inayet is. (ina.yet) Ar. 'inayet esk. İyilik, kayra, atıfet, ihsan, lütuf, inayet etmek (veya eylemek) iyilik ve yardım etmek, kayırmak, lütfetmek, inayet ola "Allah versin" anlamında, dilencileri savmak için kullanılan bir söz. inayette bulunmak inayet etmek.
-ince bk. -ınca / -ince vb.
ince sf 1. Kendi cinsinden olanlara göre, dar ve kalınlığı az olan, kalın karşıtı: ince minare. İnce değnek. İnce kitap. 2. Zayıf: "Sarısın, kuru, ince bir kadındı." -Y. K. Beyatlı. 3. Taneleri ufak, iri karşıtı: İnce un. İnce kum. 4. Küçük ayrıntıları çok olan, aşırı özen gerektiren, kaba karşıtı: İnce nakış. 5. Akışkanlığı çok olan, yoğun ve koyu olmayan (sıvılar). 6. Tiz (ses), pes karşıtı: "ince bir çocuk sesinin hırçınlaştığı, ağladığı işitildi." -R. N. Güntekin. 7. Hafif, gücü az: "Hiçbir hareket bu gülüş kadar belirsiz ve ince değildir." -S. F. Abasıyanık. 8. mec. İyiden iyiye, enikonu, ayrıntılı: "Benim hasta olduğum günlerde her şey uzun uzun düşünülmüş, ince hesaplarla hazırlanmıştı. " -R. N. Güntekin. 9. mec. Düşünce, duygu veya davranış bakımından insanın sevgi ve saygısını kazanan, zarif, kaba karşıtı: Dostum şair, yazar Sabahattin Teoman, yazdığı ince bir mektupla durumu düzeltiyor. ince eleyip (veya eğirip) sık dokumak bir şeyi en küçük ayrıntılarına kadar araştırmak, gözden veya elden geçirmek: "Annesinin bu meseleyi nasıl ince eleyip sık dokuyacağını biliyordu." -O. Kemal.
→ ince ağrı, ince ayrım, ince bağırsak, ince donanma, ince gül yağı, ince hastalık, ince is, ince kesim, ince saz, ince ses, ince sıva, ince tutkal, ince ünlü, ince yağ, ince yapılı, ince zar, inceden inceye
ince ağrı is. hlk. Verem.
ince ayrım is. En küçük ayrıntısına kadar İnme, çalar, nüans.
ince bağırsak, -ğı is. anat. Sindirim borusunun mideden kaim bağırsağa kadar olan yiyeceklerin sindirilmesi görevini yapan bölümü.
incecik, -ği sf. (i'ncecik) Çok ince: "Birincisi o incecik o dal gibi kız / Şimdi galiba bir tüccar karısı." -O. V. Kanık.
incecikten zf. (i'ncecikten) Belli belirsiz: "İncecikten bir kar yağar / Tozar Elif Elif diye. " -Karacaoğlan.
inceden sf 1. İnce yapılı. 2. Duygulu.
→ inceden inceye
inceden inceye zf. 1. Ayrıntılara inerek, önem vererek, titizlikle, titizce: "Her tarafını inceden inceye araştırıyorlar gümrükte." -R. Enis. 2. Hafif, belirsiz, tiz olmayan bir sesle.
ince donanma is. den. esk. Hafif gemilerden kurulmuş donanma.
ince gül yağı is. Su buharı dağıtmasıyla elde edilen soluk san renkli, gül kokulu bir sıvı.
ince hastalık, -ğı is. hlk. Verem.
ince iş is. 1. Nakış. 2. mec. Özenli ve hesaplı davranış: "ince işlere pek aklı ermezdi, politikacı ve partici sayılmazdı." -R. H. Karay.
ince kesim is. Kemikleri ince ve zayıf.
inceleme is. 1. İncelemek işi, tetkik. 2. ed. Bir bilim veya sanat konusunu her yönüyle geniş biçimde açıklayan eser veya yazılı araştırma: "İlk çalışmaları daha çok deneme ve inceleme türünde olmuş, bunları edebi hatıraları izlemiştir."-A. Ş. Hisar.
→ uzman incelemesi
incelemeci is. İnceleme yapan kimse.
incelemecîlik, -ği is. İncelemeci olma durumu.
incelemek (-i) Bir işi veya bir şeyi ele alıp özelliklerini, ayrıntılarını inceden inceye, özenle anlamaya, öğrenmeye çalışmak, tetkik etmek: "Ne kitap okur ne de başkalarının düşüncesini inceler." -S. Birsel.
inceleniş is. İncelenme işi veya biçimi.
incelenme is. İncelenmek işi.
incelenmek (nsz) İnceleme işi yapılmak.
inceletiş is. İnceletme işi veya biçimi.
inceletme is. İnceletmek işi.
inceletmek (-i, -e) İnceleme işini başkasına yaptırmak, birinin incelemesini sağlamak. inceleyici is. 1. İnceleyen, araştırma yapan kimse, müdekkik. 2. Bir şeyin özelliklerini anlamak amacı taşıyan bakış.
inceleyicilik, -ği is. İnceleyici olma durumu.
incelik, -ği is. 1. İnce olma durumu. 2. înce davranış gösterme, zarafet, nezaket: "Yüzündeki incelik, olgunluk, onu bambaşka seviyede bir erkek gösteriyor." -H. E. Adıvar. 3. Bir işin herkesçe görülemeyen nitelikleri: "Oyunculuk sanatının inceliklerini ya ustalarından öğrenip ya da kendi kendine arayıp bularak sonradan edinmişti. " -H. Taner. 4. Ayrıntı: "Necati'ye vaziyeti bütün inceliğiyle anlattım." -O. Kemal.
inceliş is. İncelme işi veya biçimi.
incelme is. İncelmek işi.
incelmek (nsz) 1. İnce duruma gelmek: "Sahnede siyah organtin tuvaletiyle beli incelmiş, göğsü kabarmış." -R. H. Karay. 2. Zayıflamak: "İstasyonda mavi gözleri solmuş, incelmiş bir nefer Hasan'ı karşıladı." -H. E. Adıvar. 3. Sıvı, koyu durumdan akışkan duruma gelmek, akışkanlığı artmak. 4. mec. Davranışları incelik kazanmak, kibarlaşmak: "Avrupa görmüş, incelmiş bir delikanlıya kızların nasıl içi gitmesin." -H. Taner.
inceltici is. Boyaların yoğunluğunu azaltmak, sulandırmak amacıyla kullanılan kimyasal birleşimlerin genel adı, tiner,
inceltiş is. İnceltme işi veya biçimi.
inceltme is. İnceltmek işi veya durumu.
→ inceltme işareti
inceltme işareti is. dbl. Düzeltme işareti.
inceltmek (-İ) İnce duruma getirmek.
incerek, -ği sf. Zayıfa yakın, incecik: "İncerek, uzunca boylu, düzgünce yüzlü, sessiz, terbiyeli bir oğlan." -M. Ş. Esendal.
ince saz is. müz. Türk müziğinde keman, ney, tambur, kemence, ut, kanun, daire vb. çalgılardan ve okuyuculardan oluşan, fasıl yapan topluluk.
ince ses is. müz. Titreşim sayısı çok olan ses, tiz ses.
ince sıva is. mim. Kaba sıva üzerine ince kum ve çimento karışımıyla yapılan düzgün sıva.
ince tutkal is. Uygun sıvılarla akıcılığı artırılmış sıvı tutkal.
ince ünlü is. dbl. Dilin ileriye sürülmesıyle ön damakta oluşan ünlü: e, i, ö, ü.
ince yağ is. Yakıt olarak veya yağlamada kullanılan akışkan nitelikteki mineral yağ.
ince yapılı sf. Narin, nazik, zayıf: "Binbaşı, uzun boylu, ince yapılı, uzun kır bıyıklı..." -M. Ş. Esendal.
ince zar is. onat. Beyni, omuriliği saran zarların en altta olanı.
inci is. 1. İstiridye gibi bazı kavkılı deniz hayvanlarının içerisinde oluşan, değerli, küçük, sert, sedef renginde süs tanesi. 2. incilerden oluşan takı: "Yalıdaki ev, Dürnev Hanım'in halılarım, incilerini gözden çıkarmasıyla kurtuldu." -N. Cumalı. 3. tkz. Yanlışlığı sebebiyle gülünç olan söz veya cümle, inci gibi küçük, temiz, güzel ve düzgün: "Pek âlâ elinde İnci gibi yazısı var, daha ziyade okuyup da ne olacak?" -M. Ş. Esendal. (ağzından) inci saçmak birbirinden güzel sözler söylemek.
