göbek, -ği is. 1. İnsan ve memeli hayvanlarda göbek bağının düşmesinden sonra karnın ortasında bulunan çukurluk: "Düğmeleri birer birer açtı göbeğine dek." -Z. Selimoğlu. 2. Yağ bağlamış şişman karın: Göbeğini eritmek için her sabah bir saat yol yürür. 3. Şehir, ülke vb.nin orta kısmı: "İsviçre'nin göbeğinde, nerde ise bilmem kaçıncı Türk Moskof muharebesi patlamak üzere idi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 4. Bazı sebze ve meyvelerin orta kısmı. 5. Bahçe, halı, tavan, tepsi vb. süslü şeylerin ortalarındaki biçim: Bu halının göbeği pek zarif. 6. Hızı azaltarak trafiği yönetmek amacıyla bir kavşağın girişine yerleştirilen çember veya üçgen biçimindeki ada. 7. Kağnı tekerleğinin ortası, araba tekerleğinin dingil geçen yeri. 8. Değirmen taşının ortası. 9. Kilitleme sistemlerinde, anahtar dişlerinin tam olarak birbirine oturduğu pirinç yuva. 10. onat. Dölütte, yumurtanın dölüt dışmda kalan bölümlerle ilişkisini sağlayan organların çıktığı yer. 11. sos. Kuşak, nesil, batın: "Temiz bir isim, züğürt evlatlarda ancak bir, nihayet iki göbek dayanabilir." -R. N. Güntekin. 12. tek. Ön ve arka tekerlerin ortasına oturtulmuş mil üzerinde dönen ve teker tellerinin takılmasına yarayan parça, göbek atmak 1) karnını hareket ettirerek oynamak: "Dillere destan olan oturak âlemlerinde göbeği atan, erkek değil, kadındır." -B. R. Eyuboğlu. 2) mec. çok sevinmek: "Dolmuştan inince bir yandan saatine bakar, bir yandan da göbek atarmış, daha bir saat var, diye." -H. Taner, göbek bağlamak (veya sabvermek) şişmanlayarak karnı büyümek, göbeklenmek. göbek çalkamak (veya çalkalamak) göbeğini sağa sola hareket ettirerek oynamak, göbeği biriyle bağlı (veya beraber kesilmiş) her zaman birlikte bulunan, birbirinden ayrılmayan kimseler için kullanılan bir söz. göbeği çatlamak birçok güçlükleri yenmek için çok uğraşmak: "Meclisten geçirinceye kadar göbeğim çatlamıştı." -H. E. Adıvar. göbeği düşmek tıp göbek deliğinin kapanmamasından fıtık oluşmak, göbeği sokakta kesilmiş evde durmayıp hep sokaklarda gezen, sürtük, (yeni doğan çocuğun) göbeğini kesmek 1) çocuğun göbeğiyle etene arasındaki damar örgüsünü kesmek; 2) mec. birini çok eskiden beri tanımak, bilmek.
→ göbek adı, göbek bağı, göbek dansı, göbek havası, göbek odunu, göbek otu, göbek taşı, iç göbek, yedi göbek, akciğer göbeği, camgöbeği, hanımgöbeği, kadıngöbeği, koyungöbeği, kuzugöbeği
göbek adı is. Yeni doğan çocuğun göbeği kesilirken konulan ad: Turgut'un göbek adı Mehmet'tir.
göbek bağı is. 1. Yeni doğan çocuğun göbeği kesildikten sonra kan gelmemesi için geri kalan damar örgüsüne bağladıkları bağ. 2. mec. Yakın ilişki. 3. bot. Bir bitkide yumurtacığı yumurtalığın etenesine bağlayan kordon.
göbek dansı is. Genellikle göbek ve kalça sallamak veya kıvırmakla yapılan dans.
göbek havası is. 1. Sanat değeri olmayan, hafif, eğlenmek amacıyla çalınan veya söylenen oyun havalan. 2. mec. Çok eğlenceli durum.
göbeklenme is. Göbeklenmek işi.
göbeklenmek (nsz) 1. Karnı yağlanıp şişmanlamak. 2. Marul, lahana yapraklan büyüyüp sıklaşmak: Marullar göbeklendi.
göbekli sf. 1. Karnı yağlanıp şişmanlamış: "Orta boylu, geniş göğüslü ve hafif göbekliydi." -Ç. Altan. 2. Yapraklan büyüyüp sıklaşmış (marul, lahana).
