he (I) is. Türk alfabesinin onuncu harfinin adı, okunuşu.
he (II) e. hlk. Evet. he demek onamak.
He kim. Helyum elementinin simgesi.
heba is. (heba:) Ar. heba'esk. Hiçbir işe yaramadan yok olma, boşa gitme, heba etmek boşuna harcamak, ziyan etmek: "Herkes eğlenirken pansiyonumda gaflet uykusuna dalıp hayatımı heba edebilir miyim?" -R. N. Güntekin. heba olmak boşa gitmek, ziyan olmak; "Koca bir gün heba oldu." -R. H. Karay.
hebenneka is. Ar. hebenneka esk. Zeki ve becerikli olmadığı hâlde kendini öyle sanan kimse.
heccav is. Ar. heccâv esk. Yergici.
hece is. Ar. hicâ' db. Bir solukta çıkarılan ses veya ses birliği, seslem: Okumak sözünde üç hece vardır.
→ hece ölçüsü, hece taşı, hece vezni, hece yutumu, açık hece, kapalı hece, orta hece düşmesi, uzun hece, vurgulu hece, vurgusuz hece
hececi is. 1. Hece ölçüsüyle şiir yazan şair. 2. ed. Millî Edebiyat döneminde hece ölçüsüyle şiirler yazan beş şairden her biri: "Hececiler kendilerinden sonra yeni bir edebî neslin yetişmediğini söylüyorlar." -S. F. Abasıyanık.
hececilik, -ği is. Hececi olma durumu.
heceleme is. Hecelemek işi: "Çok sürmedi, bir zaman geldi ki Emine işittiği sözü hecelemeye başladı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hecelemek (-i) 1. Bir kelimenin hecelerini teker teker söylemek. 2. Bir kelimeyi ilk bakışta okuyamayıp heceleri teker teker okumak: "Kendisine eski bir alfabe kitabı bulmuş, ara sıra heceliyor..." -R. N. Güntekin.
heceletme is. Heceletmek işi veya biçimi. heceletmek (-i) Hecelemesini sağlamak. hecelettirme is. Hecelettirmek işi.
hecelettirmek (-e) Heceletme işini yaptırmak.
heceli sf. Herhangi bir sayıda hecesi olan: İki heceli bir kelime.
→ tek heceli dil
hecelik, -ği sf. Hece miktarında olan: Üç hecelik kelime.
hece ölçüsü is. ed. Belirli sayıdaki hece kümelerine dayanan şiir ölçüsü, parmak hesabı, hece vezni.
hece taşı is. hlk. Mezar taşı.
hece vezni is. ed. Hece ölçüsü.
hece yutumu is. dbl. Kelime içinde benzer hecelerden birinin düşmesi: kilitlemek > kitlemek.
hecin is. zool. Çift parmaklılar takımının devegiller familyasından, uzunluğu 3, yüksekliği 2 m kadar olan, sırtında besin depo etmeye yarayan tek hörgücü bulunan, hızlı yürüyen bir memeli türü (Camelhts dromedarius).
hedef is. Ar. hedefi. Nişan alınacak yer, nişangâh. 2. mec. Amaç, gaye, maksat: "Asıl önemlisi devlet büyük hedefler dikmişti; milletin benimsediği, övündüğü hedeflerdi bunlar." -T. Buğra, (bir şeyi) hedef almak 1) nişan almak; 2) ulaşılmak istenen amaca göre davranmak; 3) bir kimseyi, bir yeri yıpratmak, eleştirmek amacıyla karşısına almak, hedef olmak hoş olmayan herhangi bir davranışa uğramak.
→ hedef kitle, cansız hedef
hedef kitle is. Verilmek istenen mesajın ulaşması hedeflenen grup veya topluluk.
hedefleme is. Hedeflemek işi.
hedeflemek (-i) Hedef yapmak.
hedeflenme (is.) Hedeflenmek durumu.
hedeflenmek (nsz) Hedef durumuna gelmek.
heder is. Ar. heder esk. Karşılığını alamama, boşa gitme, ziyan olma. heder etmek boşuna harcamak, ziyan etmek: "Senin yoluna gençliğimi heder ettikten sonra, gene orada, o düşmüş şehirde, senin hasretinle yanan ben değil miydim?" -Y. K. Karaosmanoğlu. heder olmak boşa gitmek, boşuna geçmek: "Hayır işlemeden geçen günü heder olmuş addederek bayağı canı sıkılır." -E. E. Talu.
hedik, -ği is. hlk. Kaynatılmış buğday, bulgur, mısır vb. şeyler.
hediye is. Ar. hediyye 1. Armağan. 2. Fiyat: Bu masa örtüsünün hediyesi otuz milyon liradır. hediye etmek armağan olarak vermek: "Başında kâhyanın bol keseden hediye ettiği beyaz kasket, doğru arkadaşlarını bulmaya gitti." -H. Taner.
→ hediye çeki, hediye kuponu, bayram hediyesi
hediye çeki is. Alışverişten sonra hediye yerine geçmek amacıyla verilen özel çek. hediye kuponu is. Yapılan alışverişin belli bir oranına karşılık gelecek miktarda ödülü gösteren basılı kâğıt.
hediyelik, -ği is. 1. Armağan olarak verilmek için hazırlanmış şey. 2. sf. Armağan olarak verilecek değerde olan: Hediyelik vazo.
hedonist ıs. Fr. hedoniste fel. ve ekon. Hazcı.
hedonizm is. Fr. hedonisme fel. ve ekon. Hazcılık.
hegemonya is. (hegemo'nya) Yun. Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasal üstünlüğü ve baskısı: "Sırplar, Bulgarlarla muharebe ederek Balkan Yarımadası 'nda hakiki bir hegemonya elde etmişlerdi." -F. R. Atay.
hekim is. Ar. hakim İnsanlardaki hastalıklan teşhis ve onları ilaçlarla veya bazı araçlarla tedavi eden kimse, doktor, tabip: "Hekim, ebenin kendi odasına geleceğini sandıysa, doğru çıkmadı."-M. Ş. Esendal.
→ hekimbaşı, başhekim, düz hekim, Lokman hekim, uzman hekim, aile hekimi, diş hekimi, ruh hekimi
hekimbaşı is. tar. Osmanlı İmparatorluğunda sarayda hekimlik görevini yürüten en kıdemli, yetkili ve padişahın özel doktoru olan kimse.
hekimlik, -ği is. Hekim olma durumu.