→ inci balığı, inci çiçeği, inci taşı
inci balığı is. zool. Sazangillerden, pullarından inci yapılan küçük bir balık (Alburnus alburnus).
inci çiçeği is. bot. Zambakgillerden, temren biçimindeki yaprakları arasında, ince bir sap üzerinde küçük çan biçiminde beyaz çiçekler açan bir süs bitkisi, müge (Convallaria majalis): "Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçeklerinin arasında kaybolurken arkasından baktım." -R. H. Karay.
incik, -ği is. 1. anat. Baldır. 2. hlk. Bazı bölgelerde diz, ayak bileği, baldır veya kaval kemikleri.
→ incik boncuk, incik kemiği
incik boncuk, -ğu is. Değersiz ufak tefek süs eşyası.
incik kemiği is. anat. Diz kapağından topuğa kadar olan kemik.
İncil öz. is. Ar. incil Hz. İsa'ya indirilen kutsal kitap.
incinme is. İncinmek işi.
→ doğum incinmesi
incinmek (nsz) 1. Çarpma, sıkışma, burkulma vb. etkenlerle vücudun bir yeri ağrı verir duruma gelmek: "İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar." -F. N. Çamlıbel. 2. (-den) mec. Birinin herhangi bir davranışı yüzünden üzüntü duymak, gücenmek, kırılmak.
incir is. Far. encir bot. 1. Dutgillerden, asıl yurdu Akdeniz kıyıları olan, yapraklan geniş dilimli bir ağaç (Ficus carica). 2. Bu ağacın yaş veya kuru olarak yenilen etli, tatlı yemişi, ballıdarı, incir çekirdeğini doldurmamak çok az veya çok önemsiz: "... toplum hayatımızda incir çekirdeğim doldurmayan ne haberlerle uğraşıyoruz..." -T. Halman.
→ incir kuşu, kuru incir, lop incir, yabani incir, balçık inciri, firavun inciri, Frenk inciri, Hint inciri, kavak inciri, patlıcan inciri, yaban inciri
incir kuşu is. zool. Kuyruksallayangillerden, en çok İncir ve başka yemişlerle beslendiği için zararlı sayılan ve avlanılan küçük bir kuş (Anthus trivialis).
incirlik, -ği is. 1. İncir yetiştirilen alan, incir bahçesi. 2. İncir ağaçlan çok olan yer: "Tam öğle vakti incirlikte iğne atsanız düşecek yer kalmamıştı." -O. C. Kaygılı.
incirsi meyve is. bot. Gerçek bir meyve olmayan, yumurtalıklardan değil, çiçeklikten oluşan İncire benzer meyve.
inci taşı is. min. Feldspat cinsinden, suyu az ve eridiği zaman inciye benzeyen taneleri olan yanardağ kaynaklı cam.
incitici sf. İnciten, dokunaklı, gönül kırıcı (söz veya davranış).
inciticilik, -ği is. İncitici olma durumu.
incitilme is. İncitilmek işine konu olma veya incitmek işi yapılma.
incitilmek is. İncitme İşi yapılmak. incitiş is. İncitme işi veya biçimi. incitme is. İncitmek işi.
→ incitmebeni
incitmebeni is. hlk. Kanser.
incitmek (-i) 1. İncinmesine yol açmak: "Sol ayağımı geçen gün biraz incitmiştim." -A. Gündüz. 2. mec. Kötü söz veya davranışla birini kırmak, üzmek: "Bu gibi işlerin halkı incitmeyeceğini söylediler."-M. Ş. Esendal.
→ karıncaincitmez
incizap, -bı is. (inciza:p) Ar. incizâb esk. 1. Çekme, çekilme. 2. Cazibeye tutulma, ilgi duyma: "Kâtibe karşı incizabı, halk türkülerine bile geçti." -Y. K. Beyatlı.
inç is. İng. inch mat. Futun on ikide biri olan, uzunluğu 2,54 cm olan İngiliz uzunluk ölçü birimi, parmak, pus.
indeks is. Fr. index 1. Dizin. 2. Bir gelişimi gösteren nicelikler veya değerler arasındaki ilişki: Fiyat indeksi. Geçim indeksi.
indeterminist is. Fr. indeterministe fel. Belirlenmezci.
indeterminizm is. Fr. indeterminisme fel. Belirlenmezcilik.
indi sf. (indi:) Ar. 'indi esk. Herkesçe kabul edilebilecek bir temele bağlanamayıp yalnız bir kişinin kendi kanısına dayanan: "Bizden evvelki zamanların tarihleri hep değilse de ekseriyetle indi vesikalara istinat etmiştir." -A. Gündüz.
indibindi is. Dolmuş taşımacılığında belli bir alan içinde yapılan en kısa yolculuk.
indifa is. (indifa:) Ar. indifa' jeol. esk. 1. Püskürme. 2. Başkaldırma, isyan etme, ayaklanma. 3. tıp Kızamık, kızıl vb. hastalıklarda vücutta kırmızı lekeler görülme, indifa etmek yanardağ püskürmek.
indifai sf. (indifaıi:) Ar. indifö'ı esk. 1. Püskürten (yanardağ). 2. Döküntülü (hastalık).
indikatör is. Fr. indicateurfiz. Gösterge.
indinde zf esk. 1. Bir kimseye göre: "Onun indinde varlığın, dirliğin, bir kara mangır kadar dahi hükmü olmadığım bilirlerdi." -S. Ayverdi. 2. Yanında.
indirgeme is. kim. ve mat. İndirgemek işi, irca.
indirgemek (-i) 1. Daha kolay ve yalm duruma getirmek: İlk İlke her şeyi en yalına indirgemekti. 2. kim. Bir maddenin oksijenini alarak oksit özelliğini yok etmek, irca etmek. 3. mat. Bir İşlemi daha kısa veya daha yalm bir biçime sokmak, irca etmek.
indirgen sf kim. Oksit durumundaki cisimlerin oksijenini alma veya daha düşük bir oksitleme derecesine indirme özelliği olan (madde).
indirgenebilir sf. kim. Daha düşük bir oksitleme derecesine indirilebilen.
indirgeniş is. İndirgenme işi veya biçimi.
indirgenlik, -ği is. İndirgen olma durumu.
indirgenme is. İndirgenmek işi.
indirgenmek (nsz) İndirgeme işi yapılmak.
indirgeyici is. kim. İndirgeme işini yapan, yapabilecek özellikleri taşıyan madde.
indirilme is. İndirilmek işi.
indirilmek (nsz) İndirme İşi yapılmak.
indirim is. Fiyatta yapılan değer düşürümü, tenzilat, iskonto: "Ankara Palas'ta kendisine dörtte üç oranında indirim yapılırdı." -Ç. Altan. indirim yapmak fiyatta değer düşürümü yapmak, iskonto yapmak.
→ rütbe indirimi
indirimli sf. Fiyatında değer düşürümü yapılmış, tenzilatlı, iskontolu.
→ indirimli satış
indirimli satış is. ekon. Belli bir süre İçin, sanayi odalarının onayıyla yapılan değer düşürümlü satış.
indiriş is. İndirme işi veya biçimi.
indirme is. İndirmek işi.
→ hava indirme
indirmek (-i) 1. Yüksekten, sarp ve kötü yerden veya yukarıdan aşağıya inmesini sağlamak: "Zeynep'i o sel yatağından, yağdan kıl çeker gibi indirdi." -Y. Kemal. 2. Bir taşıt veya binek hayvanından aşağıya almak. 3. Fiyatını azaltmak, düşürmek. 4. Hızla vurmak: "Genç adamın başına son darbeyi indirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5- Kapamak: Kepenkleri indirmek. 6. Yağmur, sis, birdenbire bastırmak: "Haberlerle birlikte hızlı bir yağmur indirdi." -N. Cumalı. 7. Kırmak, tahrip etmek: Göstericiler yapının camlarım indirmişler.
indirtme is. İndirtmek işi.
indirtmek (-i, -e) İndirme işini yaptırmak.
indis is. Fr. indice 1. Bir harf üzerine konulan işaret. 2. mat. Bir harf, benzer fakat yine de değişik biçimlerde iki veya daha çok kez kullanılmak istendiğinde harfin üstüne veya altına eklenen ayırıcı işaret. 3. mat. Bir kökün derecesini göstermek için kök işaretinin kolları arasına konulan sayı.
individüalist is. Fr. individuaîiste fel. Bireyci.
individüalizm is. Fr. individualisme fel. Bireycilik.
indiyum is. (i'ndiyum) Fr. indium kim. Atom numarası 49, atom ağırlığı 114,8 olan, gümüş parlaklığında, kurşundan daha kolay ezilen yumuşak bir element (simgesi in).
indükleç, -ci is. fh. İndükleme akımı elde etmeye yarayan araç.
indükleme is.fiz. İndüklemek işi.
