iç is. 1. Herhangi bir durumun, cismin veya alanın sınırlan arasında bulunan bir yer, dâhil, dış karşıtı: "Deniz gecenin içinde, gece denizin içindedir." -Ç. Altan. 2. Oyuk şeylerin boşluğu. 3. Cisimlerin yüzeyleri arasında kalan her nokta: Tahtanın içi çürümüş. 4. Toplu bir durumda bulunan kimse: "Ama hepiniz, hepiniz / Hepiniz geçim derdinde / Bir ben miyim keyif ehli içinizde?" -O. V. Kanık. 5. Nesnelerin arasında bulunan kimse veya nesne. 6. Ten ile dış giysiler arası: "Boynumda kalın yün atkı, içimde çift kat fanila, gene de titriyorum." -E. Bener. 7. Kabuğu olan veya dışı kabuk durumunda bulunan yiyeceklerde kabuğun sardığı bölüm: Ekmek içi. Ceviz içi. 8. Pirinç, soğan ve baharatla hazırlanan, dolmalarda kullanılan karışım. 9. Mide, bağırsak, karın: İçi bulanmak. İçi sürmek. 10. Akıl, gönül, irade gibi insanın manevi varlığını oluşturan şeylerden herhangi biri: "İçimizdeki sevinçleri, kederleri paylaşacak insan nerde?" -S. F. Abasıyanık. 11. Bir ülke, şehir, topluluk vb.nde olan veya yapılan: Yurt içi ulaşım. Şehir içi haberleşme. Aile içi ilişkiler. 12. Değişik yemeklerde kullanılmak üzere et ile sebzelerin ince kıyımının karıştırılması ve yoğrulmasıyla meydana getirilen karışım. 13. sf Somut kavramlarda iki veya ikiden çok şeyde merkeze daha yakın olan: "İç kapının perdesi yanlara doğru açıldı." -P. Safa. 14. sf. İnsanın manevi varlığıyla ilgili olan: İç dünyamız. 15. mec. Muhteva, iç açmak gönle ferahlık vermek, gönlü ferahlatmak. iç bağlamak iç tutmak, iç çekmek (veya geçirmek veya içini çekmek) 1) üzüntüyle göğüs geçirmek; 2) hıçkırıkla ağlamak, ahlamak: "Hafif hafif iç çekmeler, tek hıçkırıklar, konser hâlinde ağlamalar." -H. E. Adıvar. iç dökmek içini dökmek: "Akşamları ikişer üçer kadeh içer, karşılıklı iç dökerdik." -N. Cumalı. iç etmek argo eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeyerek kendine mal etmek: "Hem parayı iç et, üstüne bir de söv, ha?" -O. Hançerlioğlu. iç geçirmek derin soluk alarak üzüntüsünü belli etmek, içini çekmek: "Derin bir iç geçirişti ki, ah çekişti denilebilir." -R. H. Karay. iç gıcıklamak 1) istek uyandırmak; 2) huylandırmak, iç tutmak (veya bağlamak) yemişin içi oluşmak: "Oysaki cevizlerin iç tuttuğuna bakılırsa yaz geçiyordu." -N. Cumalı. içi açılmak güzel bir şey karşısında sıkıntısı dağılmak, ferahlamak: "Artık bu çehrenin karşısına geç... Bak, bak, için açılsın." -R. N. Güntekin. içi alaylı, dışı kalaylı dış görünüşü İyi, ancak içi bozuk (kimse), içi almamak 1) midesi kabul etmemek; 2) sakıncalı gördüğünden veya beğenmediğinden, bir işi yapmak istememek. içi bayılmak 1) çok acıkmak; 2) çok şekerli veya yağlı yiyecek ağır gelmek, içi beni yakar, dışı eli (veya seni) yakar dış görünüşü İle başkalarının hoşuna giden bir şey veya durumun gerçekte kötü yönleri olduğunu belirtmek İçin kullanılan bir söz. içi bulanmak kusacak gibi olmak: "Tabanları, dizleri sızlar gibi oldu. Bir de içi bulandı, kusacak gibi oldu." -B. Felek, içi burkulmak (veya sızlamak) bir şeye çok üzülmek. içi cız etmek ansızın içi sızlamak: "Otuz sayfa okurum diye umduğum koca bir günün sonunda zar zor üç sayfa okuyabildiğimi anımsayınca içim cız etti." -N. Cumalı. içi çekmek istek duymak: "Arsız bir tabiatım var. Ne görsem içim çeker." -R. N. Güntekin. içi daralmak sıkılmak, bunalmak: "Hayvan aklıma geldikçe içim daralıyor dayı." -N. Kurşunlu, içi dayanmamak acıklı bir durumu kaldıramamak, içi dışına çıkmak 1) kusmak; 2) kusacak duruma gelmek: "Cip hazır dedi. İnşallah süspansiyonu iyidir, yoksa yollarda içimiz dışımıza çıkacak." -R. Erduran. içi erimek kaygı duymak, çok üzülmek, içi ezilmek 1) üzülmek, yüreği burkulmak: "Şimdi içine bir pişmanlık çökmüştü, içi ezilmişti." -H. Taner. 2) acıkma hissi duymak; 3) mec. sıkıntı ve heyecan içine düşmek: "Ay içim eziliyor kızım... Uzatma çabuk söyle." -H. R. Gürpınar. içi geçmek 1) istemeden kısa bir süre uyuyuvermek: "Hanife kadın hastalandı, şimdi o gelinceye kadar işlerim ben yapıyorum, çamaşır yıkadım da yorulmuşum, şöyle içim geçmiş." -R. H. Karay. 2) bir işe yaramaz duruma gelmek; 3) yaşlılıktan, güçsüzlükten isteksiz olmak, hiçbir şeye ilgi duymamak; 4) kavun, karpuz vb. yenmeyecek biçimde içi bozulmuş olmak, içi gitmek 1) içi sürmek; 2) bir şeyi yapmayı veya elde etmeyi çok istemek: "Gençtim, güzeldim, düzgüne, rastığa, janjanlı çoraba benim de içim gidiyordu." -A. Gündüz, içi götürmemek 1) acıklı bir durum karşısında dayanamamak; 2) kıskanmak, çekememek; 3) vicdanına sığdıramamak. içi hop etmek birdenbire heyecanlanmak: "Güler'i gördüm ve içim hop etti." -A. Gündüz, içi ısınmak hoşlanmak, sevmek: "Uzun yıllar içim ısınmadı ona." -Y. Z. Ortaç, içi içine geçmek tedirgin olmak, içi içine sığmamak telaş, sabırsızlık, coşkunluk göstermekten kendini alamamak: "Nazmiye'den çok İhsan'ın içi içine sığmıyor, birazdan başlarına gelecekleri tasarlayarak kahroluyordu." -O. Kemal. içi içini yemek 1) istediğini yapamama yüzünden üzülmek: "Bir an önce varalım diye içim içimi yiyor." -A. İlhan. 