il

il is. 1. Ülkenin vali yönetimindeki bölümü, vilayet: "illerin idaresi yetki genişliği esasına dayanır." -Anayasa. 2. Şehrin niteliklerini taşıyan büyük yerleşim yeri. 3. Ülke, yurt. 4. tar. Eski Türklerde devlet.

ila e. (ilâ:) esk. ...-den, ...-e kadar: Sınıfın mevcudu on ila on beş kişi arasında değişiyor.

ilaç, -cı is. (ilâç) Ar. 'ilâç 1. Bir hastalığı iyi etmek veya önlemek için, türlü yollardan kullanılan madde, em, deva. 2. mec. Çare, önlem, ilaç gibi işe yarar, her derde deva. ilaç gibi gelmek iyileşmeyi veya çözümü kolaylaştırmak, ilaç için ... yok ... hiç yok. ilaç yapmak (veya hazırlamak) gerekli maddeleri kullanarak reçetede belirtilen dozda ilacı ortaya koymak: "Hani eskiden cahillere davultozuyla minaregölgesinden ilaç yapıp paralarını alıverenler varmış." -R. N. Güntekin. ilaç yazmak reçete yazmak: "Doktor geldi, ilaç yazdı..." -Y. Z. Ortaç.

aç bülaç, kortizonlu ilaç, kocakarı ilacı, sinir ilacı, uyku ilacı, uyuz ilacı

ilaçlama is. İlaçlamak işi.

ilaçlamak (-i) 1. İlaç sürmek. 2. Mikroplardan arındırmak, zararlı böceklerden korunmak amacıyla ilaç püskürtmek veya sıkmak: "E-kici borç harç ilaçlayacaktı tarlasını." -N. Cumalı.

ilaçlanış is. İlaçlanma işi veya biçimi.

ilaçlanma is. İlaçlanmak işi.

ilaçlanmak (nsz) İlaçlama işi yapılmak veya ilaçlama işine konu olmak!

ilaçlı sf. 1. İçinde İlaç bulunan. 2. İlaçlanmış.

ilaçlık, -ğı sf. İlaç yapmak için ayrılmış, ilaç yapmaya yarar.

ilaçsız sf. 1, İlacı olmayan. 2. İlaçlanmamış.

ilaçsızlık, -ğı is. İlaçsız olma durumu.

İlah is. (ilâ:h) Ar. ilâh din b. Allah.

ilah sf. (ilâ:h) Ar. ilâh 1. Bir alanda yaratıcılığı ile hayranlık uyandıran, çok beğenilen, çok tutulan, herhangi bir işte başarılı olmuş, en üst dereceye ulaşmış: Müzik dünyasının ilahı. Moda ilahı. 2. is. Çok tanrıcılıkta Tanrı, ilah gibi çok yakışıklı (erkek).

ilahe is. (ilâ:he) Ar. ilahe Tanrıça.

ilahi (I) ünl (ilâ:'hi) Ar. ilâhî "Bu ne hâl, ne tuhaf gibi şaşma, sitem bildiren bir söz: "İlahi Eda abla! Güzele bakmanın sevap olduğunu bilmez misin sen?" -N. Cumalı.

ilahi (II) is. (ilâ'.hi) Ar. ilâhı ed. ve müz. Tanrı'yı övmek, ona dua etmek için yazılıp makamla okunan nazım: "Bütün gün genç kızlar ilahiler söylemişlerdi." -Ç. Altan.

ilahî sf. (ilâ:hi:) Ar. ilâhi 1. din b. Tanrı İle ilgili olan, Tanrı'ya özgü olan, tanrısal, lahuti: "Bakınız ki, yalnız Allah'tan olan ve ilahî olan ümidiniz ölmesin!" -R. E. Onaydın. 2. mec. Çok güzel, mükemmel: "Minarecilikte biz gerçekten ilahî bir hüner göstermişizdir." -R. H. Karay.

takdiriilahî

ilahiyat is. (ilâ:hiya:t) Ar. ilâhiyyât fel. Allah'ın varlığı ve nitelikleriyle ilgili konulan ele alan bir bilim kolu, tamı bilimi, teoloji.

ilahiyatçı is. Tanrı bilimci, teolog.

ilahiyatçılık, -ğı is. İlahiyatçı olma durumu.

ilahlaşma is, İlahlaşmak işi.

ilahlaşmak (nsz) Yücelmek, çok beğenilmek, hayranlık uyandıran bir duruma gelmek: "Sanki biraz güneş içmiş gibi sendeleriz ve biraz îlahlaşlığımızı duyarız." -A. Ş. Hisar.

ilahlaştırma is. İlahlaştırmak durumu veya biçimi.

ilahlaştırmak (-i) İlah durumuna veya biçimine getirmek.

ilam is. (i:lâ:m) Ar. i'lüm esk. 1. Bildirme, anlatma. 2. huk. Bir davanın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî belge, ilam almak mahkeme kararını bildiren belgeyi almak, ilam etmek bildirmek.

boşanma itamı, veraset ilamı

ilan is. (i:lâ:n) Ar. i'lân 1. Duyuru: "Afişte, ilanda yazılı vakit gelmemiş de olsa perde açılacak demekti." -T. Buğra. 2. Açıkça bildirme, açıkça duyurma: Cumhuriyetin ilanı. ilan etmek 1) bir durumu yayım yoluyla duyurmak; 2) bir durumu yaymak: "Mahkemede senetle kendi kızı olduğunu dünyaya ilan etti." -H.. E. Adıvar. 3) açıkça bildirmek: "Toprakları dağıtma hususundaki arzusunu ilan etti." -Ç. Altan. ilan vermek çeşitli basın yayın organlarıyla bir durumu duyurmak, açıklamak: "Dün, bütün akşam gazetelerine ilan verdim." -ö. Seyfettin.

ilanıaşk, ilan panosu, ilan tahtası, duvar ilanı, el itanı

ilancılık, -ğı is. Ticari bir amaçla geniş topluluklara tanıtılmak istenen bir şeyi basın ve yayım yoluyla duyurma işi.

ilanen zf. (i:lâ:nen) Ar. i'lânen esk. Duyuru yoluyla.

ilanıaşk is. (i:lâ:nıaşk) Ar. i'lân + Ar. 'aşk Karşı cinse aşkını bildirme işi. ilanıaşk etmek bir erkek bir kadına veya bir kadın bir erkeğe kendisini sevdiğini söylemek.