→ indükleme akımı, indükleme makinesi, öz indükleme
indükleme akımı is. fîz. İndükleme yoluyla elde edilen elektrik akımı.
indüklemek (-i) fiz. Kapalı bir devreyi, şiddeti her an değişen bir manyetik alanın içine koyarak onun üzerinde bir elektrik akımı oluşturmak.
indükleme makinesi is. İndüklemeyle oluşan elektrik akımlarını üreten makine.
inebolukütüğü is. Karadeniz'de kereste taşımakta kullanılan bir tür küçük mavna.
ineç, -ci is.jeol. Tekne, yukaç karşıtı.
İnegöl köftesi is. İnegöl yöresine Özgü bir tür köfte.
inek, -ği is. 1. Dişi sığır. 2. argo Çok çalışan öğrenci. 3. kaba İbne. 4. sf mec. Aptal, bön.
→ inekhane, inek yağı, sağmal inek, denizineği, Macar ineği
inekçi is. 1. Sütünü ve süt ürünlerini satmak için inek besleyen kimse. 2. argo Ezberci, ezberleyerek öğrenen öğrenci.
inekçilik, -ği is. İnek besleme işi.
inekhane is. (inekhaıne) T. inek + Far. hâne İneklerin barındığı yer.
İnekleme is. İneklemek işi.
ineklemek (nsz) argo Çok çalışmak, ezberleyerek öğrenmek.
ineklik, -ği is. 1. İnek ahırı. 2. mec. Bönlük. 3. argo Aşırı çalışmaya rağmen anlayamama durumu.
inek yağı is. İnek sütünden yapılan katı yağ.
infak is. Ar. infâk huk. Nafaka verip bir kimsenin geçimini sağlama.
infaz is. (infa:z) Ar. infaz 1. huk. Yürürüm. 2. esk. Birine sözünü geçirme, infaz etmek yargı kararını yerine getirmek, uygulamak.
→ infaz masası, infaz memuru
infazcı is. Öldürme veya cezalandırma İşini yapan kimse.
infaz masası is. huk. Yargıca suçu sabit olan kişilerin yakalanarak haklarında verilmiş olan kararın yerine getirilmesini sağlayan güvenlik birimi.
infaz memuru is. huk. Yargıca suçu sabit olan kişilerin yakalanarak haklarında verilmiş olan kararın yerine getirilmesini sağlayan güvenlik memuru.
infial, -li is. (infia:l) Ar. infi'ül esk. 1. Birine İçerleme, gücenme, kızgınlık duyma. 2. Herhangi bir şeyden etkilenme. 3. fel. Edilgi. infial uyandırmak kızgınlığa yol açmak, öfke yaratmak, infiale kapılmak kızgınlık, öfke duymak.
infilak is. (infılâık) Ar. infilâk Güçlü bir biçimde patlama: "Bazen en ehemmiyetsiz bir kıvılcım en müthiş bir infilaka sebep olur." -R. N. Güntekin. infilak etmek 1) patlamak; 2) mec. birdenbire şiddetle ortaya çıkmak: "... biraz sonra hiddet, birikmiş kin, kıskançlık birdenbire infilak etti." -A. H. Tanpınar.
infinitezimal, -li sf. Fr. infinitesimal mat. Sonsuz küçük nicelikleri inceleyen (matematik kolu).
infirak is. Ar. infirâk esk. Ayrılma.
infirat, -di is. (infiraıt) Ar. infirâd esk. Topluluktan ayn durma.
infiratçı is. Yalnızcı.
infiratçılık, -ğı is. Yalnızcılık.
infisah is. Ar. infisah esk. 1. Bozulma, yürürlükten çıkma. 2. Dağılma. 3. mec. Kokuşma. infisah etmek 1) yürürlükten çıkmak; 2) bozulmak; 3) dağılmak; 4) mec. kokuşmak.
informatik, -ği is. Fr. informatiaue Bilişim.
İngiliz öz. is. (i'ngiliz) 1. İngiltere halkından olan kimse. 2. sf. ingiltere'ye veya İngiliz halkına özgü olan: İngiliz edebiyatı.
→ ingiliz anahtarı, İngiliz İngilizcesi, İngiliz ipi, İngiliz sicimi, ingiliz siyaseti, İngiliz tuza
İngiliz anahtarı is. tek. Somunları gevşetmeye veya sıkıştırmaya yarayan ve çeneleri paralel olarak açılıp kapanan kıskaç.
İngilizce is. (İngilizce) 1. Hint-Avrupa dil ailesinden, İngiltere'de, biraz farklı biçimiyle Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya ve İngiliz uygarlığını benimsemiş olan ülkelerde kullanılan dil, İngiliz İngilizcesi. 2. sf. Bu dile özgü olan: İngilizce kitap.
→ Amerikan ingilizcesi, ingiliz İngilizcesi
İngiliz İngilizcesi öz. is. İngilizce.
İngiliz ipi is. İngiliz sicimi.
İngiliz sicimi is. Çok sağlam, sık bükümlü sicim. İngiliz sicimi (veya ipi) ile asılmak bir işi ustasına yaptırmak.
İngiliz siyaseti is. Soğukkanlılık ve kurnazlıkla bir işi yapma veya yaptırma.
İngiliz tuzu is. kim. İç sürdürücü olarak kullanılan magnezyum sülfatı.
ingin sf. 1. Engin (II), münhat: "İngin yerlere gittim mi, daha bir iyilik, daha bir ferahlık duyuyorum kendimde." -N. Ataç. 2. is. tıp Nezle: Burun ingini. Göğüs ingini. Bağırsak ingini.
→ bağırsak ingini, göğüs ingini
inginlik, -ği is. 1. İngin olma durumu. 2. mec. Güçten düşme, yaşlanma, inhitat.
inha is. (inha:) Ar. inha' esk. Resmî bir göreve atama veya bir üst aşama için yazılan yazı: "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, yürütme organının teklif, inha, atama veya onamasına bağlı resmî ve özel herhangi bir işle görevlendirilemez." -Anayasa, inha etmek atamak için öneride bulunmak.
inhibitör is. Depolanan benzinlerde gazlaşmayı, yağlama yağlanndaki renk değişimini, türbin yakıtlarında korozyonun istenmeyen etkilerini önleme veya geciktirme vb. amaçlar için kullanılan, petrol ürünlerinde doğal olarak bulunan veya çok küçük oranlarda sonradan katılan bir madde.
inhidam is. (inhida:m) Ar. inhidam esk. Çökme, yıkılma.
inhilal, -li is. (inhilâ:l) Ar. inhilal esk. 1. Dağılma, bölünme, parçalanma. 2. Açılma. 3. kim. Ayrışma, erime, inhilal etmek 1) dağılmak; 2) açılmak.
inhimak, -ki is. (inhima;k) Ar. inhimak esk. Bir şeye aşırı düşkünlük gösterme, kapılma.
inhina is. (inhina:) Ar. inhina esk. 1. Eğrilme, bükülme. 2. mec. Birine baş eğme, yumuşaklık gösterme: "Ona küçük bir samimiyet kelimesi ile hitap ederken sesimin inhinası bile yeni değildi." -H. C. Yalçın.
inhiraf is. (inhira:f) Ar. inhiraf esk. Sapma, başka bir tarafa meyletme, inhiraf etmek sapmak.
inhisar is. (inhisa.r) Ar. inhisar 1. Tekel. 2. mec. Tek başına sahip olma. inhisar etmek 1) yalnız ... üzerine olmak, yalnız ... için olmak, ...-den dışarı çıkmamak, bir şeyle sınırlanmak: Konuşmamız bu meseleye inhisar etmeli. 2) verilmek, tanınmak: Söz hürriyeti şu kürsüye inhisar etmiş bulunuyordu, yarın buradan konuşmak hakkından da mahrum olacağız." -Y. K. Karaosmanoğlu. inhisara almak (veya inhisarına almak) tekeline almak, inhisarında olmak tekelinde olmak: Vatanperverlik kimsenin inhisarında değildir.
inhisarcı is. Tekelci: "Bu büyüklü küçüklü insanların birbirlerine düşkünlüğü, tek taraflı, inhisarcı bir sevgi ve alaka değildi." -S. Ayverdi.
inhisarcılık, -ğı is. Tekelcilik.
inhitat is. (inhita:t) Ar. inhtitât esk. 1. Çökme, gerileme, alçalma: "Yükselmeyen düşer / Ya terakki ya inhitat." -T. Fikret. 2. Güçten düşme, inginlik, yaşlanma: "Evvelce pek meşhurken artık sesinin bozulmaya başladığı, inhitat zamanlarına geldiği söylenirdi. " -A. Ş. Hisar, inhitat etmek çökmek, gerilemek.
ini is. hâk. Kayınbirader.
inik, -ği sf. İnmiş, indirilmiş: "Pencere perdeleri hep inikti." -A. Gündüz.
