hüccet is. Ar. hüccet esk. 1. man. Belgit. 2. Tanıt: "Alnında, göğsünde kalçasında taşıdığı yara izleri bu kahramanlığın inkâr kabul etmez hüccetleri." -H. Taner.

hücre is. Ar. hücre anat. ve biy. 1. İnce bir zar içindeki protoplazma ve çekirdekten oluşmuş, bir organizmanın yapı ve görev bakımlarından en küçük birliği, göze. 2. Küçük oda: "Üzerine ot bir yatakla bir battaniye atılmış, demir bir somyadan başka içinde bir şey olmayan çıplak bir hücrede bulunduğunu anladı." -A. İlhan. 3. Tutukluların veya hükümlülerin yalnız olarak kapatıldıkları küçük oda: "Sonunda hücresine götürdüler de boylu boyunca uzanabildi." -S. F. Abasıyanık. 4. mec. Siyasi bir inançla gizli olarak çalışan bir örgütün genellikle aynı yerde çalışanlarının oluşturduğu topluluk.

hücre bilimi, hücre yutarlığı, hücreler arası, kök hücre, yardımcı hücre, yutar hücre, görme hücresi, sperma ana hücresi, yağ hücresi, yumurta hücresi, çanaksı hücreler, mitral hücreler

hücre bilimi is. biy. Biyolojinin, hücrenin yapısı, görevi, çoğalması ve hayatıyla ilgili dalı, göze bilimi, sitoloji.

hücreler arası is. anat. ve biy. Dokularda hücrelerin arasında yer alan, gözeler arası.

hücreli sf. Hücresi olan.

bir hücreli, çok hücreli, tek hücreli, çok hücreliler

hücre yutarlığı is. biy. Vücuda giren mikropların yutar hücreler tarafından yutulup yok edilmesi, göze yutarlığı, fagositoz.

hücum is. (hücum) Ar. hucüm 1. Saldırma, saldırı, saldırış: "Bizdik o hücumun bütün aşkıyla kanatlı / Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı." -Y. K. Beyatlı. 2. Üşüşme, bir yere toplanma. 3. ünl. "İleri" anlamında kullanılan bir seslenme sözü. 4. mec. Sert eleştiri: Sözleri gazetelerin hücumuna yol açtı. 5. sp. Gol atmak veya sayı kazanmak amacıyla yapılan akın, hamle, hücum etmek saldırmak: "Küçük bir çakı ile üzerime hücum etti." -S. F. Abasıyanık. hücuma kalkmak asker, siperden düşmana doğru fırlamak.

hücumbot, hücum oyuncusu, hızlı hücum

hücumbot is. Ar. hucüm + İng. boat ask. Bir tür küçük savaş gemisi.

hücumcu sf. Hücum eden, saldıran: "Onun çıkardığı Yarım Ay'da yine pırıltılı, hücumcu yazıları ile güçlü bir kalem savaşçısı kesildi."-H. Taner.

hücum oyuncusu is. sp. İleri uçta oynayan oyuncu.

hükmen zf. (hü'kmen) Ar. hükmen Hakem kararıyla: Pehlivan hükmen galip ilan edildi.

hükmetme is. Hükmetmek işi.

hükmetmek, -der (-e) Ar. hukm + T. etmek 1, Egemenliği altında bulundurmak. 2. Düşünme veya yargılama sonunda bir kanıya varmak: "Gözlerimi açtığım zaman odamı loş görünce akşam olduğuna hükmettim." -R. H. Karay. 3. (nsz) Aklına esmek. 4. mec. Bir kimseye veya topluluğa sözünü geçirmek.

hükmi sf. (hükmi:) Ar. hukmi huk. esk. Hükümle ilgili, tüzel.

hükmi şahsiyet

hükmi şahsiyet is. huk. Tüzel kişilik.

hükmolunma is. Hükmolunmak durumu.

hükmolunmak (nsz) Ar. hukm + T. olunmak Hüküm verilmek.

hükümet is. (hükû:met) Ar. hükümet 1. Bakanlar Kurulu: Hükümet değişti. 2. Bir ülkenin yönetim kuruluşları: "Kadınlar çil yavrusu gibi dağılmış, hükümete haber vermişler, hükümet gelmiş, ölüyü kaldırmışlar." -H. E. Adıvar. 3. Devlet yönetimi: Osmanlı hükümeti zamanında. 4. Hükümet konağı: "Hükümetin karşısındaki Türklerin merkez kumandanlık dairesine girince şapkasını çıkardı." -Ö. Seyfettin, hükümet etmek bir ülkenin yönetimini elinde bulundurmak. hükümet gibi güçlü, her dediğini yaptıran, hükümet kurmak Bakanlar Kurulunu oluşturmak, hükümet sürmek ülke yönetiminin başında bulunmak, hükümeti devirmek zor kullanarak devlet yönetiminde değişiklik yapmak, hükümeti kurmak başbakan, hükümet işlerinde görev alacak Bakanlar Kurulunu seçmek.

