ha ünl. 1. İstek uyandırmak için kullanılan bir söz: Ha göreyim seni! Ha gayret! 2. (ha:) Şaşma anlatan bir söz: Amma güzel ha! Öyle oldu ha! 3. (ha:) Dikkati çekmek, uyarmak için kullanılan bir söz: "Sakın ha, bir daha yapma! Sakın ha, ağlamanı istemiyorum. " -A. îlhan. 4. (ha:) Bir şeyin birdenbire hatırlandığını veya kavrandığını anlatan bir söz: "Ha, miralay arzu ederse o başka tabii!" -A. İlhan. 5. bağ. Tekrarlanarak kullanıldığında eşitlik anlamı veren bir söz: Ha ben gelmişim ha o. Ha bağ ha bahçe ha tarla. 6. bağ. Bazen tekrarlanan bir emir kipinin tekrarları arasında yer alarak fiil ile anlatılan işin uzadığı ve bundan bıkıldığı bildirilir: Yürü ha yürü, yol bitmiyor ki. 7. e. kaba Evet. 8. tkz. (ha:) Soru bildiren bir söz: Sen de geldin ha? ha babam (ha) 1) karşısındakinin çabasını artırmak için kullanılan bir söz; 2) sürekli olarak, hiç durmadan: Ha babam atıştırıyordu, ha babam de babam durmaksızın, sürekli, ha deyince istenilen anda. ha şöyle yapılan bir işin beğenildiğini anlatan bir söz. ha şunu bileydin tkz. "bunu çoktan anlaman, bilmen gerekirdi" anlamında kullanılan bir söz.
Ha kim. Hahnyum elementinin simgesi.
hab is. (ha:b) Far. hâb esk. Uyku.
habanera is. (habane'ra) (Habana yer adından) 1. Çok kıvrak bir Küba dansı. 2. Bu dansın müziği.
habaset is. (haba.set) Ar. habaset esk. Kötülük, alçaklık: "Senin ne habasetlere kadir olduğunu ben bilirim." -R. N. Güntekin.
habbe is. Ar. habbe esk. 1. Tahıl tanesi, evin. 2. Su kabarcığı. 3. tiy. Orta oyunundaki tiplerin "yemek yeme" anlamında kullandığı söz. habbesi kalmadı (veya yok) kalmadı, bitti, tükendi, habbeyi kubbe yapmak önemsiz bir şeyi abartmak: "Arkadaşım İrfan'ın habbeyi nasıl kubbe yaptığın çok iyi bilirim." -O. C. Kaygılı.
haber is. Ar. haber 1. Bir olay, bir olgu üzerine edinilen bilgi, salık: "Çırağın bir şeyden haberi yok." -M. Ş. Esendal. 2. İletişim veya yayın organlarıyla verilen bilgi: Televizyonda dünya haberlerini izledi. 3. Bilgi: Sanattan haberi yok. 4. dbl. esk. Yüklem. haber almak kendisine bildirilmek, öğrenmek, bilgi edinmek: "Sizden haber almayalı bir seneden fazla oldu ." -P. Safa. haber atlamak gazetecilikte bir haberi vaktinde yayımlayamamak. haber çıkmamak biri veya bir şey için beklenen bilgi gelmemek. haber deyince 1) istenilen anda; 2) çarçabuk. haber geçmek teleks, telefon vb. ile bilgi iletmek, haber göndermek herhangi bir araçla bildirmek: "Kayıkları olmayanlar mahalledeki en alışık oldukları kira sandallarına haber gönderirler." -A. Ş. Hisar. haber salmak (veya yollamak) haber göndermek: "Ben bu sevdadan vazgeçmez iken / Gizli gizli haber salıp durmasın." -Halk türküsü, haber uçurmak gizlice haber göndermek, haber vermek 1) bildirmek, haber ulaştırmak; 2) bir durumun, bir olayın belirtisi olmak: "Günlerden beri artan iştahsızlık ve derin yorgunluk fena günlerin yaklaştığını haber vermiş olabilirdi." -P. Safa. haberden haber vermek tkz. bir kimse veya bir konuda bilgi istemek, (bir şeyden) haberi olmak bilgisi olmak, bilmek: "Annesinin bir şeyden haberi olmadığı için hemen söze karıştı." -A. Gündüz, haberin olsun! birine herhangi bir konuda uyarıda bulunmak için söylenen bir söz.
→ haber ajansı, haber bülteni, haber bürosu, haber kaynağı, haber kipi, haber merkezi, haber stüdyosu, ana haber sunucusu, ilmühaber, kara haber, kötü haber, yalan haber, yanıltma haber, tekmil haberi, doğum ilmühaberi, ikametgâh ilmühaberi, vefat ilmühaberi
haber ajansı is. Yurt ve dünya olaylarını toplayıp yayımlayan kuruluş.
haber bülteni is. Radyonun, televizyonun ve çeşitli haber ajanslarının günün iç ve dış olayları konusunda kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yayımladıkları kısa metin.
haber bürosu is. Bağlı bulundukları iletişim organlarına bölgesel ve yerel haberleri iletmekle görevli birim.
haberci is. 1. Haber getiren kimse, ulak. 2. Muhbir, ihbar eden kimse: "Kaçakçı kamyonları bazen, o da bir habercinin yardımı ile içeride yakalanmakta." -F. R. Atay. 3. mec. Bir durumun, bir olayın belirtisi: Bu bulutlar yağmurun habercisi olsa gerek. 4. tar. Karakulak.
habercilik, -ği is. Bir haberi usulünce hazırlama ve yayın organlarında yayımlama işi.
haberdar sf. (haberda:r) Ar. haber + Far. -dar Haberli, bilgili: Olup bitenden haberdardır. haberdar etmek haber vermek, bildirmek: "Kararımızdan Nedret'in arkadaşlarını da haberdar etmeliyiz." -M. Yesari, haberdar olmak bilgi edinmek, haber almak: "İbrahim Hocamın da işten haberdar olduğunu iddia edenler oldu." -M. Ş. Esendal.
haberdarlık, -ğı is. Haberdar olma durumu.
haber kaynağı is. Haber alınan kişi ve yer.
haber kipi is. dbl. Bildirme kipleri.
haberleşilme is. Haberleşilmek işi.
haberleşilmek (-le) Haberleşme işi yapılmak.
haberleşme is. 1. tek. İletişim. 2. Yazışma.
→ kitle haberleşmesi
haberleşmek (nsz, -le) Karşılıklı olarak haber alıp vermek, iletişmek, muhabere etmek.
haberli sf. 1. Bir olay veya durum üzerine bilgisi olan, haberi olan: Haberli konuk. 2. zf. Haber vermiş veya almış olarak: Biz oraya haberli gittik.
haberlik, -ği sf Haber durumunda olan.
haberlilik, -ği is. Haberli olma durumu.
haber merkezi is. Bir yayın organının haberleri derleyip toparlamak ve değerlendirmekle sorumlu ve yükümlü haber birimi.
habersiz sf. 1. Haberi olmayan, haber almamış, hiçbir bilgisi olmayan: "Yolcular, içimdeki mahşerden habersiz, yanımdan geçip gidiyorlardı." -Y. Z. Ortaç. 2. zf. Haber vermeden, habersizce: Habersiz geliverdiler.
habersizce zf (habersi'zce) Haber vermeden, haberi olmadan, habersiz, gizlice.
habersizlik, -ği is. Haber alamama durumu.
haber stüdyosu is. Ses düzeni, ses geçirmezlik özelliği ile radyo ve televizyon vb. yayın organlarında yalnız haber okunmak için ayrılmış özel bölüm veya oda.
habeş sf. Ar. habeş Derisinin rengi çok koyu esmer olan (kimse).
Habeş öz. is. Ar. habeş Etiyopya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse, Etiyopyalı.
Habeşî öz. is. (Habeşi:) Habeş.
habip, -bi sf. (-b'v.bi) Ar. habıb esk. Sevilen, sevgili.
ha bire zf. Durmadan, ara vermeden, arka arkaya, sürekli olarak: "Ocağın başında bir adam ha bire balık kızartıyordu..." -O. V. Kanık.
habis sf (habiıs) Ar. habis esk. 1. Kötü, alçak, soysuz (kimse). 2. Kötücül (bazı hastalıklar veya urlar): "Bir sinek vardır, sokarsa habis çıban yapar, tedavisi zordur." -R. H. Karay.
habislik, -ği is. Habis olma durumu: "Bu evde her türlü habislik Mesut Bey'in namına dönerdi. " -H. R. Gürpınar.
habitat is. İng. habitate 1. Yerleşme, oturma. 2. bot. Bitkinin doğal olarak yetiştiği yer, yurt.
habitus is. Lat. bot. Bitkinin yerindeki durumu, dallanması, köklerinin toprak içerisindeki dağılmasını belirten morfolojik görünüş.
ha bre zf. bk. ha bire.
hac, -ccı is. Ar. hacc din b. 1. Genellikle tek tanrılı dinlerde kutsal olarak tanınan yerlerin, o dinden olanlarca yılın belli aylarında ziyaret edilmesi. 2. İslam'ın beş şartından biri olan, Müslümanlarca zilhicce ayında Mekke'de yapılan Kabe'yi ziyaret ve tavaf ibadeti, hacca gitmek 1) Müslümanlıkta, hac amacıyla Mekke'ye gitmek; 2) Hristiyanlıkta, kutsal sayılan yerlere gitmek.
hacamat is. Ar. hacâmet esk. 1. Vücudun herhangi bir yerini hafifçe çizip üzerine boynuz, bardak veya şişe oturtarak kan alma. 2. argo Hafif yaralama, hacamat etmek (veya yapmak) 1) hacamat yoluyla kan almak; 2) argo hafifçe yaralamak.
→ hacamat baltası, hacamat şişesi
hacamat baltası is. Hacamat için kullanılan kesici küçük araç.
hacamatçı is. Hacamat yapan kimse.
hacamatlama is. Hacamatlamak işi.
hacamatlamak (-i) argo Hafifçe yaralamak.
hacamat şişesi is. Hacamat yapmak için kullanılan, ağzı dibinden dar şişe.
haccetme is. Haccetmek işi.
haccetmek, -der (nsz) Ar. hacc + T. etmek 1. Müslümanlıkta hac zamanında Kabe'yi ziyaret ve tavaf etmek. 2. Hristiyanlıkta kutsal sayılan yerleri ziyaret etmek.
hacet is. (ha:cet) Ar. hacet 1. Herhangi bir şey için gerekli olma, gereklilik, lüzum: Bu kadar külfete hacet yok. 2. Tanrı'dan veya kutsal sayılan kişiden beklenen dilek: "Bu devri yüz defa yapabildiniz mi, mutlaka her hacetiniz de yerine gelir." -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. Küçük veya büyük abdest. 4. İhtiyaç duyulan şey, gerekli şey: "Zile basacaktı, hacet kalmadı." -R. H. Karay. hacet dilemek istekte bulunmak: Artık ne hacet dilese, ne murat etse, oluyor, hacet görmek 1) gerekli bulmak, gerekli saymak: "Kendi kuvvetlerini ve yiğitliklerim söylemeye, vaka ile tespit etmeye hacet görmüyorlar. " -H. E. Adıvar. 2) tuvalete gitmek; 3) alışveriş yapmak, hacet kalmamak gereği olmamak: "Lakin zora hacet kalmadı." -R. H. Karay, hacet yok gerekliği yok, gerekli değil, istemez: "Hiç üzülmeyin, yemin etmenize de hiç hacet yok." -A. Ş. Hisar. haceti olmak hlk. tuvalete gitmesi gerekmek. hacetini yapmak (veya görmek) küçük veya büyük abdestini yapmak.
→ hacet kapısı, hacet penceresi, hacet tepesi, hacet yeri, defihacet
hacet kapısı is. Dua etmek veya dilekte bulunmak için gidilen türbe, mezar vb.
hacet penceresi is. Hacet kapısı.
hacet tepesi is. Üzerinde yapılan duanın kabul olunacağına inanılan tepe.
hacet yeri is. Tuvalet.
hacı is. Ar. hâcc din b. 1. Din buyruklarını yerine getirmek için hacca gitmiş Müslüman. 2. Kudüs, Efes vb. kutsal bir yeri ziyaret etmiş olan Hristiyan. (birini) hacı bekler gibi beklemek büyük bir sabırsızlıkla beklemek, hacı olmak hacca gidip haccm gereklerini yapmak.
→ hacıağa, Hacıbektaş taşı, hacı devesi, hacı fışfış, hacı yağı, hacıyatmaz, Hacıyolu, hacılarktışağı, Hacılaryolu
hacıağa is. alay Gereksiz, yersiz para harcayan taşralı zengin.
hacıağalık, -ğı is. Hacıağa olma durumu. hacıağalık etmek gereksiz yere, gösteriş için bol para harcamak.
Hacıbektaş taşı is. min. Balgam taşı.
hacı devesi is. zool. Tek hörgüçlü deve.
hacı fışfış is. argo Arap halkından olanlar için kullanılan alaylı söz.
hacılarkuşağı is. meteor. Gökkuşağı.
Hacılaryolu öz. is. astr. Samanyolu.
hacılık, -ğı is. Hacı olma durumu.
hacısı hocası zm. Kim varsa, herkes, hepsi.
hacı yağı is. Gül yağından çıkarılan ağır bir esans.
hacıyatmaz is. 1. Yere nasıl bırakılırsa bırakılsın, dibinde bulunan ağırlık sebebiyle dik bir durum alan oyuncak. 2. mec. Çıkarları için, güç durumlarda kişiliğinden özveride bulunarak kendini çabucak toparlamayı beceren kimse.
Hacıyolu öz. is. astr. Samanyolu.
hacim, -emi is. Ar. hacm Bir cismin uzayda doldurduğu boşluk, oylum, cirim, sıygı.
→ iş hacmi, işlem hacmi
hacimli sf Hacmi olan, oylumlu.
hacimlice sf. (hacimli'ce) Biraz hacimli, oylumluca.
hacimsiz sf. 1. Hacmi olmayan, oylumsuz. 2. is. ekon. Borsada gerçekleştirilen yetersiz tutarda alım satım.
hacimsizlik, -ği is. Hacimsiz olma durumu.
hacir, -eri is. Ar. hacr huk. esk. Kısıt, hacir altına almak 1) kısıtlamak: "Mümkün olduğu kadar uzun zaman devam etmesi için onu âdeta hacir altına almıştık." -R. N. Güntekin. 2) huk. hastalık, bunama vb. sebeplerden dolayı davranışlarının nasıl sonuç vereceğini bilemeyen bir kişiyi mahkeme aracılığıyla mal ve mülk yönetimi bakımından kısıtlamak; 3) huk. Medeni Kanun'a göre çeşitli haklarını kullanmaya yetkili olan kişinin bu haklarını mahkeme karan ile elinden almak, haklarını kullanma bakımından kısıtlamak.
Hacivat öz. is. (haci:vat) Karagöz oyununda kendini halktan üstün görme, bilgiçlik taslama, kitap dili kullanma vb. özentileri olan kimse.
haciz, -czi is. Ar. hacz huk. Bir alacağın ödenmesi için borçlunun parasına, aylığına veya malına icra dairesi tarafından el konulması: "Türkân'ın kocası oturdukları evin eşyalarını hacizden zor kurtarmıştı." -A. İlhan. (bir şeye) haciz koymak borçlunun malına el koymak: "Ya parayı verirsiniz ya da haciz korum." -B. Felek.
→ haczetmek
hacizli sf. Haczedilmiş, mahcuz.
haczetme is. Haczetmek işi veya biçimi.
haczetmek, -der (-i) Ar. hacz + T. etmek huk. Bir alacağın ödenmesi için borçlunun geçim ve mesleğinde gerekli olan şeyler dışında kalan para, aylık veya malına icra dairesi el koymak.
haç is. Erm. din b. Hristiyanlığın sembolü sayılan ve birbirini dikey olarak kesen iki çizgiden oluşan biçim, istavroz, salip, haç çıkarmak Hristiyanlar, sağ ellerini alın, karın, iki omuz başı ve göğüs hizasına götürerek haç biçiminde tapınma işaretini yapmak, istavroz çıkarmak: "Beraber eski kilise harabesine girdiler, kadın burada haç çıkardı." -R. H. Karay, haçı suya atma Hristiyanların bir din töreni olarak kışın suya haç atmaları.
haçlama is. Haçlamak işi.
haçlamak (-i) Çarmıha germek.
haçlı sf. Haçı olan.
Haçlılar ç. öz. is. tar. XI. yüzyıl ile XII. yüzyıl arasında Batılı Hristiyanlarca kutsal yerleri Müslümanların elinden almayı amaçlayan seferlere katılanlar, ehlisalip.
haçvari is. (haçvaıri) Erm. + Far. -vâri Haç benzeri.
had, -ddi is. Ar. hadd esk. 1. Sınır, uç. 2. Derece: İnsan buna bir hadde kadar göz yumabilir. 3. İnsanın yetki ve değeri: Haddim değil. 4. mat. Terim, haddi hesabı yok sayılamayacak kadar çok, sınırsız, ölçüsüz: "Çocuklara yemiş getirenin haddi hesabı yok." -H. R. Gürpınar, haddi mi (veya haddine mi düşmüş) onun bunu yapmaya yetkisi veya yeteneği yoktur: "Haddine mi düşmüş senin; saçımın teline bile ulaşamazsın. " -R. H. Karay, haddi olmamak hakkı veya yetkisi olmamak: "Burada sigara içmek ve lakırtıya karışmak onların haddi değildi." -M. C. Kuntay. haddinden fazla gereğinden çok, aşın. haddini aşmak ölçüyü kaçırmak, aşırı gitmek: "... bu hafta ikinci sarhoş gecesi. Haddini aşmadı mı biraz?" -A. İlhan, (birine) haddini bildirmek sert bir karşılıkla uslandırmak, yola getirmek, cezalandırmak: "Sabiha Hanım, geline haddini bildirmek için müessir bir çare düşündü. " -H. E. Adıvar. (biri) haddini bilmek kendi değer ve yeteneğini olduğundan üstün görmemek: "Kişi haddini bilmeli de kendine yakışacak sevdalara düşmeli." -N. Ataç.
→ haddikifaye, haddizatında, faiz haddi, istiap haddi, kâr haddi, yaş haddi
hadde is. Ar. hadde Madenleri tel durumuna getirmek için kullanılan ve türlü çapta delikleri olan çelik araç. haddeden geçirmek 1) madenleri tel durumuna getirmek için haddeyi kullanmak; 2) mec. en küçük ayrıntısına kadar incelemek, dikkatle araştırmak.
→ hadde fabrikası, haddehane
haddeci is. Hadde işiyle uğraşan kimse.
haddecilik, -ği is. Haddeci olma durumu.
hadde fabrikası is. Som demire çubuk, köşebent, levha, ray vb. biçimler verilen yapımevi.
haddehane is. (haddeha:ne) Ar. hadde + Far. hâne Slapların eritildiği, merdanelerden geçirildiği yer.
haddeleme is. Haddelemek işi.
haddelemek (-i) mdn. Madenleri haddeden geçirerek birtakım işlemler sonucu, istenilen biçime getirmek.
haddikifaye is. Ar. hadd + kijaye esk. Yeterlik derecesi, haddikifayeyi bulmak yeterince olmak.
haddizatında zf. (haddizatında) Aslında: "Haddizatında bir kırpıntı bohçasını andıran kabinesine, plancı, reformcu hükümet adını takmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hademe is. Ar. hademe İş yerlerinde temizlik ve getir götür işlerine bakan görevli, odacı, müstahdem: "Saat on birde hademe çayını ve iki çöreğini getirdi." -S. F. Abasıyanık.
→ hademeihayrat
hademeihayrat ç. is. Ar. hademe + hayrat esk. Camilerde gönüllü çalışan, getir götür işlerini yapan kimse.
hademelik, -ği is. Hademe olma durumu veya hademenin görevi, odacılık.
hadım is. Ar. hadim Kısırlaştırılmış, enenmiş erkek, hadım etmek kısırlaştırmak, enemek.
→ kadım ağası
hadım ağası is. tar. Harem ağası.
hadımlaştırma is. Hadımlaştırmak işi.
hadımlaştırmak (-i) Eneyerek kısırlaştırmak.
hadımlık, -ğı is. Hadım olma durumu.
hadi ünl. (ha'di) Haydi, hadi oradan haydi oradan.
→ hadi hadi
hadi hadi ünl. 1. "Kısa kes, işi uzatma, bizi aldatamazsın" anlamlarında kullanılan bir söz: Hadi hadi! Ben seni bilirim, beni kandıramazsın. 2. Çabukluk, acele bildiren bir seslenme sözü: Hadi hadi! Gidiyoruz. 3. Geri çevirme, başından savma sözü: Hadi hadi! Şimdi işim var.
hadim sf. (haıdim) Ar. hadim esk. Hizmet eden, hizmet edici, yarayan.
hadis is. (hadis) Ar. hadîs din b. 1. Hz. Muhammed'in söz ve davranışları. 2. Bu söz ve davranışları inceleyen bilim.
hadisat ç. is. (ha:disa:t) Ar. hâdişüt Olaylar, hadiseler.
hadise is. (ha:dise) Ar. hâdise Olay: "Bir gece evvelki hadiseyi unutmak mümkün müydü?" -P. Safa. hadise çıkarmak olay çıkarmak.
hadiseli sf. Olaylı.
hadisene ünl. (hadi'sene) Haydisene.
hadisesiz sf. 1. Olaysız. 2. zf. Olaysız bir biçimde: "Son senenin ilkbaharı hadisesiz geçti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hadsiz hesapsız sf. Sayılamayacak derecede çok: "Uykuda gözünün önüne hadsiz hesapsız münasebetsizlikler gelir." -R. N. Güntekin.
haf is. İng. half sp. Oyun kurucu.
→ sağ haf, santrhaf, sol haf
hafakan is. Ar. hafakan Sıkıntı, çarpıntı, afakan. hafakanlar boğmak (veya basmak) sıkıntıdan bunalmak.
hafazanallah ünl. (hafa'zanallah) Ar. hafazanallah Kötü bir durumdan uzak bulunmayı dilemek için "Allah bizi korusun" anlamında söylenen bir söz.
hafız is. (ha:fız) Ar. hâfiz 1. din b. Kur'an'ı bütünüyle ezbere bilen kimse. 2. argo Bir şeyi anlamadan ezberleyen kimse. 3. sf. esk.. Koruyan, saklayan.
→ hafızalı
hafıza is. (hafiza) hâfiza psikol. Bellek: "Hafızamı kilitlemiştim, maziyi hiç çıkaramıyordum, küflensin kalsın orada diyordum." -A. Gündüz, hafızayı yoklamak hatırlamaya çalışmak: "Hafızamı yokluyorum, bu imza ile karşılaştığım gün, yirmi yılın gerisinde." -Y. Z. Ortaç.
→ hafıza kaybı, hafıza yitimi
hafıza kaybı is. tıp Bilinç kaybı.
hafızalı sf. Hafızası olan.
hafızali is. bot. Seyrek taneli, kalın kabuklu, etli ve parlak altm sarısı renginde büyük taneli bir tür üzüm.
hafızasız sf. Hafızası olmayan.
hafıza yitimi is. Bilinç kaybı.
hafızıkütüp, -bü is. (ha.fı'zıkütüp) Ar. hâfiz + kutub esk. Kitaplık görevlisi.
hafızlama is. Hafızlamak işi.
hafızlamak (nsz, -i) tkz. Çok çalışmak, ezberlemek, ineklemek.
hafızlık, -ğı is. 1. Hafız olma durumu veya hafızın görevi. 2. tkz. Ezbercilik, bir şeyi anlamadan öğrenme özelliği.
hafi sf. (hafi:) Ar. hafi esk. Gizli, saklı.
→ hafi celse
hafi celse is. esk. Gizli oturum.
hafife/ Ar. hajîfl. Tartıda ağırlığı az gelen, yeğni, ağır karşıtı. 2. Güç veya yorucu olmayan, kolay: Hafif bir iş. 3. Ağırbaşlı olmayan, ciddi olmayan, hoppa: Hafif bir kadın. 4. Miktarı az, sindirimi kolay (yiyecek): "Onlar da akşam yemeğini pek hafif yerlerdi." -S. F. Abasıyanık. 5. Kalınlığı veya yoğunluğu az olan: "Dışarıda yanan lambanın aydınlığıyla burası hafif bir karanlık içindeydi." -M. Ş. Esendal. 6. Etkisi az olan, sert karşıtı: Hafif bir içki. 7. Önemli olmayan: Hafif bir ceza. 8. Çabuk uyanılan (uyku): Uykusu çok hafiftir. 9. Çok dik olmayan (sırt, yokuş): "Hafif bir meyilden indik." -H. R. Gürpınar. 10. Gücü az olan, belli belirsiz: "Kaskatı kesilmiş vücudu, suyun hafif akıntısına uyarak yavaş yavaş uzaklaştı." -R. N. Güntekin. 11. Sıkıntısız, ferah, rahat: Kendimi bugün çok hafif hissediyorum. hafif atlatmak kötü bir durumdan çok az bir zararla kurtulmak, hafif gelmek 1) ağırlığı fazla olmamak: "Çok hafif geldiği için düvene ağır bir taş oturtmuşlardı." -R. Enis. 2) mec. önemsiz görmek, değer verilmemek. hafif giyinmek az ve ince giyinmek: Bu soğukta çok hafif giyinmişsin. hafife almak küçümsemek, önemsememek: "Sağduyunuzu, yanlışlıkla doğruyu ayırt etme yeteneğinizi hafife almaktadır." -H. Taner.
→ hafif hafif, hafif hapis cezası, hafif makineli, hafifmeşrep, hafif sanayi, hafif sıklet, hafif tertip, hafif uyku, hafif yollu, eli hafif uykusu hafif
hafifçe zf. (hafifçe) Hafif olarak, hafif bir biçimde, belli belirsiz: "Birbirimize soğuk bir eda ile hafifçe baş eğdik." -R. H. Karay.
hafif hafif zf. Yavaş yavaş, ağır ağır: "Ayaklarımı hafif hafif sendeleyerek yürüyordum." -A. Gündüz.
hafif hapis cezası is. huk. Ayrı hücreye kapatılmaksızın çektirilen hapis cezası.
hafifleme is. Hafiflemek işi.
hafiflemek (nsz) 1. Herhangi bir sebeple eski ağırlığı azalmak. 2. mec. Etkisi, gücü azalmak: Hastalık hafifledi. 3. mec. Bir sıkıntıdan kurtulmak, rahatlamak: İkinci görevi bırakınca hafifledi.
hafifleşme is. Hafifleşmek işi.
hafifleşmek (nsz) 1. Hafiflemek. 2. mec. Ağırbaşlılığını yitirmek.
hafifleştirme is. Hafifleştirmek işi.
hafifleştirmek (i) Hafiflemesine yol açmak.
hafifletici sf Hafifletme özelliği olan.
→ hafifletici sebep
hafifletici sebep, -bi is. Suçun hafiflemesine sebep olan durum veya olay.
hafifletme is. Hafifletmek işi, tahfif.
hafifletmek (i) Hafiflemesine yol açmak, hafifleştirmek, tahfif etmek.
hafifleyiş is. Hafifleme işi veya biçimi.
hafiflik, -ği is. 1. Hafif olma durumu: "Onu bir kuş tüyü yastık hafifliğiyle havaya kaldırıp salladıktan sonra önüne dikti." -R. N. Güntekin. 2. mec. Rahatlık: Banyodan çıkınca hafiflik duydum. 3. mec. Davranışları içinde bulunduğu toplumun ahlak anlayışına uymama durumu: "Din adamına hafifliğin yaraşmayacağı, davranışlarında ciddiyetten uzaklaşmaması gereği hatırlatılır." -H. Taner, hafiflik etmek yakışıksız bir davranışta bulunmak veya söz söylemek.
hafif makineli is. ask. Elde taşınabilen mitralyöz.
hafifmeşrep, -bi sf. Ar. hafif+ meşreb Davranışları, içinde bulunduğu toplumun ahlak anlayışına uymayan (kadın).
hafifmeşreplik, -ği is. Hafifmeşrep olma durumu: "Hafifmeşreplik denirse biçimli olur da hercai kararlık denirse biçimsiz mi oluyor? " -R. E. Ünaydın.
hafif sanayi is. Çeşitli tüketim malları üreten sanayi.
hafifseme is. Hafifsemek işi, yeğniseme, istihfaf hafifsemek (-i) Bir kimseyi veya bir şeyi önemsememek, yeğnisemek, istihfaf etmek.
hafifseyiş is. Hafifseme işi veya biçimi.
hafif sıklet is. sp. Güreşte 68 kg, boks ve halterde 67,5 kg olarak belirlenmiş ağırlık, horoz ağırlık, horoz sıklet.
hafiften zf. Hafifçe, belli belirsiz, yavaş yavaş: "istanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı /Hafiften bir rüzgâr esiyor." -O. V. Kanık. hafiften almak önemsiz bulup üzerine düşmemek, yeterince ilgilenmemek.
hafif tertip zf. Şöyle böyle, biraz, aşırılığa kaçmadan: "Belli ki hafif tertip başı duman." -R. H.Karay.
hafif uyku is. Derin olmayan, kolayca uyanılabilen uyku.
hafif yollu sf. 1. Davranışları ile içinde bulunduğu toplumun ahlak anlayışına ters düşen (kadın), hafifmeşrep. 2. zf Üstü kapalı, kısa bir açıklamayla: "Kim bana bu sevdanın sonu çıkmaz olduğunu hafif yollu çıtlatacak olsa, kırılarak karşı çıkıyor, çıtlatana düşman kesiliyordum." -N. Cumalı.
hafit, -di is. (hafi:t) Ar. hafîd esk. Erkek torun.
hafiye is. Ar. hafiye Özel soruşturmalarla edindiği bilgileri ilgililere ileten kimse, dedektif.
→ zehir hafiye, polis hafiyesi
hafiyelik, -ği is. Hafiye olma durumu veya hafiyenin görevi.
hafniyum is. (hafniyum) (Kopenhag şehrinin eski adı Hafnia'dan) kim. Atom numarası 72, atom ağırlığı 178,6 olan, az rastlanır bir element (simgesi Hf).
hafriyat is. (hafriya:t) Ar. hafriyyât esk. Toprağı kazma, kazı.
hafriyatçı is. Hafriyat işi ile uğraşan kimse.
hafriyatçılık, -ğı is. Hafriyatçının işi veya mesleği.
hafta is. Far. hefie Birbiri ardınca gelen yedi günlük dönem, hafta sekiz, gün dokuz tedirgin edercesine sık sık: O, hafta sekiz, gün dokuz bizdedir!
→ hafta arası, hafta başı, hafta içi, hafta sonu
hafta arası is. Hafta içi.
hafta başı is. Haftanın ilk günü.
hafta içi is. Haftanın cumartesi ve pazar dışında kalan günleri.
haftalık, -ği is. 1. Haftada bir ödenen para. 2. sf. Haftada bir kez yapılan: Haftalık görüşme. Haftalık toplantı. 3. sf. Haftada bir kez yayımlanan: Haftalık rapor. 4. sf. Herhangi bir hafta süren: İki haftalık bir çalışma.
haftalıkçı is. Ücretini haftadan haftaya alan kimse.
haftalıklı sf. Ücretini haftadan haftaya alan (kimse).
hafta sonu is. Haftanın son günleri, genellikle cumartesi ve pazar.
hah ünl. Olması istenen veya beklenen bir şey olur olmaz duyulan sevinci ve onama duygusunu anlatan bir söz: Hah, Orhan da geldi! Hah, ben de bunu söyleyecektim! hah şöyle ha şöyle: Hah şöyle, biraz kendini gösteri
ha ... ha ... bağ. Neredeyse, hemen yakında: Ha koptu ha kopacak. Ha geldi, ha gelecek. ha bugün ha yarın neredeyse, kısa bir süre içinde: Ha bugün ha yarın gelecek, diye bekliyorlar, ha Hoca Ali ha Ali Hoca değişik gibi gösterilen iki şeyin, gerçekte aynı olduğunu anlatan bir söz.
haham is. İbr. hohma din b. Yahudi din adamı.