→ inik deniz
inikas is. (inikâ.s) Ar. in'iküs esk. 1. fiz. Yansı. 2. Yankı. 3. ekon. Piyasada tepki veya etki. inikas etmek 1) yansımak; 2) yankılanmak.
inikat, -di is. (inika:t) Ar. in'ikad esk. 1. Toplanma, birleşim. 2. Anlaşma, kararlaştırma.
inik deniz is. coğ. Gelgit sırasında sular çekildiğinde denizin durumu.
inilemek (nsz) esk. bk. inlemek: "Görün ben neler çekerim / Derdim vardır inilerim." -Yunus Emre.
inilme is. İnilmek işi.
inilmek İnme işi yapılmak: "İstanbul'a vapurla, parayla inilir." -S. F. Abasıyanık.
inilti is. İnleme sesi: "Yavaş yavaş kendine gelen anne, ıstıraplı iniltileri arasında itiraz ediyordu." P. Safa.
iniltili sf. İnleme sesiyle yüklü, inlemeli.
inim inim zf. "Sürekli olarak inlemek, çok sıkıntıda olmak" anlamlarındaki inim inim inlemek ve "birini büyük sıkıntıya sokmak" anlamındaki inim inim inletmek deyiminde geçen bir söz: "Bunlardan çekmediğim kalmadı, beni inim inim inlettiler." -A. Ş. Hisar.
inisiyatif is. Fr. initiative 1. Öncecilik, üstünlük. 2. Karar verme yetkisi. 3. Gerekli kararları almayı bilen kişinin niteliği, inisiyatifi ele almak (veya geçirmek) Önceliğe, üstünlüğe sahip olmak, inisiyatifini kullanmak gerekli kararları öncelikle almak.
inisyal, -li is. Fr. initial İlk satırın ilk harfinin büyük puntoda ve süslü yazılarla dizilme işlemi.
iniş is. 1. İnme işi veya biçimi. 2. Yukarıdan aşağıya gittikçe alçalan eğimli yer, yokuş karşıtı: inişte yol uzadıkça uzadı. 3. mec. Gerileyiş, çöküş. 4. sp. Araçlı jimnastikte, atlayarak veya hızlanarak araçtan ayrılma durumu.
→ iniş aşağı, iniş çıkış, iniş takımları, iniş yokuş, yumuşak iniş
iniş aşağı zf. İnişte aşağıya doğru.
iniş çıkış sf. Engebeli olan.
inişli sf. İnişi olan, bayır aşağı.
→ inişli çıkışlı, inişli yokuşlu
inişli çıkışlı sf. Hem inişi hem çıkışı olan (yol), İnişli yokuşlu.
inişli yokuşlu sf. İnişli çıkışlı.
iniş takımları ç. is. Uçağın yere inişini sağlayan donanımlar.
iniş yokuş sf. Hem inişi hem çıkışı olan.
inkâr is. (inkâ:r) Ar. inkâr 1. Yaptığını, söylediğini, tanık olduğunu saklama, gizleme, yadsıma. 2. Kabul etmeme, tanımama, inkâr etmek (veya inkârdan gelmek) yaptığı bir işi, söylediği sözü veya tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, bilmediğini, görmediğini söylemek, yaptığını saklamak, yadsımak: "Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini, birçok adamlar inkâr edecek." -Ö. Seyfettin.
inkarcı is. İnkâr eden kimse.
inkarcılık, -ğı İnkarcı olma durumu.
inkıbaz is. Ar. inkıbaz esk. 1. Toplanma, büzülme. 2. Sıkıntı, keder. 3. Kabız.
inkılap, -bı is. (-lâ:bı) Ar. inkilâb 1. Toplum düzenini ve yapısını daha iyi duruma getirmek için yapılan köklü değişiklik, iyileştirme, devrim, reform: Yazı inkılabı. 2. esk. Bir durumdan başka bir duruma geçiş, dönüşüm: "Münevver Türk kadını inkılaptan çok evvel çarşafı atmış ve kaçgöçü kaldırmıştı. " -P. Safa. inkılap etmek bir durumdan başka bir duruma dönüşmek.
inkılapçı is. İnkılap yanlısı veya inkılap yapan kimse: "Bunlardan biri salon eğlencelerine pokeri de ilave etmiş bir genç inkılapçı idi." -R. N. Güntekin.
inkılapçılık, -ğı is. İnkılapçı olma durumu.
inkıraz is. (inkıra:z) Ar. inkirâz esk. Batma, dağılma, çöküş, yok olma, son bulma: "Taksim, hicret ve inkırazla harp arasında bırakıldık." -F. R. Atay. inkıraz bulmak batmak, çökmek, dağılmak, yok olmak, son bulmak, inkıraz gelmek çökmek, dağılmak: "O zaman da bozgun ve inkıraz geldi, çattı." -F. R. Atay. inkıraza uğramak batmak, dağılmak, çökmek, yok olmak.
inkısam is. (inkısa:m) Ar. inkisâm esk. 1. Bölünme, taksim edilme. 2. Parçalanma.
inkıta is. (inkıta:) Ar. inkitâ' esk. Kesilme, kesinti, inkıtaya uğramak kesilmek.
inkıyat, -di is. (inkıya:t) Ar. inkiyüd esk. Boyun eğme, uyma. inkıyat etmek boyun eğmek.
inkisar is. (inkisa:r) Ar. inkisar esk. 1. Kırılma. 2. Gücenme, gönlü kırılma. 3. mec. İlenme, ilenç. inkisar etmek (veya inkisarda bulunmak) ilenmek, inkisarı tutmak ilenci gerçekleşmek.
→ inkisarıhayal
inkisarın ayal, -li is. (inkısaırıhayal) Ar. inkisar + hayâl esk. Beklediğini, umduğunu bulamamaktan doğan düş kırıklığı, hayal kırıklığı: "Eyvah, benim külüstür çiftliği, Avrupa çiftlikleri gibi bir şey zannetmiş... İnkisarıhayale uğrayacak." -R. N. Güntekin.
inkişafa. (inkişa:f) Ar. inkişâf esk. 1. Gelişme, gelişim: "Kocam, hadiselerin inkişafım beklemek lazımdır diyor." -H. E. Adıvar. 2. mat. Açınım, inkişaf etmek gelişmek: "Yazıya istidadım epeyce inkişaf etmişti." -Y. K. Beyatlı. inkişaf ettirmek geliştirmek.
inleme is. İnlemek işi.
inlemek (nsz) 1. Acı, üzüntü belirten kesik sesler çıkarmak; "Elleri bağlı ve çıplak kadın, gözleri kapalı inliyordu." -Ö. Seyfettin. 2. Gür, uğultulu, yankılı ses çıkarmak: Yer gök inlesin.
inletme is. İnletmek işi.
inletmek (-i) 1. İnlemesine yol açmak. 2. mec. Çok eziyet vermek, eziyet çektirmek.
inleyiş is. İnleme işi veya biçimi.
inme is. 1. İnmek işi. 2. tıp Vücudun bir bölümünde hareket ve hissetmenin kalkması, felç, nüzul, inme inmek vücudun bir yerinde hareket ve hissetme kalmamak, felç gelmek: "Sağ yanına inme inmiş. Hekimler epeyce çalıştılar, ilaç verdiler, kan aldılar ise de fayda etmedi." -M. Ş. Esendal.
→ dağdan inme, küt inme, tepeden inme
inmek, -er (-den) 1. Yüksekten veya yukarıdan aşağıya doğru gelmek, çıkmak karşıtı. 2. Bir taşıt veya binek hayvanından yere basmak: "Tramvayın ön tarafından hızla inerken, arkasından bir sesin bağırdığını gördü." -P. Safa. 3. Dağ, tepe vb. yüksek bir yerden gelmek: Dağdan kurt indi. 4. (-e) Bir yerden başka bir yere gitmek, varmak: "Hey gidi gençlik hey! Unutulmaz günlerdi onlar. Yenikapı'ya, meyhanelere indik mi şöyle bir..." -A. İlhan. 5. (-e) Konaklamak: "Samananbarı köyünün en büyük ve gösterişli evine inmişlerdi." -H. E. Adıvar. 6. (nsz) Alçalıp eski durumuna dönmek: Sular indi. Şiş indi. 7. (nsz) Fiyatı düşürmek: Bin lira daha indim, gene almadı. 8. Değeri düşmek: Altın fiyatları indi. 9. (-e) argo Vurmak: Şimdi kafana inerim'. 10. (nsz) Yıkılmak: Yağmurdan duvar inmiş. 11. (-e) İnme gelmek: Sağ tarafına inmiş. 12. Bir yeri kaplamak, basmak veya bir yerden akmak, kaymak: "Gemi baş döndüren zaferli bir gürültüyle indi sulara..." -Ç. Altan. 13. Uzamak, ulaşmak: "Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki zeytinlik ta vadiye kadar iniyordu." -Ö. Seyfettin. 14. Ağmak. 15. Sayısı azalmak: "Evvelden daha çok olduğumuzu zannettiğim hâlde sayımız son günlerde bu miktara inmiştir." -R. N. Güntekin.
