-iş bk. -iş / -iş vb.
iş is. 1. Bir sonuç elde etmek, herhangi bir şey ortaya koymak için güç harcayarak yapılan etkinlik, çalışma: "İş bittikten sonra denize karşı sigara içilir." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir değer yaratan emek. 3. Birinden istenen hizmet veya birine verilen görev: "Şimdi Mısır'a memuru olduğum bankanın bir işi için geldim." -Ö. Seyfettin. 4. Sanayi, ticaret, tarım, maliye vb. alanlara ilişkin ekonomik etkinliklerin bütünü: İşler durgun. 5. Kamu yararına yapılan işler: Güvenlik işleri. 6. Herhangi bir yere düzen verici, günlük yaşayışı sağlayıcı her türlü çalışma: Bu evin işi çok 7. Geçim sağlamak için herhangi bir alanda yapılan çalışma, meslek: "Sonunda bir iş buldum."-S. F. Abasıyanık. 8. İş yeri: "Kalk yavrum, işe geç kalacaksın." -S. F. Abasıyanık. 9. Ticari anlaşma, alışveriş. 10. Herhangi bir maksatla kurulan düzen: "İşlerini bırakmışlar, dükkânlarını kapamışlar, akın akın şehri terk edip gidiyorlardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 11. Bazı deyimlerde "yarar, çıkar" anlamında kullanılan bir söz: O, işini bilir. Bu, benim işime gelmez. 12. Yapılan şey, davranış: Yoksullara yardım etmekle çok iyi bir iş yaptım. 13. Nakış, Örgü gibi elde yapılan şey: "Komşu kadın elindeki işini dizine bırakıp geline döndü." -M. Ş. Esendal. 14. Emek, işçilik, ustalık: Bu örtü, işi ağır bir örtüdür. 15. İşlem: İşimi görmediler. 16. Sorun, konu, mesele, maslahat: "Etrafın gülüşmeleri arasında iş anlaşıldı." -H. C. Yalçın. 17. Gizli sebep veya maksat: "Çoktandır köylünün şurada burada yayıp gezeceği ehemmiyetli bir iş, bir keramet gösterememişti." -R. H. Karay. 18. Bir kimseye özgü olan görüş, anlayış: Bu, bir zevk işidir. 19. fiz. Bir kuvvetin uygulanma noktasını hareket ettirirken harcadığı güç: Erg, jul, kilogrammetre, vat saat, kilovat saat iş ve enerji birimleridir. İş açmak uğraştıncı, gereksiz bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmak, iş ayağa düşmek iş, sorumsuz ve yetkisiz olanların elinde kalmak, iş başa düşmek kendi işini kendi görme zorunda kalmak, iş bırakmak çalışanlar toplu hâlde işlerini terk etmek, çalışmayı durdurmak, iş bilenin, kılıç kuşananın becerikli olanlar kazanır, iş bilmek becerikli olmak: "En zekileri, en iş bilenleri olan Osman her şeyi anladı." -R. H. Karay. iş bitirmek bir işi iyi bir sonuca ulaştırmak. iş (birinde) bitmek işin bitmesi veya sorunun çözümü birine bağlı olmak, iş (birinden) bitmek işin sonuçlanması ondan beklenilmek. iş çatallanmak bir işte güçlükle karşılaşmak, iş çevirmek gizli, dolambaçlı bir iş yapmak: "Öbürleri şüpheleniyorlar, bir iş çevirdi ama nasıl anlasak diye düşünüyorlardı." -R. H. Karay, iş çığırından çıkmak amacından saparak düzeltilmesi güç bir durum almak, iş çıkarmak 1) çok iş yapmak: "Yönettiği bütün toplantılarda, Batılı bir metotla kısa zamanda verimli iş çıkarmakta üstüne yoktu." -H. Taner. 2) gereksiz, uğraştırıcı bir işe yol açmak, sorunlara sebep olmak, iş dayıya düştü gayret dayıya düştü, iş değil 1) bir şeyin çok kolay olduğunu belirten bir söz; 2) kınama belirten bir söz: Bu senin yaptığın iş değil, (birine) iş düşmek birinin iş yapması gerekmek: "Hizmetçiden, aşçıdan, sana iş düşmeyecek bile." -H. Taner, iş edinmek 1) bir şeyi görev, meslek olarak kabul etmek: "Yazar mutlaka bir diyeceği olan adam değil, yazmayı kendisine iş edinmiş adamdır." -N. Ataç. 2) bir şeyi kendi uğraşı, sorunu durumuna getirmek, (birine) iş etmek aldatmak, birine beklemediği bir davranışta bulunarak onu zarara sokmak, iş görmek 1) iş yapmak: "Baş üstünde bir ana işlerinizi görür veya çocuklarımızı doğurur, besler ve büyütür." -F. R. Atay. 2) iş yapmaya uygun olmak, iş göstermek yapması için birine iş vermek, iş buyurmak, iş inada binmek 1) bir işi yapmakta direnmek; 2) zıt görüş ve davranışta ısrar edilmek, iş işlemek nakış yapmak: "İş işleyen kaynanası ile Hacı Hürmüz Hanım, başlarını çevirip gözlüklerinin üstünden geline baktılar." -M. Ş. Esendal. iş işten geçmek bir işi gerçekleştirme imkânı kalmamış olmak: Gittiği yerlerde soğuk karşılanışını sonradan anlar ama, iş işten geçmiş olur. iş (birine) kalmak işin bitmesi için asıl gayret birine düşmek: "Aman hemşire hanım... Şimdi iş size kaldı. Siz inat edin. O, sizin ısrarınıza dayanamaz." -R. N. Güntekin. iş karıştırmak 1) fesat sokmak; 2) zararlı bir iş yapmak. iş ki yeter ki: İş ki sınıfım geçsin, iş mi? yapılan bir şeyin beğenilmediğini, küçümsendiğini bildiren bir söz: "Hint postasını getirmek iş mi?" -M. Ş. Esendal. iş ola "sanki iş görmüş" anlamında bir hafifseme sözü. iş olacağına varır bir soruna aldırmamayı, ne yapılırsa yapılsın yine aynı sonuca ulaşılacağını anlatan bir söz. iş olsun diye gereksiz bir hareketi belirtmek için kullanılır, iş sarpa sarmak iş, içinden çıkılması zor bir duruma girmek, iş tutmak 1) iş yapmak, çalışmak: "Biraz çökmüşsün, iş tutuyor musun?" -F. R. Atay. 2) kaba cinsel ilişkide bulunmak, iş vermek 1) birine yapacak iş göstermek; 2) argo gönlü olduğunu gösterecek davranışlarda bulunmak, pas vermek, iş yapmak çalışmak, (bir şeyde) iş yok tkz. o şeyden yarar beklememeli. işe bak! şaşırılacak bir durum karşısında kullanılan bir söz. işe girmek göreve, çalışmaya başlamak, işe karışmak 1) herhangi bir konuda katkıda bulunmak, görev almak: "Her işe karışır, fikrim söyler, uzun uzun nasihatler eder." -M. Ş. Esendal. 