-ik bk. -ık/-ik vb.
ika is. (i:ka) Ar. ika' esk. Yapma, etme. ika etmek yapmak, işlemek: Zarar ika etti. Cürüm ika etti.
ikame is. (ika:me) Ar. ikâme esk. 1. Yerine koyma, yerine kullanma. 2. Ayağa kaldırma, ayakta durdurma. 3. Dava açma. 4. sf. Yerine konulan, yerine geçen, ikame etmek 1) yerine koymak; 2) ayakta durdurmak: Nöbetçi ikame etmek. 3) dava açmak: "Mahkeme bir Musevi'nin Ari ırka mensup biri aleyhine ikame ettiği davayı kabule yanaşmıyor. " -R. H. Karay.
→ ikame mal
ikame mal is. huk. Birbirlerinin yerine geçen, konulabilen mal: Şekerin bulunmadığı durumlarda pekmez bir ikame maldır.
ikamet is. (ika:met) Ar. ikâmet Bir yerde oturma, eğleşme, ikamet etmek bir yerde oturmak, eğleşmek: "Bizim kahraman da şimdi, burada ikamet ediyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. (bir yerde) ikamete memur edilmek esk. sürgün cezası verilmek.
ikametgâh is. (ika:metga:h) Ar. ikâmet + Far. -gah İkamet edilen, oturulan yer, konut.
→ ikametgâh ilmühaberi, ikametgâh kâğıdı
ikametgâh ilmühaberi is. Konut belgesi.
ikametgâh kâğıdı is. Konut belgesi.
ikaz is. (i:ka:z) Ar. ikâz 1. Uyarma, uyarı, dikkat çekme, ihtar, tembih. 2. esk. Uyandırma. ikaz etmek uyarmak, dikkat çekmek: "Yaşına başına yakıştıramadığım bazı hareketlerde bulunan babamı ikaz etmek lüzumunu duyduğundan mıdır, nedir? " -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ ikaz lambası, ikaz yeleği
ikaz lambası is. Taşıtlarda ısı, benzin, yağ vb. durumlarla ilgili sürücüyü uyaran ışıklı gösterge.
ikaz yeleği is. 1. Doğal afet zamanlarında enkaz kaldırılırken görevlilerin her an görülebilmeleri için giydikleri, fosforlu şeritleri bulunan yelek. 2. Güvenlik görevlilerin giydiği fosforlu şeritleri bulunan, özel yelek.
ikbal, -li is. (-ba:li) Ar. ikbâl 1. Baht açıklığı veya yüksek bir makama, duruma erişmiş olma durumu: "Siyasi ikbal veya nikbet yellerine göre yön alan bir huy sahibi olduğunu bilirdim." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. tar. Odalık. 3. esk. İstek, arzu: Çaya ikbal yok mu? ikbali sönmek daha önce iyi olan durum veya işi bozulmak.
→ ikbal düşkünü, izzetüikbal
ikbal düşkünlüğü is. 1. İyi bir yaşantısı varken gözden düşerek yoksul olma durumu: "İkbal düşkünlüğü babama tesir etmemiş gibiydi." -R. N. Güntekin. 2. Makam ve mevki hırsı olma durumu.
ikbal düşkünü sf. 1. İyi bir yaşantısı varken gözden düşerek yoksulluğa mecbur kalan (kimse). 2. Makam ve mevki hırsı olan (kimse).
ikdam is. (-daimi) Ar. ikdam esk. Gayretle çalışma, sürekli uğraşma.
ikebana is. (ikeba'na) Jap. Belli kurallara göre yapılan çiçek düzenlemesi.
iken zf. Esnasında, ...-dığı / -diği hâlde, ...-dığı / -diği zaman: "Dil bizim dilimiz iken, kitabımız bizim yabancımız olmuştu." -M. Ş. Esendal.
