işlemi. 6. mec. Şart: Kitabımı geri gönderme kaydıyla verebilirim. 7. mec. Sınırlama, davranışlarını çerçeveleme: Hiçbir kayıt ileri sürmeksizin, kayıt altına girmek 1) bir şey yapmaya zorlanmak: Ben kayıt altına giremem. 2) davranışları sınırlandırılmak, kayıt koymak engellemek, sınırlamak, takyit etmek: "Kanun ... kamuoyunun serbestçe oluşmasını engelleyici kayıtlar koyamaz." -Anayasa, kayda geçirmek ilişkili bulunduğu deftere yazmak, (birini veya bir şeyi) kayıttan düşmek (veya birinin kaydını silmek) bir yere mal olmaktan çıkararak defterde bu durumu belirtmek.
→ kayıt defteri, kayıt dışı, kayıt kabul, kayıt kuyut, kayda değer, kaydedilmek, kaydetmek, kaydettirmek, kaydıhayat, kaydıihtiyat, kaydolmak, kesin kayıt, ön kayıt, nüfus kaydı, sabıka kaydı, bilakayduşart
kayıt (II) is. 1. Pencere çerçevesi. 2. Araç, eşya. 3. Yiyecek.
→ kış kayıtı
kayıt defteri is. Kayıt yapılan defter.
kayıt dışı sf. Herhangi bir biçimde yazılı belgesi olmayan, kayda geçmemiş.
→ kayıt dışt ekonomi
kayıt dışı ekonomi is. ekon. Kayda geçirilmeyerek devletten gizlenen ve bu nedenle denetlenemeyen ticari faaliyet.
kayıtım is. fel. Bir olayın kendi sebepleri üzerindeki tepkisi, rücu.
→ kayıtımla uslamlama
kayıtımla uslamlama is. Geriye dönerek sonuç çıkarma.
kayıt kabul, -lü is. 1. Bir yere başvuranların kayıt işlemini yapma. 2. Kayıt işleminin yapıldığı yer.
kayıt kuyu t, -du is. hlk. Kayıtlı bulunma durumu, kaydı kuydu olmak kayıtlı olmak.
kayıtlama is. Kayıtlamak işi, takyit.
kayıtlamak (-i) Birtakım şartlarla bağlamak, sınırlandırmak, takyit etmek.
kayıtlı sf._ 1. Kaydı yapılmış, kayda geçirilmiş olan: "İkili, on bir Arap atının kayıtlı olduğu bir koşuya konmuştu." -N. Cumalı. 2. mec. Şarta bağlı.
→ kayıtlı sermaye
kayıtlı sermaye is. ekon. Anonim şirketlerin ticaret siciline kaydedilmiş sermayeleri.
kayıtma ıs. Kayıtmak işi.
kayıtmak (-den) hlk. Bir şeyi yapmaktan vazgeçmek, bir karardan dönmek, nükûl etmek, rücu etmek,
kayıtsız sf 1. Kaydı yapılmamış, deftere veya yazıya geçirilmemiş olan. 2. Aldırmaz, ilgisiz, umursamaz, lakayıt: "5ert, çabuk unutan kayıtsız bir asker durumu alacaktı." -H, E. Adıvar. 3. mec. Bir şarta bağh olmayan. kayıtsız kalmak önem vermemek, umursamamak: "Halk, nice silik insanların en yüksek mertebelere çıkmasına kayıtsız kalır. " -Y. K. Beyatlı. kayıtsız olmak 1) kaydedilmemiş veya yazıya geçirilmemiş olmak; 2) ilgisiz, umursamaz, önem vermeyen durumda bulunmak: "Ev sahipleri misafirlerini tanıştırmakta pek kayıtsız olduklarından ben kendimi kıza tanıttım." -M. Ş. Esendal.
→ kayıtsız şartsız
kayıtsızca sf. 1. İlgisiz, aldırmaz, 2. zf. İlgisiz, aldırmaz bir biçimde: "... biraz kırlara baktıktan sonra kayıtsızca: -Korkma, dedi, senin canın kolay çıkmaz." -M. Ş. Esendal,
kayıtsızlık, -ğı is. Aldırmazlık, ilgisizlik, umursamazlık, lakaydi: "Bunda belki evime ve kocama karşı duyduğum kayıtsızlığın tesiri de var." -R. N. Güntekin.
kayıtsız şartsız zf. Hiçbir şart ve bağı olmaksızın: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. " -Anayasa.
kaykay is. Türlü maddelerden yapılmış, altında tekerlekler bulunan, üzerinde kayılan alet.
kaykılma is. Kaykılmak işi.
kaykılmak (-e) Arkaya doğru eğilerek, yaslanarak oturmak.
→ kaykıla kaykıla
kaykıltma is. Kaykıltmak işi.
kaykiltmak (-i) Kaykılmasını sağlamak, kaykılmasına sebep olmak.
kayma is. 1. Kaymak (II) işi. 2. sin. ve TV Herhangi bir sebeple filmin atlaması, görüntünün perdeye veya ekrana tam olarak gelmemesi.