2) dert etmek. (bir şeyi) içi kabul etmemek 1) bir şeyden midesi bulanmak; 2) mec. benimsememek, kabul 1 enememek, içi kalkmak (veya kabarmak) 1) iğrenmek; 2) taşkın bir ağlama duygusu içinde bulunmak; 3) duygulanmak, heyecanlanmak, içi kan ağlamak çok üzüntü duymak: "Demin Raif Efendi'nin karısını dinlerken içim kan ağlıyordu." -Y. K. Beyatlı. içi kapanmak sıkılmak, bunalmak, içi kararmak 1) sıkılmak, bunalmak: "Hani bazı kadınlar vardır, hödük koca ile düşe kalka eblehleşir, içleri kararır, ispinoz gibi susar otururlar." -H. Taner. 2) hiçbir şeyden tat alamaz olmak; 3) umutsuzluğa düşmek, içi (veya midesi) kazınmak (veya kıyılmak) açlıktan midesinde eziklik duymak, içi paralanmak (veya parçalanmak) birine acıyarak çok üzülmek: "Yusuf için her fedakârlığa razı idim. Fakat buna imkân göremiyordum. İçim parçalandı." -R. N. Güntekin. içi pır pır etmek içi vık vık etmek, içi rahat etmek kaygı duyulacak bir konu bulunmadığını öğrenerek ferahlamak: "Vehbi Dede itiraz etmezse içi rahat edecek." -H. E. Adıvar. içi sıkılmak bunalmak: "Sekiz saattir trendeyim. Tren boş ve neşesiz. İçim sıkılıyor." -A. Haşim. içi sızlamak bir şey veya kişi için çok üzülmek, içi sürmek ishal olmak, içi titremek 1) özen göstermek; 2) çok üşümek; 3) duygulanmak, içi vık vık (veya fık fık veya pır pır) etmek sabırsızca, tedirgin davranmak, içi yağ bağlamak yüreği yağ bağlamak, içi yanmak 1) çok susamak; 2) büyük bir acı, sıkıntı vb. sebeplerle çok üzülmek: "Sanki ağlayan ve en çok içi yanan o değildi." -T. Buğra, içinde duymak hissetmek, varlığım algılamak: "Donmak üzere olan insanların tatlılığını içimde duymaya başladım." -S. F. Abasıyanık. içinde kaybolmak 1) göze çarpmamak: "Fakat götürdükleri eşya da, kendileri de koca köşkün içinde kayboldular." -R. N. Güntekin. 2) giysi çok büyük gelmek; 3) beklenen sonuca ulaşamamak, içinde yüzmek olumlu veya olumsuz bir durumun aşın derecesinde bulunmak: Para içinde yüzmek. Sefalet içinde yüzmek, içinden bir şeyler kopmak içi ezilmek: "İdris Bey atına binip köyden ayrılırken içlerinden bir şeyler koptu." -Y. Kemal, (bir işin) içinden çıkmak karışık bir işin güçlüklerini yenebilmek, üstesinden gelmek: "Pek cazip bir iş fakat çok paraya, çok vasıtaya ihtiyaç var. Bakalım bunun içinden nasıl çıkabileceğim?" -Y. K. Karaosmanoğlu. içinden geçirmek bir şeyi yapmayı düşünmek, içinden geçmek düşünmek, aklından geçmek: "İçinden geçip de bir türlü açığa vuramadığı sözleri, şimdi ezberlenmiş bir nutuk veya bir dua hâlinde söylüyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. içinden gelmek (veya gelmemek) bir şeyi yapmak için içten bir istek duymak (veya duymamak): "içinden Öyle geldiği için, başka türlüsüne tenezzül etmediği için öyle yapıyordu." -H. Taner, (birine) içinden gülmek sezdirmeden eğlenmek, içinden kan gitmek içi kan ağlamak, içinden konuşmak kimsenin duymayacağı kadar yavaş sesle konuşmak, içinden okumak 1) ses çıkarmadan okumak; 2) argo sesciz bir biçimde sövmek, içine almak kapsamak, içinden yanmak çok istemek, sabırsızlık göstermek: "Yanımızdan bir ayak evvel kaçmak için içinden yanıyor." -H. E. Adıvar. içine ateş atmak aşın acı, sıkıntı veya üzüntü verecek davranışta bulunmak: "Nazmiye'nin içine avuçla ateş atıp evden içeri giriyor, ama başım kaldırıp pencereye bakmıyordu." -O. Kemal, içine ateş düşmek büyük bir acı ve üzüntünün etkisi altına girmek: "Pamuk zamanı gelince, köylüler Toros'tan pamuğa dökülünce içine bir ateş düştü, duramaz oldu." -Y. Kemal, içine atmak 1) sıkıntısını kimseye belli etmemek; 2) yapılan bir kötülüğe karşı sesini çıkarmamakla birlikte, bunu unutmamak, içine baygınlıklar çökmek sıkıntı, fenalık basmak: "Şevki, ekmek öpüp çocukları üzerine yemin ettikçe onun içine baygınlıklar çöküyordu." -M. Ş. Esendal. içine çekilmek kabuğuna çekilmek, içine çekmek 1) soluk almak; 2) mec. bilincine varmak, anlamak: "Bu barut kokulu alçaklık ve zorbalık havasını uzun uzun, derin derin içine çekti."