İki is. 1. Birden sonra gelen sayının adı. 2. Bu sayıyı gösteren 2, II rakamlarının adı. 3. sf. Birden bir artık: "Bir sokak başında kavga eden iki çocuğu ayırdı." -H. Taner, iki ahbap çavuş şaka her yerde hep birlikte görülen, birbirinden ayrılmayan İki arkadaş. iki arada bir derede (kalmak) sıkışık, zor şartlar altında (kalmak), iki arada kalmak birbirine karşıt iki kişi arasında ne yapacağını bilemeyerek şaşırmak, iki ateş arasında kalmak zor bir durumda karar verememek. iki ayağını bir pabuca sokmak birini bir işi hemen yapması için çok sıkıştırmak: "Nerelerdesiniz, İhsan Bey? Hem sabah sabah iki ayağımı bîr pabuca sokuyorsunuz hem ortalarda görünmüyor sunuz." -A. İlhan. (bir şey) iki baştan olmak bir şey, her iki tarafın aynı şeyi istemesiyle, iyi niyetiyle gerçekleştirilebilmek: iyi geçim iki baştan olur. iki cambaz bir ipte oynamaz kurnazlıkta eşit olan iki kimse birbirlerini aldatamaz, iki cami arasında kalmış beynamaz iki yoldan hangisini tutacağını şaşırmış kimse, iki çıplak bir hamama yakışır iki yoksul kimsenin birbiriyle evlenmesi uygundur, iki çift laf (veya lakırtı veya söz) etmek 1) birkaç söz söylemek: "O, keyfini etsin; karşılaştığı bir ahbapla iki çift lakırtı etsin de, siz ne olursanız olun." -N. Ataç. 2) bir araya gelerek sohbet etmek, iki dirhem bir çekirdek çok güzel ve özenli giyinmiş: "iki dirhem bir çekirdek kadınların başlarında şemsiye, ellerinde de yelpaze." -S. Birsel, iki el bir baş için ancak kendi geçimini sağlayabilenler, başkalarına yardım edecek bir durumda değildir, iki eli (birinin) yakasında olmak kıyamette ondan davacı olmak: "Babanın kanını yerde korsan, Öteki dünyada iki elim yakanda, diye kışkırtmıştı." -O. Kemal, iki eli (kızıl) kanda olsa elindeki iş ne kadar önemli olursa olsun: "Eğer gece vakti hekim lazım olursa, sen benim pencerenin altına gel, bir nara bas, iki elim kızıl kanda olsa yetişirim." -H. Taner, iki eli böğründe kalmak çaresiz kalıp ne yapacağını bilememek, iki eli şakaklarında düşünmek derin derin düşünmek, iki eli yanına gelmek 1) ölmek: "Amcasının evinde Allah hakkı için söylüyorum, iki elim yanıma gelecek, cami vardı." -S. Ertem. 2) doğru söylendiği kanıtlanmak istendiğinde söylenen yemin sözü. iki gönül bir olunca samanlık seyran olur birbirini sevenler İçin zenginlik önemli değildir: "Tutardık bir göz oda, yerleşirdik, bitti, gitti, iki gönül bir olduktan sonra, samanlık seyran olurdu." -O. Kemal, iki gözü iki çeşme ağlamak sürekli veya çok ağlamak: "Sen gittin de aylarca yas tuttu, iki gözü iki çeşme ağladı." -Y. Kemal, iki gözüm kör olsun doğru söylendiği kanıtlanmak istendiğinde söylenen yemin sözü. iki hırtı, bir pırtı aşırı yoksulluğu anlatan bir söz: "Getirdiğimiz iki hırtı, bir pırtıyla bu ev döşenmez." -H. R. Gürpınar, iki kaptan bir gemiyi batırır bir işi, iki kişi yürütemez. iki karpuzu bir koltuğa sığdırmak aynı anda iki İşi veya görevi yapmak, iki kat olmak iki büklüm olmak: "Ali, birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu." -S. F. Abasıyanık. iki kere iki dört eder gerçekliğinden şüphe edilmeyecek kadar açık. iki kulak bir dil için çok dinleyip az söylemeli. iki lafı (veya sözü) bir araya getirememek düşündüğünü doğru dürüst ifade edememek. iki lakırtı etmek iki çift laf etmek: "Genç olduk, ihtiyar olduk, şu adama sor bakalım, bir gün, bir saatçik olsun oturup benimle iki lakırtı etmiş midir?" -M. Ş. Esendal. iki lakırtıyı bir araya getirmek meramını kısaca, düzgün ve açık bir biçimde anlatmak: "Kız bir türlü iki lakırtıyı bir araya getirip kendini müdafaa edemediği için lalanın başı derde girmemiş oluyordu." -R. N. Güntekin. iki rahmetten (veya iyilikten) biri çok acı çeken ağır hastalar için iyileşme veya ölüm. iki satır laf etmek (veya konuşmak) dostça biraz söyleşmek. iki seksen uzanmak alay bir çarpma, vurma sonucu boylu boyunca serilmek, iki söz bir pazar uzun boylu pazarlık etmeden, iki şıktan biri İki seçenekten, iki çözüm yolundan biri. iki ucu boklu değnek kaba ne yönden bakılırsa bakılsın çözülmesi çok güç iş veya durum, iki ucunu bir araya getirememek gelirle gideri denkleştirernemek, işleri düzene koyamamak, iki yakası bir araya gelmemek geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamamak, borçtan kurtulamamak. iki yakasını bir araya getirememek maddi sıkıntıdan kurtulup rahata erememek: "Burada kızlar çok pahalıdır. Evlenen adam kolay kolay iki yakasını bir araya getiremez. Kızın bütün sülalesine hatırı sayılır hediyeler sunmak şarttır." -B. R. Eyuboğlu. ikisi bir kapıya çıkmak aynı sonuca varmak, aynı sonucu doğurmak, ikisini bir kazana koysalar kaynamazlar aralarındaki anlaşmazlık o kadar büyüktür ki onları uzlaştırma çaresi bulunamaz.
