-gü bk. -gı/ -gi vb.
gübre is. Yun. Verimini artırmak için toprağa dökülen her türlü hayvan dışkısı, kimyasal veya bitkisel madde, kemre: "Dünyanın masrafım yapmış, araba araba toprak, gübre taşıtmıştır." -T. Buğra.
→ gübre böceği, gübre gazı, samanlı gübre, suni gübre, yapma gübre, marul gübresi
gübre böceği is. zool. Kın kanatlılardan, gübre İle beslenen bir böcek cinsi (Onitis).
gübre gazı is. Gübreden elde edilen yanıcı gaz, biyogaz.
gübreleme is. Toprağa gübre dökme, gübre karıştırma.
gübrelemek (-i) Verimini artırmak için toprağa gübre dökmek.
gübrelenme is. 1. Gübre dökülme. 2. mec. Gelişmesi, yetişmesi için her türlü imkânı sağlama: "Ahlak daima gübrelenmeye, sulanmaya muhtaç bir fidana benzer." -H. R. Gürpınar.
gübrelenmek (nsz) Gübre dökülmek.
gübreletme is. Gübreletmek işi.
gübreletmek (-i) Gübreleme işini yaptırmak.
gübreli sf Gübrelenmiş olan: Gübreli toprak.
gübrelik, -ği is. Gübre konulan yer.
gübresiz sf. Gübrelenmemiş olan.
gübür is. hlk. Çöp, süprüntü.
gübürcü is. Çöpçü.
gübürlük, -ğü is. Çöplük.
gücendirici is. Gücendiren, gönül kıran, inciten kimse veya şey.
gücendirme is. Gücendirmek işi.
gücendirmek (-i) Gücenmesine yol açmak, gönlünü kırmak, incitmek: "Bazı şairleri kırmaktan, gücendirmekten çekindiğimden değil, haksızlık olacağına inandığımdan başvurmuyorum bu yola." -N. Cumalı.
gücenik, -ği sf. Gücenmiş, kırılmış, incinmiş, küskün (kimse).
güceniklik, -ği is. Gücenik olma durumu: "Kral Zog'la da herhangi bir gücenikliğim olmayacaktı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
gücenilme is. Gücenilmek işi veya durumu.
gücenilmek (-e) Gücenme işine konu olmak, herhangi bir kimseye gücenmek: Böyle önemsiz şeylere gücenilir mi?
güceniş is. Gücenme işi veya biçimi.
gücenme is. Gücenmek işi.
gücenmek (nsz, -e) Birinin beklenilmeyen bir davranışı veya sözü karşısında kırgınlık duymak, kırılmak: "Kendisine uygulanan bu tavırdan ne darılmıştı ne gücenmişti." -N. Araz.
gücü is. hlk. Bez tezgâhında İpliği ayarlayan tezgâh tarağı.
→ gücü ipliği
gücü gücüne zf. Zorla, zorlayarak, güçlükle.
gücü ipliği is. Dokumada kullanılan sağlam, kalın iplik.
gücük, -ğü sf. hlk. 1. Kısa, bodur, gelişmemiş, güdük. 2. Kuyruksuz, kuyruğu kesik (hayvan). 3. is. mdn. Ağaç direklerin hazırlanması sırasında arta kalan kısa parça.
→ gücük ay
gücük ay is. hlk. Şubat.
gücümseme is. Gücümsemek işi veya durumu.
gücümsemek (-i) Bir şeyin yapılmasını güç görmek, bir işi isteksiz yapmak.
gücün zf. hlk. 1. Dara dar. 2. Güçlükle, ancak, zorla.
-güç bk. -gıç/, -giç vb.
güç (I) sf. 1. Ağır ve yorucu emekle yapılan, müşkül: Eski yazıyı Öğrenmek güç bir işti. 2. Yapılması zor, çetin, kolay karşıtı: "Değiştirmedim ben düşüncemi. Güçtür şiir söylemek, nesir yazmaktan çok güçtür." -N. Ataç. 3. zf. Zorlukla: "Kendini yatağa güç atmış ve sızıp kalmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu. güç gelmek bir şeyin yapılmasında zorluk ve sıkıntı ile karşılaşmak. güç mevkide kalmak içinden çıkılması zor bir durumda bulunmak: "Hemen kararını vermekten âciz olan Hasan ne kadar güç bir mevkide kalmıştı?" -O. C. Kaygılı, güce sarmak bir iş güç bir duruma gelmek, güçleşmek. (bir şey birinin) gücüne gitmek gönlü kırılmak, onuruna dokunmak: "Bugünkü hâlimizle tabiatın sırlarını kavrayamayacağımızı düşünmek bizi sinirlendiriyor, gücümüze gidiyor." -N. Ataç. gücüne koşmak bir sorunun kolay çözümü varken onu güçleştirmek.
→ gücü gücüne, güçbeğenır, güç bela
güç, -cü (II) is. 1. Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet: Zihin gücü. Yaşama gücü. 2. Bir olaya yol açan her türlü hareket, kuvvet, takat. 3. Sınırsız, mutlak nitelik: Tanrı'nın gücü. 4. Büyük etkinliği ve önemi olan nitelik: Paranın gücü. 5. Bir cihazın, bir mekanizmanın iş yapabilme niteliği: Motorun gücü. 6. Siyasi, ekonomik, askerî vb. bakımlardan etki ve önemi büyük olan devlet: Güçler dengesi. 7. Bir ulus, bir ordu vb.nin ekonomik, endüstriyel ve askerî potansiyeli: İnsan gücü. 8. Bir toprağın verimlilik yeteneği. 9. mec. Yeterliliğini ve güvenilirliğini kanıtlamış kimse. 10. coğ. Bir akarsuyun aşındırma ve taşıma yeteneği. 11. fiz. Birim zamanda yapılan iş. gücü (veya gücüne) yetmek (veya yetmemek) eldeki imkânlarla, ancak altından kalkabilmek, üstesinden gelebilmek: "Zaman zaman, şiirin ne olduğunu elimin erdiği, gücümün yettiği kadar anlatmaya çalıştım."-O. V. Kanık.
→ güç birliği, güç kaynağı, elektromanyetik güç, gizil güç, iş güç, iş güç sahibi, kesintisiz güç kaynağı, vurucu güç, zırhlı güç, dış güçler, egemen güçler, üretim güçleri, alım gücü, beygir gücü, beyin gücü, gücü gücüne, var gücüyle, bilek gücü, düş gücü, fizik gücü, hayal gücü, iş gücü, makine gücü, yaptırım gücü, yargı gücü, yasama gücü, yaşama gücü, yürütme gücü
güçbeğenir sf Her şeyden hoşlanmayan, zorlukla karar veren, müşkülpesent: "Güçbeğenir bir yaradılışta olan Celal'in bana ilk gün kanı kaynayıverdi." -H. Taner.
güçbeğenirlik, -ği is. Güçbeğenir olma durumu.
güç bela zf. Zorlukla, güçlük çekerek: "Güç bela bir iş buldun, onu da elden kaptırıp gene düşeceksin." -M. Ş. Esendal.
güç birliği is. Mevcut maddi ve manevi imkânları bir araya toplama, güçleri birleştirme.
güç kaynağı is. Enerji üreten kaynak.
güçlendirici is. Güç veren, güç katan kimse veya şey.
güçlendiricilik, -ği is. Güçlendirici olma durumu.
güçlendirilme is. Güçlendirilmek işi: "Bunun için, jandarmaya çekidüzen verilmesi ve güçlendirilmesi yeter." -S. Birsel.
güçlendirilmek (nsz) Güçlü duruma getirilmek, güç kazanması sağlanılmak.
güçlendirme is. Güçlendirmek işi.
güçlendirmek (-i) Güçlü duruma getirmek, güç kazanmasını sağlamak.
güçleniş is. Güçlenme işi veya biçimi.
güçlenme is. Güçlenmek işi.
güçlenmek (nsz) Güçlü duruma gelmek, kuvvetlenmek.
güçleşme is. Güçleşmek işi.
güçleşmek (nsz) Güç duruma gelmek, zorlaşmak: "Ama hayat dedikleri / Güçleşmekte günden güne." -B. Necatigil.
güçleştirme is. Güçleştirmek işi.
güçleştirmek (-i) Güç duruma getirmek.
güçlü sf. 1. Gücü olan, kuvvetli, yavuz: "Hele kendini güçlü hissederse, tetik ol, basbayağı saldırganlaşır." -A. İlhan. 2. Şiddeti çok olan. 3. mec. Etkisi, önemi büyük olan, sözü geçer, forslu. 4. mec. Nitelikleri ile etki yaratan, etkili: "Kitabında ne kadar güçlü ve üslup sahibi bir yazar olduğunu belgeler." -H. Taner.
→ güçlü kuvvetli
güçlük, -ğü is. 1. Güç olan bir şeyin niteliği, zorluk. 2. Ağır ve yorucu emek, zahmet, meşakkat: "Bir kere güçlük, ev bulmak ve eşya taşımak derdiyle başlar." -B. Felek. 3. Engel, pürüz: "Güçlüklere bir başına da olsa karşı koyan insan, kuvvetli insan olmalı." -O. V. Kanık, güçlük çekmek bir işi çok zor yapmak, zor bir durumla karşılaşmak: "Anlamakta güçlük çeker gibi bakıyordu." -R. N. Güntekin. güçlük çıkarmak bir şeyin gerçekleşmesini engelleyici sebepler ileri sürmek, güçlüğü (veya güçlükleri) yenmek bir güçlüğü, zorluğu ortadan kaldırmak.
→ konuşma güçlüğü
güçlükle zf. (güçlü'kle) Güç, kolay olmayan bir biçimde, zar zor: "Kuş biraz havalanıp başka bir kayaya kadar güçlükle, zorlukla uçtu."-S. F. Abasıyanık.
güçlü kuvvetli sf. 1. Sağlığı, gücü, kuvveti yerinde olan: İri yarı, güçlü kuvvetli adam salıncağa doğru sokulup..." -O. C. Kaygılı. 2. mec. Maddi ve manevi bakımlardan gücü, destekçisi olan, torpili olan.
güçlülük, -ğü is. Güçlü olma durumu.
güçsünme is. Güçsünmek işi veya durumu.
güçsünmek hlk. Bir şeyi güç saymak.
güçsüz sf Gücü olmayan, âciz. güçsüz düşmek gücü yetmemek: "Silahlarından birini elinden bırakmış, güçsüz düşmüştür." -N. Cumalı.
→ işsiz güçsüz
güçsüzce zf. (güçsü'zce) Güçsüz bir biçimde.
güçsüzlük, -ğü is. Güçsüz olma durumu, güçsüze yakışacak davranış, kuvvetsizlik, aciz, iktidarsızlık.
güdek, -ği is. Amaçlanan sonuç, güdülen şey.
güdeksiz sf Bir amaca dayanmayan.
güdeleme is. Güdelemek işi.
güdelemek (-i) hlk. Ardına düşmek, kovalamak, sürmek.
güderi is. Far. gevderi 1. Genellikle geyik veya keçi derisinden yapılmış yumuşak ve mat meşin. 2. sf Bu meşinden yapılmış: "Arka cebinden büyük bir güderi tabaka çıkarmıştı. " -M. Yesari.
→ güderihane
güderici is. Güderi yapan veya satan kimse.
güdericilik, -ği is. Güderi sanayisi ve ticareti.
güderihane is. (güderiha:ne) Far. gevderi + hâne esk. Güderinin yapıldığı yer.
güderileme is. Güderilemek işi.
güderilemek (-i) Güderi işlemlerini yapmak.
güdü is. 1. Bilinçli veya bilinçsiz olarak davranışı doğuran, sürekliliğini sağlayan ve ona yön veren herhangi bir güç, saik: "Çocuğun bunalım geçirmesi, gelişen cinsel güdülerini duyuramaması anlamındadır."-Ç. Altan. 2. fel. Kaynağı akıl olan sebep, saik: Sevgi bir dürtü, ödev bir güdüdür. 3. Bir etkinlik veya İşin gizli sebebi. 4. sos. Bireyleri bilinçli ve amaçlı işlerde bulunmaya yönelten dürtü veya dürtüler bileşkesi, saik.