ilanihaye zf. (i'lâ:niha:ye) Ar. İlâ + nihâye Sonsuza kadar: "Bu çıplak karakol odasında, ilanihaye unutulup kalmak istiyorlardı." -R. N. Güntekin.

ilan panosu is. İlan tahtası.

ilan tahtası is. Duyuruların üzerine yazıldığı veya yapıştırıldığı düz levha, pano.

ilarya is. (ilarya) Yun. zool. Gümüş balığının küçüğü.

ilave is. (ilâ:ve) Ar. 'ilâve 1. Katma, ekleme, ulama. 2. Eklenmiş, katılmış parça. 3. Arttırma, büyütme, abartma. 4. Ek. ilave etmek eklemek, katmak, ulamak: "Bu istilanın nasıl bir facia olduğunu Avrupa tarihçileri iyi yazdıkları için bir kelime ilave etmeye lüzum yoktur." -Y. K. Beyatlı.

ilaveli sf. 1. Eki olan: İlaveli ikinci baskı. 2. mec. Abartılmış, yalan katılmış, abartılı.

ilaveten zf. (ilâ:'veten) Ar. 'ilâveten esk. Ek olarak, ek yoluyla, ekleyerek.

ilbay is. esk. Vali.

ilca is. Ar. ilcâ' esk. Zorlama, zorunda bırakma. ilca etmek zorlamak, zorunda bırakmak.

ilçe is. Yönetim bakımından yurt bölümlemesinde İlden sonra gelen bölüm, kaymakamlık, kaza: "Ankara'nın bir ilçesinde bir yazıhane açtığım duydum sonradan." -Ç. Altan.

ilçebay is. esk. Kaymakam.

ile bağ. 1. Kelimenin sonuna geldiğinde birliktelik, beraberlik, araç, sebep veya durum anlatan cümleler yapmaya yarayan bir söz: "Çabuk bir süvari ile bana haber gönderiniz. " -Ö. Seyfettin. 2. Bazı soyut isimlere getirildiğinde durum bildiren zarflar oluşturan bir söz: Merhametle ona bakıyordu. 3. Cümle içinde aynı görevde bulunan İki öğeyi birbirine bağlamaya yarayan bir söz: Annesi ile (annesiyle) babası geldiler. Leyla ile Mecnun. Gelmeleri ile gitmeleri bir oldu. ... ile beraber 1) ...-dığı / ...-diği anda: Güneşin batmasıyla beraber hava soğuyuverdi. 2) ...-dan / ...-den başka: Mektup yazmakla beraber telgraf da çekti. 3) ...-dığı / ...-diği hâlde: Yıllarca çalışmakla beraber yine başaramadı.

ilelebet zf. (ilelebet) Ar. ilâ + ebed esk. Sonsuza değin, sürgit: "Ey Türk gençliği! Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir." -Atatürk.

ilen bağ. hlk. bk. ile: "Karnın yardım, kazmayınan bel ilen / Yüzün yırttım tırnağınan el ilen." -Aşık Veysel.

ilenç, -ci is. Beddua, kargış.

ileniş is. İlenme işi veya biçimi.

ilenme is. Beddua.

ilenmek (-e) Birinin kötü bir duruma düşmesi dileğini gönlünden geçirmek veya açıkça söylemek, beddua etmek.

ilerde zf. bk. ileride.

ileri is. 1. Herhangi bir şeye göre daha ötede olan yer, geri karşıtı. 2. Bir şeyin ulaşılacak yönü: Yolun ilerisi düz. 3. Henüz gelmemiş zaman, gelecek, sonra. 4. sf Önde bulunan: İleri karakol. İleri hat. 5. sf Doğrusundan daha çok gösteren (saat): Saat beş dakika ileridir. 6. sf. Önceki, evvelki. 7. sf. mec. Benzerlerini geride bırakmış: İleri fikirler. 8. zf. Öne doğru, ileri doğru: Masayı biraz ileri çekelim. 9. ünl. "Amaca doğru durmadan yürü" anlamında bir seslenme sözü: "Ordularl İlk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" -Atatürk. 10. sp. Temel duruşta ayak uçlarının gösterdiği yön. ileri almak 1) öne almak; 2) saati önceki vakte almak, öne ayarlamak. ileri atılmak (veya çıkmak) öne doğru çıkmak, ileri geçmek 1) öne geçmek; 2) üstün bir makama geçmek, (bir şeyden) ileri gelmek 1) oluşmak, meydana gelmek: "O kadar üşümesi trende saatlerce hareketsiz kalmasından ileri geliyordu." -S. F. Abasıyanık. 2) sebep olmak; 3) bağlı bulunmak. ileri gitmek (veya varmak) söz ve davranışta ölçü dışına çıkmak, gereksiz, aşırı davranışta bulunmak: "Hatta daha ileriye giderek başka ve daha tuhaf şeyler düşündüm. " -S. F. Abasıyanık. ileri götürmek bir durum veya davranışta ölçüyü aşmak: "U-kalalığı daha da ileri götürmüştü." -S. F. Abasıyanık. ileri (veya öne) sürmek 1) öne doğru yürütmek; 2) bir düşünceyi veya tasarıyı önermek, serdetmek: "Garajdan tiyatro, gaz sandığından koltuk fikrini de zamanında ileri süren o olmuştu." -H. Taner, (bir işin) ilerisine gitmek bir İşin sonuna kadar gitmek, ilerisini gerisini hesaplamamak (veya düşünmemek) herhangi bir konuda çok ve ayrıntılı düşünmeden hareket etmek, tedbirsizce, ihtiyarsızca davranmak, ileriyi görmek uzağı görmek.