→ iki anlamlı, iki ayaklı, iki başlı, iki bir, iki buçukluk, iki büklüm, iki canlı, iki cihan, iki cinslikli, iki çenektiler, iki çenetli, ikiçifte, iki dilli, iki düzlemli, iki eşeyli, iki evcikli, iki fazlı, iki geceli, iki gözüm, iki kanatlılar, iki katlı, iki nokta, iki paralık, iki parmaklı, İki şekilli, ikitek, iki tek, ikitelli, iki terimli, iki yaşamlılar, ikiyüzlü, iki yüzlü, ikide bir, ikide birde, beş iki, bir iki, üç iki, onikitelli, yetmiş iki millet
iki anlamlı sf. 1. İki anlama gelen. 2. İki anlama yorumlanabilme durumu. 3. fel. İkircil.
iki anlamlılık, -ğı is. 1. İki anlama gelme durumu. 2. İki anlama yorumlanabilme durumu.
iki ayaklı sf. İki ayağı olan (hayvan veya eşya).
iki ayaklılık, -ğı is. İki ayaklı olma özelliği veya durumu.
iki başlı sf. İki başlı olan.
iki başlılık, -ğı is. 1. İki başlı olma durumu. 2. mec. Yönetimde birden fazla yetkiye sahip olma. 3. mec. Yönetimde birden çok kişinin müdahalesi sonunda işlerin sarpa sarması.
iki bir is. Oyunda, zarlardan birinin bir, öbürünün iki benekli olan yüzünün üste gelmesi.
iki buçukluk, -ğu is. 1. Çeyrek lira değerinde para. 2. argo Top toplayıcı. 3. esk. Kadınların süs için takındıkları, İki buçuk altın Ura değerinde olan altın.
iki büklüm zf. Beli bükük, Öne doğru eğik bir biçimde: Bütün yaz tarlanızda ter döktüm, çoluk çocuğumla iki büklüm çalıştım." -N. Cumalı. iki büklüm olmak 1) yorgunluk, hastalık, yaşlılık vb. sebeplerle beli bükülmek, Öne doğru eğilmek; 2) mec. riyakârlık, dalkavukluk, gerçek olmayan saygı vb. sebeplerle iki kat olup öne eğilmek: "Değil bu yerlerin başkanına, hatta hademesine saygılarım sunmak için iki büklüm olurlar." -H. Taner.
iki canlı sf hlk. Gebe, yüklü, hamile: "Bugüne kadar dişimi sıkıp sustum. Yine de bir şey söylemeyecektim ama iki canlı olduğumu anladım." -H. R. Gürpınar.
iki canlılık, -ğı is. İki canlı olma durumu. ikici sf. fel. İkicilik felsefesini kabul eden, düalist.
iki cihan is. din b. Dünya ve ahiret, İslam inancına göre bu dünya ve ebedî olan öteki dünya.
ikicilik, -ği is. fel. Birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız, birbirine geri götürülemeyen, birbirinin yanında veya karşısında bulunan iki İlkenin varlığını kabul eden görüş, düalizm.
iki cinslikli sf. İki eşeyli.
iki çenekliler ç. is. bot. Tohumlarında iki çenek bulunan kapalı tohumlu bitkiler sınıfı.
iki çenetli sf. bot. 1. Çatladığında kabuğu iki çenete ayrılan (meyve). 2. zool. İki parçalı kavkısı birbirine kaslarla bağlı yassı solungaçlılardan midye, istiridye vb. (hayvan).
iki çenetliler ç. is. bot. İki çenetli kabuklu yumuşakçalar sınıfı.
ikiçifte is. sp. Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde ikişer küreği olan tekne.