→ başhekimlik, koruyucu hekimlik, aile hekimliği, diş hekimliği, ruh hekimliği, veteriner hekimliği
hektar is. Fr. hectare mat. Yüz ar (10.000 m2) değerinde yüzey ölçü birimi (ha).
hektogram is. Fr. hectogramme mat. Yüz gramlık ağırlık ölçü birimi, bir kilogramın onda biri (hg).
hektolitre is. (hektolitre) Fr. hectoliîre mat. Yüz litrelik hacim ölçü birimi (hl).
hektometre is. (hektome'tre) Fr. hektometre mat. 100 m'lik uzunluk ölçü birimi, kilometrenin onda biri (hm).
hela is. (hela:) Ar. halâ Tuvalet.
helak, -ki is. (helâ:k) Ar. helak 1. Ölme, Öldürme, yok etme, yok olma. 2. mec. Bitkin bir duruma gelme veya getirme, helak etmek 1) öldürmek, ortadan kaldırmak; 2) mec. aşırı derecede yormak, bitkin duruma getirmek: Bu yolculuk bizi helak etti. helak olmak 1) yok olmak, ölmek: "İki sarılı yumurta yumurtlayan bu canım legornlar iki üç gün ara ile birer birer helak olup gitmişlerdi. " -H. Taner. 2) mec. yorulmak, bitkin duruma gelmek: "Zavallılar kan ter içinde bir yandan karşı taraf içlerini tutacağız, bir yandan forveti besleyip akına yardım edeceğiz diye ileri geri helak olurlar." -H. Taner.
helal, -Ii sf (helâ:l) Ar. halâl 1. din b. Dinin kurallarına aykırı olmayan, dinî bakımdan yasaklanmamış olan, haram karşıtı: "Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal." -M. A. Ersoy. 2. Kurallara, geleneklere uygun. 3. is. mec. Nikâhlı eş. 4. zf Kurallara, geleneklere uygun olarak: Helal kazanılmış para. helal etmek Tanrı'yı tanık tutarak bir şeyi bağışlamak: Alacağımı sana helal ediyorum, anandan emdiğin süt gibi helal olsun. helal olmak yapılmasında veya kullanılmasında dinen sakınca bulunmamak, uygun ve yerinde olmak, helal olsun 1) bir hizmet veya özverinin istenilerek yapıldığını ve takdir edildiğini göstermek için kullanılan bir söz: "Yol güzel, tarlalar cömert / Helal olsun yol parası."'-B. R. Eyuboglu. 2) "hakkımı helal ediyorum" anlamında kullanılan bir söz; 3) bir davranış karşısında sitemle söylenen bir söz: Helal olsun, bunu senden beklemezdim, helal süt emmiş doğruluktan ayrılmayan: "Ben helal süt emmiş adamım, ağabey." -H. Taner.
→ helalühoş, helalzade
helalî is. (helâ:li:) Ar. halâli 1. Ham ipekten dokunmuş bürümceğe pamuk ipliği katılarak elde edilen kumaş. 2. sf. esk. Bu kumaştan yapılmış: "Başta abani sarık, tende helalî gömlek." -M. A. Ersoy.
helalinden zf. (helâdinden) Helal edilerek gönül hoşluğu ile.
helalleşme is. Helalleşmek işi.
helalleşmek (-le) Alışverişte veya ayrılma sırasında hakkını birbirine bağışlamak: "Mahalle yaşlılarının ellerini öpüp dualarını alarak kendi yaşıtları ile de sarılıp he-lalleşerek gitti." -H. Taner.
helalli sf. Nikâhlı (eş): "Merasim böyle bitince nikâhlım, başındaki örtüyü utanarak u-sulca kaldırdı, zira artık helallimdi." -R. H. Karay.
helallik, -ği is. esk. 1. Nikâhlı eş. 2. Helal olan şey. helallik dilemek birinden hakkını helal etmesini istemek: "Şimdi büyüklerinin ellerini öp de helallik dile." -R. N. Güntekin. helallik vermek helal etmek. (birini) helalliğe almak biriyle evlenmek.
helalühoş sf. (helâılühoş) Ar. helâl + Far. hoş Yapılmış bir iyilikten, yardımdan söz edilirken buna pişman olunmadığını anlatmak için söylenen helalühoş olsun sözünde geçen bir söz.
helalzade is. (helâlzaıde) Ar. halâl + Far. zade esk. 1. Nikâhlı bir ana ve babadan doğmuş kimse. 2. mec. Doğruluktan ayrılmayan, helal süt emmiş kimse.
hele bağ. (he'le) 1. Özellikle: "O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör / Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör." -M. C. Anday. 2. "Sonunda" anlamıyla geciken davranışları bildirmek için kullanılan bir söz. 3. Uyarma, korkutma veya söz verme anlatan bir söz: Sınıfını geç hele, öyle bir hediye a-lacağım ki. hele bak şaşkınlık veya dikkati çekmek için söylenen bir söz: Hele bak, nasıl çalışıyor, hele bir hele: Hele bir dinlemesin. hele de üstelik, hele şükür! "çok şükür" anlamında bir söz.
→ hele hele
helecan is. Ar. halecün esk. Kalp çarpıntısı, çırpıntı: "Kalbim yalnız bu iki duygunun helecamyla çarpıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
helecanlanma is. Helecanlanmak işi.
helecanlanmak (nsz) Kalp çarpıntısına tutulmak.
hele hele ünl. 1. Karşısındakini söylemeye isteklendirmek için kullanılan bir söz: Hele hele söyle! Daha neler olmuş. 2. Söylenen sözü pekiştirmek için kullanılan bir söz.
Helen öz. is. Fr. hellene Grek.
Helenist öz. is. Fr. helleniste Grek kültürü, tarihi, dili ve edebiyatı konularında uzman olan kimse.
Helenistik, -ği sf. Fr. hellenistique Büyük İskender'den sonraki Yunan sanatı, tarihi, kültürü ile ilgili olan.
Helenizm öz. is. Fr. hellenisme 1. Grek uygarlığı. 2. Grek olmayan ulusların Grek düşüncesinin etkisiyle gerçekleştirdiği uygarlık. 3. dbl. Grekçe anlatım.
helezon is. Ar. fyalezün Kıvrımlı, yılankavi biçim, helis: "Bir toz kasırgası yerden yelpaze biçimi havalandı, iç içe bir sürü helezonlar çizerek yükseldi." -B. R. Eyuboğlu.
helezoni sf. (helezo:ni:) Ar. halezüni fiz. Sarmal.
helezonlaşma is. Helezonlaşmak biçimi veya durumu.
helezonlaşmak (nsz) Sarmal, kıvrımlı biçime gelmek: "Aliş'in miğferinden çıkan marpuç yukarıya doğru bir yılan gibi helezonlaşıyordu." -Halikarnas Balıkçısı.
helezonlu sf. Helezonu olan, sarmal.
helezon suz sf. Helezonu olmayan.
helik, -ği is. hlk. Duvar örülürken büyük taşların arasına konulan ufak taşlar.
helikoit, -di is. Fr. helicoîde mim. Helis biçiminde eğri yüzey: Minare merdiveninin alt yüzü helikoittir.
helikon is. Fr. helicon müz. Çalgı ağızlığı ve pistonu olan, boyundan geçirilerek tutulan, çember biçimli, üflemeli bakır çalgı.
helikopter is. Fr. helicoptere Dik iniş ve çıkış yapabildiği için dar yerlerde de kullanılabilen, tepeden pervaneli uçan taşıt.
→ helikopter pisti
helikopter pisti is. Helikopterin iniş kalkış yaptığı özel alan.
heliport is. İng. heliport Helikopter pisti.
helis is. Fr. helice mat. Bir silindirin ana doğrularını sabit bir açı altında kesen eğri.
helisel sf.fiz. Sarmal.
helke is. Yun. hlk. Bakraç, kova, herke.
hellim is. Kıbrıs'ta yapılan bir çeşit beyaz peynir.
helme is. Ar. helime 1. Fasulye, pirinç, buğday vb. taneler kaynatıldığında nişastanın çökelmesiyle oluşan koyu sıvı. 2. Bazı bitkilerin kök, çiçek ve tohumlarında bulunan koyu kıvamlı madde, helme dökmek kaynatılmış taneler koyulaşmak, helme gibi iyice pişmiş.
helmelenme is. Helmelenmek işi.
helmelenmek (nsz) Helme dökmek, helmesi çıkmak: Kuru fasulye düşük ısıda uzun süre pişirildiğinde helmelenir.
helmeleşme is. Helmeleşmek durumu.
helmeleşmek (nsz) Helme durumuna gelmek.
helmeli sf. Helme durumunda olan (yemek).
helmintoloji is. Fr. herminthologie zool. Kurt bilimi.
helmintolojik, -ği sf. Fr. herminthologique zool. Kurt bilimi ile ilgili.
helva is. Ar. helva Şeker, yağ, un veya irmikle yapılan tatlı.