→ indibindi, günindi
inmeli sf. Bir tarafında inme bulunan, mefluç: "Hastanın sağ tarafı inmeli." -P. Safa.
inorganik, -ği sf. (i'norganik) Fr. inorganigue 1. Cansız olan: Mineraller inorganik maddelerdir. 2. kim. Organik olmayan, anorganik. 3. is. biy. Hücrelerin cansız bölümleri. 4. is. tıp Organlardaki bozukluktan ileri gelmeyen hastalık.
→ inorganik kimya, inorganik öge
inorganik kimya is. kim. Canlıların dışında, yer kabuğunu oluşturan, bütün kimyasal maddeleri inceleyen kimya dalı.
inorganik öge is. kim. Besinlere koruyucu olarak eklenen bazı asit türü.
insaf is. (-sa:fı) Ar. insaf 1. Acımaya, vicdana veya mantığa dayanan adalet: Sende insaf yok mu, adamcağız bu borcu birden verirse, İşi bozulmaz mı? 2. ünl. "Acı, düşün" anlamlarında bir seslenme sözü: İnsaf! Oraya yarım saatte gidilir mi? insaf etmek acımak, hakkını tanımak, insafa gelmek acımasız ve haksız tutumdan vazgeçmek, insafına kalmış bir şeyin bir kimsenin doğruluğuna, adaletine ve isteğine bağlı olduğunu belirten bir söz.
insaflı sf İnsafı olan, acıyarak hakkını vererek davranan, vicdanlı, imanlı: "Basitlik, aleladelik derken belki de biraz insaflı davranıyorum. " -O. V. Kanık.
insaflılık, -ğı is. İnsaflı olma durumu.
insafsız sf. İnsafı olmayan, vicdansız, imansız: "Dünyanın en insafsız elleri sanki beni kırbaçlarla, sopalarla dövdüler." -H. C. Yalçın.
insafsızca zf (insafsızca) İnsafsız bir biçimde, gaddarca.
insafsızlık, -ğı İnsafsız olma durumu, insafsızca davranma, vicdansızlık: "Bu işlerle uğraşan insanların hepsini yalancı ... addetmek insafsızlık olur." -R. N. Güntekin. insafsızlık etmek acımamak, insafsızca, vicdansızca davranmak.
insan is. Ar. insan 1. İki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, akıl ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı. 2. Bu türden olan canlı. 3. Kişi, şahıs, âdemoğlu, âdem evladı: "O yaşta insan hiç düşünmeden sadece yaşamaya bakar." -H. Taner. 4. sf. mec. Huy ve ahlak yönünden üstün nitelikli (kimse), insan ayağı değmemiş (veya basmamış) içine insan girmemiş, içinde insan olmayan: "Yine yeşil yosunlu, insan ayağı değmemiş gibi yokuşlar var ağaçlı..." -S. F. Abasıyanık. insan eli değmemiş (veya dokunmamış) bakımsız kalmış yer. insan eti yemek birini çekiştirmek. insan gibi insanlara yaraşır biçimde. insan gönlünün artığını söyler insanlar şaka yaparken içlerinden geçeni yansıtırlar. insan içine çıkmak toplum içine karışmak, başkalarıyla ilişki kurmak, insan konuşa konuşa, hayvan koklaşa koklaşa insanlar konuşarak birbirlerini daha iyi anlarlar. insan kuş misali uzakça bir yere gidildiğinde söylenen bir söz. insanın adı çıkacağına canı çıksın haklı veya haksız yere adı bir defalık kötüye çıktı mı, ondan sonra yaptıkları hep o gözle değerlendirilir.
→ insan başlı, insan biçimcilik, insan bilimi, insan coğrafyası, insan evladı, insan hâli, insaniçincilik, insan kurusu, insan müsveddesi, insan sarrafı, insanüstü, üst insan, bilim insanı
insan başlı sf. İnsan kafalı, androsefal.
insan biçimcilik, -ği is. fel. İnsanın niteliklerinin başka bir varlığa, özellikle Tanrı'ya aktarılması, antropomorfizm.
insan bilimci is. Antropolog.
insan bilimî is. Antropoloji.
insan bilimsel sf. Antropolojik.
insanca sf. (insa'nca) 1. İnsana yakışan, insana özgü olan, insanla ilgili. 2. zf. İnsana yakışır biçimde: "İnsana insanca muamele etmek, Türk geleneğinde bir fevkaladelik sayılmazdı." -S. Ayverdi. 3. zf. İnsan bakımından: İnsanca kayıp yok.
insancı sf. İnsancıl.
insancıl sf. 1. İnsan seven. 2. İnsanla ilgili: "Böylesi bir yaklaşım arzusunu sarmalayacak insancıl birikimden yoksundum." -Ç. Altan. 3. İnsana değer veren: "İşte o gün hocamızın yine insancıl bir yanım keşfetmiştik. " -H. Taner. 4. fel. İnsancılık yanlısı olan, hümanist.
insancılık, -ğı is. 1. Eski Yunan ve Latin kültürünü en yüksek kültür örneği olarak alan ve Orta Çağın skolastik düşünüşüne karşı XIV. yüzyılda doğan felsefe, bilim ve sanat görüşü, hümanizm, hümanizma: "Mektupları ... hep aynı incelik, aynı candanlık, aynı insancıllık ile dolu idiler." -H. Taner. 2. fel. İnsanlık sevgisini, insan ululuğunu en yüce amaç ve olgunluk sayan öğreti, hümanizm, hümanizma.
insancıllaşma is. İnsancıllaşmak işi.
insancıllaşmak (nsz) İnsancıl duruma gelmek.
insan coğrafyası is. coğ. Beşerî coğrafya.
insan evladı is. İyi insan, iyi kimse.
insangiller ç. is. zool. Fosil durumunda yaşayan insanı kapsayan familya.
insan hâli zf. İnsanlık hâli.
insanımsılar ç. is. zool. İnsansılar.
insani sf. (insa:ni:) Ar. insanı İnsanca: "Öteden beriden konuşabilirler, hatta birbirlerinin hâline insani bir alaka gösterebilirlerdi. " -R. N. Güntekin.
→ insani yardım
insaniçincilik, -ği is. fel. İnsanı evrenin merkezi sayan, bütün öbür yaratıkların insan için yaratılmış olduklarını söyleyen dinî nitelikli öğreti, antroposantrizm.
insani yardım is. 1. Doğal afet zamanlarında insanın temel gereksinimleri olan sağlık, barınma vb. konularda yapılan yardım. 2. İyilik olsun diye yapılan herhangi bir yardım.
insaniyet is. (insa:niyet) Ar. insüniyyet İnsanlık: "Kalbim büyük ve güzel şeylerin aşkıyla genişliyor, bütün insaniyeti kucaklıyordu." -H. C. Yalçın, insaniyet namına insanlığa yakışır duygulara uyarak: "Hakkında bilgisi olanların aşağıdaki adrese bildirmelerini insaniyet namına rica ederim." -S. F. Abasıyanık.
insaniyetli sf. İnsanlığı olan, mürüvvetli: "Şöyle böyle derler amma, erkeklerin içinde de ne insaniyetlileri var." -R. N. Güntekin.
insaniyetsiz sf İnsanlığı olmayan, mürüvvetsiz.
insaniyetsizlik, -ği is. İnsaniyetsiz olma durumu.
insan kafalı sf. İnsan başlı.
insan kurusu sf. Çok zayıf (kimse).
insanlaşma is. İnsanları maymunlardan ayıran evrim süreçlerinin hepsi.
insanlaşmak (nsz) İnsanca davranma özelliği kazanmak, insana yaraşır biçimde davranmak.
insanlı sf Çevresinde, içinde insan bulunan.
insanlık, -ğı is. 1. İnsan olma durumu. 2. İnsanca davranma. 3. İnsanların tümü, beşeriyet: İnsanlık âlemi. 4. Doğru dürüst insana yakışır durum, adamlık, ademiyet. 5. İnsanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin hepsi. 6. İnsanın değerini, saygınlığını veren Öz, insana yaraşır yaşama ve düşünme ilkesi: "Benim ona fenalık etmem, insanlığa aykırı bir şeydir." -R. N. Güntekin. 7. İnsanı sevme, insan sevgisi, insancıl olma: "Öyle kimseler ki, insana insanlık dersi verebilirler." -Y. K. Karaosmanoglu. insanlık etmek insana yaraşır biçimde davranmak, insanlıktan çıkmak 1) çok zayıflamış olmak; 2) İnsana özgü niteliklerini yitirmek: "İki üç aydır şu Çukurova'da gezdik, gezdik, insanlıktan çıktık." -Y. Kemal.