2) herhangi bir konuda olumsuz yönde müdahale etmek, (birini) işe koşmak birine iş yaptırmak: "Babama varıncaya kadar hepimizi işe koşuyor." -R. N. Güntekin. işe yaramak (veya yaramamak) elverişli olmak: "Bunları ezberledik de ne oldu? Hiç! Ne o günlerde işimize yaradı, ne de ondan sonra." -M. Ş. Esendal. işi aksi gitmek istenilen sonucu elde edememek, işi Allah a kalmak güç şartlar altında, kimseden yardım umudunun kalmadığı bir durumda bulunmak. işi anlamak gizli bir şeyi, bir sorunu anlamak, işi azıtmak yanlış ve aşırı yollara sapmak: "Hani ya kahve nerede? Bir saattir bekliyorum, hâlâ gelmedi! Yoo! Siz artık işi azıttınız gayri!" -A. Ş. Hisar, işi başından aşmak (veya aşkın olmak) pek çok işi olmak, işi bitmek 1) işi sona ermek; 2) hâli, gücü kalmamak, işi bozmak yapılan anlaşmayı, verilen sözü tutmamak: Hiç benim yüzüme bakmıyor, işi bozacak bir şey söyleyeceğimden korkuyor gibiydi." -M. Ş. Esendal. işi bozulmak yapmakta olduğu işten gereği kadar kazanç sağlayamaz olmak. işi çıkmak başka bir işle meşgul olmak: "Bazen işi çıkıyor, günlerce..." -F. F. Tülbentçi, işi ciddiye almak soruna önem vermek, (birine) işi düşmek birinin yardımına gereksinim duymak: "Ara sıra işim düşerek kalem odasına girdikçe ona nazik ve kibar bir arkadaş muamelesi ediyordum." -R. N. Güntekin. işi ...-e dökmek işi değiştirip bir başka biçime çevirmek: "O-nun işi böyle filozofluğa döküşünde biraz da benim mesuliyetim olmadı değil." -H. Taner. işi ...-e vurmak gerekenden başka biçimde davranmak,... gibi görünmek: İşi şakaya vurmak, işi ileri götürmek beklenenden daha aşırı davranışlar içine girmek; "Ama işi bu kadar ileri götürdüğüne göre, sonuçlarına da katlanması gerekirdi." -E. Bener. işi (veya işim) iş, kaşığı (veya kaşığım) gümüş işi tam istediği yolda: "Geldiğine geleceğine şimdi bin pişman! izmir'de işin iş, kaşığın gümüş be adam, otursana oturduğun yerde!" -A. İlhan, işi iş olmak İşi yolunda olmak, işi kotarmak işin üstesinden gelmek, işi ne? ne işi var? işi olmak 1) yapacak bir şeyi bulunmak; 2) işi istediği gibi bitirmek; 3) uğraşma zorunda olmak: Üstelik sen de buraya girmeye kalkışırsan işimiz var. işi oluruna bırakmak işi belli bir amaca göre değil de, kendi akışı içinde yürütmek, işi pişirmek tkz. aralarında gizlice anlaşmak: "Böyle olunca da Saffet Ferit için kızla işi pişirmek bir saat meselesi hâline gelecekti." -S. F. Abasıyanık. işi rast gitmek şans yardımıyla işi iyi, istediği gibi olmak, işi resmiyete dökmek bir iş veya durum için resmî bir yola sokmak, resmî bir nitelik vermek, işi savsaklamak işi yavaşlatmak, gereken önemi göstermemek, işi tatlıya bağlamak sorunlu bir İşi, iyi bir biçimde çözmek: "Ben kahvemde çocukça siyasi iddialardan korkarken, bir de felsefe çıktı. Rica ederim bugün işi tatlıya bağlayalım. " -Ö. Seyfettin, işi temizlemek sorunu çözmek, işi uzatmak bir işi sonuçlandırmamak: "İşi uzatmak, Cemal'i üzmek istiyordu." -S. F. Abasıyanık. işi üç nalla bir ata kaldı eline önemsiz bir İmkân geçtiğinde büyük işlerin düşüne kapılanlar için söylenen bir söz. işi (bir şeye) vurmak işi değiştirmek: "O vakit aktör yahut aktris işi meddahlığa vuruyor." -Ö. Seyfettin, (bir) işi yokuşa sürmek işi zorlaştırmak, işi yolunda gitmek (veya olmak) işi tıkırında olmak, işin alayında olmak bir işe gereken önemi vermemek, dalga geçmek, işin içinde iş var bir işin içyüzü başka, işin içinden çıkamamak başaramamak, sorunu çözümleyememek. işin içinden çıkmak (veya sıyrılmak) 1) bir şeyi anlamak, bir sorunu çözümlemek: "Ne yaparsanız yapın, yeter ki akıllıca olsun, demiş, çıkmış işin içinden!" -B. R. Eyuboğlu. 2) güç bir sorunu çözemeyince kestirip atmak; 3) bir konudan veya işten uzak durmak, kaçmak: "O, ne emrederse ben razıyım, deyip kurnazlıkla işin içinden sıyrıldım." -R. N. Güntekin. işin kolayına kaçmak derinliğine araştırmadan basit olarak düşünmek, yüzeyde kalmak, tembellik etmek, işin mi yok "önemli değil, boş ver" anlamlarında kullanılan bir söz. işin rengi değişmek konu başka biçimde gelişmek, öncekinden farklı davranmaya başlamak: "... o zaman işin rengi değişir, asık yüzünün morluğu uçup giderdi." -O. Kemal, işin üstesinden gelmek güç bir işi başarmak, sonuçlandırmak, işinden olmak görevini yitirmek, görevinden atılmak: "Tabii ertesi günü işinden oldu. İşinden olunca o da gitti askere yazıldı." -H. Taner, işine bak! 1) görevini, işini sürdür: "Otururuz, otururuz sen işine bak!" -M. Ş. Esendal. 