Heri gelen, ileri geri, ileri görüş, ileri gözetleyici, ileri karakol, ileri uç

ilerici sf. İlerlemeden yana olan, ileri düzeydeki toplumsal ve siyasi gelişmeleri benimsemiş olan (düşünce, kimse vb.), terakkiperver, gerici karşıtı.

ilericilik, -ği is. İlerici olma durumu, İlerici davranış.

ileride zf 1. Gelecekte, gelecek zamanda: "Beni ileride okuyacak insanlar için yazdığıma inanmışımdır." -S. Birsel. 2. Ötede: "En ileride, denize nazır olduğuna hükmettiği bir adanın önünde durdular." -R. H. Karay.

ileri gelen is. Bir topluluğun önemli, sözü dinlenir, saygın kişisi.

ileri geri zf. Ayrıntıları düşünülmeyen: "Haydi kızım, haydi işine. Böyle ileri geri sözlerle kendini de beni de iyi saatte olsunların hışmına uğratacaksın." -H. R. Gürpınar, ileri geri etmemek uzun boylu tartışmadan, sorgu sual etmeden: "Hiç pazarlığa sorguya kalkışmadan, hiç ileri geri etmeden dayağa başladılar, vurduklarını da attan aşağı yıktılar. " -M. Ş. Esendal. ileri geri konuşmak (veya laflar etmek veya söylemek) yersiz ve gönül kıracak biçimde konuşmak: "Böyleydi, ilkin coşar tartışır, ileri geri konuşurdu. " -H. Taner, ileri geri söz etmek (veya söylemek) yersiz, yakışıksız söz: "Bu memleketin kültürüne ne kadar hizmet ettiğini düşünmeyenler onun hakkında ileri geri söylerler." -O. V. Kanık, ilerisini gerisini düşünmemek sonucun ne olacağını hesaplamamak.

ileri görüş is. Daha sonra olabilecekleri düşünme işi: "Bu bölgedeki ulusların el ele hareket etmesi gereğim keskin ileri görüşü ile o sezdi ve ikinci Balkan Birliği konferansını 1931'de İstanbul'da topladı." -H. Taner.

ileri görüşlü sf. İleri görüşü olan (kimse).

ileri görüşlülük, -ğü is. İleri görüşlü olma durumu.

ileri gözetleyici is. ask. Düşman birliklerini bulunduğu noktadan gözetleyerek bombardımanın başarılı yapılması için gerekli koordinatları veren kişi.

İleri karakol is. ask. Keşif ve gözetleme amacıyla sınıra yakın, en uç noktada bulunan birlik.

ileri uç, -cu is. sp. Futbolda ileri hat, hücum mevkisi.

ileri uç oyuncusu

ileri uç oyuncusu is. sp. Forvet.

ilerlek, -ği sf. İlerlemiş, ileriye varmış.

ilerleme is. 1. İlerlemek işi. 2. Terfi, terakki: "Hâkim ve savcıların ... meslekte ilerlemeleri ... kanunla düzenlenir." -Anayasa. 3. fel. Daha iyi, daha yetkin, daha değerli, daha yüksek bir duruma doğru basamak basamak oluşan gelişme, terakki.

kademe ilerlemesi

ilerlemek (nsz, -e) 1. Bulunduğu yerden daha ileriye gitmek, yol almak: "Vapur durmadan düdük çalarak ilerliyordu." -H. E. Adıvar. 2. Vakit geçmek: "Mevsimin ilerlemiş olmasına karşın hâlâ direnen bir iki gelincik ve papatya..." -O. Rifat. 3. Daha güçlü, daha etkili duruma gelmek: Ahbaplık ilerledi. Hastalık ilerledi. 4. Daha iyi, daha yüksek bir düzeye, aşamaya erişmek, gelişmek, terakki etmek.

ilerletme is. İlerletmek işi.

ilerletmek (-i) İlerlemesini sağlamak, ilerlemesine yol açmak: "Mektebiharbiyede öğrendiği ve daha sonra Galiçya cephesinde Alman subayları ile ilerlettiği Almanca ile askerî literatürü günü gününe takip eder." -H. Taner.

ilerleyici sf. İleri giden, ilerleyen.

ilerleyici benzeşme

ilerleyici benzeşme is. dbl. Kelimede Önceki sesin sonraki sesi etkilemesi: yok-dur > yoktur, gelmiş-dir > gelmiştir.

ilerleyiş is. İlerleme işi veya biçimi.

ileti is. Bildirme yazısı, mesaj.

iletici is. İletme özelliği olan şey.

iletiliş is. İletilme işi veya biçimi.

iletilme is. İletilmek işi.

iletilmek (nsz) İletme işi yapılmak: Bana iletildiğine göre...

iletim is. 1. İletme işi. 2. fiz. İletken şeylerden ısı veya elektriğin geçmesi. 3. fiz. ve kim. Isı yayımı.

iletiş is. İletme işi veya biçimi.

iletişim is. 1. Duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme, komünikasyon. 2. tek. Telefon, telgraf, televizyon, radyo vb. araçlardan yararlanarak yürütülen bilgi alışverişi, bildirişim, haberleşme, muhabere, komünikasyon.

iletişim ağı, iletişim araçları, iletişim merkezi, iletişim ortamı, uz iletişim, kitle iletişimi

iletişim ağı is. İletişim araçlarının birbirleriyle ortak bağlantı kurma veya iş birliği sağlama durumu veya düzeni.

iletişim araçları ç. is. Toplumda sözlü veya yazılı haber alma imkânını sağlayan teknik araçlar.

iletişim merkezi is. Bildirişim ve haberleri toplama ve değerlendirme bürosu.

iletişim ortamı is. Bildirişim, haberleşme veya komünikasyon imkânlarının sağlandığı ortam, medya.

iletişine is. İletişmek işi veya durumu.

iletişmek (nsz) Bir durumu karşılıklı olarak iletmek, karşılıklı olarak haber alıp vermek.

iletken sf. fiz. 1. Akım, ısı, ses vb.ni geçiren (madde), nâkil, yalıtkan karşıtı. 2. Elektrik akımı, ısı, gaz vb.ni bir yerden başka bir yere aktaran (madde, şey).

iletken damarlar, yarı iletken

iletken damarlar ç. is. bot. Bitkilerde hücrelere besin maddelerini ileten borucuklar.

iletkenlik, -ği is. İletken olma durumu.

iletki is. mat. Bir açıyı ölçmeye ve başka bir yerde aynı açıyı çizmeye yarayan, yarım çember biçimindeki araç, açıölçer, mastara, minkale.

iletme is. İletmek işi.

iletmek (-i) 1. Götürmek, ulaştırmak, nakletmek, geçirmek: "Bunların tek kaygılan gördüklerim, duyduklarım okurlara iletmektir. " -S. Birsel, 2. fiz. Elektrik akımı, ısı, gaz vb.ni bir yerden başka bir yere götürmek.

ilga is. (ilga:) Ar. İlğâ' huk. esk. Varlığını ortadan kaldırma, ilga etmek varlığını ortadan kaldırmak.