→ insanlık hâli
insanlık hâli zf. Olabilir, hoş karşılamak gerekir, insan hâli: "İnsanlık hâli, bendeniz namazı terk etmiştim." -M. Ş. Esendal.
insan müsveddesi sf. Bir İnsanda bulunması gerekli niteliklerden yoksun olan (kimse).
insanoğlu is. (insa'noğlu) İnsan, âdemoğlu: "Ne kadar küçük olursa olsun, insanoğlu daha o yaştan çıkarım, içgüdüsü ile, aklı ile çok iyi bilir." -H. Taner, insanoğlu çiğ süt emmiş insanlardan tam bir doğruluk beklenmez.
İnsan sarrafı is. Adam sarrafı.
insansı sf. İnsana benzeyen, insanı andıran, antropoit.
insansılar ç. is. zool. Maymunları ve insangilleri içine alan maymunlar alt takımı, insanımsılar, antropoitler.
insansız sf. İçinde insan bulunmayan.
insanüstü sf İnsan gücünü ve yeteneklerini aşan, fevkalbeşer: "Hasan, onun için İsteklerine boyun eğilir, ölünceye kadar ayaklarının altında yaşamış, insanüstü bir erkekti." -H. E. Adıvar.
insektaryum is. (insekta'ryum) Fr. insectarium Bilimsel amaçlarla böcek inceleme, saklama, koruma yeri.
insicam is. (insica:m) Ar. insicam esk. 1. Düzgünlük, tutarlık, bağdaşım. 2. ed. Tutarlık.
insicamlı sf. Düzgün, tutarlı.
insicamlılık, -ğı is. Tutarlılık.
insicamsız sf Birbirini tutmayan, tutarsız.
insicamsızlık, -ğı is. İnsicamsız olma durumu.
insiraf is. (insira:f) Ar. inşirâfesk. Bükün.
insirafi sf. (insira:fî:) Ar. inşirâjî esk. Bükünlü.
insiyak is. (insiya:k) Ar. İnsiyak psikol. esk. İçgüdü: "Çok geçmeden haber çıkacağını kadınlık insiyakiyle derhâl sezmişti." -R. H. Karay.
insiyaki sf. (insiya:ki:) Ar. insiyaki esk. İçgüdülü: "Onları gören yolcular da insiyaki bir hareketle ayaklandılar." -A. Gündüz.
insülin is. Fr. insuîine tıp Şeker hastalığına karşı kullanılan bir hormon.
→ insülin iğnesi
insülin iğnesi is. Kanda şeker oranını düzenlemek amacıyla yapılan iğne.
inşa is. (inşa:) Ar. inşâ' 1. Yapı kurma, yapı yapma, kurma: Köprü inşası. 2. ed. Düz yazı veya şiir kaleme alma, yazıya dökme. 3. ed. Düz yazı. inşa etmek kurmak, yapmak.
inşaat ç. is. (inşa:a:t) Ar. inşâ 'ât 1. Yapı, yapı işleri: "Arsalar satıldıktan sonra inşaat başladı." -H. Taner. 2. Yapma işi, yapım: Gemi inşaatı.
→ inşaat çivisi, blok inşaat
inşaatçı is. 1. Yapı işlerini yöneten teknik görevli. 2. Yapı ustası.
inşaatçılık, -ğı is. İnşaat işleriyle uğraşma.
inşaat çivisi is. Çapı 2-7 mm, boyu 4-20 cm arasında değişen, başlı ve tepesi tırtıllı çivi.
inşallah ünl. (i'nşalla:h) Ar. in şâ'e Allah "Tanrı dilerse, Tanrı nasip ettiyse" anlamlarında dilek anlatan bir söz: "İnşallah memlekete hayırlı olursunuz." -Ç. Altan. inşallahla maşallahla çaba harcamadan, tevekkülle.
inşat, -di is. (inşa:t) Ar. inşâd esk. 1. Şiir okuma, şiir söyleme. 2. Bir şiiri, bir edebiyat eserini topluluk Önünde, yüksek sesle ve gerektiği biçimde okuma, inşat etmek bir şiiri, bir edebiyat eserini yüksek sesle okumak.
inşirah is. (inşira:h) Ar. inşirah esk. İç açılması, gönül açılması, ferahlık, inşirah bulmak iç açılmak, ferahlamak.
intaç, -cı is. (inta:ç) Ar. intâc esk. Bir işi sonuçlandırma, sona erdirme, bitirme, intaç etmek sonuçlandırmak, bitirmek.
intak is. (-ta:kı) Ar. intak esk. 1. Konuşturma söyletme. 2. ed. Kişileştirilen varlıklara, hayalî yaratıklara söz söyletme sanatı, dillendirme.
→ teşhis ve intak
intan is. (inta:n) Ar. intan esk. 1. tıp Mikroptan ileri gelen hastalık: "Yaranın intan ile karışması sizi fazla zayıf düşürmüş." -R. N. Güntekin. 2. Kokuşma, kötü kokma.
İntani sf. (inta:ni:) Ar. intâni tıp esk. Mikropla oluşan, mikroplu.
intaniye is. (İnta:niye) Ar. intâniyye tıp Mikropla bulaşan hastalıklar.
intaniyeci is. Mikroplu hastalıklar doktoru, uzmanı.
integral, -li is. Fr. İntegral 1. Parçalardan oluşmuş bütün. 2. mat. Türevi bilinen fonksiyon.
→ İntegral denklemi, integral hesapları
integral denklemi is. mat. Bir değişkenin bilinmeyen fonksiyonunu ve bu fonksiyonun bulunduğu belirli integrali birbirine bağlayan denklem.
integral hesapları ç. is. mat. Sonsuz integrallerin bulunması ve onların uygulanması ile ilgili yöntemleri kullanan matematik dalı.
integrasyon is. Fr. integration mat. 1. Bilinen bir diferansiyelin denklemini çözme işlemi. 2. Bir diferansiyel denklemi çözme işlemi.
integre sf. Fr. integre bk. entegre.
intelekt is. Fr. intellect bk. entelekt.
intelektüalizm is. Fr. intellectualisme bk. entelektüalizm.
intelijans is. Fr. intelligencia Aydın, seçkin kimse: "O zaman anladım ki sayıları zaten az olan intelijanstan korkuyorlardı" -H. Taner.
interaktif sf. İng. interactivite Etkileşimli.
interferometre is. (interferome'tre) Fr. interferometre Girişimölçer.
interferometri is. Fr. interferometrie Girişim Ölçme.
interferon is. Fr. interferone biy. Hücrelerin virüslere karşı oluşturdukları özel savunma maddesi.
interkînez is. Fr. intercinese biy. Çekirdeğin iki bölünme devresi arasındaki dinlenme durumu.
interkoneksiyon is. Fr. interconnetion fiz. Birçok elektrik şebekesi arasında bağlantı kurma.
intermezzo is. (interme'zzo) İt. muz. Serbest bir biçimde yazılmış olan ve kendi kendine bir bütün oluşturan müzik eseri.
Internet İng. International network'ten bl. Genel Ağ.
inti is. (Kızılderili dillerinden) Peru para birimi.
intiba is. (intiba:) Ar. intiba psikol. esk. İzlenim.
intibah is. (-ba:hı) Ar. intibah Uyanma, uyanış.
intibak is. (-ba:kı) Ar. intibak 1. Çevreye veya bir duruma uyma, uyum sağlama. 2. esk. İki şeyin ölçülerinin birbirini tutması. intibak etmek uymak, alışmak: "Acemi gelin yeni hayata intibak edebilmek için roman okurdu." -A. Gündüz.
intibaksız sf. Yaşadığı çevreye veya duruma uymakta güçlük çeken.
intibaksızlık, -ğı is. Çevreye uymama durumu.
intifa is. (intifa:) Ar. intifa' esk. Yararlanma, faydalanma, aşılanma.
→ intifa hakkı
intifada is. Ar. intifada Filistin halkının başkaldırısı.
intifa hakkı is. huk. Başkasına ait bir maldan yararlanma, başkasına ait bir malı kullanma hakkı.
intiha is. (intiha:) Ar. İntiha esk. Son, sona erme, sonu gelme.
intihabat ç. is. (intiha:ba:t) Ar. intihabat esk. Seçimler: "Bizim düşünülecek daha mühim şeylerimiz var. intihabat yaklaşıyor..." -R. N. Güntekin.
intihal, -li is. (-hadi) Ar. intihal esk. Aşırma.
intihap, -bı is. (-ha:bı) Ar. intihâb esk. 1. Seçme. 2. huk. Seçim.
intihar is. (-ha:ri) Ar. intihar 1. Bir kimsenin toplumsal ve ruhsal sebeplerin etkisi ile kendi hayatına son vermesi. 2. mec. Hayatını tehlikeye düşürecek aşın davranış veya iş. intihar etmek kendini öldürmek: "O anda ölmek, intihar etmek istiyordum." -Y. K. Beyatlı.
intikal, -li is. (intikad) Ar. intikâl 1. Bir yerden başka bir yere geçme, geçiş. 2. Anlama, kavrama: "Onu son gördüğümde de öyle yaptım. İntikali yerinde idi. Güldü. O da bana birkaç fıkra anlattı." -H. Taner. 3. Miras olarak babadan oğla kalma. 4. fiz. Öteleme. 5. psikol. Geçişim, intikal etmek 1) yer değiştirmek: "Sonra bahis yine sempati meselesine intikal etti." -H. C. Yalçın. 2) anlamak, kavramak; 3) miras olarak babadan oğla kalmak.