→ helvahane, keten helva, koz helva, gaziler helvası, irmik helvası, kâğıt helvası, kar helvası, kenevir helvası, koz helvası, kudret helvası, ölü helvası, pamuk helvası, pekmez helvası, peynir helvası, susam helvası, tahin helvası, un helvası, yaz helvası
helvacı is. Helva yapan veya satan kimse.
→ helvacı kabağı, helvacı kökü, kâğıt helvacı, keten helvacı, koz helvacı
helvacı kabağı is. bot. Kabakgillerden, tatlısı yapılan dışı boz, içi san renkli iri bir kabak türü, kestane kabağı (Cucurbita maxima).
helvacı kökü is. bot. Çöven.
helvacılık, -ğı is. Helva yapma veya satma işi.
helvahane is. (helvaha:ne) Ar. helva + Far. hâne esk. 1. Genellikle helva pişirmekte kullanılan geniş ve az derin tencere. 2. tar. Sarayda mutfak içinde tatlıların yapıldığı özel bölüm veya oda.
helvalaşma is. Helvalaşmak durumu.
helvalaşmak (nsz) Helva durumuna gelmek.
helvalık, -ğı is. Helva yapımı için kullanılan malzeme.
helyodor is. Fr. heliodore Altın sarısı renginde, berilden oluşan, kuyumculukta kullanılan bir taş.
helyograf is. Fr. heliographe 1. Güneş ışınlarından yararlanan optik telgraf aleti. 2. astr. Güneşten yayılan ısı miktarını ölçmeye yarayan alet. 3. meteor. Güneşin ışıldadığı saatlerin süresini tespit etmeye yarayan alet.
helyoterapi is. Fr. heliotherapie tıp Güneş ışınlarıyla tedavi.
helyum is. (he'lyum) Fr. helium kim. Atom numarası 2, yoğunluğu 0,13 olan, havada az miktarda bulunan soygazlardan biri (simgesi He).
hem bağ. Far. hem 1. Bir kimseyi uyarmak, bir şeyi açıklamak veya anlamı güçlendirmek için "özellikle, zaten, bir de, şurası da var ki" anlamlarında kullanılan bir söz: Hem ne lüzum var? Hem siz karışamazsınız. 2. Açıklayıcı nitelikte olan ikinci cümleyi birinciye bağlayan bir söz: Gidiyor, hem koşarak gidiyor. Güzel, hem pek güzel! Sıcak, hem ne sıcak! 3. Hem ... hem ... biçiminde tekrarlanarak görevdeş sözleri, cümleleri eşitlik, pekiştirme, birlikte olma veya karşıtlık anlamlarıyla bağlayan bir söz: "Şiir, üzerinde hem tecrübem fazla hem bilgim," -O. V. Kanık, hem de anlamı güçlendirmek, bir veya daha çok öğeye bir başkasının da eklendiğini belirtmek için kullanılan bir söz. hem de nasıl pek çok, çok iyi: Ankara'yı sever misin? -Hem de nasıl.
hemati is. Fr. hematie tıp Kanın hemoglobin ile renklenmiş alyuvarı: Bir milimetre küp. insan kakında 5.000.000 hemati vardır.
hematit is. Fr. hematite min. Kan taşı.
hematolog, -ğu is. Fr. hematologue tıp Kan bilimci.
hematoloji is. Fr. hematologie tıp Kan bilimi.
hematolojik, -ği sf. Fr. hematologigue tıp Kan bilimi ile İlgili.
hemayar sf. Far. hem + Ar. 'iyâr esk. Denk, eşit.
hemcins sf. Far. hem + Ar. cins Aynı cinsten olan.
hemdert, -di sf. Far. hem + derd esk. Dert ortağı olan.
hemen zf. (he'men) Far. hemân 1. Çabucak. 2. Aşağı yukarı: "Hayır, yalnız ben değilim onu beğenmeyen, sevmeyen, hemen kimse beğenmiyor o şairi, sevmiyor." -N. Ataç. 3. Yalnız, sadece.
→ hemen hemen
hemencecik zf (heme'ncecik) Çabucak: "Kız hemencecik anlamıştı bu ilgiyi." -T. Buğra.
hemen hemen zf. 1. Nerede İse, az zaman sonra: "Hemen hemen hepsi vatana döndüler. " -B. Felek. 2. Tam değilse bile ona pek yakın: Hemen hemen iki yıl oldu.
hemfikir, -kri sf. Far. hem + Ar. fıkr esk. Aynı düşüncede, aynı görüşte olan, oydaş.
hemfikirlik, -ği is. Hemfikir olma durumu.
hemhal, -li sf. (hemha.i) Far. hem + Ar. hâl esk. Aynı durumda olan: "Bu hususta birçok İsviçreliyi kendimle hemhal bulmuşumdur." -Y. K. Karaosmanoğlu. hemhal olmak bütünleşmek, birliktelik özelliği göstermek: "Çiçeklerle hemhal olmuş, güya yumuşaya-rak çadırlar gibi yamru yumru kalmış duvarlar. " -A. Ş. Hisar.
hem ... hem ... bağ. Birden fazla özne, tümleç veya fiili birlikte kabul etmek için, bunlardan önce yer alan kelimelerin başlarına getirilen tekrarlamak bağlaç, ne ... ne ... karşıtı. hem İsayı hem de Musayı memnun etmek istekleri birbirine karşıt olan iki kişiyi birden hoşnut edecek bir davranışta bulunmak. hem kaçar hem davul çalar çekinir göründüğü İşi yapmaktan vazgeçemez. hem kel hem fodul ortada olan eksiklik ve yeteneksizliğine bakmayarak üstünlük taslayanlar için kullanılan bir söz. hem nalına hem mıhına vurmak karşıt olan iki yanı desteklemek, hem suçlu hem güçlü gerçek suçlu kendi olduğu hâlde başkalarını suçlayan. hem ziyaret hem ticaret biriyle görüşmeye giden kimsenin, bu gidişten yararlanarak başka bir işi de yapması durumunda söylenen bir söz.
hemhudut, -du sf. (hemhudu:t) Far. hem + Ar. hudüdesk. Sınırdaş.
hemodiyaliz is. Fr. hemodialise tıp Geçirgen bir zardan süzerek zehirli artıkları ayıklamak ve kanı temizlemek için kullanılan tedavi yöntemi.
hemofil sf. Fr. hemophile tıp Kanaması dinmeyen, hemofili hastalığına tutulan (kimse).
hemofili is. Fr. hemophilie tıp Kanın pıhtılaşmasındaki bir bozukluğa bağlı kanama hastalığı.
hemoglobin is. Fr. hemoglobine biy. Soluk alma aracıyla organizmanın hücreleri arasında oksijen ve karbon gazını iletmeyi sağlayan, birleşiminde demir, azot, oksijen, hidrojen, kömür ve kükürt bulunan alyuvarların en önemli maddesi.
hemoroit, -di is. İng. hemorroid tıp Basur.
hemoroitli sf. Basurlu.
hempa is. (hempa:) Far. hem + pâ esk. Omuzdaş.
hemşehri is. Far. hem-şehri 1. Aynı ilden olan kimse, memleketli. 2. ünl. "Arkadaş, ahbap" anlamında bir seslenme sözü.
hemşehrilik, -ği is. Hemşehri olma durumu.
hemşire is. (hemşi:re) Far. hem + şire 1. Kız kardeş, bacı: "iyi tanıdığım anasına ve hemşirelerine hiçbir suretle benzemiyor." -Y. K. Beyatlı. 2. Mesleki eğitim almış, hekimle iş birliği yaparak hastaya bakan sağlık çalışanı: "Koltuğunun altına bir hemşire gömleğini paket yapıp . sıkıştırmış." -S. F. Abasıyanık.