ilgeç, -ci is. dbl. Edat: Ev gibi huzur köşesi olmaz. Çocuk sabaha karşı uyudu.

ilgeçli sf. ilgeci olan, edatlı.

ilgeçli tümleç

ilgeçli tümleç, -ci is. dbl. Edatla kurulmuş tümleç, edat tümleci, edatlı tümleç: Makine gibi çalışıyor. Yaşına göre giyinmiş.

ilgi is. 1. İki şey arasında bulunan herhangi bir bağlılık, İlişki, alaka, taalluk. 2. kim. Kimyasal şartlar eş veya birbirine çok yakın olduğunda öğelerin birbirleriyle birleşmede gösterdiği seçicilik. 3. psikol. Dikkati öncelikle belirli bir şey üzerinde toplama eğilimi. 4. psikol. Belirli bir olay veya etkinliğe yakınlık duyma, ondan hoşlanma ve ona öncelik tanıma, ilgi çekmek (veya uyandırmak) çevresinde ilgiyi, dikkati ve merakı üzerine toplamak, alaka çekmek, alaka toplamak veya alaka uyandırmak: "İki üç ders içinde ilgisini çeken bir Öğrenci olmuştum. " -Y. Z. Ortaç, ilgi duymak bir işe, bir olaya, bir kimseye önem vermek, yakınlık duymak, ilgi görmek ilgi çekmek, ilgi göstermek ilgisini esirgememek, belli etmek. ilgi toplamak 1) ilgisini yoğunlaştırmak, belli etmek; 2) ilgi görmek, ilgisini kesmek bir kimse veya şeyle bütün bağlarını koparmak, ilişkisi kalmamak, alakayı kesmek: "Çocuğu babasına bırakıp kendisi erkekle ilgisini keser ve familyasının yanına döner."-F. R. Atay.

ilgi alam, ilgi çekici, ilgi eki

ilgi alanı is. Bir kişi veya kuruluşun ilgilendiği konular.

ilgi çekici is. İlgiyi, dikkati üzerinde toplayan kimse.

ilgi çekicilik, -ği is. İlgi çekici olma durumu.

ilgi eki is. dbl. Bağlantı kavramı veren -ki eki, aidiyet eki: Evdeki, odadaki, onunki, dünkü, o günkü.

ilgileme is. İlgilemek işi.

ilgilemek (-i) hlk. İki parçayı birbirine eğreti olarak dikmek, teyellemek.

ilgilendiriş is. İlgilendirme işi veya biçimi.

ilgilendirme is. İlgilendirmek işi.

ilgilendirmek (-i, -le) 1. İlgisini çekmek, önem vermek: "Oralı mıdır, değil midir, beni zerre kadar ilgilendirmez." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir şeyle ilgili kılmak. 3. İlişkin olmak: İşçileri ilgilendiren bir karar. 4. Elverişli, uygun bulmak.

ilgileniş is. İlgilenme işi veya biçimi.

ilgilenme is. İlgilenmek işi.

ilgilenmek (-le) 1. Birine karşı yakınlık duymak veya göstermek, alakalanmak: "Tarlaları gezdim, okuluma gittim, çocukları tanıdım, köylülerle ilgilendim." -H. E. Adıvar. 2. Bir şeye karşı merak duymak: Arkadaşım yeni buluşlarla ilgileniyor. 3. Bir konu üzerinde çalışmak, uğraşmak, bir şeyi çekici bulmak: "Okulda ilgilendiği tek ders İngilizceydi." -N. Cumalı.

ilgili sf. İlgilenmiş olan, ilgisi bulunan, alakalı, alakadar, müteallik: "Tütün piyasası ile ilgili hesapların bir ucu, yine elindeydi." -N. Cumalı.

ilgililik, -ği is. İlgili olma durumu, mensubiyet.

ilginç, -ci sf. İlgi uyandıran, ilgi ve dikkat çekici olan, enteresan: "Yöneticinin Karpiç gecelerine dair de ilginç anıları vardı." -Ç. Altan.

ilginçleşme is. İlginçleşmek işi veya durumu.

ilginçleşmek (nsz) İlginç duruma gelmek.

ilginçlik, -ği is. İlginç olma durumu: "Onun ilginçliği de bu gözlemlerde, ayrıntılardadır zaten." -S. Birsel.

ilgisiz sf. İlgisi olmayan veya ilgilenmeyen, kayıtsız, aldırmaz, alakasız, lakayıt, bigâne.

ilgisizlik, -ği is. 1. İlgisiz olma durumu, aldırmazlık, alakasızlık. 2. İlgi göstermeme durumu: "İşinin ehli, usta bir halk komiği idi; ilgisizlik içinde tek başına yapabileceğini yaptı ve gitti." -H. Taner. 3./e/. Gönlün sevgi, nefret vb. duygulardan soyutlanmış olması durumu, kayıtsızlık, lakaydi.

ilhak is. (-ha:kı) Ar. ilhak esk. 1. Katma, bağlama, ekleme. 2. Egemenliği altına alma. ilhak etmek 1) katmak, bağlamak; 2) egemenliği altına almak.

ilham is. (ilha:m) Ar. ilham 1. Esin: "Kendimden ilhamı kurumuş bir sanatçı olarak bahsetmiştim." -H. E. Adıvar. 2. din b. Tanrı'nın, peygamberlerin yüreğine doldurduğu tanrısal âleme özgü duygu ve düşünceler. ilham almak esinlenmek, ilham etmek (veya vermek) içe doğmasına sebep olmak, esindirmek: "Bu rüyayı ilham eden belki de bu halkaların kokusu idi." -R. N. Güntekin.

ilham kaynağı, ilham perisi

ilham kaynağı is. Esinlenmeyi ve içe doğmayı sağlayan şey: "Evrenin zengin repertuvarı onun tükenmez ilham kaynağıdır. " -H. Taner, ilham kaynağı olmak hayal dünyasını beslemek: "İlham kaynağı olduklarım öğrenmek, onları her zaman çok mutlu eder." -H. Taner.

ilham perisi is. Sanatçılara esin verdiği varsayılan peri.

ilhan is. tan 1. İmparator. 2. İran Moğoilarında hükümdarın unvanı.