-Y. K. Karaosmanoğlu. içine dert olmak bir şeyi yapamamaktan dolayı üzülmek, içine doğmak bir İşin olacağını veya olduğunu hiçbir belirtiye dayanmadan önceden sezinlemek, malum olmak: "Bunu git hocadan sor, elbette benden, senden önce o cennetlik kişinin içine doğmuştur." -R. H. Karay, içine dokunmak dertlendirmek, üzmek, içine etmek kaba içine sıçmak, içine hüzün çökmek kederlenmek, hüzünlenmek: Eski bayramlar gibi olmuyor, hüzün çöküyor içimıze. içine işlemek duygulanmak, etkilenmek, dokunmak: "Kızın pembe beyaz yanakları, simsiyah kaşı, gözü içine işlemişti." -O.. Kemal, içine kapanmak (veya çekilmek) çevresindeki kişilerle ilgi kurmamak, duygularını kimseye açmamak: "O sene çok içine çekilmiş, daima boş vakti kütüphanede geçen ağır bir talebe vaziyetini almıştı." -H. E. Adıvar. içine kurt düşmek kendisine zararı dokunacak bir durum meydana geleceğinden kuşkulanmak: "Kız geçen cuma, pazardan geç geldiğinden beri, esasen içine kurt düşmüştü." -H. E. Adıvar. içine oturmak çok etkilenmek, çok üzülmek. (bir şeyin) içine sıçmak kaba bozup berbat etmek, içine etmek, içine sinmek (veya sinmemek) 1) isteğince olduğu İçin huzur ve mutluluk duymak (duymamak): "Uykusundan esneye gerine çıkar, içine sinmiş rüyalardan hafif hafif sıyrılırdı." -A. Ş. Hisar. 2) içi rahat etmek (etmemek): "Düğünümde bulunmazsan gelinliğim içime sinmeyecek, diyor." -R. N. Güntekin. (birini) içine sokacağı gelmek birini çok sevmek. içine tükürmek bir şeyi bozup berbat etmek: "Ne zaman ki sen ve senin gibiler ilk dönüme pey sürdünüz, bizler de dalaverenin içine tükürdük" -T. Buğra, içini açmak derdini anlatmak, içini dökmek: "Rabia e-linden gittikten dört beş ay sonra imama verdiği söze rağmen yavaş yavaş komşulara içini açmak istedi." -H. E. Adıvar. içini bayıltmak (veya kıymak) 1) tatlı, ağır gelip artık yiyememek; 2) mec. çok konuşarak veya ağır davranarak birini usandırmak; 3) mec. yoğun olarak hissetmek: "Bu bahçede insanın içini bayıltan hanımeli, gül ve salkım kokuları bin bir ot kokusuna karışıyordu. " -H. E. Adıvar. içini boşaltmak 1) sıkıntı ve derdini söylemek; 2) öfkesini açığa vurmak, içini çürütmek ruhunu karartmak, bezdirmek, yıldırmak: "Bazı alametler büsbütün içimi çürüttü." -R. N. Güntekin. içini dökmek 1) derdini anlatmak, iç dünyasındaki duygu ve düşüncelerini bir bir anlatmak: "Rakım güldü, bu manastır kaçkını eski gâvura içini dökmekten lezzet alıyordu." -H. E. Adıvar. 2) ferahlamak, rahatlamak: "Bu yazıyı niçin yazıyorum? Biraz içimi dökmek, bir parçacık olsun ferahlamak istiyorum." -O. V. Kanık, içini ezmek üzüntüsünü, sıkıntısını duymak: "Şimdi duyduğum suçluluğa karışan özlem içimi eziyor." -E. Bener. içini karartmak bunalıma veya sıkıntıya sokmak, endişeye düşürmek: Annesini yanına aldığı günlerdeki mutsuzluğum hâlâ içimi karartıyor." -E. Bener. içini kemirmek bir üzüntüden rahatsızlık duymak, tedirgin olmak, içini kurt yemek (veya kemirmek) sürekli bir kaygı içinde bulunmak. içini parçalamak (veya parça parça etmek) çok üzülmek, aşırı derecede sıkılıp harap olmak: "İçini parça parça etmekle beraber Azize'nin feryadı ona tabii gelmeye başlamıştı." -H. E. Adıvar. (birinin) içini okumak birinin gizli, saklı düşüncelerini anlamak: "Çökük gözlerinin arkasında insanın içini ezberden okuyan bir hayat sezişi var." -H. E. Adıvar. (birinin) içini sarmak sürekli düşünmek, hep onunla meşgul olmak: "Saat dokuza yaklaşırken onun içini bir bayram sevinci sarardı." -H. Taner, içini sıkmak sıkıntı vermek: "Fakat bu lakırtı Rabia'nın içini sıkar." -H. E. Adıvar. içini yakmak çok üzülmek: "Fakat küçüklerin bahçede ağlamaları o kadar içimi yaktı ki kendi kendime hiç kocaya varmamaya yemin ettiğimi hatırlıyorum." -H. E. Adıvar. içini yemek çok üzülmek: "Ahmet Kerim, o gün bu kaygı ile içini yedi durdu." -Y. K. Karaosmanoğlu. içinin ateşi küllenmek sıkıntıdan kurtulmak: "içimin ateşi hiç kül-lenmedi... Yıllar geçtikçe daha alevleniyor... Evlat acısı bu..." -H. R. Gürpınar, içinin (veya yüreğinin) yağı erimek telaş veya kaygı ile üzülmek: "İçimizin yağı eridiği hâlde umursamadığımızı göstermek için kendimizi cendereye soktuğumuz yıllar..." -H. Taner.
→ iç acısı, iç açıcı, iç ağa, iç asalak, iç bakla, iç barış, iç başkalaşım, iç bellek, iç borç, iç borçlanma, iç bölge, iç bulantısı, içbükey, iç cep, iç cümle, iç çamaşırı, iç çokgen, iç denge, iç deniz, iç deri, iç donu, iç dünya, iç ek, iç evlilik, iç gezegen, iç göbek, iç göç, içgörür, îçgösterir, içgüdü, iç güveyi, iç harp, iç hastalıkları, iç kat, iç ısı, iç ısıtıcı, iç içe, iç işleri, iç itim, iç itmek, iç kafiye, iç kapak, iç kavuz, iç kulak, iç kuyu, iç lastik, iç merkez, iç mimar, iç mimari, iç odun, iç oğlanı, iç pazar, iç pilav, iç plazma, iç politika, iç salgı, iç savaş, iç ses, iç spiker, iç su, İç sürme, içtepi, iç ters açı, iç turizm, iç tümce, iç türeme, iç tüzük, içyağı, iç yarıçap, içyüz, iç yüz, iç zar, içe bakış, içe dönük, içe kapanık, içe yöneliktik, içi boş, içi çıfıt çarşısı, içi dar, içi dışı bir, içi fesat, içi geniş, içi tez, için için, içler acısı, sağ iç, sol iç, avuç içi, badem içi, ceviz içi, ders içi, hafta içi, kafa içi, kavuniçi, meyve içi, yurt içi
iç acısı is. Yürek acısı.