2) sen karışma, işine gelmek (veya gelmemek) çıkarına, amacına, düşüncesine uygun olmak (veya olmamak): "Kaldı ki, işine gelmeyince baş ucunda top atılsa duymuyor. " -H. Taner. "Yattığı yerden işine gelen kararlan onaylar, hoşlanmadıklarını bozarmış." -T. Halman. işine göre çıkarına uygun, işine koyulmak İşini yapmayı sürdürmek. işini bilmek nereden, nasıl yararlanacağını bilmek, çıkarını bilmek, (birinin) işini bitirmek argo öldürmek, işini görmek 1) görevini yapmak: "Bu dünyaya geldi geleli elini ılıktan soğuğa vurmamış, işini hep kurnazlıkla görmüştür." -Y. Kemal. 2) mec. dövmek; 3) argo öldürmek, işini uydurmak kurnaz, açıkgöz davranarak işine istediği gibi biçim vermek, işini yoluna koymak işi veya görevi olumlu olarak yürütmek, sıkıntı çekmeden gerçekleştirmek: "Kendisi burada işini yoluna koyduğu sıralarda, dört yıl, göğsünü, o, savaş meydanlarında siper yapmıştı." -R. H. Karay. işinin adamı çalıştığı işte başarı sağlayan, işinin gerektirdiği nitelikleri taşıyan kimse. işler açılmak piyasa canlanmak, işler becermek zararlı, gizli işler yapmak, işten (bile) değil çok kolay: "... gürültüler ve rezaletler çıkarmak onun için işten bile değildi." -Y. K. Karaosmanoğlu. işten el çektirmek (veya çektirilmek) görevden uzaklaştırmak (veya uzaklaştırılmak), işten güçten kalmak herhangi bir sebeple çalışmamak, çalışamamak: "Oraya kadar sürüklenmek, hanlarda birçok para harcamak, günlerce işten güçten kalmak köylülerin gözünü yıldırır."-H. E. Adıvar.
→ iş adamı, iş akdi, iş alanı, işbaşı, iş bırakımı, iş bilimi, iş birliği, iş birlikçi, iş bölümü, iş donu, iş eri, iş gezisi, işgüder, iş gücü, iş güç, iş günü, iş hacmi, iş ham, iş kadım, iş kazası, iş kolu, iş merkezi, iş saati, iş seyahati, iş sözleşmesi, işveren, iş yeri, işe uygun, işi duman, işi tıkırında, işin başı, işin fenası, işin garibi, işin kötüsü, işin tuhafı, işin ucu, ağır iş, beyaz iş, bulaşık iş, çürük iş, götürü iş, ince iş, kârlı iş, Acem işi, Antep işi, ayak işi, çocuk işi, el işi, el işi kâğıdı, erkek işi, ev işi, hamur işi, hesap işi, kalem işi, kavaf işi, mancınık işi, Maraş işi, orta işi, şıpın işi, tarak işi, usta işi, mali işler, ağaç işleri, dış işleri, diyanet işleri, iç işleri, Özlük işleri, para işleri, su altı işleri, temizlik işleri, yazı işleri, zat işleri
iş adamı is. 1. Ticaret veya sanayi alanında kazanç sağlamak amacıyla para yatıran kimse. 2. Kâr sağlamada becerikli ve başarılı kimse.
iş akdi is. huk. İş sözleşmesi.
iş alanı is. Çalışılacak, kazanç sağlanacak dal: Memlekette her gün yeni yeni iş alanları açılıyor.
işar is. (işa:r) Ar. iş'âr esk. Yazı ile bildirme.
işaret is. (işa:ret) Ar. işaret 1. Anlam yükletilen şey, anlamlı iz, im: Noktalama işaretleri. 2. Belirti, gösterge, levha, tabela, alamet. 3. El, yüz hareketleriyle gösterme: "Artık İşaretleri bırakmış, konuşuyor, bir taraftan da saçlarını düzeltiyor." -R. H. Karay. işaret etmek 1) bir şeyi, bir durumu el, yüz hareketleriyle anlatmak, göstermek: "Annem eliyle, yüzüyle ne biçim işaret etti babama bilmiyorum ama, hiç ses çıkarmadılar." -S. F. Abasıyanık. 2) belirtmek: "Ben, yalnız bir noktaya İşaret etmekle iktifa edeceğim." -Atatürk, işaret vermek bir araç kullanarak bir şeyi belli etmek: "Başı ile evet işareti verdi." -A. Gündüz, (bir şeyin) işareti saymak belirti ve gösterge olarak kabul etmek: "Bu baş sollayışını bir tasdik işareti sayıp konuşmaya devam etti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ işaret fişeği, işaret parmağı, işaret sıfatı, İşaret zamiri, bölme işareti, çarpma işareti, çıkarma işareti, denden işareti, düzeltme işareti, inceltme işareti, kesme işareti, kök işareti, noktalama işareti, soru işareti, şapka işareti, tek tırnak işareti, tırnak işareti, ti işareti, toplama işareti, uzatma işareti, ünlem işareti, yol işareti, noktalama işaretleri, trafik işaretleri
işaretçi is. İşaret veren kimse veya nesne.
işaret fişeği is. Bulunduğu yeri belli etmek için havaya atılan, renkli ışık saçan fişek.
işaretleme is. İşaretlemek işi.
işaretlemek (-i) 1. Bir şeye işaret koymak, bir şeyi işaretle belirtmek: "... gazetesini muhtelif renkli kalemlerle işaretlermiş ve itinayla saklarmış." -A. Ş. Hisar. 2. Belirtecek biçimde hareket etmek: "O bir iki sözcükle bildiğini işaretlemek isterdi." -Ç. Altan.
işaretlenme is. İşaretlenmek işi.
işaretlenmek (nsz) Bir şeye işaret konulmak.
işaretleşme is. İşaretleşmek işi.
işaretleşmek (nsz, -le) 1. Birbirine işaret etmek. 2. Uzak bir yerden, bilgi vermek için özel bir düzene göre türlü işaretler kullanmak.
işaretletme is. İşaretletmek işi.
işaretletmek (-i) İşaretleme işini yaptırmak.
işaretli sf. İşareti olan, işaretle belirlenmiş olan.
işaret parmağı is. Elde, başparmaktan sonraki parmak, şehadet parmağı, gösterme parmağı.
işaret sıfatı is. dbl. Gösterme sıfatı.
işaretsiz sf. İşareti olmayan.
işaretsizlik, -ği is. İşaretsiz olma durumu.
işaret zamiri is. dbl. Varlıkların yerini, işaret yoluyla belirten zamir, gösterme zamiri.
işari oy is. Parmak veya el kaldırarak verilen oy.
işba is. (işba:) Ar. işba' esk. 1. Doyurma. 2 kim. Doyma.
işbaşı is. İş yerlerinde işe başlama, işbaşı yapmak iş yerinde işe başlamak: "Şimdiye kadar sabah postasının çoktan işbaşı yapması, otobüslerin biletçileriyle birlikte seferde olmaları gerekir." -T. Dursun K.