→ içgüdü
güdücü is. 1. Gütme işini yapan kimse: "Sonra kendi güdücüsü de istese durduramaz." -M. Ş. Esendal. 2. hlk. Çoban, sığırtmaç.
güdücülük, -ğü is. Güdücü olma durumu.
güdük, -ğü sf. 1. Eksik yanı olan, tamamlanmamış, kısa: Güdük minare. 2. Kuyruğu kesik veya kopmuş. 3. mec. Yetersiz, sonuç vermemiş: "Boş elleri ve yavan bakışları ile ne güdük bir görünüşü var." -H. Taner, güdük kalmak 1) büyüyememek, küçük, bodur kalmak; 2) mec. bitmemiş, sonuç vermemiş durumda olmak.
güdükleşme is. Güdükleşmek işi.
güdükleşmek (nsz) Güdük duruma gelmek.
güdüklük, -ğü is. Güdük olma durumu.
güdülenme is. psikoi 1. Bireyin, işinin yönünü, gücünü ve öncelik sırasını belirleyen iç veya dış dürtücünün etkisi İle işe geçmesi, motivasyon. 2. Canlıda işe veya öğrenmeye geçme isteği.
güdülme is. Güdülmek işi.
güdülmek (nsz) 1. Gütme işi yapılmak. 2. mec. Bir kimse veya topluluk birinin düşünce ve amacı doğrultusunda yönetilmek.
güdüm is. 1. Yönetme işi, idare. 2. Bilişimde, bir olaylar dizisini, bir süreci veya bir aracı yöneltme ve düzenlemeyle ilgili işlevlerin bütünü.
→ güdüm bilimi, eş güdüm
güdüm bilimi is. Canlılarda ve makinelerde kontrol, iletişim ve işleyişi inceleyen bilim, kibernetik, sibernetik.
güdümcü is. Güdümcülükten yana olan kimse.
→ eş güdümcü
güdümcülük, -ğü is. Bir ülkenin ekonomi, tarım vb. işlerinde tutulan güdümlü yol.
→ eş güdümcülük
güdümleme is. Bir görüş, kanı veya İnancı benimsetme çabası.
güdümlemek (-i) Belli bir amaca veya inanca yönlendirmek.
güdümlü sf. 1. Güdülebilen, yönlendirilebilen, yönetilebilir: Güdümlü mermi. 2. mec. Belirli bir plan veya yönde yürütülen bir amacı, bir eğilimi yansıtan: "Çalıkuşu, bizim milli eğitim davamızı ele alan güdümlü bir romandır." -N. Cumalı.
→ güdümlü sanat, eş güdümlü
güdümlülük, -ğü is. Güdümlü olma durumu.
güdümlü sanat is. Belli bir siyasi ve toplumsal ideoloji doğrultusunda oluşturulan sanat.
güdümsüz sf. Güdümü olmayan.
güfte is. Far. gofte Müzik eserlerinin yazılı metni, söz: "Sanatçı dostum bestelerinin güftelerini de kendi yazardı." -Ç. Altan.
güfteci is. Güfte yazan kimse, söz yazan.
güftecilik, -ği is. Güfteci olma durumu.
güğüm is. Yun. Yandan kulplu, boynu uzun, genellikle bakırdan su kabı.
güherçile is. Far. guherçile kim. Tarımda gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut vb., patlayıcı maddeler yapımına yarayan, beyaz renkte ve ince billurlar durumunda birleşik bir madde, potasyum nitrat (KNO3).
gül is. Far. gul bot. 1. Gülgillerin örnek bitkisi (Rosa). 2. Bu bitkinin katmerli, genellikle kokulu olan çiçeği, gül gibi çok iyi, çok güzel: "Herkes evinin önünü temizlesin, şehir gül gibi olur." -T. Buğra, gül gibi bakmak 1) geçimini para sıkıntısı olmadan sağlamak; 2) iyi, temiz bakmak: Çocuğuna gül gibi bakıyor, gül gibi geçinmek (veya yaşamak) 1) çok iyi anlaşmak, geçinmek; 2) pek geniş olmayan bir imkânla rahat, sıkıntısız yaşamak: "Allah bereket versin, gül gibi geçiniyorum." -R. N. Güntekin. gül üstüne gül koklamamak bir sevgili üstüne bir ikincisini sevmemek, gülü seven dikenine katlanır insan sevdiği kimse veya sevdiği iş yüzünden gelecek sıkıntılara katlanır. gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz birinin uygunsuz özellikleri sayılırken bunların öteden beri bilindiğini anlatmak için söylenen bir söz.
→ gülabdan, gülbahar, gülbank, gülbeşeker, gül böceği, güldeste, gülhatmi, gülibrişim, gülistan, gülkurusu, gül kurusu, gül rengi, gül suyu, gülsen, gül yağı, karagül, yabani gül, ayı gülü, Çin gülü, denizgülü, gün gülü, İsparta gülü, ipek gülü, Japon gülü, kır gülü, menekşe gülü, orman gülü, rüzgâr gülü, yaban gülü, yayla gülü
gülabdan is. Far. gul + âb-dân esk. Gül suyu serpmek için kullanılan, ağzı emzikli, armut biçiminde küçük kap.
gülbahar is. Far. gul + bahar esk. 1. Kırmızı boya elde etmede kullanılan iyi bir cins toprak. 2. Bir tavla oyunu.
gülbank, -gi is. Far. gul + bâng esk. Hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua veya ant: "Dışarıya fırlayan bütün davetliler de bu gülbange iştirak ediyorlardı." -E. E. Talu.
gülbeşeker is. Far. gul-be + şeker esk. Gül çiçeği ve şeker ile yapılan macun kıvamında bir çeşit reçel.
gül böceği is. zool. Altın böcek.
gülcü is. Gül üreten veya alıp satan kimse.
gülcülük, -ğü is. Gül üretme veya alıp satma işi.
güldeste is. Far. gul + deste esk. Seçki.
güldür güldür zf. Çok gürültü ederek, yüksek ses çıkararak, hızla: "Bir düzlükte askılı vagonlarıyla güldür güldür çahşan bir teleferik istasyonu." -Ç. Altan.
güldürme is. Güldürmek işi.
güldürmek (-i) Gülmesine sebep olmak: "Ağlatmayı geçtik, hiç değilse kendime güldürmeden çalabilsem." -H. Taner.
güldürü is. 1. Güldürme özelliği olan şey. 2. tiy. İlkel, yalın güldürme öğelerinden yararlanan, bazen inanırlığın sınırını aşan, güldürmeyi amaç edinen sahne eseri, komedi, fars.
→ durum güldürüsü
güldürücü sf. Gülmeyi sağlayan, gülmeye yol açan, komik: Güldürücü sözler.
güldürücülük, -ğü is. Güldürücü olma durumu.
gülecen sf. Sevimli ve cana yakın tavırları olan (kimse).
güleç, -ci sf. Her zaman gülümseyen, mütebessim: "Biraz sonra geceki güleç memur, hafif kapalı gözleriyle göründü." -Ç. Altan.
güleçlik, -ği is. Güleç olma durumu.
güle güle zf. 1. Gülerek. 2. ünl "Üzüntüsüz bir hayat sürerek, gönül ferahlığı ile (giy, otur, kullan, büyüt...)" anlamlarında bir iyi dilek sözü: "Bu yüzükle, bu pırlanta küpe benim sana yadigârım olsun. Güle güle kullan!" -A. Rasim. 3. ünl. Vedalaşma sırasında kalanın söylediği söz.
güleğen sf. hlk. Güler yüzlü, çok gülen (kimse).
güler yüz is. İçten ve yapmacıksız, yumuşak, okşayıcı davranış: "Her misafire gösterdiği bir güler yüzle içeriye girdi." -P. Safa.
güler yüzlü sf Yakınlık gösteren, içten davranan.
güler yüzlülük, -ğü is. Güler yüzlü olma durumu.
gülgiller ç. is. bot. Çilek, armut, elma, badem vb. türleri içine alan, ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, örneği gül olan bir bitki familyası.
gülgüli sf. (gülgüli:) Far. gul + gul 4- Ar. -ı esk. Gül renginde olan: "Gülgüli, kerrakeli, mor hareli." -Nedim.
gülhatmi is. bot. Ebegümecigillerden, yaprakları geniş ve yuvarlak, çiçekleri büyük ve türlü renklerde olan, çok yıllık otsu bir bitki (Althaea rosea).
gülibrişim is. bot. İpek ağacı.
gülistan is. (gülista:n) Far. gul-istün esk. 1. Gül bahçesi. 2. mec. Huzurlu, rahat ve zenginlik dolu yer: "Hayat her zaman gülistan değil, amcacığım."-M. Yesari.
gülkurusu is. 1. Bordonun bir ton koyusu. 2. sf. Bu renkte olan: "Bir gülkurusu çocuk çarşafı içinde titriyor gibi görünen nazik, küçük güzelşeyi..."-R. N. Güntekin.
gül kurusu is. Kurutulmuş gül yaprağı.
güllabi (I) is. (güllâ'.bi) Ar. kullâbi esk. Akıl hastanelerindeki hademe, güllabici, deli güllabicisi.
→ deli güllabicisi
güllabi (II) sf. (güllâ:bi:) Ar. kullâbi esk. Kurnaz, açıkgöz.
güllabici is. Güllabi (I).
→ deli güllabicisi
güllabicilik, -ği is. Güllabi olma durumu.
güllaç, -cı is. 1. Nişastadan yapılan, çok ince kuru yufka. 2. Bu yufkadan hazırlanan tatlı: Kaymaklı güllaç. 3. Kolayca yutulamayan, tadı hoş olmayan toz durumundaki bazı ilaçlarm içine konuldukları, nişastadan küçük kap.
gülle is. 1. Eskiden som taş veya demirden, yuvarlak bir biçimde yapılırken, günümüzde çelikten silindir biçiminde, bir ucu sivri olarak yapılan top mermisi: "Atılan gülle ve lağımlardan kale duvarlarında geniş menfezler açıldı." -O. S. Orhon. 2. sp. Atletizm yarışmalarında atılan, pirinç veya pirinçten daha sert bir maddeden yapılan, erkekler için 7,257 kg, kadınlar için 4 kg olan madenî küre. gülle gibi 1) çok ağır; 2) halsiz, yorgun argın: "Ayakkabılarını giymeden gülle gibi çocukların yanına düştü." -O. C. Kaygılı.
→ gülle atma
gülle atma is. sp. 1. Tek elle taşınan gülleyi ileriye doğru fırlatma. 2. Gülleyi en uzağa atmak amacıyla yarışılan atletizm dalı.
gülleci is. 1. Top güllesi yapan kimse. 2. Gülle atma sporu yapan kimse.
güllü sf. Gülü olan.
→ dallı güllü
güllük, -ğü is. Gül bahçesi veya gülü çok olan yer.