hükümet darbesi, hükümet erkânı, hükümet kapısı, hükümet komiseri, hükümet konağı, hükümet merkezi, kukla hükümet, azınlık hükümeti, koalisyon hükümeti

hükümet darbesi is. Bir ülkenin yönetim düzeninde değişiklik yapmak için zora dayanarak yapılan yasa dışı iş.

hükümet erkânı is. İllerde ve daha küçük beldelerde başta vali, kaymakam olmak üzere hükümet işlerini yürüten kimse veya kimseler.

hükümet kapısı is. Devlet dairesi.

hükümet komiseri is. Kurum ve kuruluşların toplantılarının yasalara uygun biçimde yapılmasını denetleyen, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından atanan memur.

hükümet konağı is. îl ve ilçelerde, başta vali veya kaymakam olmak üzere, hükümet görevlilerinin iş gördüğü yapı: "Dün, o çırağı Ankara hükümet konağının bir odasında gördük!" -R. E. Ünaydın.

hükümet merkezi is. Başkent.

hüküm, -kmü is. Ar. hukm 1. Yargı: "Hükmü doğru ve pek de yerinde olamazdı." -F. R. Atay. 2. Egemenlik, hâkimiyet. 3. Değer, aynı veya benzer nitelik: "Kocabaş Kazasker, gerçekten Sultan Mahmut'un gözbebeği hükmündeymiş." -R. N. Güntekin. 4. Önem, geçerlilik: Bu işin ne hükmü var. 5. Etki, hız, şiddet: Kışın hükmü geçti. 6. Karar. hüküm giymek mahkemece cezalandırılmak. hüküm sürmek 1) işbaşında olmak: Kral otuz yıl hüküm sürdü. 2) yaygın olmak: Hüküm süren kanaat. 3) etki, hız vb. sürmek, devam etmek: "O yükseklerde fırtına, kar, tipi hüküm sürmekteydi." -N. Nâzım. hüküm vermek 1) iyice düşündükten sonra bir karara varmak: "Oğlum, beni iyi dinledikten sonra hükmünü verecek." -R. N. Güntekin. 2) bir suçluyu mahkûm etme. hüküm yemek mahkûm olmak: "Üsküp'ün ceza mahkemesinde on beş sene hüküm yedi. " -Y. K. Beyatlı. hükme varmak iyice düşündükten sonra karar vermek, hükmü geçmek (veya hüküm yürütmek) 1) gücü yetmek, sözü geçmek: "Ne doğan güne hükmüm geçer / Ne hâlden anlayan bulunur." -C. S. Tarancı. 2) geçerli, etkili durumunu yitirmek: Soğukların hükmü geçti. hükmü parasına geçmek para ile dilediğini yapabilme gücünü kazanmak: "Ulan! Parama geçer hükmüm diye bağırdı. Getir diyorum iki okka ekmek." -Ö. Seyfettin. hükmü olmak (veya olmamak) Önemi, geçerliliği, etkisi bulunmak veya bulunmamak. hükmü var (veya yok) geçerliliği, önemi olma veya olmama: "Bir defa zafer kazanılmak idi. Zafer kazanümaâıkça hiçbir şeyin hükmü yoktu." -F. R. Atay. (bir şey) hükmünde olmak yerinde olmak, yerine geçmek, değerinde olmak: Kaynata, baba hükmündedir.

hükmetmek, hükmolunmak, gıyabi hüküm, peşin hüküm, kanun hükmünde kararname

hükümdar is. (hükümda:r) Ar. hukm + Far. -dar Padişah, kral, hakan gibi taht sahibi devlet başkanı.

hükümdarlık, -ğı is. 1. Hükümdar olma durumu. 2. Hükümdarla yönetilen ülke: "Kendiliğinden bir hükümdarlık kurmuştu." -R. H. Karay.

hükümferma sf. (hükümferma:) Ar. fyukm + Far. -ferma esk. Hüküm süren: "Orada â-deta kısas kaidesi hükümfermadır, öldüren ölüme yollanır." -R. H. Karay;

hükümlü sf. Ceza hükmü verilmiş olan, mahkûm.

hükümlülük, -ğü is. Hükümlü olma durumu.

hükümran sf. (hükümra:n) Ar. hukm + Far. --rân esk. Egemen.