→ anlam kayması, toprak kayması
kaymak, -ğı (I) is. 1. Sütün veya yoğurdun yüzünde zar durumunda toplanan, açık sarı renkli, koyu yağlı katman. 2. Sütü yayvan kaplar içinde ve hafif ateşte tutarak elde edilen koyu, yağlı öz. 3. Yağmur ve selden sonra toprağın üzerinde kalan özlü tabaka. 4. mec. Bir şeyin en iyi ve seçkin bölümü. kaymak bağlamak (veya tutmak) sütün veya bir sıvının üzerinde kaymak oluşmak, kaymaklanmak, kaymak gibi 1) bembeyaz ve pürüzsüz; 2) tadı güzel ve yumuşak: "Patlıcan kızartması, pilav, bir de koca kâse kaymak gibi yoğurttan oluşan yemeğimizi yedik." -H. R, Gürpınar, (bir şeyin) kaymağını almak (veya yemek) bir şeyin en büyük payını, kârını ele geçirmek.
→ kaymakaltı, kaymak kâğıdı, kaymak tabakası, kaymak takımı, kaymak taşı, Afyon kaymağı, kireç kaymağı, nisadır kaymağı
kaymak, -ar (II) (nsz) 1. Düz, ıslak, donmuş veya kaygan bir yüzey üzerinde sürtünerek kolayca yer değiştirmek: "Sol tekerlekler küçük bir hendeğin içine kaydı.” -O. C. Kaygılı. 2. Kaygan bir yüzey üzerinde birdenbire dengesini yitirmek. 3. Yerini değiştirmek: "Ayağımın altından geminin sacları muz kabuğu gibi kayıyordu." -S. F. Abasıyanık. 4. Durum değiştirmek. 5. Anlamı değişmek: Bazen kelimeler başka anlamlara kayar. 6. Kurtulmak. 7. Yağışların etkisiyle toprağın alt tabakasının gevşemesi sonucu üst tabaka oynamak. 8. mec. Görüş, düşünce veya tutumunu değiştirmek. 9. argo Cinsel ilişkide bulunmak.
→ kaykay, sinekkaydı
kaymakaltı is. hîk. Yağı alınmış süt.
kaymakam is. Ar. kâ'im + makam 1. Bir ilçede devleti temsil eden en yetkili yönetim görevlisi, ilçebay. 2. esk. Yarbay.
kaymakamlık, -ğı is. 1. Kaymakam olma durumu. 2. Kaymakamın görevi. 3. Kaymakamın makamı ve bu makama bağlı resmî dairelerin bütünü. 4. İlçe, kaza.
kaymakçı is. Kaymak yapan veya satan kimse.
kaymak kâğıdı is. Özen isteyen baskılarda kullanılan, düzgün, parlak, pürüzsüz kâğıt, kuşe kâğıdı, papyekuşe.
kaymaklanma is. Kaymaklanmak işi.
kaymaklanmak (nsz) Kaymak bağlamak, kaymak tutmak.
kaymaklı sf. 1. Kaymağı olan: Kaymaklı süt. 2. Üzerine veya içine kaymak konulmuş olan: "Kaymaklı çileği yarma kalmaz bahanesiyle tüketti."-R. H. Karay.
→ kaymaklı dondurma
kaymaklı dondurma is. Sütten yapılmış dondurma.
kaymak tabakası is. Bir toplumun seçkirj_ve zengin kesimi, kaymak takımı.
kaymak takımı is. Kaymak tabakası.
kaymak taşı is. min. Parlatılmaya elverişli, yumuşak, beyaz, yarı saydam bir tür mermer, su mermeri, albatr.
kayme is. Ar. kâ 'ime hlk. Kâğıt para, kaime.
kaymelik, -ği sf. Herhangi bir kayme değerinde olan.
kaynaç, -cı is. jeol Volkan bölgelerinde, belli aralıklarla su ve buhar fışkırtan sıcak kaynak, gayzer.
→ kaynaç taşı
kaynaç taşı is. min. Volkan bölgelerinde oluşan silisli çökelti, gayzerit.
kaynak, -ğı is. 1. Bir suyun çıktığı yer, kaynarca, pınar, memba, göz: "Sonra yavaşça kaynağa doğru eğildi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bir şeyin çıktığı yer, menşe. 3. Bir haberin çıktığı yer: inanılır kaynaklardan alınan haberlere göre... 4. Gelir, kazanç, sağlık vb.ni sağlayıcı öge: "Yabancı bir idare, iktisat, ticaret, memleketin bütün kazanç kaynaklarına musallat olur." -F. R. Atay. 5. Araştırma ve incelemede yararlanılan belge: Tapu kayıtları onun XVI. yüzyılda yaşadığım gösteren başlıca kaynaklardandır. 6. iki metal veya yapay parçayı ısıl yolla birleştirme yöntemi, kaynaştırıp yapıştırma işi. 7. mec. Sırayı beklemeden başkalarının hakkını alarak mevcut sıranın ön taraflarına girme işi. 8. fiz. Herhangi bir enerjinin oluşup çevreye yayıldığı yer: Işık kaynağı. Isı kaynağı. kaynak yapmak 1) iki metal veya yapay parçayı ısı yoluyla birleştirmek; 2) mec. sırayı beklemeden başkalarının hakkını alarak mevcut sıranın ön taraflarına girmek, kaynağını almak bir esasa veya desteğe dayandırmak: "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz." -Anayasa.