→ güllük gülistanlık
güllük gülistanlık, -ğı is. Bolluk ve rahatlık içinde olan yer.
gülme is. 1. Gülmek işi. 2. Kahkaha: "Leyla, çayırın öbür ucuna kaçarak içinden gelen gülmeleri bastırmaya çalışır." -S. Birsel.
gülmece is. 1. Eğlendirme, güldürme ve bir kimsenin davranışına incitmeden takılma amacını güden ince alay, mizah, humor. 2. ed. Gerçeğin güldürücü yanlarını ortaya koyan edebiyat türü, mizah, ironi.
gülmeceli sf. İçinde gülmece nitelikleri bulunan (yazı, karikatür vb.), mizahi.
gülmek, -er (-e) 1. İnsan, hoşuna veya tuhafına giden olaylar, durumlar karşısında, genellikle sesli bir biçimde duygusunu açığa vurmak: "O ne söylese sinirli sinirli ve tabii olmayan gülüşü ile gülüyordu." -H. E. Adıvar. 2. (nsz) Mutlu, sevinçli zaman geçirmek, eğlenmek, hoşça vakit geçirmek. 3. (-e) Biriyle alay etmek: "Gülme komşuna, gelir başına." -Atasözü. 4. Dikkati çekecek derecede hoş ve sıcak görünmek: "Annemin, yirmi gündür ağlayan yüzü, bu akşam ilk defa güldü." -Y. Z. Ortaç, güle oynaya sevinerek, neşe ile: "Dondurmalarını bitiren gençler güle oynaya kafile hâlinde yaklaştılar." -H. Taner, güler misin, ağlar mısın! hem gülünecek hem üzülecek nitelikteki şaşırtıcı olaylar karşısında söylenen bir söz. gülerim! (veya güleyim bari!) yersiz görülen bir düşünceye karşı hafifseme olarak söylenen bir söz. gülerken ısırmak iyilik yapar görünüp kötülük yapmak, gülme komşuna, gelir başına birinin başına gelen kötü bir durum senin de basma gelebilir. gülmekten kırılmak (veya katılmak) aşın derecede gülmek: "Ahali gülmekten kırılıyordu." -R. N. Güntekin. gülüp geçmek umursamamak, aldırış etmemek, üzerinde durmamak: "Bizi şimdi böyle görse, yine sadece gülüp geçer miydi?" -O. C. Kaygılı. gülüp oynamak (veya söylemek) neşeli, sevinçli, keyifli, güzel vakit geçirmek.
→ güle güle, yüze gülücü
gül rengi is. 1. Gül çiçeğinin rengi. 2. sf. Bu renkte olan.
gül suyu is. Gül yağı yapılırken yan ürün olarak elde edilen kokulu ve renksiz sıvı.
gülsen is. Far. gulşen esk. Gül bahçesi.
gülücük, -ğü is. 1. Çocuk gülümsemesi. 2. Gülümseme, tebessüm: "... dudaklarında bir gülücükle, elinde beş altı zarf, gelirdi karşıma." -Y. Z. Ortaç.
gülük, -ğü is. hlk. 1. Hindi. 2. Sebze yetiştirmek için açılan ocak: "Kavağın dibine gülük yaptırdım / Basaksız evlere hayat yaptırdım. " -Halk türküsü.
gülümseme is. Hafifçe gülme, tebessüm: "Zehra, aynı zehirli gülümseme ile başını çevirdi." -R. N. Güntekin.
gülümsemek (nsz, -e) Güler gibi olmak, hafifçe gülmek: "Hep ona doğru bakar, göz göze geldiklerinde gülümserdi." -N. Cumalı.
gülümser sf. Hafifçe gülümseyen, sevimli.
gülümseyiş is. Gülümseme işi veya biçimi: "Bir saadet derecesine yükseliveren bir gülümseyişle gülmüşlerdi." -S. F. Abasıyanık.
gülünç, -cü sf Alay edilecek durumda olan, güldürücü, tuhaf, komik: "Yüksek sesle doğruluktan bahsetmeye kalkmak gülünç bir şey olurdu." -R. N. Güntekin.
gülünçleşme is. Gülünçleşmek işi, komikleşme.
gülünçleşmek (nsz) Gülünç duruma gelmek, komikleşmek: "Gittikçe gülünçleşen bir münakaşa." -Y. Z. Ortaç.
gülünçleştirme is. Gülünçleştirmek işi.
gülünçleştirmek (-i) Gülünç duruma getirmek.
gülünçlü sf. Güldürücü, eğlendirici özellikleri bulunan (oyun, hikâye, söz).
gülünçlük, -ğü is. Gülünç olma durumu, komiklik.
gülünme is. Gülünmek işi.
gülünmek (nsz, -e) 1. Gülme işi yapılmak. 2. mec. Alay edilmek: "Varsın gülsünler, hem neden gülünecekmiş?" -N. Ataç.
gülüş is. Gülme işi veya biçimi: "Kalleşliğin bin bir çeşidi apaçık görünüyordu bu gülüşte. " -N. Ataç.
→ yapmacık gülüş
gülüşme is. Gülüşmek işi: "Biz çıkarken arkamızdan onların yılışık gülüşmeleri vardı." -P. Safa.
gülüşmek (nsz) Karşılıklı veya birlikte gülmek, birlikte şakalaşmak: "Hep birlikte kahkahayla gülüştüler." -N. Cumalı.
gülüşülme is. Gülüşülmek İşi veya durumu.
gülüşülmek (nsz) Karşılıklı veya birlikte gülünmek.
gülüt is. sin. ve tiy. Skeç, revü, eğlence gösterisi vb.ne eklenen beklenmedik, gülünç sözler veya durumlar.
gülütçü is. Bir skeçte, revüde veya eğlence gösterisinde eklenen sözleri ve durumları hazırlayan kimse.
gül yağcı is. Gül yağı çıkaran veya satan kimse.
gül yağcılık, -ğı is. Gül yağı çıkarma veya satma işi.
gül yağı is. Güllerin imbikten çekilmesiyle elde edilen gül suyunun üstünde toplanan kokulu yağ.
→ ince gül yağı
güm is. Derinden ve patlayıcı yankılı gürültü: Kapı güm diye kapandı, güm güm atmak kalp heyecanla çarpmak: "Göğsünün nasıl güm güm attığını fark eder, ne olur diye meraka düşmekten kendini alamazdı." -N. Cumalı. güm güm etmek derinden yankılı ses olmak, ses çıkmak, güme gitmek tkz. 1) anlaşılmamak, yok olmak: "Ama sözleri motor gürültüsünün içinde güme gitti." -H. Taner. 2) boşu boşuna ölmek, hiç uğruna ölmek; 3) değeri anlaşılmadan yitip gitmek: "Gelgelelim, çağın sansürü, dine karşı çıkıyorsa Yunus'un nice imanlı şiiri güme gidecekti, demektir." -T. Halman.
→ güm güm
gümbedek zf. (gü'mbedek) 1. Gümbürdeyerek. 2. Beklenmedik bir zamanda, birdenbire.
gümbürdeme is. Gümbürdemek işi.
gümbürdemek (nsz) 1. "Gümbür" diye ses çıkarmak: "Gümbürdüyen seslerinden en yiğit olanınızın yüreğine korku düşerdi." -K. Bilbaşar. 2. Ölmek: "Hanım insafa gelip karnımı doyurmaya izin vermezse, açlıktan gümbürdeyeceğim." -A. İlhan.
gümbürdetme is. Gümbürdetmek işi.
gümbürdetmek (-i) Gümbürdemesine yol açmak.
gümbürdeyiş is. Gümbürdeme İşi veya biçimi.
gümbür gümbür zf Büyük bir gürültü İle: Merdivenden gümbür gümbür yuvarlandı.
gümbürtü is. Birdenbire yankılı ve derinden gelen patlama, yıkılma, çarpma sesi, şiddetli gürültü: "Sessizlik öyle yoğun ki, handiyse yüreklerinin gümbürtüsünü işitiyorlar." -A.İlhan.
gümbürtülü sf "Gümbürtü" sesi çıkaran: "Gerilimli, gümbürtülü bir dönem yaşıyordum." -Ç. Altan.
gümbürtüsüz sf Gümbürtüsü olmayan.
güme is. hlk. 1. Avcı kulübesi. 2. Bostanda yapılan bekçi kulübesi.
gümeç, -ci is. Bal peteğini oluşturan altı köşeli gözeneklerden her biri.
→ gümeç balı, balgümeci, ebegümeci, ağaç ebegümeci, Yahudi ebegümeci
gümeç balı is. Gümeciyle birlikte bulunan süzülmemiş bal.
gümleme is. Gümlemek işi.
gümlemek (nsz) 1. "Güm" diye ses çıkarmak. 2. argo Sınıfta kalmak, gümleyip gitmek beklenmedik bir zamanda ansızın ölmek: "... safra kesesi ameliyatında gümledi gitti." -A. Ağaoğlu.
gümletme is. Gümletmek işi.
gümletmek (-i) Güm diye ses çıkmasına neden olmak: "Yumruklar kürsüyü ve rahleleri gümletiyor, yüzler kıpkırmızı kesiliyor, dişler gıcırdatılıyordu." -T. Buğra.
gümrah sf. Far. gümrük esk. 1. Aşırı derecede büyümüş olan (bitki): "Uzun zamandır ıssız, bakımsız kaldığı için o gümrah yeşillikler bölgesinde yılanlar türediği biliniyordu. " -R. E. Ünaydın. 2. Deli dolu akan (su). 3. Gür, yüksek, kuvvetli (ses). 4. Uzun, sık ve dalgalı (saç).
gümrahlaşma is. Gümrahlaşmak işi.
gümrahlaşmak (nsz) 1. Bitki aşın derecede büyümek. 2. Su deli dolu akmak. 3. Ses gür, yüksek, kuvvetli olmak. 4. Saç uzun, sık ve dalgalı olmak.
gümrahlık, -ğı is. Gümrah olma durumu, bolluk, sıklık, gürlük.
gümrük, -ğü is. Yun. 1. Bir ülkeye giren veya bir ülkeden çıkan mal ve eşya üzerinden alınan vergi. 2. Bir verginin alınması işlemiyle uğraşan devlet kuruluşu. 3. Bir ülkenin giriş ve çıkışında gümrük denetim ve gözetiminin yapıldığı yer: "Sayfaları girip çıktığı gümrüklerin dalgalarıyla dolu pasaportlar eskitti." -N. Cumalı. gümrük koymak engel olmak, kısıtlamak: "Yalnız hareketlerime değil, sözlerime de gümrük koyacak. " -R. N. Güntekin. gümrükten mal kaçırır gibi bir işte gereksiz telaş ve ivedilik göstererek, herkesten saklamaya çalışarak.
→ gümrük birliği, gümrük kapısı, gümrük kolcusu, gümrük tarifesi
gümrük birliği is. ekon. Belli ülkeler arasında gümrük vergilerini kaldıran, üçüncü ülkelere karşı ortak gümrük tarifesi uygulamalarını öngören ekonomik bütünleşme.
gümrükçü is. 1. Gümrük görevlisi. 2. Başkalarıyla ilgili eşyayı bir ücret karşılığında gümrükten çıkarma işini üzerine alan komisyoncu.
gümrükçülük, -ğü is. 1. Gümrük memurluğu. 2. Gümrükten eşya çıkarma komisyonculuğu.
gümrük kapısı is. Yurt dışına gidiş veya yurt dışından dönüş sırasında gümrük işlemlerinin yapıldığı yer.
gümrük kolcusu is. huk. Gümrüklerce gözaltında bulundurulması gerekli görülen eşya ve yolcularla beraber bulunmak, tartı, sayım ve muayene memurlarına yardım etmek vb. işlerle görevli kişi, dideban: "Gel gelelim bu nazeninim, gümrük kolcularıyla fingirdemeye başlamış." -R. N. Güntekin.
gümrükleme is. Gümrüklemek işi.
gümrüklemek (-i) Bir malın gümrükte giriş işlemini yapmak.
gümrüklendirme is. Gümrüklendirmek işi.
gümrüklendirmek (-i) Bir malın gümrük işlemlerini yaptırmak.
gümrüklenme is. Gümrüklenmek işi veya durumu.
gümrüklenmek (nsz) Gümrükleme işlemi yapılmak.
gümrüklü sf. 1. Gümrük vergisi ödenmesi gerekli olan: Gümrüklü mal. 2. Gümrük vergisi ödenmiş olan.
gümrüksüz sf. 1. Gümrük vergisi ödenmesi gerekmeyen. 2. Gümrük vergisi ödenmemiş, kaçak.
gümrük tarifesi is. İthal edilen mallar üzerinden alınması gereken vergi miktarı veya oranlarını gösteren liste.
gümül is. hlk. Susam ve ekin demeti veya yığını.
gümüş is. kim. 1. Atom numarası 47, atom ağırlığı 107,88, yoğunluğu 10,5 olan, 960 °C'ye doğru sıvı durumuna geçen, parlak beyaz renkte, kolay işlenir ve tel durumuna gelebilen element (simgesi Ag). 2. sf. Bu elementten yapılmış: "Boynundan asılmış gümüş bir köstek taşırdı." -Y. K. Beyatlı. gümüş sağ olsun, altın gidekosun eldeki şey, elde edilmesi güç olan daha değerli bir şeyden üstün tutulmalı.