→ hemşirezade, başhemşire
hemşirelik, -ği is. 1. Hasta bakıcılık. 2. Kız kardeşlik.
→ başhemşirelik
hemşirezade is. (hemşi:reza:de) Far. hemşire + zade esk. Kız kardeşin çocuğu.
hemze is. Ar. hemze dbl. Gırtlakta, ses tellerinin birbirine yapışması sonucu havanın akışını birdenbire engellemesiyle oluşan ve bir kesinti izlenimi veren ünsüz: Rey (rey), neşe (neş'e), mesele (mes'ele).
hemzemin sf. Far. hem + zemin Aynı düzeyde olan.
→ hemzemin geçit
hemzemin geçit, -di is. Kara yoluyla aynı düzeyde olan tren yolu geçidi.
hendek, -ği is. Ar. handak Geçmeye engel olacak biçimde uzunlamasına kazılmış derin çukur: "Bir hendekten çıkıp öbürüne giriyor, bir çukurdan kurtulup bir başkasına dalıyordu." -O. V. Kanık.
→ çöküntü hendeği
hendese is. Ar. hendese esk. Geometri.
hendesi sf. (bendesi:) Ar. bendesi esk. Geometrik.
hengâm is. (henga:m) Far. hengâm esk. Zaman, vakit: "Hele Balkan Harbi hengâmında alnından yaralanışı, öldü sanılıp unutuluşu..."-H. Taner.
hengâme is. (henga:me) Far. hengâme Patırtı, gürültü, kavga.
hentbol is. İng. hand ball sp. El topu.
hentbolcu is. sp. Hentbol oynayan kimse.
hentbolculuk, -ğu is. Hentbolcu olma durumu.
henüz zf (he'nüz) Far. henüz 1. Az önce, daha şimdi, yeni: "Memleketten henüz dönmüş, avlunun duvar dibinden yine mutfağa doğru yürüyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Daha, hâlâ: "Henüz hareket etmeyen otomobile yaklaştı." -R. N. Güntekin.
hep zf. Far. heb 1. Hiçbiri dışta tutulmamak veya eksik olmamak üzere, bütün, tüm olarak. 2. Sürekli olarak, her zaman, daima: Hep seni düşünüyorum, hep bir ağız olmak söz birliği etmek, anlaşarak bir konuda aynı şeyleri söylemek, hep bir ağızdan aynı anda pek çok kişi aynı şeyi (söyleyerek, konuşarak). heple hiç ilkesi fel. ve man. tür, cins vb. evrensel bir konu üzerinde İleri sürülen olumlu, olumsuz bir yargının, o tür veya cinsin bütün bireyleri için doğru olması ilkesi.
→ hep beraber, hep birden, hepyek
hepatit is. Fr. hepatite tıp Sanlık.
hepatoloji is. Fr. hepatologie tıp Karaciğerin anatomisini, fizyolojisini ve hastalıklarını inceleyen bilim dalı.
hepatolojik, -ği sf. Fr. hepatologiaue tıp Hepatoloji İle ilgili.
hep beraber zf. Birlikte.
hep birden zf. Toplu olarak: "Hep birden yüklenmişlerdi o zaman Rahmi'ye; saygısızlık ettin, kırdın diye." -T. Buğra.
hepçil sf. Hem hayvansal hem bitkisel besinlerle beslenen.
hepsi zm. (hepsi) Bütünü, tamamı, tümü, cümlesi, hep: "Bütün bu işlerin hepsi yapıldı." -P. Safa.
hepten zf. (he'pten) hlk. Tamamıyla, büsbütün.
hepyek is. (he'pyek) T. hep + Far. yek Tavla oyununda zarların tek benekli yönlerinin üste gelmesi.
her sf. Far. her Teklik isimlere tamlayan görevinde getirilerek birer birer olarak, "...-İn hepsi" anlamını veren söz: "Bir hafta, her gece çalışmak suretiyle hikâyesini bitirdi." -H. E. Adıvar. her Allahın günü hemen hemen her gün. her aşın kaşığı her şeye kansan, her şeye burnunu sokan, her boyaya girip çıkmak çeşitli işlerde kısa süre de olsa çalışmış olmak, her boyayı boyadı bir fıstıki yeşil (mi) kaldı? yapılması gereken bir şey varken, Önemsiz, zorunlu olmayan şeylerle ilgilenildiğinde söylenen bir söz. her derde deva birçok şeye çare olan. her firavunun bir Musası çıkar insanı, zalimce davranan birinden kurtaracak bir kimse her zaman bulunur, her gördüğü sakallıyı babası sanmak şaka görünüşe aldanmak. her horoz kendi çöplüğünde öter herkes ancak kendi çevresinde bir değer taşır ve sözünü orada geçirebilir, her ihtimale karşı her türlü olasılığı düşünerek, her İşin (veya şeyin) başı sağlık insanın yapacağı her şey vücut sağlığına bağlıdır: "Amenna, her işin başı sağlık, ama böyle giderse Allah hemen sonunu hayırlara tebdil etsin." -M. Ş. Esendal. her kafadan bir ses çıkmak bir konu üzerinde herkes rastgele konuşmak. her koyun kendi bacağından asılır herkes kendi davranışlarından sorumludur, herkes hatasının cezasını kendisi çeker, her kuşun eti yenmez herkes zorbalığa boyun eğmez, buna karşı gelecekler de çıkar, her nasılsa beklenmeyen bir durumu belirtmek için kullanılan bir söz. her ne hâl ise uzatmayalım, geçelim: Her ne hâl ise, bir çare bulunur, her ne ise (veya neyse) 1) ne olursa olsun, ne kadar ise, tutarı ne ise; 2) konuyu kapatalım, olan olmuş, uzatmayalım: "Her ne ise, daha bütün bunlar, şimdilik ortada yoktu." -S. F. Abasıyanık. her ne kadar başına getirildiği şartlı cümledeki yargının doğru veya doğal görüldüğünü, fakat bunun yeterli olmadığım anlatan bir söz: Her ne kadar geniş ise de, biraz alçak, her ne pahasına olursa olsun ne pahasına olursa olsun, her nedense sebebi bilinmez: "Her nedense diğerleri kadar olsun kuvvetli bir tesir bırakmadı ." -Y. K. Beyatlı. her şeyin yenisi, dostun eskisi dostluk eskidikçe güç ve değer kazanır, her tarakta bezi olmak kırk tarakta bezi olmak, her telden çalmak her çeşit işi yapabilir durumda olmak veya birçok konuda bilgisi olmak, her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır herkesin kendine özgü bir çalışma yöntemi, bir iş yapma biçimi vardır, her yiğidin gönlünde bir aslan yatar herkesin kendine göre büyük bir emeli vardır, her yokuşun bir inişi, her inişin bir yokuşu vardır hayat boyunca yükselme, düşme vb. durumlar kesin değildir, bunlar birbirinin ardından gelebilir.