ikide bir zf Sürekli, ikide birde: "Ellerindeki mendilleri ikide bir yüzlerine götürmelerinden ağladıkları anlaşılıyordu." -R. N. Güntekin.
ikide birde zf İkide bir: "İkide birde barutla infilak akisleri geliyordu." -Y. K. Beyatlı.
iki dilli sf. İki ayrı dilde olan: İki dilli sözlükler.
iki dillilik, -ği is. 1. İki ayrı dile sahip olma veya iki ayrı dili okuyup yazma gücünde ve becerisinde olma. 2. İki dilin bir arada konuşulduğu bölge veya ülke.
iki düzlemli sf. mat. İki düzlemin kesişmesinden oluşan (açı).
iki eşeyli sf biy. Erkek ve dişi eşey organları bir arada bulunan, iki cinslikli.
iki evcikli sf. bot. Erkek ve dişi çiçekleri ayrı ayrı bitkilerde bulunan (bitki).
iki fazlı sf.fiz. Aralarında devrenin dörtte biri kadar faz farkı olan (aynı frekans ve genlikte iki alternatif akım veya gerilim).
iki geceli zf. Karşılıklı iki sıra olarak: "... ve derhâl erkek hizmetçiler rıhtıma seğirtir, iki geceli dizilir, divan durur." -H. E. Adıvar.
iki gözüm ünl. Okşayıcı bir seslenme sözü.
iki kanatlılar ç. is. zool. Çift kanatlılar.
iki katlı sf. Üst üste iki katı olan.
ikilem is. man. 1. İki önermesi bulunan ve her iki önermenin vargısı olan tasım, kıyasımukassem, dilemma. 2. İnsanı istenmeyen seçeneklerden birini, çoğunlukla iki seçenekten birini izlemeye zorlayan tartışma, sorun veya usa vurma durumu.
ikileme is. 1. İkilemek işi. 2. dbl. Anlamı güçlendirmek için aynı kelimenin tekrarlanması, anlamları birbirine yakın, karşıt olan veya sesleri birbirini andıran kelimelerin yan yana kullanılması: Yavaş yavaş, irili ufaklı, aşağı yukarı gibi.
ikilemek (-i) 1. Bir şeyin sayısını ikiye çıkarmak. 2. Tekrarlamak, yinelemek. 3. hlk. Tarlayı iki kez sürmek.
ikilenme is. İkilenmek işi.
ikilenmek (nsz) İkileme işi yapılmak.
ikileşme is. İkileşmek işi.
→ benlik ikileşmesi
ikileşmek (nsz) Sayısı ikiye çıkmak: "Başı ikiye ayırırlardı, bu sefer de baş ikileşirdi." -T. Buğra.
ikiletme is. İkiletmek işi.
ikiletmek (-i) İkileme işini yaptırmak.
ikili sf. 1. İki parçadan oluşan, kendinde herhangi bir şeyden iki tane bulunan: İkili priz. İkili abajur. 2. İskambil, domino vb. oyunlarda İki İşareti bulunan (kâğıt veya pul). 3. İki yan arasında yapılmış: ikili anlaşma. 4. is. müz. İki çalgı veya iki ses için düzenlenmiş müzik parçası, düet. 5. is. İki kişiden oluşmuş topluluk. 6. is. At yarışlarında aynı koşunun birincisi ile ikincisini tahmin ederek oynanan oyun: "ikili, bir liraya iki yüz yirmi lira verdi." -N. Cumalı. ikili oynamak 1) karşı olan yanlardan hem birini hem öbürünü destekler görünmek; 2) at yarışlarında birinci ile ikinciyi tahmin edip para yatırmak.
→ ikili çatı, ikili kök, ikili ünlü, ikili yatak
ikili çatı is. dbl. İki görevde de kullanılabilen çatı: alınmak, toplanmak, sanılmak sözlerinin hem dönüşlü hem de edilgen çatı olarak kullanılması gibi.
ikilik, -ği is. 1. İki değişik kullanımı veya uygulaması olma durumu. 2. mec. Görüş veya düşüncede ikiye bölünmüş olma durumu, anlaşmazlık: "Kasabanın tarihi, bir bakıma ikiliklerinin tarihiydi." -N. Cumalı. 3. esk. İki kuruşluk gümüş akçe. 4. müz. Birlik notanın yarı süre değerindeki nota. 5. sf. İkisi bir arada, iki taneden oluşmuş, iki tane alabilen: İkilik cezve.