hükümranlık, -ğı is. ' Egemenlik: Eskiden Bulgaristan Osmanlı İmparatorluğumun hükümranlığı altında bir prenslikti.

hükümsüz sf. Yürürlükten çıkarılmış, yürürlükten kaldırılmış, geçersiz, hükmü kalmamış: Bu yasa hükümsüzdür, hükümsüz kılmak yürürlükten kaldırmak, iptal etmek.

hükümsüzlük, -ğü is. Hükümsüz olma durumu, geçersizlik.

hülasa is. (hülâsa) Ar. hulâsa 1. Özet, fezleke: "Bîr kadınlık tarihi hülasası yapacak değiliz." -F. R. Atay. 2. Öz: Karaciğer hülasası. 3. zf. Kısacası: "O vakit küt küt kalbim almaya başlıyor, hülasa acayip bir vaziyet. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. kim. Herhangi bir maddenin, alkol, eter vb. bir eritici ile ayrılmış veya başka bir yol İle elde edilmiş etkili özü: Kınakına hülasası, hülasa etmek Özetlemek: "Demek ki hülasa ediyorum, turizm istanbul'un büyük bir şansı olur."-Y.K. Beyatlı.

hülasaten zf. (hülâ:'saten) Ar. hulasaten esk. Özet olarak, kısaca.

hülle is. Ar. hülle esk. Medeni Kanun'un kabulünden önce, kocasından üç kez boşanan kadının, yine eski kocasıyla evlenebilmesi için yabancı bir erkeğe bir günlüğüne nikâh edilmesi.

hülleci is. Hülle yoluyla evlenme İşini gerçekleştiren kimse.

hüllecilik, -ği is. Hülleci olma durumu.

hülya is. (hülya:) 1. Tatlı düş, hayal: "Talihin kırkyılda bir karşıma çıkardığı saadet hülyasını tehlikede buldum." -H. E. Adıvar. 2. esk. Kuruntu, hülyaya dalmak hayal kurmak.

hülyalaşma is. Hülyalaşmak durumu.

hülyalaşmak (nsz) Hülya durumuna gelmek.

hülyalaştırma is. Hülyalaştırmak biçimi.

hülyalaştırmak (-i) Hülya durumuna getirmek: "Mektep görülen her şeyi yumuşatıyor, hülyalaştırıyor, güzelleştiriyordu." -A. Ş. Hisar.

hülyah sf. Hayal kuran veya insanı hayal kurmaya sürükleyen.

Hüma öz. is. (hüma:) Ar. humâ Başına konduğu kimseye mutluluk getirdiğine inanılan talih kuşu, devlet kuşu.

hümanist sf Fr. hümaniste fet. İnsancıl.

hümanistleşme is. Hümanistleşmek durumu.

hümanistleşmek (nsz) İnsancıl davranışlar ve düşünceler içinde olmak.

hümanizm is. Fr. humanisme fel. İnsancılık, insanları sevme ülküsü.

hümanizma is. Fr. humanisme fel. İnsancılık.

hümayun sf. (hüma:yu:n) Far. hümâyûn esk. 1. Kutlu, mutlu. 2, Padişahla ilgili. 3. is. muz. Türk müziğinde dügâh perdesinde karar kılan bir makam.

Divanıhümayun, ihsanıhümayun

hüner is. Far. hüner Beceri isteyen ustalık, beceriklilik, hüner göstermek 1) beceriklilik ortaya koymak; 2) herkesin yapamayacağı bir işi yapmak.

hünerli sf 1. Hüneri olan (kimse). 2. Hünerle yapılan.

hünersiz sf. 1. Hüneri olmayan (kimse): 2. Hünerle yapılmayan, hüner istemeyen.

hünersizlik, -ği is. Hünersiz olma durumu.

hüngürdeme is. Hüngürdemek işi.

hüngürdemek (nsz) Yüksek sesle ve hıçkırarak ağlamak.

hüngür hüngür zf. Yüksek sesle ve hıçkıra hıçkıra: "Hüngür hüngür ağlamaya başladım. " -S. F. Abasıyanık.

hüngürtü is. Hüngürderken çıkan ses.

hünkâr is. (hünkâ:r) Far. hünkâr tar. Osmanlılarda yalnız padişahlar için kullanılan bir unvan: Hünkâr dairesi. Hünkâr yaveri.

hünkârbeğendi

hünkârbeğendi is. (hünkârbeğendi) Közlenmiş patlıcanın üzerine salçalı et konularak yapılan bir tür yemek.