iç açıcı sf. 1. Gönlü ferahlatıcı: "Bunlar köşk biçiminde ve hep güzel manzaralı iç açıcı yerlerde kurulmuştur." -S. Birsel. 2. Umut veren, iyi bir durumda olan.
iç açıcılık, -ğı is. İç açıcı olma durumu.
iç ağa is. tar. Vezirlerin gözde uşağı.
iç asalak, -ğı is. zool. Konakçının içinde yaşayan asalak: Sığır tenyası bir iç asalaktır.
iç bakla is. Yaş baklanın tanesi.
iç barış is. sos. Ailede veya toplumda iç huzuru sağlama.
iç başkalaşım is. jeol. Püskürük magmaların, soğurduklan kültelerin etkisi altında, birleşimlerinden oluşan başkalaşım.
iç bellek, -ği is. bl. Bilgisayarın giriş çıkış kanalları kullanılmaksızın erişebildiği bellek.
iç borç, -cu is. ekon. Devletin veya çeşitli kuruluşların yurt içinde piyasaya sürdüğü tahvil, bono vb. ile aldığı borç.
iç borçlanma is. ekon. Devletin veya çeşitli kuruluşların yurt içinde piyasaya tahvil, bono vb. sürerek borç alma işi.
iç bölge is. coğ. Bir limanı ithalat ve ihracat etkinlikleri bakımından besleyen, ona çeşitli ulaşım yollarıyla bağlı, dar veya geniş bölge, art bölge, hinterlant.
iç bulantısı is. Mide bulantısı.
içbükey sf. fiz. ve mat. Yüzeyi düzgün ve pürüzsüz çukur biçiminde olan, obruk, mukaar, konkav: İçbükey mercek. İçbükey ayna.
iç cep, -bi is. Palto, pardösü, ceket gibi giysilerin iki ön parçasına açılan cep: "Borç senetleri, hesap pusulaları ceketlerimizin iç ceplerini şişmanlatır." -Ö. Seyfettin.
iç cümle is. dbl. Bir cümle içinde tümleç gibi kullanılan başka bir cümle, iç tümce: Bakan, aylıklar yılbaşından önce verilecektir, dedi.
iç çamaşırı is. Fanila, külot, sutyen gibi tene, içe giyilen giysi.
iç çokgen is. mat. Bütün köşeleri aynı çember üzerinde olan çokgen.
iç denge is. psikol. Ruhsal durum, psikolojik yapı: "Belli bir seviye çizgisinde düşünmeye alışık beyinler, iki de bir düz ayak, yavan konuklarla durmadan işgal edilirse iç dengeleri bozulur." -H. Taner.
iç deniz is. coğ. Boğazlarla ana denize bağlı olan deniz, dahilî deniz: Karadeniz, Akdeniz birer iç denizdir.
iç deri is. bot. 1. Bitkilerin kök, sap ve yapraklarında kabuğun iç bölümü, endoderm. 2. onat. Sindirim ve solunum kanallarının iç yüzlerini ve karaciğerin, pankreasın içini örten tabaka, endoderm.
iç donu is. Pantolon içine giyilen uzun don.
iç dünya is. fel. Bireyin ruhsal yaşamının bütünü.
içe bakış is. psikol. Deneğin bilincinde olanları izleyerek ruhsal süreçlerin özellik ve nitelikleri hakkında bilgi vermesi durumu.
içecek, -ği is. 1. İçilen her şey, meşrubat: Burada yiyecek, içecek her şey var. 2. sf. İçilmeye elverişli.
içe dönük, -ğü sf. psikol. Gerginlik ve çatışma durumlarında kendi içine kapanarak başkalarından kaçan (kimse).
içe dönüklük, -ğü is. Kişinin dikkat ve ilgisinin, dış çevreden çok, öncelikle kendi duygu ve yaşantıları üzerinde toplanması durumu.
iç ek is. dbl. Bazı dillerde kelime kökünün İçine giren ek.
içe kapanık, -ğı sf. psikol. Dış dünyaya karşı İlgi ve ilişkisi güçsüz, içine kapanık (kimse).
içe kapanıklık, -ğı is. İçe kapanık olma durumu.
içeri is. 1. İç yan, iç bölüm, dışarı karşıtı: içeriden sesler geliyor. 2. İç, iç yüzey: O-danın içerisi bu kadar adam almaz. 3. sf. İç yüzeyde, iç bölümde olan: İçeri odadan sesler geliyor. 4. zf İç yana, iç yana doğru: "İçeri girmekten korkarak bahçedeki demir kanepeye oturmak istedi." -P. Safa. 5. mec. Gönül, yürek. 6. mec. Hapishane, içeri girmek 1) bir iş veya alışverişte zarar etmek: Bu işte bir milyar lira içeri girdim. 2) hapse girmek, içeride olmak 1) zarar etmiş olmak, borçlanmış olmak; 2) hapishanede olmak, içeriden evlenmek iç evlilik, içeriye atmak (veya almak veya tıkmak) hapsetmek: "Bundan da başka, yarın bunu tutar, içeri tıkabilirdi." -M. Ş. Esendal. içeriye dalmak 1) kapalı bir yere hızlıca girmek: "Bir taş merdivenden çıkıp yarı açık duran bir tahta kapıdan içeriye dalıyorlardı. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) bir yere izinsiz girmek, içeriye düşmek hapse girmek.
içerik, -ği is. 1. Bir şeyin içinde bulunanların bütünü, muhteva: Eğitimin yalnız yöntemlerini değil, içeriğini de gözden geçirmek, düzeltmek gerekmektedir. 2. Sözlü veya yazılı anlatımda verilmek istenen Öz, düşünce, duygu ve imgelerin bütünü. 3. Bir kelimenin veya kavramın anlamı. 4. psikol. Her hangi bir ruhsal süreç veya düşünsel işlevi oluşturan öğelerin bütünü. 5. sf. man. Bir cümle veya yargıda açıkça söylenmemekle birlikte var olduğu anlaşılabilen, zımni.
içerikli sf. Herhangi bir niteliği, özelliği içeren, muhtevalı: Bilimsel içerikli.
içerlek, -ği sf. 1. Yanındakilerden daha içeride, daha geride bulunan: "İçerlek birahanenin uzun koridorunda kendimi çok yabancı buldum." -P. Safa. 2. İçine çökmüş, derinde olan: "Siyah oyuklarında içerlek gözleri sağa sola çevrildi." -P. Safa.
içerleme is. İçerlemek işi.