→ kaynakhane, kaynak kişi, kaynak makinesi, kaynak suyu, öz kaynak, buzul kaynağı, elektrik kaynağı, enerji kaynağı, gelir kaynağı, güç kaynağı, haber kaynağı, ilham kaynağı, kesintisiz güç kaynağı, yer altı kaynakları
kaynakça is. Belli bir konu, yer ve dönemle ilgili yayınları kapsayan veya en iyilerini seçen eser, bibliyografya, bibliyograö.
kaynakçacı is. Kaynakça hazırlayan kimse.
kaynakçı is. Kaynak yapan kimse.
kaynakçılık, -ğı is. Kaynak yapma işi.
kaynakhane (kaynakha:ne) T. kaynak + Far. hâne esk. Kaynak işleri yapılan yer.
kaynak kişi is. Sağlam, güvenilir, doğru bilgiler edinilen kimse.
kaynaklanma is. Kaynaklanmak işi veya durumu.
kaynaklanmak (-den) Kaynak durumunu almak.
kaynaklı sf. 1. Belli bir kaynaktan gelen: Londra kaynaklı bir habere göre... 2. Kaynak yapılmış.
kaynak makinesi ıs. tek. Kaynak yapımında kullanılan makine.
kaynak suyu is. Kaynağın veya gözenin başında alınan su.
kaynama is. Kaynamak işi.
→ kaynama noktası
kaynamak (nsz) 1. Bir sıvı, sıcaklığı belli bir dereceyi bulduğunda buhar durumuna geçerek fokurdamak: Su, 100 °C'de kaynar. 2. Yiyecek, içecek pişmek, haşlanmak: "Doktorun sade kaynamış kahvesini söylemesini bekledi ve garson gider gitmez konuştu." -T. Buğra. 3. Yerden çıkmak: "Paşaoluk yaylasının her bucağından bir pınar kaynar." -F. R. Atay. 4. Kırık, çatlak kemik veya metal parçalar eski durumunu almak, birbirine yapışmak. 5. Yara kapanmak, iyileşmek. 6. Mayalı bir şey kabarıp köpürmek: Şıra kaynamış. 7. Mide ekşimek. 8. Çalkantı durumunda olmak, dalgalanmak: Deniz kaynıyor. 9. Çok miktarda bulunmak: Burada karıncalar kaynıyor. 10. Gizli bir iş çevirmek, için için hazırlanmak: Burada bir iş kaynıyor. 11. Gerektiği gibi yapılamamak: Lafa daldık, ders kaynadı. 12. Artmak, çoğalmak, yoğunlaşmak: "Gittikçe kaynayıp kabaran bir hiddet, taşmak raddesine gelmiş kelimelerle dudaklarına kadar çıkıp titriyordu. " -H. Z. Uşaklıgil. 13. Coşmak, heyecanlanmak. 14. mec. Bir yerde huzursuzluk, tedirginlik olmak. 15. argo Arada kaybolmak: Bizim para kaynadı, kaynayan kazan kapak tutmaz içten içe, gizlice gelişen olaylar veya duygular bir yerde patlak verir.
kaynama noktası is. kim. vs fiz. Saf bir sıvının belirli bir basınçta kaynamaya başladığı sıcaklık.
kaynana is. (ka'ynana) Kocaya veya kadına göre birbirlerinin annesi, kayınvalide, kayınvalide, hanımanne: "Kaynanasına, her zamanki gibi akşam yemeğine gidiyordu." -H. E. Adıvar.
→ kaynana ağzı, kaynanadili, kaynana zırıltısı
kaynana ağzı is. İleri geri veya yersiz konuşma, gereksiz dedikodu yapma: "Yengeme bu kaynana ağzı yakışmıyor." -P. Safa.
kaynanadili is. 1. Bir iğne oyası motifi. 2. hlk. Dil biçiminde yassı ve dikenli dalları olan bir kaktüs türü.
kaynanalık, -ğı is. 1. Kaynana olma durumu. 2. Kaynanaya yakışır davranış, kaynanalık etmek 1) kaynana geline veya damada kötü davranmak; 2) bir yakınma gereğinden çok karışmak: "Sessizliğine, yumuşak başlı görünüşüne karşın, onun biraz kaynanalık edeceğini ben de tahmin ediyordum." -E. Bener.
kaynana zırıltısı is. Bir sap etrafında çevrilen, çevrildikçe takırtılı bir ses çıkaran çocuk oyuncağı.
kaynar sf. 1. Kaynamakta olan: "Bir kaynar su kazanından dışarı fırlar gibi, kendim caddenin serin havasına attı." -P. Safa. 2. Çok sıcak. 3. is. Yeni doğum yapmış anneye ve konuklara sunulan tatlı içecek. 4. is. hlk. Kaynak, pınar. 5. is. Kaynarca.
kaynarca is. (kayna'rca) 1. Kaynak. 2. Sıcak su kaynağı. 3. Hastalara kaynatılarak içirilen pekmez, yağ ve baharat karışımı.
kaynaşık, -ğı sf. 1. Birbirine kaynamış, kaynaşmış. 2. hlk. Kıpırdak, oynak (kadın).
kaynaşma is. 1. Kaynaşmak işi: "Atmosfer karşılıklı anlayış ve kaynaşma atmosferi idi." -H. Taner. 2. Kalabalığın çok olduğu bir yerde kıpırdanma, hareketlilik. 3. Huzursuzluk: "Meclisteki kaynaşmalar yatıştı ve normal bir durum sağlanabildi mi?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ ünlü kaynaşması
kaynaşmak (nsz, -le) 1. Ayrılmayacak bir biçimde birleşmek: Çakılla çimento kaynaşır. 2. Çok kalabalık ve hareketli olmak, hareket etmek: "Kumun üstünde bir sürü kadın erkek, oğlan kız kaynaşıyor." -F. R. Atay. 3. Birbirine iyice uymak: Bu iki renk iyi kaynaşmış. 4. mec. Uyuşmak, yakın ilişki kurmak, derinleştirmek, iyi anlaşmak: "Ceylanlarla kaynaşan çocuk, onların seslerini tıpkı onlar gibi çıkarmayı öğrenmişti." -H. E. Adıvar. 5. mec. Huzursuzluk çıkmak. 6. kim. Birleşmek.
kaynaştırma is. 1. Kaynaştırmak işi. 2. dbl. Kelime veya birleşik kelime içerisinde bir araya gelen seslerin birbirlerini etkileyerek kısalmaya yol açması olayı: Kayın ana > kaynana, kayın ata > kaynata, sütlü aş > sütlaç gibi.