→ her bir, her biri, her daim, her dem, her dem taze, her gün, herhalde, her hâlde, her halükârda, herhangi, herhangi bir, herkes, her yerdelik, her zaman
her bir sf Sayılabilen şeylerin ayrı ayrı hepsi, beher.
her biri zm. Ayrı ayn hepsi: "Her biri bir havadan çalan alay alay insanların etrafımda kaynaşması, beni adamakıllı sersemletti. " -R. N. Güntekin.
herbivor sf. Fr. herbivorous zool. Otçul.
hercai sf. (hercaıi:) Far. her + câ'+ Ar. -11. Hiçbir şeyde kararlı olmayan veya konudan konuya geçiveren, (kimse), yeltek, gelgeç. 2. Aşkta değişken, vefasız.
→ hercai menekşe
hercaice sf. (herca:i'ce) 1. Hercai gibi, hercaiye yakışan. 2. zf Hercaiye yakışır biçimde.
hercailik, -ği is. Hercai olma durumu veya hercaice davranış.
hercai menekşe is. bot. 1. Menekşegillerden, mor, san, beyaz renkte, menekşeye benzer çiçekleri olan yıllık bir bitki (Viola tricolor). 2. Bu bitkinin çiçeği.
hercümerç, -ci sf. Far. here + merc Altüst, karmakarışık, darmadağınık, allak bullak. hercümerç etmek altüst etmek, karıştırmak: "Hercümerç ettiğin edvara da yetmez o kitap / Seni ancak ebediyetler eder istiap." -M. A. Ersoy.
her daim zf. Her zaman, daima: "Her daim ondan her türlü fedakârlıklar bekliyordu." - S. F. Abasıyanık.
her dem zf. 1. Her zaman. 2. Bütün bir yıl boyunca.
→ her dem taze
her dem taze sf. 1. Yaşlı olduğu hâlde genç görünen. 2. bot. Yıl boyunca yeşil yapraklı olan (bitki).
herek, -ği is. Yun. Asma, fasulye vb. sarılgan bitkilerin tutunması için yanlarına dikilen sırık, ispalya.
herekleme is. Hereklemek işi.
hereklemek (-i) Asma, fasulye vb. sarılgan ve destek isteyen bitkileri hereğe bağlamak veya bu bitkilerin yamna herek dikmek.
hergele is. Far. kargele 1. Binmeye veya yük taşımaya alıştırılmamış at veya eşek sürüsü. 2. sf. tkz. Terbiyesiz, görgüsüz kimse: "Sandalcı Ali it, hergele bir şeydi." -S. F. Abasıyanık.
hergeleci is. Yaban atlarına bakan kimse, yabani at çobanı: "Yalnız kendi korucuları, kolcuları, çobanları, mandıracıları, hergelecileri silahlıydı." -Ö. Seyfettin.
hergelecilik, -ği is. Hergeleci olma durumu.
hergelelik, -ği is. Hergele olma durumu: "Bu birçok şeylerin içinde kederler, zayıflamalar, açlıklar... ve hergelelikler vardı." -S. F. Abasıyanık.
her gün zf. Süreklice, sürekli olarak.
herhalde zf. Büyük bir ihtimalle: "Herhalde yakışıklı denecek bir adam sayılmam." -H. E. Adıvar.
her hâlde zf. Kesinlikle: Her hâlde gelmelisiniz.
her halükârda zf. Kesinlikle.
herhangi sf. (herha'ngi) Belli olmayan, özellikleri iyice bilinmeyen, rastgele.
→ herhangi bir, herhangi biri
herhangi bir sf. Belli olmayan, rastgele bir (kimse veya şey): "Son üç senedir herhangi bir adamdan farkım yok." -H. E. Adıvar.
herhangi biri zm. Belli olmayan, rastgele biri: Herhangi biri gelsin.
herif is. Ar. harıf 1. mec. Güven vermeyen, aşağı görülen, bayağı kimse: "İki herif zavallıya abanıyorlar." -A. Rasim. 2. tkz. Adam: "Adamlar yüz kiloluk bir yükü tüy gibi kaldırırken hafif sıklet herifi kaldıramıyor-lardı."-B. Felek.
herifçioğlu is. tkz. Kızılan veya beklenmeyen bir işi yapan erkek: Herifçioğlu laf anlamıyor ki!
heriflik, -ği is. Kabadayılık.
herik, -ği is. zool. Karadeniz'in geçit bölgelerinde yetiştirilen, beyaz renkli, kaba ve karışık yapağılı bir tür koyun.
herk is. hlk. Sürüldükten sonra bir yıl dinlendirilen, nadasa bırakılan tarla, herk etmek tarlayı sürüp dinlenmeye bırakmak.
herke is. hlk. Bakraç, kova: "... kadınlar da başlarını örtüledikleri gibi ellerinde herkeler, tatlı su çeşmelerinin başında, mezarlıktaki servilerde kargaların meclîs kurması gibi toplandılar." -T. Dursun K,
herkes zm. (he'rkes) Far. her + kes İnsanların bütünü: "Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanmadın olacak." -C. S. Tarancı. herkes gider Mersine, biz gideriz tersine bir işin bilerek ters yapıldığını, yolunda yapılmadığını anlatan bir söz. herkes kaşık yapar, ama sapını ortaya (veya doğru) getiremez herkes bir iş yapar, ancak istenildiği kadar güzel ve kusursuz olmaz, herkesin arşınına göre bez vermezler genel kurallar herkesin istek ve gereksinimine göre bozulamaz, herkesin geçtiği köprüden sen de geç herkesin tuttuğu yoldan sen de git. herkesin gönlünde bir aslan yatar her yiğidin gönlünde bir aslan yatar, herkesin tenceresi kapalı kaynar bir kimsenin durumu, içinde bulunduğu yaşayış şartlan başkalarınca gereği gibi bilinemez, herkesin yorulduğu yere han yapılmaz herkesin arşınına göre bez vermezler.
herkestik, -ği is. Aleladelik, sıradan olma durumu: "Akşamları mektepten çıktıkça bizi herkeslikten kurtarabilecek bir yardım arıyorduk." -F. R. Atay.
hertz is. (Fizikçi Heinrich Hertz'in adından) fiz. Saniyede bir titreşim yapan devirli bir olayın frekansına eşit frekans birimi.
her yerdelik, -ği is. fel. Tanrı'nın her yerde ve her zaman bulunduğuna inanan din ve fizik ötesi görüş.
her zaman zf. Ara vermeden, sürekli, daima, sık sık: "Böyle yerlerde bulunmak bana her zaman saçma sözler dinlemek kadar azap verir." -A. Ş. Hisar.
herze is. Far. herze esk. Saçma söz, zevzeklik: "Yatık Emine misin, Yanık Emine mi, her ne herze ise, bana onun lüzumu yok." -R. H. Karay, herze yemek tkz. 1) yersiz söz söylemek; 2) gereksiz davranışta bulunmak.