→ veraset ve intikal vergisi
intikam is. (intikavm) Ar. intikam Öç: "Bunun intikamının şimdi, tek gözüyle kuş peşinde dolaşarak çıkarıyordu." -R. H. Karay, intikam almak öç almak: "Gözlerimi kapadım ve ilk defa erkeklerden intikam almayı düşünerek kendimi koyuverdim." -A. Gündüz.
intikamcı is. Öç almaya çalışan kimse.
intikamcılık, -ğı is. İntikamcı olma durumu.
intisap, -bı is. (intisa:p) Ar. intisâb esk. 1. Bağlanma. 2. Girme. 3. Kapılanma, intisap etmek 1) bağlanmak; 2) girmek; 3) kapılanmak.
intişar is. (intişaır) Ar. intişâr esk. 1. Yayılma. 2. Gazete veya dergi, çıkma, yayımlanma. intişar etmek 1) yayılmak, dağılmak; 2) yayımlanmak: "Devletin ve cemiyetin lehine intişar etmiş bir kitap olacaktır. " -A. Gündüz.
intizam is. (-za:mi) Ar. intizâm 1. Düzenli, düzgün olma: "Kahve kalbini kuvvetlendirir, intizama sokar." -R. H. Karay. 2. Düzen, çekidüzen.
intizamlı sf. Düzgün, düzenli: "Hem de asker gibi, dik ve intizamlı yürüyordu." -R. H. Karay.
intizamsız sf. Düzensiz, düzeni olmayan, karışık: "Abdurrahman intizamsız fasılalarla hapşırıyordu." -Ö. Seyfettin.
intizamsızlık, -ğı is. Düzensiz olma durumu, düzensizlik, karışıklık.
intizar is. (intizaır) Ar. intizâr 1. Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme: "Hastanede ilk günü ve ilk gecesi bu ümit ve intizar ile geçti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. hlk. İlenme, beddua, inkisar. intizar etmek 1) beklemek, gözlemek; 2) hlk. ilenmek, beddua etmek.
inzal, -li is. (inza:l) Ar. inzal İndirme, indirilme.
inzibat is. (-ba:ti) Ar. inzibat 1. Sıkı düzen: "Vali Bey'e söyleseniz, böyle millî günlerde başka türlü inzibat ister." -F. R. Atay. 2. ask. Silahlı kuvvetlerde, ordudaki düzeni sağlamak amacıyla görevlendirilmiş er.
→ askerî inzibat
inzibati sf (inzibaıti:) Ar. inzibati esk. Sıkı düzeni sağlayıcı, düzene bağlayıcı, insan davranışlarını sınırlayıcı, düzenleyici, baskı altına alıcı: İnzibati tedbir. İnzibati karar.
İnzibatsız sf Sıkı düzeni olmayan, düzensiz, başıboş.
inzimam is. (İnzima:m) Ar. inzimam esk. Katılma, ulanma, eklenme, inzimam etmek katılmak, eklenmek, ulanmak.
inziva is. (inziva:) Ar. inziva' 1. Toplum hayatından kaçıp tek başına yaşama: "İnziva yerim bazen limanda bir şileptir, bazen bir ada." -R. H. Karay. 2. din b. Dış dünyayla bütün bağlarını keserek Tanrı'yla birleşebilmek için insanın kendi içine kapanması. inzivaya çekilmek toplumdan kaçıp hiçbir şeyle ilgilenmeyerek tek başına yaşamak.
-ip bk. -ip / -ip vb.
ip is. 1. Dokuma maddelerinin bükülmüş liflerinden yapılan bağ. 2. İplik: "Tavandan ip yumakları, urganlar, gemici fenerleri sarkardı. " -N. Cumalı. 3. mec. Asarak öldürme cezası. İp atlamak ipin iki ucunun tutularak çevrilmesiyle, ipe ayağını ve başını değdirmeden zıplamak, (birine) ip takmak birinin kötülüğü için çalışmak, ipe çekmek asarak öldürmek, ipe dizmek boncuk vb.ni ipliğe geçirmek, ipe gelesice "asılarak öl" anlamında bir ilenme sözü. ipe gitmek ölüme gitmek: "Menfaatine dokunan adam, ipe gitmek için lazım gelen hükümleri giyer." -F. R. Atay. ipe sapa gelmeyen (veya gelmez) akla yakın olmayan veya birbirini tutmayan: "Söyledikleri zaten ipe sapa gelmez şeyler." -A. İlhan, ipe un sermek geçersiz birtakım sebepler ileri sürerek istenilen işi yapmaktan kaçınmak, ipi (birinin) eline geçmek yönetimi başkasının eline geçmek, kontrolü başkasının elinde bulunmak: "İpleri Topal Osman'ın eline geçince bir uysallaşır, bir uysallaşır kâfir!" -R. Enis. ipi çözmek hlk. ilgisini kesmek, ipi kırmak hlk. savuşup gitmek, ipi koparmak bağlı bulunduğu kuruluşla veya yakınlığı bulunan kişi ile ilişkisini kesmek, ipi sapı yok birbirini tutmaz, yersiz, anlamsız, ipin ucunu kaçırmak tkz. yönetimde veya bir şeyi kullanmada gereken ölçüyü yitirmek: "Bu kadar çalıştığım hâlde, ölçülerim pek mi aykırıdır nedir, yine ipin ucunu kaçırıveririm." -O. V, Kanık, (birinin) ipini çekmek birini ölçülü davranmaya zorlamak, ipini kırmak azmak, ele avuca sığmaz bir durum almak, ipini koparan başıboş kalan. (birinin) ipiyle kuyuya inilmez kendisine güvenilmez: "O tüysüz keratanın ipiyle kuyuya inilmez." -A. İlhan, iple çekmek sabırsızlıkla beklemek: "Ertesi günün öğleye doğru olan saatlerini iple çekiyordum." -Y. K. Beyatlı. (bir işin) ipleri birinin elinde olmak o işi el altından yönetmek, ipten kazıktan kurtulmuş her türlü kötülüğü yapacak yaradılışta olan (kimse): "İşte şimdi gördüğünüz gibi, hırsızların, esrarkeşlerin, ipten kazıktan kurtulmuş, gözü kanlı canilerin arasında çilemi dolduruyorum." -H. Taner. ipten kuşak kuşanmak yoksul düşmek.
→ ip cambazı, ip merdiven, ip torba, ipucu, ipi çürük, ipi kırık, yağlı ip, çamaşır ipi, çırpı ipi, ingiliz ipi
ip cambazı is. İki direk arasında, yüksekte gerilmiş ip üzerinde gösteriler yapan cambaz.
İpçi is. İp üreten, yapan veya satan kimse.
ipçik, -ği is. bot. Bitkilerin erkek organlarında başçığı çiçeğe bağlayan ince sap.
İpçilik, -ği is. İpçinin İşi veya mesleği.
İpek, -ği is. 1. İpek böceği kozaları çözülerek çıkarılan ve dokumacılıkta kullanılan çok ince, esnek ve parlak tel: "Hamam takımları hep sırma ve ipek işlemeli imiş." -S. Birsel. 2. sf. Bu telden yapılmış: İpek gömlek. İpek çorap, ipek gibi 1) çok ince, parlak ve yumuşak; 2) güzel, iyi huylu.
→ ipek ağacı, ipek böceği, ipek çiçeği, ipekhane, ipek matı, suni ipek, taşlanmış ipek, yapay ipek, yapma ipek, çamaşır ipeği, Hint ipeği
ipeka is. (ipe'ka) Fr. ipeca bot. Altın kökü.
ipek ağacı is. bot. Ekvatoral bölgelerde yetişen, kerestesi ipek görünüşünde, sarı parıltılı, değerli bir mobilya ağacı, ipek gülü, gülibrişim (Periploca).
ipek böceği is. zool. Kanatları pullu böcekler sınıfından, ördüğü kozalardan ipek elde edilen, dut yaprağı ile beslenen bir cins kelebeğin tırtılı (Bombyx mori).