→ gümüş balığı, gümüş gol, gümüşgöz, gümüş grisi, gümüş kaplama, gümüş rengi, gümüşservi, gümüş varak, gümüş yağmurcun, gümüş yıl, yeni gümüş, Alman gümüşü
gümüş balığı is. zool. Gümüş balığıgillerden, gümüş renginde bir deniz balığı, aterina (Atherina presbyter).
gümüş balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklar takımının, Örnek hayvanı gümüş balığı olan bir familyası.
gümüşçü is. Gümüşü işleyen sanatçı veya gümüşten yapılmış eşya satıcısı.
gümüşçülük, -ğü is. Gümüşçü olma durumu.
gümüşçün is. zool. Püskül kuyruklulardan, eski kitap sayfalarında, döşeme aralıklarında, şekerli maddeler ve tahta kırıntıları yiyerek yaşayan, vücutları küçük pullarla örtülü, kanatsız böcek (Lepisma saccharina).
gümüş gol is. Normal süresi berabere biten elemeli futbol maçının birinci veya ikinci uzatma süresinde atılan ve devreyi sonuna kadar oynatan gol.
gümüşgöz sf. hlk. Para canlısı, açgözlü, cimri.
gümüş grisi is. 1. Gümüş rengine çalan gri. 2. sf. Bu renkte olan.
gümüşi is. (gümü:şi:) T. gümüş + Ar. -i 1. Gümüş rengi. 2. Bu renkte olan.
→ gümüşi akasya
gümüşi akasya is. bot. Mimoza.
gümüş kaplama is. Herhangi bir metalin gümüş ile örtülmüş biçimi.
gümüşleme is. Gümüşlemek işi,
gümüşlemek (-i) 1. Gümüşle kaplamak veya süslemek. 2. Gümüşün rengini andıran bir renk vermek: "Ay ışığının, yüksek servileri ince ince gümüşlediği bir şato korusımdaymışlar." -A. İlhan.
gümüşlenme is. Gümüşlenmek işi.
gümüşlenmek 1. Gümüşle kaplanmak. 2. (nsz) mec. Gümüş gibi parıldamak.
gümüşletme is. Gümüşletmek işi.
gümüşletmek (-i, -e) Gümüşle kaplatmak veya süsletmek.
gümüşlü sf. Gümüşü olan, gümüşle kaplanmış veya süslenmiş olan.
gümüş rengi is. 1. Gümüş parlaklığında, gümüşü andıran renk, gümüşi. 2. sf. Bu renkte olan.
gümüşservi is. Ayın suya yansımasıyla oluşan parıltılı görünüm.
gümüşsü sf. Gümüşü andıran, gümüşe benzeyen, gümüş gibi, gümüşümsü.
gümüşsüz sf. Gümüşü olmayan.
gümüşü sf. bk. gümüşi.
gümüşümsü sf. Gümüşsü.
gümüş varak, -ğı is. Varak.
gümüş yağmurcun is. zool. Kuzey yarım kürenin en uç noktalarında yaşayan yağmur kuşu (Sguatarola sauatarola).
gümüş yıl is. Eşlerin evliliklerinin yirmi beşinci yılı.
-gün bk. -gın / -gin vb.
gün is. 1. Güneş: "Gün biraz yükselince ıssı bir sıcak kırları kapladı." -M. Ş. Esendal. 2. Güneş ışığı. 3. Gündüz: "Güneş, bütün gün enselerinde boza pişirmiş." -H. Taner. 4. Yer yuvarlağının kendi ekseni etrafında bir kez dönmesiyle geçen 24 saatlik süre: "Kız kardeşi üç yıl, bir gün olsun canı sıkılmadan yaşadı Tatvan'da."-N. Cumalı. 5. İçinde bulunulan zaman: "Aylıkları, günün ihtiyaçları karşısında devede kulak gibi kalıyordu." -R. N. Güntekin. 6. Zaman, sıra: "Biz bu ihtiyara son günlerinde hiç aklından geçirmediği bir saadet sağladık." -H. Taner. 7. Çağ, devir. 8. İyi yaşanmış zaman: Zavallı, gün görmedi. 9. Bayram niteliğinde özel gün: Bugün Fransızların günü imiş. 10. Belirli günlerde ev hanımlarının konuk ağırlamak için yaptıkları toplantı: Yarın Ayşe Hanım'ın günü. 11. Tarih, gün ağarmak tan yeri aydınlanmak: "O geceyi çok rahatsız geçiren Rıza ertesi sabah gün ağarırken kalktı." -H. Taner, gün almak 1) bir iş görmek için ilgili kişiden bir gün ayırmasını istemek, randevu almak: Doktordan gün almam gerekir. 2) yaşını, günü gününe bitirmiş olmak: Beş yaşından iki gün aldı. gün atmak hlk. 1) davayı İleri bir tarihe bırakmak; 2) güneş doğmak: "Süleyman kâhya gün alıncaya kadar çadırların arasında dolaştı." -Y. Kemal, gün batmak güneş batmak, gün bugün içinde bulunduğun günü iyi değerlendir, bugün ne yapabilirsen kazancın odur. gün doğmadan kimliği söylenmez bir iş iyice belli olmadan sonucu hakkında yargı yürütülemez. Yarın ne gibi durumlar veya olaylar çıkacağını kimse bilmez, gün doğmadan neler doğar beklenmedik bir sırada umut verici durumlarla da karşılaşma imkânı vardır, gün doğmak sabah olmak, gün saymak herhangi bir iş veya olayın belirlenmiş süresinin sonunu heyecanla beklemek, (birine) gün doğmak isteklerini gerçekleştirmek için iyi bir duruma erişmek veya eline olağanüstü bir fırsat geçmek, (birine) gün geçmek güneş çarpmak, gün gibi açık çok açık, çok belli. gün görmek esenlik, bolluk, mutluluk içinde yaşamak: "Zavallı çocuklar, biz yine epeyce gün gördük, fakat onlar hiç görmeyecekler." -Y. K. Karaosmanoğlu. gün görmemek sıkıntı içinde yaşamak, gün güne uymaz bir günün işleri, durumları, şartları başka bir gününkine uymaz, (bir sorun veya bir durum) gün ışığına çıkmak açıklığa kavuşmak, aydınlanmak: "Bu mesele gün ışığına çıkmadıkça toplumun doğru dürüst bir düzen kurabileceğine inanmak zordur." -B. R. Eyuboğlu. gün kavuşmak güneş batmak, akşam olmak: "Gün kavuşurken Handune'nin de hareket derecesi artmış." -E. E. Talu. gün koymak yapılacak bir iş için gün belirlemek, (...-ması / ...-mesi) gün meselesi (olmak) olması her an mümkün, sürekli gerçekleşebilecek durumda: Kovulması gün meselesi olduğu için usta bir taraftan sıkıştırıyor, patron bir taraftan sıkıştırıyor. gün ola harman ola bir gün onun da zamanı gelir, gün olur yıb besler, yıl olur günü beslemez ticarette kazanç, günü gününe uymaz, gün yüzü görmemek 1) güneş ışığından uzakta kalmak, ışık görmemek; 2) mec. hiç kullanılmamak, yeni kalmak, gün yüzü görmemiş (söz veya küfür) 1) hiç kullanılmamış; 2) ortalığa hiç çıkmamış; 3) çok ağır hakaret içeren, günlerden bir gün geçmiş zamanda bir gün, vaktiyle: "Günlerden bir gün bu güzel gemilere binme nasip oldu." -B. R. Eyuboğlu. günleri gece olmak çok kederlenecek bir durum içinde bulunmak, günleri sayılı olmak 1) ölümü yakın olmak; 2) bir yerde kalmak için ancak birkaç günü bulunmak. günü dolmak 1) önceden belirlenmiş bir süreyi tamamlamak; 2) ömrünü tamamlamak, eceli gelmek: "Benim tavukların günü daha dolmamışsa suçlu olan ben miyim?" -Z. Selimoğlu. 3) hamilelikte çocuğun olması gereken süreyi tamamlamak, doldurmak. günü gününe uymaz her zaman aynı durumda bulunmaz, kararsız, günü yetmek 1) ölüm zamanı gelmek; 2) gebe için doğum vakti gelmek, gününü beklemek gününü (veya günlerini) saymak, gününü doldurmak bir işin sona ermesi için gereken süreyi tamamlamak, gününü görmek 1) kötü bir sonla karşılaşmak, cezaya çarptırılmak; 2) çocuklarının iyi, mutlu günlerini görmek; 3) aybaşı görmek, gününü göstermek tehdit yollu cezalandırmak, gününü gün etmek hiçbir şeyi dert edinmeyip gününü hoş geçirmek: "Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi?" -H. Taner, gününü (veya günlerini) saymak (veya beklemek) kurtulamayacak hasta son günlerini yaşamak.
→ günâşık, günaşırı, günaydın, gün balı, gün balığı, gün batımı, gün batısı, günbegün, günberi, gün çiçeği, gün dikilmesi, gün doğusu, gündöndü, gün dönümü, gün durumu, güngörmez, güngörmüş, gün gülü, gün günden, gün ışığı, günindi, gün merkezli, gün ortası, günöte, gün tutulması, gün tün eşitliği, gün yağmuru, gün yapmak, gün yayı, gün yeli, günden güne, günebakan, günübirlik, günü geçmiş, günü gününe, günün adamı, günün birinde, ala gün, artık gün, ay gün takvimi, el gün, her gün, iyi gün, iyi gün dostu, kara gün, kara gün dostu, mübarek gün, öbür gün, ön gün, öte gün, tam gün, yarım gün, ahiret günü, ana baba günü, arife günü, aşure günü, bayram günü, çalışına günü, doğum günü, güneş günü, hesap günü, imza günü, iş günü, kabul günü, kandil günü, kış günü, kıyamet günü, mahşer günü, paça günü, yaş günü, yıldız günü
günah is. (-na:hı) Far. günâh 1. Dinî bakımdan suç sayılan iş veya davranış, vebal: "Bunu yapan günün birinde er geç bu günahın kefaretini ödeyecektir." -H. Taner. 2. Acımaya yol açacak kötü davranış, yazık: Bu adama bu kadar eziyet etmek günahtır. 3. Sorumluluk, vebal: Ben söyleyeyim de günah benden gitsin. 4. Kabahat, hafif suç: "Bütün kusurları, günahları, kibar, asil bir güzellik şeklinde görülür." -M. Yesari. günah benden gitti (veya gitsin) "ben görevimi yaptım, bundan sonrası için sorumluluk kabul etmem" anlamında kullanılan söz: "Seni göreyim söyleyeyim dedim de günah benden gitsin!" -N. Cumalı. günah çıkarmak 1) Hristiyanlar, Tanrı'nın bağışlaması için papaza gidip işlediği günahları anlatmak; 2) mec. kötü davranışlarını, suçlarını açıklamak, anlatmak, günah işlemek günah sayılan davranışta bulunmak: "Bedia'yı terk edersem büyük bir günah işlemiş olacağım." -P. Safa. günah olmak yazık olmak: Bu mala bu kadar para vermek günah olur. günaha girmek dinî bakımdan suç sayılan bir iş yapmak: "Ben bunu kitaplıkta saklayarak günaha giriyorum." -S. Birsel, günaha sokmak günah işlemesine yol açmak. günahı (veya vebali) boynuna ben karışmam, sorumluluk sana (veya ona) düşer. günahı kadar sevmemek hiç sevmemek, nefret etmek: "Kışın çok karlı, tipili günlerinden başka günlerini günahı kadar sevmezdi." -O. C. Kaygılı, (birinin) günahına girmek (veya günahını almak) 1) birisi için haksız olarak kötü düşünmek, kuşkulanmak: "Sonradan anladı ki, yok yere o fakirin günahına girmişti." -R. N. Güntekın. 2) iftira etmek, (birinin) günahını çekmek birinin yaptığı veya birine karşı yapılan kötülüğün cezasını görmek, günahını vermez çok cimri.