→ herzevekil
herzevekil sf. Far. herze + Ar. vekil esk. 1. Kendisini ilgilendirmeyen işlere kansan (kimse). 2. Saçma sapan, gereksiz konuşan (kimse).
hesabına zf. Yönünden, için, ... adına, yararına: "Zaten kendi hesabıma üzülüyorum, ortada ciddi bir mesele yok." -R. H. Karay.
hesabi sf (hesa:bi:) Ar. hisâbi esk. Hesabını iyi bilen, eli sıkı, hesaplı.
Hesap, -bı is. (-sa:bı) Ar. hisab 1. Aritmetik. 2. Matematiksel işlem. 3. Alacaklı veya borçlu olma durumu: "Al eline kalemi, şu benim hesapları görüver." -S. F. Abasıyanık. 4. Ödenecek ücretin dökümünü ve tutarını gösteren kâğıt, hesap pusulası, adisyon. 5, Oranlama, tahmin: "Evdeki hesap çarşıya uymaz." -Atasözü. 6. Bîr girişimin, bir işin başarıya ulaşması İçin alınan önlemlerin bütünü: "Harbe nasıl, niçin ve ne hesapla girmiştik?." -F. R. Atay. 7. Tutum, durum, anlayış: Onunki vur abalıya hesabı. 8. ekon. Bankadaki işlemlerin yapılabilmesi için kişi, kurum ve kuruluşlar adına düzenlenen çizelge, hesap açmak 1) gereğinde çekilmek üzere bankaya yatırılan para için işlem yapmak; 2) birine borçlanma imkânı tanımak, kredi açmak, hesap çıkarmak alacakla vereceği kâğıt üzerinde karşılaştırmak, hesap etmek I) bir işin kazancıyla giderini karşılaştırarak bir sonuca varmak; 2) düşünmek, tasarlamak, hesap etmek, kitap etmek bütün ayrıntılarıyla düşünmek, hesap görmek alacakla vereceği karşılaştırıp ödeşmek: "Oraya çıkınca hamallara onar kuruştan hesap göreceksin." -M. Ş. Esendal. hesap sormak 1) bir konuda açıklama ve savunma istemek, sorumlu tutmak; 2) birini, birilerini yöntem veya yasa dışı davranışlarından dolayı sorguya çekmek: "Bu karanlık işlerin hesabını sorarlar." -M. Ş. Esendal. hesap tutmak alışverişle ilgili sayılan bir yere yazmak, hesap vermek (veya hesabını vermek) 1) bir işin sorumluluğunu yüklenmek: "Hesap verin bakalım, nerelerde sürtüyordunuz bu saatlere kadar?" -R. N. Güntekin. 2) herhangi bir davranışın sebebini açıklamak, anlatmak: "Evvela, sana birkaç haftadır mektup yazamayışımın hesabım vereyim." -R. N. Güntekin. (bir şeyi veya bir durumu) hesaba almak göz önünde bulundurmak, işini yürütürken o şeyi de düşünmek. hesaba almamak (veya katmamak) önem vermemek, hesaba çekmek bir kişiden, bir kuruldan yaptığı işler için açıklama ve savunma istemek: "Meclis kapanacak ve orada hükümeti hesaba çekeceklermiş." -Atatürk, hesaba dökmek sayıyla ilgili bir konuyu açıklığa kavuşturmak için kâğıt üzerinde hesaplamak, hesaba gelmez 1) sayılamayacak kadar çok; 2) umulmadık, beklenmedik, hesaba katılmak (veya katılmamak) göz önüne alınmak (veya alınmamak): "Gürültü de gürültü hani: Çalgının şamatası hesaba katılmasa, seyircinin alkışı yeteri" -A. îlhan. hesaba katmak dikkate almak, göz Önünde bulundurmak; "Hem benim avukat veya yargıç olmak isteyip istemediğimi de hesaba kattıkları yoktu." -N. Cumalı. hesabı kapamak alacak verecek bırakmamak, hesabı kapatmak her türlü ilişkiyi bitirmek, sona erdirmek: "Bir hesabı daha kapatmış olmanın gönül rahatlığıyla ıslık çalarak indim merdivenlerden." -S. Dölek, (biriyle) hesabı kesmek alışverişi veya İlgiyi kesmek: "Bu hırsızın hesabını kesip kanunun pençesine teslim etmeliyiz. " -R. H. Karay, hesabı temizlemek borcunu ödemek, hesabı yok sayılamayacak kadar çok, sayısız: "İçtiği kahvenin hesabı yok." -M. Ş. Esendal. (birinin) hesabına gelmek yararına uygun, elverişli olmak, hesabını almak bir iş sonunda hakkını almak. hesabını görmek 1) alacağını verip İlişiğini kesmek; 2) cezalandırmak; 3) ücretini ödemek: Kemeraltı Caddesi'ne varınca arabadan inerek hesabını gördüm." -H. Z. Uşaklıgil. hesapta olmamak daha önce düşünülen şeylerin dışında olmak, (bir şeyi) hesaptan düşmek hesaptan, borçtan, alacaktan indirmek, çıkarmak.
→ hesap cetveli, hesap cüzdanı, hesap günü, hesap işi, hesap kitap, hesap makinesi, hesap Özeti, hesap pusulası, hesap uzmanı, açık hesap, cari hesap, diferansiyel hesap, ortak hesap, şifreli hesap, toparlak hesap, vadeli hesap, vadesiz hesap, yuvarlak hesap, çömlek hesabı, ebcet hesabı, ihtimaliyet hesabı, ihtimaller hesabı, olasılık hesabı, parmak hesabı, zihin hesabı, kendi hesabına, integral hesapları
hesap cetveli is. mat. Sayılar arasında birçok işlemlerin sonucunu kolayca bulmaya yarayan, iç içe yerleştirilmiş ve biri diğerinin üzerinde kayan iki parçadan oluşan cetvel.
hesap cüzdanı is. Bir bankada hesabı olanlara verilen, yatırılan ve çekilen paraların yazılmasına yarayan defter.
hesapça zf. (hesapça) Hesaba göre, hesaba uygun olarak: "Yazlan, haftada üç gün işe gitmiyorum, hesapça bu bizim tatilimiz oluyor. " -A. İlhan.
hesapçı sf 1. Hesabını iyi bilen, tutumlu. 2. Çıkarım kollayan, davranışlarını buna göre düzenleyen (kimse).
hesapçılık, -ğı is. Hesapçı olma durumu.
hesap günü is. din b. Kıyamet günü.
hesap işi is. Bir tür el işlemesi: "Onun namaz bezlerindeki mahareti yalnız hesap işlerinden ibaret değildi" -H. Z. Uşaklıgil.
hesap kitap zf. Hesap sonunda, düşünüp taşındıktan sonra: Hesap kitap, baktım ki e-limde bir şey kalmıyor, hesabını (veya hesabını kitabını) bilmek tutumlu olmak: "Ayşe hesabını kitabım bilir, tutumlu bir ev kadınıydı." -Halikarnas Balıkçısı, hesap kitap yapmak (veya etmek) ayrıntılarıyla hesap edip düşünmek.
hesaplama is. Hesaplamak işi.
hesaplamak (-i) 1. Hesap işlemini yapmak, hesap etmek. 2. mec. Bir şeyi, bir durumu ayrıntılı bir biçimde düşünmek, hesap etmek: "Hasan, Zeyno ile ilgili her şeyi kafasında hesaplamış olduğu kanaatindeydi." -H- E. Adıvar. hesaplamak kitaplamak hesap kitap yapmak: Hesapladım kitapladım, işin içinden bir türlü çıkamadım.