içerlemek (-e) 1. İçin için öfkelenmek: "Ufak çocukların cigara yakmak için yanaşmalarına içerlemişimdir." -S. F. Abasıyanık. 2. Kırılmak, alınmak.
içerleyiş is. İçerleme İşi veya biçimi.
içerme is. İçermek işi, tazammun, ihtiva.
içermek (-i) 1. İçine almak, İçinde bulundurmak, ihtiva etmek: "Yarım Adam adlı romanı ise kültür yoğunluğu içeren değerli bir denemedir." -H. Taner. 2. fel. Bir şey, başka bir şeyin varlığını gerektirmek, biri ötekini ister istemez düşündürmek, tazammun etmek: Cins kavramları tür kavramlarını, tür kavramları birey kavramlarını içerir.
iç evlilik, -ği is. sos. Evlenecek kimsenin eşini, kendi boy veya soyu içinden seçmesi kuralına dayalı evlilik biçimi, İçten evlilik, endogami.
içe yöneliklik, -ği is. psikol. Gerçeklerden kaçınarak hayal olaylara bağlılığı geliştirme ve düşünceleri, genellikle dileklerin yönetmesine bırakma durumu, otizm.
iç gezegen is. astr. Yörüngesi yer yörüngesinin içinde kalan Merkür, Venüs gezegenleri.
iç göbek, -ği-is. bot. Çiçeklerin dişi organında yumurtacık ile kabuğu arasındaki bağ.
iç göç is. sos. Bir ülke sınırları içinde genellikle küçük yerleşim bölgelerinden büyük kentlere geçici veya sürekli kalmak üzere göç etme.
içgörü is. Kendi duygularını, kendi kendini anlayabilme yeteneği.
içgüdü is. psikol. 1. Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış, insiyak, sevkitabii: "Bir çeşit içgüdüyle fincanı alıyor tepsiden ve hemen dudaklarına götürüyor." -E. Bener. 2. zool. Organizmayı o türe Özgü olan bir amaca ulaşmaya sürükleyen davramş eğilimi.
içgüdülü sf İçgüdüsü olan, insiyaki.
içgüdüsel sf. İçgüdü ile ilgili, insiyaki.
iç güvey is. bk. iç güveyi.
iç güveyi is. Eşinin ailesinin evinde oturan damat, iç güveyi girmek karısının ailesinin evinde oturmak üzere evlenmek: "O, zengin bir eve iç güveyi olarak girmeye razı olmamış. " -A. Ş. Hisar, iç güveyisinden hallice şaka "nasılsın" sorusuna "eh işte, fena değil" anlamında verilen karşılık.
iç güveyilik, -ği İç güveyi olma durumu.
iç harp, -bi is. ask. İç savaş.
iç hastalıkları ç. is. tıp Dâhiliye.
→ iç hastalıkları uzmanı
iç hastalıkları uzmanı is. Dâhiliyeci.
iç hat, -ttı zs. İş yerlerinde bulunan santrallerde iş yeri içindeki bağlantıyı sağlayan haberleşme ağı.
iç hatlar is. 1. Yurt içi ulaşımını sağlayan yol. 2. Hava yollarında yurt İçi yolculukların yapıldığı terminal: İç hatlarda çalışan u-çaklar bu yıl kâr sağladı.
iç ısı is. coğ. Yer yuvarlağının içindeki ısı.
iç ısıtıcı sf. Mutluluk veren, neşelendiren: "Yazarlığın nankör yanları yanında, böyle iç ısıtıcı mükâfatları da oluyor." -H. Taner.
içi boş sf. 1. İçinde bir şey bulunmayan. 2. mec. Önemsiz, değersiz.
içici is. 1. İçme işini yapan kimse. 2. sf. mec. Ayyaş.
içicilik, -ği is. İçmeyi alışkanlık hâline getirme işi.
iç içe sf. 1. Biri ötekinin içinde veya birine ötekinden geçilen: "Zincirlerin ucunda da bir saçaklı süs, iç içe birkaç halka..." -Ç. Altan. 2. zf Birbirinin içinde, karışık bir durumda, birbirine çok yakın: "İç içe sarı, kızıl, mor ve dumanlı dağlar." -H. E. Adıvar.
içi çıfıt çarşısı sf. Her İşte aklından türlü kötülükler geçiren, içten pazarlıklı.
içi dar sf. Beklemeye dayanamayan, tez canlı, sabırsız.
içi dışı bir sf Düşündüğünü açıkça söyleyen, gizli bir düşüncesi olmayan, ikiyüzlü olmayan, özü sözü bir.
içi fesat, -di sf. Her an kötülük düşünen.
içi geniş sf. Sabırlı, rahat, huzurlu, gamsız, tasasız: "Kanıksamış, vurdumduymaz, içi geniş bazı evliler bunun ... neşeli kahkahalarını kesmeyebilirler." -H. Taner.
içiliş is. İçilme işi veya biçimi.
içilme is. İçilmek işi.
içilmek (nsz) İçme işi yapılmak: "Yeni yağmura kadar kullanılan, içilen ve hurmalıklara akıtılan bu sudur." -R. H. Karay.
içim is. 1. İçme işi veya biçimi, içiş. 2. Bir şey içilirken alınan tat: Bu çayın rengi yok, ama içimi iyi. 3. sf. Bir yudumda içilecek miktarda olan.
içimli sf 1. İçimi herhangi bir nitelikte olan: Ağır içimli. Güzel içimli. 2. İçimi iyi, lezzetli: "Senin tütünün de içimli bir şey değil yal"-M. Ş.Esendal.
içimlik, -ği sf. İçilecek miktarda olan: Bir içimlik kahve kaldı.
için e. 1. Amacıyla, maksadıyla: "Ukalalık yapmamak için bütün gayretine rağmen yine de o düşündüğünü yapmıştı." -S. F. Abasıyanık. 2. Sebep ve sonuç belirten bir söz: "Hastanın uykuda olduğunu söylemesi sırf vakit kazanmak içindi." -R. N. Güntekin. 3. -dan / -den dolayı, ... -dan / - den ötürü: "Bu büyukşehirde ona ilk hitap eden adam olduğu için ona yüreğini açmak ihtiyacını duyuyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Özgü, ayrılmış: Sizin için bir kitap getirdim. 5. Düşüncesince, kendince, göre: "Bizim için çok enteresan bir şeydi bu yeni icat." -B. Felek. 6. Hakkında: "Gel gör ki dilimin ucunda kağnı var. Kağnılar için de bir çift sözüm var." -B. R. Eyuboğlu. 7. Oranla, göz önünde tutulursa: Bu şapka senin için büyük. 8. Karşılığında, karşılık olarak: Bu eşyalar için kaç lira ödediniz? 9. Uğruna, yoluna: "Neler yapmadık şu vatan için." -O. V. Kanık. 10 Süre belirten bir söz: "Açık söyleyeyim, size birkaç gün için sığındım." -A. Gündüz. 11 Ant deyimleri yapan bir söz: Namusum hakkı için. Çocukların başı için.