→ kaynaştırma sesi
kaynaştırmak (-i, -le) Kaynaşmasını sağlamak: "Siyah ve beyazın tonlarım son derece hünerle kaynaştırır." -Y. Z. Ortaç.
kaynaştırma sesi is. dbl. Ünlü ile sona eren bir kelimeye ünlü ile başlayan bîr ek geldiğinde araya giren y sesi: îki-y-i, oda-y-a, soru-y-u vb.
kaynata is. (kaynata) Kocaya veya kadına göre birbirlerinin babası, kayınbaba, kayınpeder: "Kaynatası belki ısrardan vazgeçer korkusuyla çabucak kabul etti." -R. H. Karay.
kaynatalık, -ğı is. Kaynata olma durumu.
kaynatılma is. Kaynatılmak işi.
kaynatılmak (nsz) Kaynatma işi yapılmak.
kaynatma is. Kaynatmak işi.
kaynatmak (-i) 1. Kaynamasını sağlamak: "Kalksam, bir ıhlamur kaynatıp içsem." -S. F. Abasıyanık. 2. Kaynak yaptırmak. 3. argo Unutturmak: "Ara sıra kendi gecikmelerini araya kaynatmak için beni birkaç gün izinle gönderiyordu." -R. N. Güntekin. 4. argo Belli etmeden almak. 5. tkz. Konuşmak, sohbet etmek.
kaynayış is. Kaynama işi veya biçimi.
kaypak, -ğı sf. 1. Kayağan, kaygan: Kaypak bir yol. 2. mec. Dönek.
kaypakça sf. (kaypa'kça) 1. Biraz kaypak. 2. zf. Sözünde durmayarak, döneklik ederek.
kaypaklaşma is. Kaypaklaşmak işi.
kaypaklaşmak (nsz) Kaypak bir duruma gelmek.
kaypaklık, -ğı is. 1. Kaypak olma durumu. 2. mec. Sözünde durmazlık, döneklik.
kayra is. Yüksek tutulan veya sayılan birinden gelen iyilik, lütuf, ihsan, atıfet, inayet.
→ Tanrı kayrası
kayracılık, -ğı is.fel. Evrendeki bütün olayları tanrısal sebebe dayandıran, insanların ancak Tanrı kayrasıyla, bağışıyla kurtulabileceğini ileri süren öğreti, provtdansiyalizm.
kayrak, -ğı is. hlk. 1. Ekime elverişli olmayan, taşlı, kumlu toprak. 2. Yassı, düz taş. 3. min. Bileği taşı. 4. min. Kayağan taş.
kayran is. hlk. Orman içinde geniş ve çıplak alan, düzlük.
kayser is. Ar. kayşar tar. Roma, Bizans ve Alman imparatorlarına verilen unvan.
kayşa is. jeol. Toprak kayması.
kayşama is. Kayşamak işi.
kayşamak (nsz) jeol. Kaya, toprak vb. yerinden koparak aşağıya kaymak.
kayşat is. jeol. Kayşama sonucu yerinden kopmuş parça.
kaytaban is. 1. Sürü, deve sürüsü. 2. sf. mec. Başıboş, düzensiz.
kaytak, -ğı sf. hlk. 1. Kuytu. 2. mec. Sözünde durmayan. 3. argo Yağcı, dalkavuk, numaracı.
kaytaktık, -ğı is. Kaytak olma durumu.
kaytan is. Ar. kıtan 1. Pamuk veya ipekten sicim: "Nefise titreyerek bir küçük torbaya benzeyen bu atlas kesenin kaytanını çözdü, ağzım açtı." -H. Z. Uşaklıgil. 2. den. Yelkeni yan kapatmak için kullanılan örgü halat.
→ kaytan bıyık
kaytan bıyık, -ğı is. İnce ve uzun bir bıyık türü.
kaytan bıyıklı sf. İnce ve uzun bıyıklı: "Ben büyüyünce uzun boylu, ince endamlı, kaytan bıyıklı bir delikanlı olmak ve hep öyle kalmak emelindeydim." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kaytanlı sf. Kaytanı olan, kaytanla dikilmiş: "Sonunda, koynundan kaytanlı bir muska çıkardı." -H. R. Gürpınar.
kaytarıcı is. İşten kaçan kimse.
kaytarıcılık, -ğı is. Kaytarıcı olma durumu.
kaytarış is. Kaytarma işi veya biçimi.
kaytarma is. Kaytarmak işi.
kaytarmacı is. Kaytaran kimse.
kaytarmacılık, -ğı is. Kaytarmacının işi.
kaytarmak (-i) hlk. 1. Geri çevirmek, iade etmek. 2. (nsz) İş yapmaktan kaçmak: "Toplum içinde kapısının önünü süpürmekten kaytaranlar dünyanın her yerinde çoklukta. " -N. Cumalı.
kayyım is. Ar. kayyım bk. kayyum.
kayyum is. Ar. kayyım esk. 1. Cami hademesi. 2. huk. Belli bir malın yönetilmesi veya belli bir işin yapılması için görevlendirilen kimse.
kayyumluk, -ğu is. 1. Kayyum olma durumu. 2. Kayyumun görevi.
kayzer is. Alm. Kaiser tar. Alman kralı.
kaz ıs. 1. zool. Perde ayaklılardan, uzun, beyaz veya gri boyunlu, suda ve karada yaşayan, uçan, yabani veya evcil kuş (Amer). 1. sf. mec. Budala, kaz gelen yerden tavuk esirgenmez büyük çıkarlar beklenen durumlarda küçük fedakârlıklar yapılmalıdır. kazı koz anlamak söylenen şeyi çok yanlış anlamak, kazın ayağı öyle değil bir sorun, bir durum sanıldığı gibi değildir.