ilhanlık, -ğı is. 1. İlhan olma durumu. 2. Kendi topraklarında oturan çeşitli ulusları egemenliği altına toplayan devlet biçimi, imparatorluk. 3. Böyle bir devletin yönetimi altındaki ülkelerin bütünü.

ilik, -ği (I) is. Giysi, yorgan çarşafı, yastık kılıfı vb.nin gereken belirli yerlerine düğmenin geçirilebilmesi için iplikle örülerek, parça geçirilerek veya biye ile yapılan küçük yarık. ilik, -ği (II) is. Kemiklerin iç boşluklarını dolduran yağlı madde, ilik gibi 1) çok lezzetli, genellikle et İçin iyi pişmiş; 2) argo çok güzel, istek uyandıran (kadın veya kız). iliği kemiği donmak çok üşümek, iliği kemiği ısınmak üşümüşken vücudu iyi bir biçimde ısınmak, iliğine işlemek (veya geçmek) 1) çok ıslanmak; 2) çok üşümek; 3) bütün varlığını kaplamak, çok etkilenmek: "En büyük payın yine de Celile'nin iliklerine işlemiş korkusu olacağını zannederim." -R. N. Güntekin. iliğine (veya iliklerine) kadar her şeyini, bütün varlığım etkileyecek biçimde: "Ilık bir mart güneşi, iliklerine kadar ısınıyor insan." -O. V. Kanık, iliğine kadar ıslanmak çok ıslanmak, iliğini kemirmek 1) çok etkilemek; 2) sömürmek, iliğini (veya iliğini veya kemiğini) kurutmak canından bezdirecek kadar sıkıntı vermek, iliklerinde duymak benliğinde yoğun bir biçimde hissetmek.

murdarilik, omurilik, taş iliği

ilikçi is. İlik açan kimse.

ilikçilik, -ği is. İlik açma işi veya mesleği.

ilikleme is. İliklemek işi.

iliklemek (-i) Bir şeyin düğmesini İliğine geçirmek.

iliklenme is. İliklenmek işi.

iliklenmek (nsz) İlikleme işi yapılmak.

ilikleyiş is. İlikleme işi veya biçimi.

ilikli sf. 1. İliği olan. 2. İliklenmiş: "Küçük küçük kırmızı çiçekli gömleğinin yalnız boğazına tesadüf eden düğmesi ilikli, ötekiler açıktı." -S. F. Abasıyanık.

iliksi sf. İliği andıran, iliğe benzeyen, ilik gibi.

iliksiz sf. İliği olmayan.

ilim, -İmi is. Ar. 'Um 1. Bilim: "Kılıç gibi kesen ve sakırdayan mantığıyla ilmin askerleşmiş tipiydi."-P. Safa. 2. mec. Ayrıntı, özellik, nitelik, hassasiyet, ilmini almak bir işin özelliklerini, işleyişini, en ince ayrıntılarına kadar iyice öğrenmek, ilminden anlamak bir işin, aracın veya konunun uzmanı olmak: "Onun ilminden anlayan şoför seni istediği yere götürür." -Y. K. Karaosmanoğlu.

ilim adamı, ilmiahlak, ilmihâl, manevi ilim, ledün ilmi, doğum ilmühaberi, ikametgâh ilmühaberi, vefat ilmühaberi, müspet ilimler

ilim adamı is. Bilim adamı.

ilimcilik, -ği is.fel. Bilimcilik.

ilim kadım is. bk. bilim adamı.

ilinek, -ği is. fel. Bir şeye zorunluluk sonucu bağlı olmayan, onun Özünde bulunmayan, rastlantı ile olan nitelik, araz.

ilineksel sf. fel. İlinekle ilgili olan, özle ilgili olmayan.

ilinti is. 1. İki şey arasında ilgi, ilişki. 2. hlk. İnsanlar arasındaki bağ: "Cemal Sahir'le aktör-seyirci ilişkisinin dışında bir ailevi ilintimiz de oldu." -H. Taner. 3. hlk. İç sıkıntısı. 4. hlk. Seyrek dikiş, teyel.

ilintileme is. İlintilemek işi veya durumu.

ilintilemek (-i) İki parçayı eğreti olarak seyrek dikişle elde dikmek, teyellemek, ilgilemek,

ilintili sf İlgisi, ilişkisi, bağı, ilintisi olan.

ilintisiz sf. İlgisi, ilişkisi, bağı, ilintisi olmayan.

iliştir is. Yun. Süzgeç.

ilişik, -ği sf. 1. İliştirilmiş, eklenmiş, bağlanmış, merbut: Dilekçeye ilişik olarak sunulan belge... 2. Bir şeyle İlgili, ilişkin, ait: "Listelere ilişik açıklama, sabaha karşı aldığı bir telgraf kadar şaşırtıcıydı." -N. Cumalı. 3. is. İlgi, bağlılık, ilişki, münasebet: "Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir..."-Anayasa. 4. is. Ek: Ayrıntılar ilişikte yazılıdır. ilişiği kalmamak ilgisi, bağlılığı olmamak: Onunla hiçbir ilişiğim kalmadı. ilişiğini kesmek hiçbir İlgisi kalmamak, bağlantılarını koparmak.

ilişikli sf. İlişiği olan, ilişkin.

ilişiksiz sf. İlişiği olmayan.

ilişiksizlik, -ği is. İlişiksiz olma durumu.

ilişilme is. İlişilmek işi.

ilişilmek (-e) İlişme işi yapılmak.

ilişken is. hlk. Deniz dibinde batık ve atıkların oluşturduğu tabaka.

ilişkenli sf. İlişken özellik bulunduran: Gelincik balığı kayalık, çahllık, midyelik ve ilişkenli diplerde yaşar.

ilişki is. 1. İki şey arasında karşılıklı ilgi, bağ, münasebet, temas: "Arkadaşlık ve dostluk şeklinde bile bir ilişki aramadığım kesinlikle anlatacaktı." -H. E. Adıvar. 2. Bağlantı, temas: Kar yağınca köylerle ilişki kesildi. ilişki kurmak bağlantı sağlamak, İlgi sağlamak.

kişiler arası ilişki, sosyal ilişki, toplumsal ilişki, ahbap çavuş ilişkisi, üretim ilişkileri

iliş kilendirme is. İlişkilendirmek işi.

ilişkilendirmek (-i) İlişkili duruma getirmek.

ilişkili sf. İlişkisi olan.

ilişkin sf. İlgisi, ilişiği olan, bağlı, ilgili, ait, merbut, müteallik: "Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler..." -Anayasa.