→ kırkikilîk, duyum ikiliği
ikili kök is. dbl. Hem isim kökü hem fiil kökü gibi kullanılan kök: Göç, göçmek; acı, acımak.
ikili ünlü is. dbl. Hecede yan yana bulunan iki ünlü, diftong.
ikili yatak, -ğı is. İki kişinin yatabileceği tek parça yatak,
ikinci sf. 1. İki sayısının sıra sıfatı. 2. Sırada önem bakımından birinciden sonra gelen: "Tevfik'in alçak gönüllü, hep ikinci planda kalma olgunluğundaki pişekârlığı Dümbüllü'ye sanatım en iyi değerlendirme olanağım sağlardı." -H. Taner. 3. Değer ve kalitece birinciden sonra gelen: "Evde pişirip yedikleri çikolatanın kalitesi ikinci idi." -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Yeni, bir başka. 5. is. Birinciden sonra gelen kimse veya nesne: "İhtiyarın iki çocuğundan birini öldürdüler... ikincisini de öldürmeye kalktılar. " -R. N. Güntekin. ikinci gelmek bir yarışmada birinciden sonraki dereceyi almak. ikinci plana düşmek bir kimsenin veya topluluğun gözünde eski önemini, değerini yitirmek: Yanlış tutumu yüzünden ikinci plana düştü.
→ ikinci Çağ, ikinci el, ikinci ferik, ikinci sınıf, ikinci yarı, İkinci Zaman, ikinci zar
İkinci Çağ jeol. Yeryüzünün yaklaşık yüz elli milyon yıllık çağı, İkinci Zaman, mezozoik.
ikinci el sf. Kullanılmış, elden düşme.
ikinci ferik, -ği is. ask. esk. Tümgeneral.
ikincil sf. Sırada Önem bakımından ikinci derecede olan, tali, sekunder.
→ ikincil grup
ikincil grup, -bu is. sos. Birbirleriyle ilişkileri kişisel olmayan, resmî ilişkilere dayanan etkileşmelerle İlişki İçine giren, ikiden fazla insanın oluşturduğu topluluk.
ikincilik, -ği is. İkinci olma durumu veya derecesi.
ikinci sınıf is. 1. eğt. Öğretim kurumlarında ikinci yıl. 2. sf. mec. Değeri düşük, değersiz: İkinci sınıf binalar.
ikinci yarı is. sp. Karşılaşmalarda iki devreden sonuncusu: "İkinci yarıda herkesin dili bir karış dışarı çıktığı, maraza aradığı, çamurlaştığı zaman, seninki, oyuna yeni girmiş gibi terütaze koşar durur." -H. Taner.
İkinci Zaman is.jeol. İkinci Çağ.
ikinci zar is. bot. Bitkilerde tohumu örten zarların dıştan ikincisi.
ikindi is. 1. Öğle ile akşam arasındaki zaman dilimi: "Akhisar'dan trene bindiğim zaman saat ikindi suları idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. din b. İkindi ezanı. 3. din b. İkindi namazı: İkindiyi kıldım, ikindiden sonra dükkân açmak bir İşe başlamakta geç kalmak.
→ ikindi ezanı, ikindi namazı, ikindiüstü, ikindiüzeri, ikindi vakti, ikindi zamanı, kırk ikindi
ikindi ezanı is. din b. İkindi namazına çağrı İçin okunan ezan.
ikindi namazı is. din b. İkindi vakti kılınan namaz.
ikindiüstü zf. İkindiye doğru, ikindiüzeri.
ikindiüzeri zf. İkindiüstü.
ikindi vakti zf. İkindi için belirlenen süre, ikindi zamanı: "İkindi vakti iki anne, çocuklarını sevinçle karşıladılar." -O. C. Kaygılı.
ikindiyin zf. (ikindiyin) hlk. İkindi vaktinde.
ikindi zamanı zf. İkindi vakti.
iki nokta is. 1. Kendisinden sonra örnek verilecek veya açıklama yapılacak cümlenin sonuna konulan noktalama işareti (:). 2. mat. Bölme işaretinin adı.
iki paralık, -ğı sf Değersiz, önemsiz, (birini) iki paralık etmek değerini, onurunu düşürmek: "Talebeliğin şerefini iki paralık etmişti gene." -R. İlgaz, (biri) iki paralık olmak değerini, onurunu yitirmek: "Herifi enseleyemezsem diye, aklı başından gidiyordu. Mahalledeki on beş yıllık bekçilik haysiyeti iki paralık olacaktı." -S. Kocagöz.
iki parmaklı sf. zool. İki parmağı olan (hayvan).
ikircik, -ği is. hlk. 1. İşkil, şüphe, kuruntu. 2. Kararsızlık, tereddüt.