→ hahambaşı, hahamhane
hahambaşı is. din b. Bir ülkedeki Yahudi topluluğunun dinî başkanı.
hahambaşılık, -ğı is. 1. Hahambaşınm görevi. 2. Hahambaşına yardımcı olan teşkilat.
hahamhane is. (hahamha:ne) Ibr. hohma + Far. hâne din b. Hahamların çalıştığı yer.
hahamlık, -ğı is. Hahamın unvanı ve görevi.
hahha ünl. (ha'hha) Alaylı, yapmacıklı gülerken çıkan ses.
hahnyum is. Alm. Hahnium kim. Atom numarası 105 olan, kaliforniyum atomlarının, azot çekirdekleriyle bombardımanından elde edilmiş yapay element (simgesi Ha).
hail is. (ha:il) Ar. hâ 'il esk. Engel.
haile is. (hasile) Ar. hâ'ile esk. 1. Çok acıklı olay. 2. ed. Manzum biçimde yazılmış trajedi.
hain sf. (ha:in) Ar. hâ 'in 1. Hıyanet eden (kimse): "Bu anlayışsızlığa ve bu vatan hainlerine vahvahlanır, acır gibiydiler." -T. Buğra. 2. Zarar vermekten, üzmekten veya kötülük yapmaktan hoşlanan (kimse): "Siz galip olduğunuz için cesur ve hain görünüyorsunuz. " -A. Gündüz. 3. Kötü niyeti olan. 4. ünl. Sitemli bir seslenme sözü: Hain! Biz seninle böyle mi konuşmuştuk?
→ vatan haînî
haince sf. (haıi'nce) 1. Hain bir anlam taşıyan: Haince bakışlarından sıkıldım. 2. zf. Hain bir biçimde: Karısına haince davranıyor.
hainleşme is. Hainleşmek işi. hainleşmek (nsz) Haince davranır olmak.
hainlik, -ği is. Hain olma durumu veya haince davranış: "Yürürken kadınları göremediğini, Ramazan'ın yeni bir hainliği olduğunu düşündü." -H. E. Adıvar. hainlik etmek birine haince davranmak, kötülük etmek.
→ vatan hainliği
haiz sf. (ha: iz) Ar. hâ 'iz Bir şeyi olan, elinde bulunduran, taşıyan: Ehemmiyeti haiz bir mesele, haiz olmak elinde bulundurmak, uygun olmak, taşımak: Haiz olduğu vasıflar bizim için uygundur.
haje is. zool. Afrika'da yaygın kobra türü (Naja haje).
hak, -kkı (I) is. Ar. hakk 1. Adalet: Haktan ayrılmamalı. 2. Adaletin, hukukun gerektirdiği veya birine ayırdığı şey, kazanç: "Üstelik adli tatil olduğu için hak sahipleri bekleşirler." -B. Felek. 3. Dava veya iddiada gerçeğe uygunluk, doğruluk: Bu davada hak görmüyorum. 4. Geçmiş ve harcanmış emek: Ana hakkı ödenmez. 5. Pay: Makas hakkı. Komşu hakkı. 6. Emek karşılığı ücret. 7. sf. Doğru, gerçek: "Karacaoğlan der ki sözüm haktır." -Karacaoğlan. hak etmek 1) bir emek karşılığı hakkı olan şeyi elde etmek, hak kazanmak: "Mutlu, başarılı, kendine güvenmeyi hak etmiş birisi." -T. Buğra. 2) layık olduğu kötü karşılığı almak; 3) bir başarı dolayısıyla ödüllendirilmek, hak kazanmak emeğin karşılığını alabilecek duruma gelmek: İki yıl sonra emekliliğe hak kazanacak, (birine) hak vermek birinin düşüncesini, davasını, İddiasını doğru bulmak: "Onun hakkında söylediğin şeyler için sana pek çok hak verdim." -M. Ş. Esendal. hak yemek başkalarının hakkını vermemek. hak yerini bulur (veya yerde kalmaz) haksızlık er geç ortaya çıkar, hakkı geçmek 1) birinin payından başkası almış olmak; 2) birinde veya bir şeyde emeği olmak: "Hemen hanım teyzemin elini öpmeye gideyim dedim... Az hakkı mı geçmiştir bana?" -H. R. Gürpınar, hakkı için kutsal şeyleri anlatan kelimelerden sonra getirilerek ant içmek için söylenen bir söz: Tanrı hakkı için. Dinim hakkı için. hakkı olmak 1) payı, alacağı, hissesi olmak; 2) sözünde, düşüncesinde, iddiasında haklı olmak, hakkı ödenmemek birinin iyiliklerine, emeklerine karşılık olarak ne yapılsa az olmak, hakkı var doğru düşünüyor, doğru söylüyor, doğru davranıyor: "Hakkınız var; dağ, çöl ve deniz hasreti dinmez hasretler denmiş." -R. H. Karay. hakkından gelmek 1) zor bir işi başarı ile sona erdirmek: "Büyük kızı kocaya kaçtığı zaman küçükleri on iki dönüm tarlanın hakkından gelecek kadar yetişkindiler." -N. Cumalı. 2) yenmek, öç almak veya cezasını vermek: "Anlaşılan Cemal Paşa'nın bu işe yarar bir adamı yok, bize bıraksın, haklarından gelelim dediler." -F. R. Atay. hakkını aramak hakkı olduğuna inandığı şeyi elde etmeye çalışmak, hakkını helal etmek (veya etmemek) hakkını, emeğini bağışlamak (bağışlamamak): "Bu bahtiyar hanımcağızı sordular, iyi biliriz dedik, hakkımızı helal ettik." -M. Ş. Esendal. hakkını vermek 1) gereğini bütün olarak yerine getirmek: Bu yemeğin hakkını vermişsin. 2) birinin çalışmasının karşılığını gereğince değerlendirmek: O öğretmen, öğrencilerin her zaman hakkım verir, (birinin) hakkını yemek birinin hakkı olan şeyi vermemek: "Hem benden haber bekleyen okuyucularımın hakkım yiyor, öteki genç okuyucularımın kalbini kırıyorum." -O. V. Kanık.
→ hak edîş, hakkıhıyar, hakkıhuzur, hakkısükût, hakkımüktesep, hak kuşu, haksever, haktanır, hak yolu, ayni hak, emrihak, ihkakıhak, kazanılmış hak, müktesep hak, barut hakkı, buluş hakkı, cevap hakkı, ev halkı, geçiş hakkı, geçit hakkı, geleceklik hakkı, gösterme hakkı, göz hakkı, huzur hakkı, iltica hakkı, intifa hakkı, irtifak hakkı, isim hakkı, kabotaj hakkı, kapı halkı, konuşmama hakkı, kul hakkı, makas hakkı, nimet hakkı, oy hakkı, ölme hakkı, ön alım hakkı, özlük hakkı, patent hakkı, rüctı hakkı, rüçhan hakkı, seçilme hakkı, seçme hakkı, sığınma hakkı, susma hakkı, sükût hakkı, şufa hakkı, takdir hakkı, telif hakkı, tuz ekmek hakkı, veto hakkı, yasama hakkı, yazar hakkı, yumruk hakkı, yurttaşlık hakları
hak, -kki (II) is. Ar. hakk esk. 1. Maden, ağaç, taş üzerine elle yazı veya şekil oyma: Mühür hakki. 2. Kâğıttaki yazıyı kazıma: Resmî kâğıtlarda hak ve silinti yasaktır.
→ hakketmek
Hak, -kk'ı öz. is. Ar. hakk din b. Tanrı: Hakk'a emanet olun! Hak getire yoktur, bulunmaz, ne arar: "... etraflı bir ön çalışma yapmamışlar, plan program Hak getire, görmemek için kör olmalı." -A. İlhan. Hakka erenler dinde Tanrı sırrına erişip manevi güç kazananlar. Hakkın rahmetine kavuşmak (veya Hakka kavuşmak veya Hakka yürümek) ölmek: "Hüsmen Hakka kavuştu diye mırıldandı." -R. H. Karay.
→ Hak dini, Cenabıhak
hâk, -ki is. (hâ:k) Far. hak esk. Toprak, hâk ile yeksan etmek (veya olmak) 1) yapı, şehir vb. için temelinden yıkıp harap etmek, bütünüyle ortadan kaldırmak veya kalkmak; 2) yapı, şehir vb. için temelinden yıkıp harap olmak, bütünüyle ortadan kaldırmak veya kalkmak.
hakan is. (haıkan, -kamı) tar. 1. Türk, Moğol ve Tatar hanları için "hükümdarlar hükümdarı" anlamında kullanılan bir unvan. 2. Osmanlı padişahlarına verilen unvan.
hakanlık, -ğı is. (ha:kanlık) 1. Hakan olma durumu. 2. Hakanın egemenliğindeki ülke. 3. Hakanın yönetimi.
hakaret is. (haka:ret) Ar. hakaret 1. Onur kırma, onura dokunma. 2. Küçültücü söz veya davranış, hakaret etmek bir şeyi veya bir kimseyi aşağılık ve değersiz gösterecek biçimde davranmak: "Bana hakaret ettiği için davacıyım, efendim."S, F. Abasıyanık. hakaret görmek ağır veya küçültücü davranış görmek, aşağılanmak: "Hakkı da var, tecavüze uğramayan, hakaret görmeyen kalmıyor." -A. Gündüz, hakaret saymak bir sözü veya davranışı hakaret olarak kabul etmek.
hakaretamız sf. (haka:reta:miz) Ar. hakaret + Far. -âmiz esk. Hakaret içeren, hakaret dolu.
Hakas öz. is. Rusya'daki Hakas Cumhuriyeti'nde yaşayan Türk halkı ve bu halktan olan kimse.
Hakasça öz. is. 1. Hakas Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
hakça zf. (ha'kça) Adalete uygun bir biçimde, doğrulukla, adilane.
hakçası is. Doğrusu, doğru olanı: "... yok bu konuda kabahatsiz sayılmam, hakçasını söylemek lazım." -A. İlhan.
Hak dini öz. is. din b. İslamiyet. hak ediş is. Bir üretim veya yapım sırasında hak edilmiş durum, para, istihkak.
hakem is. Ar. hakem 1. Tarafların aralarındaki anlaşmazlığı çözmek için yetkili olarak seçtikleri ve üzerinde anlaştıkları kişi. 2. Belirli bir konudan iyi anlayan kimse. 3. Seçme ve karar verme yetkisi bulunan kimse. 4. sp. Karşılaşmaları, yarışmaları kurallara uygun ve yansız olarak yöneten kimse: "Hakem, üçüncü defa tekrar ederse güreşe son vereceğim ilan etti." -H. E. Adıvar.
→ hakem heyeti, hakem kararı, başhakem, orta hakem, yan hakem, yardımcı hakem, çıkış hakemi, çizgi hakemi
hakem heyeti is. 1. huk. Bazı ülkelerde yurttaşlardan seçilmiş ve mahkemede yargı görevini yapan geçici kurul, jüri. 2. Yarışma, münazara vb.nde en doğru ve kesin sonucu belirlemekle görevli kurul, yargıcılar kurulu.
hakem kararı is. 1. Sporda özellikle güreş ve boksta sonucun hakem veya hakemler tarafından belirlenmesi. 2. huk. Mahkemeler tarafından belirlenen yeminli hakemlerin verdiği karar.
hakemli sf Hakemi olan.
→ hakemli dergi
hakemli dergi is. Yazılan hakemin denetiminden geçtikten ve onaylandıktan sonra yayımlanan dergi.
hakemlik, -ği is. 1. Hakemin görevi, yargıcılık: "Bir çayırlıkta futbol oynayan çocuklara hakemlik yaptım." -S. F. Abasıyanık. 2. Hakem olma durumu.
hakeza zf. (ha:'keza:) Ar. hakeza esk. Bunun gibi, böyle: Bugün gelmeyeceğim, yarın da hakeza.
hâkî is. (ha:ki:) Far. hâk + Ar. -i 1. Yeşile çalan toprak rengi. 2. sf. Bu renkte olan: "Arkadan hâkî esvaplı, ikişer olmuş rüştiye çocukları bağrışarak kaynaşıyorlardı." -Ö. Seyfettin.
hakikat, -ti is. (haki:kat) Ar. hakikat 1. Bir işin doğrusu, gerçek, asıl, esas: "Fakat ben başka bir şey yapacağım, bir şey ki bütün hakikatleri önüme serecek." -R. H. Karay. 2. Gerçeklik: "Dünyanın döndüğü bir hakikattir. " -S. F. Abasıyanık. 3. zf. Gerçekten: "Beni oyaladı, lakin hakikat adamakıllı içerlemiş." -M. Ş. Esendal. hakikat olmak gerçek duruma gelmek, gerçekleşmek.
→ hilafıhakikat
hakikaten zf. (haki: 'katen) Ar. hakîkaten Gerçekten: "Bu oda hakikaten biraz süslüceydi." -Ö.Seyfettin.
hakikatli sf. Vefakâr: "Hakikatli yâr isen / Dünür gönder babama." -Halk türküsü.
hakikatsiz sf. Yakınlığı ve bağlılığı sürekli olmayan, vefasız, hakikatsiz çıkmak yakınlığı ve bağlılığı sürekli olmamak: Dost bildiğim insan hakikatsiz çıktı.
hakikatsizlik, -ği is. Hakikatsiz olma durumu, vefasızlık: "Hakikatsizliği kabul ediyorum diye cevap verdi." -H. Taner.
hakiki sf. (haki:ki:) Ar. hakiki 1. Gerçek: "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." -Atatürk. 2. Niteliği değişmemiş, aslına uygun olan, gerçek olan: Hakiki Türk tütünü.
hakim is. (haki:m) Ar. hakim din b. 1. Tanrı. 2. sf. esk. Bilge.
hâkim sf. (ha:kim) Ar. hâkim 1. Egemenliğini yürüten, buyruğunu yürüten, sözünü geçiren, egemen: "Arkasında yavaş fakat çok hâkim bir ses işitmişti." -A. Gündüz. 2. Başta gelen, başta olan, baskın çıkan. 3. Duygu, davranış vb.ni iradesiyle denetleyebilen (kimse): "Bir kere sinirlerine bu kadar hâkim oyuncu görmedim." -H. Taner. 4. Yüksekten bir yeri bütün olarak gören: Denize hâkim bir köşk. 5. is. huk. Yargıç: "En azılı katili, eli titrek bir hâkim mahkûm eder ve bir Çingene asar." -F. R. Atay. 6. biy. Benzerleri arasında güç ve Önem bakımından başta gelen, dominant, başat, hâkim olmak 1) buyruğunu yürütmek, egemenliğini sürdürmek: "Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça o millete hâkim olmanın imkânı yoktur." -Atatürk. 2) etkili olmak, hükmetmek: "Islak saçları bir beyaz tülbende sarılı, hamamdan yeni çıkmış bir Türk kızı onun bütün hülyalarına hâkim olmaya başlamıştı. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ sorgu hâkimi
hakimane zf. (haki:mane) Ar. hakim + Far. -öne esk. Bilgece.
hakimane zf. (ha:kima:ne) Ar. hâkim + Far. -âne esk. Buyururcasma, hükmedercesine: "Fikirlerini anlattığı vakitlerdeki hakimane ve müstehzi sesiyle söyledi." -P. Safa.
hâkimiyet is. (hâ:kimiyet) Ar. hâkimiyyet Egemenlik: "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. " -Atatürk.
hâkimiyetimilliye is. (hâ:kimiyetimilliye) Ar. hâkimiyyet + milliyye esk. Ulusal egemenlik, millî egemenlik.
hâkimlik, -ği is. (hâ:kimlik) 1. Sözünü geçirme, buyruğunu yürütme durumu. 2. Yargıçlık.
hakir sf. (ki:ri) Ar. hakir Aşağı görülen, değersiz, hor. hakir görmek önemsememek, değer vermemek, küçümsemek, küçük görmek, hor görmek.
hakkak, -ki is. (hakkâ:k) Ar. hakkak esk. Hak (II) işleri yapan sanatçı, oymacı.
hakkaniyet is. (hakka:niyet) Ar. hakkâniyyet esk. Hak ve adalete uygunluk, doğruluk, nasfet: "Bunu burada hakkaniyet borcu olarak belirtmeliyiz." -H. Taner.
hakketme is. Hakketmek işi.
hakketmek, -der (-i, -e) Ar. hakk + T. etmek 1. Maden, ağaç, taş üzerine elle yazı veya şekil oymak. 2. (-i) Yazı ve şekilleri kazıyarak silmek.
hakkıhıyar is. (ha'kkıhıya:r) Ar. hakk + hiyâr huk. esk. Seçme hakkı, muhayyerlik.
hakkıhuzur is. (ha'kkıhuzuır) Ar. hakk + huzur esk. Bir toplantıda bulunma karşılığı alınan para, oturum ücreti, huzur hakkı.
hakkımüktesep, -bi is. Ar. hakk + mukteseb huk. Kazanılmış hak.
hakkında zf. İlgili olarak, üzerine: "Kocasının sağlığı hakkında bilgi istiyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hakkısükût is. (ha'kkısükü:t) Ar. hakk + sukut huk. esk. Susmalık, sus payı.
hakkıyla zf Gereği gibi, iyice.
hak kuşu is. zool. Bataklık baykuşu.
haklama is. Haklamak işi.
haklamak (-i) tkz. 1. Bozmak, perişan etmek, yenmek: "Ben de dördünü beşini evvel Allah haklarım." -R. H. Karay. 2. Kırmak, bozmak: Çocuk oyuncağım hakladı. 3. alay Yiyip bitirmek: Bir ekmeği tek başına hakladı.
haklaşma is. Haklaşmak biçimi veya durumu.
haklaşmak (nsz, -le) hlk. İki taraf birbirine hakkını verip alacak verecekleri kalmamak, ödeşmek.
haklı sf. 1. Hakka uygun, doğru, yerinde: "Fakat aşkta ne hak ne haklı ne haksız ne de bir hakikat vardır." -M. Ş. Esendal. 2. Davası, iddiası, düşüncesi veya davranışı doğru ve adalete uygun olan (kimse): İkisinden hangisinin haklı olduğu anlaşılamadı. haklı bulmak davasını, iddiasını, düşüncesini, davranışını doğru bulmak, yerinde görmek: Müdür onu haklı buldu, haklı çıkmak davasının, iddiasının, düşüncesinin veya davranışının doğru olduğu anlaşılmak: Bu tartışmada o haklı çıktı, haklı olmak davası, iddiası, davranışı, düşüncesi adalete uygun olmak: "Birden döndüm ve tahminimde haklı olduğumu anladım." -R. H. Karay.
haklılık, -ğı is. Haklı olma durumu.
hakperest sf. Ar. hakk + Far. -perest Haksever.
hakperestlik, -ği is. Hakseverlik.
haksever sf. Ar. hakk + T. sever Doğru bildiği şeyden ayrılmayan (kimse), hakperest.
hakseverlik, -ği is. Haksever olma durumu, hakperestlik.
haksız sf. 1. Hak ve adalete uygun olmayan. 2. Davası, İddiası, davranışı, düşüncesi doğru ve yerinde olmayan (kimse): Arkadaşınız bu işte haksızdır, haksız bulmak bir iddiayı, düşünceyi, davranışı doğru ve yerinde bulmamak.
→ haksız yere
haksızca sf. (haksızca) 1. Hakka, adalete uymayan: Haksızca bir suçlama. 2. zf. Hakka, adalete uymayan biçimde.
haksızlık, -ğı is. 1. Haksız olma durumu. 2. Hak ve adalete aykırılık: "Sicil müdürü bu haksızlığa karşı köpürüyor." -M. Ş. Esendal. haksızlık etmek adalete aykırı davranmak, gadretmek.
haksız yere zf. Haksız olarak, hak etmediği hâlde.
hakşinas sf. (hakşina.s) Ar. hakk + Far. -şinâs esk. Haktanır.
hakşinaslık, -ğı is. Haktanırlık.
haktanır sf. Herkesin hakkını gözeten (kimse), hakşinas.
haktanırlık, -ğı is. Haktanır olma durumu.
hak yolu is. Doğruluk, doğru yol.
hal, -İli (I) Ar. hail esk. 1. Çözme, çözülme. 2. Eritme. 3. Karışık bir somnun içinden çıkma, sonuca varma.
→ hal çaresi, halletmek, hallihamur, hallolmak, hallolunmak
hal, -li (II) is. Fr. halle Sebze, meyve, bakliyat vb.nin satıldığı yer.
hal (III) is. Ar. hal' tar. Tahttan indirme.
→ haletmek
hâl, -li is. (hadi) Ar. hâl 1. Bir şeyin içinde bulunduğu şartları veya taşıdığı niteliklerin bütünü, durum, vaziyet: "Herkes hâline göre bir hediye verdi." -H. R. Gürpınar. 2. Davranış, tutum, tavır: "Bambaşka bir hâliniz vardır sizin. Merhametli bir insan olduğunuz bellidir." -O. Rifat. 3. Şimdiki zaman, içinde yaşanılan zaman: "Bugün yazılan her kitap hâlden istikbale bir habercidir. Hâl dediğimiz şey yarından sonra mazi olacaktır." -Y. K. Beyatlı. 4. Güç, kuvvet, takat: Şimdi gezmeye çıkacak hâlim yok. 5. mec. Kötü durum, sıkıntı, dert: Zavallının başına ne hâller geldi. 6. dbl. Durum. ... (bir) hâl almak bir duruma gelmek: Hastalık tehlikeli bir hâl aldı. hâl hatır sormak bir kimseye "nasılsınız, ne durumdasınız" anlamında nezaket sorusu yöneltmek: "Karşılıklı oturdular, hâl ve hatır sordular, sonra sustular." -R. H. Karay, hâlden anlamak (veya bilmek) bir kimsenin içinde bulunduğu güç durumu anlayarak sezip anlayış göstermek, hâle yola koymak iyi bir düzen vermek, tertiplemek: "Ben avukatımla Baba meselesini bir hâle yola sokmaya uğraşırken Hacı Ömer ile Müftü arasında epeyce şiddetli bir kavga çıktı." -R. N. Güntekin. hâli (veya hâlleri) duman olmak argo kötü duruma düşmek: "Anası da artık eskisi gibi çamaşıra falan gidemediğinden hâlleri dumandı." -H. Taner, hâli harap olmak bitkin, perişan olmak, kötü duruma düşmek: Sınıfı geçmezse hâli haraptır. hâli kalmamak gücü, takati, eski durumu olmamak: "Ama nasıl kurtulacaktı? Kuvveti bitmiş, kımıldayacak hâli kalmamıştı." -Ö. Seyfettin, hâli tavrı yerinde durumu, görünüşü, davranışı düzgün, hâli üzere olduğu gibi: "Fakat bir zaman sonra tabiata karşı uğraşmanın nafıleliğini anlayarak her şeyi hâli üzere bırakmıştı." -R. N. Güntekin. hâli vakti yerinde paraca durumu iyi, zengin: Bu adamın hâli vakti yerinde. hâlinde görünümünde, hâline bakmamak kendisinin ne durumda olduğunu düşünmeden gücünü aşan işlere kalkışmak: "ihtiyar bunak, hâline bakmıyor da neler söylüyor."-M. Ş. Esendal.... hâline gelmek gibi olmak, hâline köpekler bile güler tkz. çok kötü bir duruma düşenler için kullanılan bir söz. hâlini almak herhangi bir duruma gelmek: "Bu hastalık korkusu onda, hayatı kendine zehreden tehlikeli bir psikoz hâlini almıştı." -M. Ş. Esendal.
→ hâl değişimi, hâl dili, hâl tercümesi, hâl ulacı, hâlihazır, hâli harap, arzuhal, behemehal, fevkalade hâl, hasbıhâl, her halükârda, hüsnühâl, ilmihâli iyi hâl, Usanıhâl, mızraklı ilmihâl, olağanüstü hâl, seferi hâl, tercümeihal, yalın hâl, fena hâlde, herhalde, her hâlde, o hâlde, belirsizlik hâli, insan hâli, insanlık hâli, isim hâli, keyif hâli, nez hâli, vasıta hâli, yönelme hâli, yükleme hâli, kendi hâlinde, koro hâlinde, orta hâili
hala is. (ha'la) Ar. hâle Babanın kız kardeşi.
→ hala kızı, hala oğlu, halazade
hâlâ zf (ha:lâ:) Ar. hâlâ Şimdiye kadar, o zamana kadar, hâlen, henüz: Otuz iki yaşında idi ve hâlâ evlenmemişti." -H. Taner. hâlâ o masal hep aynı söz, aynı düşünce, davranış veya sorun.
Halaç öz. is. İran'ın güneydoğusunda yaşayan bir Türk topluluğu veya bu topluluktan olan kimse.
Halaçça öz. is. (hala'çça) 1. Halaç Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
hala kızı is. Halanın kızı.
hala oğlu is. Halanın oğlu veya çocuğu, halazade.
halas (halâ:s) Ar. halâs esk. Bir yerden, bir şeyden kurtulma, kurtuluş, halas olmak kurtulmak.
halaskar is. (halâ:skâ:r) Ar. halâs + Far. -kâr esk. Kurtarıcı: Halaskar Gazi.
halat is. Yun. Kenevirden yapılmış çok kalın ip.
→ halat çekme, çelik halat, hamhalat, tel halat, açmaz halatı, çekme halatı, varagele halatı
halat çekme is. sp. Bir halatı birer ucundan tutan iki tarafın birbirini çekmesiyle yapılan yarışma.
halavet is. (halâıvet) Ar. halâvet esk. Sevimlilik, şirinlik, tatlılık.
halay is. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde genellikle davul ve zuma eşliğinde toplu olarak oynanan bir halk oyunu: "Davullar dövüldü, zurnalar halay havaları üfürdü, düğün dernek kutlandı." -N. Araz. halay çekmek (veya tepmek) halay oyunu oynamak: "Erkekler dışarıda halay çekip tabanca atarken kadınlar Zekiye'yi getirip ortaya oturttular." -L. Tekin.
→ Acem halayı
halayık, -ğı is. Ar. halâ 'ik Kadın köle, cariye: "Ailemizin emektar Arap halayıklarından biri de bize aşçılık etmekteydi." -R. N. Güntekin.
halayıklı sf. Halayığı olan: "Kırk halayıklı saray yavrularına kaç senedir boya fırçası dokunmadı." -F. R. Atay.
halayıklık, -ğı is. Halayık olma durumu.
halaza is. hlk. Ekinler biçilirken tarlaya dökulen tanelerden ertesi yıl kendiliğinden yetişen ekin.
halazade is. (halaza:de) Ar. hâle + Far. zade Halanın çocuğu: "Halazadem burada biraz nefeslendi." -B. Felek.
hâlbuki bağ. (halbu:ki) Ar. hâl + T. bu + Far. ki Oysa, oysaki: "Hâlbuki ben, ne o kadar ateşliyim ne de üşümek, donmak isterim ."-M. Ş. Esendal.
hal çaresi is. Çözüm yolu.
hâl değişimi is. astr. Bir yıldızın sıcaklığına, basıncına, yoğunluğuna, aydınlatma gücüne veya kütlesine ilişkin değişim.
haldır haldır zf. Hızla ve ses çıkararak: Makine haldır haldır işliyor.
hâl dili is. Düşüncelerini duruşuyla, davranışlarıyla anlatma.
hale is. (ha:le) Ar. hâle 1. Ayın çevresinde görülen ışık halkası, ağıl, ayla: "Üstünde gençliğin, masumiyetin, saadetin verdiği bir hale vardı." -H. C. Yalçın. 2. Hristiyanlıkta aziz sayılanların resimlerinde başları çevresinde çizilen daire.
halebi is. (halebi:) Ar. halebi Uzunluğu 50-70 cm arasında olan bir ölçü birimi, halebi orada ise arşın burada bir iddiayı veya sözü abartılmış bularak kanıtını istemek için kullanılan bir deyim.
halef is. Ar. halej"Birinin ardından gelip onun makamına geçen kimse, ardıl, selef karşıtı.
→ halef selef, fıayrulhalef
halef selef sf. Biri ötekinin makamını alan. halef selef olmak biri ötekinin makamını almak, yerine geçmek.
halel is. Ar. halel esk. Bozma, bozukluk, halel gelmek bozulmak, zarara uğramak: "İsterdim ki saçlarının rengine, dişlerinin parıltısına ve gözlerinin güzelliğine halel gelmemiş olsun." -Y. K. Karaosmanoğlu. halel getirmek zarar vermek: "Son nefesine kadar devlet adamı saygınlığına halel getirmeyen böyle bir metanet örneği olmuştu." -H. Taner, halel vermek bozmak, sarsmak: "Yeni mahalleler ayrı yerlerde şehrin tarihî kıymetine halel vermemek üzere inşa olunmaktadır. " -F. R. Atay.
haleldar sf. Ar. halel + Far. -dâr Bozukluğu olan. haleldar olmak bozulmak, sarsılmak.
halelenme is. Halelenmek işi.
halelenmek (nsz) Ayın çevresinde ışık halkası oluşmak, ağıllanmak.
haleli sf. (ha:leli) Halesi olan.
hâlen zf. (ha:'len) Ar. halen Şimdi, şu anda, bugünkü günde.
Halep çıbanı is. tıp Şark çıbanı.
halet is. (haılet) Ar. halet esk. Durum.
→ hâletinez, hâletiruhiye
hâletinez is. (hadetinez) Ar. halet + nez' esk. Nez hâli.
hâletiruhiye is. (ha:le'tiru:hiye) Ar. halet + rühiyye esk. Ruhsal durum, ruh durumu.
haletme is. Haletmek işi veya biçimi.
haletmek, -der (-i) Ar. hal' + T etmek Tahttan indirmek.
halfa is. (ha'lfa) Ar. halfe bot. Buğdaygillerden, lifleri ip, çuval ve kâğıt yapımında kullanılan bir bitki (Sitipa tenacissima).
half-time is. İng. half-time sp. bk. yarı, devre arası.
halhal is. Ar. halhal Kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik: "Vişneçürüğü ipekliden kuş tüyü yastıklara gömülmüş, şaşılacak incelikteki ayak bileklerindeki gümüş halhallar. "-A.İlhan.
halı is. Yere veya mobilya üstüne serilmek, duvara gerilmek için, çoğu yünden dokunan, kısa ve sık tüylü, nakışlı, kalın yaygı: "Pencerelerden Türk kadınlarının dokuduğu halılar ve seccadeler sarkıyor." -F. R. Atay.
→ hah saha, duvar halısı, İsparta halısı, taban halısı, yol halısı
halıcı is. Halı dokuyan veya satan kimse.
halıcılık, -ğı is. 1. Halı dokuma sanatı veya sanayisi: Halıcılık bir Türk sanatıdır. 2. Halı alıp satma işi.
halı saha is. Futbol oynanmak üzere zemini halı vb. özel bir maddeyle kaplı ve etrafı tel örgüyle çevrili alan.
hali sf. (ha:li:) hâli esk. Boş, ıssız, tenha.
haliç, -ci is. Ar. haliç 1. Koy, körfez. 2. coğ. Gelgit olayının belirgin olduğu yerlerde, bu olaydan doğan akıntıların etki yaptığı kıyılarda akarsu ağızlarının huni biçiminde genişlemiş durumu.
halife is. (haliıfe) Ar. halife 1. din b. Hz. Muhammed'in vekili olarak Müslümanların imamlığını ve din koruyuculuğunu yapmakla görevli kimse. 2. Hükümdar. 3. Osmanlı padişahlarının kullandıkları unvanlardan biri. 4. Babıali kalemlerinde kâtip. 5. mec. Çok iyi yetişmiş, eğitilmiş kimse: "O ustalarının postunda oturan bir sanat halifesiydi."-M. Ş. Esendal.
halifelik, -ği is. (hali:felik) tar. 1. Halife olma durumu. 2. Halifenin görevi, hilafet. 3. Halife niteliği ve makamı: "Müslüman Araplar arasında bir Arap halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı." -F. R. Atay. 4. Halifenin egemenliği altındaki ülkeler.
hâlihazır is. (haı'lihazır) Ar. hâl + hâzir Şimdiki durum, bugünkü durum.
hâlihazırda zf. (ha'dihazırda) 1. Bugünlerde, son zamanlarda. 2. Şimdi, şu anda.