ilişkinlik, -ği is. İlişkin olma durumu, aidiyet.

ilişkisiz sf. İlişkisi olmayan.

ilişkisizlik, -ği is. İlişkisiz olma durumu.

ilişme is. İlişmek işi.

ilişmek (-e) 1. Bir şeye hafifçe dokunmak, takılmak: Elim çiçeklere ilişti, vazo devrildi. 2. Elini sürmek, dokunmak: "Bir sancılı yerine dokunmuşum gibi, ıstırapla: -Bırak, ilişme, diye inledi." -F. R. Atay. 3. Bir şeyin kenarına kısa bir süre için oturmak: "Sonra gene usulca hastanın karyolasına yandan ilişerek oturdu." -N. Cumalı. 4. Karışmak, rahat vermemek, müdahale etmek: "Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanılmayacağından şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı." -R. H. Karay. 5. mec. Değinmek, sözünü etmek: O konuya hiç ilişmedik. 6. hlk. Şaka etmek.

iliştirilme is. İliştirilmek işi.

iliştirilmek (-e) İliştirme işi yapılmak, eğreti takılmak, hafifçe tutturulmak.

iliştirme is. İliştirmek işi.

iliştirmek (-i, -e) 1. İlişmesini sağlamak: "Seni bahçeye bir kenara iliştiririz." -F. R. Atay. 2. Bağlamak, tutturmak, eğreti takmak, hafifçe tutturmak.

ilk sf. 1. Zaman, sıra, yer ve önem bakımından ötekilerden önce gelen, son karşıtı: "Gözlerini açınca ilk işi saatine bakmak oldu." -Y. K. Karaosmanoğlu.'2. is. Herhangi bir şeyin en önde olanı, önce geleni: "İnsanı insan yapan duyguların ilkidir aşk." -N. Cumalı. 3. zf. Birinci olarak, en başta: İlk hatırladığım olay...

ilk adım, ilk ağızda, ilkbahar, İlk Çağ, ilk devre, ilk dördün, ilk elden, ilk gençlik, ilk gösteri, ilk göz ağrısı, ilkgüz, ilk kânun, ilkokul, ilköğrenim, ilköğretim, ilk Önce, ilk örnek, ilk planda, ilk sezi, ilk tasarım, ilk teşrin, ilk ve son, ilkyardım, ilk yarı, ilkyaz

ilk adım is. Başlangıç.

ilk ağızda zf. Önce, öncelikle, ilk iş olarak, her şeyden önce: "Birkaç hastalığın birden hücumuna uğradı. İlk ağızda büyük canlılığı ve iyimserliği ile bir bir onlardan kurtuldu. " -H. Taner.

ilkah is. (ilka:h) Ar. ilkah biy. esk. 1. Dölleme, döllenme. 2. Aşılama, ilkah etmek 1) döllemek; 2) aşılamak.

ilkbahar is. T. ilk + Far. bahar astr. Kuzey yarım kürede mart, nisan ve mayıs aylarını içine alan, 21 Mart-22 Haziran arası zaman aralığı, ilkyaz, bahar.

İlk Çağ is. tar. En eski zamanlardan başlayarak miladi 476, Batı Roma İmparatorluğunun çöküş yılına kadar süren çağ, antikite.

ilk devre is. sp. İlk yarı.

ilk dördün is. astr. Ayın, yeni ay evresinden bir hafta sonra yarım daire biçiminde göründüğü evre.

ilke is. 1. Temel düşünce, temel inanç, umde, unsur, prensip: "İlkelerine sıkı sıkıya bağlı, bilinçli ve ödün vermez bir insandı." -H. Taner. 2. Temel bilgi: Kimyanın ilkeleri. 3. Öge: Atomlar cisimlerin ilkeleridir. 4. Davranış kuralı: "Bence ahlakın bir ilkesi, bir kökü vardır. Sana yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma." -N. Ataç. 5. man. Her türlü tartışmanın dışında sayılan öncül, mebde, prensip.

çelişiktik ilkesi, çelişmezlik ilkesi, eylemsizlik ilkesi, nedensellik ilkesi, süreklilik ilkesi

ilkeci is. İlkelerine bağlı kimse.

ilkecilik, -ği is. İlkeci olma durumu: "Uçları hafif yukarı kalkık ağzı, yüzdeki ilkeciliği yumuşatmak ister gibiydi." -H. Taner.

ilkel sf. 1. İlk durumunda kalmış olan, gelişmesinin başında bulunan, iptidai, primitif: "İran'da ve Afganistan'da bu aşiretleri idare edenlerin ilkel planda kalmış menfaatleri var." -Ç. Altan. 2. Sanatta yalın bir nitelik gösteren, yapmacıksız olan, primitif. 3. is. Özellikle XIV-XV. yüzyıllarda İtalyan ressamlarına, Orta Çağ sonlarında Avrupa ressamlarına verilen ad. 4. mec. Eğitimsiz, kültürsüz, görgüsüz. 5.fel. Zaman bakımından en eski olan, iptidai, primitif.

ilkel memeliler, ilkel toplum

ilkelce sf (ilkelce) 1. İlkel. 2. zf. İlkel bir biçimde.

ilkelciler ç. is. İlkelcilik yanlısı olan sanatçılar.

ilkelcilik, -ği is. 1. Avrupa sanatının çağımıza kadar geçirdiği gelişmelerden habersiz görünen, ilkel ulusların sağlam, kaba, saf, yalın biçimli sanatını benimseyen görüş, primitivizm. 2. İlkellik özlemini ileri süren düşünce akımlarının genel adı, primitivizm.

ilk elden zf 1. Baştan başlayarak. 2. Dolaysız, aracısız.

ilkeleşme is. İlkeleşmek işi.

ilkeleşmek (nsz) İlke durumuna gelmek.

ilkelleşme is. İlkelleşmek işi.

ilkelleşmek (nsz) 1. İlkel bir durum almak. 2. İlkel bir duruma gelmek.

ilkelleştirme is. İlkelleştirmek işi veya durumu.

ilkelleştirmek (-i) İlkel duruma getirmek.

ilkellik, -ği is. İlkel olma durumu, iptidailik.

ilkel memeliler ç. is. zool. Bazı sınıflandırmalara göre memeliler sınıfının tek delikliler ile soyu tükenmiş olan bazı ilkel yapılı memelileri içine alan bir alt sınıfı.