ikirciklenme is. İkirciklenmek işi.
ikirciklenmek (nsz) 1. İşkillenmek, kuşkulanmak. 2. Kararsız olmak.
ikircikli sf. 1. İşkilli. 2. Kararsız, mütereddit.
ikirciklik, -ği is. İkircikli olma durumu, tereddüt.
ikircil sf. fel. İki anlama da gelen ve iki türlü yorumlanabilecek nitelikte olan, iki anlamlı: Mısır, ikircil bir kelimedir.
ikircim is. İkircik.
ikircimli sf. İkircikli.
ikircimlik, -ği is. İkirciklik.
iki şekilli sf. kim. Birbirinden farklı iki biçimde billurlaşan: Kükürt iki şekilli bir cisimdir.
ikişer sf İki sayısının üleştirme sıfatı, her defasında ikisi bir arada olan, her birine İki: "Bu, ikişer katlı ve yan yana iki binadır." -A. Ş. Hisar, ikişer olmak ikişer ikişer sıraya dizilmek.
→ birer ikişer
ikitek is. sp. Kürek yarışlarında sancak ve iskelesinde ayrı ayrı oturaklarda ve sadece birer küreği olan tekne.
iki tek "İçki içmek" anlamına gelen iki tek atmak deyiminde geçer: "El âlem huzurunda fütur etmeden akıllarına estiği zaman gelir, iki tek atarlar." -S. F. Abasıyanık.
iki telli is. İki teli olan saz.
iki terimli is. mat. Toplama (+) veya çıkarma (-) işaretiyle birbirine bağlanan iki terimden oluşan cebirsel anlatım.
iki yaşamlılar is. biy. Hem suyun içinde hem karada yaşayabilen canlılar, amfibi.
ikiyüzlü sf. Özü sözü bir olmayan, riyakâr, mürai: "Kocasının zayıf bir adam olduğunu bilmez miydi, bilirdi, şimdi bir de ikiyüzlü olduğunu gözleriyle görüyordu." -A. İlhan.
iki yüzlü sf. 1. İki tarafı olan: İkiyüzlü kumaş. 2. İki taraflı kullanılan.
ikiyüzlülük, -ğü is. İkiyüzlü olma durumu, riyakârlık, mürailik: "Mademki ... her baktığı insanın ciğerini dahi okuyordu, nasıl olup da etrafını saran mideci dalkavukların ikiyüzlülüğünü anlayamıyordu?" -H. Taner.
ikiz sf. 1. İkisi bir arada doğan (çocuk). 2. bot. Aynı çiçekten oluşmuş birbirine yapışık iki meyve. 3. Birbirine tamamen benzeyen, eş: "Rıza boş arsaları, ikiz pembe villaları, havuzlu bahçeyi geçti." -H. Taner, ikiz doğurmak 1) ikiz bebek dünyaya getirmek; 2) mec. herhangi bir işte çok sıkıntı çekmek.
→ ikiz anlam, ikizkenar, ikiz ünlü, ikiz ünsüz, tek yumurta ikizi
ikiz anlam is. man. Bir anlatımın, iki türlü anlam verecek biçimde kurulmuş olması: Çalışkan ol baban gibi tembel olma" sözünde "baba "nın "çalışkan "a mı, yoksa "tembel"e mi örnek gösterildiği belirsiz kaldığı için cümlede ikiz anlam vardır.
ikiz anlamlı sf. İkiz anlamı olan.
ikizkenar sf. mat. İki kenarı eşit olan.
→ ikizkenar üçgen, ikizkenar yamuk
ikizkenar üçgen is. mat. Yalnız iki kenarı birbirine eşit olan üçgen.
ikizkenar yamuk, -ğu is. mat. Paralel olmayan iki kenarı eşit yamuk.
İkizler ç. öz. is. astr. Zodyak üzerinde Boğa ile Yengeç arasında bulunan burcun adı, Cevza.
ikizleşme is. 1. İkiz duruma gelme. 2. tıp İki diş arasındaki bütün dokuların bitişmesiyle oluşan diş anomalisi. 3. âbl. Ünsüz İkizleşmesi.