→ günah keçisi, yazık günah
günahkâr sf. (günahkâ:r) Far. gunâhkâr Günah işlemiş (kimse), günahlı.
günahkârlık, -ğı is. Günahkâr olma durumu.
günah keçisi is. Sürekli suçlanan, her gelenin öfkesini ondan çıkardığı kimse.
günahlı sf. Günahı olan.
günahsız sf. 1. Günahı veya suçu olmayan. 2. zf Günahı veya suçu olmadan: Silahçı Tahsin günahsız gitti, fakat sonra, onu gönderenlerin ebedî günahları, tarihin ebedî sayfalarına geçti." -A. Gündüz.
günahsızlık, -ğı is. Günahsız olma durumu.
günâşık, -ğı is. (günâışık) T. gün + Ar. 'âşik hlk. Ayçiçeği.
günaşırı zf. (gü'naşırı) Bir gün ara ile, iki günde bir: "Gelir desen dar gelir / Günaşırı alacaklılar gelir." -O. C. Kaygılı.
günaydın ünl. Sabahları söylenen esenleme sözü.
gün balı is. Güneşte bal koyuluğuna getirilmiş üzüm şuası.
gün balığı is. zool. Lapinagillerden, kırmızı renkli, siyah benekli bir balık (Julis turcica).
gün batımı is. Güneşin ufukta kaybolması, gurup.
gün batısı is. Batı.
günbegün zf. T. gün + Far. -be + T. gün Günden güne: "Günbegün artıyor meşakkat. " -Âşık Veysel.
günberi is. astr. Yerin, güneşe en yakın bulunduğu nokta: Yer, Aralık ayının 3î'ine doğru günberide bulunur.
günce is. ed. Günlük (I).
güncek, -ği is. hlk. Şemsiye.
güncel sf. Günün konusu olan, şimdiki, bugünkü (haber, olay vb.), aktüel: "Güncel olaylar, yorumlarla şaşılacak bir özdeşlik, bir uyum gösterir." -N. Cumalı.
güncelik, -ği is. Günce yazılan defter, muhtıra.
güncelleme is. Güncellemek durumu.
güncellemek Güncel duruma getirmek.
güncelleşme is. Güncelleşmek işi.
güncelleşmek (nsz) Güncel duruma gelmek.
güncelleştirme is. Güncelleştirme işi.
güncelleştirmek (-i) Güncel duruma getirmek.
güncellik, -ği is. Güncel olma durumu, aktüalite. güncelliğini yitirmek süre aşımına uğrayarak önem ve değerini yitirmek: "Güncelliklerim yitirdikçe ölen o yazılar gibi şiirler de ölür." -N. Cumalı.
gün çiçeği is. bot. Ayçiçeği. gündaş sf. bk. gündeş.
günde zf Her gün.
gündelik, -ği is. 1. Gün hesabıyla veya her gün ödenen para, yevmiye: "Hayat pahalılığı arttıkça işçi gündeliklerine yeni zam istekleri gelecek." -F. R. Atay. 2. sf Her günkü, yevmi: "Her evde olduğu gibi, gündelik yaşantısı boyunca kimse bunları fark etmezdi." -A. İlhan. 3. sf. Her gün yayımlanan, her gün çıkan: "Birkaç ay sonra Türkiye'de ilk gündelik spor gazetesini çıkarıyordu." -H. Taner, gündeliğe gitmek günlük işler yaparak gelir sağlamak: "Kör Mustafa bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar." -S. F. Abasıyanık.
gündelikçi is. Gündelikle çalışan kimse: "Dul kaldığı günden beri, zengin evlerde gündelikçi olarak çalışan bu kadın, oğlunun tahsil etmesini istiyordu." -S. Derviş.
→ gündelikçi kadın
gündelikçi kadın is. Gündelikle ev işlerinde çalışan hizmetçi kadın: "Gündelikçi kadının yalap şalap yaptığı işleri, gittiğimiz geceler Necla tamamlıyor." -H. Taner.
gündelikçilik, -ği is. Gündelikçi olma durumu.
gündelikli sf. Gündelikle çalışan (kimse),
gündem is. Toplantılarda görüşülecek konuların bütünü, ruzname. gündeme almak bir kurul toplantısında görüşülecek konuları bir listeyle tespit etmek, gündeme getirmek 1) bir toplantıda bir konuyu tartışmak, görüşmek için önermek; 2) mec. bir konuya güncellik kazandırmak.
→ gündem dışı
gündem dışı sf. Toplantı programının dışında (kalan).
günden güne zf Gün geçtikçe, gittikçe, gün günden.
gündeş sf Aynı günde olan.
gün dikilmesi is. hlk. Tam öğle vakti, zeval.
gün doğusu is. 1. Doğu. 2. Doğudan esen rüzgâr: "Ancak, ne var ki, bugün lodos değil de gün doğusu esiyordu." -H. Taner.
gündöndü is. bot. Ayçiçeği.
gün dünümü is. astr. Gündüz ile gecenin eşit olduğu gün: "Gün dönümü bayramında, genç kızlar şu türküyü söylermiş." -C. Meriç.
gün durumu is. astr. Güneşin açılımının en çok olduğu gün: Gün durumu, biri yılın en uzun gününde (21 Haziran), öbürü yılın en uzun gecesinde (21 Aralık) olmak üzere yılda iki kez olur; birincisine yaz gün durumu, ikincisine de kış gün durumu denir.
gündüz is. 1. Günün sabahtan akşama kadar süren aydınlık bölümü, gece karşıtı. 2. zf Gündüz vaktinde: Gündüz çalışmalı, gece uyumalı. gündüz külahlı, gece silahlı gerçekte İyi olmadığı hâlde iyi gibi görünen kimseler için kullanılan bir söz.
→ gündüz feneri, gündüz gözüyle, gündüzsefası, gündüz yırtıcıları, dalgündüz, gece gündüz
gündüzcü is. 1. Gündüz çalışan görevli. 2. Gündüz öğrenim gören öğrenci. 3. Gündüzleri içki içen kimse.
gündüz feneri is. şaka Zenci, arap.
gündüz gözüyle zf. Gündüzün, gündüz vakti, gün ışığında, her şeyin açık seçik görüldüğü saatlerde.
gündüzki sf. Gündüz olan.
gündüzleriz/ 1. Gündüz vakti: "Çoban, orada hem yatar hem gündüzleri otururdu." -C. Uçuk. 2. Her gün.
gündüzlü sf. Okula gündüz giden, yatılı olmayan (öğrenci), yatısız, nehari: "Akşam etütte yoklama yapılınca o kargaşalıkta iki açıkgöz arkadaşımızın gündüzlülere karışıp mektepten kaçtıkları anlaşıldı." -H. Taner.
→ geceli gündüzlü
gündüzlük, -ğü sf. Gündüze Özgü.
gündüzsefası is. bot. Kahkaha çiçeği.
gündüzün zf. (gü'ndüzün) Gündüz vaktinde,
gündüz yırtıcıları ç. is. zool. Kuşlar sınıfından kartallar takımının, çengel gagalı, sivri ve kıvnk tırnaklı, iyi uçan kuşları içine alan bir alt takımı.
günebakan is. bot. Ayçiçeği.
güneç, -ci is. hlk Çok güneş alan yer.
güne doğrulum is. biy. Yönelim,
güneğik, -ği is. bot. Hindiba.
Güneş öz. is. astr. Gezegenlere ve yer yuvarlağına ışık ve ısı veren büyük gök cismi.
güneş is. Bu gök cisminin yaydığı ışık ve ısı: Güneş girmeyen eve doktor girer, güneş açmak güneş bulutlardan sıyrılıp görünmek. güneş almak (veya görmek) güneş ışınlarıyla aydınlanacak durumda olmak. güneş balçıkla sıvanmaz herkesin bildiği gerçek inkâr edilemez, güneş batmak gün sonunda, güneş ufukta kaybolmak: "Akşam iyice yaklaşmış, güneş batmaya yüz tutmuştu. " -O. C. Kaygılı, güneş çarpmak sıcak havada güneş altında çok kalmaktan hasta olmak, güneş çavmak hlk. güneş yayılmak, güneş doğmak, güneş doğmak sabahleyin güneş ufuktan yükselmek, güneşe karşı işemek kaba saygı gösterilmesi gereken şeylere saygısızlık göstermek, güneşi üzerine doğdurmamak güneş doğmadan Önce yataktan kalkmak: "Ömrübillah güneşi üzerine doğdurmamış olmakla övünüyor." -H. Taner, güneşin alnında (veya altında) güneşin yakıcı ışınları altında.
→ güneş banyosu, Güneş Dil Teorisi, güneş gözlüğü, güneş günü, güneş hayvancıkları, güneş kremi, güneş lekeleri, güneş saati, güneş sistemi, güneş sütü, güneş tacı, güneş takvimi, güneş tekeri, güneştopu, güneş tutulması, güneş yağı, güneş yanığı, güneş yılı, akşam güneşi, üzümgüneşî
güneş banyosu is. Vücudun her yanını veya bir bölümünü güneş ışınlarına tutma, güneşlenme.
Güneş Dil Teorisi Öz. is. db. Dilin türeyişi felsefesi, psikolojisi ve sosyolojisi alanında Atatürk döneminde ortaya atılan bir kuram.
güneş gözlüğü is. Gözü güneşin zararlı ışınlarından korumaya yarayan alet.
güneş günü is. astr. Güneşin, yerin bir noktasındaki meridyen düzlemine arka arkaya iki kez girmesi için geçen zaman.
güneş hayvancıkları ç. is. zool Kök bacaklılardan, ışın biçimindeki yalancı bacaklarıyla hareket eden bir hücreli hayvanlar takımı, günsüler.
güneş kremi is. Güneşlenme sırasında cildin kurumasını, aşırı yanmasını ve çatlamasını Önleyen bir tür özel krem.
güneş lekeleri ç. is. astr. Güneş yüzeyinde görülen siyah benekler.
güneşleme is. Güneşlemek veya güneşlenmek işi.
güneşlemek (nsz) Güneş ışınlarından vücudun yararlanmasını sağlamak, güneşlenmek.
güneşlenme is. Güneşlenmek işi veya durumu.
güneşlenmek (nsz) Güneşlemek: "Tam öğle vakitleri yüksek kaya yarığının dibinde toplanıyor, bir saat kadar güneşleniyorduk. " -A. Gündüz.
güneşletme is. Güneşletmek işi.
güneşletmek (-i) Bir şeyi güneş ışığının etkisinde bırakmak.
güneşli sf. 1. Güneş ışınlarıyla aydınlanmış: Güneşli yer. 2. Açık, aydınlık (hava).
güneşlik, -ği is. 1. Güneş ışınlarına engel olan perde veya buna benzer gereç. 2. Siperlik: "Gözleri kasketinin güneşliğinde kayboldu." -S. F. Abasıyanık. 3. sf. Güneş ışınlarını alan (yer). 4. sin. Alıcı merceğini zararlı ışınlardan korumak için mercek önüne takılan ve merceğin önünde gölgeli bir alan sağlayan yardımcı donatım türü.