→ işbaşında eğitim
işbaşında eğitim is. İşçinin iş görgüsü, iş güvenliği, işçi sağlığı, iş yönetimi konularında da yetiştirilmesi, hizmet içi eğitim.
iş bırakımcı is. İş bırakımı yapan kimse, grevci.
iş bırakımı is. İsteklerini işverene kabul ettirmek için işçilerin, işlerini hep birden bırakması, grev.
iş bilimi is. İnsanın İşine uymasını, amaca göre çalışmasını düzenleyen inceleme ve araştırmalarm bütünü, ergonomi.
iş birliği is. 1. Amaç ve çıkarları bir olanların oluşturdukları çalışma ortaklığı, teşrikimesai: "Yaşları otuzu geçmemiş olmak şartı ile her çeşit grupla iş birliğine hazırdılar." -H. Taner. 2. Bir işin çeşitli işçilerce yapılması, iş birliği yapmak amaç ve çıkarları bir olanlarca çalışma ortaklığı kurulmak: "Mustafa Kemal Paşa ve kendisiyle iş birliği yapan bazılarımız, ben de dâhil, merkezin Anadolu'da olmasını tercih ettik." -H. E. Adıvar.
iş birlikçi is. Herhangi bir alanda çıkar sağlama amacını güden kimse veya kuruluşlarla ilişki kuran kimse, kuruluş vb.
iş birlikçilik, -ği is. İş birlikçi olma durumu.
iş birlikli sf. İş birliği ile, ortaklaşa yapılan.
iş bölümü is. 1. Bir işi, iki veya daha çok kişi arasında bölme. 2. Bir toplumsal üretim düzeni içindeki değişik görev ve hizmetlerin, toplumun üyeleri, kümeleri arasında karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde bölünmesi.
işbu is. (i'şbu) esk. Bu, Özellikle bu: İşbu sebepten dolayı.
işçi is. 1. Başkasının yararına bedenini, kafa gücünü veya el becerisini kullanarak ücretle çalışan kimse: "Gazetelere daha ziyade biz işçiler sahiptik." -H. C. Yalçın. 2. zool. Toplu olarak yaşayan böceklerde üreme yeteneğinde olmayan, topluluğun işlerini gören dişi veya erkek.
→ işçi sigortası, geçici işçi, kalifiye işçi, nitelikli işçi, niteliksiz işçi, vasıflı işçi, vasıfsız işçi, beden işçisi, fikir işçisi, kafa işçisi, kaldırım işçisi, temizlik işçisi
işçilik, -ği is. 1. İşçi olma, işçi niteliğinde olma durumu. 2. Yaptığı iş karşılığı işçiye verilen ücret. 3. İşçi emeği, yapılış, işleme niteliği: "Hepsi de üslup ve işçilik bakımından aynı milletin damgasını taşımaktadır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ geçici işçilik, el işçiliği, gece işçiliği
işçi sigortası is. Sosyal sigorta.
iş donu is. Şalvar.
işeme is. İşemek işi.
→ albümin işeme
işemek (nsz) İdrar torbasında biriken sidiği dışarı atmak, çiş yapmak.
işenme is. İşenmek işi.
işenmek (-e) İdrar torbasında biriken idrar dışarı atılmak.
iş eri is. Elinden iyi iş gelen, becerikli kimse.
işetme is. İşetmek işi.
işetmek (-i) İşemesini sağlamak, işemesine yol açmak, çiş yaptırmak.
işe uygun sf. Yapılan işe elverişli, işe yarar.
işe uygunluk, -ğu is. İşe uygun olma durumu.
işe yararlık, -ğı is. İşe yarar olma durumu.
işgal, -li is. (-ga:li) Ar. işğâl 1. Bir yeri ele geçirme: "Çuhahane bir kumaş fabrikasıydı, İstanbul'un işgali sırasında İngilizler yaktılar." -B. Felek. 2. Bir kimseyi işten alıkoyma, engelleme, oyalama. 3. Uğraştırma. işgal etmek 1) bir yeri ele geçirmek: "Ertesi gün Kanaltepe-Sivrihisar hattını işgal ettik." -F. R. Atay. 2) işten alıkoymak, oyalamak: "Buraya geldiğim günden beri beni işgal eden en mühim şey kendimi alıştırmak, ısındırmak cehdidir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3) uğraştırmak.
işgalci sf. İşgal eden, ele geçiren (kimse): İşgalci güçler.
işgalcilik, -ği is. İşgal etme işi.
işgaliye is. (işgadiye) Ar. işğaliyye İşgal edilen yere ödenen ücret veya vergi.
→ işgaliye resmi
işgaliye resmi is. huk. esk. Pazar yerlerinde, toplu ticari iş yerlerinde satıcının işgal ettiği yer için ödediği ücret veya kira bedeli.
iş gezisi is. Karşılıklı iş ilişkilerini düzenlemek amacıyla bir ülke veya şehre yapılan seyahat, çalışma gezisi.
iş gücü is. Bir insanın yararlı şeyler üretmek için harekete geçirmek zorunda olduğu fiziksel ve düşünsel yetilerinin tümü.
iş güç, -cü is. Yapacak belli bir şey, görev, meşguliyet: "İşimizi gücümüzü bıralanış olmak düşüncesini bir vazife yapmakta olduğunuz fikri susturuyordu." -M. Ş. Esendal. işi gücü bırakmak yaptığı işten uzaklaşmak: "Su bulmak için işi gücü bırakarak bütün gün su peşine düşmemiz lazım gelecekti."-B. R. Eyuboğlu.