Halik öz. is. (hadik) Ar. halik din b. Yaradan, Allah, Tanrı: "İyilik et denize at, balık bilmezse Halik bilir." -Atasözü.
halile is. (halide) Far. helile bot. Doğu Hindistan'da yetişen bir bitki (Terminalia citrina): Kara halile.
→ karahalile, sarıhalile
Halil İbrahim bereketi öz. is. Bolluk, refah: "Ey İstanbul ağzıyla mal satan simitçi / Çocukları eşeğine bindiren sütçü / Halil İbrahim bereketi kesenize." -O. Rifat.
halim sf. (hali:m) Ar. halim esk. Yumuşak huylu (insanlar).
→ halim selim
halim selim sf. (haliım seti:m) Yumuşak huylu ve doğru (kimse): "Halim selim, efendi hâli en hırçın kişilerin bile kendisiyle konuşurken seslerini ılıklaştırmalarım sağlardı." -Ç. Altan.
halis sf. (hadis) Ar. hâlis Katışık olmayan, katışıksız, saf: "İşte halis çay buna derler." -S. F. Abasıyanık.
→ halis muhlis, halisüddem
halisane zf. (ha:'lisa:ne) Ar. hâlis + Far. -üne İçtenlikle: "Derhâl anladım ki, bu işte bana halisane tarafgirlik edecektir." -R. N. Güntekin.
halis muhlis sf. Katışıksız, eksiksiz, öz: "Çizgili basmadan şalvarı ve çiçekli gömleği, güneş, gök ve ter kokan halis muhlis bir köy çocuğu." -B. R. Eyuboğlu.
halisüddem sf. (hadisüddem) Ar. hâlis + dem esk. Katışıksız, safkan.
halita is. (hali:ta) Ar. halita kim. esk. 1. Alaşım. 2. mec. Birden çok Öğeden oluşmuş karmaşık bir bütün: Dede tecrübe neticesiyle her insanın zıt şeylerden yoğrulmuş bir halita olduğunu biliyordu." -H. E. Adıvar.
haliyle zf. (hâdi'yle) 1. Olduğu gibi: Haliyle bırakmak. 2. Olağan bir sonuç olarak, ister istemez: Bu çocuk derslerine çalışmadığına göre haliyle sınıfta kalacak.
halk (I) is. Ar. halk 1. Aynı ülkede yaşayan, aynı uyrukta olan insan topluluğu: Türk halkı. 2. Aynı soydan gelen, ayrı ülkelerin uyruğu olarak yaşayan insan topluluğu: Yahudi halkı. 3. Bir ülke içerisinde yaşayan değişik soylardan insan topluluklannm her biri: Bağımsız Devletler Topluluğunun halkları. 4. Belli bir bölgede veya çevrede yaşayanların bütünü: "Bütün köy halkı orada idi." -Ö. Seyfettin. 5. Yöneticilere göre bir ülkedeki yurttaşların bütünü, kamu: "Bilmiyorlar ki halk, halkın diliyle konuşan sanatkârla birliktir." -O. V. Kanık. 6. Aydınların dışında kalan topluluk: Halktan bir adam. halka inmek halkın anlayışı ve görüşü düzeyinde olmak, halka verir talkını (veya telkini), kendi yutar salkımı ele verir talkını (veya telkini), kendi yutar salkımı.
→ halk adamı, halk ağzı, halk avcısı, halk bilgisi, halk bilimi, halk dili, halk edebiyatı, halk ekmeği, halkevi, halk günü, halk matinesi, halk müziği, halk odası, halk okulu, halk oylaması, halkoyu, halk ozanı, halk yardakçısı, halka dönük, Latin halkları
halk (II) is. Ar. halk esk. Yaratma, halk etmek yaratmak: "Ey milletimin lahzada halk ettiği ordu! Baktım ki bütün bir vatan elden gidiyordu." -F. N. Çamlıbel.
halka is. Ar. halka 1. Çeşitli metallerden veya tahtadan yapılmış çember: "Belinde uzun gümüş halkalarla asılı gümüş anahtarları vardı." -F. R. Atay. 2. Çember biçiminde çeşitli nesnelerden yapılmış tutturma aracı: Perde halkası. 3. Değerli metallerden yapılan çember biçimindeki süs eşyası: Kulağındaki altın halka. Nişan halkası. 4. Su gibi sıvıların içine katı bir nesnenin düşmesiyle oluşan, gittikçe büyüyerek açılan çembere benzeyen biçim: Suda halkalar oluştu. 5. Çember biçiminde dizilmiş topluluk. 6. Uykusuzluk, yorgunluk, üzüntü vb. sebeplerle göz altında beliren koyuluk: "Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz? / Ya gözler altındaki mor halkalar?" -C. S. Tarancı. 7. Bir tür ufak, yağlı ve tuzlu simit: "İstanbul fırınları çocuk bileği gibi ince halkalar yaparlardı." -R. N. Güntekin. 8. sf Çember biçiminde olan. 9. sp. Yerden yüksekliği ayarlanabilen aralıklara asılı iki halatın uçlarına takılan 18 cm çapında, 28 mm kalınlığında tahta veya deri kaplı iki demir halkadan oluşan asılma araçlarından her biri. halka olmak bir çember biçiminde dizilmek: "Alevlerin etrafında halka olduk ve konuştuk." -H. E. Adıvar.
→ halka dizilişli, halka oyunları, halka yay, nişan halkası, yıl halkası
halkacı is. 1. Halka yapan veya satan kimse. 2. Lunaparklarda şişe, sigara vb. nesnelere halka geçirmek yoluyla oyun oynatan kimse.
halkacılık, -ğı is. Halkacı olma durumu.
halk adamı is. İçinden çıktığı halk kesiminin bütün özelliklerini yakından bilen, halk tarafından sevilen kimse.
halka dizilişli is. bot. Aynı eksen çevresinde dizilmiş: Halka dizilişli yapraklar.
halka dönük, -ğü sf. Halkın yararına olan: Halka dönük eğitim.
halka dönüklük, -ğü is. Halka dönük olma durumu.
halk ağzı is. db. Aynı lehçe içinde daha küçük ayrılıklar gösteren ve belli yerleşim bölgelerine özgü olan konuşma dili.
halkalama is. Halkalamak işi.
halkalamak (-i) 1. Bir şeyi kıvırarak halka biçimine getirmek. 2. Bir yer veya şeyin çevresini çember biçiminde kuşatmak.
halkalanış is. Halkalanma işi veya biçimi.
halkalanma is. Halkalanmak işi.
halkalanmak (nsz) Halka biçiminde oluşmak.
halkalayış is. Halkalama işi veya biçimi.
halkalı sf. 1. Halkası olan: "Kulaklarının birinde, ama yalnız birinde halkalı bir küpe." -A. İlhan. 2. is. Bir tür olta iğnesi.
→ halkalı damar, halkalı gözler
halkalı damar is. bot. Bitkilerin gelişmesine yarayan halka biçimindeki damar.
halkalı gözler ç. is. Çevresindeki tenin rengi koyu olan gözler.
halkalılar ç. is. zool. Sülüklerle solucanları içine alan sınıf.
halka oyunları ç. is. El ele tutuşup çember biçiminde dizilerek oynanan oyunlar.
halkasız sf. Halkası olmayan.
halk avcılığı is. Demagoji.
halk avcısı is. Demagog.
halkavi sf. (halka'vi:) Ar. halkan esk. Halka biçiminde olan.
halka yay is. tek. Boru anahtarının iyi tutmasını sağlayan ve çevreyle anahtar kolu arasına konulan sarmal yay.
halk bilgisi is. Halk biliminin, çevreyi oluşturan canlı, cansız doğal nesnelerle ilgili inanç ve uygulamaları konu alan dalı.
halk bilimci is. Halk bilimiyle ilgili araştırma, derleme, inceleme yapan kimse, folklorcu.
halk bilimi is. Bir ülkede yaşayan halkın kültür ürünlerini, sözlü edebiyatını, geleneklerini, törelerini, inançlarını, mutfağını, müziğini, oyunlarını, halk hekimliğini inceleyerek bunların birbirleriyle ilişkilerini belirten, kaynak, evrim, yayılım, değişim, etkileşim vb. sorunlarını çözmeye, sonuç, kural, kuram ve yasalan bulmaya çalışan bilim dalı, folklor, halkiyat.
halk bilimsel sf Halk bilimi ile ilgili, folklorik.
halkçı is. Halkın yararı için uğraşan kimse, popülist.
halkçılık, -ğı is. 1. Bireyler arasında hiçbir hak ayrılığı görmemek, topluluk içinde hiçbir ayrıcalık kabul ermemek, halk adı verilen tek ve eşit bir varlık tanıma görüş ve tutumu, popülizm. 2. XX. yüzyılda Fransa'da ortaya çıkan, yoksul halkın yaşayışı ve duyguları üzerinde duran bir edebiyat çığırı, popülizm.
→ ucuz halkçılık
halk dili is. db. Halk ağızlarından ortak dile geçerek ortak dildeki karşılığı ile birlikte dile bir çeşni katmak üzere yaygın bir biçimde kullanılan ağız özelliklerinin bütünü.
halk edebiyatı is. ed. Adı belli olan veya olmayan kimselerin, halk ozanlarının yarattıkları şiir, destan, hikâye vb. edebiyat türleri.
halk ekmeği is. Belediyelerce indirimli fiyata satılan ekmek.
halk ekmek, -ği is. bk. halk ekmeği.
halkevi is. 1. Halkı eğitip millî birliğe ve ülküye yöneltmek amacıyla açılan kuruluş. 2. Bu kuruluşun görev yaptığı yapı.
halk günü is. sin. ve tiy. Tiyatro, sinema vb. eğlence yerlerinin düzenledikleri ucuz matine, halk matinesi.
halkiyat is. (halkiya:t) Ar. halkiyyât esk. Halk bilimi, folklor.
halk matinesi is. sin. ve tiy. Halk günü.
halk müziği is. müz. Yazılı hiçbir kurala dayanmadan yalnızca işitme yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılan, halkın ortak malı olan geleneksel müzik türü, folk müziği.
halk odası is. Küçük yerleşim bölgelerinde toplu görüşme İçin yapılmış küçük yer, oda.
halk okulu is. Halk için gerekli olan bilgilerin verildiği okul: "Günlük program başlamadan önce kendinizi sevimli bir halk okulunda buluyorsunuz." -H. Taner.
halk oylaması is. Halkın türlü siyasi ve toplumsal sorunlar karşısında olumlu veya olumsuz görüşünü belirlemek için başvurulan oylama, plebisit, referandum.
halkoyu is. Büyük bir topluluğun türlü siyasi ve toplumsal sorunlardaki görüşünün alınması ve ona göre uygulamaya girişilmesi için yapılan oylamada halkın bildirdiği olumlu veya olumsuz oy.
halk ozanı is. ed. Halk içinde yetişen, deyişlerini genellikle sazla söyleyen, sözlü şiir geleneğine bağlı ozan, âşık.
halk yardakçılığı is. Halkı kışkırtma işi, tahrikçilik.
halk yardakçısı is. Halkı kışkırtan, kötü yola sevk eden kimse.
hallaç, -cı is. Ar. hallaç Yünü, pamuğu yay veya tokmak gibi bir araçla kabartma, ditme İşini yapan kimse, atımcı, hallaç pamuğu gibi atmak toplu durumda bulunan kişi veya nesneleri darmadağın etmek.
hallaçlık, -ğı is. Hallacın yaptığı iş, atımcılık.
hallenme is. Hallenmek işi.
hallenmek (nsz) 1. Yeni bir duruma girmek, değişmek. 2. Kendinden geçmek, bayılır gibi olmak. 3. (-e) argo Bir şeye karşı istek duymak, hâllenip küllenmek kendi imkânlarıyla iyi kötü geçinip gitmek, kendi yağıyla kavrulmak.
halleşme is. Halleşmek işi.
halleşmek (nsz, -le) 1. Karşılıklı dertlerini anlatmak, dertleşmek. 2. mec. Bir şeyle yakından ilgilenmek.
halletme is. Halletmek işi: "Ben bu meseleyi birdenbire halletmenin kolayını buldum." -Ö. Seyfettin.
halletmek, -der (-i) Ar. hail + T. etmek 1. Güç görünen bir olay veya duruma çözüm yolu bulmak. 2. Yoluna koymak, olumlu sonuca bağlamak: "Bakınız, tesadüf bunu ne kadar güzel düşünüp halletti." -M. Ş. Esendal. 3. Bir cismi bir sıvı içinde eritmek. 4. mat. Çözmek. 5. argo Cinsel ilişki kurmak. 6. hlk. Bir yemeği yenecek duruma getirmek.
hallice sf. (hâlli'ce) Durumu benzerlerine göre biraz daha iyi olan.
hallihamur is. (ha'llihamur) Ar. hail + hamir İçinde bulunduğu şartlara uyma. hallihamur olmak içinde bulunduğu şartlara uyma: "Suyun, toprağın, gözyaşının ve insan kanının hallihamur olduğu bu Anadolu toprağı susar mı? " -A. Gündüz.
hallolma is. Hallolmak durumu.
hallolmak (nsz) (ha'llolmak) Ar. hail + T. olmak 1. Çözümlenmek, sonuçlanmak. 2. Bir sıvı içinde erimek.
hallolunma is. Hallolunmak durumu.
hallolunmak (nsz) Ar. hail + T. olunmak Çözülmek, sonuca bağlanmak: "Artık rahatsız oluyor, hallolunmayan muammaların karşısında bizi üzen o tatsız sıkıntıya benzer bir şey duyuyordum." -Ö. Seyfettin.
halojen is. Fr. halogene kim. Madenlerle birleştiğinde tuz verebilen flor, klor, brom ve iyot elementleri.
halsiz sf. 1. Hâli, gücü olmayan, bitkin, dermansız, takatsiz. 2. zf. Hâli, gücü olmayan, bitkin, dermansız, takatsiz bir biçimde: "Süzüle süzüle bakan gözleriyle fazla yorgun, halsiz cevap verdi." -P. Safa.
halsizce sf. (hâlsi'zce) 1. Halsiz bir biçimde olan. 2. zf. Halsiz bir biçimde.
hâlsizleşme is. Hâlsizleşmek durumu.
hâlsizleşmek (nsz) Halsiz bir duruma gelmek.
hâlsizlik, -ği is. Halsiz olma durumu, bitkinlik, dermansızlık, takatsizlik: "Yalnız yüzümün sarılığını, hâlsizliğimi babamdan nasıl saklayacağım?"-A. Gündüz.
halt is. Ar. halt esk. 1. Bir şeyi başka bir şeyle karıştırma. 2. tkz. Uygunsuz söz söyleme, uygunsuz iş yapma. 3. tkz. Uygun olmayan, beğenilmeyen şey: "Zehri şurupla, daha bilmem ne haltla karıştırıp yudum yudum içmek, pis şey, iğrenç şey." -R. N. Güntekin. halt etmek tkz. uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak: "Biz erkekler de öyle haltlar ederiz ki, kadınlar ne yapsalar haklıdırlar." -M. Ş. Esendal. halt karıştırmak tkz. halt etmek: "Şu kendisine üç saniye gibi gelen bir saat on beş dakika zarfında ne halt karıştırmıştı. " -S. F. Abasıyanık. halt yemek tkz. halt etmek: "On beş yaşında bu haltları yerse, yirmi yaşına geldiği zaman ne yapacak?" -R- N. Güntekin.
halter is. Fr. haltere sp. 1. Birbirine metal sapla bağlanmış iki gülle veya disklerden yapılmış araç. 2. Bu aracı iki elle kaldırmayi amaçlayan spor dalı.
halterci is. Halter sporu yapan kimse.
haltercilik, -ği is. Halterci olma durumu.
hâl tercümesi is. Öz geçmiş.
haluk sf. (halûık) Ar. halûk esk. Temiz huylu, iyi ahlaklı: "Ahmet Naci, ağırbaşlı, çalışkan ve haluk bir gençti." -R. N. Güntekin.
hâl ulacı is. dbl. Zarf-fîil.
halüsinasyon is. Fr. hallucination psikol. Sanrı. halüsinasyon görmek gerçekte olmayan birtakım olayları yaşadığını sanmak.
halvet is. Ar. halvet esk. 1. Issız yerde yalnız kalma. 2. Issız ve kapalı yer. 3. Hamamlarda çok sıcak küçük yer. halvet gibi çok sıcak (yer, oda), halvet olmak birisi veya birileriyle yalnız görüşmek amacıyla içeriye başkasını veya başkalarını almamak.
→ halvethane
halvethane is. (halvetha:ne) Ar. halvet + Far. hâne din b. esk. 1. Saraylarda girilmesi yasak olan oda. 2. Tekkelerde dervişlerin yalnızca ibadet etmek ve çile doldurmak İçin kapandıkları oda.
Halveti öz. is. (halveti:) Ar. halveti din b. 1. İbadetlerini tenhada yapan bir tarikat. 2. Bu tarikattan olan kimse.
ham sf. Far. hânı 1. Yenecek kadar olgun olmayan (meyve): Ham elma. 2. İşlenmemiş (madde): Ham petrol. 3. İdmansız: Ham vücutla ancak bu kadar koşabilirim. 4. mec. Gerçekleşme kolaylığı veya imkânı olmayan: Ham hayal. Ham teklif. 5. mec. Kaba, toplum kurallarını bilmeyen, incelmemiş: Ne ham adam! ham çıkmak kavun, karpuz olgunlaşmamak.
→ ham besi suyu, ham ervah, ham gaz, hamhalat, ham hayal, ham madde, ham payı
hamail (hama.il) Ar. hama 'il bk. hamaylı.
hamak, -ğı is. Fr. hamac İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ve sallanabilen, ağ, bez vb.nden yapılmış yatak, ağ yatak: "Bahçeye hamak bağladım, uzandım." -H. E. Adıvar.
hamakat, -ti is. (hama:kat) Ar. hamakat esk. Ahmaklık: "... misafirperverliğinizi fazlasıyla suistimal etmiş hâldeyim, bendeki kafa kafa mı, hamakat kutusu..." -A. İlhan.
hamal is. Ar. hammâl Taşıyıcı: "Hamalın biri, sırtına koca bir ayna vurmuş götürüyordu. " -H. Taner, hamala semeri yük olmaz insana kendi işi ağır gelmez.
→ hamalbaşı, hamal camal, hamal semeri, hamal sırığı, sırık hamalı
hamalbaşı is. Hamallara başkanlık eden kimse: "Hamalbaşı sobanın kenarında iki senelik gazetelerini okudu ve mısır patlattı." -S. F. Abasıyanık.
hamal camal is. Hamal vb. kimseler: "Yirmi otuz sene evvel bunun farkında olaydım elbet hamal camal demez, onu birine verirdim. " -R. N. Güntekin.
hamaliye is. (hama.liye) Ar. hammâliyye Hamal ücreti, hamallık.
hamallık, -ğı is. 1. Taşıyıcılık: "Çocuk tam yedi ay hamallık yaptı." -S. F. Abasıyanık. 2. Hamala verilen para, hamaliye. 3. mec. Kaba ve ağır iş. 4. mec. Gereksiz yere yüklenme: Böyle güzel havada palto giymek hamallıktır. 5. mec. Zihni gereksiz bilgilerle doldurma, (bir işin) hamallığını etmek (veya yapmak) bir işin önemsiz, fakat ağır ve yorucu yükünü taşımak.
hamal semeri is. Arkalık.
hamal sırığı is. Sırık hamallarının kullandığı ağaç.
hamam is. Ar. hammâm 1. Yıkanılacak yer, yunak, ısıdam: "Banyosuz, duşlu, avuç içi gibi bir aralıktı hamam." -O. Rifat. 2. Para karşılığında yıkanma işinin yapıldığı yer. hamam gibi pek sıcak: "Bugün deniz hamam gibidir değil mi?" -B. Felek, hamam yapmak yıkanmak, hamama giren terler bir işe girişen, o İşin güçlüklerini veya masraflarını göze almalıdır, hamamın namusunu kurtarmak görünüşünü kurtarmaya yönelen birtakım yetersiz çarelere başvurarak kötü bilinen bir yere onur kazandırmaya çalışmak.
→ hamam anası, hamam bohçası, hamam böceği, hamam kesesi, hamam otu, hamam takımı, hamam tası, buharlı hamam, deniz hamamı, düğün hamamı, erkekler hamamı, Fin hamamı, gelin hamamı, kadınlar hamamı, kırk hamamı, kudret hamamı
hamam anası is. 1. Kadınlar hamamında natırları yöneten kadın: "Sen ise alık karı, evde, sokakta hamam anası gibi gezersin." -H. R. Gürpınar. 2. mec. İri yarı, güçlü ve şişman kadın.
hamam bohçası is. Kadınların hamama giderken çamaşırlarını veya eşyalarını koyduğu bohça.
hamam böceği is. zool. Hamam böceğigillerden, kirli yerlerde üreyen zararlı bir böcek (Blaita orientalis): "Benim at sineği ile hamam böceğinden ödüm kopar." -Ö. Seyfettin.
hamam böceğigiller ç. is. zool. Düz kanatlılar takımına giren, örnek hayvanı hamam böceği olan bir familya.
hamamcı is. 1. Hamam işleten kimse. 2. Boy abdesti alması gereken kimse, hamamcı olmak argo boy abdesti alması gerekmek.
hamamcılık, -ğı is. Hamamcı olma durumu veya hamamcının yaptığı İş.
hamam kesesi is. Hamamda kiri çıkarmak için kullanılan kıldan veya kenevirden örülmüş, ele geçirebilen kese.
hamamlık, -ğı is. Bazı evlerde yıkanmak için ayrılmış, çoğunlukla içi ve yanlan çinko kaplı, dolaba benzer yer.
hamam otu is. Vücuttaki gereksiz kılları almak için çamur kıvamına getirilip sürülen toz.
hamam takımı is. Hamamda kullanılan havlu, kese, tas vb. araçlar.
hamam tası is. Banyo ve hamamlarda çeşmeden veya kurnadan su alıp dökünmeye yarayan yayvan kap.
hamarat sf. Ar. hımâre' den Çalışkan, becerikli, elinden İyi iş gelen: "Durup dinlenmeksizin çalışan hamarat bir kadındı." -Y. K. Beyatlı.
hamaratça zf. (hamara'tça) Hamarat bir biçimde, hamarat gibi.
hamaratlaşma is. Hamaratlaşmak işi.
hamaratlaşmak (nsz) Hamarat duruma gelmek, hamarat olmak: Kadın birdenbire hamaratlaştı.
hamaratlık, -ğı is. Hamarat olma durumu: "Hiç darılmadı, bilakis hamaratlığımdan memnun oldu." -A. Gündüz.
hamaset is. (hamatset) Ar. hamaset esk. Yiğitlik, kahramanlık, cesaret: Bir hamaset destanı.
hamasi sf. (hama.si:) Ar. hamasi esk. Yiğitlerden ve yiğitliklerden söz eden (destan, şür).
hamaylı is. 1. Omuzdan çapraz olarak bele inen bağ. 2. Muska.
Hambeli öz. is. (hambeli:) Ar. hanbeli bk. Hanbeli.
ham besi suyu is. bot. Kökler tarafından topraktan emilip yapraklara kadar çıkan besi suyu.
hamburger is. Alm. Hamburger Bir tür köfteli ve yuvarlak ekmekli yiyecek.
hamburgerci is. Hamburger yapan veya satan kimse.
hamburgercilik, -ğı is. Hamburgerci olma durumu.
hamdolsun is. "Tanrı'ya şükürler olsun" anlamında hoşnutluk anlatan bir söz: "Hamdolsun, maişetimi de temin etmişim, kimseye minnetim yok." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hamdüsena is. Ar. hamd + şenâ din b. Tanrı'ya olan şükran duygularını bildirme.
Hamel Öz. is. Ar. hamel astr. Koç burcu.
ham ervah is. Yersiz, yakışıksız söz ve davranışları olan kimse, çiğ adam.
ham gaz is. İşlenmemiş gaz.
hamhalat sf. 1. Kaba saba, görgüsüz: Hamhalat bir adam. 2. Verimsiz, çorak, kuru: "Demeye kalmadı yolumuzun iki yanında hamhalat, suratsız tarlalar peyda oldu." -B. R. Eyuboğlu.
ham hayal, -li is. Gerçekleşmeyecek düşünce veya ümit: "Düştüğümüz bu selin önünden kurtulup karaya çıkmak bir ham hayaldir." -A. Gündüz.
ham hum is. "Belirsiz, önemsiz, boş birtakım sözler söylemek" anlamına gelen ham hum etmek, "düzenle veya el çabukluğu ile yapılan, kimsenin akıl erdiremediği İş" anlamındaki ham hum şorolop deyimlerinde geçen bir söz: Ham hum edip durdu, ne dediği anlaşılmadı ki!
hamız is. (ha:mız) Ar. hâmiz kim. esk. Asit.
hami sf. (ha:mi) Ar. hami 1. Koruyucu. 2. Kayıran, kayırıcı (kimse).
hamil sf. (ha:mil) Ar. hâmil esk Elinde bulunduran, üzerinde taşıyan, hamil olmak üzerinde bulundurmak, taşımak: Hamil olduğu mektubu gösterdi.
→ hamilikart
hamile sf. (ha:mile) Ar. hâmile Gebe: "Şu arkamdaki hamile kadına bir yer arıyorum." -B. Felek.
hamilelik, -ği is. 1. Gebelik. 2. Hamile elbisesi.
hamilen zf. (ha:'milen) Ar. hamilen esk. Üzerinde taşıyarak.
hamilikart is. (ha:milikart) Ar. hâmil + Fr. carte Tavsiye edildiği yazılı kartı, pusulayı taşıyan kimse.
haminne is. (hami'nne) hlk. Yaşlı ve saygı duyulan kadın: "Haminnenin azatlıları bayramdan birkaç gün evvel geldiler." -H. E. Adıvar.
hamisiz sf. (ha:mi:siz) Koruyucusu, kayıranı olmayan: "Kayınbabasımn evinden kovulduktan sonra, karısından da ayrılmış bu yüzden hamisiz kalmıştı." -E. E. Talu.
hamiş is. (ha:miş) Ar. hamiş esk. Mektup kâğıdının boş bir yerine yazılan ek düşünce, çıkma, not: "Demir Bey mektubuna şu hamişi ilave etti." -R. H. Karay.
hamiyet is. Ar. hamiyyet esk. Bir insanın yurdunu, ulusunu ve ailesini koruma çabası: "İçinde müthiş bir harp taraftarlığı, bir vatanperverlik, bir hamiyet taşıyordu." -R. H. Karay.
hamiyetli sf. Hamiyeti olan.
hamiyetperver sf. Ar. hamiyyet + Far. -perver esk. Hamiyetli, hamiyet sahibi.
hamiyetperverlik, -ği is. Hamiyet sahibi olma.
hamiyetsiz sf. Hamiyeti olmayan.
hamiyetsizlik, -ği is. Hamiyetsiz olma durumu.
hamla is. (ha'mla) Ar. hamle den. 1. Küreklerin bir kez suya daldırılıp çıkarılması. 2. Sandalın bu biçimde aldığı yol. 3. Kıçtan birinci oturak: "Filikada hamlada oturan gemici, bir eliyle rıhtımın kenarına tutunmuş. " -Z. Selimoğlu.
hamlacı is. Büyük sandal ve kayıklarda kıçtan birinci oturakta kürek çeken kimse: "Can çekişen balıkları denize atmaya başlamasın mı?.. Bunu gören hamlacı, Raşit'e, 'Sen divane mi oluyorsun be?' diye çıkıştı." -R. E. Ünaydın,
hamlaç, -cı is. Ar. hamlaç esk. Üfleç.
hamlama is. 1. Hamlamak durumu. 2. Çini toprağından yapılmış nesnelerin ilk pişirilişi. 3. Bu pişirmenin yapıldığı fırın bölümü.
hamlamak (nsz) Uzun zaman idman yapmamak, hareket etmemek yüzünden gücünü veya çevikliğini yitirmek: "Dükkânda otura otura şişmiş, hamlamış, etleri yumuşamış." -M. Ş. Esendal.
hamlaşma is. Hamlaşmak durumu.
hamlaşmak (nsz) Hamlama durumu.
hamle is. Ar. hamle 1. İleri atılma, atılım, saldırış: "Karımı diz çöktüğü yerden bir hamlede kaldırarak kucağıma aldım, dışarıya fırlattım." -R. H. Karay. 2. Saldırış, savlet. 3. Satrançta ve damada taş sürme işi. 4. sp. Atak (II). hamle etmek (veya yapmak) 1) atılmak, saldırmak; 2) önemli bir işe girişmek, bir işte başarı sağlamak için çaba harcamak.
→ bir hamlede
hamleci sf. Atılımcı: Hamleci bir insan.
hamlecilik, -ği is. Hamleci olma durumu.
hamletme is. Hamletmek işi.
hamletmek, -der (-i, -e) Ar. hami + T. etmek esk. Bir sebebe yüklemek, yormak: "... bu anlaşmazlıklarım uzun müddet bu sebeple, bu terbiye farklarına hamletmişti." -A. Ş. Hisar.
hamlık, -ğı is. 1. Ham olma durumu: "Gençlerde bile zor dayanılabilen hamlık, hoppalık yaşlı adamlarda zoraki ve üzüntü gibi geliyor, can sıkıyor." -H. E. Adıvar. 2. İdmansızlık.
ham madde is. Bir ürün veya mal oluşturmak için gerekli maddelerin işlenmeden önceki doğal durumu: Şekerin ham maddelerinden biri pancardır.
ham payı is. Zıvanalı geçmeleri sağlamlaştırmak amacı ile zıvanadan genellikle üçte biri oranında çıkarılan parça.
hamse is. Ar. hamse ed. Divan edebiyatında beş mesnevinin bir araya gelmesinden oluşan eser.
hamsi is. zool. Hamsigillerden, Akdeniz, Karadeniz ve Batı Avrupa kıyılarında avlanan, 10-12 cm boyunda, ince uzun bir balık (Engraulis encrasicholus).
→ hamsi buğulama, hamsi çorbası, hamsikuşu, hamsili pilav
hamsi buğulama is. Hamsinin fırında pişirilen yemeği.
hamsi çorbası is. Hamsi ile yapılan çorba.
hamsigiller ç. is. zool. Kemikli balıkların hamsi, ringa, sardalye, tirsi balıklarım içine alan bir familyası.
hamsikuşu is. Baharat, un ve yumurtaya bulanarak yapılan hamsi tavası.
hamsili pilav is. Hazırlanan iç pilavın üzerine ayıklanıp temizlenmiş hamsilerin konulması ve fırında pişirilmesiyle yapılan bir tür pilav.
hamsin is. (hamsim) Ar. hamsin hlk. Erbainden sonra gelen, 31 Ocakta başlayan elli günlük kış dönemi.
hamt, -di is. Ar. hamd Tanrı'ya şükretme. hamt etmek Tanrı'ya şükretmek: "Ben hiç şikâyet etmem hâlimizden. Her zaman Allah'a hamt ederim." -N. Cumalı.
hamule is. (hamu:le) Ar. hamule esk. 1. Yük. 2. Kâğıt dolgu maddesi.
hamur is. Ar. hamir 1. Unun su veya başka sıvılarla yoğrulmuş durumu. 2. Kâğıtta tür, nitelik. 3. sf. İyi pişmemiş (ekmek ve hamur işleri). 4. mec. Oz, asıl, maya. hamur açmak yoğrulmuş hamuru inceltip yufka durumuna getirmek, hamur gibi 1) yorgunluktan eli ayağı tutmaz; 2) çok pişip bulamaç durumuna gelen (yiyecek), hamur tutmak hamur hazırlamak.