→ günlük güneşlik
güneş saati is. Bir düzlem ortasına dikilmiş bir çubuğun, bu düzlem üzerine ayrı ayrı zamanlarda düşen gölgesine bakılarak saati gösteren bölümler çizilerek yapılmış araç.
güneşsel sf. 1. Güneşe ilişkin, güneşle ilgili: Güneşsel boylam. 2. Güneşle birlikte doğan, güneşle birlikte batan (gök cismi).
güneş sistemi is. astr. Güneşle gezegenlerin oluşturdukları dizge.
güneşsiz sf 1. Güneş ışınlarıyla aydınlanmayan, güneş ışınlarını almayan: Güneşsiz yer. 2. Kapalı, bulutlu (hava): Güneşsiz hava.
güneşsizlik, -ği is. Güneşsiz olma durumu.
güneş sütü is. Güneşlenme sırasında cildin kurumasını önleyen, koruyucu, beyaz renkli bir tür makyaj malzemesi.
güneş tacı is. astr. Güneş atmosferinin alevli bölümü.
güneş takvimi is. astr. Güneşin görünürdeki günlük ve yıllık hareketine göre düzenlenen takvim.
güneş tekeri is. astr. Güneşin gökyüzündeki iz düşümü olan parlak daire.
güneştopu is. bot. Acem lalesi.
güneş tutulması is. astr. Ayın, yer ile güneş arasına girmesinden dolayı güneşin yeryüzünden kararmış olarak görünmesi.
güneş yağı is. Güneşlenme sırasında cildin daha çabuk koyulaşması için kullanılan bir tür yağlı sıvı.
güneş yanığı is. Güneş ışınlarının insan teninde yaptığı esmerlik: "O güneş yanığı kollarındaki pırıl pırıl, sarı sarı parlak tüyleri... "S. F. Abasıyanık.
güneş yılı is. astr. Güneşin görünürdeki yıllık hareketine göre tanımlanan yıl.
güney is. 1. Solunu doğuya, sağını batıya veren kimsenin tam karşısına düşen yön, dört ana yönden biri, cenup, kuzey karşıtı: Konya, Ankara'nın güneyindedir. 2. sf. Bu yönde olan, bu yönle ilgili, cenubi. 3. Güneş gören yer. 4. Lodos.
→ Güneybalığı, güneybatı, güneydoğu, güney karamanı, Güney Kutbu, güney küre, güney noktası
Güneybalığı öz. is. Güney yarım kürede bir takımyıldızın adı.
güneybatı is. Güneyle batı arasındaki yön.
güneydoğu is. Güneyle doğu arasındaki yön.
güney karamanı is. zool. Siyahtan kül rengine kadar değişen renklerde, kuyrukları diğer karamanlara göre daha küçük, kuzularından bukleli post alınabilen ve Batı Toroslar bölgesinde yetiştirilen bir tür koyun.
Güney Kutbu öz. is. coğ. İki kutuptan Ekvator'un güney tarafında yer alan kutup bölgesi.
güney küre is. coğ. Güney Kutbu'ndan Ekvator'a kadar olan bölge.
güneyli sf. 1. Güney bölgelerinden olan (kimse veya topluluk), cenuplu. 2. Türkiye'nin güneyinde bulunan illerinden olan (kimse).
güney noktası is. astr. Güney doğrultusunun ufuk üzerinde göğü deldiği nokta.
güngörmez sf. Hiç güneş ışığı almayan (yer).
güngörmüş sf. 1. İyi yaşamış: "Anadolu şoförlerinin birçoğunda ben böyle güngörmüş, hâline göre para yemiş eski kibarlar hâli gördüm." -R. N. Güntekin. 2. Birçok hayat deneyimi bulunan (kimse): "Ayşe Hanım, güngörmüş, yaş yaşamış kadındır. " -S. M. Alus. 3. Çok yaşlı: "Ağaçların çoğu da güngörmüş, dev boylu bitkilerdir. " -S. Birsel.
güngörmüşlük, -ğü is. Hayat tecrübesi çok olma: "Çok güngörmüşlüğünüz var, söyleyin bakalım, ben ne yapayım?'" -Y. Kemal.
gün gülü is. bot. Gelincik.
gün günden zf. Günden güne.
gün ışığı is. Aydınlık, gün ışığına çıkmak açıklığa kavuşmak, aydınlanmak.
günindi is. hlk. 1. Gurup zamanı. 2. Batı, garp: Köyün günindisindeki tarla.
günleme is. Günlemek işi.
günlemek (-i) Günü belirlemek, tarihlendirmek.
günlerce zf. (günle'rce) Pek çok gün boyunca: "Dağların eteklerindeki ormanlarda yangınlar çıkar, günlerce sürer." -N. Cumalı.
günlü sf. 1. Tarihli: 25 Ağustos 1967 günlü yazı. 2. Belli bir zamanla sınırlı: Bu yazı günlüdür.
günlük, -ğü (I) sf. 1. O günkü, o günle ilgili. 2. Üzerinden gün geçmiş veya geçecek: On günlük çocuk. Sekiz günlük gezi. 3. Her gün yapılan, her gün yayımlanan, her gün çıkan: Günlük gazete. 4. is. Günü gününe tutulan hatıra, günce, muhtıra. 5. is. ed. Günü gününe tutulan anı yazısı veya bu yazıları içine alan eser, günce.
→ günlük defter, günlük değer, günlük güneşlik, günlük konuşma
günlük, -ğü (II) is. Tütsü için kullanılan bir çeşit ağaç sakızı.
→ günlük ağacı, akgünlük
günlük ağacı is. bot. Ülkemizde Muğla ilinde yetişen, 20 m yüksekliğe erişebilen, çınar görünüşünde bir ağaç, sığla (Liguidambar orientalis).
günlükçü is. Günlük yazarı, günlük tutmuş ve yayımlamış olan kimse.
günlük defter is. tic. Bir işletmenin yaptığı işleri günü gününe geçirdiği defter, yevmiye defteri.
günlük değer is. 1. Beslenmede alınan gıdanın bir gün içindeki kullanımına İlişkin ölçü. 2. ekon. Menkul değerlerin bir gün için belirlenen fiyatı.
günlük güneşlik, -ği sf. Açık ve bol ışıklı, sıcak, yağışsız (yer veya hava): "Meteorolojinin günlük güneşlik bir hava vaat ettiği, resmen sağanak yağışlı bir sabahtı." -H. Taner, günlük güneşlik görünmek sıkıntısız, sorunsuz, huzur ortamında bulunmak.
günlük konuşma is. Konuşma dili.
gün merkezli sf. astr. Güneşin merkezine bağlı olan, güneşin merkezinden bakıldığı varsayılarak ölçülen (bir yıldızın koordinatları).
gün ortası is. Öğle, öğle vakti.
günöte is. astr. Yer yörüngesinin güneşe en uzak bulunduğu nokta, evç: Yer, temmuzun başlangıcına doğru günöteye varmış bulunur.
günsüler ç. is. zool. Güneş hayvancıkları.
gün tutulması is. astr. Güneş tutulması.
gün tün eşitliği is. astr. Gece ile gündüzün eşit uzunlukta olması, ekinoks: Gün tün eşitliği 21 Martta ve 21 Eylülde olmak üzere yılda ilci kez olur.
günü is. hlk. 1. Kıskançlık, çekememezlik, haset. 2. Zamanından Önce doğan yavru.
günübirliğine zf. Günübirlik: "Bir iki kere günübirliğine, bir iki kere de gece yatısına gidebilirlerdi." -M. Yesari.
günübirlik sf. 1. Bütün bir gün boyunca, gece kalmadan yapılan: "Akrabalarından birinin evine günübirlik misafirliğe gitmişlerdi." -O. C. Kaygılı. 2. zf. Gece kalmadan aynı gün dönmek üzere. 3. zf. Gelişigüzel: Hayatı günübirlik yaşamamalıyız.
günücü sf. Kıskanç.
günücülük, -ğü is. Kıskançlık, hasetlik.
günü geçmiş sf. 1. Eski tarihli: "Yalısının selamlık odasında oturuyor, günü geçmiş bir gazeteyi okuyordu." -M. Ş. Esendal. 2. Son kullanma tarihi dolmuş olan (yiyecek), bayat.
günü gününe zf. Tam vaktinde, her gün, gününde, tam gününde: "... askerî literatürü günü gününe takip eder." -H. Taner.
günüleme is. Günülemek işi.
günülemek (-i) hlk. Kıskanmak, çekememek, haset etmek.
günülenme is. Günülenmek işi.
günülenmek (nsz) Günüleme işi yapılmak.
günün adamı is. 1. O günlerde çok sözü edilen kişi. 2. Zamanın gereğine göre yön ve tutum değiştiren kimse, zamane adamı. 3. Kendisinde zamanın gerektirdiği değerler bulunan kimse, zamane adamı.
günün birinde zf. Kesin olmayan umulmadık bir zamanda: "İnsan böyle bir şeye niyet etmeye görsün, fırsat günün birinde er geç zuhur eder." -H. Taner.
gün yağmuru is. hlk. Güneş çıkmışken yağan iri damlalı yağmur.
gün yayı is. astr. Güneşin gök küresinde bir gün boyunca çizdiği çemberin ufuk üstünde kalan parçası.
gün yeli is. hlk. Doğu rüzgârı.
güpegündüz zf. (güpe'gündüz) Ortalık iyice aydınlıkken, iyice gündüzken, dalgündüz: "O gün güpegündüz İstanbul'un üstünde düşman tayyareleri dolaştılar." -Y. K. Beyatlı.
güpgüzel sf. (gü'pgüzel) Çok güzel: "Âlemin güpgüzel kızını hiç bırakırlar mı sana? " -H. Taner.
güpür is. Fr. guipure 1. İplikten veya ipekten olan, geniş ilmeklerden oluşan bir tür dantel. 2. Kumaş.
gür sf. 1. Bol ve güçlü olarak çıkan veya fışkıran; "Gür, kumral saçlarının çerçevelediği narin yüzü kıpkırmızı idi." -Ö. Seyfettin. 2. Bol, verimli, feyyaz:. "Oralarda deve dikenleri ve çalı süpürgeleri gür, yeşil, pembe bitmişti."-S,. F. Abasıyanık.
gürbüz sf. Sağlam, güçlü ve iyi gelişmiş, iri: "Genç, gürbüz bir köylü çocuğu idi." -S. F. Abasıyanık.
gürbüzleşme is. Gürbüzleşmek işi.
gürbüzleşmek (nsz) Gelişmek, gürbüz duruma gelmek.
gürbüzlük, -ğü is. Gürbüz olma durumu.
Gürcü öz. is. Far. gurci Gürcistan halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
Gürcüce öz. is. (gürcü'ce) 1. Gürcü dili. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
güre is. hlk. 1. Çiftleşmek isteyen kısrak veya dişi eşek. 2. Bir yaşından üç yaşına kadar olan tay. 3. sf. mec. Kuvvetli, dinç. 4. sf. mec. Çekingen, korkak, ürkek.
gürecilik, -ği is. Devimselcilik.
güreş is. sp. Belli kurallar içinde, güç kullanarak iki kişinin türlü oyunlarla birbirinin sırtını yere getirmeye çalışması, güreş etmek (veya tutmak) güreşmek: "Daha bir hafta evvel koruda güreş ederek onu, yere yıkmıştı. " -P. Safa.
→ güreş mayosu, güreş minderi, serbest güreş, yağlı güreş, aba güreşi, bilek güreşi, boğa güreşi, Hint güreşi
güreşçi is. sp. Güreş yapan, güreşen kimse, pehlivan.