→ iş güç sahibi
iş güç sahibi sf Bir işi, bir görevi olan: "Bunlar dükkân, tezgâh, iş güç sahibi adamlar." -H. Taner.
işgüder is. Maslahatgüzar.
işgüderlik, -ği is. Maslahatgüzarlık.
iş günü is. Yasayla belirlenmiş olan çalışma günü.
işgüzar sf. (işgüza:r) T. iş + Far. -guzâr 1. Eli işe yatkın, becerikli (kimse). 2. Gereği yokken, genellikle kendini göstermek için işe karışan (kimse).
işgüzarca zfi İşgüzar bir biçimde, işgüzara yakışır durumda olarak.
işgüzarlık, -ğı is. İşgüzar olma durumu, işgüzarlık etmek işgüzarca davranmak.
iş hacmi is. tic. Ticari kuruluşlarda bir yıl içinde yapılmış olan işlemlerin toplam değeri, ciro.
iş hanı is. Birden çok iş yerinin bulunduğu çok katlı bina.
işi duman is. tkz. İşi ve durumu kötü olan kimse.
işin başı is. Bir işin en önemli noktası.
işin fenası ünl. İşin kötüsü.
işin garibi ünl. İşin tuhafı.
işin kötüsü ünl. Üst üste gelen tersliklerde kullanılan bir söz: "İşin kötüsü düşüp ölmemiş fakir. Telgraf direğine asılı kalıp kanadı kırılmış" -H. Taner.
işin tuhafı ünl. Anlaşılamayan, yadırganan şeylerle karşılaşıldığında kullanılan bir söz: "Bu tutarsızlıklarım haklı göstermek için gerekçe canbazlıklarına girişiyor ve işin tuhafı herkesi aldattıklarım sanıyorlardı" -H. Taner.
işin ucu is. Bir işin kökeni, işin ucu birine dokunmak o işten dolaylı olarak zarar görmek.
işi tıkırında sf. İşi çok uygun, çok iyi.
işitilme is. İşitilmek işi.
işitilmek (nsz) Duyulmak: "Karanlıkta öteden beriden camların açıldığı duyuluyor, fısıltılar işitiliyordu." -H. C. Yalçın.
işitilmemiş sf. O güne değin duyulmamış, şaşılacak, olağan dışı.
işitilmemişlik, -ği İşitilmemiş olma durumu.
işitim is. biy. İşitme duyusu, işitme yetisi.
işitiş is. İşitme işi veya biçimi.
işitme is. 1. İşitmek işi. 2. Duyma, sema (II): "insanoğlunun işitme gücü saniyede üç bin titreşimden öteye eremez." -H. Taner.
→ İşitme kesesi, işitme taşı, renkli işitme
işitmek (-i) 1. Kulakla algılamak, duymak: "Doktorun sesini işitince koştu, yanakları kırmızı, gözleri parlıyordu." -H. E. Adıvar. 2. Haber almak. 3. Kendisine söylenilmek: "Gayet sert bir adam olan hesap hocasından boyuna azar işitiyordu." -O. C. Kaygılı.
işitme kesesi is. anat. Suda yaşayan bazı omurgasız hayvanlardan, işitme taşını içinde bulunduran akışkan sivili organ, otosist.
işitmemezlik, -ği is. İşitmezlik. işitmemezliğe gelmek duymazlıktan gelmek: "Hanife işitmemezliğe geldi, babasına her hizmetini yapmakta devam etti." -H. E. Adıvar.
işitme taşı is. anat. Omurgalılarda ve bazı omurgasızlarda denge organı olan, iç kulakta bulunan kalker parçacıkları, otolit.
işitmezlik, -ği is. İşitmemiş, duymamış gibi davranma, işitmemezlik. işitmezliğe getirmek (veya işitmezlikten gelmek) işitmemiş, duymamış gibi davranmak, aldırmamak.
işitsel sf. İşitimle İlgili.
→ görsel-işitsel, görsel-işitsel çağrışım, görsel-işitsel eğitim
işittirme is. İşittirmek işi.
işittirmek (-i, -e) İşitmesini sağlamak, duyurmak: "Etrafta içilen nargilelerin gurultularını tane tane işittirecek kadar ağırlaşan sükût bana bir kalkınma yaptırdı." -R. N. Güntekin.
iş kadını is. İş adamı.
işkâl, -li is. (işkâ.i) Ar. işkâl esk. Güçleştirme, zorlaştırma, çetinleştirme, işkâl etmek güçleştirmek, zorlaştırmak, çetinleştirmek.
iş kazası is. huk. İş yerinde meydana gelen ve işçiyi bedenen veya ruhen etkileyen olay.
işkembe is. (işke'mbe) Far. şikenbe 1. Geviş getirenlerin ilk ve en büyük mide bölümü. 2. Kasaplık hayvanlarda mideyi oluşturan bölümlerin bütünü. 3. sf. İşkembeden yapılan: İşkembe çorbası. 4. tkz. Mide. işkembeden atmak (veya söylemek) tkz. uydurarak söylemek, işkembesini düşünmek tkz. Öncelikle karın doyurmayı düşünmek, işkembesini şişirmek tkz. oburca yemek yemek.
→ işkembe çorbası, işkembe suratlı, işkembesi geniş
işkembeci is. İşkembe veya işkembe çorbası satan kimse.
işkembecilik, -ği is. İşkembeci olma durumu veya işkembecinin işi.
işkembe çorbası is. Temizlenmiş ve önceden haşlanmış işkembenin genellikle tavla zan büyüklüğünde doğranmasından sonra un, sirke, sarımsak karıştırılarak hazırlanan bir çorba türü.
işkembeli sf. 1. İşkembesi olan. 2. İçinde işkembe bulunan (çorba, yemek).
işkembesi geniş sf. tkz. Hoş görülmeyecek şeyi de hoş gören, hazımlı (kimse).
işkembesiz sf 1. İşkembesi olmayan. 2. mec. Beğenilmeyecek nitelikteki şeyleri de beğenen (kimse).
işkembe suratlı sf. Çopur.
işkence is. Far. şikence 1. Bir kimseye maddi veya manevi olarak yapılan aşırı eziyet. 2. Düşüncelerini öğrenmek amacıyla birine uygulanan eziyet: "Ona, evimize niçin geldiğini sormak işkencesini de yaptım." -S. F. Abasıyanık. 3. Aşırı gerginlik, sıkıntılı durum, azap: "Beklemek işkencesi yüreğini fena didiklemeye başladı." -P. Safa. 4. Vidalı bir tür sıkıştırma aracı, işkence etmek (veya yapmak) maddi veya manevi eziyet çektirmek, işkenceye sokmak maddi veya manevi sıkıntı vermek, zora sokmak.
işkenceci is. İşkence yapan kimse.
işkencecilik, -ği is. İşkenceci olma durumu.