→ hamur boya, hamur çorbası, hamur işi, hamur tahtası, hamur tatlısı, hamur teknesi, hallihamur, çömlek hamuru, milföy hamuru
hamur boya is. Ressamın boya tablası üzerinde, resmine sürmek için hazırladığı hamur kıvamındaki yağlı boya.
hamurcu is. Fırında hamur yoğuran işçi, hamurkâr.
hamurculuk, -ğu is. Hamurcunun işi veya mesleği.
hamur çorbası is. Hamur ile yapılan çorba.
hamur işi is. Hamurdan yapılan yiyeceklerin genel adı.
hamurkâr is. Ar. hamir + Far. -kür esk. Hamurcu: "Delikanlılardan biri, bir ekmekçi hamurkârı idi." -S. F. Abasıyanık.
hamurlama is. Hamurlamak işi.
hamurlamak (-i) 1. Hamur sürmek. 2. Tencereden buğu çıkmasını Önlemek için kenarını hamurla sıvamak.
hamurlanma is. Hamurlanmak işi.
hamurlanmak (nsz) Hamura bulanmak.
hamurlaşma is. Hamurlaşmak işi.
hamurlaşmak (nsz) Hamur kıvamı almak, gevşemek.
hamursu sf. Hamuru andıran, hamura benzeyen, hamur gibi, hamurumsu: Hamursu bir ekmek.
hamursuz is. Hamursuz Bayramı dolayısıyla Yahudilerin yapıp yedikleri bir çeşit mayasız çörek.
→ Hamursuz Bayramı
Hamursuz Bayramı öz. is. Yahudilerin Mısır'dan çıkışlarım anmak amacıyla her yıl kutladıkları bayram.
hamur tahtası is. Üzerinde hamur açılan, tekerlek biçiminde ve kısa ayaklı masa, yastağaç.
hamur tatlısı is. Hamurla yapılan tatlıların genel adı.
hamur teknesi is. İçinde hamur yoğurmaya yarayan özel kap.
hamurumsu sf. Hamursu.
hamut, -du is. Araba koşumunda atların boyunlarına geçirilen ağaç veya üstüne meşin geçirilmiş çember.
han (I) is, tar. 1. Osmanlı padişahlarının adlarının sonuna getirilen unvan: Sultan Selim Han. 1. Doğu ülkelerinde yerli beyler ve Kırım girayları için kullanılan unvan: Kırım hanları. Altın Ordu hanları.
han (II) is. Far. hân esk. 1. Yol üzerinde veya kasabalarda yolcuların konaklamalarına yarayan yapı: "Bir handa, yorgun argın tatlı I H bir uykudaydık ." -F. N. Çamlıbel. 2. Büyükşehirlerde serbest mesleklerde çalışanların oda veya daire tutup çalıştıkları birkaç katlı yapı: "Ömer Abit hanında bir yazıhane kiralanmış, aylıkla bir otomobil tutulmuştu." -E. E. Talu. han gibi gereğinden çok geniş olan (yer), han hamam sahibi malı mülkü çok, varlıklı kimse, han kapısından teğelti atmak defetmek, kovmak: "Bir adamı hiç sormadan, etmeden böyle han kapısından teğelti atar gibi kolundan tutup fırlatınca içinde bir üzüntü kalır."-U. Ş. Esendal.
→ iş hanı, yolgeçen hanı
hanay is, hlk. 1. İki ve daha çok katlı ev. 2. Sofa, hol. 3. Avlu.
Hanbeli öz. is. Ar. hanbeli din b. 1. İslamiyette dört Sünni mezhepten biri. 2. Bu mezhepten olan kimse.
Hanbelilik, -ği is. Hanbeli olma durumu.
hancı is. Han işleten kimse: "Hancı, dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?" -F. N. Çamlıbel. hancı sarhoş yolcu sarhoş kimin ne yaptığı, ne ettiği belli değil.
hancılık, -ğı is. Hancı olma durumu veya hancının yaptığı iş.
hançer is. Ar. hançer Ucu eğri ve sivri, kamaya benzer, silah olarak kullanılan bir tür bıçak.
→ hançer çiçeği, akına hançer
hançer çiçeği is. bot. Latin çiçeği.
hançere is. Ar. hançere anat. Gırtlak: "Kuvvetli bir aktör hançeresine malik olmak lazımdı. " -H. F. Ozansoy.
hançerleme is. Hançerlemek işi.
hançerlemek (-i) Hançerle yaralamak veya öldürmek.
hançerlenme is. Hançerlenmek işi.
hançerlenmek (nsz) Hançerle yaralanmak veya öldürülmek.
hançerletme is. Hançerletmek işi.
hançerletmek (nsz) Hançerleme işini yaptırmak.
handan sf. Far. handan esk. Şen, neşeli.
hande is. Far. hande esk. Gülme, gülüş.
handikap, -bı is. Fr. İng. handicap 1. At yarışlarında binicilerle eyerin toplam ağırlığının, atların koşuyu kazanma şansını etkileyecek biçimde ayarlanması. 2. mec. Elverişsiz durum, engel: "Esaslı dokümantasyona ve teknik hünerlere karşın, en büyük handikapları, bu yaşanmışlık sıcaklığından yoksun oluşları idi." -H. Taner.
handiyse zf. (ha'ndiyse) hlk. Yakın zamanda, neredeyse, hemen hemen.
hane is. (haine) Far. hâne 1. Ev, konut. 2. Ev halkı: "Oğlan iyiydi; becerikli, yumuşak huyluydu, ama hanesi kalabalıktı." -N. Cumalı. 3. Bir bütünü oluşturan bölümlerden her biri, bölük, göz: Dama tahtasında altmış dört hane vardır. 4. mat. Basamak. 5. müz. Klasik Türk müziğinde, peşrev vb. saz parçalarının bölümlerinden her biri. 6. Birleşik kelimelerde "bina, yapı, yer, makam" anlamlarıyla ikinci kelime olarak yer alan bir söz: Balıkhane, yazıhane.
→ abdesthane, ameliyathane, aşhane, ayaklı kütüphane, balhane, balıkhane, baruthane, basmahane, batakhane, bekârhane, bendehane, berhane, besihane, bıçkıhane, birahane, Mürimhane, boyahane, bozahane, böcekhane, bulaşıkhane, buzhane, cambazhane, cephane, çalgıhane, çamaşırhane, çayhane, çekiçhane, çelikhane, çiftehane, çîlehane, darphane, defterhane, dershane, devlethane, dikimhane, divanhane, doğumhane, dokumahane, dökümhane, fakirhane, ferhane, fetvahane, fişekhane, fotoğrafhane, gazhane, genel kütüphane, gusülhane, güderihane, haddehane, hahamhane, halvethane, hapishane, haşhaşhane, hayalhane, helvahane, humbarahane, ıslahhane, ibadethane, idarehane, imalathane, imarethane, inekhane, ipekhane, iplikhane, kademhane, kahvehane, kalavrahane, kalayhane, kalhane, kasaphane, kayıkhane, kaynakhane, kerhane, kesimhane, keşişhane, kılıçhane, kıraathane, kiremithane, kirişhane, klişehane, konsoloshane, kuluçkahane, kumarhane, kumbarahane, kuşhane, kütüphane, mahpushane, mantarhane, mapushane, marangozhane, mehterhane, memişhane, Mevlevihane, meyhane, misafirhane, miskinhane, muayenehane, mumhane, mtıvakkithane, mücellithane, mühendîshane, mürettiphane, nakkarhane, nekahethane, nezarethane, patrikhane, peynirhane, piskoposhane, rasathane, saadethane, sabunhane, salhane, saraçhane, sebilhane, sefarethane, semahane, sırmakeşhane, silahhane, süthane, şaphane, şaraphane, şifahane, şişhane, tabakhane, tahaffuzhane, talimhane, tamirhane, tasfiyehane, tavhane, telgrafhane, tembelhane, teneffüshane, tephirhane, terkiphane, terzihane, teşrihhane, tevkifhane, tımarhane, ticarethane, tophane, tüfekhane, umumhane, vaftizhane, yağhane, yatakhane, yazıhane, yemekhane, yetimhane, yoğurthane, mülahazat hanesi
hanedan is. (ha:neda:n) Far. hanedan tar. 1. Hükümdar, devlet büyüğü vb. bir kişiye dayanan soy, büyük aile: "Hanedan prenslere dair başka hatıram yoktu." -F. R. Atay. 2. sf. esk. Belli ve büyük soydan gelen. 3. sf. mec. Eli açık ve konuksever: "Bu benim dediklerim kalantor, zengin, elleri açık, hanedan kişilerdi." -H. Taner.
hanedanlık, -ğı is. Hanedandan olma durumu: Osmanlı hanedanlığı.
Hanefi öz. is. (hanefi:) Ar. hanejî din b. 1. İslamiyette dört Sünni mezhepten biri. 2. Bu mezhepten olan kimse.
Hanefilik, -ği öz. is. Hanefi mezhebi.
hanek is. Ar. hanek hlk. Söz, konuşma.
haneli sf. (ha:neli) 1. Herhangi bir sayıda evi olan. 2. mat. Herhangi bir sayıda hanesi olan: Beş haneli bir sayı.
hanelik, -ği sf. (hamelik) Herhangi bir sayıda evi olan, evlik: Seksen hanelik koy.
hanende is. (ha:nende) Far. hanende müz. esk. Şarkı söylemeyi meslek edinmiş kimse, şarkıcı, okuyucu.
hanendelik, -ği is. Hanende olma durumu, şarkıcılık, okuyuculuk.
hangar is. Fr. hangar Uçak, araba, tarım aracı vb. nesneleri barındırmaya yarar kapalı yer, sundurma, hangar gibi çok büyük ve geniş (yer).
hangi sf. (ha'ngi) İki veya daha çok şeyden bir tanesini belirtecek bir cevap istemek için kullanılan soru sıfatı: "Zamanla nasıl değişiyor insan / Hangi resmime baksam ben değilim." -C. S. Tarancı. hangi akla hizmet ediyor? ne gibi bir düşünce ile böylesine olmayacak, mantıksız bir iş yapıyor? hangi dağda kurt Öldü? birisinden beklenmeyen bir davranış görüldüğünde şaşma ve sitem bildirmek için kullanılan bir söz: Hangi dağda kurt öldü de sen beni aradın? hangi peygambere kulluk edeceğini şaşırmak kimin sözünü yerine getireceğini bilemeyerek şaşkınlık içinde kalmak, hangi rüzgâr attı? bir yere uzun süre uğramamışken beklenmedik bir zamanda gelenlere sitem yollu söylenen bir söz. hangi taş pekse (veya katıysa), başını ona vur kendi kusuru yüzünden zor bir duruma düşen veya başkalarından yardım isteyen bir kimseye öfkelenildiğinde söylenen bir söz. hangi taşı kaldırsan altından çıkar 1) her işten anlar veya anladığı iddiasında bulunur; 2) her işe karışır.
→ hangi biri, herhangi, herhangi bir
hangi biri zm. Çok olanlardan hangisi: Hangi birini sayayım?
hangisi zm. (ha'ngisı) "Kim, hangi şey" anlamlarında kullanılan soru sözü: "Müşterilere, daha içeri girer girmez, hangisinin işi çabuk bitecek diye bakmıştım." -Ö. Seyfettin.
hanım is. 1. Kız ve kadınlara verilen unvan, bayan: Ülker Hanım. 2. Kadın, eş: "Yok bizim hanım öyle değildir." -M. Ş. Esendal. 3. Toplumsal durumu, varlığı İyi olan, hizmetinde bulunulan kadın: "Becerikli haliyle Zeynep'e ve hanımına ait bütün işleri elinin içine almıştı." -H. E. Adıvar. 4. sf. Kadınlığın bütün iyi niteliklerini taşıyan: Hanım kadın. Hanım kız.
→ hanımanne, hanım böceği, hanımefendi, hanımeli, hanım evladı, hanımgöbeği, hanım hanımcık, hanımparmağı, büyük hanım, küçük hanım, kirühanım peyniri
hanımanne is. 1. Kayınvalide, kaynana. 2. ünl. İhtiyar kadınlara bir seslenme sözü.
hanım böceği is. zool. Uğurböceği.
hanımefendi is. (hanı'mefendi) Saygı bildirmek için kadın adlarının sonuna getirilen veya adların yerine kullanılan bir söz.
hanımefendilik, -ği is. Hanımefendi olma durumu ve özelliği: "Annem ata, arabaya, kendi tabirince mansıba, mesnede, hanımefendiliğe can atan bir kadındı." -H. E. Adıvar.
hanımeli, -yi is. (hanı'meli) bot. 1. Hanımeligillerden tırmanıcı, korularda, çalılıklarda yetişen bir bitki (Lonicera caprifolium). 2. Bu bitkinin güzel kokulu çiçeği: "İkiyanı ve mutfağın penceresi hanımelleri ve sarmaşıklarla perdelenmiş kafeslerle örtülüdür." -T. Buğra.
hanımeligiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, örneği hanımeli olan bir bitki familyası.
hanım evladı is. mec. 1. Nazlı büyütülmüş, çıtkırıldım kimse. 2. argo Piç.
hanımgöbeği is. Bir çeşit hamur tatlısı.
hanım hanımcık, -ğı sf. 1. Oturaklı davranışları olan (kadın veya kız). 2. zf. Oturaklı bir biçimde: "Kaynanam rahat vermiyor ki, evimde hanım hanımcık oturayım." -S. Birsel.
hanımlık, -ğı is. Hanım olma durumu ve özelliği.
haminnine is. bk. haminne.
hanımparmağı is. 1. Parmak biçiminde bir çeşit hamur tatlısı. 2. bot. Uzun taneli bir üzüm çeşidi.
hani (I) zf. (ha'ni) 1. "Nerede, ne oldu, nerede kaldı" anlamlarında kullanılan bir soru sözü: "Çoban kaval çaldı sordu bülbüle /Sürülerim hani, ovam nerede?" -Z. Gökalp. 2. Karşıdakinin daha önceden bildiği bir şey kendisine hatırlatılmak istenildiğinde kullanılan bir söz: "Nevin geçen sene kolunda bir ağrı duymuştu hani." -S. F. Abasıyanık. 3. Verilen sözü hatırlatan sözün başına getirildiğinde sitem anlatan bir söz: "Hani uykun vardı?" -O. Kemal. 4. Bazen "bari" anlamında kullanılan bir söz: Hani, benim kim olduğumu bilmese. 5. "Doğrusunu söylemek gerekirse, kaldı ki, üstelik" anlamlarında kullanılan bir söz: "Benim sormam hani yarenlik olsun, anlarsınız ya!" -M. Ş. Esendal. hani ya hani: "Garson, hani ya kahve nerede ? Bir saattir bekliyorum." -A. Ş. Hisar. hani yok mu dikkati arkadan gelen söze çekmek için söylenen bir söz. hanidir ne vakittir, epey zamandır, çoktan beri: "Arkasından, hanidir gizlediği ağır bir suçu itiraf edermiş gibi, fısıltıyla ekledi." -A. İlhan.
hani (II) is. zool. Hanigillerden, Akdeniz'de yaşayan, alaca kırmızı renkli, beyaz etli, orta büyüklükte bir balık (Serranus cabrilla).
→ sarıhani, yazılı hani, kaya hanisi
hanigiller ç. is. zool. İyi bilinen türleri hani ve yazılı hâni olan kemikli balıklar takımı.
hanlık, "ğı is. 1. Han olma durumu: Hanlığı dokuz yıl sürdü, 2. Hanın egemenliğindeki ülke: Kırım Hanlığı. 3. Hanın yönetimi.
hantal sf. 1. Kocaman, iri, kaba: "Epey iri ve hantal bir vücudu vardı." -A. H. Tanpınar. 2. İşi, davranışları kaba ve yavaş: "Suat onurt yanında kendini iri yarı ve hantal hissetti, bırakıp kaçası geldi." -A. İlhan.
hantallaşma is. Hantallaşmak işi.
hantallaşmak (nsz) Hantal bir duruma gelmek.
hantallık, -ğı is. Hantal olma durumu.
hant hant zf. "Bir şeye aşırı istek duymak" anlamındaki hant hant Ötmek deyiminde geçen bir söz: Para diye hant hant ötüyor.
hanuman is. (ha:numa:n) Far. hânmân esk. Ev bark, ocak. hanumanını yıkmak ocağını yıkmak, evini barkını dağıtmak: "Bu oğlan hanumanımı yıkar benim, derdi." -R. N. Güntekin.
hanut is. argo Hizmet karşılığı olarak özellikle turist kafilelerini alışveriş etmeleri için belirli dükkânlara götürme işinden alınan yüzde.
hanutçu is. Hanut karşılığında turistleri belirli dükkânlara götüren kimse.
hanutçuluk, -ğu is. Hanutçu olma durumu.
Hanya öz. is. (Girit adasında bir şehir) "Bir işin gerçek yönünü anlayarak aklı başına gelmek, akıllanmak" anlamındaki Hanyayı Konyayı anlamak (veya bilmek, görmek) deyiminde geçen bir söz: "Âdeta, sanatı icabı az çok bön, Hanyayı Konyayı bilmez, kaldırılmaya elverişli karakterde bir rol almışa -H, Taner. "Tekrar ediyorum, sende eşeleyici bir zekâ var. Er veya geç Hanyayı Konyayı anlayacaksın.” -O. Kemal.
hap (I) is, Ar, habb 1. Kolayca yutulabilmesi için toparlak durumuna getirilmiş ilaç: “Doktorlar hap, banyo ve perhiz tavsiye etmiş.” -B. Felek. 2. argo Bir içimlik afyon. hapı yutmak tkz. kötü bir duruma düşmek: “Gideceğimiz kasabada iki yazlık sinema varsa, hapı yutmuşuzdur.” -S. F. Abâsıyanık,
→ yaldızlı hap
hap (İî) ünl. Çocuk dilinde yiyeceği yutma sesi, hap etmek yemek, yutmak.
hapaz k kik. Avuç.
hapazla in a is, Hapazlamak işi,
hapazlamacı îs-. argo Yasal olmayan yoldan kazanç elde eden kimse.
hapazlamacılık, -ğı is. Yasal olmayan yoldan kazanç elde etme işi.
hapazlamak (-i) Avuçlaniak.
hapçı is. Afyon vb. uyuşturuculara alışmış olan kimse.
hapçılık, -ğı is. Uyuşturucu madde özelliği taşıyan haplara düşkün olma durumu.
hapır hapır zf. Hapır hupur.
hapır hupur zf İştahlı ve gürültülü bir biçimde (yemek), hapır hapır: "'Bir doymak için hapır hupur atıştırmak var, bir de tadını çıkararak yemek yemek " -H. Taner.
hapis, -psi is. Ar. habs 1. Bir yere kapatıp salıvermeme. 2. Yasalara göre suçu belirlenen bir kimseyi cezaevine koyma cezası. 3. Cezaya çarptırılmış suçluların kapatıldıkları yer, cezaevi, hapishane: "Sadakatinin mükâfatını hapiste aç kalmakla görür." -B. Felek. 4. Pulları salıvermemek, kapatmak temeline dayanan bir çeşit tavla oyunu. 5. sf. Mahpus: Hapislerin çalıştırılmasına karar verildi, hapis giymek hapis cezasına çarptırılmak, hapis yatmak hükümlü olduğu süreyi hapishanede geçirmek; "Adamcağız hem hapis yatacak hem dayak yiyecek." -A. Gündüz.
→ hapishane, hapsedilmek, hapsetmek, hapsettirmek, hapsolmâk, ağır hapis cezası, hafif hapis cezası katıksız hapis, müebbet hapis, göz hapsi, oda hapsi
hapishane is. (hapisha:ne) Ar. habs + Far. hane Cezaevi.
→ hapishane kaçkını
hapishane kaçkını sf. Kötü, serseri, hoyrat (kimse): "Hapishane kaçkını bir serseri vaziyetinde dolaşmaktan öyle sıkılmıştı ki." -Y. K. Karaosmanoğlu. hapishane kaçkını gibi kılık kıyafetine dikkat etmeyen (kimse).
hapislik, -ği is. Hapiste bulunma durumu veya süresi: Hapisliği sıkıntılı geçti.
haploit, -di is, biy. Olgun bir üreme hücresinde bulunan kromozom takımı.
haploloji is, Fr. haplologie dbl. Orta hece düşmesi, hapsedilme is. Hapsedilmek işi.
hapsedilmek (nsz) Ar, fyabs + T. edilmek Hapsetme işi yapılmak,
hapsetme is. Hapsetmek işi.
hapsetmek, -der {-İ, -e) Ar. habs + T. etmek 1. Bir Suçluyu hapishaneye koymak. 2. Bir yere kapatıp salıvermemek; Kediyi odaya hapsetti. 3. Engellemek, sınırlamak. 4. mec. Bir kimseyi veya bir şeyi boşu boşuna tutmak, alıkoymak: Gelirim diye beni akşama kadar burada hapsetti.
hapsettirme is. Hapsettirmek işi.
hapsettirmek (-i, -e) Ar. habs + T. ettirmek Hapsedilmesine yol açmak.
hapsolma is. Hapsolmak durumu.
hapsolmak (-e) Ar. habs + T. olmak Bulunduğu yerden dışarı çıkamamak.
hapşırık, -ğı is. Aksırık.
hapşırıklı sf. Aksırıklı.
hapşırma is. Hapşırmak işi, aksırma.
hapşırmak (nsz) Aksırmak; "Aksi gibi, benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum." -Ö. Seyfettin.
hapşırtma is. Hapşırtmak işi.
hapşırtmak (-i) Aksırtmak.
hapşu ünî. (hapşu:) Hapşırırken çıkan ses.
haptetme is. Haptetmek işi.
haptetmek, -der (-i) Ar. habt + T. etmek esk. Karşısındakini susturmak, cevap veremez durumunda bırakmak: Bu sözüyle beni haptetti.
har (I) is. "Düşüncesizce ve hesapsızca harcamak, bol bol harcayıp tüketmek" anlamlarındaki har vurup harman savurmak deyiminde geçen bir söz; "Akşama kadar Meram bağlarında har vurup harman savuruyordu. " -A. Gündüz.
→ har gür, har hur
har (II) is. Ar. harr esk. Sıcak, kızgın, yakıcı. harı başına vurmak 1) çok kızmak; 2) azmak, kendini tutamayacak duruma gelmek. han geçmek kızgınlığı, sıcaklığı, hevesi, isteği veya öfkesi azalmak.
hara (I) is. Fr. haras At üretilen çiftlik, aygır deposu: Karacabey harası.
hara (II) is. (ha:ra:) Far. hürâ esk. Hare.
harabat ç. is. (hara:ba:t) Ar. harabat esk. 1. Yıkıntılar, harabeler, viraneler. 2. Divan edebiyatmın eserlerinde geçen içkili eğlence yeri, meyhane.
harabati sf. (hara:ba:ti:) Ar. harabati esk. 1. Maddi şeylere değer vermediği için üstüne başına özenmeyen, dağınık, derbeder. 2. Vaktini meyhanelerde veya zevk ve sefada geçiren (kimse): "Ne harabıyım ne harabati /Kökü mazide olan atiyim" -Y. K. Beyatlı.
harabatilik, -ği is. Harabati olma durumu, dağınıklık, derbederlik.
harabe is. (haraıbe) Ar. harabe 1. Eski çağlardan kalmış şehir veya yapı, ören, kalıntı: "Harabeyi dolaşırken ara sıra perişan kalabalıklara rast geliyoruz." -F. R. Atay. 2. Yıkılmış veya yıkılmaya yüz tutmuş yapı, yıkı: "Bu harabenin bir değirmen olduğunu hatırladım." -S. F. Abasıyanık.
harabelik, -ğî is. Harap olmuş yer, ören.
harabi sf. (hara:bi:) Ar. harâbi Meyhaneye giden, alemci: "Ne harabiyim ne harabatiyim / Kökü mazide olan atiyim." -Y. K. Beyatlı.
haraç, -cı is. Ar. harâc 1. Bir yerden, bir kimseden zorbalıkla alınan para. 2. tar. Osmanlı Devleti'nde Müslüman olmayanların devlete ödemekle yükümlü oldukları vergi. 3. tar. Osmanlı Türklerinde genellikle toprak sahiplerinden devletçe alınan vergi, haraç mezat satmak açık artırma ile satmak, haraç yemek (veya almak) başkasının sırtından geçinmek, haraca bağlamak bir kimseyi belli zamanlarda kendisine belli miktarda para vermeye zorlamak, (birini) haraca kesmek zorbalıkla para koparmak veya çıkar sağlamak.
haraççı is. 1. Bir yerden veya kimseden zor kullanarak para sızdıran kimse. 2. tar. Haraç toplamakla görevli olan kimse.
haraççılık, -ğı is. Haraççı olma durumu.
haraçlı sf Haraca bağlanmış, vergi ödeyen.
harakiri is. (haraki'ri) (Japoncadan) Karnını bıçakla deşme yoluyla kendini öldürme.
harala gürele zf. hlk. Telaş ile.
haram sf. Ar. haram din b. 1. Din kurallarına aykırı olan, dinî bakımdan yasak olan, helal karşıtı. 2. is. mec. Yasak, (bir şeyi birine) haram etmek o şeyden umulan yarar ve rahatı tattırmamak, (bir şey birine) haram olmak bir şeyden gereği gibi yararlanamamak: Uyku bana haram oldu. haram olsun! "hayrını görme, görmesin!" anlamında kullanılan bir söz. haram yemek toplumun gelenek ve göreneklerine veya dinî kurallarına aykırı olarak bir şeyi kendi yaranna kullanmak, sahiplenmek, harama uçkur çözmek nikâhsız olarak cinsel ilişkide bulunmak.
→ haram lokma, haram para, haramzade
harami is. (haraımi:) Ar. harami esk. Hırsız, haydut, eşkıya: "Olur mu canım, bu kudurmuş, şehirde, bunca haraminin ortasında nasıl yalnız kalır Suat, nasıl bensiz yaşar!" H. A. İlhan.
haramilik, -ği is. Hırsızlık, haydutluk.
haram lokma is. Toplumun gelenek ve göreneklerine veya dinî kurallarına aykırı olarak elde edilen şey.
haram para is. Yasa dışı yollardan kazanılan para; "Hiçbir haram paraya el uzatmamışımdır." -R. N. Güntekin.
haramsız sf. Haram olmayan, haram karışmamış: Haramsız kazanç.
haramzade is. (haramza:de) Ar. haram + Far. zade Yasa dışı birleşmelerden doğan çocuk, piç.
haranı is. hlk. Büyük tencere.
harap, -bı sf. Ar. harâb 1. Bayındırlığı kalmamış, yıkılacak duruma gelmiş, yıkkın, viran: "Duvarları yıkılmış, çatıları yanmış, harap bir köyün hizasına gelince yaver atından atladı."-Ö. Seyfettin. 2. Bitkin, yorgun, perişan: "Kiraz yemekten insanlar harap, perişan olurdu." -R. H. Karay. 3. esk. Çok sarhoş, harap etmek harap duruma getirmek: "Ona zamanın harap edemeyeceği bir abide yapmak istedi." -H. E.'Adıvar. harap olmak harap duruma gelmek, haraplaşmak, perişan olmak: "Parkın eski güzelliği kalmadı, ne kadar harap oldu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
haraplaşma is. Haraplaşmak işi.
haraplaşmak (nsz) Harap duruma gelmek, viran olmak, perişan olmak.
haraplık, -ğı is. Harap olma durumu, yıkkınlık.
harar is. Ar. harar esk. Çoğu kıldan dokunmuş, büyük çuval: "Yedi harar malı bir seferde kamyona yükledi." -S. F. Abasıyanık. harar gibi içine çok şey alabilen, geniş, büyük (eşya).
hararet is. (hara.ret) Ar. hararet 1. Isı: "Rutubetli bir hararet şakaklarımı yakıyor." -Ö. Seyfettin. 2. Sıcaklık: Odanın harareti. 3. Susama, susuzluk: Çay, harareti giderir. 4. mec. Coşkunluk, ateşlilik: "Onu bileğinden tutup çekerek hararetle kucaklamak ister gibi yaptı," -P. Safa. hararet basmak 1) çok susamak; 2) vücut ısısı artmak, hararet kesmek (veya söndürmek) susuzluğu gidermek. hararet vermek susatmak.
hararetlendirme is. Hararetlendirmek işi. hararetlendirmek (-i) Hararetlenmesine yol açmak.
hararetlenme is. Hararetlenmek işi.
hararetlenmek (nsz) 1. Isısı artmak. 2. Canlanmak, kızışmak: Tartışma hararetlendi. "Şakir Bey arkasından gelerek fikrini müdafaa için hararetleniyordu." -P. Safa.
hararetli sf. 1. Isısı, sıcaklığı fazla olan. 2. mec. Coşkun, ateşli, canlı: "Hararetli bir pazarlık başladı." -M. Ş. Esendal.
hararetlilik, -ği is. Hararetli olma durumu.
haraşo is. Rus. Bir tür yün örgüsü.
haraza (I) is. hlk. 1. Kavga, gürültü, karışıklık: "Yine mi kavga erenler? Yine mi haraza?" -A. Gündüz. 2. Öfke, sinir.
haraza (II) is. hlk. Sığırın öd kesesinden çıkan taş.
harbe is. Ar. harbe esk. 1. Kısa mızrak. 2. Harbi.
harbi is. Ar. Ijarbı 1. Ateşli silahların içini temizlemekte kullanılan çubuk, harbe. 2. sf. mec. Doğru, hilesiz, temiz, mert. harbi basmak doğru, hızlı yürümek: "Haydi biraz harbi bas bakalım." -M. Ş. Esendal. harbi konuşmak dosdoğru, gerçeği gizlemeden konuşmak.
harbî sf. (harbi:) Ar. harbi tar. 1. Savaşla ilgili. 2. is. Osmanlı Devletiyle henüz barış durumunda bulunmayan, bir antlaşma yapmamış devletler ve bu devletlerin uyrukları. 3. is. Osmanlı ülkelerinde ticaretle uğraşan yabancı uyruklu kimse.
harbici is. Doğrucu.
harbilik, -ği is. 1. Ateşli silahlarda harbinin yerleştirildiği yer. 2. mec. Doğruluk, temizlik, mertlik.
harbiye is. Ar. Itarbiyye ask. 1. Savaşla ilgili işler. 2. Harp okulu.
→ erkâmharbiyeiumumiye
harbiyeli is. Harp okulu öğrencisi.
harcama is. 1. Harcamak işi, parayı elden çıkarma, sarf. 2. Bir şey almak için elden çıkarılan para, gider: Günlük harcamalar o kadar arttı ki... harcama yapmak harcamak.