hesaplanış is. Hesaplanma işi veya biçimi.
hesaplanma is. Hesaplanmak işi.
hesaplanmak (nsz) Hesap edilmek.
hesaplaşma is. Hesaplaşmak işi.
hesaplaşmak (nsz, -le) 1. Birbirindeki alacakla vereceğin hesabım yapmak. 2. mec. Karşılıklı olarak kozlarını paylaşmak: "Benimle mahkeme huzurunda hesaplaşacağım söyleyerek derhâl dışarı çıktı." -R. N. Güntekin. 3. mec. Bir şeyin olumlu veya olumsuz yönlerini düşünerek, tartışarak bir yargıya varmak.
hesaplatma is. Hesaplatmak işi.
hesaplatmak (-i) Hesap ettirmek.
hesaplattırma is. Hesaplattırmak işi.
hesaplattırmak (-i) Hesaplama işini yaptırmak.
hesaplayış is. Hesaplama İşi veya biçimi.
hesaplı sf. 1. Satın alınabilen, bütçeye uygun, ekonomik: Hesaplı bir alışveriş. 2. Parasını ölçülü harcayan, tutumlu: Hesaplı adam. 3. mec. Ayrıntılarıyla düşünülüp tasarlanmış, planlı, rasyonel: "Servetini, bu çalışması, bu hesaplı yaşayışıyla yaptığı kanısındaydı." -N. Cumalı. 4. mec. Ölçülü davranan, ölçülü: "Sana şu aşağıda yazacaklarıma ciddi, hesaplı, zeki olmayı kararlaştırdığım sabahların birinde başlamıştım."-S. F. Abasıyanık. hesaplı hareket etmek Ölçülü davranmak.
hesaplıca sf. (hesaplı'ca) 1. Hesaplı. 2. zf. Hesaplı bir biçimde.
hesaplılık, -ğı is. Hesaplı olma durumu.
hesap makinesi is. Birçok sayısal işlemi yapmaya yarayan araç.
hesap Özeti is. Hesap sahiplerinin hesabına yatan ve söz konusu hesaptan çekilen miktarların dökümünü gösteren cetvel.
hesap pusulası is. Hesap.
hesapsız sf. 1. Hesabı tutulmayan. 2. Sayılamayacak kadar çok olan: Şimdiye kadar hesapsız vaatlerde bulundu, ama hiçbirini tutmadı. 3. mec. Önceden iyi düşünülmemiş, sonu belli olmayan: Hesapsız bir işe girişti. 4. mec. Ölçüsüz, tutumsuz, savruk, müsrif.
→ hesapsız kitapsız, hadsiz hesapsız
hesapsızca sf. (hesapsı'zca) 1. Hesapsız. 2. zf. -Hesapsız bir biçimde.
hesapsız kitapsız zf. 1. Deftere geçirmeden veya belgeye bağlamadan. 2. mec. Sorumsuz, ölçüsüz bir biçimde: "Bu hususta hesapsız kitapsız bol para sarfediyordu." -R. H. Karay.
hesapsızlık, -ğı is. Hesapsız olma durumu veya hesapsızca davranış.
hesap uzmanı is. Vergi yükümlülerinin dosyalarını incelemekle görevli Maliye Bakanlığına bağlı yetkili.
heterodoks sf. Fr. heterodoxe 1. Kabul edilmiş din kurallarına aykırı. 2. Aykırı düşüncelere veya ilkelere saplanmış.
heterojen sf. Fr. heterogene kim. Ayn cinsten.
heteroseksüel sf İng. heterosexual Karşı cinsi arzulayan.
heterotrof sf. Fr. heterotrophe biy. Dışbeslenen.
heterotrofi is. Fr. heterotrophie biy. Dış beslenme.
hevenk, -gi is. Far. âveng Bir ipe, bir çubuğa geçirilmiş, dizilmiş veya birbirine bağlanmış yaş meyve ve sebze bağı: "Tavanda hevenk hevenk üzümler, elmalar, armutlar, ayvalar sarkıyordu." -S. F. Abasıyanık.
hevenkleşme is. Hevenkleşmek biçimi veya durumu.
hevenkleşmek (nsz) Hevenk durumuna gelmek.
heves is. Ar. heves 1. İstek, eğilim, arzu, şevk: "Küçüklüğünden beri bütün hevesi bahriyede idi." -H. Taner. 2. Gelip geçici istek: "Yoksa ona karşı geçici bir heves mi duyuyor." -P. Safa. heves etmek bir şeye karşı istek duymak, eğilimli olmak: "Birçoklarımn bu havaya uydukları ve artık refahlarım devlet kapılarının dışında aramaya heves ettikleri zamanlardı." -A. Ş. Hisar, hevesi kalmamak şevki kırılmak, isteği kalmamak. hevesi kursağında (veya içinde) kalmak istediği, imrendiği şeyi elde edememek. hevesine düşmek kuvvetle istemek: "Bir aralık, büyük bir devlet adamı olmak hevesine düştüm." -M. Ş. Esendal. hevesini almak istediği, imrendiği şeyi elde ederek ona doymak: "Oluruna bırak gençtir, derim /Hevesini alsın sokaklardan." -B. Necatigil. hevesini kırmak 1) isteklerini, düşüncelerini engellemek; 2) zevki kaçmak, hevesi kalmamak, şevki kırılmak.
heveskâr sf (heveskâ:r) Ar. heves + Far. -kâr esk. Hevesli, amatör: "Resme başlayan bir heveskârın yapacağı şeyler." -S. F. Abasıyanık.
heveskârlık, -ğı is. Hevesli olma durumu.
heveslendirme is. İsteklendirme.
heveslendirmek (-i) İsteklendirmek.
hevesleniş is. Heveslenme işi veya biçimi.
heveslenme is. Heveslenmek işi.
heveslenmek (-e) İsteklenmek, heves etmek, çok istemek, eğilim duymak: "Millet vergi vermeye heveslenmelidir."-B. Felek.
hevesli sf. Bir şeye, bir işe istek duyan veya merak sarmış olan, istekli. ... heveslisi ... isteklisi: "Geniş yüzlü, beyaz dişli, kısa burunlu, konuşma heveslisi bir çocuktu." -F. R. Atay.
heveslilik, -ği is. Hevesli olma durumu.
hevessiz sf. Hevesi olmayan, istek duymayan.
hevessizlik, -ği is. Hevessiz olma durumu.
hey ünl. 1. Seslenmek veya İlgi ve dikkat çekmek için söylenen bir söz: Hey, çocuklar! Gelin bakalım. Hey arkadaş! Ayağıma basıyorsun. 2. Sitem, yakınma, azar, beğenme vb. çeşitli duygulan anlatan cümlelerde kullanılan bir söz: Hey talih! Böyle mi olacaktı? Hey akılsız çocuk! Ateşi ne diye ellersin? Hey Allah'ım! Bu ne güzellik, hey gidi (hey) çeşitli duyguları pekiştiren veya özlem ve acınma bildiren bir söz: "Hey gidi gençlik hey! Unutulmaz günlerdi onlar, Yenikapı'ya, meyhanelere indik mi şöyle bir. "-A.İlhan.
heyamola is. (heyamola) İt. hey a mola Gemicilerin veya işçilerin birlikte bir şey çekerken "haydi çek, gayret" anlamlarında bir ağızdan yüksek sesle ve makamla söyledikleri söz. heyamola ile tkz. bir işin ancak büyük güçlüklere katlanılarak ve birçok kişinin yardımıyla yapılabileceğini anlatan bir söz: Bu sedir buradan ancak heyamola ile kaldırılabilir.