→ kazayağı, kazboku, kaz kafalı, kazkanadı, deniz kazı, yaban kazı
kaza is. (kaza:) Ar. kaza' 1. Can veya mal kaybına, zararına sebep olan kötü olay: Tren kazası. 2. İlçe, kaymakamlık: "Kazada mektepli dişçi olmadığı için onu vilayete götürdüm." -R. N. Güntekîn. 3. din b. Vaktinde kılınmayan namazı veya tutulmayan orucu sonradan dinî kurallara uygun olarak yerine getirme: Kaza namazı. 4. huk. esk. Yargı. 5. esk. Kadılık görevi, kaza atlatmak kaza tehlikesi geçirmek, kaza etmek din b. vaktinde kılınmayan namazı, tutulmayan orucu dinî kurallara uygun olarak sonradan yerine getirmek, kaza geçirmek can ve mal kaybına veya zararına sebep olan kötü bir olayla karşılaşmak, kaza ile kazara: "Yalnız ortada tef çalan, bunların arasına kaza ile düşmüş gibi." -H. E. Adıvar. kaza ve kader alın yazısı: "Sözlerimden zannolunduğıı kadar kendimi kaza ve kadere bırakmış değilim." -Y. K. Beyatlı. kazaya bırakmak din b. 1) namazı vaktinde kılmayarak daha sonra kılmak için ertelemek: "Bu yaşa geldim, Allaha bin şükür, namazımı kazaya bırakmadım." -H. R, Gürpınar. 2) orucu vaktinde tutmayarak daha sonra tutmak için ertelemek, kazaya kalmak din b. 1) namaz vaktinde kılınamamak: "Osman, kazaya kalan namazını daha ziyade geciktirmeden korkarak ayağa kalktı. " -R. H. Karay. 2) oruç vaktinde tutamar mak. kazaya rıza göstermek 1) yargıya, verilen hükümlere boyun eğmek; 2) kadere, alın. yazısına boyun eğmek, kazaya uğramak kaza geçirmek.
→ kaza dairesi, kaza kurşunu, ferdî kaza sigortası, görünmez kaza, zincirleme kaza, iş kazası
kaza dairesi is. huk. Yargı çevresi.
kazaen zf. (kaza:'en) Ar. kaza 'en esk. Kazara.
kazağı is. Kazımakta veya temizlemekte kullanılan demir araç.
kazak, -ğı (I) is. Fr. casaque 1. Baştan geçirilerek giyilen, genellikle kollu, örme üst giysisi. 2. Jokeylerin giydiği, göz alıcı renklerde bir tür ceket.
→ balıkçı kazağı
kazak, -ğı (II) is. 1. ask. Rusya'da ve İran'da ayrı bir sınıf oluşturan atlı asker. 2, sf. mec. Karısına söz geçirebilen, dediğini yaptırabilen erkek, kılıbık karşıtı.
Kazak öz. is. 1. Kazakistan Cumhuriyeti'nde yaşayan Türk soylu halk veya bu halktan olan kimse. 2. Güney Rusya'da yaşayan Slavlaşmış bir topluluk ve bu topluluktan olan kimse. 3. sf Kazaklara özgü olan, Kazaklarla ilgili olan.
→ Kazak çömelmesi
Kazakça öz. is. (kaza'kça) 1. Kazak Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
Kazak çömelmesi is. sp. Bir bacak üzerinde çömelip dizi iyice bükerken, öteki bacağı önde tutma biçiminde yapılan bir güç alıştırması. , kazaklık, -ğı is. Karısına söz geçirme, dediğini yaptırma durumu.
kaza kurşunu is. Yanlışlıkla gelen mermi: "Bir kaza kurşunu ile yahut bombardımanda ölebilirdi." -R. H. Karay.
kazalı sf. (kaza:lı) 1. Kazaya yol açan, sakıncalı, tehlikeli. 2. Kaza geçirmiş olan: Kazalı otomobil. 3. İlçesi olan: Uç kazalı bir il.
kazamat iç. Fr. casemate ask Obüslerden, bombalardan korunmak için yerin altına kazılmış siper.
kazan is. 1. Çok miktarda yemek pişirmeye veya bir şey kaynatmaya yarayan büyük, derin kap: "Koca bir kazan patates kaynattık. " -A. Gündüz. 2. Buhar makinelerinde, kalorifer tesisatında, suyun kaynatıldığı büyük derin kap: Kazan patladı, kazan kaldırmak (veya devirmek) tor. 1) yeniçeriler yemek pişirilen kazanı devirerek ayaklanmak, isyan etmek: "İkide birde kazan deviren yeniçerilerin dışında askerlikte talim ve terbiye esaslarına göre Avrupai bir nizam ile askerliğimizin ihdası pek hayırlı olmuştu." -A. Ş. Hisar. 2) mec. yöneticinin bir tutumuna karşı hep birden ayaklanmak, isyan etmek, kazan kaynamayan yerde maymun oynamaz hiçbir iş karşılıksız yapılmaz, (bir yer) kazan (biri) kepçe bir yeri etraflıca (dolaşmak, aramak): İstanbul kazan ben kepçe, üç gün onu aradım, (birinin) kazanı kapalı kaynamak içyüzü bilinmemek.