işkil is. Kuruntu.
işkillendirme is. İşkillendirmek işi.
işkillendirmek (-i) İşkillenmesine yol açmak.
işkillenme is. İşkilli duruma gelme, pirelenme.
işkillenmek (nsz) İşkilli duruma gelmek, pirelenmek: "Gözümüz yılmış, havada bir bulut parçası görür görmez işkilleniyoruz." -A. Rasim.
işkilli sf. İşkil içinde bulunan, kuşkulu, kuruntucu, vesveseli, müvesvis: "Biraz işkilli olmayan bir adamı, düştüğü yanlışlıktan kurtarmak kolay değildir." -M. Ş. Esendal. işkilli büzük dingilder hkr. gizli bir ayıbı olanların herhangi bir sözden alınarak kendilerini ele verdiklerini anlatan bir söz. işkilli olmak işkil duymak, tedirgin durumda olmak.
işkillilik, -ği is. İşkilli olma durumu, vesveselilik.
işkilsiz sf. İşkil içinde bulunmayan, kuşkusu olmayan, vesvesesiz: "Memur tek kelime ile karşılık veriyor. Basit, aydınlık ve işkilsiz." -A. İlhan.
işkilsizlik, -ği is. İşkilsiz olma durumu.
işkine is. (işki'ne) Lat. zool. Taş balığı.
iş kolu is. ekon. 1. Ekonomik etkinliklerin sınıflandırılması sonucu birbirine benzeyen veya aynı nitelikte olan çalışma dallarından her biri. 2. Bu dalların herhangi birinde çalışanların bütünü.
işlek, -ği sf. 1. Çok işleyen, canlı, hareketli. 2. Özenmeden, çabuk yazıldığı hâlde okunaklı ve güzel olan (yazı): "İşlek, açık bir yazı. Bir kadın elinden çıkma." -T. Dursun K.
→ işlek ek
işlek ek is. dbl. Kelime türetmede sık kullanılan yapım eki.
işleklik, -ği is. İşlek olma durumu.
işlem is. 1. Bir işi sonuçlandırmak için yapılan iş veya uygulamaların hepsi, muamele. 2. ekon. Nakit veya menkul değerleri kullanarak alım satım, takas, borçlanma vb. piyasa hareketi. 3. kim. Madde üzerinde her türlü değişim yapma işi, muamele. 4. kim. Ham veya ara malları ve maddeleri fiziksel, kimyasal değişikliklerle daha uygun, kullanılır duruma getirme, muamele. 5. mat. Sayılan karşı karşıya getirip belirli birtakım kurallara uygun olarak birbiri üzerine etkilendirme yöntemi: Her işlem yeni bir sayı bulmaya varır, işlem görmek ekon. herhangi bir mal, kıymetli kâğıt, döviz vb. piyasada alınmak, satılmak, değiştirilmek.
→ işlem hacmi, satış işlem odası, aritmetik işlem, bilgi işlem, dört işlem, veri işlem, borsa işlemi, çıkış işlemi, döviz işlemi, giriş işlemi
işlemci is. tek. 1. Bilgisayar programlarının herhangi bir dilinde yazılmış programı, bilgisayarda işletmeyi sağlayan programlar topluluğu. 2. Bir bilgisayarda verilen komutları yorumlayan ve yürüten birim.
işlemcilik, -ği is. İşlemci olma durumu.
işleme is. 1. İşlemek işi. 2. Şiş, tığ, iğne vb. araçlarla elde yapılan, Örgü, nakış, oya gibi işlerin genel adı, el işi: "Her dokuma parça renkli işleme ve oyalarla bezenmişti." -F. R. Atay. 3. sf. İnce ve süslü işlenmiş. 4. mec. Herhangi bir konuyu ele alarak inceleme. 5. sin. Bir filmdeki gizli görüntüyü ortaya çıkarmak için, gümüş bromürlü tabakanın laboratuvarda çeşitli kimyasal işlemlerden geçirilmesi.
işlemeci is. Elle oyma, nakış vb. yapan kimse.
işlemecilik, -ği is. İşlemecinin işi.
işlemek (-i) 1. Bir şeye emek vererek onu daha elverişli bir duruma getirmek. 2. İnce ve süslü şeyler yapmak, nakışlamak: "Para için işlemediğini iddia eden bu fakir ihtiyar, şüphesiz, sanatının âşığıydı." -M. Ş. Esendal. 3. (-e) İçine girmek, etkilemek, nüfuz etmek: "O uzun ve derin bakış genç adamın ta yüreğine kadar işlemişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. (nsz) İyi çalışmak, müşterisi bol olmak. 5. Durağan durumdan hareketli duruma geçmek, çalışmak: "İşleyen demir ışıldar." -Atasözü. 6. Herhangi bir konuyu ele alarak incelemek, öğretmek. 7. Düşüncelerini herhangi birine etki yaparak benimsetmek: "Ali Rıza Bey bu ilk çocuğu ile, bir çiçek meraklısı, bahçesiyle oynar gibi oynamış, onu ancak kendi hayalinde yaşayan mükemmel insan maddelerine göre işlemişti." -R. N. Güntekin. 8. İşlek, etkin durumda olmak: "Lütfügiller büyücek bahçelerinin ana yola açılan kapısından işlerlerdi." -S. F. Abasıyanık. 9. Çıban, olgunlaşma yolunda olmak. 10. Yara, kapanmak. 11. Gidip gelmek: "Şimdi otomobillerin, otobüslerin işledikleri asfalt caddeden bir zamanlar ne kervan ne insan geçerdi." -S. M. Alus. 12. Hesaplan, kayıtlan düzenli olarak tutmak veya gereken yere aktarmak: "Tayın çizelgelerini düzenliyorum, ambar defterim işliyorum."-E. Bener. 13. Herhangi bir ürünü satışa sunulmadan önce birtakım işlemlerden geçirmek.
→ kendiişler
işlemeli sf. Üstünde işlemeler bulunan: "Çekiştikleri şey işlemeli bir kitap açacağı." -T. Buğra.
İşlem hacmi is. ekon. Borsada günlük gerçekleştirilen alım satımların toplam tutarı.
işleniş is. İşlenme işi veya biçimi.
işlenme is. İşlenmek işi.
işlenmek (nsz) İşleme işi yapılmak: "Baş tarafına, büyük yatlarda olduğu gibi, yaldızlı bir çiçek işlenmişti." -S. F. Abasıyanık.
işlenti is. ekon. İşleme yöntemi.
işlerlik, -ği is. Gereken sonucu verecek nitelikte çalışma durumu.