ilkel toplum is. sos. Yazılı kültürü bulunmayan, sanayileşmemiş, şehirleşmemiş tarım toplumu.

ilkesel sf. İlke ile ilgili.

ilk gençlik, -ği is. 1. Ergenlik çağı. 2. Deneyimsizlik, toyluk.

ilk gösteri is. tiy. Sahneye konulan oyunun ilk temsili, prömiyer.

ilk göz ağrısı is. 1. İlk çocuk. 2. İlk sevilen, âşık olunan kimse: "Sen ilk aşkım, ilk göz ağrımsın / Dünyalara değişmem seni." -O. V. Kanık.

ilkgüz is. Eylül ayı.

ilkin zf. (i'lkin) Başta, başlangıçta, önce, iptida: "Rıza da ilkin onlara katılmış gidiyorken birden vazgeçti." -H. Taner.

ilk kânun is. (ilk kâ:nu:n) T. ilk + Ar. kânun esk. Aralık.

ilkokul is. esk. Zorunlu öğrenim çağındaki kız ve erkek çocuklarının temel eğitim ve öğretimini sağlamak için devletçe açılan veya açılmasına izin verilen beş yıllık okul.

ilköğrenim is. İlköğretim.

ilköğretim is. Birkaç öğretim basamağından oluşan örgün eğitim sisteminin okuma yazmayı, matematiği, iyi bir yurttaş olmak İçin gerekli olan temel bilgi ve becerileri kazandıran sekiz yıllık ilk basamağı: "İlköğretim kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur..."-Anayasa.

ilk önce zf. önce, en önce, en başta.

ilk örnek, -ği is. Kök tip.

ilk planda zf 1. Önce, en önde: "Bu çatı altı penceresinden ilk planda bir Yahudi evinin taraçası görünüyordu." -H. R. Gürpınar. 2. Başlangıçta.

ilk sezi is. fel. Bir konuda edinilen ilk ve yalın bilgi.

ilk tasarım is. Bir tasarımın hazırlanmış ilk biçimi.

ilkten zf (ilkten) hlk. İlk Önce.

ilk teşrin is. esk. Ekim.

ilk ve son sf Tek, yegâne: "1883'te ilk ve son izdivacı olarak babamla evlenmiş." -Y. K. Beyatlı.

ilk yardım is. 1. Kaza, hastalık, yangın, deprem vb. tehlikeli ve ani durumlarda hastaya kesin tedavi öncesi, olay yerinde uygulanan ilk ve ivedi işlem, sıhhi imdat. 2. Bu işlemin uygulandığı yer.

ilkyardım çantası, ilkyardım hastanesi

ilk yardım çantası is. Trafikte kaza anında yaralıya ilk müdahaleyi yapmak için gerekli olan ilaç ve malzemenin bulunduğu çanta.

ilk yardım hastanesi is. Aniden rahatsızlananlar veya kazada yaralananlara ilk tıbbi müdahalenin yapılabileceği nitelikte donatılan hastane.

ilk yarı is. sp. Karşılaşmalarda iki devreden ilki, ilk devre.

ilkyaz is. (ilkyaz) İlkbahar, bahar: "Pek seyrek bana mektup gönderiyorlar ve ilkyaza kadar burada kalacağım söyleniyor." -M. Ş. Esendal.

illa zf (i'lla) Ar. illâ 1. Ne olursa olsun, hangi şartta olursa olsun, her hâlde: "İlla seni evine kadar geçireceğim diye ayak diriyor." -H. Taner. 2. Hele, özellikle.

illaki zf (i’llâ:ki) Ar. illâ + Far. ki İlle.

illallah ünl. (i'llâllah) Ar. illallah Usanç ve bezginlik anlatan bir söz: İllallah, yeter artık! illallah dedirtmek bezdirmek, usandırmak. illallah demek (veya etmek) usanmak, bıkmak, bezmek.

ille zf.(İ'lle)hlk. İlla.

ille velakin

illegal, -li sf. (illegal) Fr. illegal huk. Yasa dışı: İllegal örgütler.

illet is. Ar. 'illet 1. Hastalık: "Ben şarlatan değilim, oğlum. Bu illetin devası bendedir." -P. Safa. 2. mec. Hastalık derecesine varan alışkanlık: "Ya sayfa sayfa mektup yazmak illetine tutulmuş olanlara ne diyeyim?" -H. C. Yalçın. 3. mec. Bozukluk: Bu radyonun bir illeti var, 4. sf. tkz. Kızdıran, sinirlendiren (şey veya kimse). 5. fel. esk. Sebep, illet etmek 1) sinirlendirmek, kızdırmak; 2) sakatlamak. illet olmak çok sinirlenmek, çok kızmak: "Batı taklitçiliği de illet olduğu sorunlardan biri idi." -H. Taner, (bir şeyin) illetine uğramak hastalık derecesinde düşkün veya tutkun olmak: "İnsan boyuna gezecek olursa, baş dönmesi illetine uğrayacak. " -A. Rasim.

köstebek illeti

illetli sf. 1. Hastalığı olan. 2. mec. İkide bir aksaklık gösteren.

ille velakin bağ. hlk. Gelgeldim: "İlle velakin bunun ne dermanı vardır ne de fermanı." -O. C. Kaygılı.

illi sf (illi:) Ar. 'illifel. esk. Nedensel.

illiyet is. (illiyet) Ar. 'illiyyetfel. esk. Nedensellik.

illüstrasyon is. Fr. illustration 1. Resimlerle süsleme. 2. Kitap içindeki bir yazıyı açıklayan veya süsleyen resim.

illüzyon is. Fr. illusionpsikol. Yanılsama.

illüzyonist is. Fr. illusioniste Göz bağcı.

illüzyonizm is. Fr. illusionnisme Göz bağcılık.

ilme is. İlmek (II) işi.

ilmek, -ği (I) is. Çözülmesi kolay düğüm, eğreti düğüm, ilmik.

ilmek, -er (II) (-i) 1. Hafif bir düğüm yaparak bağlamak. 2. Halı dokurken düğümleri bağlamak. 3. (-e) hlk. Değmek, dokunmak. iler tutar yeri olmamak (veya kalmamak) çok dağınık, kötü, bozuk veya berbat bir duruma gelmek: "Mamafih, artık iler tutar yeri kalmayan paltosunu eskiciye satmak suretiyle bu kararını biraz daha uzattı." -H. Taner.