→ kazan dairesi, kazandibi, kazan taşı, banyo kazanı, boyama kazam, buhar kazanı, cadıkazam, çamaşır kazam, kalorifer kazam
kazancı is. 1. Kazan yapan, satan veya onaran usta. 2. Kazanı ateşleyen kimse, ateşçi.
kazancılık, -ğı ıs. Kazancının işi veya mesleği.
kazanç, -cı is. 1. tic. Satılan bir mal, yapılan bir iş veya harcanan bir emek karşılığında elde edilen para, getiri, temettü: Aylık kazanç. 1. mec. Yarar, çıkar, kâr: "Yarı keyif, yarı kazanç için balıkçılık sanatında karar kılmıştı." -S. F. Abasıyanık.
→ ara kazanç
kazançlı sf. 1. Kazanmış olan. 2. Kazanç getiren, kazanç sağlayan: Kazançlı bir iş.
kazançsız sf. Kazancı olmayan.
kazan dairesi is. Gemi veya çok katlı yapılarda ısıtma sisteminin yer aldığı bölüm: "Denizden çıkarılınca ısınsın diye vapurun kazan dairesine götürmüşler." -A. Ş, Hisar.
kazandırma is. Kazandırmak işi.
kazandırmak (-i, -e) Kazanmasını sağlamak.
kazandibi is. Dibi tutturularak hafif yanık kokusu verilmiş muhallebi.
kazanılma is. Kazanılmak işi.
kazanılmak (nsz) Kazanma işi yapılmak.
kazanılmış hak, -kki is. huk. Yürürlükte olan hükümlere göre bir kimse yararına sabit cilan hak, müktesep hak, hakkımüktesep: "Ağlamakla kazanılmış hak, hıçkırıklarımızı dinleyecek kalp yoktur." -A. İlhan.
kazanım is. 1. Kazanma işi. 2. Bir iş yerinde çalışanlara sağlanan hukuk, sosyal ve mali her tür hak.
kazanış is. Kazanma işi veya biçimi.
kazanma is. Kazanmak işi, edinme.
kazanmak (-i) 1. Kazanç sağlamak: "Bu beş lirayı bitirmeden ben para kazanmalıyım." -P. Safa. 2. Olumlu, iyi bir sonuç elde etmek: "Böyle yazılara hiç cevap vermeyiz ve yazı çok ağırsa dava açarak çok defa kazanırız." -B. Felek. 3. Çıkmak, isabet etmek. 4. Edinmek, sahip olmak: "Emniyetlerini kazanmak için bu esrar bir kimya gibi gizli kalmalıdır." -R. N. Güntekin. 5. Tutulmak, yakalanmak: Huy kazanmak. Dert kazanmak. 6. Kendinden yana çekmek: "Bu genç şairin dostluğunu kazanmak için hiçbir külfete katlanmadım." -M. Ş. Esendal. 7. (-den) Ele geçirmek, fethetmek, kazanç sağlamak: Düşmandan yer kazanmak. 8. Yenmek, galip gelmek: "İşte kesin muharebeyi bu manevi kudret kazanacaktır." -R. E. Ünaydın.
→ kazıkazan
kazan taşı is. Kalsiyum tuzlan kapsayan suyun ısıtıldığı kabın iç yüzeyinde oluşturduğu katman.
kazara zf. (kaıaı'ra) Ar. kaza' + Far. -râ 1. Kaza sonucu, yanlışlıkla, bilmeden, kazaen, ezkaza: "Kazara çarptım herifçioğluna, koyduğu şeytan minarelerinin üstüne kıçüstü düşüverdi." -S. F. Abasıyanık, 2. Rastgele, tesadüfen: "Köşkün kapısından kazara postacı geçse sapsarı kesilirdi." -Ö. Seyfettin.
kazaratar is. Eklemli bir kol üzerinde hareket eden kepçeli bir çark veya zincirle donatılmış kazı makinesi, kazmaç, ekskavatör.
kazasız sf. 1. Kazaya uğramadan yapılan: Kazasız bir yolculuk. 2. zf. Kazasız bir biçimde: Kazasız geldik.
→ kazasız belasız
kazasız belasız zf. Kazaya veya güçlüğe, sıkıntıya uğramadan: "Kendini unutturmak ve bu ziyareti kazasız belasız savmaktan başka bir düşüncesi bulunmayan bizim kaymakam buna memnun oluyor." -R. N. Güntekin,
kazaska is. (kaza'ska) Rus. 1. Kaynağı Kafkasya olan ve hızlı oynanan bir halk dansı. 2. Bu dansın müziği.
kazasker is. Ar. kâ î + 'asker tar. 1. İlmiye sınıfının yüksek derecesinde bulunan devlet görevlisi: "Aslında Lale, eski konakları pek bilmez değildi. Bir kazasker kızıydı." -H. E. Adıvar, 2. Osmanlı döneminde mahkemelerin en yetkilisi.
kazaskerlik, -ği is. 1. Kazaskerin yaptığı iş. 2. Kazaskerin rütbesi ve makamı.
kazayağı (I) is. bot. Ispanakgillerden, yapraklan kaz ayağına benzeyen bir bitki (Chenopodium).