hünnap, -bı is. Ar. 'unnâb bot. 1. Hünnapgillerden, yenilen meyvesi için Özellikle Batı ve Güney Anadolu'da yetiştirilen dikenli bir ağaç, çiğde (Zizyphus jujuba): "Küçük bahçede acı badem, ayva, nar, hünnap ağaçları görürüm." -S. F. Abasıyanık. 2. Bu bitkinin meyvesi.

hünnapgiller ç. is. bot. Ayn taç yapraklı iki çeneklilerden, örneği hünnap olan ve sıcak ülkelerde yetişen bir bitki familyası.

hünsa sf. (hünsa:) Ar. hunşâ biy. esk. Er dişi.

hür sf. Ar. hurr 1. Özgür: "Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şairim." -T. Fikret. 2. zf. Özgür bir biçimde: "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım." -M. A. Ersoy.

hür teşebbüs

hürle is. hlk. Bir cins burçak.

hürlük, -ğü is. Hür, özgür olma durumu.

hürmet is. Ar. hürmet Saygı, hürmet etmek saymak, saygı göstermek: "Sanata her yerde hürmet etmek lazımdır." -S. F. Abasıyanık. hürmette kusur etmemek karşısındaki kişiyi iyi ağırlamak, isteklerini yerine getirmek, saygısızlık etmemek: "Hürmette kusur ettin mi, işte o zaman kendini yok bil" -T. Buğra.

hürmeten zf. Ar. hurmeten esk. Hürmetli olarak, saygılıca.

hürmetkar sf. (hürmetkâ.r) Ar. hürmet + . Far. -kâr esk. Hürmetli.

hürmetkârane zf (hürmetkara :ne) Ar. hürmet + Far. -kâr-âne esk. Hürmetlice.

hürmetli sf. 1. Saygılı. 2. alay Oldukça büyük, okkalı: "Direk gibi bir boynu, hürmetli bir göğsü vardı." -H. Taner.

hürmetlice zf. (hürmeili'ce) Hürmetli bir biçimde, hürmetkârane.

hürmetsiz sf. Saygısız.

hürmetsizce zf (hürmetsi'zce) Hürmetsiz bir biçimde: "O çıkış da sayfiyeye gider gibi, o kadar hürmetsizce, o kadar çabuk olmuş ki..."-Y.K.Beyatlı.

hürmetsizlik, -ği is. Saygısızlık.

hürriyet is. Ar. hurriyyet özgürlük: "Kadınlara erkeklerden ziyade hürriyet verilmesi taraftarıyım!" -Ö. Seyfettin, hürriyeti seçmek baskıdan kurtulmak ve özgür yaşamak için davranışta bulunmak.

basın hürriyeti, fikir hürriyeti

hürriyetçi is. Hürriyeti benimseyen kimse.

hürriyetçilik, -ği is. Hürriyet yanlısı olan kimse.

hürriyetperver is. Ar. hurriyyet + Far. -perver esk. Hürriyetçi.

hürriyetsiz sf Hürriyetini yitirmiş.

hürriyetsizlik, -ği is. Hürriyetini yitirmiş olma durumu.

hür teşebbüs is. Özel sektör.

hürya zf (hü'rya:) Hep birden, cümbür cemaat: Kapı açılınca hürya içeri girdiler, hürya etmek bir yerden çıkmak veya bir yere girmek için hep birden atılmak.

hüryemez is. bot. Bir çeşit elma.

hüseyni is. (hüseyni:) Ar. hüseyni müz. 1. Klasik Türk müziğinde dügâh perdesinde karar kılan bir makam. 2. Klasik Türk müziğinde mi notası.

hüsnühâl, -li is. (hü'snühad) Ar. husn + hâl Bir kimsenin yaşayışında kötü bir şey bulunmama durumu, iyi hâl.

hüsnühâl kâğıdı

hüsnühâl kâğıdı is. (hüsnühali kâ:ğıdı) Bir kimsenin yaşamında kötü bir şey bulunmadığını gösteren resmî kuruluşlarca verilen belge, iyi hâl belgesi.

hüsnühat, -ttı is. (hü'snühat) Ar. husn + hatt esk. Güzel yazı sanatı.

hüsnükabul, -lü is. (hü'snükabud) Ar. husn + kabul esk. İyi karşılama, güler yüz gösterme. hüsnü kabul göstermek iyi karşılamak, güler yüz göstermek.

hüsnükuruntu is. (hü'snukuruntu) Ar. husn + T. kuruntu alay Herhangi bir durumu safça kendinden yana iyiye yorma: O senin hüs-nükuruntun.