→ harcama kalemi
harcamak (-i) 1. Bir iş görmek veya bir şey satın almak İçin parayı elden çıkarmak, sarf etmek: "İki maaşımı hastalığına harcadığım talebe, sonbaharla beraber ölmüştü." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir şey yapmak için kullanmak, tüketmek: Bu yapıya beş ton demir harcadık Bu yemek için bir saatimi harcadım. 3. mec. Birinin değer ve onurunu kırıcı bir durum yaratmak. 4. mec. Manevi yönden kötü duruma düşürmek, feda etmek: Çoluk çocuğu uğruna kendini harcadı. 5. argo Yok olmasına, ölmesine sebep olmak.
harcama kalemi is. Muhasebe işlemleri içinde en fazla satın alınan maddelerin bütünü.
harcanma is. Harcanmak işi.
harcanmak (nsz) Harcama işi yapılmak, harcama işine konu olmak: Bu işe çok para ve emek harcandı.
harcayış is. Harcama işi veya biçimi.
harcetme is. Harcetmek işi.
harcetmek, -der (-i) Ar. hare + T. etmek Harcama yapmak: "Onun köyde bin türlü hasislik ettiği hâlde İzmir'de bol bol harcettiğini duymuşlardı." -Ö. Seyfettin.
harcıâlem sf. (ha'rcıadem) Ar. hare + 'âlem 1. Herkesin alabileceği, herkesin kullanabileceği, herkesin işine yarayan, her keseye uygun: Pamuklu kumaş harcıâlemdir. 2. Hiçbir özelliği olmayan, yeniliği olmayan, basmakalıp: "O mesleğe girenleri hırpalamak, gülünçleştirmek, karalamak gibi, kolay ve harcıâlem eğilime kapılmak çok sakıncalı bir tutumdur." -H. Taner.
harcırah is. (ha'recıra:h) Ar. hare + Far. râh Yolluk.
harç, -cı is. Ar. hare 1. Harcanan para, masraf. 2. ekon. Resmî işlerde devlet veznesine ödenen para: Tapu harcı. Mahkeme harcı. 3. Yükseköğrenim öğrencilerinin ödemek zorunda olduğu katkı payı. 4. mim. Yapıda tuğla veya taşların örgüsünü sağlamlaştırmak, duvarları sıvamak için kullanılan, toprak, saman, kum, kireç, çimento vb. şeyleri su ile kararak yapılan çamur, karışım: "Sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göremeyiz." -O. V. Kanık. 5. Bir yemeğin yapılmasında kullanılan ve tat veren maddelerin bütünü: Bu yemeğin harcı pek iyi değil. 6. Giysiler dikilirken kullanılan tamamlayıcı veya süsleyici şeyler. 7. Bahçıvanlıkta değişik nitelikteki toprak vb. maddelerin karıştırılmasıyla hazırlanmış toprak, (birinin) harcı olmak bir iş, birinin yapabileceği nitelikte olmak.
→ harcetmek, harcıâlem, harcırah, borç harç, vekilharç, yağlı harç, damga harcı
harçlı sf. 1. Yapılması için harç ödenen. 2. Harç ile örülmüş: Harçlı duvar. 3. Süslerle bezenmiş (giysi).
harçlık, -ğı is. Ufak tefek gereksinimler için ayrılmış para: "Yanıma epeyce yol harçlığı almıştım." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ vekilharçtık, cep harçlığı
harçsız sf. Harcı olmayan.
→ borçsuz harçsız
hardal is. Ar. hardal bot. 1. Turpgillerden, 100-150 cm yükseklikte, san çiçekli, deriyi yakıcı nitelikte olan ve tohumu hekimlikte kullanılan, tadı acı ve bir yıllık bir bitki (Brassica nigra). 2. Bu tohumun toz durumuna getirilmiş veya sirke ile karıştırılarak yapılmış macunu: Sofra hardalı.
→ hardal gazı, hardal rengi, akhardal, sarımsak hardalı
hardal gazı is. Deriyi tahriş ederek solunum yollarım ve gözleri etkileyen, yiyeceklerle birlikte alınması durumunda yemek borusu ve bağırsaklarda ağır yaralar açan kimyasal silah.
hardaliye is. Ar. hardaliyye İçine hardal katılarak yapılan üzüm şırası: Edirne'nin hardaliyesi.
hardallı sf. Hardalı olan.
hardallık, -ğı is. 1. Hardal yapımında kullanılan malzeme. 2. Hardal konulan kap.
hardal rengi is. 1. Kirli sarı renk: "Üstünde daima saz rengi, hardal rengi ... nohudi renklerde veya bunları andıran bir renkte bir esvabı... vardı." -A. Ş. Hisar. 2. sf. Bu renkte olan.
hardalsı sf. bot. Uzun iki çenetli meyve: Hardalsı meyve.
hardalsız sf. Hardalı olmayan.
hare is. (ha:re) Far. hüre esk. 1. Bazı nesne, canlı, göz vb.nde dalgalanır gibi görünen parlak çizgiler, meneviş, dalgır: "Uskumrunun hareleri daha sık, gözleri küçük, oysa kolyozun hem hareleri daha taraklı hem gözleri daha patlak." -O. Rifat. 2. Üzerinde dalgalı çizgiler bulunan kumaş. 3. Çok sert taş, mermer.
harekât ç. is. (harekâıt) Ar. harekât esk. 1. Davranışlar, işler. 2. ask. Belli bir amaç gözetilerek bir askerî birliğe yaptırılan manevra, çarpışma, çevirme, kovalama vb. işler: İzmir harekâtı on beş gün içinde amacına varmış bulunuyordu.
→ amfibi harekât, çıkarma harekâtı
hareke is. Ar. hareke Arap alfabesiyle yazılmış metinlerde üstüne ve altına konduğu ünsüzlerin birer ünlü ile okunmasını sağlayan işaret, hareke koymak Arap alfabesiyle yazılmış metinlerde ünsüzlerin üstüne ünlü ile okunmasını sağlayan İşaret koymak.
harekeleme is. Harekelemek işi.
harekelemek (-i) Arap alfabesiyle yazılmış bir metinlerde ünsüze hareke koymak.
harekeli sf. Hareke konulmuş.
harekesiz sf. Hareke konulmamış.
hareket is. Ar. hareket 1. Bir cismin durumunun ve yerinin değişmesi, devinim, aksiyon. 2. Vücudu oynatma, kıpırdatma veya kımıldanma: "Her hareketi kamera önünde rol yapıyormuşçasına hesaplı." -R. H. Karay. 3. Davranış, tutum: "Sakin, dürüst, kıyafeti ve hareketleriyle hiçbir ayrılık göstermeyen bir adamdır." -H. E. Adıvar. 4. Yola çıkma: Hareketimiz iki gün ertelendi. 5. Belirli bir amaca varmak için birbiri ardınca yapılan ilerlemeler, akım: Türkçülük hareketi. Dilde özleşme hareketi. 6. Yer sarsıntısı, deprem: "Ben, diyor, hareket olurken Eminönü'nde idim." -M. Ş. Esendal. 7. Demir yollarında katarların düzenlenmesi ve hangi saatlerde yola çıkıp hangi duraklarda karşılaşacaklarını düzenleme işleri: Hareket cetveli. Hareket memuru. 8. fel. Devinim. 9.fz, Devinim. 10. müz. Bir parçanın yavaşlık, çabukluk derecesi. 11. sp. Kas ve eklemlerin, belli doğal şartlar içerisinde işlemeleri sonucu vücut bölümlerinde düzenli ve olumlu etkilerle oluşturdukları yer değişimi, hareket etmek 1) yola gitmek, yola çıkmak: "Ne vakit hareket edeceğiz, Kenan? Yarın mı?" -Ö. Seyfettin. 2) vücudu oynatmak, kıpırdatmak veya kımıldamak, devinmek; 3) davranmak: "İnsan bu kadar ölçülü hareket eder mi, edemez mi?." -H. E. Adıvar. 4)fiz. devinmek, harekete geçirmek bir işin yapılmasına sebep olmak, kımıldatmak, canlandırmak. harekete geçmek bir işi yapmaya başlamak, bitirmek amacı ile bir işe girişmek: "... saldırma için lazım gelen strateji planını tespit ederler ve ona göre harekete geçerlerdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. harekete getirmek kımıldatmak, canlandırmak.
→ hareket dairesi, hareket noktası, hattıhareket, yavaşlatılmış hareket, kadın hareketi, pergel hareketi
hareket dairesi is. Demir yollarında hareket işlerini düzenleyen, izleyen daire.
hareketlendirme is. Hareketlendirmek işi.
hareketlendirmek (-i) Hareketlenmesine yol açmak.
hareketlenme is. Hareketlenmek işi.
hareketlenmek (nsz) Hareket kazanmak, harekete geçmek.
hareketli sf. 1. Hareketi olan, yer değiştirebilen, devingen, müteharrik. 2. Canlı, kıpırdak: Hareketli bir çocuk. "Bu perdenin hareketli sahneleri hep akşamları oynandığı için..." -H. E. Adıvar.
hareketlilik, -ği is. Hareketli olma durumu, devingenlik.
hareket noktası is. 1. Bir iş, bir yolculuk vb.nin başladığı yer. 2. Bir sorunun incelenmesinde başlangıç olarak alınan nokta.
hareketsiz sf. Hareket etmeyen, yerinden kımıldamayan, durgun, durağan: "Başını kaldırmaksızın hep aynı durumda sessiz ve hareketsiz." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hareketsizlik, -ği is. Hareketsiz olma durumu.
hareki sf. (hareki:) Ar. hareki esk. Hareket durumunda, devinim durumunda olan.
harelenme is. (ha:relenme) Harelenmek işi.
harelenmek (nsz) (ha.relenmek) Kımıldadıkça üzerinde parlak çizgiler görünmek, dalgalanmak: "Şimdi kızarıyor, şimdi bozarıyor, renk renk hareleniyordu." -Halikarnas Balıkçısı.
hareli sf. (ha:reli) Haresi olan: "Elinde şampanya bardağı, dişlerinin arasında bir sap karanfil, hareli gözleri süzgün." -A. İlhan.
harem is. Ar. (iarem tar. 1. Saray ve konaklarda kadınlara ayrılan bölüm, selamlık karşıtı: "Harem, ihtiyar hatunların bembeyaz patiska sedirli küçük köşe odalarında kalmıştı." -F. R. Atay. 2. Bu bölümde oturan kadınların hepsi. 3. esk. Karı, eş: "... gelen doktormuş, bizim doktor Hüsnü Bey... .Haremim hastalanmış da." -R. H. Karay.
→ harem ağası, harem kâhyası, harem selamlık
harem ağası is, tar. Osmanlı saraylarında ve büyük konaklarda haremle selamlık arasında hizmet gören zenci köle, hadım ağası: "Hizmetime bir harem ağası ile bir Çerkez halayık tayin edilmişti." -R. H. Karay.
Haremeyn öz. is. Ar. haremeyn Müslümanlarca kutsal sayılan Mekke ve Medine şehirleri.
harem kâhyası is. tar. Haremin alışverişine bakan erkek görevli.
haremlik, -ği is. 1. tar. Saray ve konaklarda kadınlara ayrılan bölüm. 2. Karılık, eşlik.
haremlik selamlık, -ğı is. bk. harem selamlık.
harem selamlık, -ğı is. 1. Kadın ve erkeğin ayrı ayrı oturması. 2. Kadın ve erkeğin ayrı ayn oturduğu yer. harem selamlık olmak bir yerde kadın erkek ayrı oturmak.
haresiz sf. Haresi olmayan.
Harezmi yolu is. Algoritma.
harf, -fi is. Ar. harf Dildeki bir sesi gösteren ve alfabeyi oluşturan işaretlerden her biri: Türk alfabesinde yirmi dokuz harf vardır. harf atmak söz atmak, tanımadığı bir kadına uygunsuz sözler söyleyerek yaklaşmaya çalışmak.
→ harf çevirisi, harfi harfine, harfitarif, büyük harf, küçük harf, sesli harf, sessiz harf, sıralayıcı harf temel harf, eski harfler, Gotik harfler, Göktürk harfleri, Latin harfleri, Uygur harfleri, yeni Türk harfleri
harf çevirisi is. Transliterasyon.
harfendaz sf. (harfenda:z) Ar. harf + Far. -endâz esk. Onur kırıcı söz söyleyen.
harfendazlık, -ğı is. Harfendaz olma durumu.
harfi harfine zf. Tastamam, uygun, gerçekte olduğu gibi: "Beyefendinin her ne emri olursa harfi harfine yapacaksın." -H. R. Gürpınar.
harfitarif is. (harfita:rij) Ar. harf+ ta'rîf dbl. Arapçada addan önce gelerek onun belirli olduğunu gösteren elif ve lam harfleri, tanımlık.
harfiyen zf. (harfi:'yen) Ar. harfiyyen Harfi harfine, hiçbir değişiklik yapmadan.
harfleme is. Harflemek işi.
harflemek (-i) Harf harf söylemek.
har gür is. Tartışıp çekişme.
har har zf. Gürültülü, bol ve sürekli olarak: Su har har akıyor,
harharyas is. Yun. zool. Harharyasgillerden, boyu 2 m'yi bulan çok tehlikeli bir köpek balığı türü (Carcharhinus lamla).
harharyasgiller ç. is. zool. Köpek balıkları takımına giren bir familya.
har hur is. Karışıklık ve anlaşmazlık: Bir har hurdur gidiyor.
harılanma is. Harılanmak durumu.
harılanmak (nsz) Hayvan huysuzlanmak, huysuzluk etmek.
harıldama is. Harıldamak durumu.
harıldamak (nsz) 1. Gürültüyle ve sürekli olarak akmak. 2. Yanmak. 3. Çalışmak.
harıl harıl zf. Aralıksız olarak, durmaksızın, bütün gücüyle: "Soba harıl harıl yanıyordu. " -S. F. Abasıyanık.
harıltı is. Hanldarken çıkan ses.
harım is. hlk. 1. Sebze ve meyve bahçesi. 2. Tarla ve bahçe çevresindeki çit: "Tarlasına harım çevirmek için dün Matarh tepelerinde kestiği pırnal fidanı dalları harman yerinde koca bir yığın hâlinde durmakta idi." -N. Nâzım.
harın sf. Ar. harün hlk. 1. Bir şeyden huylanıp yürümeyen, geri geri giden (hayvan). 2. mec. Hain, huysuz. 3. mec. Obur.
haricen zf. (ha: 'ricen) Ar. haricen esk. Dıştan, dışarıdan.
haricî sf. (ha:rici:) Ar. haricî Dışla ilgili, dıştan olan: "İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve haricî bedhahların olacaktır." -Atatürk.
hariciye is. (haıriciye) Ar. hâriciyye esk. 1. Devlet yönetiminde dış işleri: "Avrupa hariciye memurlarından başkaları için kapanmış, bilinmez ve yasak bir yerdi." -A. Ş. Hisar. 2. tıp Ameliyatı veya tedaviyi gerektiren hastalıklarla ilgilenen hekimlik kolu. 3. tıp Hastanelerde bu hastalıklarla ilgilenen bölüm: Hariciye koğuşu.
→ hariciye nazırı
hariciyeci is. (ha:riciyeci) 1. Dış siyaset ile uğraşan meslek adamı. 2. tıp Hariciye hastalıkları uzman hekimi.
hariciyecilik, -ği is. Hariciyeci olma durumu.
hariciye nazırı is. (ha.riciye na:zırı) esk. Dış işleri bakanı.
hariç, -ci is. (ha:riç) Ar. hâriç 1. Dış, dışarı: "Hemen on dakika yürüyünce kasaba haricine çıkılır." -S. F. Abasıyanık. 2. Yabancı ülke, dışarı: On yıl hariçte kalmış. 3. zf. Dışta kalmak üzere, dışında sayılmak üzere, müstesna: "Dişçi koltuğu hariç, kim bir koltuğa oturursa kendim bir şey zanneder." -B. Felek, (bir işten) hariç olmak o işin içinde olmamak, hariçten gazel okumak (veya atmak) tkz. 1) bir konuyu iyice bilmeden üzerinde görüş ve düşünce ileri sürmek; 2) bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.
harika sf. (haırika) Ar. hârika 1. Yaradılışın ve imkânların üstünde nitelikleriyle insanda hayranlık uyandıran: Türk tarihi harikalarla doludur. 2. mec. Çok büyük bir hayranlık uyandıran, eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel: "Harika fikir doğrusu, kim akıl ettiyse iyi akıl etmiş." -A. ilhan. 3. ünl. "Güzel" anlamında kullanılan bir söz. harikalar yaratmak hayranlık uyandıracak başarılar kazanmak.
harikuladesi (ha:rikulâ:de)Ar. hârik+ 'âde Eşi görülmemiş, şaşkınlık yaratıcı, olağanüstü: "Elimde büyük bir şairin harikulade kitabı var." -A. Haşim.
harikuladelik, -ği is. Harikulade olma durumu veya özelliği, olağanüstülük.
harim is. (hari:m) Ar. harim esk. Girilmesi yabancıya yasak olan, kutsal tutulan, korunulan yer.
→ harimiismet
harimiismet is. (hari:miismet) Ar. harim + 'ismet Kutsal sayılan, korunulan yer, ocak: Düşmanı vatanın harimiismetinde boğacağız. " -Atatürk.
harir is. Ar. ifıarir esk. İpek.
haris sf. (hari:s) Ar. haris Açgözlü.
harita is. (hari'ta) Ar. harita coğ. Coğrafya, tarih, dil, nüfus vb. konularla ilgili yeryüzünün veya bir parçasının, belli bir orana göre küçültülerek düzlem üzerine çizilen taslağı. (bir şey) haritada olmak göz önünde bulundurulması gerekmek, haritadan silinmek 1) bir ülke, başka devletin egemenliği altına girmek: "Koca Rumeli, Edirne'si, Selanik'i, Manastır'ı, Yanya'sı, Kosova'sı, İşkodra'sı ile imparatorluk haritasından silinmişti." -Y. Z. Ortaç. 2) bir yerleşim yeri savaş, deprem vb. bir olay sonunda yok olmak.
→ fiziki harita, siyasi harita, topoğrafik harita, deniz haritası, hava haritası, nirengi haritası, topografya haritası, yağış haritası, yol haritası
haritacı is. Harita yapan kimse, kartograf.
haritacılık, -ğı is. 1. Haritacı olma durumu. 2. coğ. Çeşitli amaçlara yönelik haritaların yapım yöntemi, kartografı.
haritalık, -ğı is. Haritaların saklandığı yer.
hark is. hlk. bk. ark.
harlak, -ğı is. hlk. Hanltı ile akan su, çağlayan.
harlama is. Harlamak işi.
harlamak (nsz) 1. Ateş için kuvvetlenmek, harlı bir biçimde yanmak: Çıralar tutuşunca ateş birden harladı. 2. mec. Birden öfkelenerek bağırmak, birine çıkışmak.
harlatma is. Harlatmak işi.
harlatmak (-i) Ateşi kuvvetlendirmek, alevlendirmek: "Şerefimize sobaya bir iki odunla bir kucak çalı atıp harlattılar." -R. N. Güntekin.
harlı sf. Kuvvetli, harıl hani yanan: "Cezveyi ateşin harlı tarafına sürmez." -R. H. Karay.
harman is. Far. hirmen 1. Biçildikten sonra tahıl demetlerinin üzerinden düven geçirilerek tanelerin başaklanndan ayrılması işi: "Harmana giren tozsuz çıkmaz" -Atasözü. 2. Bu işin yapıldığı yer veya mevsim: "Çocuğum başka çocuklarla beraber harmanda düvene binmiş dönüyor." -R. N. Güntekin. 3. Birçok çeşitten birer parça alıp yeni birleşim oluşturma işi: Çay harmanı. Tütün harmanı. 4. Selüloz açılması aşamasından başlayıp kâğıt veya karton sayfasının meydana gelmesine kadar kullanılan bir veya birkaç kâğıt hamuru ile diğer malzemelerin meydana getirdiği sulu süspansiyon, harman çevirmek harmanlamak, harman dövmek ekin tanelerini saptan ayırma işini yapmak, harman etmek (veya yapmak) birçok çeşitten birer parça alıp yeni bir birleşim oluşturmak, harman savurmak tahılı samandan ayırmak için dövülmüşünü rüzgâra karşı savurmak: "Aksam vakti ırgatlarla beraber harman savururum." -S. F. Abasıyanık. harmanı kaldırmak harman işini bitirmek: "Harmanı kaldırmaktan başka bir şey düşünmüyordu. "-S. Çokum.
→ harmandalı, harman sonu, harman yeri, tuğla harmanı
harmancı is. Harman işi ile uğraşan kimse.
harmancılık, -ğı is. 1. Harmancı olma durumu. 2. Harmancının yaptığı iş.
harman çorman zf bk. karman çorman.
harmandalı is. (harma'ndalı) müz. 1. Ege bölgesinde oynanan bir çeşit zeybek oyunu. 2. Bu oyunun müziği.
harmani is. (harma:ni:) Bütün vücudu saran, kolsuz ve bazen kukuletalı bir çeşit üst giysisi.
harmaniye is. (harma:niye) bk. harmani.
harmanlama is. Harmanlamak işi.
harmanlamak (-i) 1. Harman etmek. 2. Bir çember oluşturacak biçimde dolaşmak. 3. den. Gemi az bir dümen açısıyla büyük bir eğri çizerek yürümek.
harmanlanma is. Harmanlanmak işi.
harmanlanmak (nsz) 1. Tütün, çay, içki vb.nin birkaç çeşidi birbirine katılıp karıştırılmak. 2. Ay çevresinde ağıl oluşmak.
harmanlatma is. Harmanlatmak işi.
harmanlatmak (-i) Harman yaptırmak.
harmanlık, -ğı is. 1. Harman için gerekli eşya. 2. Harman yeri.
harman sonu is. 1. Harmandan sonra kalan, toprakla karışmış tahıl. 2. mec. Büyük bir varlık veya işten sonra kalan bölüm, harman sonu dervişlerin herhangi bir paylaşmada veya işte sona kalanların kazançlı çıkmaları durumunda söylenen bir söz.
harman yeri is. Üzerinde harman dövülen, sıkıştırılmış sert toprak alan: "Harman yerinde yanmış buğdayları ayıklıyorlar." -Y. K. Karaosmanoğlu.
harmoni is. Fr. harmonie müz. Armoni.
harmonyum is. (harmo 'nyum) Fr. harmonium müz. Dış görünüşü piyanoya benzeyen, körüğü ayakla işletilen küçük org.
harnup, -bu is. Ar. harnüb bot. esk. Keçiboynuzu.
harp, -bi (I) is. Ar. harp ask. Savaş: "Birinci Dünya Harbinde de başıma gelmeyen kalmadı." -R. H. Karay, harp açmak 1) savaş açmak; 2) mec. bir konuda güçlü biçimde mücadele etmek, bir konuyu şiddetle savunmak: "Gençler, kendi cinslerinden riyakârlara karşı harp açmalıdırlar." -F. R. Atay.
→ harp akademisi, harp dairesi, harp malulü, harp okulu, harp zengini, çarıklı erkânıharp, dâhili harp, divanıharp, erkânıharp, iç harp, sıcak harp, soğuk harp, sinir harbi
harp (II) is. Fr. harpe bk. arp.
harp akademisi is. ask. Türk Silahlı Kuvvetlerine kumandan ve kurmay subay yetiştiren okul.
harp dairesi is. ask. Millî Savunma Bakanlığında savaş gereçleri ile uğraşan daire.
harp malulü is. ask. Savaşta sakat kalmış asker.
harp okulu is. ask. Türk Silahlı Kuvvetleri'ne subay yetiştiren yüksekokul, harbiye.
Harput köftesi is. Kıyma, ince bulgur ve fesleğen gibi değişik koku ve baharatla hazırlanan sulu yemek.
harp zengini is. Savaş sırasında yolsuz kazançlar sağlayarak kısa sürede zengin olan kimse: "İlk harp zengini de bendim galiba." -Y. Z. Ortaç.
harrangürra zf. (ha'rrangürra:) Gürültü ile ve özensiz olarak: Bu iş harrangürra gidiyor.
harrup, -bu is. bk. harnup.
hars is. Ar. hars esk. 1. Tarla sürme. 2. Kültür.
hart zf. Birden ve sert bir biçimde (ısırmak, yemek).
→ hart hurt
harta is. "Sırasız, saygısız davranışlarda bulunmak" anlamındaki hartası hurtası olmamak deyiminde geçen bir söz.
hartadak zf. (ha'rtadak) hlk. Ansızın ve sertçe (ısırmak, kapmak).
hartama is. hlk. Kiremit yerine kullanılan veya kiremit altına konulan ince tahta.
hart hurt zf. Ağız dolusu ısırarak ve ses çıkararak (yemek).
hartuç, -cu is. Fr. cartouche Merminin arkasından namluya sürülen bezden veya kartondan barut kesesi.
has sf (ha:s) Ar. hâşş 1. Özgü, Öze, mahsus: "Anadolu'nun yüksek yaylalarına has, sessiz, pussuz, boz renkli gecelerden biriydi." -R. N. Güntekin. 2. Katışıksız, en iyi cinsten, saf: Has gümüş. 3. Hükümdara Özgü olan: Has ahır. Has bahçe. 4. mec. İyi nitelikleri kendinde toplamış olan (kimse). 5. is. tar. Başmaklık.
→ has un, kendine has
hasa is. Patiska.
Hasandede üzümü is. bot. Kırıkkale çevresinde ve özellikle Hasandede yöresinde yetiştirilen, siyah renkli, uzun ve etli bir tür üzüm.
Hasanpaşa köftesi is. Kaşar, maydanoz ve soğan karışımı ile hazırlanan, özel bir sosla fırında pişirilen köfte.
hasar is. (-a:rı) Ar. hasar tar. Herhangi bir olayın yol açtığı kırılma, dökülme, yıkılma gibi zarar: Yağmur yollarda hasara yol açtı. Deprem çok hasar yaptı, hasara uğramak zarar görmek, yıkılmak, harap olmak: "Bir lokomotifle iki vagon hasara uğramışlar." -A. İlhan.
hasarlı sf Hasara uğramış: Hasarlı araba. hasarsız sf. Hasarı olmayan.
hasarsızlık, -ğı is. Hasarsız olma durumu.
hasat, -di is. Ar. haşâd 1. Ürün kaldırma, ekin biçme işi. 2. Bu yolla elde edilen ürün.
hasatçı is. Ürün kaldırma, toplama, ekin biçme işi ile uğraşan kimse.
hasatçılık, -ğı is. 1. Hasatçı olma durumu. 2. Hasatçının işi.
hasbelkader zf (ha'sbeikader) Ar. hasb + kader esk. Rastlantı sonucu olarak, tesadüfen.
hasbetenlillah zf (ha'sbetenlilla:h) Ar. hasbetenlillah din b. esk. Tanrı için, Tanrı uğruna, Tanrı rızası için, karşılık beklemeksizin: "Hasbetenlillah konuşan öteki mebuslar can ve yürekten yardım vadettiler." -R. N. Güntekin.
hasbi sf. (hasbi:) Ar. hasbi esk. 1. Gönüllü ve karşılıksız yapılan: Hasbi çalışma. 2. mec. Sebepsiz: Hasbi azar işitti, hasbi geçmek bir şeye önem vermemek, ilgi göstermemek, kısa kesmek: "Aslına bakarsanız, kart bana yıllar yılı güler, işaret ederdi de, arkadaş karısı diye hasbi geçerdim." -O. Kemal.
hasbıhâl, -li is. (hasbıhali) Ar. hasb + hâl esk. Söyleşi, sohbet: "Dayıyla yeğen arasında o uzun, o bitmez tükenmez hasbıhâllerin mevzusu neydi?" -Y. K. Karaosmanoğlu. hasbihâl etmek söyleşmek, karşılıklı konuşmak, sohbet etmek: "Üç gündür ne hasbıhâller ettik." -Ö. Seyfettin.
hasbilik, -ği is. Gönüllü ve karşılıksız iş yapma, gönüllülük: "İhtiyar bana feragat, tevazu, hasbilik felsefesini anlatıyordu." -Ö. Seyfettin.
hasebi nesebi is. Soyu sopu.
hasebiyle zf. esk. Dolayısıyla.
haseki is. Ar. hüşşe + Far. -gitar tar. 1. Osmanlı Devletinde bir görevde eskimiş olanlara verilen unvan. 2. Bostancı ocağının küçük dereceli subayları. 3. Osmanlı sarayında karavaşlar arasından seçilen padişah gözdesi.
→ hasekiküpesi, haseki suttan
hasekiküpesi is. bot. Düğün çiçeğigillerden bir süs bitkisi (Aauilegia).
haseki sultan is. tar. Padişahtan çocuğu olan karavaş.
hasenat ç. is. (hasena:t) Ar. hasenat esk. Yararlı, iyi, güzel işler.
hasep, -bi is. Ar. haseb esk. Kişisel özellik, nitelik.
haset, -di is. Ar. hased Kıskançlık, çekememezlik, günü: "Gözlerinde bir fena haset kıvılcımı, bir bayağılık yakalıyordu." -R. N. Güntekin. haset etmek kıskanmak, çekememek, günülemek.
hasetçi sf. Kıskanç.
hasetçilik, -ği is. Kıskanç olma durumu.
hasetlenme is. Hasetlenmek işi.
hasetlenmek (nsz) Kıskanmak, çekememek.
hasetli sf. Haset dolu.
hasetlik, -ği is. Haset olma durumu, hasetçi davranış, kıskançlık, günücülük.
hasıl sf. (ha:stl) Ar. lıâşil Olan, ortaya çıkan, görünen, hasıl olmak ortaya çıkmak, türemek: "Beklediği havanın hasıl olmadığını görerek yine sopasını sakladı." -R. N. Güntekin.
→ hasılıkelam
hasıla is. (haısıla) Ar. hâşila esk. Bir işten elde edilen sonuç.
hasılat is. (ha:sıla:t) Ar. hâşilat 1. Ürün. 2, Gelir, kazanç: Bu akşamki filmin hasılatı düşük.
→ gayrisafi hasılat
hasılatlı sf 1. Gelir getiren. 2. Ürün veren.
hasılı zf. (ha.sılı) Sözün kısası, kısacası: "Hasılı ne söyledikse kâr etmedi." -H. Taner.
→ hasılıkelam
hasılıkelam is. (ha:sılıkelâ:m) Ar. hâşil + kelâm esk. Sözün kısası, kısacası, özetlersek.
hasım, -smı is. Ar. haşm 1. Düşman, yağı. 2. Bir oyun, dava veya yarışta karşı taraf: "O yalnız hasmıyla değil, bütün sirk halkıyla güreşiyor." -H. E. Adıvar.
hasımca zf. Hasım gibi davranarak.
hasımlık, -ği is. 1. Hasım olma durumu. 2. Düşmanlık.
hasır (I) is. Ar. haşir 1. Saz, kabuk, yaprak vb. bir bitki maddesiyle örülmüş taban veya tavan örtüsü. 2. sf. Tamamı veya bir bölümü böyle bir örgüden yapılmış olan: "Kuş tüyü yastıklı hasır sandalyelere oturdular." -R. H. Karay.
→ hasır çelik, hasır demir, hasır otu
hasır, -sn (II) is. Ar. haşr esk. Ayırma, bir şeyi Özgü kılma.