içinde zf. 1. Süresince, zarfında: "Bu yarım saat içinde evde neler geçti?" -Y, Z. Ortaç. 2. Ortamında: "Dünya atom çağında, biz hâlâ medeniyet kavgası içindeyiz." -F. R. Atay. 3.... ile dolu bir biçimde: Yüzü kırışık içinde.
içindekiler ç. is. 1. Bir kitabın, derginin baş veya sonuna konulan, konu başlıklarını sayfa numaralarıyla gösteren liste, fihrist. 2. Bir kitap, dergi, gazete, mektup vb.nin içinde bulunan konular veya kapsadığı şeyler, mündericat.
için için zf İçinden, açığa vuramayarak, yavaş yavaş, gizli gizli: "Eve gidinceye kadar annesinin kucağında ağlayan bir çocuk gibi için için ağladım." -R. N. Güntekin. için için gülmek (veya gülümsemek) belli etmeden, gizli gizli gülmek: "Badik Ahmet hesap isteyen patrona, eski günleri ne çabuk unuttun? gibi için için gülümserdi." -Ö. Seyfettin, için için kaynamak aşın heyecan, gözü peklik ve hareket içindeyken bunu belli etmemek, için için yanmak 1) ateşin yanması sürmek, farkına varılmadan yanmak: "Ocak için için yanmış. Kuru çalı da varmış kenarda. Ateş oraya sıçrıyor." -H. Taner. 2) mec. dışa vurmadan çok üzülmek.
içirik, -ği is. hlk. Yatak doldurmaya yarayan yün, pamuk, kıtık vb. şeyler.
içirüme is. İçirilmek işi.
içirilmek (nsz) İçmesi sağlanmak: "Gül Hanım'a balık yağı içirilmek istenilmiş, şişesi bulunmuş, kaşığa konmuş yahut konmak istenilmiş, bu sırada şişe devrilmiş." -M. Ş. Esendal.
içiriş is. İçirme işi veya biçimi.
içirme is. İçirmek işi.
içirmek (-i) İçme işini yaptırmak, içmesini sağlamak: "Ben sana kahve değil, ama güzel bir çay içiririm." -B. Felek.
içirtme is. İçirtmek işi.
içirtmek (-i, -e, -den) İçme işini yaptırmak.
içiş is. İçme İşi veya biçimi, içim.
iç işleri ç. is. 1. Bir ülkenin kendine özgü işleri. 2. Bir kurum, kuruluş vb.nin yönetimiyle ilgili işler.
içit is. esk. İçilecek şey.
içi tez sf Aceleci.
iç itim is. Vücuda şırınga ile sıvı verme işi, iç itme, zerk.
iç itme is. İç itmek işi, zerk.
iç itmek (-i) Sıvıyı şırınga vb. ile vücuda vermek, zerk etmek.
iç kafiye is. ed. Beyitlerin dize ortasındaki kelimeleri arasında kullanılan uyak: "Beni "candan" usandırdı cefadan yâr usanmaz mı / Felekler yandı "akımdan" muradım semi yanmaz mı" -Fuzuli..
iç kapak, -ğı is. Kitabın dış kapaktan sonra gelen, adını ve bazı özelliklerini İçeren sayfa.
iç kavuz is. bot. Buğdaygil çiçeğinin erkek ve dişi organlarını içerisinde tutan ve başakçık eksenine aşağıdan ve dış taraftan bağlanmış olan kavuz.
içki is. 1. İçinde alkol bulunan içecek: "Masamızda ne içki ne yemiş ne meze eksildi." -B. Felek. 2. İçki içme işi: "Arkadaş yoluna kumara, içkiye alıştım." -T. Buğra, içkiyi bırakmak içki içmekten vazgeçmek: "Bir buçuk yıl var ki içkiyi bırakmış." -M. Ş. Esendal.
→ içki âlemi, içki masası, içki psikozu, içki sefası, içki sofrası, Ön içki
içki âlemi is. İçkili yemek eğlentisi, içki sefası.
içkici is. 1. İçki yapan veya satan kimse. 2. sf. Ayyaş: "Sayacı Abdullah içkici bir adamdı ama evine de düşkündü." -R. Enis.
içkicilik, -ği is. 1. İçki yapma veya satma işi. 2. İçkiye düşkün olma durumu.
içkili sf. 1. İçki içmiş olan. 2. İçki içilen: "Köylülerle beraber içkili belediye bahçesinin içinden saz dinledim." -S. F. Abasıyanık. 3. zf İçki İçmiş olarak: İçkili otomobil kullanılmaz.
içki masası is. İçki sofrası.
içkin sf.fel. 1. Varlığın içinde bulunan, varlığın yapısına karışmış olan, mündemiç. 2. Yalnızca bilinçten olan, yalnızca bilinç içeriği olarak var olan, mündemiç. 3. Deney içinde kalan, deneyi aşmayan. 4. Dünya içinde, dünyada olan.
içkinlik, -ği is. fel. İçkin olma durumu.
içki psikozu is. Alışkanlık hâlinde ve aşırı derecede içki kullanmanın yarattığı ağır bunalım.
içki sefası is. İçki âlemi.
içkisiz sf. 1. İçki içmemiş olan. 2. İçki içilmeyen: İçkisiz eğlence yeri. 3. zf. İçki içmemiş olarak.
içki sofrası is. İçki içilen sofra, içki masası.
iç kulak, -ğı is. anat. Kulağın işitme sinirlerinin bulunduğu bölümü, dolambaç.
iç kuyu is. mdn. Yer altında, ocak katlan arasında bulunan ve ağzı yer üstüne açılmayan kuyu türü.
iç lastik, -ği is. Arabalarda dıştaki koruyucu lastiğin içinde bulunan ve hava ile doldurulan lastik, şambriyel.