→ ünsüz ikizleşmesi
ikizli sf. 1. İkizleri olan (ana). 2. İki kollu (araç): İkizli şamdan. 3. man. Kendisinden iki anlam çıkarılabilen, ikiz anlamlı (anlatım).
ikizlilik, -ği is. man. İkizli olma durumu.
ikiz ünsüz is. dbl. Özellikle ağızlarda çeşitli ses olayları sonunda iki ünsüzün yan yana gelmesi.
iklim is. (ikliım) Ar. iklim 1. coğ. Yeryüzünün herhangi bir yerinde hava olaylarına bağlı olarak gerçekleşen etkilerin uzun yılların ortalamasına dayanan durumu, abuhava. 2. esk. Ülke, diyar: "Geceleri çalışmak, gündüzlerinin çok sıcak olduğu iklimlerde alışılmış manzaralardandır." -R. H. Karay.
→ iklim bilimi, karasal iklim, tropikal iklim, çöl iklimi, dağ iklimi, deniz iklimi, kara iklimi
iklim bilimci is. İklim bilimi uzmanı, klimatolog.
iklim bilimi is. İklimleri inceleyen bilim, klimatoloji.
iklimleme is. Yapıların sıcaklık, nem ve temizliğini sağlamaya, gerekli hava akımını gerçekleştirmeye ilişkin İşlem.
→ iklimleme cihazı
iklimleme cihazı is. Klima.
ikmal, -li is. (-maili) Ar. ikmâl 1. Eksik bir şeyi tamamlama, daha iyi duruma getirme, bütünleme: "... kolordu ikmaliyle ilgili bir iş için görevli olarak gelmiş." -A. ilhan. 2. Bitirme. 3. ed. Cümlenin, dizenin anlamını sonra gelen cümle veya dize ile tamamlama. ikmal etmek 1) bütünlemek, tamamlamak; 2) bitirmek: "Her neyse, otur bakalım karşıma da hatıratımı ikmal edeyim!" -R. H. Karay, ikmale bırakmak bütünlemeye kalmasına sebep olmak, ikmale kalmak bütünlemeye kalmak: "İkmale kalmış zengin çocuklarına hususi ders veriyorum." -H. Taner.
→ ikmal imtihanı
ikmal imtihanı is. eğt. Bütünleme sınavı.
ikna is. (ikna:) Ar. ikna' Bir konuda birinin inanmasını sağlama, inandırma, kandırma: "Sinirleniyor, kendi kendimi ikna için daha ısrarla, daha fazla konuşuyordum." -S. F. Abasıyanık. ikna etmek inandırmak, kandırmak: "Mektubu sırf Saffet'in saadeti için gönderdiğine kendi vicdanını ikna etmek mecburiyetini hissediyordu." -H. E. Adıvar. ikna olmak inanmak, kanmak.
ikon is. Fr. icöne Ortodokslarda İsa, Meryem veya ermişlerin tahta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılmış dinî içerikli resimler.
ikona is. bk. ikon.
ikonografi is. Fr. iconographie İkonların tanıtılması ve açıklanması.
ikrah is. (ikra:h) Ar. ikrah esk. Tiksinme, iğrenme, ikrah etmek tiksinmek, iğrenmek. ikrah getirmek tiksinmeye, İğrenmeye başlamak.
ikrahlık, -ğı is. hlk. Tiksinti: Allah sana bu tütünden ikrahlık versin.
ikram is. (-ra:mi) Ar. İkram 1. Konuğu ağırlama. 2. Bir şeyi armağan olarak verme, sunma: "Üstat, bunların ikram olduğunun farkında değildi." -Ç. Altan. 3. Alışverişte satıcının alıcıya yaptığı İndirim. 4. Sunulan şey: Konuklarına ikramları çoktu, ikram etmek 1) konuğu bir şeyle ağırlamak, konuğa bir şey sunmak: "Köylerinde bize her zaman portakalların en olmuşunu, şarapların en eskisini ikram ettiler." -F. R. Atay. 2) fiyatta indirim yapmak, ikram görmek ağırlanmak: "Mal müdürü, vergi kâtibi, evkaf memuru gibi her zaman işinin düşeceği nüfuzlu adamlarla senli benli konuşur, odalarına uğradıkça başköşede ikram görürdü." -R.H.Karay.
→ izazuikram, izzetüikram
ikramcı is. İkramda bulunmayı seven kimse, mükrim: "Buna rağmen pek misafirperver ve ikramcı idi." -F. R. Atay.
ikramiye is. (ikra:miye) Ar. ikrâmiyye 1. Bir yerde çalışan kimselere genellikle kazançtan dağıtılan veya iyi çalıştıkları için verilen aylık dışı para. 2. Piyangoda bir kimseye çıkan para veya nesne.