hüsnüniyet is. (hü'snüniyet) Ar. husn + niyyet Herhangi bir kimse veya konuda hiçbir kötü düşünce beslememe, temiz yüreklilik, iyi dilek, iyi niyet: "Fakat Müfit'te buna inanacak kadar hüsnüniyet kalmamıştı." -P. Safa.

hüsnüniyetle zf İyi niyetle.

hüsnütalil is. Ar. husn + ta'lıl ed. Herhangi bir olayı, asıl sebebinden daha başka bir sebebin genellikle de daha güzel bir sebebin sonucu olarak gösterme sanatı.

hüsnütelakki is. (hü'snutelâkki:) Ar. husn + telakki esk. İyi karşılama, iyiye yorma.

hüsnüteveccüh is. (hü'snüteveccüh) Ar. husn + teveccüh esk. Sevgi ve saygıyla yakınlık gösterme.

hüsnüyusuf is. (hü'snüyusuf) Ar. husn + yüsuf bot. Karanfilgillerden, bazı türleri bahçelere süs olarak dikilen bir bitki, gugu çiçeği (Dianthus barbatus).

hüsnüzan, -nnı is. Ar. husn + zann İyi niyet. hüsnüzan etmek iyi niyet beslemek.

hüsran is. (-a:nı) Ar. hüsran 1. Beklenilen şeyin elde edilememesi yüzünden duyulan acı: "Mahinur müteahhitle evlenip gitti, beni hüsranlarımla yalnız bıraktı." -H. Taner. 2. esk. Zarar, ziyan, hüsrana uğramak beklenilen sonucun elde edilmemesi sebebiyle çok üzülmek, acı çekmek.

hüsün, -snü is. Ar. husn esk. Güzellik.

hüsnühâl, hüsnühat, hüsnükabul, hüsnükuruntu, hüsnüniyet, hüsnütelakki, hüsnüteveccüh, hüsnüyusuf hüsnüzan

Hüt Dağı öz. is. (Uhut dağının adından) "Çok şişmek, kabarmak" anlamında kullanılan Hüt Dağı gibi şişmek deyiminde geçen bir söz.

hüthüt is. Ar. hudhudzool. Çavuş kuşu.

hüvelbaki is. (hüvelbaıki:) Ar. huve + bakı esk. "Baki kalan Allah'tır." anlamında ve genellikle mezar taşlarına yazılan bir söz.

hüveyda sf (hüveyda:) Far. huveydâ esk. Besbelli, açıkça, meydanda, aşikâr.

hüviyet is. Ar. huviyyet Kimlik: "Hüviyetini saklayan zengini de merak ediyorlardı." -H. E. Adıvar.

hüviyet cüzdanı, millî hüviyet

hüviyet cüzdanı is. Kimlik belgesi.

hüzme is. Ar. huzme Işın demeti.

hüzmeli sf. Işık saçan: Kısa huzmeli farları yaktı.

hüzün, -znü is. Ar. huzn İç kapanıklığı, gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı: "Bereket versin bu hüzün uzun sürmez, çabuk dağılır ve kızcağız bir müddet sonra o daimî mağrur hâlini ahverirdi." -H. Taner, (içine bir) hüzün çökmek hüzünlenmek: "içinde henüz bir cenaze çıkmış evi andıran Hollanda Hariciye Nezaretini terk ederken yüreğime bir hüzün çökmüştü." -Y. K. Karaosmanoğlu. hüzün duymak hüzünlü duruma gelmek, üzülmek, hüzne kapılmak hüzünlenmek.

hüzünlendirme is. Hüzünlendirmek işi.

hüzünlendirmek (4) Hüzünlü duruma getirmek: "Bütün eski plaklar insanı hüzünlendi-rir." -A. İlhan.

hüzünleniş is. Hüzünlenme işi veya biçimi.

hüzünlenme is. Hüzünlenmek işi.

hüzünlenmek (nsz) Hüzünlü duruma gelmek, hüzün duymak.

hüzünlü sf. Gönle üzgünlük veren, iç kapanıklığına yol açan: "Bir şey söylemeyerek hüzünlü bir hâlde gazetesinin başka sütunlarına geçer." -A. Ş. Hisar.

hüzünsüz .sf. Hüznü olmayan, şen (kimse).

hüzünsüzlük, -ğü is. Hüzünsüz olma durumu: "Annemin bütün çizgileri aşağı çekik yüzünde bile, âdeta bir hüzünsüzlük var." -Y. Z. Ortaç.

hüzzam is. (huzza:m) Ar. huzâm müz. Klasik Türk müziğinde segah perdesinde bir makam.

hüzzam beşlisi, sultanihüzzam

hüzzam beşlisi is. müz. Klasik Türk müziğinde birleşik makamların beşlilerinden biri.