→ ipek böceği kelebeği
ipek böceği kelebeği is. zool. Tırtıllarının ördüğü kozalardan ipek elde edilen kelebeklere verilen genel ad.
ipek böcekçiliği is. İpek ipliği veya ipek böceği yumurtası elde etmek amacıyla ipek böceği yetiştirme ve koza elde etme işi.
ipekçi is. İpek böceği yetiştiren veya ipek satan kimse.
ipek çiçeği is. bot. Semizotugillerden, güzel çiçek açan bir bitki cinsi (Portulaca grandiflora).
ipekçilik, -ği is. İpek böceği yetiştirme veya ipek alıp satma İşi: "Gönen'de vaktiyle ipekçilik almış yürümüş, derken suni ipek gelmiş, işler bozulmuş." -B. R. Eyuboğlu.
ipek gülü is. bot. İpek ağacı.
ipekhane is. (ipekha:ne) T. ipek + Far. hâne esk. Kozaların, ipek çilesi durumuna getirilmesi için işlendiği yer.
ipekli sf. İpekten yapılmış veya içinde ipek bulunan (kumaş): "İpekli bir kumaş yırtar gibi suları yararak rıhtıma doğru geliyordu."'-H.E. Adıvar.
ipek matı is. Cila veya vernikle ağaç üzerinde oluşturulan, ipeği andıran yarı parlak görünüş.
ipham is. (iphaım) Ar. ibhâm esk. 1. Belirsizlik, kapalılık. 2. ed. Kapalılık.
ipi çürük, -ğü sf. Güvenilmez (kimse).
ipi kırık, -ğı sf. Serseri, sorumsuz (kimse).
ipildeme is. İpildemek işi.
ipildemek (nsz) Parlak bir ışıkla yanmak, bir sönüp bir parlamak.
ipileme is. İpilemek işi.
ipilemek (nsz) hlk. Az ışıkla yanmak: "Memidik başını kaldırınca çelikten ışık ağı bir anda silindi, onun yerini göz kamaştıran, ipileyen bir sarı sıcak aldı." -Y. Kemal.
ipil ipil zf. hlk. Parlak bir ışıkla yanarak, bir sönüp bir parlayarak.
ipilti is. hlk. Hafif esinti.
ipince sf. (ipince) Çok ince, incecik: "Yer yer tırtıklanmış ipince çapkın bıyıkları vardı." -R. N. Güntekin.
ipka is. (ipka:) Ar. ibkn esk. 1. huk. Yerinde, önceki durumunda bırakma. 2. Sınıfta bırakma. ipka etmek yerinde bırakmak, kaldırmamak, değiştirmemek, ipka kalmak sınıf geçmemek.
iplemek (-i) argo Saygı göstermek, değer vermek, (birini veya bir şeyi) iplememek saygı göstermemek, değer vermemek, önem vermemek, aldırış etmemek: "Peki, ya savaş? Savaşı iplemiyordum. Aklıma bile gelmiyordu," -A. İlhan.
iplicik, -ği is. zool. Sığırların soluk borularına yerleşen ve ara konakçısız bulaşan, en çok 8 cm uzunluğunda akciğer kıl kurdu (Dictyocaulus viviparus).
iplik, -ği is. 1. Pamuk, keten, yün, ipek, naylon vb. dokuma maddelerinin uzun, İnce liflerinden her biri. 2. Bu liflerin birlikte bükülmüş ve çekilmiş durumu: İpek ipliği. Pamuk ipliği. 3. Fasulye, bakla vb. sebzelerin veya bazı meyvelerin lifi. iplik çekmek 1) kumaştan iplik çıkarmak; 2) iplik eğirmek. ipliği pazara çıkmak kötü nitelik ve suçlan ortaya çıkmak.
→ iplikhane, iplik iplik, iplik kurdu, iplik solucanlar, akromatik iğ iplik, atkı iplik, çiğ iplik, iğ iplik, kromatik iplik, ağ ipliği, gücü ipliği, nakış ipliği, pamuk ipliği, teyel ipliği, yorgan ipliği
iplikçi is, İplik yapan veya satan kimse.
iplikçilik, -ği is. 1. Dokuma liflerini iplik durumuna getirmek için yapılan işlemlerin bütünü: Yün iplikçiliği. 2. İplik satma işi.
iplikhane is. (iplikha:m) T. iplik + Far. Hâne Ham bitki liflerinin İplik yapıldığı yer.
iplik iplik sf. Yol yol: "Çakır gözlerinden iplik iplik yaşlar iniyordu." -H. Taner.
iplik kurdu is. zool. İpsiler sınıfına bağlı türlerden her biri.
ipliklenme is. îpliklenmek işi.
ipliklenmek (nsz) Tel tel olmak, lif lif olmak: Kumaş ipliklenmiş.
ipliksi sf. İpliği andıran, ipliğe benzeyen, iplik gibi.
iplik solucanlar ç. is. zool. İpsi solucan.
ip merdiven is. İpten Örülmüş, çoğunlukla gemilerde kullanılan merdiven.
ipnotize is. bk. hipnotize.
ipnotizma is. bk. hipnotizma.
ipnoz is. bk. hipnoz.
ipotek, -ği is. Fr. hypotheaue Bir gayrimenkulun bir borca karşı güvence oluşturmasını gerektiren ve ayni bir hak mahiyetinde olan gayrimenkul rehin, tutu, rehin. ipotek etmek rehinde bırakmak, rehine koymak: "Evin tapusunu üstünüze çıkartmışsamz, onu da ipotek eder, birkaç taksiti daha ödersiniz." -Ç. Altan.
ipotekli sf. Rehinde bulunan, rehine konulmuş.
ipoteksiz sf. Rehinde olmayan.
ipotetik, -ği sf. Fr. hypoihetiaue Varsayımsal.
ipsi sf. İpi andıran, ipe benzeyen, ip gibi.
→ ipsi solucanlar
ipsiler ç. is. zool. İpsi solucanlar.
ipsi solucanlar ç. is. zool. Solucanların, çoğu insan ve hayvanlarda asalak olarak yaşayan, ince uzun vücutlu bir sınıfı, ipsiler.
ipsiz sf. 1. İpi olmayan. 2. mec. Haylaz, serseri, hayta.
→ ipsiz sapsız
ipsizlik, -ği is. İpsiz olma durumu.
ipsiz sapsız sf. 1. Birbirini tutmaz, yersiz ve anlamsız: "Beni çocuk, lakırtılarımızı ipsiz sapsız mı buluyordu?" -R. N. Güntekin. 2. Serseri, hayta: "Ben de amma ipsiz sapsız herif oluyorum ya, bunadım mı nedir?" -R. N. Güntekin.
iptal, -li is. (-taıli) Ar. ibtâl 1. Yararlıktan, kullanıştan kaldırma, silme, bozma. 2. Herhangi bir hükmün geçersiz olduğunu gerekçeleri ile göstererek çürütme, iptal etmek i) kullanıştan kaldırmak; 2) bozmak; 3) hükümsüz bırakmak, çürütmek.
iptida is. (iptida:) Ar. ibtidâ' esk. 1. Başlangıç. 2. Bir işe başlama. 3. zf. (i'ptida:) Önceleri, en önce, ilk önce: İnanmayarak başladığımız sözlere iptida kendimiz inanırız ve o hisleri içimizde duyarız." -H. C. Yalçın.
iptidai sf. (iptida: i:) Ar. ibtidâ 'i esk. 1. fel. İlkel. 2. is. İlkokul: "Haşarı bir iptidai talebesinden akıllı, uslu bir hafız çıkmıştı." -R. N. Güntekin.
→ iptidai mektep
iptidailik, -ği is. İptidai olma durumu: "Bu, bizim ahlak hakkındaki anlayışımızın iptidailiğindendir." -P. Safa.
iptidai mektep, -bi is. esk. İlkokul.
iptidaları zf (iptidadan) Önceleri: "Doğrusu ben iptidaları anneme hak verirdim." -H. C. Yalçın.
iptila is. (iptilâ:) Ar. ibtilü' esk. Düşkünlük, tiryakilik: "Süse ve mücevhere iptilasım anlatmak için yapılan mübalağalara inanmak lazım." -P. Safa.
iptizal, -li is. (iptiza.i) Ar. ibtizâl esk. 1. Bayağılaşma, ayağa düşme. 2. Bir şeyi sürekli olarak kullanma.
ip torba is. Pazar filesi.
ip torbalı sf. Elinde pazar filesi olan: "Balıkpazarı'nda bugün elleri ip torbalı, orta tabakadan bayanlar ve baylar..." -S. M. Alus.
ipucu is. İnsanı aradığı gerçeğe ulaştırabilecek iz, emare: "Elimizde tek ipucu elbisesini diken terzi." -A. İlhan, ipucu vermek aranılan gerçeğe ulaştırabilecek şeyle ilgili, onu bulmaya yarayan bilgi vermek.