→ emekli ikramiyesi, tekaüt ikramiyesi
ikramiyeli sf. İkramiyesi olan.
ikramiyesiz sf. İkramiyesi olmayan.
ikrar is. (ikra:r) Ar. ikrar esk. 1. Saklamayıp doğruca söyleme, açıkça söyleme. 2. Bildirme. 3. Benimseme, onama, kabul, tasdik: Sükût ikrardan gelir, ikrar etmek açıkça söylemek, kabul etmek, ikrar vermek söz vermek: "İkrar verdi cahil gönlüm inandı / Seherin yelleri esti gelmedi." -Karacaoğlan.
ikraz is. (ikra:z) Ar. ikraz esk. Borç veya ödünç verme, ikraz etmek ödünç vermek.
iksir is. (iksi:r) Ar. iksir esk. 1. Hayatı ölümsüzleştirme, madenleri altına çevirme vb. olağanüstü etkileri olduğuna inanılan sıvı: "İşte şimdi damarlarımda bu iksirin alevleri dolaşıyor." -H. R. Gürpınar. 2. İç ferahlatıcı İlaç veya içki. 3. Aşk ilham eden büyülü içki.
iktibas is. (-ba.sı) Ar. iktibas esk. 1. Ödünç alma. 2. ed. Alıntı, iktibas etmek 1) ödünç almak; 2) ed. alıntılamak.
iktidar is. (-da:rı) Ar. iktidar 1. Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret: "Bu iş benim iktidarım haricinde, demez mi?" -S. F. Abasıyanık. 2. Bir işi başarabilme yetki ve yeteneği. 3. Devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma yetkisi: "Almanya'daki öğrenciliğim Hitler'in iktidar yıllarına rastlar." -H. Taner. 4. Bu yetkiyi elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar. iktidardan düşmek 1) devlet yönetiminde yetkiyi başka bir partiye bırakmak zorunda kalmak; 2) cinsel gücü azalmak.
iktidarsız sf. 1, Gücü, yeteneği olmayan, beceriksiz, yetersiz. 2. Cinsel gücü olmayan (erkek). 3. zf. Beceriksiz, yetersiz bir biçimde: "Selim bu vakayı anlatmaya iktidarsız görünüyordu." -P. Safa.
iktidarsızlasın a is. İktidarsızlaşmak durumu.
iktidarsızlaşmak (nsz) İktidarsız duruma gelmek.
iktidarsızlık, -ğı is. 1. Güçsüzlük, beceriksizlik, yetersizlik. 2. Erkeğin cinsel gücü olmama durumu.
iktifa is. (iktifa:) Ar. iktifa esk. Yetinme, iktifa etmek yetinmek: Daha ziyade, ufak bir kazançla iktifa edecek küçük esnaf kalabalığı vardı."-H. C. Yalçın.
iktiran is. (iktira:n) Ar. iktiran esk. 1. Yaklaşma. 2. Bir yere ulaşma, erişme, iktiran etmek ulaşmak, erişmek: "Konferansın müspet bir neticeye iktiran etmemiş olduğu malumunuzdur." -Atatürk.
iktisaden zf. (îktisaıden) Ar. iktişâden esk. Ekonomik olarak, ekonomi bakımından.
iktisadi sf. (iktisa:di:) Ar. iktisâdi Ekonomik: "İktisadi düşünceler hâlâ devlet adamlarımızın resmî beyanlarında yer bulmaktadır." -Y. K. Karaosmanoğlu.
iktisadiyat is. (iktisa:diya:t) Ar. iktişadiyyât esk. Bir devletin ekonomik durumu.
iktisap, -bı is. (-sa:bı) Ar. iktisâb esk. Kazanma, edinme, edinim, iktisap etmek kazanmak, edinmek.
iktisat, -di is. (-sa:dı) Ar. iktişâd 1. Ekonomi. 2. Tutum, iktisat etmek (veya yapmak) para artırmak, tutumlu davranmak, tasarruf etmek: "Biraz iktisat yapmaya mecburum." -R. H. Karay.
→ millî iktisat
iktisatçı is. Ekonomi uzmanı, ekonomist.
iktisatçılık, -ğı is. Ekonomi uzmanlığı.
iktisatlı sf. Aşın harcama yapmayan veya gerektirmeyen (kimse, şey), tutumlu.
iktisatsız sf. Aşırı harcama yapan veya gerektiren (kimse, şey), tutumsuz.
iktisatsızlık, -ğı is. İktisatsız olma durumu.
iktiza is. (iktiza:) Ar. İktizâ esk. Gerekli olma, gerekme, iktiza etmek gerekmek: "Madem bahçıvan iktiza etmiş, neden ille Rıza'yı istiyorlar?" -H. Taner.