içlem is. man. 1. Bir kavramın çağrıştırdığı kapsama giren niteliklerin veya taşıdığı özelliklerin bütünü, tazammun: Kuş sözcüğü bize canlı, havada uçan ve öten bir varlık anlatır; şu hâlde canlılık, uçuculuk ve ötü-cülük kuş kavramının içlemine giren niteliklerdir. Kartal, kırlangıç, tavuk ve öbür kuşlar ise birer kuş cinsi olduklarından bunun içlemini oluştururlar. 2. Bir nesnenin içeriğini oluşturan şey: "Onları gözünde büyüterek bilmem hangi gizli dinin esrarlı yasakları gibi gören, içlemlerini ve niteliklerini değiştiren benim." -A. İlhan.
içlendirme is. İçlendirmek işi veya durumu.
içlendirmek (-i) İçlenme işini yaptırmak: "Nafile kederlerle bu adamcağızı içlendirmek neye yarar?" -P. Safa.
içleniş is. İçlenme işi veya biçimi: "Hoşlanıyordu işte bu romantik içlenişten." -T. Buğra.
içlenme is. İçlenmek işi: "Buruk bir içlenme gönlünü kaplıyor." -A. İlhan.
içlenmek (nsz) 1. İçli bitkiler tanelenmek, iç tutmak: "Gelincikler açmayınca baklalar içlenmez." -A. Rasim. 2. mec. Kimseye belli etmeden bir şeyi kendine dert etmek, duygulanmak: "Mısır'a vardıktan sonra beni kim hatırına getirir diye içleniyordum." -F. R. Atay.
içler acısı sf. Çok acıklı, üzüntü veren, dramatik.
içli sf. 1. İçi dolu (taneli sebze veya kuru yemiş). 2. mec. Kolay duygulanıp incinen, duygulu, hassas, hisli: "Annem evlatlarının bu kayıtsızlığına karşı içli bir hâlde günden güne fazla üzülüyor ve bitiyordu." -Y. K. Beyatlı. 3. mec. Duygulandıran, etkili: "Denize uzanan demir iskelenin ucuna gidip içli şiirler okurduk birbirimize." -H. Taner.
→ içli dışlı, içli köfte
içli dışlı sf. Hiç gizli işi olmayan, apaçık, olduğu gibi, senli benli, aşın teklifsiz: "En çok yurdumdan söz ettim /Doğayla, insanla içli dışlı." -C- Külebi. içli dışlı olmak 1) karşılıklı olarak candan ve içten davranmak, teklifsiz görüşmek: "Toprakla insan hiçbir edebiyatta böylesine içli dışlı değildir." -C. Meriç. 2) kız ve oğullarını karşılıklı olarak evlendirmek; 3) karşılıklı olarak resmî davranışlardan uzaklaşmak, candan ve içten davranmak: "Bir hafta sonra, yolculuğun sonunda artık içli dışlı oldu." -S. F. Abasıyanık. içli dışlı tanımak yakından, bütün özellikleriyle bilmek: "Kaç kat elbiseleri olduğuna varıncaya kadar içli dışlı tanıyordu." -R. N. Güntekin.
içli dışlılık, -ğı is. İçli dışlı olma durumu: "Sanatçı ile halk bu içli dışlılığı, sanatçıya karşı gösterilen bu olağanüstü saygıyı..." -H. Taner.
içlik, -ği is. hlk. İçe giyilen çamaşır, iç gömleği: "Mintanları, içlikler, fanilalar terden yapış yapıştı." -T. Buğra.
içli köfte is. Yağsız kıyma ile ince bulgur iyice yoğrulup içi oyularak yumurta biçiminde hazırlanan ve içerisine kavrulmuş soğanlı kıyma konduktan sonra haşlanan veya kızartılan bir çeşit köfte.
içlilik, -ği is. Duygulu olma durumu, duygululuk: "Fakat fazla içliliği erkekliğe yakıştıramadığından kendini, her zaman yapma bir sertliğin arkasına gizlerdi." -H. Taner.
içme is. 1. İçmek işi: "Lokantaya bir iki kadeh rakı içmeye giderdi." -A. Ş. Hisar. 2. İçinde birtakım mineraller ve tuzlar bulunan, suyu ilaç olarak ve çoğunlukla iç sürdürmek için içilen kaynak, içmeler.
→ içme suyu, yeme içme
içmece is. İçmeler.
içmek, -er (-i) 1. Bir sıvıyı ağza alıp yutmak: "Bir oluktan buz gibi bir su içtik." -S. F. Abasıyanık. 2. Sigara, nargile vb.nin dumanını içe çekmek: "Evinden pek seyrek zamanlarda içtiği nargilesini istedi." -H. E. Adıvar. 3. Bir şey, bir sıvıyı içine çekmek, emmek: Toprak suyu İçer. 4. (nsz) İçki kullanmak: "O akşam saat ikiye kadar içtiler." -Ö. Seyfettin, (bir yerde) içecek suyu olmak o yere gitmesi kısmet olmak, içtikleri su ayrı gitmemek sıkı fıkı dost, arkadaş olmak: "Gençliklerinde pek sıkı fıkı arka-daşmışlar, içtikleri su ayrı gitmezmiş." -S. F. Abasıyanık.
içmeler ç. is. İçme: Urla içmeleri. Ayaş içmeleri.
iç merkez is. jeol. Depremin başladığı yer olarak kabul edilen nokta.
içme suyu is. İçilebilecek nitelikte olan su.
iç mimar is. Bir yapının içini süsleyen, düzenleyen ve döşeyen sanatçı, dekoratör.
iç mimari is. İç mimarlık.
iç mimarlık, -ği is. Bir yapının içini süsleme ve döşeme sanatı, iç mimari, dekoratörlük.
iç odun is. Ağaç gövdesinin kendi çevresinde bulunan, sertleşmiş ve odunlaşmış hücrelerden oluşan, genellikle koyu renkli bölümü.
iç oğlanı is, tar, Osmanlı İmparatorluğunda, saraylarda türlü devlet hizmetleri için aday olarak yetiştirilen genç, celep.
iç pazar is. ekon. Ülke içinde yapılan satış.
iç pilav is. Tavla zarı büyüklüğünde doğranmış kuzu ciğeri, fıstık, pirinç, kuş üzümü, yağ ve baharat kullanılarak pişirilen bir pilav türü.
iç plazma is, biy. Bir hücreli canlılarda protoplazmanın merkez bölümü.
iç politika is. Bir devletin kendi sınırlan içinde kamu işlerinin örgütlenmesine ve yönetime ilişkin uyguladığı siyaset.
içre zf. esk. İçinde: "Âlem içre muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." -Muhibbi.
içrek, -ği sf.fel. Belirli bir insan topluluğunun dışında kimseye bildirilmeyen, yalnızca sınırlı, dar bir çevreye aktarılan (her türlü bilgi, öğreti), batini, ezoterik, dışrak karşıtı.
iç salgı is. anat. Vücuttaki salgı bezlerinin doğrudan doğruya kana karışacak yolda çıkardıkları salgı, endokrin.