→ kendiişlerlik
işletilme is. İşletilmek işi.
işletilmek İşletme işi yapılmak: "Devlet ormanları kanuna göre devletçe yönetilir ve işletilir." -Anayasa.
işletiş is. İşletme işi veya biçimi.
işletme is. 1. İşletmek işi. 2. Tarım, sanayi, ticaret, bankacılık vb. iş alanlarında, kâr amacıyla bir sermaye yatırılarak kurulan kurum: "Adam, büyük bir film işletme ortaklığının sahibiydi." -N. Cumalı. 3. Bu kuruluşu verimli bir duruma getirip kazanç sağlama yöntemi. 4. İş yeri.
→ işletme defteri, açık işletme, zirai işletme, orman işletmesi, ticaret işletmesi
işletmeci is. 1. Bir fabrikayı veya gelir getiren bir kuruluşu yöneten kimse. 2. sin. Yapımcıdan işletme hakkını alarak filmleri oynatanlara kiralayıp dağıtan kimse.
işletmecilik, -ği is. 1. Bir işletmeyi yönetme. 2. Bağımsız bir bütçe ile yönetilen devlet işletmesi.
işletme defteri is. tic. Yalnız gelir ve giderlerin yazıldığı defter.
işletmek (-i, -e) 1. İşlemesini sağlamak, çalıştırmak: "Trenlerimizi odunla işletiyorduk." -F. R. Atay. 2. Bir şeyi, bir kimseyi, bir yeri kullanarak veya çalıştırarak yarar sağlamak: "O havali işçileri arasında gücü, kuvveti ile o kadar tanınmıştı ki, herkes onu tarlasında işletmek isterdi." -H. E. Adıvar. 3. Üzerine işleme yaptırmak: "Adamcağız üşenmeden çarşı pazar dolaşıyor, kızına üşenmeden çerçeveletmek ve işletmek için ucuz atlaslar, kadifeler, ipekler ... satın alıyordu." -R. N. Güntekin. 4. (-i) tkz. Şaka ve birtakım yalanlarla sezdirmeden birini kandırmak veya onunla eğlenmek: "Sana yalan söylemişler, dalga geçmişler, işletmişler seni." -A. İlhan.
işletmen is. Operatör.
işletmenlik, -ği is. Operatörlük.
işletme şirketi is. Gaz, su, elektrik vb. hattını veya donanımını işleten şahıs, firma, halk şirketi veya kuruluş.
işlev is. 1. Bir nesne veya bir kimsenin gördüğü iş, iş görme yetisi, görev, fonksiyon: "Muammer, işlevini yerine getirdi, haklı olarak birçok seyirci kazandı." -H. Taner. 2. sos. Bir yapının gerçekleştirilebileceği ve onu başka yapılardan ayırt etme imkânı veren eylem türü, fonksiyon.
→ işlev yitimi
işlevci is. 1. İşlevi yerine getiren kimse veya nesne. 2. Bir işletmede yapılacak işlerin kararlarının alındığı bölüm.
işlevcilik, -ği is. 1. Toplumu, her bir ögesi belli bir işlev yapan karşılıklı bağlılıklar ve etkileşmeler düzeni olarak gören, toplumu tek başına belirleyen herhangi bir temelin bulunmadığını savunan akım, görevcilik, fonksiyonalizm. 2. psikol. Algının öncelikle gereksinimler ve coşkulara dayalı etkinliklerin sonucu olduğunu savunan görüş, görevcilik, fonksiyonalizm.
işlevsel sf. İşlevle ilgili.
işlevsiz sf İşlevi olmayan.
işlevsizlik, -ği is. İşlevsiz olma durumu.
işlev yitimi is. tıp El, kol vb. düzenli hareketleri yapma yetersizliği, apraksi.
işleyim is. Sanayi, endüstri.
işleyiş is. İşleme işi veya biçimi.
işli sf. Üzeri nakışlı: "Sırma işli bir peştamal." -Y. Z. Ortaç.
işlik, -ği is. 1. Atölye: "İşliğin karanlık köşelerinde babasının yüzlerce hayali vardı." -R. Enis. 2. hlk. Gömlek: "... tulumbaya yaklaştı, işliğinin yakasını açtı, kollarını sıvadı." -S. Kocagöz.
işmar is. hlk. El, göz veya baş ile yapılan işaret, işmar etmek (veya geçmek) el, göz veya baş ile işaret etmek: "Yanındaki başka tarafa baktı, işmar geçti diye haraza da hazır." -S. M. Akis.
iş merkezi is. 1. İş yerlerinin yoğun olduğu böige. 2. Bir ticaret ortaklığının yönetildiği yer, 3. Birçok satış merkezinin bir arada bulunduğu yer, plaza. 4. Belli bir ürünün bütün çeşitleriyle sergilendiği ve satışının yapıldığı yer, plaza.
işporta is. (işpo'rta) İt. sporta 1. Gezici satıcıların mallarını koymaya yarayan yayvan sepet veya bu'işi gören, ona benzer araç, sergi. 2. Açıkta yapılan satış, işportaya düşmek değerini yitirmek, herkes tarafından kullanılmak.
→ işporta malı
işportacı is. İşporta ile mal satan satıcı: "Ben işportacıyım... Elimize geçeni satarım." -B. Felek.
işportacılık, -ğı is. İşportada mal satma işi.
işporta malı is. Değersiz, niteliksiz mal.
işret is. Ar. 'işret esk. İçki içme: İşret meclisi.
iş saati is. Çalışma saati.
iş seyahati is. İş gezisi.
işsiz sf. İşi olmayan: "Ben kendimi faydalı bir adam farz ettiğim hâlde, sen kendini niçin işsiz ve tufeyli sayıyorsun?" -K. Tahir.