ilmekleme is. İlmeklemek işi.

ilmeklemek (-i) İlmek durumuna getirmek.

ilmî sf. (ilmi:) Ar. 'ilmi Bilimsel.

ilmiahlak is. (ilmiahlâk) Ar. 'Um + ahlâk sos. Töre bilimi.

ilmihâl, -li is. (ilmiha:!) Ar. 'Um + hâl din b. esk. İslam dininin kurallarını öğrenmek için yazılmış kitap.

ilmik, -ği is. İlmek (I), ilmik atmak ilmik yapmak.

ilmikleme is. İlmiklemek işi.

ilmiklemek (-i) Eğreti düğümle bağlamak.

ilmiklenme is. İlmiklenmek işi.

ilmiklenmek (nsz) İlmikle tutturulmak.

ilmikli sf. 1. Kolay çözülür biçimde düğümlenmiş. 2. Herhangi bir sayıda düğümü, ilmiği olan.

ilmiksiz sf. 1. Kolay çözülemeyen biçimde düğümlenmiş. 2. İlmiği olmayan.

ilmiye is. Ar. 'ilmiyye din b. esk. 1. Din işleriyle uğraşan hocalar sınıfı: İlmiyeden bir zat. 2. Din işleriyle uğraşanların mesleği.

ilmühaber is. (ilmühaber) Ar. 'Um + haber 1. Birinin yer, hâl, medeni durum vb.ni gösteren resmî belge, hâl kâğıdı. 2. Bir şeyin teslim alındığını gösteren belge, alındı kâğıdı.

doğum ilmühaberi, ikametgâh ilmühaberi, vefat ilmühaberi

ilsizleşme is. İlsizleşmek durumu.

ilsizleşmek Yurtsuz, vatansız kalmak.

iltibas is. (ilüba.s) Ar. iltibas esk. Birbirine çok benzeyen iki şeyin karışması, andırışma. iltibasa yol açmak karışıklığa sebep olmak.

iltica is. (iltica:) Ar. iltica' Güvenilir bir yere sığınma, sığınma, iltica etmek sığınmak: "Kovalıyorlarmış, kaçmış, saklanmak için saraya iltica etmek istemiş." -A. Gündüz.

iltica hakkı

iltica hakkı is. huk. Sığınma hakkı.

iltifat is. (-fa:tı) Ar. iltifat 1. Birine güler yüz gösterme, hatırını sorma, tatlı davranma: "Genç kızlar erkeklerin iltifatlarına nasıl karşılık vereceklerini şaşırmışlardı." -M. Yesari. 2. İlgi gösterme, rağbet etme: "Kime iltifat dozunu artırırsa, o gerçekten de bir şeyler olurdu." -Ç. Altan. 3. ed. Söz söylerken, daha çok etki sağlamak için beklenmedik bir anda sözü, konu ile çok yakından İlgili birine veya bir şeye yöneltme. 4. esk. Yüzünü çevirerek bakma, iltifat etmek 1) ilgilenmek, saygı göstermek: "İltifat etti, hatırını sordu." -M. Ş. Esendal. 2) beğenmek, rağbet etmek: Akşamki yemeklere iltifat eden çok oldu.

iltifatkâr sf. Ar. iltifat + Far. -kâr İltifat eden, mültefıt.

iltifatlı sf. Yüze gülen, gönül alan: "Naciye Hanım bu iltifatlı karşılanışa aynı hararetle mukabele etmedi." -P. Safa.

iltihabi sf. (iltihasbi:) Ar. iltihabı 1. İltihapla ilgili. 2. İltihabı olan, yangılı, iltihaplı.

iltihak is. (-ha:kı) Ar. İltihâk esk. Katılma. iltihak etmek katılmak: "Ricat yolu üstünde bıraktığımız nöbetçiler birer birer müfrezeye iltihak etti." -F. R. Atay.

iltihap, -bı is. (-ha:bı) Ar. iltihâb tıp Vücudun mikroplara karşı koymak için herhangi bir yerine fazla kan hücumu ile orada şişkinlik, kırmızılık, ısı ve ağrı ile beliren irin toplaması, yangı.

bağırsak iltihabı, karın zarı iltihabı, orta kulak iltihabı, yutak iltihabı

iltihaplanma is. İltihaplanmak işi, yangılanma.

iltihaplanmak (nsz) Bir doku veya bir organda iltihap toplamak, yangılanmak.

iltihaplı sf. İltihabı olan, yangılı.

iltihapsız sf. İltihabı olmayan, yangısız.

iltimas is. (-ma:sı) Ar. iltimas 1. Haksız yere, yasa ve kurallara uymaksızın kayırma, arka çıkma: "Onun için buraya kabul edilişimde bir iltimas seziyordum, buysa beni yerin dibine geçiriyordu." -O. Kemal. 2. mec. Birine herhangi bir konuda öncelik ve ayrıcalık tanıma: iltiması geçmişe hasretmeyelim. Daha doğrusu iltiması büsbütün kaldıralım." -H. Taner, iltimas etmek (veya geçmek) kayırmak, korumak, iltiması olmak arkası, kayırıcısı olmak.

iltimasçı sf. Kayırıcı, arka. iltimasçılık, -ğı is. Kayırma işi, kayırıcılık veya kayırmacılık.

iltimaslı sf. Kayırdan (kimse) veya kayırılarak yapılan (iş).

iltisak is. (iltisa:k) Ar. iltisak esk. Kavuşma, bitişme, birleşme.

iltisaki sf. (iltisa:ki:) Ar. iltişakı dbl. esk. İltisak olma durumu, bitişken.

iltisaki dil

iltisaki dil ç. is. dbl. Bitişken dil.

iltizam is. (iltizaım) Ar. iltizâm esk. 1. Kayırma, bir tarafı tutma. 2. Gerekli bulma. 3. Kesenek, iltizam etmek keseneğe almak.

iltizamcı is. Kesenekçi, mültezim.

iltizami sf. (iltiza:mi:) Ar. iltizâmi esk. İsteyerek, bilerek yapılan.

ilzam is. (Uza:m) Ar. ilzam 1. Cevap veremez durama getirme, susturma. 2. Herhangi bir iş yerinin gelirlerini toplama işini üzerine alma. ilzam etmek susturmak.