heybe is. Ar. 'aybe 1. At, eşek vb. binek hayvanlarının eyeri üzerine geçirilen veya omuzda taşınan, içine öteberi koymaya yarayan, kilim veya halıdan -lyapılmış İki gözlü torba. 2. Omuza geçirilebilen tek gözlü bir tür çanta.
heybeci is. Heybe yapan veya satan kimse. heybecilik, -ği is. Heybeci olma durumu.
heybet is. Ar. heybet 1. Korku ve saygı uyandıran görünüş, mehabet: "Adım bilmeseler bile heybetini tarif etsem gene bulunur." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Büyüklük, ululuk, azamet.
heybetli sf. 1. Görünüşü korku ve saygı uyandıran: Heybetli adam. 2. Büyük, ulu, azametli: "Biz onların yorgun ve durgun bile olsa, düzgün ve heybetli hâllerim görüyorduk." -A. Ş. Hisar.
heybetlice sf. Oldukça heybetli.
heyecan is. (-ca:nı) Ar. heyecan 1. Sevinç, korku, kızgınlık, üzüntü, kıskançlık, sevgi vb. sebeplerle ortaya çıkan güçlü ve geçici duygu durumu. 2. fel. Coşku: Halk heyecan içinde, heyecan duymak heyecanlanmak. heyecan vermek heyecan duymasına sebep olmak, heyecana düşürmek heyecanlandırmak: "Bu şehir halkını heyecana düşüren, şiddetli mücadelelerdir." -M. Ş. Esendal. heyecana gelmek heyecanlanmak, heyecan duymak, heyecana kapılmak aşırı derecede heyecan, coşku duymak: "Ne zaman böyle büyük makineler görsem, kolay kolay tarif edilemeyen bir heyecana kapıldığımı duyuyorum." -B. R. Eyuboğlu.
heyecanlandırma is. Heyecanlandırmak işi: "O vakitler, bu kadarcık ümit ve teşvik, bizi heyecanlandırmaya yeterdi." -F. R. Atay.
heyecanlandırmak (-i) Heyecan duymasına sebep olmak.
heyecanlanış is. Heyecanlanma işi.
heyecanlanma is. Heyecanlanmak işi.
heyecanlanmak (nsz) Herhangi bir sebeple güçlü, geçici bir duygulanımdan etkilenmek, heyecana gelmek, coşmak: "Cümleleri parlaktı, jestlerle konuşuyordu, heyecanlandırıyor ve heyecanlanmış görünüyordu." -T. Buğra.
heyecanlı sf. 1. Çabuk, kolay heyecanlanan (kimse), müteheyyiç. 2. Heyecan veren. 3. Heyecanla yapılan: "Politikacıların gürültülü, heyecanlı tartışmalarından nefret e-derdi." -H. Taner.
heyecanlılık, -ğı is. 1. Heyecanlı olma durumu. 2. Aşırı duyarlı olma.
heyecansız sf. 1. Çabuk, kolay heyecanlanmayan. 2. Heyecan vermeyen. 3. Heyecanla yapılmayan.
heyecansızlık, -ğı is. Heyecan verici olmama durumu.
heyelan is. (heyelâm) Ar. heyelan jepl. Toprak kayması: "Bizi belimize kadar gömen heyelanın altından başlarımızı güç doğrultmuştuk. " -F. R. Atay.
heyet is. Ar. hey'et 1. Kurul: "Heyetin oturduğu büyük odanın her tarafına Uşak halıları örtmüşlerdi." -H. E. Adıvar. 2. esk. Astronomi. 3. esk. Biçim, kılık, dış görünüş.
→ umumi heyet, fasıl heyeti, hakem heyeti, ihtiyar heyeti:, istişare heyeti, köy ihtiyar heyeti, mütevelli heyeti, tahrir heyeti, teftiş heyeti
heyetiyle zf. (heyetiyle) esk. Olduğu gibi, bütünüyle.
heyhat ünl. (heyhaıt) Ar. heyhat "Yazık, ne yazık" anlamında kullanılan bir söz: "öyleyse size de iyi seyahatler iltifatında bulunmuştu ve bu söz heyhat! Atatürk'ün ağzından işittiğim son söz olmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
heyhey is. Sinir bozukluğu, sinirlilik, heyheyler geçirmek büyük heyecanlar geçirmek. heyheyleri tutmak (veya üstünde olmak) çok sinirlenmek.
heykel is. Ar. heykel Taş, tunç, bakır, kil, alçı vb. maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğrulup pişirilerek biçimlendirilen eser, yontu: "Harabenin ortasında bir Afrodit heykeli bulunduğunu hayal meyal hatırlıyor." -R. H. Karay, heykel gibi 1) hareketsiz, duygusuz; 2) çok güzel (vücut). heykelini dikmek türlü alanlarda üstün basan gösteren kimselere değerbilirlik göstermek.
→ heykeltıraş
heykelci is. Heykel yapan sanatçı, heykeltıraş, yontucu.
→ heykelci kalemi
heykelci kalemi is. Heykelcilerin taş, kil, alçı vb. gereçleri biçimlendirmek için kullandıkları kesici, düzeltici ve yontucu araç.
heykelcilik, -ği is. Heykel yapma sanatı, heykeltıraşlık, yontuculuk.
heykelleştirme is. Heykelleştirmek işi veya biçimi.
heykelleştirmek (-i) Heykel durumuna getirmek.
heykelli sf. Heykeli olan: "Geniş ve otomobil dolu caddeler, heykelli meydanlar." -Ö. Seyfettin.
heykeltıraş is. Ar. heykel + Far. -terâş Heykelci.
heykeltıraşlık, -ğı is. Heykelcilik.
heyula is. (heyu.iâ:) Ar. heyula' Korkunç hayal, heyula gibi pek iri, iri yan.
hezaren (I) is. (heza:ren) Far. hezâr + reng bot. Saray çiçeği (Delphinium).
hezaren (II) is. (hezarren) Ar. hayzuran bot. esk. 1. Bambu. 2. sf. Bambu saplarından yapılmış: Hezaren koltuk.
→ hezaren Örgü
hezaren örgü is. Bambu kabuklarından soyularak elde edilen liflerle veya sentetik malzemeyle yapılan Özel bir örgü.
hezel is. Ar. hezl esk. 1. Şaka, alay, mizah. 2. ed. Bir şiiri veya şiir parçasını sakalı bir anlatıma çevirme.
hezeyan is. (hezeya:n) Ar. hezeyan 1. Saçmalama: Hiddetlenince hezeyana başladı. 2. Sayıklama: "Ne ise zavallı kız canını kurtarmış, fakat aylarca hezeyan içinde yaşamıştı." -H. E. Adıvar. 3. psikol. Sabuklanma. hezeyan etmek saçmalamak: "A, uzun ettin ama; iki satır yazı istedik, bir çuval hezeyan ettin."-yi. Ş. Esendal.
hezimet is. (hezi:met) Ar. hezimet Yenilgi. hezimete uğramak bozguna veya büyük bir yenilgiye uğramak.
hezliyat ç. is. (hezliya:t) Ar. hezliyyât ed. Hezel türünde yazılmış şiirler.
Hf kim. Hafniyum elementinin simgesi.
Hg kim. Cıva elementinin simgesi.