→ hasretmek, hasrolunmak
hasıraltı is. "Bir işi isteyerek, bilerek ve haksız olarak yürütmemek, örtbas etmek" anlamındaki hasıraltı etmek deyiminde geçen bir söz: Başkan bizim projeyi hasıraltı etti.
hasırcı is. Hasır ören veya satan kimse, hasırcılık, -ğı is. Hasır örme veya satma işi.
hasır çelik, -ği is. mim. İnşaatlarda düz yüzeylere atılacak betonun içine konulan, hasır biçiminde örülmüş malzeme, hasır demir.
hasır demir is. mim. Hasır çelik.
hasırlama is. Hasırlamak işi.
hasırlamak (-i) Hasırla döşemek, üstünü hasırla örtmek.
hasırlanma is. Hasırlanmak durumu.
hasırlanmak (nsz) Hasırla döşenmek, üstü hasırla örtülmek.
hasırlı sf. 1. Hasın olan, hasırla kaplanmış olan: "Geniş hasırlı sofanın bir kenarına da biz büzüşmüşiük." -F. R. Atay. 2. is. Hasırla kaplanmış şişe.
hasır otu is. bot. Hasır otugillerden, bataklıklarda yetişen düz, İnce uzun ve dayanıklı olan yapraklan kıtık yapmaya, hasır ve zembil örmeye yarayan bir saz, su kamışı, kofa, kiliz (Typha).
hasır otugiller ç. is. bot. Su kıyılarında yetişen, örneği hasır otu olan bir bitki familyası.
hasis sf. Ar. hasis esk. 1. Cimri: "Hasis kadın tozu dumana katar, kıyameti koparır." -P. Safa. 2. mec. Bayağı, insanı küçülten, değersiz: Hasis menfaatler.
hasislik, -ği is. 1. Hasis olma durumu. 2. Hasis davranış, hasislik etmek cimrice davranmak.
hasiyet is. (ha.siyet) Ar. hâşiyyet esk. 1. Özgülük, hassa. 2. Yiyecek ve içecek için yarar, etki.
hasiyetli sf. Yararlı, etkili (yiyecek ve içecek): Hasiyetli nane şekeri.
haslet is. Ar. haslet esk. İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy.
haspa is. alay ve şaka Kızlara, kadınlara söylenen söz: "Haspa orada rahat durmamış. " -R. H. Karay.
hasret is. Ar. hasret Özlem: "Vatan ve kardeş hasretini birbirimizde gideriyoruz." -H. Taner. hasret çekmek özlem duymak: "Ada'ya gelince İstanbul'u özler ve oraya gidince Ada'ya hasret çekerdi." -A. Ş. Hisar. hasret gitmek özlemini çektiği, sevdiği bir yere veya kimseye kavuşamadan ölmek. hasret kalmak özlemek, (bir şeyin veya bir kimsenin) hasretini çekmek 1) çok özlemek: "Ben dört sene onun hasretini çektim." -A. Gündüz. 2) mec. gereksinim duyduğu hâlde o şeyi elde edememenin üzüntüsü içinde bulunmak: Dünya, barışın hasretini çekiyor.
hasretli sf. Hasreti olan, özlemli: "İstanbul'un binlerce yüreği böyle bir inmenin hasretlisiydi." -F. R. Atay.
hasretlik, -ği is. Sevilen bir şey veya kimseden ayrı kalma durumu, aynlık: Annesinin hasretliğine dayanamadı.
hasretme is. Hasretmek işi.
hasretmek, -der (-i, -e) Ar. haşr + T. etmek Bir şeyin bütününü birine, bir şeye ayırmak, vermek: "Yaşını başını almıştı, kocası başta herkes ona artık vaktini ibadete hasretmek zamanı geldiğini, daha doğrusu ahireti düşünmek saati çaldığını ima ediyordu." -H. E. Adıvar.
hasrolunma is. Hasrolunmak durumu.
hasrolunmak (nsz) Ar. haşr+ T. olunmak Bir şey bütünüyle birine verilmek, ayrılmak.
hassa is. Ar. hâssa esk. Özgülük, özellik, hasiyet: "Geçmişi incelerken de eleştiri hassamızı uyanık tutalım." -H. Taner.
→ hassa askeri
hassa askeri is. tar. Hükümdarı korumakla görevli askerî sınıf.
hassas sf. (hassa:s) Ar. hassas 1. Duyum ve duyguları algılayan: "Halıda kaybolan ayak seslerini evvela Peregrini'nin hassas kulakları sezdi." -H. E. Adıvar. 2. Çabuk duygulanan, duygun, duyar, duyarlı, içli, alıngan: "İri yarı bir adam olmakla beraber pek hassastı." -A. Gündüz. 3. Çabuk etkilenen: "Düşmanın en hassas ve mühim noktası orası idi." -Atatürk. 4. Yapımı ve bakımı özen isteyen, aksamadan çok doğru çalışan, kesin ölçüler gerektiren işlerde kullanılan (alet): Hassas terazi, hassas olmak 1) duyarlı davranmak; 2) çabuk duygulanmak: "Sanatkârlar böyle cümlelere karşı pek hassas oluyorlar." -R. N. Güntekin.
hassasiyet is. (hassa:siyet) Ar. hassâsiyyet Duyarlık: "Senelerden beri çektiğim korku bende umulmaz bir hassasiyet uyandırmıştı. " -R. N. Güntekin.
hassaslık, -ğı is. Duyarlık.
hassaten zf. (ha'ssaten) Ar. hassaten esk. Ayrıca, özellikle, bilhassa: "Bu bazı demagogların, hassaten, seçim propagandalarında kullandığı boş laflardan biri değildir. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
hasse is. Patiska.
hassiyum is. kim. Atom numarası 108, atom ağırlığı 269 olan, 25 °C'de katı olduğu, gümüş renginde veya gri renkte olduğu tahmin edilen yapay bir element (simgesi Hs).
hasta sf. Far. haste 1. Sağlığı bozuk olan, esenliği yerinde olmayan, hastalanmış, rahatsız: "Annem o evin önü sofalı bir odasında hasta yatıyordu." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Aşırı düşkün, tutkun: Maç hastası. 3. argo Parasız, züğürt. 4. tkz. Zihinsel yetenekleri bozulmuş olan. hasta etmek hasta olmasına yol açmak, hasta ol benim için, öleyim senin için kişi kendisi için bir fedakârlıkta bulunan kimseye karşı sırası geldiğinde daha büyük fedakârlıkta bulunur. hasta olmak (veya düşmek) hastalanmak. (bir şeyin) hastası olmak bir şeye çok düşkün olmak.
→ hasta bakıcı, hastane, ağır hasta, akıl hastası, kalp hastası, ruh hastası, sinir hastası
hasta bakıcı is. Hekimin tedavi ile ilgili buyruklarını yerine getirip hastaya bakan, hemşirelere yardım eden kimse: "Üç hademe, ebe, hasta bakıcı merdivenin orta sahanlığında sıkışmışlar, sedyeyi çevirmeye çalışıyorlar."-M. Ş. Esendal.
hasta bakıcılık, -ğı is. 1. Hasta bakıcı olma durumu. 2. Hasta bakıcının işi.
hastahane is. bk. hastane.
hastalandırma is. Hastalandırmak işi veya biçimi.
hastalandırmak (-i) Hasta etmek, hastalanmasına sebep olmak.
hastalanış is. Hastalanma işi veya biçimi.
hastalanma is. Hastalanmak işi.
hastalanmak (nsz) Sağlığı bozulmak, esenliği yerinde olmamak, rahatsızlanmak, hasta olmak: "Hastalanınca Rabia onun odasına girip çıkmaya başladı." -T. Buğra.
hastalık, -ğı is. 1. Organizmada birtakım değişikliklerin ortaya çıkmasıyla sağlığın bozulması durumu, rahatsızlık, çor, dert, sayrılık, illet, maraz, maraza, esenlik karşıtı: "Hastalıktan, doktordan oldum bittim korkarım. " -H. Taner. 2. Ruh sağlığının bozulması durumu. 3. Bitkilerin yapılarında görülen bozukluk: Filoksera, bağ hastalıklarının en korkuncudur. 4. mec. Aşırı düşkünlük, tutku: Temizlik hastalığı, hastalık almak (veya kapmak veya hastalığa tutulmak) bulaşıcı bir hastalığa yakalanmak.
→ hastalık tablosu, ağır hastalık, amansız hastalık, bulaşıcı hastalık, ince hastalık, mavi hastalık, zührevi hastalık, Behçet hastalığı, büyüklük hastalığı, damla hastalığı, deli dana hastalığı, fil hastalığı, göğüs hastalığı, mantar hastalığı, paçavra hastalığı, peri hastalığı, sedef hastalığı, sinir hastalığı, şap hastalığı, şeker hastalığı, uyku hastalığı, zamk hastalığı, iç hastalıkları, kadın hastalıkları
hastalıklı sf. Vücut direnci az olan, çabuk hastalanan, mariz: "Memleketine gitmeye can atan bu hastalıklı, cılız Memo'nun meteliği yoktu. " -S. F. Abasıyanık.
hastalık tablosu is. tıp Hastanın yatağının başında bulunan ve hastalığın seyrini gösteren levha.
hastane is. (hasta:ne) Far. haste + hâne Hastaların yatırılarak tedavi edildikleri sağlık kurumu, hastaneye kaldırmak (veya yatırmak) tedavi amacıyla hastaneye götürmek.
→ seyyar hastane, akıl hastanesi, ilk yardım hastanesi
hastanelik, -ği sf. Hastaneye kaldırılacak durumda olan: Hastanelik bir hasta, hastanelik etmek birini aşırı derecede dövmek. hastanelik olmak 1) hastanede tedavi görmeyi gerektirecek kadar hastalanmak: "Şu son turnuvada dört futbolcu hastanelik olmuş. " -H. Taner. 2) çok dayak yemek: Çıkan kavgada beş kişi hastanelik oldu.
hastel is. Fr. hostel Daha ziyade gençlerin ve araştırmacıların konaklaması için yapılmış ve belirli kurallara göre yönetilen ucuz tesisler.
has un is. Kepeğinden bütünüyle ayrılmış birinci sınıf un.
hasut, -du sf. (-su:du) Ar. hasüd esk. Kıskanç: "Bu hasutların dedikodularına inanmak caiz mi?" -P. Safa.
haşa ünl. (ha:şa:) Ar. hâşâ 1. Bir durum veya davranışın kesinlikle kabul edilmediğini anlatan bir söz: Siz böyle söylemişsiniz. Haşa! ben öyle söylemedim. 2. Dine aykın görülen bir ihtimalden söz edilirken kullanılan bir söz. haşa huzurdan (veya huzurunuzdan) uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileği anlatan bir söz: Haşa huzurdan, o hayvan gibi davrandı. haşa sümme haşa "öyle olmasına ihtimal yok, öyle değildir" anlamında kullanılan bir söz.
haşarı sf. 1. Çok yaramaz, ele avuca sığmayan (çocuk): "Ben azami derecede haşarı ve uçarı bir çocuktum." -Y. K. Beyatlı. 2. Huysuz, azgm (hayvan).
haşarıca sf. (haşarı'ca) 1. Biraz haşarı. 2. zf. Haşarıya yakışır biçimde, haşarı gibi.
haşarılaşma is. Haşarılaşmak işi.
haşarılaşmak (nsz) Haşarı davranışlarda bulunmak.
haşarılık, -ğı is. 1. Haşarı olma durumu: "Bize misafirliğe gelmiş olan haşarılığı ile meşhur genç bir akraba." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Haşarıca davranış.
haşat sf. argo 1. Darmadağınık, işe yaramaz, bozuk, kötü. 2. Yorgun, bitkin, haşat etmek 1) bozmak, kullanılmaz duruma getirmek; 2) birini dövmek, perişan etmek, aşırı ölçüde hırpalamak, haşat olmak 1) bozulmak, kullanılamaz duruma gelmek; 2) yorulmak, perişan olmak, haşatı çıkmak 1) bozulmak, işe yaramaz duruma gelmek; 2) çok yorulmak, bitkinleşmek.
haşefe is. Ar. fıâşefe bot. esk. Başçık.
haşerat ç. is. (haşera:t) Ar. haşerât 1. Böcekler. 2. mec. Değersiz ve zararlı kimseler.
haşere is:'Ar. haşere zool. Böcek.
haşhaş is. Ar. haşhaş bot. Gelincikgillerden, kapsüllerinden afyon, tohumlarından yağ çıkarılan bir yıllık ve otsu bir kültür bitkisi (Papaver somniferum).
→ haşhaşhane, haşhaş yağı
haşhaşhane is. (haşhaşha:ne) Ar. haşhaş + Far. hâne esk. Haşhaşın işlendiği yer.
haşhaş yağı is. Haşhaştan çıkarılan ve yiyecek olarak kullanılan yağ.
haşıl is. hlk. Dokumacılıkta kullanılan unlu veya çirişli sıvı.
haşıllama is. Haşıllamak işi.
haşıllamak (-i) hlk. Dokumayı unlu veya çirişli sıvıya batırmak.
haşırdama is. Haşırdamak işi.
haşırdamak (nsz) Kâğıt, kolalı kumaş vb. sert şeyler birbirine sürtünürken kaim ve boğuk ses çıkarmak.
haşır haşır zf. Haşır huşur.
haşır huşur zf. Sert ve kuru şeyler haşırdayarak, haşırtılı ses çıkararak, haşır haşır.
haşırtı is. Haşırdarken çıkan ses.
haşırtılı sf. Haşırtısı olan, haşırdayan.
haşin sf. (haşi:n) Ar. haşin Sert, kırıcı, gönül kırıcı: "Bu ağlamayacak kadar keskin, sert, haşin çocuk yüzü birdenbire bir yağmur gibi ağlamaya başladı." -S. F. Abasıyanık.
haşinleşme is. Haşinleşmek işi.
haşinleşmek (nsz) Sertleşmek, gönül kırıcı davranışlarda bulunmak.
haşinlik, -ği is. Haşin olma durumu, haşin davranış.
haşir, -şri is. Ar. haşr esk. 1. Toplanma, bir araya gelme. 2. din b. Kıyamet gününde ölülerin diriltilip mahşere çıkarılması: Haşre kadar beklesen, bu iş olmaz.
→ haşir neşir
haşir neşir is. Kaynaşma, bir arada olma. haşir neşir etmek kaynaştırmak, bir arada bulundurmak: "Bir rüzgâr gibi alıp bunların arasına atar, beni bunlarla haşir neşir ederdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. haşir neşir olmak kaynaşmak, bir arada bulunup uğraşmak: "Onlar, yüksek sosyete ile haşir neşir olduklarından insanları dürbünün tersinden seyreder gibi küçük, küçücük görmeye çoktan alışmışlardı." -H. Taner.
haşiş is. Ar. haşiş esk 1. Hint kenevirinden çıkarılan esrar. 2. Kuru ot.
haşiv, -şvi is. Ar. haşv esk 1. Doldurma. 2. ed. Yazıyı veya konuşmayı gereksiz ayrıntılarla uzatma.
haşiye is. (ha:şiye) Ar. haşiye Bir yazı sayfasının altına, metnin herhangi bir noktasıyla ilgili olarak yazılan açıklama, dipnot.
haşlak, -ğı sf Kızgın, kaynar, çok sıcak: "Fakat kendisini iki çatık kaşın altında parlayan iki hiddetli göz karşıladı. Sevincinin ü-zerine haşlak sular döküldü." -A. Gündüz.
haşlama is. 1. Haşlamak işi. 2. Haşlanarak pişirilen şey: "Ben incikyerinin haşlamasını severim." -B. Felek.
haşlamak (-i) 1. Bir şeyi kaynar suya daldırmak: Sebze haşlamak. 2. Bir şeyin üstüne kaynar su dökmek. 3. Suda kaynatarak pişirmek: "Nine, yolda yerim diye iki yumurta başladıydı teyze." -H. E. Adıvar. 4. Kaynar sıvı bir şeyi yakmak: Kaynar su ayağımı haşladı. 5. Don, kırağı için bitkilere zarar vermek. 6. Dalamak: Böcek çocuğun bacağını haşlamış. 7. Sızı vermek, acı vermek: "Omuzlarına kadar vücudun derisini haşlayan bayıltıcı yanma acısı ve dehşeti çok sürmedi." -P. Safa. 8. mec. Sertçe paylamak, azarlamak: "Recep'i kenara çekip fena hâlde haşladılar." -S. F. Abasıyanık.
haşlamlılar ç. is. zool. Bir hücrelilerden, vücutlarında hareketi sağlayan kirpiğimsi titrek tüyleri veya beslenme işini gören çekmeleri olan, çoğu sularda yaşayan ve sadece mikroskopla görülebilen hayvanlar sınıfı.
haşlanış is. Haşlanma biçimi.
haşlanma is. Haşlanmak işi.
QQQ
karşısında konuşan kimse, konuşmacı. 2. Bir topluluk karşısında etkili, açık, düzgün konuşarak düşüncesini anlatmada, duygusunu aşılamada yetenekli kimse: "Bu genç doktor, birçok meslektaşları gibi, biraz da hatipti." -Ö. Seyfettin. 3. din b. Cuma ve bayram namazından önce camilerde hutbe okuyan kimse.
hatiplik, -ği is. Hatip olma durumu: "Tatil saatlerinde hatiplik idmanları yapardık." -F. R. Atay.
hatmetme is. Hatmetmek işi.
hatmetmek, -der Ar. hatm + T. etmek 1. Kur'an'ın tamamını okumak. 2. Herhangi bir kitabı baştan sona kadar tekrar tekrar okumak: "Kim bilir kaç haftadır yüzlerce sayfayı hatmedip durdu." -P. Safa. 3. (-i) esk. Sona erdirmek, bitirmek.
hatmi is. Ar. hatmi bot. Ebegümecigillerden, bazı cinslerinin kök ve çiçekleri hekimlikte kullanılan çok yıllık otsu bir süs bitkisi, ağaç küpesi (Althaea offıcinalis): "Ey tahta perdenin üzerinden aşan hatmi." -O. V. Kanık.
→ gülhatmi
hatta bağ. (ha'tta:) Ar. hattâ 1. Bile, hem de. 2. zf. Üstelik, ayrıca: "Dördü de buna inanmak istiyor, hatta için için inanıyorlardı." -T. Buğra.
hattat is. Ar. hattat 1. Çok güzel el yazısı yazan sanatçı. 2. Mesleği hattatlık olan kimse.
hattatlık, -ğı is. 1. Hattat olma durumu. 2. Hattat sanatı.
hattıhareket is. (ha'ttıhareket) Ar. hatt + hareket esk. Tutulan yol, tutulacak yol, davranış, tutum.
hatun is. (ha:tun) 1. Kadın. 2. Bayan, hanım: Emine hatun. 3. Eş, zevce. 4. tar. Yüksek makamdaki kadınlara ve hakan eşlerine verilen unvan: Bağdat hatun.
→ hatun kişi, güzelhatun çiçeği
hatun kişi is. (ha:tun kişi) Kadın: "îfakat Hanım ufacık tefecik, tostoparlak, köstebek misali bir hatun kişi." -H. Taner.
hav (I) is. Ar. hav Kadife, çuha, yün vb.nin yüzeyindeki ince tüy: "Koltuk kadifesinin havı dökülmüş, kimi yeri öylesine kirlenmiş ki muşambaya dönüşmüş." -O. Rifat.
hav (II) is. Köpeğin çıkardığı ses.
hava is. Ar. hevâ 1. Hava yuvarını oluşturan, bütün canlıların solunumuna yarayan, renksiz, kokusuz, akışkan gaz karışımı. 2. Meteoroloji ile ilgili olayların bütünü: "Hava biraz bozukçaydı, dışarıda serin bir yağmur çiseliyordu." -M. Ş. Esendal. 3. Canlılar üzerindeki etkisine göre hava yuvarının durumu: "Havanın üşütecek kadar serinlemiş olmasına göre sabah yakın." -R. N. Güntekin. 4. Gökyüzü: Havada bir tek bulut yok. 5. Çevreyi kuşatan boşluk: Tozlar havada uçuşuyordu. 6. Esinti: Bugün hava o-lursa, yelkenli kalkacak. 7. Müzik parçalarında tür: "Kâğıthane havası tutturur, bahriye çiftetellisi çalardık." -S. F. Abasıyanık. 8. Müzik aletlerinden çıkan ses perdesi. 9. Görünüş, davranış, söz vb. için bir kimsenin durumunu belirten özellik: "Buna rağmen öyle kibar ve asil havası vardır ki, bu damga bile onu çirkinleştiremez, inadına daha bir uçarı, daha bir sevimli yapar." -H. Taner. 10. Tarz, üslup: "Namık Kemal'e, Tevfik Fikret'e başarılı nazireler yazmıştır. Onların diliyle, onların sesiyle, onların havasıyla..." -Y. Z. Ortaç. 11. Durum, ortam, çevre, muhit, atmosfer, ambiyans: "Bugünlük, bu masal havası içinde onunla beraber yaşamalıyız."-S. F. Abasıyanık. 12. Sonuçsuz, anlamsız, boş durum, davranış, söz: Bu sözlerin sonu hava. 13. Çekicilik, albeni, alım, cazibe: Kadın güzel değil, ama havası var. 14. mec. Keyif, âlem: Onu kendi havasına bıraksak, çalışmaz, hava açmak (veya açılmak) bulutlar dağılmak, (biri) hava almak 1) açık havada gezmek: "Biraz hava almak için niye Hürriyet tepesine kadar bir gezinti yapmasınlar?" -A. Gündüz. 2) argo umduğunu bulamamak, hiçbir şey kazanmamak; 3) ferahlamak, açılmak, hoş vakit geçirmek: "Hava alalım diye beni bir akşam bir yazlık bahçeye götürdüler." -B. Felek. (bir şey) hava almak içine hava girmek. hava atmak herhangi bir üstünlüğünden dolayı şişinmek, caka yapmak, hava basmak 1) hava vermek; 2) argo büyüklenmek, gururlanmak, hava bozmak havada yağmur, kar, dolu veya fırtına başlamak: "Hava birden bozmuş, daha doğrusu poyraza çevirmişti." -S. F. Abasıyanık. hava bulanmak yağmur yağacak duruma gelmek. (her biri başka bir) hava çalmak her biri, birbiriyle çelişen, birbirine uymayan davranış ve düşüncede bulunmak, hava çarpmak iklim ve rüzgâr olumsuz etkilemek, hava değiştirmek iklimi değişik bir yere gidip bir süre oturmak: "Hekimleri Seniha'ya biraz yer ve hava değiştirmeyi, biraz kırlarda ve denizlerde gezip eğlenmeyi tavsiye ettiler. " -Y. K. Karaosmanoğlu. hava dona çekmek hava suları donduracak kadar soğumak. (birine göre) hava hoş "bir şeyin olmasıyla olmaması arasında fark yok" anlamında kullanılan bir söz. hava iyi (veya fena) esmek ortamla ilgili her türlü şart uygun (veya kötü) durumda olmak, hava kaçırmak 1) nesneler için içindeki havayı tutamayıp dışarıya vermek; 2) yellenmek, hava kapanmak gökyüzü bulutlarla örtülmek. hava kararmak 1) güneşin batmasıyla ortalık kararmak: "Hava iyice kararmış, caddenin bütün elektrikleri yanmıştı." -P. Safa. 2) gökyüzü iyice bulutlanmak, hava patlamak den. fırtına çıkmak: "Hava patlamışken, dalgalarla yumruk yumruğa boğuşan bir adamın yazgısını paylaştın mı?" -Z. Selimoğlu. hava vermek 1) tekerlek vb. cisimleri hava ile şişirmek, şişkinliğini artırmak, hava basmak; 2) tıp akciğerlere basınç altında hava veya oksijen doldurmak, hava yapmak 1) kalorifer peteğinde sıvının yerine hava dolmak; 2) mec. böbürlenmek, havada kalmak 1) yerden yüksekte bulunmak: Masanın bir ayağı kısa olduğundan havada kalıyor. 2) mec. sonuca ulaşmamak: "Yine de bir öğretmenin iyi niyetinin, ilgisinin böyle havada kalışından acı duydu." -A. Ağaoğlu. 3) mec. bir iddia dayanaksız olduğundan kanıtlanmamak, havadan sudan (konuşmak) gelişigüzel, dereden tepeden (konuşmak): "Havadan sudan konuştuk bir süre." -Y. Z. Ortaç, havalara uçmak çok sevinmek: "Buna pek sevinmişti, oğlum memur oldu, diye havalara uçuyordu." -E. Bener. havan batsın fiyakan bozulsun, böbürlenmen boşa çıksın, havanın gözü yaşlı nerede ise yağmur yağacak, havası olmak bir kimsenin albenisi veya cana yakınlığı olmak, (birinde bir kimsenin) havası olmak o kimseye benzemek, o kimseyi hatırlatmak: Onda babasının havası var. havasına uymak 1) bulunduğu çevre ve ortamı benimsemek; 2) birinin huyunu almak, havasım almak 1) kalorifer peteğinde oluşan havayı boşaltarak sıvı maddenin dolmasını sağlamak; 2) mec. birinin eli boş çıkmak; 3) mec. birini sakinleştirmek, (biri) havasını bulmak keyiflenmek, neşelenmek, havaya girmek 1) hazır olmak; 2) kibirlenmek, havaya gitmek hiçbir şeye yaramamak, boşa gitmek, havaya pala (veya kılıç) sallamak boşuna, gereksiz çaba harcamak, havaya savurmak gereksiz yere harcamak, havaya uçmak 1) patlama dolayısıyla zarar görmek; 2) mec. havaya gitmek, havayı bozmak bir topluluğun keyfini kaçırmak: "Şirket kurulalı beri Nihat kadar ticarethanenin havasını bozan bir memur gelmemişti." -H. E. Adıvar.
→ hava akımı, havaalanı, hava atışı, hava basıncı, hava bilgisi, hava birliği, hava boşaltma makinesi, hava boşluğu, havacıva, hava değişimi, hava deliği, hava durumu, hava düzenleyicisi, hava gazı, hava haritası, hava hukuku, hava indirme, hava kanalı, hava kapağı, hava kesesi, hava köprüsü, hava kuvvetleri, hava küre, havalimanı, hava meydanı, hava mili, hava musluğu, hava oyunu, hava parası, hava raporu, hava sahası, hava süzgeci, hava şartları, hava tahmini, hava taşı, hava taşıtı, hava tebdili, hava ulaşımı, hava üssü, hava yastığı, hava yastıklt, hava yolu, hava yuvarı, abuhava, açık hava, açık hava müzesi, açık hava sineması, açık hava tiyatrosu, ağır hava, kapalı hava, kesik hava, kırık hava, kuru hava, limoni hava, soğuk hava, soğuk hava deposu, tebdilihava, uzun hava, ağzı havada, başı havada, bar havası, bayram havası, bozum havası, dağ havası, gelin havası, göbek havası, kaşık havası, matem havası, memleket havası, oyun havastı, yayla havası, zeybek havası
hava akımı is. meteor. Değişik sebeplerle atmosferde havanın yer değiştirmesi.
havaalanı is. Uçakların kalkıp inmesi için yapılmış düz, açık ve asfaltlanmış geniş yer, uçak alanı.
hava atışı is. sp. 1. Basketbolda hakemin iki takımdan birer oyuncunun arasında topu havaya atarak oyunu başlatması. 2. Futbolda hakemin duraklayan oyunu iki takımdan birer oyuncunun arasında havaya topu atarak başlatması.
hava basıncı is. fiz. Yer yuvarını çevreleyen havanın yeryüzündeki bir alana uyguladığı kuvvet.
hava bilgisi is. meteor. Meteoroloji.
hava birliği is. ask. Hava kuvvetleri içinde yer alan askerî birlik.
hava boşaltma makinesi is. Boşaltaç.
hava boşluğu is. fiz. Yeryüzündeki engebelerin havada doğurduğu yoğunluk farkları.
havacı is. ask. 1. Hava taşıtlarında görevli kimse. 2. Hava kuvvetlerine bağlı asker: "Romanımızı Türk havacılarına armağan edeceğiz." -A. Gündüz.
havacılık, -ğı is. 1. Havacı olma durumu. 2. Havacının yaptığı iş, havada uçma tekniği. 3. Hava seferlerini ve bu konu ile ilgili teknikleri inceleyen bilim dalı: Havacılık kürsüsü.
havacıva is. 1. bot. Sığırdiligillerden, Akdeniz bölgesinde yetişen ve köklerinden kırmızı boya elde edilen çok yıllık otsu bir bitki (Alkanna tinctoria). 2. tkz. Değer ve önemi olmayan, boş şey: Bu iş havacıva.
havadan sf. 1. Boş, değersiz: Havadan sözler. 2. zf. Emeksiz, açıktan: Havadan para kazanıyor. havadan sudan konuşmak önemsiz konular üzerine konuşmak.
→ havadan cıvadan
havadan cıvadan zf. Boş, önemsiz şeyler üzerine: "... bir mektup aldım; rahatından, saadetinden, bebeğinden, havadan cıvadan bahsediyordu." -A. Gündüz.
havadar sf. Ar. hevâ + Far. -dar Havası bol, temiz olan (yer), yeleken, yeleç.
hava değişimi is. 1. Hastaların daha çabuk iyileşmesi, yorgunlukların giderilmesi vb. amaçlarla yapılan çevre değişikliği, tebdilihava. 2. astr. Havanın kapanması, açması, ısınması, soğuması vb. değişimlerin genel adı.
hava deliği is. Bir şeyin İçindeki havanın yenilenmesine yarayan delik.
havadis is. (havaıdis) Ar. lıavâdiş; hâdişe'nin çokluk biçimi (Türkçede teklik olarak kullanılır) İlgi ile karşılanabilecek haber: "İstanbul'dan bugünlerde garip havadisler alıyoruz. " -H. E. Adıvar.
hava durumu is. meteor. Meteoroloji ile ilgili olayların bütünü, hava raporu.
hava düzenleyicisi is. tek. Kapalı yerlerde sıcaklık yönünden istenilen hava şartlarını sağlayan araç.
hava gazı is. 1. Maden kömüründen çıkarılan, yakılarak ışık veya ısı sağlanan gaz: "Her tarafa borular döşetti. Hava gazı, su, elektrik getirtti." -H. Taner. 2. argo Boş laf, önemsiz şey.
→ hava gazı beki, hava gazı fırını, hava gazı sayacı
hava gazı beki is. Hava gazı ile çalışan lambanın ucu.
hava gazı fırını is. Hava gazı ile çalışan fırın.
hava gazı sayacı is. Gaz sayacı.
hava haritası is. meteor. Hava durumlarının işlendiği özel yeryüzü haritası.
hava hukuku is. huk. Havada ulaşımı düzenlemek için konulmuş hukuk kurallarının bütünü.
havai sf. (hava:i:) Ar. hevâ 'i 1. Hava ile ilgili, havada bulunan. 2. is. Açık mavi renk. 3. Bu renkte olan: "Havai gözlük camlarının arkasından insana tatlı tatlı bakan iri kara gözleri vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. mec. Ciddi olmayan, ciddi işlerle uğraşmayan, ciddi işler yapmayan, dilediği gibi davranan, uçan, hoppa, yeleme. 5. mec. Değersiz, boş: "Ne yapıp yapmış bu havai konuşmayı bir röportaj şekline sokmak yolunu bulmuştu." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ havai fişek, havai hat, havai mavi
havai fişek, -ği is. 1. Gece yapılan törenlerde yakılarak havaya uçurulan, renkli ışıklar saçan fişek. 2. ask. Geceleyin düşman bölgelerini aydınlatmak amacıyla kullanılan fişek.
havaî hat, -ttı is. Maden işletmeciliği, haberleşme, dağcılık vb. alanlarda ulaşımı sağlamak için bir hat boyunca dikilmiş direkler arasına gerilen tel, yol.
havailik, -ğî is. (hava.i.lik) Havai olma durumu, uçarılık, hoppalık.
havai mavi is. 1. Göğün rengi, açık mavi. 2. sf. Bu renkte olan.
hava indirme is. ask. Hava kuvvetlerine ait birliklerin hava yoluyla gerçekleştirdiği harekât.
havaiyat ç. is. (hava:iya:t) Ar. hevâ 'iyyât esk. Boş, değersiz iş ve sözler.
hava kanalı is. Havayı bir yerden başka bir yere iletmekte kullanılan kanal, boru.
hava kapağı is. Bir kanaldan geçen havanın niceliğini ayarlayan kapak.
hava kesesi is. anat. 1. Balıkların aşağı ve yukarı inip çıkmalarını sağlayan, hava ile dolup boşalan kese. 2. Kuşlarda vücudun çeşitli yerlerinde bulunan ve akciğere bağlı olan boşluklar. 3. Birçok böceklerde trake boruları üzerinde yer almış olan hava dolu şişkinlikler.
hava köprüsü is. Zorunlu durumlarda iki şehir veya ülke arasında hava yoluyla sağlanan sürekli ulaşım.
hava kuvvetleri ç. is. ask. Ülkenin havadan savunulmasını sağlamak için uçak, helikopter, balon vb. araçlardan ve bunlarla ilgili yer hizmetlerinden, kuruluşlarından oluşturulan teşkilat.
hava küre is. Hava yuvarı.
havalandırıcı is. tek Kapalı bir yerin sürekli ve doğal olarak havalandırılmasını sağlayan alet veya düzen.
havalandırılma is. Havalandırılmak işi.
havalandırılmak (nsz) Havalandırma işi yapılmak.
havalandırma is. 1. Kapalı bir yerin havasını değiştirmek amacıyla dışarıdan temiz hava girişini veya çeşitli araçlarla hava akımını sağlama işlemi. 2, Herhangi bir şeyi açık havada bir süre bırakma.