→ işsiz güçsüz
işsiz güçsüz sf. Yapacak hiçbir işi olmayan veya iş tutmayan, işsiz güçsüz kalmak bulunduğu iş yerinden ayrılarak geçimini sağlayacak durumda bulunmamak: "Burada işsiz güçsüz kaldığınız için kendinizi büsbütün kedere kaptırmışsınız." -R. H. Karay.
işsizlik, -ği is. 1. İşsiz kalma, iş bulamama durumu: "Ben yazarlıkla işsizliğin zorluğundan yakınıyordum, o tiyatronun belalarından... " -Ç. Altan. 2. Bir iş yeri için durgunluk dönemi: "Burada işsizlikten patlayan esnaf, hele birkaç memur bir eğlence çıktığına seviniyorlardı."-M. Ş. Esendal.
iş sözleşmesi is. huk. İşçilerle işveren arasındaki ilişkileri düzenleyen yöntem ve şartlan kapsayan sözleşme, iş akdi, hizmet akdi.
iştah is. Ar. iştihâ'dan 1. Yemek yeme isteği. 2. mec. Cinsel istek veya arzu. iştah açmak yemek isteğini artırmak, iştah kapamak (veya kesmek) yemek isteğini azaltmak, iştaha gelmek arzulamak, iştahı açılmak yemek isteği artmak, iştahı kabarmak isteği çoğalmak, heveslenmek: "Derken, yavaş yavaş benim "de iştahım kabarmaya başladı." -R. N. Güntekin. iştahı kapanmak, (veya kesilmek) yemek isteği yok olmak, iştahı olmak yemek isteği fazla olmak, iştahı yerinde olmak yemesi, içmesi ve yaşaması düzenli olmak.
iştahlandırma is. İştahlandirmak işi.
iştahlandirmak (-i) İştahını uyandırmak, iştahlanmasını sağlamak.
iştahlanma is. İştahlanmak işi.
iştahlanmak (nsz) 1. İştahı uyanmak veya artmak. 2. mec. İsteği, arzusu artmak.
iştahlı sf. 1. İştahı olan, boğazlı. 2. mec. İstekli, arzulu. 3. zf. İsteyerek: "Arap atı olan iştahlı biner /Aşireti olan yaylağa konar." -Karacaoğlan.
→ maymun iştahlı
iştahlılık, -ğı is. İştahlı olma durumu.
iştahsız sf. 1. Yemek yeme isteği olmayan, boğazsız: "Hizmet erim sefertasıyla akşam yemeğim getirdi. İştahsızım. Yemeğin tadı tuzu yok." -E. Bener. 2. mec. İsteksiz.
iştahsızlık, -ğı is.- İştahsız olma durumu: "Niteliğini kestiremediği müzmin iştahsızlıktan, sürekli kırıklıklardan yorgun düşmüş." -A. İlhan.
işte e. 1. Bir şey gösterilirken veya bir şeye işaret edilirken söylenen bir söz, aha, ahacık: Hani kitap? - İşte size anlattığım adam. İşte, korktuğum başıma geldi. 2. Anlatılan bir sözün sonucuna gelindiğini gösterir: "İşte bütün manzara budur!" -R. E. Onaydın. 3. Anlatılan şeye dikkat çekmek için kullanılan bir söz: "Ekmek, peynir, yumurta, marul, limon, ne bulursan al işte." -N. Cumalı.
işteş sf. Fiilde ortak olan.
→ işteş çatı, işteş fiil
işteş çatı is. dbl. Bir fiilin birden çok özne tarafından karşılıklı, ortaklaşa yapıldığını belirten çatı, müşareket. Türkçede bu çatı -ş- ekiyle kurulur: Görüşmek (gör-û-ş-), ağlaşmak (ağla-ş-), kaçışmak (kaç-ı-ş-).
işteş fiil is. dbl. Bir isim birden çok özne tarafından karşılıklı, ortaklaşa yapıldığını belirten fiil, müşareket fiili: Birçok konuyu görüştük. Çocuklar, yoldan geçenlere bakıp gülüşüyorlardı.
işteşlik, -ği is. İşteş olma durumu.
iştial, -li is. (iştia.i) Ar. işti'âl esk. Tutuşma, parlama, alevlenme, iştial etmek tutuşmak, parlamak, alevlenmek.
iştigal, -li is. (iştigad) Ar. iştigâl esk. Uğraşma, ilgilenme, meşgul olma. iştigal etmek uğraşmak, ilgilenmek, meşgul olmak: "Otuz senedir tiftik ticaretiyle iştigal ederim." -H. Taner.
iştiha is. (iştiha:)Ar. iştihâ'esk. İştah.
iştihar is. (iştiha:r) Ar. iştihar esk. Ün salma, tanınma.
iştikak is. (-ka:kı) Ar. iştikak esk. 1. Yarılmış bir şeyin bir bölümünü alma. 2. dbl. Türeme. 3. ed. Aynı kökten gelen kelimeleri bir arada kullanma sanatı.
iştira is. (iştira:) Ar. iştira' esk. Satın alma. iştira etmek satm almak.
iştirak, -ki is. (-ra:ki) Ar. iştirak 1. Ortaklık, ortak olma, paydaşlık. 2. Bir işte yer alma, paydaşlık etme. 3. Bir işe, bir düşünceye katılma, katılım, iştirak etmek 1) katılmak: "Mediha kendinin iştirak etmediği herhangi bir davranışa düşmandır." -H. E. Adıvar. 2) ortak olmak.
iştirakçi is, 1, Ortaklık eden, ortak olan, 2. Sosyal güvenlik bakımdan bir sandık vb. bir kuruma bağlı olan memur, işçi. 3. Katılımcı.
iştirakçilik, -ği is. İştirakçi olma durumu.
iştiyak is. (-ya:h) Ar. iştiyak esk. 1. Göreceği gelme, özleme. 2. Güçlü istek, arzu: "Bir asırdan beri birkaç neslin iştiyakı budur." -Y. K. Beyatlı. iştiyak duymak göreceği gelmek, özlemek.
iştiyaklı sf. İştiyakı olan: "Belki de bu, çıkıp salınması beklenen bir sevgiliye söylenmiş iştiyaklı bir yalvarıştır." -S. Ayverdi.
işve is. Ar. 'işve Kadınların ilgi çekmek, gönül çelmek için takındıkları hoş, aldatıcı tavır, kırıtma, naz, cilve, eda: "Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri, işveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri..." -Y. K. Beyatlı.
işveli sf. Nazlı, cilveli, edalı, şivekâr: "Utangaç ve arzulu, tedirgin ve işveli, yorganı hızla açarak kaydı altına." -Ç. Altan.
işveren is. İşçileri ücretle çalıştıran gerçek veya tüzel kişi, çalıştıran, patron: "Fabri-. kalan, atölyeleri gezin, işçilerle, işverenlerle konuşun." -S. F. Abasıyanık.
işyar is. esk. Bir işle görevli olan kimse, görevli, memur.
iş yeri is. 1. Bir görevin yapıldığı yer. 2. huk. İşçinin iş sözleşmesine göre çalıştığı yer.