kazayağı (II) is. 1. Çok kollu çengel, 2. Çaprazlama yapılan teyel, hristo teyeli. 3. den. İki ucundan herhangi bir yere bağlanmış bir halatın, başka bir halatla ortasından terazilenmiş durumu.
kazayağı (III) is. 1. Açık turuncu renk. 2. sf. Bu renkte olan.
kazaz is. Ar. kazzâz esk. Ham ipeği iplik ve ibrişim durumuna getiren kimse.
kazazede is. (kaza:zede) Ar. kaza' + Far. -zede Kazaya uğramış, kaza geçirmiş olan kimse: "... şu dakikada o gafil kazazedelerden biriydi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
kazboku is. tkz. 1. Kirli san renk. 2. sf. Bu renkte olan.
kazdırılma is. Kazdırılmak işi.
kazdırılmak (nsz) Kazdırma işine konu olmak.
kazdırma is. Kazdırmak işi.
kazdırmak (-i, -e) Kazma işini yaptırmak.
kazdırtma is. Kazdırtmak işi.
kazdırtmak (-i) Kazdırma işini yaptırmak.
kazein is. Fr. caseine kim. Sütte bulunan protein maddesi.
→ kazein tutkalı, bitkisel kazein
kazein tutkalı is. Ekşi sütten kireç yardımı ile üretilen ve soğuk olarak kullanılan ağaç yapıştırıcısı.
kazevi is. Ar. ğazevi esk. Saz veya kamıştan örülmüş büyük sepet, zembil.
kazgıç. -cı is. hlk. 1. Tandırdan ekmeği çıkarmaya yarayan bir araç. 2. Bitki kökü çıkarmaya yarayan ucu sivriltilmiş sopa.
kazı is. 1. Bir yeri kazma işi, hafriyat. 2. Yer altındaki tarihsel değeri olan şeyleri, yapıları ortaya çıkarmak amacıyla arkeologlarca toprağın belli kurallara ve yöntemlere göre kazılması, araştırılması. 3. Tahta, maden vb. üzerine yazı veya resim oyma işi, hak (II).
→ kazı bilimi, kurtarma kazısı, temel kazısı
kazı bilimci is. Arkeoloji ile uğraşan kimse, arkeoloji uzmanı, arkeolog.
kazı bilimi is. Tarih öncesi ve eski çağlardan kalma eserleri tarih ve sanat açısından inceleyen bilim, arkeoloji.
kazı bilimsel sf. Arkeoloji ile ilgili, arkeolojik: Kazı bilimsel araştırmalar.
kazıcı is. Kazı veya oyma işi yapan kimse.
kazıcılık, -ğı is. Kazıcı olma durumu.
kazık, -ğı is. 1. Toprağa çakılmak için hazırlanmış, ucu sivri demir veya ağaç: Çadır kazığı. Hayvanı kazığa bağlamak. 2. Direk, sopa. 3. Yapıların temelinde kullanılan, toprağa çakılan veya toprak içine giren tahta, maden veya betonarmeden silindir, prizma vb. biçimindeki uzun parça. 4. sf. mec. Çok zor (soru, sınav vb). 5. tkz. Alışverişte aldatma, aldatılma. 6. sp. Genellikle yağlı güreşte, güreşçinin, elini hasmının kispeti içine sokarak yaptığı oyun. 7. esk. İnsanı üzerine oturtarak öldürdükleri, yere dik çakılmış sivri uçlu odun veya şiş. 8. esk. Kazığa oturtarak uygulanan öldürme cezası, kazık atmak aldatmak, kazıklamak, kazık dikmek devamlı kalmak, ebediyen yaşamak: "Dünyaya kim kazık dikecek?" -Ö. Seyfettin, kazık gibi dimdik ve sert: "Kara, kuru, kibirli, kazık gibi bir kadın, komutan Muhsin Bey, bunun neresini beğenmiş?" -H. E. Adıvar. kazık kadar tkz. kocaman (kimse). (dünyaya) kazık kakmak (veya çakmak) tkz. umulduğundan pek çok yaşamak, kazık yemek aldatılmak, kazıklanmak: "O levhayı görünce istediği parayı verip afiyetle kazığı yiyerek çıkarsın." -H. R. Gürpınar, kazık yutmuş gibi baston yutmuş gibi. kazığa vurmak esk. bir kimseyi yere dikilmiş ucu sivri bir kazığa oturtarak öldürmek: "Münasebetsizliklerine mukabele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti." -Ö. Seyfettin.
→ kazık kök, kazık marka, çatal kazık, Demirkazık, dost kazığı, kaşınma kazığı
kazıkazan is. 1. Kart kazındığında aynı tutardan üçünü bir arada bulma esasına dayalı bir tür talih oyunu. 2. Kart kazındığında üzerinde yazılı olan ödülü kazanmaya dayalı bir tür talih oyunu.
kazıkçı is. tkz. Alışverişte aldatan, pahalı mal satan kimse.
kazıkçilık, -ğı is. Kazıkçı olma durumu.
kazık kök is. bot. 1. Havuçta olduğu gibi toprağa dikine giren koni biçiminde kök. 2. Toprağın içinde derinlere doğru dik bir biçimde gelişen, üzerinden çıkan ikincil yan kökleri çoğunlukla az olan kök.
kazıklama is. Kazıklamak işi.
kazıklamak (-i) 1. Bir tarla veya arsanın sınırını belirtmek için kazık çakmak. 2. tkz. Bir malı, bir kimseye değerinden çok pahalıya satmak, alışverişte aldatmak. 3. esk. Kazık cezasına çarptırmak.