→ mutfak havalandırması
havalandırmacı is. Havalandırma işini yapan görevli kimse.
havalandırmak (-i) Kapalı bir yerin pencere ve kapılarını açarak havalanmasını sağlamak: "Üç ayda bir tozunu alıp havalandırmak için uğradıkları evlerine..." -R. H. Karay.
havalandırmalı sf. 1. Havalandırması olan. 2. Havalandırma cihazı bulunan.
havalanma is. Havalanmak işi.
havalanmak (nsz) 1. Temiz hava alması sağlanmak, havası değiştirilmek: Oda her gün havalanmak. 2. Yerden ayrılıp göğe uçmak: "Kuş biraz havalanıp başka bir kayaya kadar güçlükle, zorlukla uçtu." -S. F. Abasıyanık. 3. Bir şey hava akımıyla yer değiştirmek. 4. mec. Kibirli, gururlu, çalımlı davranışlarda bulunmak. 5. mec. Yerinde oturamaz duruma gelmek. 6. mec. Beğenilmeyen davranışlarda bulunmak.
havale is. (havatle) Ar. havale 1. Bir işi bir başkasının sorumluluğuna bırakma, ısmarlama, devretme: Bütün belgelerin bakanlığa havalesi gerekiyor. 2. Banka, postane vb. aracılığıyla gönderilen para: Ay başında havaleyi postaneye yatırdım. 3. Postane, banka vb. aracılığıyla para gönderildiğinde gönderenle alacak olanın adları ve para miktarı yazılı kâğıt, havale kâğıdı, havalename. 4. tıp Gebelerde, küçük çocuklarda görülen bir çeşit çırpınmalı, bazen ateşli de olabilen hastalık. 5. Bir arsayı çevirmek, kapamak için çekilen perde veya duvar: "Bu ufacık binayı bahçe ve bostan, ahır ve selamlık gibi müştemilatından birtakım duvarlar, bölmeler, havalelerle öyle bir ayırtmış..." -Y. K. Karaosmanoğlu. 6. Yüksek ve büyük bir görünüşü olma. havale etmek 1) bir şeyin alınmasını, yapılmasını bir kimseye bırakmak, ısmarlamak, devretmek: "Mahkemeye havale edeceğim, orada bülbül gibi söylersin." -Ö. Seyfettin. 2) yollamak, göndermek, havale gelmek 1) postane veya banka yoluyla para gelmek; 2) gebe ve çocuklara çoğu zaman bayılma, yüksek ateşle beraber çırpınma krizleri gelmek, havale göndermek (veya yollamak) postane, banka vb. aracılığıyla birine para ödemesini sağlamak: Posta ile beş milyon liralık bir havale gönderdim.
→ havalename
havaleli sf. 1. Havalesi olan. 2. Gereğinden çok yüksek, yıkılacak gibi olan: Eşya havalelidir, arabacı dikkat etsin. Bu dolap pek havaleli, hoşuma gitmedi.
havalename is. (hava:lena:me) Ar. havale + Far. nâme esk. Havale.
havalı sf. 1. Herhangi bir nitelikte havası olan: "O murdar kokulu, ağır havalı yere..." -H. E. Adıvar. 2. İyi, temiz hava alan, havadar. 3. mec. Bir işi gereğince benimsemeyen, önemsemeyen. 4. mec. Göz alıcı, çekici, albenisi olan: Havalı kız. 5. mec. Kibirli, çalımlı, gururlu. 6. tek. Sıkıştırılmış hava ile çalışan (alet vb.).
→ havalı direksiyon, havalı fren
havalı direksiyon is. tek. Motorlu bir taşıtın direksiyon sisteminin hidrolik düzen ile kolayca hareket sağlayabilmesi özelliği veya durumu.
havalı fren is. Hava basıncı ile yönetilen pistonlu fren.
havali is. (hava:li:) Ar. havali Yöre: "Şimdi o havalinin belki dünyanın en güzel, en nadir ve en cins güvercinlerine o sahipti." -Y. K. Karaosmanoğlu.
havalimanı is. 1. Şehirler veya özellikle ülkeler arası hava yolu ulaşımı için gerekli teknik ve ticari kuruluşların bütünü. 2. Bu altyapının yerleştirilmesini, işletilmesini ve geliştirilmesini sağlayan kuruluş.
hava meydanı is. Havalimanı.
hava mili is. 1852 m'lik uzunluk ölçüsü.
hava musluğu is. Radyatörlerde oluşan havanın dışarı atılmasını sağlayan musluk.
havan is. Far. hâven 1. İçinde bir şey dövüp ufalamaya yarayan, tahta, taş, maden veya plastikten yapılan kap. 2. ask Havan topu. 3. esk. Tütün kıyma makinesi, havan dövücünün hınk deyicisi başkasına yardım edecek veya yüreklendirecek gücü olmadığı hâlde öyle görünüp yardakçılık eden. havanda su dövmek boşuna uğraşmak.
→ havaneli, havan topu
havaneli is. Havanda bir şeyi dövmeye yarayan tokmak.
havan topu is. ask. Üstün atış gücüne sahip bir çeşit kısa namlulu top.
hava oyunu is. tic. Bir mal fiyatının yükseleceği umuduyla o maldan, sözde ileride teslim alınmak üzere, bir parti satın almak ve vakti geldiğinde bu malın değerine göre fiyat farkını satıcıdan almak veya ödemek şeklinde girişilen bir çeşit talih oyunu.
hava parası is. tic. Bir yeri kira İle tutabilmek için sahibine veya çoğunlukla içindeki kiracıya açıktan verilen para, peştamallık.
hava raporu is. meteor. Hava durumu.
havari is. (havaır'v.) Ar. havari esk. 1. Yardımcı. 2. Hz. İsa'nın öğüt ve inançlarını yayma işiyle görevlendirdiği on iki yardımcısından her biri. 3. mec. Bağlı olduğu önderinin düşünce ve inançlarını yayan kimse.
havarilik, -ği is. Havarinin işi veya görevi.
havas (I) ç. is. (hava:s) Ar. havâşş esk. 1. Nitelikler, özellikler. 2. Kendilerini halktan ayn ve üstün sayan, kendilerinde bir çeşit ayrıcalık gören kimseler, avam karşıtı.
havas (II) ç. is. (havaıs) Ar. havâss esk. Duyumlar, duygular.
hava sahası is. huk. Bir devletin yalnız kendisinin kullanma hakkı olduğu, başka, devletlerin ancak ilgili devletten izin alarak yararlanabileceği gökyüzü parçası.
havasız sf. 1. Havası olmayan, hava almayan. 2. Havası iyi veya yeterli olmayan. 3. mec. Göz alıcı, çekici olmayan.
havasızlık, -ğı is. Havasız olma durumu.
hava süzgeci is. Otomobillerde motora ve hava kompresörüne giden havayı süzmeye yarayan alet.
hava şartları ç. is. Hava durumu.
hava tahmincisi is. meteor. Havanın gelecek gün veya hafta içindeki durumunu birtakım verilere dayanıp yaklaşık olarak ortaya koyan ve bunu haber kanallarına ileten kimse, meteorolog.
hava tahmini is. meteor. Çeşitli araç ve aygıtlardan yararlanılarak yapılan İncelemeler sonunda bulunulan yerde veya geniş bir bölgede gelecek gün veya günlerdeki havanın nasıl olacağım belirleme.
hava taşı is. astr. Gök taşı.
hava taşıtı is. Hava taşımacılığında kullanılan her türlü araç.
hava tebdili is. Hava değişimi.
hava ulaşımı is. Hava yolu ulaşımı.
hava üssü is. ask. Askerî havacılıkla ilgili plan ve programları düzenleyen merkez.
hava yastığı is. Taşıtlarda kazanın neden olacağı zararları azaltmaya yönelik hava basınçlı yastık.
hava yastıklı sf. Hava yastığı olan.
hava yolu is. Hava taşıtlarının uçuş sırasında izlemeye zorunlu oldukları yol. hava yolu ile uçakla.
→ havayolu ulaşımı
hava yolu ulaşımı is. Hava taşıtlarıyla yolcu, yük vb. taşıma işi.
hava yuvarı is. astr. Yer yuvarını kuşatan çeşitli gaz katmanlanndan oluşan örtü, atmosfer.
havhav is. Çocuk dilinde köpek.
havi sf. (ha:vi:) Ar. hâvi esk. İçinde bulunduran, kapsayan, havi olmak içinde bulundurmak, içine almak, kapsamak, içermek.
havil, -vli is. Ar. hevl Korku.
havlama is. Havlamak işi.
havlamak (nsz) Köpek bağırmak, ürümek: "Ardından yüz köpek havlamayan kurt, kurt değildir." -Atasözü.
havlanma is. Havlanmak durumu.
havlanmak (nsz) Üzerinde hav oluşmak.
havlatma is. Havlatmak işi.
havlatmak (-i) Havlamasına sebep olmak.
havlayış is. Havlama işi veya biçimi.
havlı sf. Havı olan: Havlı kumaş.
havlıcan is. Far. havlencân bot. Zencefilgillerden, aynı adla anılan kök saplan baharat olarak kullanılan güzel kokulu bir bitki (Galanga offıcinalis).
havlu is. Vücudun çeşitli yerlerinin kurulanmasına yarar dokuma bez: Yüz havlusu. Hamam havlusu, havlu atmak 1) sp. antrenör sporcusunun karşılaşmayı terk ettiğini bildirmek için ringe havlu fırlatmak; 2) başarısızlığını kabul edip mücadeleyi bırakmak, pes etmek.
→ ayak havlusu, banyo havlusu, baş havlusu, el havlusu, mutfak havlusu, plaj havlusu, yüz havlusu
havlucu is. Havlu dokuyan veya satan kimse.
havluculuk, -ğu is. Havlu dokuma veya satma işi.
havluluk, -ğu is. 1. Havlu asmak için özel olarak yapılmış araç, havlu asacağı. 2. Banyolarda havluların konulduğu küçük dolap. 3. sf. Havlu yapmaya elverişli olan, özel dokunuşlu pamuklu (kumaş).
havra is. (ha'vra) İbr. hebhrah 1. din b. Sinagog. 2. mec. Çok gürültülü yer: "Madrid'de kahvehaneyi gördüm ki havradır / Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır." -Y. K. Beyatlı.
havsala is. Ar. havsala esk. 1. Kuş kursağı. 2. anat. Leğen. 3. mec. Zihnin bir şeyi anlama ve kavrama yetisi, havsalası almamak aklı kabul edememek, havsalasına sığmamak 1) aklı almamak, kavrayamamak; 2) kabul edememek.
→ havsalası dar, havsalası geniş
havsalası dar sf. 1. Anlama kabiliyeti olmayan, anlayışı kıt (kimse). 2. Hoşgörüsü olmayan (kimse).
havsalası geniş sf. Hoşgörüsü olan, hiçbir şeye aldırış etmeyen (kimse).
havuç, -cu is. Far. hevıc bot. Maydanozgillerden, koni biçimindeki etli kökü için sebze olarak yetiştirilen iki yıllık otsu bir kültür bitkisi, yeregeçen, pürçüklü (Daucus caroia).
→ havuç suyu, kum havucu, yaban havucu
havuç suyu is. Havuç meyvesinin sıkılması ile elde edilen meyve suyu.
havut, -du is. Far. havut esk. Deve semeri. havuduyla yutmak deveyi havuduyla yutmak.
havuz is. Ar. havi 1. Su biriktirme, yüzme, çevreyi güzelleştirme vb. amaçlarla altı ve yanlan mermer, beton vb. şeylerden yapılarak içine su doldurulan, genellikle üstü açık yer: "Asıl binanın iki yanındaki kuru havuzlara ve havuzların hemen yanı başındaki kameriyelere doğru daha seyrek, daha bol çiçekli bitkiler yayılıyor." -A. İlhan. 2. Kum, asit vb. konulan çukur yer: Kum havuzu. 3. den. Büyük gemilerin onarılmak için çekildikleri yer.
→ yüzer havuz, çöktürme havuzu, kapalı yüzme havuzu, kum havuzu, sağlık havuzu, yüzme havuzu
havuzcu is. Otelde havuzla ilgili işlere bakan görevli.
havuzcuk, -ğu is. anat. İdrar borularının böbrekle birleştikleri yerde huni biçimindeki genişlik.
havuzlama is. Havuzlamak işi.
havuzlamak (-i) Gemiyi onarmak için havuza çekmek.
havuzlanma is. Havuzlanmak işi.
havuzlanmak (nsz) Gemi, onarılmak için havuza çekilmek.
havuzlu sf. Havuzu olan: "Boş arsaları, ikiz pembe villaları, havuzlu bahçeyi geçti." -H. Taner.
havuzsuz sf. Havuzu olmayan.
havvaanaeli is. bot. Küçük beyaz çiçekli bir yıllık bir bitki (Anastatica hierochuntia).
havya is. (ha'vya) tek. Madenlerle yapılan kaynak işlerinde lehimi eritmek için ateşle veya elektrikle kızdırılarak kullanılan, çoğunlukla çekiç biçiminde ucu bakır alet.
havyar is. Genellikle mersin balığının salamura edilmiş yumurtası: "İkinci alkışa dayanamayan şair, havyar, şampanya getirtti. " -S. F. Abasıyanık. havyar kesmek argo çalışmadan vakit geçirmek, vakti boşa harcamak: "Bu adam bir gün doğar, fena bir aile içine girer, haylaz olur, mektebin arka sıralarında havyar keser, daima tekdir edilir." -P.Safa.
havza is. Ar. havza coğ. 1. Dağ veya tepelerle sınırlanmış, sulan aynı denize, göle veya ırmağa akan bölge: Kızılırmak havzası. 2, Bölge, mıntıka: Zonguldak kömür havzası. 3. jeol. Tekne.
→ birikme havzası, boşaltma havzası
hay ünl. İyi dilek, azarlama, şaşma ve sevinç bildirmede kullanılan bir söz: "Hay çok ya-şayasınız sizleri" -R. N. Güntekin. hay Allah şaşkınlık bildiren bir söz. hay hayı gitmek vay vayı kalmak sağlığını, gençliğini yitirerek yakmır duruma gelmek, haydan gelen huya gider kolay ve emeksiz kazanılan şeyler elden kolay çıkar.
haya is. Far. hâye anat. Er bezi.
haya is. (haya:) Ar. haya' Utanma duygusu, utanç, utanma, sıkılma, haya perdesi yırtılmak utanç duymamak: "Atalarımızın ar ve haya perdesi yırtılmak diye pek düşündürücü bir tabirleri vardır." -R. N. Güntekin.
hayal, -li is. (-a:li) Ar. hayâl 1. Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, imge, hülya: "Mustafa Kemal hayallerin değil, hakikatlerin adamı idi." -F. R. Atay. 2. Belli belirsiz görülen şey, gölge. 3.fız. Görüntü: İnsanın aynadaki hayali. 4. psikol. İmge. 5. esk. Aydınlatılan bir perde arkasında deri veya kartondan yapılmış, hareket edebilen resimler ve bunlarla oynatılan oyun: "Hayal, yani Karagöz oynatan bir sanatkârmış." -A. Ş. Hisar, hayal etmek bir şeyi zihinde tasarlayıp canlandırmak: "... yarınki Türk operasını hayal eder, bize yepyeni, bambaşka ufuklar açardı. " -Y. Z. Ortaç, hayal gibi ince, zarif: "Dudaklarının kenarından hayal gibi beyaz bir dil geçti." -S. F. Abasıyanık. hayal kurmak gerçekleşmesi istenen, özlenen şeyi düşünmek: "Yalnız hayalle geçiniyorum, ben yalnız hayal kuruyorum." -S. F. Abasıyanık. hayal olmak 1) gerçekleştirilememek; 2) geçmişte kalmak, hatıra olmak. hayale dalmak dış dünyadan uzaklaşarak gerçekleşmesi istenilen şeyleri veya hatıraları düşünmek, hayale kapılmak hayallerin etkisi altında kalmak: "Yine işi büyüttüğüne, hayale kapıldığına hükmetti." -R. H. Karay, hayalinden geçirmek olmasını istemek, düşünmek: Fransa'ya gitmeyi hayalinden geçirirdi.
→ hayal bilim, hayal düzeyi, hayal gücü, hayalhane, hayal kırıklığı, hayal meyal, hayal oyunu, hayal seviyesi, ham hayal, inkisarıhayal, sukutuhayal
hayalat ç. is. (haya:lâ:t) Ar. hayalat esk. Hayaller: "Boş laflarınla şairane hayalatımı dağıtıyorsun." -Ö. Seyfettin.
hayalbaz is. Ar. hayâl + Far. -bâz esk. Hayalci, hayalî: "Bazı meddahlar da Karagöz oynatmış, şahbaz, hayalbaz veya hayalî isimleriyle yaşadıktan sonra temaşa hayatımızdan el etek çekmişlerdir." -S. Ayverdi.
hayal bilim is. Bilim kurgu.
hayalci is. 1. Bir şeyi gerçekleşmiş gibi kabul edip zihninde tasarlayan kimse: Beş yıllık plan hayalci olmadığımızı göstermektedir. 2. Karagöz oynatan kimse, hayalî. 3. sf. Hayale kapılan, hayal kuran, hayalperest: "Bizim kız biraz hayalci, biraz romantik, biraz çokça duygun olsaydı, belki başka şeyler de öğrenecekti." -M. Ş. Esendal.
hayalcilik, -ği is. Hayal ile uğraşma: "Hayalcilikte ileri gidenlerden biri... Necdet'e taraftar çıkmıştı." -P. Safa.
hayal düzeyi is. Hayal edebilme gücü, seviyesi.
hayalen zf. (hayaden) Ar. hayâlen esk. Hayalî olarak.
hayalet is. (hayadet) Ar. hayalet 1. Gerçekte var olmadığı hâlde bazen görüldüğü sanılan cin, peri, hortlak vb. görüntüler. 2. Gerçekte var olmadığı hâlde varmış gibi görünen şey, görüntü: "Gözümün önünde durmaksızın geçen bir hayalet var." -Y. Z. Ortaç. 3. Belli belirsiz görülen şey, gölge.
hayal gücü is. 1. Zihnin hayal yaratma yetisi, düş gücü, imgelem, muhayyile. 2. Geçmiş yaşantılara özgü öğelerle şimdiki yaşantı arasında bağ kurma gücü. 3. Bir nesneyi, o nesne karşımızda olmaksızın tasanmlama yetisi.
hayalhane is. (haya:lha:ne) Ar. hayâl + Far. hâne esk. 1. Karagöz oynatılan yer. 2. tkz. Hayal kurma yeteneği.
hayâlı sf. (hayâ:h) Utangaç, sıkılgan: "Bu kâtibin son derece mahcup, namuslu, hayâlı olmasını istiyorsanız, imtihan edeceksiniz, değil mi?"-Ö. Seyfettin.
hayalî sf. (haya.li:) Ar. hayâli 1. Hayal niteliğinde veya hayal ürünü olan, sanal, fantastik. 2. is. Karagöz oynatan kimse, hayalci, karagözcü.
→ hayalifener, hayalî ihracat
hayalî fener is. Ar. hayâl + Yun. 1. Resimli camları olan ve bu resimleri duvara yansıtan fenere benzer araç. 2. şaka Çok zayıf kimse, hayalı fenere dönmek çok zayıflamak.
hayalî İhracat is. Mal ihraç ediyormuş gibi göstererek alınan fatura karşılığının vergi iadesini haksız olarak devletten tahsil etme.
hayal kırıklığı is. Çok istenilen veya umulan bir şeyin gerçekleşmeyişinden duyulan üzüntü, düş kırıklığı: "Sesinde hayal kırıklığına benzer bir şeyler vardı." -H. Taner. hayal kırıklığına uğramak Çok istenilen veya umulan bir şeyin gerçekleşmeyişinden üzüntü duymak.
hayalli sf. Hayali olan: "Kısır hayalli bir a-dam olmama rağmen bu düşünce..." -R. N. Güntekin.
hayal meyal sf. 1. Belli belirsiz, açık seçik olmayan: "Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız / Hatırası bile yabancı gelir." -C. S. Tarancı. 2. zf. Belli belirsiz, açık seçik olmayan bir biçimde: "Uçaktan korkmanın utanılacak bir şey olduğunu hayal meyal duyuyordu."-B. R. Eyuboğlu.
hayal oyunu is. Karagöz oyunu.
hayalperest sf. Ar. hayâl + Far, -perest esk. Sürekli hayal kuran, hep hayal peşinde koşan (kimse), düşçü, hayalperver: "Hiç tecrübesi olmayan, yaşı küçük, fazla hayalperest bir çocuğa bunlar nasıl anlatılabilir?." -P. Safa.
hayalperestlik, -ği is. Hayalperest olma Özelliği.
hayalperver sf Ar. hayâl + Far. -perver Hayalperest: "Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist olduğu kadar hayalperverdi."-Ö. Seyfettin.
hayal seviyesi is. Hayal düzeyi.
hayâsız sf. (hayâ:sız) Utanması olmayan, sıkılmayan: "Rezil! Seninle konuşmak abes zaten ... Hayâsız..." -P. Safa.
hayâsızca sf. (hayaısı'zca) 1. Hayâsıza yakışan: "Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın / Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın." -M. A. Ersoy. 2. zf Hayâsız olarak, hayâsız davranarak.
hayâsızlık, -ğı is. Utanmazlık, sıkılmazlık: "Piyasadaki şaşkınlık, kararsızlık, hayâsızlık kendilerinin en büyük yardımcılarıydı." -E. E. Talu.
hayat (I) is. (-ya:tı) Ar. hayât 1. Canlı, sağ olma durumu. 2. Yaşam: "Hayat sahnesinde yetmiş üç yaşın basamaklarındayım." -H. F. Ozansoy. 3. Hayat biçimi, içinde yaşanılan şartların bütünü, yaşantı: Köy hayatı. Gece hayatı. 4. Durum: "Uzun dualardan sonra bana denizcilik hayatını anlatmaya başladı. " -R. N. Güntekin. 5. Geçim şartlarının bütünü: "Hayatımı yazılarımla kazanırım." -H. E. Adıvar. 6. Canlılığı gösteren hareket, kaynaşma: Bu köyde hiç hayat yok. 7. Yazgı: Hayat onları bir türlü birleştirmedi. 8. Yaşamayı sağlayan şartların bütünü: Ayda hayat yok. 9. Bir kimsenin tarihsel biyografisi, hayat öyküsü, hayat hikâyesi: Atatürk'ün hayatı, hayat geçirmek yaşamak, varlığını sürdürmek: "... gayet parlak ve kibar bir hayat geçiriyordu." -Ö. Seyfettin, (bir şeye) hayat vermek canlılık vermek, canlandırmak. hayata atılmak geçim sağlamak üzere çalışmaya başlamak, hayata bağlamak yaşamayı sevdirmek, hayattan kopmamak: "Bu sıcak ve içten ses Fikret'i hayata bağlıyor, yaşama sevincini artırıyordu." -R. Enis. hayata geçirmek uygulanır duruma getirmek, canlılık kazandırmak. hayata gözlerini yummak (veya kapamak) ölmek, hayata küsmek bezgin, kötümser olmak, yaşama isteğini yitirmek: "Adi günlerde size öyle gelir ki, bunlar hayata küsmüş insanlardır." -R. N. Güntekin. hayatı kaymak her işi ters gitmek, mahvolmak. hayatın baharı gençlik çağı. hayatına girmek yaşamında yer almak, hayatını (birine) borçlu olmak 1) biri tarafından ölümden kurtarılmış olmak; 2) birinin yaşamı bîr başkasının desteği ile sağlanmış olmak: Bu hayatımı ağabeyime borçluyum. hayatını kazanmak geçimini sağlamak: "O zamandan beri müesseselerde çalışıyor, hayatımı kazanıyorum." -S. F. Abasıyanık. hayatını yaşamak her türlü baskıdan uzak, dilediğince, gönlünce yaşamak, hayatta olmak yaşamak.
→ hayat adamı, hayat ağacı, hayat arkadaşı, hayat dolu, hayat felsefesi, hayat hikâyesi, hayat kadını, hayat kavgası, hayat memat, hayat mücadelesi, hayat okulu, hayat öpücüğü, hayat pahalılığı, hayat seviyesi, hayat sigortası, hayat standardı, hayat şartları, hayat tarzı, abıhayat, bitkisel hayat, kaydıhayat, lüks hayat, ömrühayat, özel hayat, sosyal hayat, aile hayatı, bohem hayatı, cehennem hayatı, çalışma hayatı, gece hayatı, yazı hayatı
hayat (II) is. Ar. hiyât hlk. 1. Genellikle köy ve kasaba evlerinde, üstü kapalı, bir veya birkaç yanı açık sofa. 2. Avlu. 3. Balkon. 4. Sundurma.
hayat adamı is. Zamana kolayca uyan, her türlü güçlüğü yenmesini bilen kimse.
hayat ağacı is. 1. Soy ağacı, soy kütüğü. 2. mec. Beyinciğin kesitinde dıştaki boz madde bölümüne yayılarak dallanma gösteren ak maddenin oluşturduğu ağaç biçimi. 3. mim. Binaların dış cephelerine işlenen ve uzun ömürlü olmasını sağlayan özel ağaç motifi.
hayat arkadaşı is. Eş, karı kocadan her biri: "Ama evlenince eşi bulunmaz bir hayat arkadaşı olacaktır." -H. Taner.
hayat dolu sf. Yaşama isteği çok olan, neşeli, canlı.
hayat felsefesi is. Hayatı anlama ve algılama biçimi.
hayat hikâyesi is. 1. Bir kişinin hayatı boyunca geçirdiği önemli olaylar ve evreler. 2. Öz geçmiş.
hayati sf. (haya:ti:) Ar. hayati 1. Hayatla ilgili. 2. mec. Büyük önem taşıyan, Önemli: "Sanat ve kültürü canlandıracak önlemleri almayı hayati bir ödev sayıyorlar." -H. Taner.
hayatiyet is. (haya:tiyet) Ar. hayatiyyet esk. Yaşama gücü, canlılık.
hayatiyetti sf. Yaşama gücüyle dolu, canlı: "O kadar genç o derece hayatiyetli ki gelecek yıllar kendisine tehlikeli görünmemektedir." -R.H.Karay.
hayat kadını is. Para karşılığında erkeklerin cinsel zevklerine hizmet eden ve bu işi meslek edinen kadın, fahişe, orospu.
hayat kavgası is. Hayat mücadelesi: "Öğrencilikti, bir yandan çalışmaktı, evlenip çoluk çocuğa karışmaktı derken bir de baktım ki hayat kavgasında boğulmuşum." -S. Dölek.
hayat memat is. Ölüm kalım.
→ hayat memat meselesi
hayat memat meselesi is. Ölüm kalım meselesi.
hayat mücadelesi is. Yaşamak ve geçinmek için harcanan emeklerin bütünü, hayat kavgası.
hayat okulu is. Yaşanılan çevre ve zamanda karşılaşılan olayların tümü: "Mehmet okuma yazma bilmiyordu, ama hayat okulu ona birçok şeyler öğretmişti." -B. R. Eyuboğlu.
hayat öpücüğü is. Yapay solunum.
hayat pahalılığı is. Yiyecek, içecek, giyecek vb. geçim maddelerinin pahalı olması: "Aslında, bu hayat pahalılığında, ona hak ettiği parayı veremediğimizi biliyoruz." -E. Bener.
hayat seviyesi is. Yaşama ve geçinme düzeyi.
hayat sigortası is. Bir kimsenin, yaşlılık çağında kendisine veya mirasçılarına para ödenmesi şartıyla yaptığı sigorta anlaşması, yaşam güvencesi.
hayat standardı is. Bir toplumda bireylerin mal ve hizmetlerden yararlanabilme, gereksinimlerini karşılayabilme düzeyi.
hayat şartları ç. is. Hayat boyunca karşılaşılabilecek her türlü sosyal ve ekonomik durumlar.
hayat tarzı is. Yaşayış biçimi.
haybe is. Ar. kaybet' den argo Boş, işe yaramaz, anlamsız iş. haybeye kürek çekmek boş boşuna uğraşmak.
haybeci is. İşsiz güçsüz, bedavadan geçinen kimse.
haybecilik, -ği is. Haybeci olma durumu.
haybeden zf. (ha'ybeden) Zahmet çekmeden, bedavadan.
hayda ünl. (ha'yda) 1. Hayvanları harekete geçirmek için kullanılan söz. 2. Şaşkınlık belirten bir söz.
haydalama is. Haydalamak biçimi.
haydalamak (-i) hlk. Hayvanı hızlandırmak İçin "hayda" diye seslenmek.
haydalanma is. Haydalanmak durumu veya biçimi.
haydalanmak (nsz) Defedilmek, dehlenmek.
haydama is. Haydamak işi.
haydamak (-i) hlk. 1. Çifte koşulan hayvanı sürmek, dehlemek. 2. argo Kovmak, defetmek.
haydari is. (hayda:ri:) Ar. haydari esk. 1. Dervişlerin giydiği, kolsuz, kısa, aba hırka. 2. Süzme yoğurt, sarımsak, nane, dereotu ve tereyağı karışımıyla hazırlanan bir tür meze.
→ haydari yaka
haydari yaka is. (haydaıri: yaka) Yelek, hırka vb. giysilerin açık V harfi biçimindeki yakası.
haydi ünl. (ha'ydi) 1. İsteklendirmek, çabukluk belirtmek için kullanılan bir söz, hadi: "Haydi! Sen git, beni yalnız bırak, bu akşam iyi değilim." -A. İlhan. 2. Kabul ve onama bildiren bir söz. 3. Hafifseme, alay etme belirten bir söz: "Haydi oradan be maskara. Bunları başkasına anlat!" -N. Cumalı. 4. "Hoş görme" anlamında kullanılan bir söz: Haydi gelmedi, bari bir haber göndereydi! 5. zf. Haydi haydi: "Ne kadar yaşayabilirdim? Altmış, yetmiş, doksan, haydi yüz sene." -Ö. Seyfettin, haydi canım sen de "böyle şey olmaz, sana inanmam" anlamlarında kullanılan bir söz. haydi oradan 1) kovmak, azarlamak İçin kullanılan bir söz; 2) haydi canım sende.