→ güreşçi köprüsü, yağlı güreşçi, boğa güreşçisi
güreşçi köprüsü is. sp. Vücudun, sırt yere dönük, avuçlar ve tabanlarda yay biçiminde dayalı bulunduğu durum.
güreşçilik, -ği is. sp. Güreşle uğraşan spor dalı, pehlivanlık.
güreşilme is. Güreşilmek işi veya durumu.
güreşilmek (nsz) Güreş yapılmak.
güreş mayosu is. sp. Güreşirken, güreşçilerin giydiği özel mayo.
güreşme is. Güreşmek işi.
güreşmek (nsz, -le) 1. sp. İki kişi türlü oyunlarla birbirinin sırtını yere getirmeye çalışmak: "Artık çayırlıklarda soyunup yağlanıp güreşemiyorlardı." -Ö. Seyfettin. 2. mec. Mücadele etmek.
güreş minderi is. sp. Kapalı spor salonlarında güreşçilerin üzerinde güreştikleri, üstü yekpare kaplı olan kauçuk minder.
güreştirilme is. Güreştirilmek işi.
güreştirilmek (-i) Güreştirme işi yapılmak.
güreştirme is. Güreştirmek işi.
güreştirmek (-i, -le) Güreş yaptırmak.
gürgen is. bot. 1. Gürgengillerden, Karadeniz kıyılarındaki ormanlarımızda çok yetişen, kerestesi değerli bir ağaç, karagürgen (Carpinus betulus): "Gürgen dibine vardım / Oyma alırım oyma" -Halk türküsü. 2. sf. Bu ağaçtan yapılmış.
→ karagürgen
gürgengiller ç. is. bot. İki çeneklilerden, gürgen, huş, fındık, kızılağaç vb. kerestelik ağaçları içine alan çiçek durumları tırtılsı bir familya.
gür gür zf. bk. gürül gürül.
gürlek, -ği is. Çağlayan.
gürleme is. Gürlemek işi.
→ gök gürlemesi
gürlemek (nsz) Kalın ve gür ses çıkarmak: "Pala bıyıklı adamın sesi kapının önünde gürledi." -O. C. Kaygılı, gürleyip gitmek beklenmedik bir zamanda ansızın ölmek: "Nuri'nin anası, doğurduktan sonra bir tifo hastalığında gürleyip gitmişti." -N. Nâzım.
gürleşme is. Gürleşmek işi.
gürleşmek (nsz) Gür bir duruma gelmek.
gürleştirme is. Gürleştirmek işi.
gürleştirmek (-i) Gürleşme işi yaptırılmak.
gürleyiş is. Gürleme işi veya biçimi.
gürlük, -ğü is. 1. Gür olma durumu. 2. Verimlilik, feyiz.
→ son gürlüğü
gürpedek zf. Ansızın.
güruh is. (güru:h) Far. gurüh esk. Değersiz, aşağı görülen, küçümsenen topluluk, derinti, sürü: "Bu artist güruhu balolardan hoşlanmazlar."-P. Safa.
gürüldeme is. Gürüldemek işi.
gürüldemek (nsz) Çok hızlı ve gürültülü ses çıkarmak: Dere gürüldeyerek akıyor.
gürül gürül zf. Akan şeyler bol ve gür ses çıkararak: "Gürül gürül nargile içen dudaklarım marpucundan ayırmadan sordu." -A. İlhan.
gürültü is. 1. Aralarında uyum bulunmayan düzensiz seslerin bütünü, patırtı, şamata: "Gemi baş döndüren bir gürültüyle indi sulara." -Ç. Altan. 2. mec. Birçok kişinin karıştığı kavga, karışıklık veya tartışma: İşçiler arasındaki gürültü, gürültü çıkmak kavga, tartışma, karışıklık olmak: "Bir gürültü çıkarmadan buradan gidiniz..." -H. R. Gürpınar, gürültü bastırmak gürültüden daha güçlü ses çıkarıp onu etkisizleştirmek: "Barın bütün gürültüsünü bastıran kahkahaları bundan sonra başladı." -N. Cumalı. gürültü çıkarmak (veya etmek veya koparmak veya yapmak) 1) düzensiz ve rahatsız edici sesler çıkarmak: "Karanlıkta bana çarpıp da gürültü yapmamaya dikkat ederek kapıyı açtım." -H. C. Yalçın. 2) kavga, karışıklık, tartışma çıkarmak, gürültüye gelmek bir iş, bir düşünce vb. telaş ve karışıklığa rastlayarak ilgi çekmemek, üzerinde durulmamak, gürültüye getirmek (veya boğmak) 1) bir işi, bir düşünceyi telaş ve karışıklık yüzünden ilgi çekmez duruma getirmek; 2) söz kalabalığından, karışıklıktan yararlanarak istediğini elde etmek, gürültüye gitmek telaş ve karışıklığa rastlayarak değeri anlaşılmayıp unutulmak, gürültüye (veya patırtıya) pabuç bırakmamak tkz. korkutmalara aldırış etmeyip dilediği gibi davranmak.
→ gürültü patırtı, kuru gürültü, gök gürültüsü
gürültücü sf Gürültü yapan veya gürültü çıkaran (kimse), velveleci: Gürültücü çocuk.
gürültücülük, -ğü is. Gürültücü olma durumu.
gürültülü sf. 1. Gürültüsü olan: "Dışarıdaki sofadan kalınlı inceli, gürültülü sesler işitildi." -P. Safa. 2. Karışık olaylarla dolu: Gürültülü bir yaşayış.
→ gürültülü patırtılı
gürültülü patırtılı sf. Çok gürültülü ve karışık.
gürültü patırtı is. Kavga, gürültü.
gürültüsüz sf. 1. Gürültüsü olmayan: "Hamit'in bir özelliği de gürültüsüz yerde çalışamamasıdır."-S. Birsel. 2. Kimseyi tedirgin etmeyen veya kimsenin dikkatini çekmeyen.
gürültüsüzce zf. (gürültüsüzce) Gürültü yapmayarak, tedirginlik çıkarmayarak: "Önüne bakışlara, geri geri çekilişlere, gürültüsüzce ayağa kalkışlara, büyüklerin önlerine geçmeyişlere İstanbul terbiyesi denirdi." -O. S. Örhon.
gürültüsüzlük, -ğü is. Gürültüsüz olma durumu.
gürz is. Far. gürz esk. Silah olarak kullanılan ağır topuz.
gütaperka is. (gütape'rka) (Malezya dilinden) Sumatra'da ve çevresindeki adalarda yetişen büyük bir cins ağaçtan elde edilen, kablo yapımında kullanılan, kauçuğa benzer, zamklı bir madde.
gütme is. Gütmek işi: "Oğlan okula gitmeden davar gütmeye başlar." -N. Cumalı.
gütmek, -der (-i) 1. Hayvan veya hayvan sürüsünü önüne katıp otlatarak sürmek. 2. mec. Bir düşünceyi, bir duyguyu veya bir ilkeyi gerçekleştirmeye çalışmak: Amaç gütmek. Kin gütmek. 3. mec. Bir kimseyi, bir topluluğu kendi düşünce ve amacı doğrultusunda yönetmek, sevk ve idare etmek. güttüğüm domuzu bana öğretme yıllardır tanıdığım bir kimsenin huylarını da bilirim.
→ işgüder
güve is. zool. Kurtçuğu deri, yapağı, yünlü kumaş ve dokuma yiyen pul kanatlılardan bir böcek (Tine pellionella).
→ arpa güvesi, buğday güvesi, petek güvesi, zeytin güvesi
güveç, -ci is. 1. İçinde yemek pişirilen toprak kap: "Taş ocağın üstünde, ateşe vurduğu güveçten, kaynayan etin kokusu geliyordu." -N. Cumalı. 2. Bu kapta pişirilen yemek: "Güveçten sonra bir koca sini mantı gelmiş." -Ç. Altan.
güvela is. 1. Açık yeşil, maviye çalan göz rengi. 2. sf. Bu renkte olan: "Karabuğday rengindeki esmer simasının üzerinde bir çift duru bakışlı güvela gözleri vardı." -E. E. Talu.
güvelenme is. Güvelenmek işi.
güvelenmek (nsz) Güve tarafından yenilmek.
güven is. 1. Korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, İtimat: "... Bakanlar Kurulunun güven isteği, bir tam gün geçtikten sonra oylanır." -Anayasa. 2. Yüreklilik, cesaret, güven beslemek güven duymak, itimat etmek, güven duymak güvenmek, inanmak, güven kazanmak kendisine inandırmak, güven vermek güven duygusu uyandırmak, itimat telkin etmek, (bir şeye veya birine) güveni olmak güvenmek, inanmak, güveni sarsılmak güveni kalmamak.
→ güven ışığı, güven mektubu, güven oylaması, güvenoyu, güven yazısı, öz güven
güvence is. 1. Bir antlaşmada taraflardan birinin sorumluluğu üzerine alması, inanca, teminat, garanti. 2. Alınan sorumluluğa karşı olarak ortaya konulan şey. 3. mec. Birinin şüphelerini dağıtmak için söylenen inandırıcı söz, teminat, güvence vermek 1) bir anlaşmada taraflardan biriyle ilgili olarak sorumluluğu yüklenmek, inanca vermek, teminat vermek, garanti vermek; 2) bir sorumluluk karşılığı olarak para vb. ortaya koymak, inanca vermek, teminat vermek, garanti vermek, güvenceye bağlamak teminat altına almak.
→ güvence akçesi, yaşam güvencesi
güvence akçesi is. ekon. Herhangi bir sorumluluk yerine getirilmediğinde karşı tarafça el konulacak olan para.
güvenceli sf. Güvencesi olan, güvence sağlayan, garantili.
güvencesiz sf. Güvencesi olmayan, güvence sağlamayan, garantisiz.
güvencesizlik, -ği is. Güvencesiz olma durumu.
güvenç, -ci is. Güvenme duygusu, itimat.
güven ışığı is. sin. ve TV Karanlık odada, çalışabilecek kadar ışık sağlayan, duyar katı etkilemeyen özel yapıda bir lambadan elde edilen ışık.
güvenilir sf. Güven duygusu veren, güvenilen: Güvenilir kaynak. Güvenilir adam.
güvenilirlik, -ği is. Güvenilir olma durumu.
güvenilme is. Güven duyulma, güvenle bakılma.
güvenilmek (-e) Güvenle bakılmak, kendisine güven duyulmak: Görevini benimseyen insanlara güvenilir.
güvenirlik, -ği is. Güvenilme durumu, güvenilir olma durumu.
güveniş is. Güven duyma, güvenme.
güvenli sf Güven verici, emniyetli, emin: "Kendinden güvenli ama içi sıkılan bir durumu vardı." -Ç. Altan.
güvenlik, -ği is. Toplum yaşamında yasal düzenin aksamadan yürütülmesi, kişilerin korkusuzca yaşayabilmesi durumu, emniyet.
→ güvenlik borusu, güvenlik engeli, güvenlik görevlisi, güvenlik şeridi, güvenlik vanası, millî güvenlik, sosyal güvenlik, kamu güvenliği
güvenlik borusu is.'Buharlı tesisatta basıncın belirli bir değerin üstüne çıkmasını önleyen U biçimli boru.
güvenlik engeli is. Müze, sergi vb. yerlerde gerildiği yerin gerisine geçişi yasaklayan ip, naylon, zincir vb. maddelerden yapılmış engel.
güvenlik görevlisi is. Güvenliği sağlamakla görevli kimse.
güvenlik şeridi is. 1. Otoyollarda kesiksiz çizgiyle belirlenen ve en sağ şeritte bulunan, acil durumlarda cankurtaran, itfaiye, polis vb. araçların gidebilmesi için ayrılmış yol bölümü. 2. Suç kanıtlarının kaybolmaması için güvenlik güçlerinin olay yerini çevirdiği şerit.
güvenlik vanası is. Buharlı tesisatta basınç belirli bir değerin üstüne çıktığında açılarak tesisatın güvenliğini sağlayan vana, emniyet supabı.
güvenme is. Güven duyma, güveni olma.
güvenmek (-e) Güven duymak, güveni olmak, itimat etmek: "Bu işte size güveniyorum. Kendimi kuvvetli görmek biraz fazla kendime güvenmek olur." -H. E. Adıvar. güvendiği dağlara kar yağmak (veya güvendiği dal elinde kalmak) yardım ve yarar beklediği kimse, yer veya şeyden iyilik gelmemek, güvenme dostuna, saman doldurur postuna dost sandığın birtakım kimseler sana kolaylıkla kötülük edebilirler.
güven mektubu is. Gittiği yerin devlet başkanına sunması için kendi başkanı tarafından bir elçiye verilen belge, itimat mektubu, itimatname.
güven oylaması is. Göreve yeni başlamış veya görevini sürdüren hükümetin tutumunu değerlendirmek için mecliste yapılan oylama.
güvenoyu is. Göreve yeni başlamış veya görevini sürdüren hükümetin tutumunu değerlendirmek için milletvekillerinin verdiği oy: "Bakanlar Kurulunun programı Türkiye Büyük Millet Meclisinde okunur ve güvenoyuna başvurulur." -Anayasa, güvenoyu almak hükümetin tutumu milletvekilleri tarafından onaylanmak, güvenoyu vermek hükümetin tutumu ile ilgili olumlu oy milletvekilleri tarafından kullanılmak.
güvensiz sf. Başkalarına güvenmeyen, itimatsız.
güvensizce zf. Güvensiz bir biçimde, güvensiz olarak.
güvensizlik, -ği is. Güvensiz olma durumu, itimatsızlık, güvensizlik duymak güvenmemek: "Gittikçe artan bir güvensizlik duyuyordu söylenen sözlere." -N. Cumalı.