kazıklanma is. Kazıklanmak işi.
kazıklanmak 1. tkz. Bir malı değerinden çok pahalıya almak, alışverişte aldatılmak. 2. (nsz) esk Kazığa oturtulmak.
kazıklayış is. Kazıklama işi veya biçimi.
kazıklı sf. Kazığı olan, kazıkla desteklenmiş olan,
→ kazıklı humma
kazıklı humma is. tıp Tetanos.
kazık marka sf. argo Çok pahalı.
kazıl is. Kıldan bükülmüş, çuval dikmekte kullanılan ip, sicim.
kazılış is. Kazılma işi veya biçimi.
kazılma is. Kazılmak işi.
kazılmak (nsz) Kazma işi yapılmak.
kazım is. Kazma işi: Kazım işlemi tamamlandı.
kazıma is. 1. Kazımak işi. 2. tıp Vücutta boşluklar içinde bulunan yabancı cisimleri, hasta veya zararlı sayılan dokuları kazıyarak almak, kürtaj.
→ kazıma resim
kazımak (-i) 1. Bir aleti sürterek bir şeyin yüzündeki tabakayı kaldırmak: Tahtanın boyasını kazımak. 2. Bir araç kullanarak silmek, çıkarmak: O daktilo yanlışım iğneyle kazıyarak düzeltebilirsin. 3. Sertçe ovmak. 4. Tıraş etmek: Sakalını kazımak. 5. Metal bir yüzey üstüne sert bir araçla şekil çizmek, yazı yazmak, nakşetmek: Mühür kazımak. 6. mec. Aslını, kökünü çok detaylı araştırmak: "Avrupalılar, medeni bir adamı kazıyacak olursanız altında gorili bulursunuz, derler. " -H. C. Yalçın. 7. tıp Vücuttaki yabancı bir cismi hasta, zararlı veya istenmeyen bir organı almak, temizlemek, yok etmek: Çıbanı kazıyarak aldılar,
→ kazıkazan
kazıma resim, -smi is. 1. Ağaç, metal veya taş bir yüzeye ayn katlar hâlinde değişik renkli boyalar sürüldükten sonra, üstteki katları yer yer kazıyarak alttaki renklerden yararlanma tekniği, gravür. 2. Bu teknikle yapılan resim, gravür.
kazımık, -ğı is. hlk. Süt, muhallebi ve yemek pişerken tencerenin dibinde yanan yapışkan bölüm.
kazınma is. Kazınmak işi.
kazınmak (nsz) 1. Kendi kendini kazımak. .2. Kazıma işi yapılmak. 3. Derisini kazır gibi kaşımak. 4. Derisi yüzülürcesine tıraş olmak: "Bıyığım kesmeyen bir azınlık kaldı îse bile, sakal dipten kazınmıştı." -H. Taner. 5. mec. Her tarafı iyice temizlemek. 6. mec. Varı yoğu, elindeki bütün parası alınmak veya çalınmak.
kazıntı is. 1. Kazıyarak çıkarılan parça. 2. Kâğıtta kazıma izi. .
→ bağırsak kazıntısı, tekne kazıntısı
kazıntılı sf. Kazıntısı olan (kâğıt, yazı).
kazın t ısız sf. Kazıntısı olmayan.
kazıtma is. Kazıtmak işi.
kazıtmak (-i, -e) Kazıma işini yaptırmak; "Berbere o koskoca bıyıklarım kazıt da çocuklarla yeniden zıpzıp oynamaya başla!" -O. C. Kaygılı.
kazıyış is. Kazıma işi veya biçimi,
kaziye is. Ar. kaziyye man. esk. Önerme.
kaz kafalı sf. Anlayışsız, kavrayışsız, kafasız (kimse).
kaz kafalılık, -ğı is. Kaz kafalı olma durumu.
kazkanadı is. sp. Güreşte hasmı arkadan ve yandan sanp başını koltuk altına alarak elleri koltukları altından geçirdikten sonra sırtında veya ensesinde birleştirme biçimindeki oyun: "Kimi baskın çıkar, kazkanadından çarpar." -M. A. Ersoy.
kazma is. 1. Kazmak işi. 2. Toprağı kazıp kaldırma, düzeltme vb. işlerde kullanılan ağaç saplı demir araç: "Bu yolun o tarihte bitmesi için ne kadar paraya, ameleye, kazma ve küreğe ihtiyacınız vardır?" -F. R. Atay. 3. sf Kazılarak yapılmış: Kazma yazı. 4. sf. argo Kaba, görgüsüz (kimse), kazma gibi büyük, kocaman (diş).
→ kazma diş
kazmacı is. Kömür ocaklarında kazma ile kömür çıkaran işçi.
kazmaç, -cı is. Kazaratar.
kazma diş is. Ön dişleri uzun ve dışarı doğru çıkık olan kimse.
kazmak, -ar (-i) 1. Herhangi bir araçla toprağı açmak, oymak. 2. Bu yolla çukur, kuyu, yol vb. oluşturmak: "Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?" -M, A. Ersoy. 3. Hakketmek, kazdığı çukura (veya kuyuya) kendisi düşmek başkası için hazırladığı kötülüğe kendi uğramak.
→ kazaratar, kumkazan
kazmir is. bk. kaşmir.
kazolit is. Fr. kasolite min. Hidratlı doğal kurşun ve uranyum silikat.
kazulet sf hlk Kocaman.
kazurat is. (ka:zu:ra:t) Ar. kazurat biy. esk. Dışkı.