→ haydi haydi
haydi haydi zf. 1. Kolaylıkla, rahatlıkla: O-nun yapabildiği işi sen haydi haydi yaparsın. 2. Olsa olsa, en çoğu: Bu mala haydi haydi bin lira versinler.
haydin ünl. (ha'ydin) hlk. Birden çok kişiyi isteklendirmek ve harekete geçirmek için kullanılan bir seslenme sözü: Haydin çocuklar, gidelim artık!
haydindi ünl. (ha'ydindi) "Çabuk ol, acele et" anlamında kullanılan bir söz.
haydisene ünl. (haydise'ne) hlk Haydi sözünün buyurma, dilek bildiren pekiştirmeli biçimi, hadisene: Haydisene! Ne duruyordunuz?
haydut, -du is. Ar. haydüd 1. Silahlı soygun yapan kimse, eşkıya, şaki: "Her insan öldüren serseri, haydut olmaz." -A. Gündüz. 2. tkz. Yaramaz, sevimli çocuk, haydut gibi 1) insana korku veren, iri yarı (kimse); 2) yaramaz ve sevimli (çocuk).
haydutluk, -ğu is. Haydut olma durumu veya haydutça iş, şakilik, şekavet, haydutluk etmek haydut gibi davranmak.
hayfa ünl (ha'yfa:) Ar. hayfâ esk. "Eyvah, yazık, heyhat" anlamlarında kullanılan bir söz.
hayhay ünl. (hayhay) "İsteyerek, seve seve, elbette" anlamlarında onama bildiren bir söz.
hayhuy is. Far. hay + hüy 1. Herkesin aynı anda konuşmasından veya eğlenmesinden oluşan gürültü: "Yoğun olayların ortasında o dönemleri uyanık olarak geçiren devlet a-damları hayhuy içinde bile, günlük tutarlar." -H. Taner. 2. mec. Boş ve sonuçsuz çaba: Bunca yıl hayhuy içinde geçti.
hayıf, -yfi is. Ar. hayfesk. 1. Haksızlık, insafsızlık. 2. Acınma, üzülme. 3. ünl. "Vah, heyhat, yazık" anlamlarında kullanılan bir söz.
hayıflanma is. Hayıflanmak işi.
hayıflanmak (-e) Acınmak, üzülmek, yerinmek, esef etmek: "Selanik'i Türk elinde görebilecek miyim? diye hayıflanıyordu." -F. R. Atay.
hayın sf. hlk. bk. hain.
hayır, -yrı (I) is. Ar. hayr 1. İyilik, karşılık beklenmeden yapılan yardım. 2. sf. İyi, hayırlı, yararlı, faydalı: Hayır haberdir inşallah! hayır beklememek iyilik ummamak, yararlı olacağını sanmamak, hayır etmemek 1) yararı olmamak: Ona o kadar öğüt hayır etmedi. 2) iyileşmemek, düzelememek. hayır gelmemek yararlı olmamak: "Sevmeden yapılan işten hiç kimseye hayır gelmez." -B. R. Eyuboğlu. (bir şeyden) hayır görmemek bir şey kendisine yararlı olmamak: "Ne o, ne ben bu seçimlerimizin hayrını görmüştük!" -H. F. Ozansoy. hayır işlemek dine ve insanlığa uygun, iyi bir davranışta bulunmak, (bir şeyde) hayır kalmamak işe yarar durumu kalmamak, artık işe yaramaz olmak: "Bir iki yıla varmaz, ne evden ne eşyadan hayır kalır." -Y. K. Karaosmanoğlu. (bir şey veya bir şeyden) hayır yok bir şey yararlı değil, hayırdır inşallah 1) anlatılan bir rüyayı İyiye yormak için kullanılan bir söz; 2) şaşma ve merak veren olgular karşısında söylenen bir söz: "Hayırdır inşallah, rüya mı gördün böyle birdenbire?" -Ö. Seyfettin, hayra alamet değil uğursuz sayılacak bir olay İçin kullanılan bir söz. hayra karşı (olmak) iyilikle, hayırlı olması dileğiyle, hayra yormak rüya veya olayı iyi bir durumun belirtisi saymak: "Aslına bakılırsa aktör olmayı rüyasında görse hayra yormazdı." -A. İlhan, hayrı dokunmak yararlı olmak. hayrı olmamak iyiliği dokunmamak, yarar sağlamamak: "Öğrencisine hayrı olmayan öğretmenin hiçbir şeye hayrı olmaz." -A. İlhan. hayrını gör yeni alınan bir şey için "güle güle kullan" anlamında söylenen bir söz. hayrını görmek iyiliği dokunmak, hayırla anmak (veya yâd etmek) Ölmüş bir kimsenin ardından iyi konuşmak.
→ hayır dua, hayır sahibi, hayırsever, hayrola, hayrulhalef
hayır (II) e. (ha'yır) Ar. hayr 1. "Yok, öyle değil, olmaz" anlamlarında onamama, inkâr bildiren bir söz: Para var mı? -Hayır.-Yorgun musunuz? -Hayır. 2. Olumsuz cümlelerde anlamı pekiştiren bir söz: "Hayır, zaferimiz bir masal olmayacak." -F. R. Atay. hayır dememek bir şeyi geri çevirmemek.
hayır dua is. (hayır dua:) din b. İyi dua. hayır dua etmek iyi dileklerde bulunmak.
hayırhah sf. (hayırha:h) Ar. hayr + Far. -hah esk. İyilik dileyen, iyilik isteyen, iyicil, hayırsever.
hayırhahlık, -ğı is. İyilik isteme durumu: "Onun, alçak gönüllülük ve hayırhahlık taşan yüzünü görünce hayatın bir çıkar yarışması olmadığına iman getirirdiniz." -H. Taner.
hayırlaşma is. Hayırlaşmak biçimi veya durumu.
hayırlaşmak (nsz, -le) Pazarlıkta anlaştıktan sonra birbirlerine hayır dilemek.
hayırlı sf. 1, Yararı, hayrı olan: "Dualarında hep hayırlı, dindar evlat isterdi." -Ö. Seyfettin. 2. Uğurlu, iyi, güzel: "Hayırlı bir işe yardımda bulunmuş oluyorsunuz." -R. H. Karay, hayırlı (veya hayırlısı) olsun 1) "güle güle kullan" anlamında kullanılan bir söz; 2) "hayırlar getirsin" anlamında kullanılan bir söz. hayırlısı ile hayırlı olanı dilemek için söylenen bir söz.
hayırperver sf Ar. hayr + Far. -perver esk. iyiliksever, yardımsever, hayırsever.
hayır sahibi sf. Hayırsever: "Ne yapacağımı düşünürken içeriden bir hayır sahibi radyoyu açtı."-B. Felek.
hayırsever sf Ar. hayr + T. sever 1. Yoksullara, düşkünlere, yardıma muhtaç olanlara iyilik ve yardım etmesini seven, iyiliksever, hayır sahibi, yardımsever. 2. is. Halkın yararı için okul, çeşme, hastane vb. yaptıran kimse.
hayırseverlik, -ği is. Hayırsever olma durumu, iyilikseverlik, yardımseverlik.
hayırsız sf. 1. Yaran olmayan, hayrı olmayan: Hayırsız evlat. 2. Sevgi ve bağlılığını yitiren, vefasız: "Ne olduğu bilinmeyen hayırsız bir nişanlıyı beklermiş." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hayırsızlık, -ğı is. Hayırsız olma durumu.
hayıt, -di is. bot. Ayıt.
hayız, -yzı is. Ar. hayz esk. Kadınlarda aybaşı. hayızdan nifasdan kesilmek 1) âdetten kesilmek, doğurma özelliğini yitirmek, menopoza girmek; 2) verimsiz olmak.
haykırı is. Bağırma.
haykırış is, 1. Haykırma işi veya biçimi. 2. Haykırma sesi: "Uzaklarda bir haykırış benim İsmimi çağırıyor gibi." -P. Safa.
haykırışına is. Haykırışmak durumu.
haykırışmak (nsz, -le) Karşılıklı haykırmak.
haykırma is. Haykırmak işi: "Halsiz halsiz bağırdı, fazla haykırmaya nefesi yetmiyordu." -M. Yesari.
haykırmak (nsz) 1. Telaş, şikâyet vb. sebeplerle yüksek sesle bağırmak: "Bana katil diye haykıracak zannettiğim çehrenin parlaklığına aynada bakamadım." -H. E. Adıvar. 2. Çağırmak, seslenmek: "Kahkahayla karışık bir sesle merdivenden aşağı haykırdım." -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Bir durum veya nitelik çok belirgin olarak görünmek.
haykırtı is. Yüksek sesle acı acı bağırma, haykırma.
haykırtına is. Haykırtmak biçimi veya durumu.
haykırtmak (-i) Haykırma işini yaptırmak.
haylama is. Haylamak işi.
haylamak (-i) At gibi hayvanları sürmek için seslenmek: "Arabacılık, sararsın burmayı, çalarsın kamçıyı, baylarsın hayvanı geçer gidersin." -A. Rasim.
haylaz sf. 1. Hoşa gitmeyen davranışlarda bulunan (kimse), hayta: "Gelene geçene dilini çıkarır, edepsiz, haylaz bir çocuktu." -S. F. Abasıyanık. 2. Çalışma gücü varken çalışmayan, aylaklık eden, yaramaz.
haylazca zf (hayla'zca) Haylaz gibi, haylaza yakışır biçimde.
haylazlaşma is. Haylazlaşmak durumu.
haylazlaşmak (nsz) Haylaz bir duruma gelmek.
haylazlık, -ğı is. Haylaz olma durumu veya haylazca davranış: "Haylazlığı oldu ise de, eh, bir sürçen atın başı kesilmez." -M. Ş. Esendal. haylazlık etmek haylazca davranışlarda bulunmak.
hayli sf. (ha'yli) Far. hayli 1. Epey, oldukça çok: Akşamları Zeyno, çeşme başında hayli zor bir duruma düşüyordu." -H. E. Adıvar. 2. zf Oldukça: Hayli yoruldum.
→ bir hayli
haymana is. 1. Başıboş hayvanların salındığı çayırlık. 2. hlk. Tembel.
→ haymana beygiri, haymana mandası, haymana öküzü
haymana beygiri is. "İşsiz güçsüz dolaşmak" anlamındaki haymana beygiri gibi dolaşmak deyiminde geçen bir söz.
haymana mandası is. Haymana öküzü.
haymana öküzü is. İri yarı ve tembel, işe yaramaz kimse.
haymatlos sf. Alm. Heimatlos huk. Vatansız.
hayran sf. (-ra:m) Ar. hayran Çok beğenen, hayranlık duyan (kimse): "El işi olmasına rağmen el değmeden yapılmış hissim veren bu nadide sanat eserine hayrandı." -C. Uçuk. hayran bırakmak hayranlık duygusu uyandırmak, çok beğenilmek, hayran etmek. hayran etmek hayranlık duygusu uyandırmak: "Mükemmel seciyeler, kafiyeler yapar, hafızamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik." -Ö. Seyfettin, hayran olmak (veya kalmak) çok beğenmek: "Birkaç defa görüşmüş, mimarideki fikirlerine, zevklerine, görüşlerine hayran olmuştum." -Y. K. Beyatlı.
hayranlık, -ğı is. 1. Hayran olma durumu. 2. mec. Tutku, aşırı istek: "Gençliğin, hiç olmazsa gençliğin ruhundan bu mal, bu süs, bu lüks hayranlığını sökelim." -P. Safa. hayranlık duymak çok beğenmek, tutkuyla bağlanmak: İnsan öğrenciyken bazı hocalarına büyük hayranlık duyar." -H. Taner.
hayranlıkla zf (hayranlı'kla) Çok beğenerek, hayran kalarak: "Herkes sizi beğeniyor, sizi hayranlıkla seyrediyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.
hayrat is. (hayra:t) Ar. hayrat 1. Sevap kazanmak için yapılan İyilik. 2. Halkın yararlanması için yapılan okul, çeşme, hastane vb. yapı: "Karababa, beni daima hayrat yapayım diye, böyle aldatmış olmalı!" -Ö. Seyfettin. 3. sf Sevap kazanmak için yapılmış olan: "Küçük bir hayrat çeşmesinin başındaydı." -A. H. Tanpınar.
→ hademeihayrat
hayret is. Ar. hayret 1. Beklenmedik, garip bir şeyin sebep olduğu şaşkınlık, şaşırma: "... hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandalyeye yığılmıştı." -Ö. Seyfettin. 2. ünl. Şaşılan bir şey karşısında söylenen söz. hayret etmek şaşmak, şaşırmak, şaşakalmak: "Bunları oyuncak sanır ve niçin satmadığına hayret ederdi." -R. N. Güntekin. hayrete (veya hayretlere) düşmek şaşakalmak, şaşırmak: "... gerçek karşısında hayrete düşmekten kendimi alamıyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu. hayrette bırakmak şaşmasına sebep olmak, hayrette (veya hayretler içinde) kalmak şaşakalmak, şaşırmak. hayretten donakalmak çok şaşırmak, inanamamak.
hayretle zf. (hayre'tle) Şaşkınlıkla, şaşarak: "iri kirpikli yeşil gözlerini kocaman kocaman açıp hayretle doktorun yüzüne baktı." -H. Taner.
hayrola ünl. (hayrola) "Ne var, ne oluyor" anlamında kullanılan bir söz.
hayrulhalef is. Ar. hayr + halef esk. Hayırlı çocuk, hayırlı evlat.
haysiyet is. Ar. hayşiyyet 1. Değer, saygınlık, itibar: "Kendinden dinlediğine göre, çekilmenin sebebi bir haysiyet meselesi idi." -F. R. Atay. 2. Onur, öz saygı, şeref, haysiyetine dokunmak onuru incinmek: Bu söz haysiyetine dokundu.
→ haysiyet divanı, bu haysiyetle
haysiyet divanı is. Onur kurulu.
haysiyetiyle zf. (haysiyetiyle) esk. Dolayısıyla: "Millî bir mesele olmak haysiyetiyle ..."-Atatürk.
haysiyetli sf 1. Değeri, saygınlığı olan. 2. Onurlu.
haysiyetsiz sf. 1. Değeri, saygınlığı olmayan. 2. Onursuz.
haysiyetsizlik, -ği is. 1. Haysiyetsiz olma durumu, haysiyetsizce davranış. 2. Onursuzluk.
hayta is. (ha'yta) tar. 1. Osmanlıların ilk dönemlerinde eyalet askerlerinin uç boylarında görevli sınıflarından biri. 2. mec. Başıboş, bir baltaya sap olamamış, apaş, holigan, serseri: "Ötedeki masada birtakım hayta gençler cıvık cıvık gülüşüyor." -Y. K. Karaosmanoğlu.
haytalık, -ğı is. Hayta olma durumu, serserilik, başıboşluk, külhanbeylik, kabadayılık: "Eski usluluğum, eski nazlılığım yavaş yavaş sinsi bir haytalığa dönmeye başlayacaktır." -Y. K. Karaosmanoğlu. haytalık etmek serserice davranışlarda bulunmak.
hayvan is. Ar. hayvan 1. Duygu ve hareket yeteneği olan, içgüdüleriyle hareket eden canlı yaratık: "İnce ruhlu insanlar gibi A-tatürk de hayvanları severdi." -F. R. Atay. 2. sf. mec. Akılsız, duygusuz, kaba, hoyrat (kimse). 3. hkr. Kızılan bir kimseye söylenen bir söz. 4. hlk. At, eşek, katır gibi türlü hizmetlerde kullanılan yaratık: "Zavallı hayvan bir saattir yüz okkadan fazla bir yükü sürüklüyordu." -Ö- Seyfettin, hayvan gibi 1) hayvana benzer biçimde; 2) iri yan; 3) akılsız, duygusuz, kaba. hayvan koklaşa koklaşa, insan konuşa konuşa insanlar konuşarak daha iyi anlaşırlar.
→ hayvan bilimi, hayvan kömürü, evcil hayvan, uzun hayvan, vahşi hayvan, yabani hayvan, yırtıcı hayvan, av hayvanı, besi hayvanı, deneme hayvanı, koşum hayvanı, kürk hayvanı, yük hayvanı, bitkimsi hayvanlar, soğukkanlı hayvanlar, kümes hayvanları
hayvanat ç. is. (hayva:na:t) Ar. hayvanât esk. 1. Hayvanlar. 2. Hayvan bilimi, zooloji.
→ hayvanat bahçesi
hayvanat bahçesi is. Genellikle her tür hayvanın doğal şartlarda beslendiği, korunduğu, sergilendiği büyük bahçe.
hayvan bilimci is. Hayvan bilimi uzmanı, zoolog.
hayvan bilimi is. Biyolojinin, hayvanların yapı, görev, davranış ve sınıflandırmaları, yeryüzündeki dağı lı şiarıyla uğraşan bilim dalı, hayvanlar bilimi, zooloji.
hayvanca zf (hayva'nca) Çok kaba ve hoyrat bir biçimde, hayvani.
hayvancağız is. Kendisine karşı şefkat ve acıma duyulan hayvan.
hayvancık, -ğı is. 1. Ancak mikroskopla görülebilen çok küçük hayvan. 2. Hayvancağız.
→ güneş hayvancıkları
hayvancılık, -ğı is. Evcil hayvanlara bakma ve yetiştirme işi.
hayvanımsı sf Hayvansı.
hayvani sf. (hayvaıni:) Ar. hayvani 1. Hayvanla ilgili, hayvansal: Hayvani yağlar. 2. zf. esk. Hayvanca: "Hele birlikte öleceği kimseleri düşündükçe bu hayvani isyanı büsbütün şiddetleniyor, âdeta azgın bir hâl alıyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu.
hayvaniyet is. (hayva:niyet) Ar. hayvâniyyet esh. Hayvanlık.
hayvan kömürü is. Kan ve kemik gibi organik maddelerden yapılıp hekimlikte kullanılan kömür.
hayvanlaşma is. İnsanlık erdemlerini yitirme, kabalaşma.
hayvanlaşmak (nsz) İnsanlık erdemlerini yitirmek, kabalaşmak.
hayvanlaştırma is. Hayvanlaştırmak durumu.
hayvanlaştırmak (-i) Hayvan durumuna getirmek: "Maymunlardan alınacak döl u-zuvlarıyla beşer nesillerini hayvanlaştır-makta ne mana var? " -H. R. Gürpınar.
hayvanlık, -ğı is. 1. Hayvan olma durumu, hayvaniyet. 2. mec. Hayvanca davranma. hayvanlık etmek hayvanca davranmak.
hayvansal sf. 1. Hayvani. 2. Hayvandan elde edilen: "Büyük kentler bir yana bırakılırsa, hayvansal besin tüketimi devede kulak denecek kadar azdır." -O. Rifat.
hayvansever sf. Hayvanları seven, haklarını koruyan, onlara iyi davranan.
hayvanseverlik, -ği is. Hayvansever olma durumu.
hayvansı sf. Hayvanı andıran, hayvana benzeyen, hayvan gibi, hayvanımsı.
haz, -zzı is. Ar. hazz 1. Hoşa giden duygulanma, hoşlanma, zevk. 2. fel. Bir şeyden duyusal veya manevi sevinç duyma. 3. psikol. Sürdürülmesi istenen ılımlı ve doygunluk veren coşku: "Ömrünün en öfkeli veya buhranlı anlarında bile yaşamak haz-zının parıltısı gözlerinden eksik olmazdı." -A. Ş. Hisar, haz almak hoşlanmak, keyif almak: "Bunların hiçbirisinden haz almazdı, bu âlemde bir güzellik olmak lazım gelse, bir başka biçimde lazım geleceğini düşünüyordu. " -H. Z. Uşaklıgil. haz duymak hoşlanmak: "O, ... kullanmaya alışık olduğu bu şartlı eşyasını gördükçe ve elledikçe bir haz duyardı." -A. Ş. Hisar, haz vermek hoşlanmasını sağlamak: "Göze bu kadar samimi ve sıcak haz veren bir mahluk çok zamandır görmemiştim." -H. E. Adıvar. hazzını çıkarmak zevkini çıkarmak: "Günün bu son hazzını çıkarmadan ondan niçin vazgeçeriz?"-A. Ş. Hisar.
→ hazzetmek
haza sf. (ha:'za:) Ar. haza esk. 1. Bu, şu, o. 2. argo Etkisiz, kusursuz.
hazakat, -ti is. (haza:kat) Ar. hazakat esk. Tıpta ustalık, uzluk.
hazakatli sf. Hazakat sahibi.
hazan is. (-za:nı) Far. hazân Güz, sonbahar: "Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda. " -M A. Ersoy.
hazandide sf. (haza:ndi:de) Far. hazan-dide esk. 1. Görmüş geçirmiş. 2. Solgun, sararmış, solmuş: "Sıska ve hazandide söğüt or-mancığının içindeki geniş yolu takip ederken, sanki durmak istiyordu." -Ö. Seyfettin.
hazar is. Ar. hazar esk. Barış.
Hazar öz. is. VI-X. yüzyıllar arasında Hazar Denizi'nin ve Kafkasların kuzeyinde yaşamış bir Türk boyu veya bu boydan olan kimse.
Hazarca öz. is. (haza'rca) 1. Hazar Türkçesi. 2. sf. Bu Türkçeyle yazılmış olan.
hazari sf. (hazarı:) Ar. hazari esk. Barışla ilgili.
hazcı is. fel. ve ekon. Hazcılığı benimseyen ve savunan kimse, hedonist.
hazcılık, -ğı is. fel. 1. Zevki, insan hayatının tek değer ve amacı sayan, haz veren her şeyin iyi olduğunu kabul eden öğreti, hedonizm. 2. Hazza, fiziksel zevke hastalık derecesinde düşkünlük, hedonizm. 3. ekon. Ekonomik etkinliğin, hazzın en yüksek derecesine varacak biçimde geliştirilmesi öğretisi, hedonizm.
hazfetme is. Hazfetmek durumu veya biçimi.
hazfetmek, -der Ar. hazf+ T. etmek esk. Gidermek, kaldırmak, çıkarmak, silmek.
hazık sf. (ha:zık) Ar. hâzik esk. Usta, uz (hekim): "Şimdi eskisi gibi mi, İstanbul'da hazık hekimden geçilmiyor." -A. İlhan.
hazım, -zmı is. Ar. hazm biy. 1. Sindirim, sindirme. 2. Benimsenme, kabul edilme.
→ hazmetmek
hazımlı sf. 1. Yersiz davranışlara, dokunaklı sözlere aldırmayan, içi geniş (kimse). 2. Benimseyen, katlanan, kabullenen: "Bektaş sakin, duru, hazımlı cevap veriyor, açıklama yapıyordu. " -N. Araz.
hazımsız sf 1. Yediklerini kolay sindiremeyen. 2. mec. Yersiz davranışlara karşı susmak elinden gelmeyen (kimse). 3. mec. Benimseyemeyen, katlanamayan, kabullenemeyen.
hazımsızlık, -ğı is. 1. Sindirim sisteminin iyi çalışmaması durumu: "... yetmişine basalı, on yıldır çektiği hazımsızlık nöbetleri daha sık bastırıyor." -A. İlhan. 2. mec. Benimseyememe, katlanamama, kabullenememe.
hazır sf. Ar. hâzir 1. Bir iş yapmak için gereken her şeyi tamamlamış olan, anık, amade, müheyya: Ben hazırım, isterseniz gidelim. 2, Belli bir işe yarayacak, kullanılacak bir duruma getirilmiş: Yemek hazır, buyurun. 3. Belirli bir biçimde yapılmış olarak satılan, alıcı bekleyen, ısmarlama karşıtı: Hazır elbise. Hazır ayakkabı. 4. zf. Bu fırsattan yararlanarak: "Hazır çıkmışken yağ İle pirinç alayım." -R. N. Güntekin. (bir yerde) hazır bulunmak (veya olmak) 1) bir yerde var olmak, kendi bulunmak; 2) bir şeyi hemen yapabilecek durumda olmak, (bir şeyi) hazır etmek hemen kullanabilecek duruma getirmek, hazır mezarın Ölüsü şaka her hizmeti başkalarından bekleyen tembeller için söylenen bir söz. hazır olmak hazır durumda bulunmak: "Gürültü etmeden hastayı masaya kaldırın, aletler hazır olunca bana haber verin." -M. Ş. Esendal. hazıra dağlar dayanmaz sürekli harcama, en büyük birikimleri bile eritir, hazıra konmak başkasının emeğiyle ortaya çıkmış bir şeyden yararlanmak: "Hazıra konmak istemeyen şair, yeni söyleyişler aramak zorundadır." -O. Veli. hazırda olmak yararlanılabilecek bir durumda, el altında olmak, hazırdan yemek çalışıp kazanmaksızın elindekini harcamak: "Hep hazırdan yiyor, içiyor, her gün Fatma Hanım'ın bin türlü bahanelerle parasını çekiyordu." -Ö. Seyfettin.
→ hazır beton, hazırcevap, hazır çorba, hazır değer, hazır giyim, hazır kıta, hazırlop, hazır ol, hazır para, hazır yemek, hazır yiyici, hâlihazır, hâlihazırda
hazır beton is. Yapı işlerinde kullanılmak üzere beton santrallerinde hazırlandıktan sonra karmaçlarla taşınan kanşım.
hazırcevap, -bı sf. Ar. hâzir + cevâb Gerektiğinde çabuk, yerinde cevaplar bulup veren (kimse).
hazırcevaplık, -ğı is. Hazırcevap olma durumu.
hazırcı is. 1. Hazır giysi satılan yer veya satan kimse: "Arkalarında hazırcı mağazalarından alınmış pahalı elbiseler vardı." -R. N. Güntekin. 2. mec. Emek harcamadan her şeyi hazır olarak elde etmek isteyen kimse.
hazırcılık, -ğı is. Her şeyi hazır bulmaya veya elde etmeye düşkün olma durumu.
hazır çorba is. Önceden hazırlanmış ve paket hâlinde satışa sunulmuş çorba.
hazır değer is. ekon. Önceden belirlenmiş değer.
hazır giyim is. Standart ölçülere göre seri olarak hazırlanmış ve satışa sunulmuş giyim eşyası.
hazır kıta is. ask. Gerektiği anda kullanılmak ve görevlendirilmek üzere hazır bulundurulan birlik.
hazırlama is. Hazırlamak işi.
hazırlamak (-i) 1. Bir şeyi kullanılacak, yararlanılacak duruma getirmek: "Bir çeyrek saat içinde bavullarımızı bile hazırlayamazdık. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Bir şeyi ortaya koymak, gerçekleştirmek: Sözlük hazırlamak. 3. Önceden düzenlemek. 4. Önlem almak, sağlamak: Kış için kömürü hazırladık. 5. Sebep olmak, yol açmak: İç bölünmeler felaketi hazırlar. 6. Birini herhangi bir şeyi yapabilecek veya bir şeyi yüklenebilecek duruma getirmek: Çocuğu sınava hazırladık. 7. Alıştırmak: Onu kötü habere hazırladık. 8. kim. Bir maddeyi elde etmek.
hazırlanış is. Hazırlanma işi veya biçimi.
hazırlanma is. Hazırlanmak işi.
hazırlanmak (nsz) 1. Hazır olmak, kendini hazırlamak: "Bir bayram günü, bütün köy halkı, o ikindi yapılacak deve güreşini seyretmeye hazırlanıyordu." -A. İlhan. 2. Hazır duruma getirilmek: "Şimdi adanın lüks o-tellerinde akşam yemeği hazırlanıyordu." -Halikarnas Balıkçısı.
hazırlatma is. Hazırlatmak işi.
hazırlatmak (-i, -e) Hazır duruma getirmek.
hazırlayış is. Hazırlama işi veya biçimi.
hazırlık, -ğı is. Hazırlanmak için gereken şeyler veya durumlar, hazırlık görmek hazır olmak için gereken şeyleri toplamak veya durumları sağlamak.
→ hazırlık çalışması, hazırlık devresi, hazırlık dönemi, hazırlık sınıfı
hazırlık çalışması is. sp. İdman.
hazırlık devresi is. Hazırlık dönemi: "O gece mehtaba çıkmak için bir hayli evvelinden başlayan tatlı bir hazırlık devresi vardı." -A. Ş. Hisar.
hazırlık dönemi is. Hazırlanmak için geçen süre, hazırlık devresi.
hazırlıklı sf. Bir şey için önceden hazırlanmış olan, tedarikli: Hazırlıklı bir konuşma, hazırlıklı olmak (veya bulunmak) hazırlanmış olmak.
hazırlık sınıfı is. eğt. Öğrencilere, belli bir öğretim programını izlemek veya belli bir okulda okumak için gerekli temel anlayış, bilgi ve becerileri kazandırmak amacıyla bir okula, bir üniversiteye bağlı olarak açılan sınıf.
hazırlıksız sf. Bir şey için önceden hazırlanmamış olan. hazırlıksız olmak (veya bulunmak) hazırlanmamış olmak.
hazırlop sf. 1. Sarısı katılaşacak derecede kaynatılmış (yumurta). 2. mec. Başkası tarafından hazırlanmış, sağlanmış, emeksiz, külfetsiz: "Onlar da bu hazırlop klişeleri kullanmak fırsatını buluncaya kadar susacaklardır." -B. R. Eyuboğlu.
hazır ol ünl. ask Esas duruşa geçilmesi için verilen komut.
→ hazır ol duruşu
hazır ol duruşu is. ask. ve sp. Vücudun baş dik, göğüs ileride, omurga ve bacaklar gergin, topuklar bitişik, kollar doğal yerinde, avuçlar uyluklarda olarak ayakta bulunduğu durum.
hazır para is. ekon. Nakit, elde mevcut para, likit.
hazırun ç. is. Ar. hazirün esk. Bir toplantıya katılanlar.
→ hazinin cetveli
hazırun cetveli is. Bir toplantıya katılanları gösteren liste.
hazır yemek, -ği is. Kısa sürede hazırlanan ve genellikle ayaküstü yenilen hafif yiyecek.
hazır yiyici is. Önceden kazanılmış varlığı harcayan kimse.
hazır yiyicilik, -ği is. Hazır yiyici olma durumu.
hazin sf. (hazi:n) Ar. hazin Acıklı, üzüntü veren, dokunaklı, hüzünlü: "Her şey dayanılmayacak kadar hazindi." -A. İlhan.
hazine is. (hazi:ne) Ar. hazine 1. Altın, gümüş, mücevher vb. değerli eşya yığını, büyük servet: "Dünyanın hazinelerine başını çevirip bakmazdı." -R. H. Karay. 2. Değerli şeylerin saklandığı yer. 3. Gömülü veya saklıyken bulunan değerli şeylerin bütünü. 4. Kaynak: "Ağaç, rutubetin hazinesidir." -F. R. Atay. 5. ekon. Devlet malı veya parası. 6. ekon. Devlet malının veya parasının saklandığı yer. 7. ekon. Devletin altın, döviz, bono ve nakit işlemlerini maliye ile birlikte düzenleme görevini üstlenen makam. 8. mec. Büyük bağlılık duyulan, değer verilen şey veya kimse.
→ hazine bonosu, kelime hazinesi, sözcük hazinesi, söz hazinesi
hazine bonosu is. ekon. Maliyenin her yıl bütçe kanunu ile aldığı yetkiye dayanarak aynı kanunla belirlenen sının aşmamak üzere çıkardığı ve bankalara iskonto ettirdiği en çok bir yıl vadeli borç senedi.
hazinedar is. Ar. hazine + Far. -dar esk. Bir hazineyi bekleyen, yöneten kimse.
hazinedarlık, -ğı is. Hazineyi yönetme görevi.
haziran is. (hazv.ran) Ar. haziran Yılm otuz gün süren, altıncı ayı.
→ haziran böceği
haziran böceği is. zool. Mayıs böceklerinden, tarım bitkilerine çok zarar veren kın kanatlı bir böcek (Amphimallus solstitialis).
hazire is. (hazi.re) Ar. hazire esk. 1. Etrafı çitle çevrili ve girilmesi yasak yer. 2. Cami, türbe, tekke vb. yerlerde çevresi parmaklıklarla çevrili mezar yeri.
hazmetme is. Hazmetmek durumu.
hazmetmek, -der (-i) Ar. hazm + T. etmek 1. Sindirmek. 2. mec. Hoşa gitmeyen bir davranışı karşılıksız bırakmak, içine atmak. 3. mec. Katlanmak, dayanmak, sabretmek: "Zannediyorum ki bu acıyı hazmedemeye-ceğim." -R. N. Güntekin.
hazne is. Ar. hazine 1. Hazine. 2. Bir şeyin toplandığı, biriktirildiği yer, depo. 3. esk. Döl yatağı.
→ öğütme haznesi
hazret is. Ar. hazret 1. Yüce kabul edilen kimselerin adlarının başına saygı, övme, yüceltme amacıyla getirilen unvan: Hazreti Ali. Hazreti Fatma. 2. mec. Adı söylenmeyen bir kimseden söz edilirken kullanılan bir söz: Hazret böyle buyurdu, artık geç kalmak yokmuş! 3. ünl. Genellikle erkekler arasında senli benli konuşmada kullanılan bir seslenme sözü: Hazret.' Şu kitabı uzatır mısın?
hazretleri ç. is. esk. Saygı duyulan kişilerin adlarını veya makamlarını gösteren söze başka unvanlarla birlikte getirilen bir söz: "Gazi Paşa hazretlerinin beyanatını okumayanlar var." -T. Buğra.
hazzetme is. Hoşlanma.
hazzetmek, -der (-den, -i) Ar. fyazz + T. etmek Hoşlanmak: "Kasaba içinde Kadı İbrahim Efendi'den hazzeden kimse yoktu." -Ö. Seyfettin.