→ güvensizlik önergesi
güvensizlik önergesi is. Hükümetin uygulamalarına karşı gösterilen yazılı veya sözlü itimatsızlık.
güven yazısı is. ekon. Belirli bir nicelikteki para için, bir bankanın yükümlülüğü altında, üçüncü bir kişi yararına bir başka bankada veya aracısında açtırılan hesap, akreditif.
güvercin is. zool. Güvercingillerden, hızlı ve uzun zaman uçabilen, kısa vücutlu, sık tüylü, birçok evcilleşmiş türü bulunan, yemle beslenen kuş (Columba).
→ güvercinboynu, güvercingöğsü, gökgüvercin, kaya güvercini
güvercinboynu is. 1. Yeşil, mavi ve pembe arasında dalgalanır gibi görünen renk. 2. sf. Bu renkte olan.
güvercingiller ç. is. zool. Güvercin, kumru vb. kuşları içine alan geniş bir familya.
güvercingöğsü is. 1. Yeşil ile mavi arasında böcekkabuğuna benzer dalgalı ve değişken renk. 2. sf. Bu renkte olan.
güvercinler ç. is. zool. Güvercin, kumru vb. kuşları içine alan takım.
güvercinlik, -ği is. Evcil güvercin yetiştirmek için hazırlanmış yer.
güverte is. (guve'rte) ît. coverta den. Gemide ambar ve kamaraların üstü: "Vapurlar geçer bomboş güverteleri / Bomboş uzanan denizin üstünde." -N. Cumalı.
→ alt güverte, üst güverte
güvey is. bk. güveyi.
güveyfeneri is. bot. Patlıcangillerden, kırmızı ve ekşimsi meyvesi idrar söktürücü olarak kullanılan, çok yıllık ve otsu bir bitki, gelin otu (Physaîis alkekengi).
güveyi is. Damat, güveyi girmek 1) erkek için evlenmek: Güveyi girdiğinin ertesi günü askere çağrıldı. 2) iç güveyi olarak gelinin ailesinin evinde oturmak: "Kostüm yeni, potinler yeni, gömlek yeni... Güveyi mi giriyorsun çapkın?" -P. Safa. güveyi olmadık ama kapı dışında bekledik şaka bir konuyu iyi bilmeyen, ancak yabancısı da olmayan kimselerce kullanılan bir söz.
→ güveyi yemeği, iç güveyi
güveyilik, -ği is. Damatlık.
→ iç güveyilik
güveyi yemeği is. Erkekevi tarafından düğün akşamı akraba ve yakınlara verilen yemek.
güvez is. 1. Mora çalan kırmızı renk: "Pantolon bol paça, arka kenarlarının içi koyu güvez kadife." -A. İlhan. 2. sf. Bu renkte olan.
güya zf. (gü'.ya:) Far. güya Sözde, sanki: "Onlara çaktırmadan güya konuştuklarımızı yazıyorum." -A. Gündüz.
güz is. 1. Sonbahar. 2. astı: 22 Eylül ile 21 Aralık arasındaki mevsim: "Mevsim güzdü, bol üzüm ve incir vakti İdi." -O. C. Kaygılı.
→ güz çiğdemi, güz dönemi, güz noktası, ilkgüz
güzaf is. (güzaıf) Far. güzâf esk. Boş, anlamsız, beyhude söz.
→ lafügüzaf
güz çiğdemi is. bot. Acı çiğdem.
güz dönemi is. 1. Güz aylan. 2. Eğitim öğretimde ilk yanyıl.
güzel sf. 1. Göze ve kulağa hoş gelen, hayranlık uyandıran, çirkin karşıtı: Güzel kız. Güzel çiçek. Yalının en güzel odası bizimdi. 2. İyi, hoş: "Güzel şey canım, milletvekili olmak!" -Ç. Altan. 3. Beklenene uygun düşen ve başarı düşüncesi uyandıran: Güzel bir fırsat. 4. Soyluluk ve ahlaki üstünlük düşüncesi uyandıran: Güzel duygular. Güzel hareketler. 5. Görgü kurallarına uygun olan. 6. Sakin, hoş (hava): Güzel bir gece. 7. Okşayıcı, aldatıcı, kandırıcı: Güzel vaatler. 8. Pek iyi, doğru: Güzel güzel amma! 9. is. Güzel kız veya kadın. 10. is. Güzellik kraliçesi. 11. zf. Hoşa giden, beğenilen, iyi, doğru bir biçimde: Güzel konuştu, güzel olmak güzelleşmek: "Güzel ne güzel olmuşsun / Görülmeyi görülmeyi." -Aşık Veysel, güzelim 1) değer verilen, sevilen: "Yüzüne bakmazmış o güzelim ağır eşyanın." -P. Safa. 2) tkz. bir seslenme sözü.
→ güzelavrat otu, güzel duyu, güzel güzel, güzelhatun çiçeği, güzel sanatlar, güzel yazı sanatı, bir güzel, gelişigüzel, camgüzeli, çayırgüzeli, denizgüzeli, dünya güzeli, saksıgüzeli
güzelavrat otu is. bot. Patlıcangillerden, 100-150 cm yükseklikte, atropin denilen zehirli ilacın çıkarıldığı pis kokulu, çok yıllık ve otsu bir bitki, belladonna (Atropa belladonna).
güzelce sf. 1. Güzele yakın, güzel gibi: "Kızı, belki anasından biraz güzelce." -M. Ş. Esendal. 2. zf. (güzelce) İyice, adamakıllı: "Kadın, keçiyi sağmış, çardağın suyunu çekmiş, etrafım güzelce süpürmüştü." -N. Cumalı.
güzel duyu is.fel. Estetik.
güzel duyuculuk, -ğu is.fel. Estetikçilik.
güzel duyusal sf Estetik.
güzel güzel zf. Olağan bir durumda, herhangi bir sıkıntıya uğramadan: "İki kardeş güzel güzel oynarken ne oldu ise birdenbire bir ağlama, bir çığlık başladı." -M. Ş. Esendal.
güzelhatun çiçeği is. bot. Nergis zambağı.
güzelleme is. 1. ed. Halk edebiyatında konusu aşk olan, lirik bir şiir türü. 2. müz. Şen, sevinçli duyguları anlatan türkülerde özel bir ezgi.
güzelleşme is. Güzelleşmek işi: "Boğaz bahçelerinin güzelleşmesi için büyük çabalar göstermiştir."-S. Birsel.
güzelleşmek (nsz) Güzel bir durum almak: "Şişman, bacakları da eğri olmasa, eski Nadir Hanım'a bakarak çok güzelleşmiş denilebilir. " -M. Ş. Esendal.
güzelleştirilme is. Güzelleştirilmek işi.
güzelleştirilmek (nsz) Kendisine güzellik verilmek, güzel duruma getirilmek.
güzelleştirme is. Güzelleştirmek işi.
güzelleştirmek (-i) Güzellik vermek, güzellik kazandırmak: "Mehtap görülen her şeyi yumuşatıyor, hülyalaştırıyor, güzelleştiriyordu." -A. Ş. Hisar.
güzellik, -ği is. 1. Estetik bir zevk, coşku, hoşlanma duygusu uyandıran nitelik, hüsün: "Güzellik de uçar gider, zenginlik de erir biter." -H. Taner. 2. Okşayıcı söz veya davranış, iyilik, yumuşaklık: Onu sertlik değil, güzellik yola getirir. 3. Ahlak ve fikrî nitelikleriyle hayranlık uyandıran şey. 4. Güzel olan bir kimsenin niteliği: "Güzelliğin on para etmez /Bu bendeki aşk olmasa." -Âşık Veysel.
→ güzellik enstitüsü, güzellik kraliçesi, güzellik malzemesi, güzellik müstahzarları, güzellik salonu, güzellik yarışması, iyilik güzellik
güzellik enstitüsü is. Kadınların yüz ve vücut bakımlarının yapıldığı yer.
güzellik kraliçesi is. Yüz ve vücut güzelliği göz önünde bulundurularak yapılan yarışmalarda birinciliği kazanan kız.
güzellikle zf. Okşayıcı söz veya davranışla, İyilikle: Bu çocuk güzellikle yola gelecek.
güzellik malzemesi is. Makyaj malzemesi.
güzellik müstahzarları ç. is. Makyaj malzemelerinin genel adı.
güzellik salonu is. Kuaför.
güzellik yarışması is. Yalnız yüz ve vücut güzelliğinin ölçü olarak kabul edildiği yarışma.
güzel sanatlar ç. is. Edebiyat, müzik, resim, heykel, mimarlık, tiyatro vb. insanda coşku ve hayranlık uyandıran sanatlar.
güzel yazı sanatı is. Harflere güzel biçimler vererek yazma sanatı, hüsnühat, kaligrafi.
güzergâh is. (güzergâ:h) Far. guzergâh 1. Yol üstü uğranılacak, geçilecek yer: "Dönüş yolumuz, Ayazağa, Kâğıthane güzergâhı idi." –S. Ayverdi. 2. Yol boyu: "Görüyorsun ki, hat güzergâhına verdiğimiz şifrelerin hepsine menfi cevap geldi." -A. Gündüz. 3. Çok geçilen yer, geçek.
güzeşte sf. Far. güzeşte esk. Geçmiş, geçen: "Bahse girer misiniz? Beş dakika içinde en heyecanlı bir vaka icat etmeye muktedir olursam, bu İki güzeşte aylıktan birini kasaya bırakır mısınız?" -R. N. Güntekin.
güzey is. coğ. Az güneş alan, çok gölgeli kuzey yamaç: Dağların güzeyindeki karlar geç erir.
güzide sf. (güzi:de) Far. güzide esk. 1. Seçkin, seçilmiş, seçme: "Selanik'in en varlıklı, en güzide ailelerinden sayılıyor." -A. İlhan. 2. Aydın, okumuş, seçkin (kimse): "Bir milletin güzidesiyle halkı arasında bu derece tezat doğru mudur?" -O. S. Orhon.
güzlek, -ği is. hlk. 1. Güz yağmuru. 2. Güz mevsiminin geçirildiği yer. 3. Havaların soğuması üzerine yaylalardan dönen hayvanların otlatılması ve bir süre barındırılması için ayrılmış, dağ eteklerinde bulunan mera.
güzleme is. Güzlemek işi.
güzlemek (nsz) Güzü bir yerde geçirmek: Bu yıl güneyde güzledik.
güzlük, -ğü sf 1. Güzün yapılan: Güzlük ekim. 2. is. hlk. Güzün ekilen tahıl.
güz noktası is. astr. Güzün, gün tün eşitliği anında güneşin gök Ekvator'u çizgisi üzerinde bulunduğu nokta.
güzün zf. (gü'zün) Güz mevsiminde, sonbaharda.