→ iç salgı bezi, iç salgı bilimi
iç salgı bezi is. anat. Salgısı bir boşaltım kanalı yerine doğrudan doğruya kana karışan bez.
iç salgı bilimi is. biy. İç salgı bezlerinin gelişmelerini, işlevlerini, hastalıklarım inceleyen biyoloji ve tıp dalı, endokrinoloji.
iç savaş is. ask. Bir ülke içinde çıkan savaş, iç harp, dahilî harp: İspanya iç savaşı.
içsel sf İçle ilgili, içe ilişkin, dahilî.
içselleştirme is. İçselleştirmek işi.
içselleştirmek (nsz) Özümsemek.
iç ses is. dbl. Kelimenin ön sesle son sesi arasında kalan ses veya sesler.
→ iç ses düşmesi
iç ses düşmesi is. dbl. Kelime içindeki bir ünsüzün kaybolması: arslan > aslan.
içsiz sf. 1. İçi olmayan (taneli sebze veya kuru yemiş). 2. İç lastiği olmayan. 3. mec. Muhtevası olmayan, kuru, anlamsız: "İçsiz bir ortamı sanatçılar da yadırgıyor, bu kuru-laşmadan, yüzeyleşmeden onlar da yakınıyor. " -H. Taner.
iç spiker is. Televizyon ekranında görülmeyen, sesi duyulan sunucu.
iç su is. Denizlerden uzak bölgelerde bulunan göl veya göletler.
iç sürme is. İshal.
içten sf. 1. Samimi. 2. zf. Yürekten, candan, samimi davranarak: "Yumuşak ve içten sürdürdü konuşmasını." -T. Buğra. 3. zf. En önemli, can alıcı noktadan.
→ içten evlilik, içten içe, içten pazarlıklı
içten evlilik, -ği is. sos. İç evlilik.
içten içe zf. Gizli gizli, belli etmeden: "Belki, sandalını saatini iki mecidiyeye kiraya vermiş balıkçılar da böyle içten içe sırıtırlardı." -S. F. Abasıyanık.
içtenlik, -ği is. İçten olma durumu, içten davranış, samimilik, samimiyet: "Heyecana varan bir içtenliğin titrettiği sesiyle alınan kararın hayırlı olması için dua ediyordu." -T. Buğra.
içtenlikle zf. (içtenli'kle) Her türlü çıkar düşüncesinden uzak olarak, temiz yürekle, içten bir biçimde, samimiyetle, halisane: "ilkin fark ettirmeden ama sonra içtenlikle ilk siperlerinden uzaklaşırdı." -H. Taner.
içtenlikti sf. İçten, samimi.
içtenliksiz sf. İçten olmayan, samimiyetsiz.
içtenliksizlik, -ği is. İçtenliksiz olma durumu, samimiyetsizlik.
içten pazarlıklı sf. Gizli niyetini açıklamayan: "Onun sinsi, içinden pazarlıklı, hatta hilekâr bir adam olduğunu daima düşünürdüm." -A.. İlhan.
içten pazarlıklılık, -ğı is. İçten pazarlıklı olma durumu.
içtensiz sf. İçten olmayan, samimiyetsiz.
içtensizlik, -ği is. İçten olmama durumu, samimiyetsizlik: "İçtensizlik, insanları kırımlara, cinayetlere, haksızlıklara sürüklemiş, onların gerçeğe olan saygılarım yitirtmiş-tir."-S. Birsel.
içtepi is. psikol. Tepi.
iç ters açı is. mat. İki paralel doğruyu kesen üçüncü bir doğrunun iki yanında ve paralellerin içinde altlı üstlü ortaya çıkan dört açıdan her biri.
içtihat, -di is. (içüha:t) Ar. ictihüd 1. huk. Yasada veya örf ve âdet hukukunda uygulanacak kuralın açıkça ve tereddütsüz olarak bulunmadığı konularda, yargıcın veya hukukçunun düşüncelerinden doğan sonuç. 2. esk. Görüş, özel görüş, anlayış, kavrayış: Benim içtihadım öyledir.
içtima is. (içtima:) Ar. içtimâ' 1. ask. Askerlerin silahlı ve donatılmış olarak toplanmaları. 2. astr. Kavuşum. 3. esk. Toplanma, toplantı, içtima etmek toplanmak.
içtimai sf. (içtima:i:) Ar. ictimâ'i esk. Toplumla ilgili, toplumsal, sosyal.
içtimaiyat is. (içtima:iya:t) Ar. ictima'iyyât sos. esk. Toplum bilimi.
içtimaiyatçı is. sos. Toplum bilimci.
içtinap, -bı is. (içtinaıp) Ar. ictinâb esk. Sakınma, çekinme, kaçınma, içtinap etmek sakınmak, çekinmek, kaçınmak.
iç turizm is. Halkın kendi ülkesinde yaptığı gezi.
iç tümce is. dbl. İç cümle.
iç türeme is. dbl. Kelimenin aslında bulunmayan bir ünlü veya ünsüzün iç seste belirmesi: kral (>kıral), kılıç (>kılınç).
iç tüzük, -ğü is. huk. Bir kuruluş, meclis, kurum vb.nin İç İşlerini düzenleyen tüzük, dahilî nizamname: Meclis iç tüzüğü.
içyağı is. Geviş getiren hayvanların karın boşluğunda iç organlarını saran kaim yağ, şahım: "Ve siner tavanlara bir içyağı kokusu." S. Necatigil.
iç yarıçap is. geom. Düzgün bir çokgenin içine çizilen dairenin yarıçapı.
içyüz is. Herkesçe bilinmeyen, anlaşılmayan ve görünenden büsbütün başka olan sebep veya nitelik, mahiyet, zamir, künh: "Bu işin içyüzünü dostlarımızın bize gösterdikleri telgraf haberlerinden yeter bir vuzuh ile öğrenmekte gecikmemiştik." -Y. K. Karaosmanoğlu.
iç yüz is. Bir şeyin iç tarafı.
iç zar is. bot. Çiçek tozunu saran iki zardan içte olanı.