→ ayva göbekli
göbek odunu is. Ağaç gövdesinin diğer bölümlerine göre farklı özellik gösteren iç odun bölümü.
göbek otu is. bot. Yapraklan etli, otsu bir bitki (Umbilicus pendulinus).
göbeksiz sf. Göbeği olmayan.
göbek taşı is. Hamamlarda, terlemek için üzerine uzanılan ve alttan ısıtılan geniş mermer seki.
göbel is. hlk. 1. Kimsesiz, başıboş çocuk. 2. Yaramaz çocuk. 3. Sınırları ayırmak için tarla kenarlarında yapılan toprak tepecikler.
göbelek, -ği is. hlk. Yenilen bir çeşit mantar.
göbelez is. hlk. Köpek yavrusu.
göbüt is. hlk. Yuvarlak, yassı, içine yumurta vb. malzemeler konan ekmek.
göçe is. hlk. 1. Tarhana, bulgur yapmak için kullanılan kabuğu soyulmuş ve kınlmış buğday. 2. Yarılmış ve kırılmış bulgurdan yapılan çorba.
göçen is. hlk. 1. Tavşan yavrusu. 2. Kedi, köpek yavrusu. 3. Domuz yavrusu.
göç is. 1. Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret: "Obalarının hâlâ arkası kesilmeyen göçleri devam etmekte idi." -S. Ayverdi. 2. Evden eve taşınma, nakil: "Her sene, zamanı gelince İstanbul'un mahallelerinde Boğaz'ın köylerine göçler başlardı." -A. Ş. Hisar. 3. Taşınma sırasında götürülen ev eşyaları. 4. zool. Kuşların, geyiklerin, yarasaların, bazı balık ve böceklerin mevsim, iklim, besin miktan vb.ne göre çevre değiştirmeleri. göç etmek (veya eylemek) 1) oturduğu yerden başka bir yere gidip yerleşmek, göçmek: "Kalktı göç eyledi Afşar elleri. " -Dadaloğlu. 2) mec. ölmek.
→ iç göç, beyin göçü, kültür göçü, ruh göçü
göçebe sf. 1. Değişik şartlara bağlı olarak belli bir yöre içinde çadır, hayvan ve öteki araçlarla yer değiştiren, yerleşik olmayan (kimse veya topluluk), göçer, göçkün: "Karakaçanları, sürüleriyle dağ dağ dolaşan göçebe çobanlarıdır." -A. Haşim. 2. zool. Mevsimlere göre ülke veya yer değiştiren (hayvan).
→ yarı göçebe
göçebeleşme is. Göçebeleşmek işi veya durumu.
göçebeleşmek (nsz) Göçebe durumuna gelmek.
göçebelik, -ği is. 1. Göçebe olma durumu. 2. sos. Bir toplumsal birliğin, yaşamak için gerekli kaynakları elde edebilmek üzere düzenli aralıklarla yer değiştirme gelenek veya alışkanlığında olması.
→ yarı göçebelik
göçelge is. hlk. Göçülen yer.
göçer sf. Göçebe.
→ göçerkonar
göçeri sf. Sürekli yer değiştiren, göç etmekten hoşlanan.
göçerkonar sf. Göçebe bir yaşam süren, sürekli bir yere yerleşemeyen, göçer: Göçerkonar aşiret.
göçerme is. 1. Göçermek işi. 2. Bitkileri yerinden çıkarıp başka yere dikme.
göçermek (-i, -e) 1. Bir kimseden diğer kimseye geçirmek, havale etmek, devretmek: Arkadaşım işini bana göçerdi. 2. Bitkileri yerinden, çıkanp başka yere dikmek, değiştirmek, göçürmek.
göçertme is. Göçertmek işi.
göçertmek (-i) Bir şeyin çökmesine sebep olmak: Bastığı yeri göçertiyor.
göçkün sf. hlk. 1. Göçecek duruma gelmiş: Göçkün bir ev. 2. Göçebe. 3. Yaşı İlerlemiş (kimse), çok yaşlı (kimse).
göçme is. Göçmek işi.
göçmek, -er (-den, -e) 1. Yerleşmek amacıyla mahalle, köy, şehir veya ülke değiştirmek: "Selanik elden çıkınca ailesi İzmir'e göçmüştür." -A. İlhan. 2. Bazı hayvanlar, sıcak iklimli ülkelere gitmek. 3. (nsz) Çökmek. 4. (nsz) Ölmek. 5. Oturmak: "Masaların arasından geçerek localardan birine gider, göçerlerdi. " -E. E. Talu. göçüp gitmek ölmek: "En güzel halk türküleri çok sevilen bir insanın ansızın göçüp gitmesi ile kopan bir feryattır. " -B. R. Eyuboğlu.
→ kaçgöç, kona göçe, göçerkonar, konargöçer
göçmen sf. 1. Kendi ülkesinden ayrılarak yerleşmek için başka ülkeye giden (kimse, aile veya topluluk), muhacir: "Ama biz de yeni göçmeniz, hâlden anlarız." -N. Araz. 2. Sıcak iklimli ülkelere giden (hayvan).
göçmenleşme is. Göçmenleşmek işi veya durumu.
göçmenleşmek (nsz) Göçmen durumuna girmek.
göçmenleştirme is. Göçmenleştirmek işi.
göçmenleştirmek (-i) Göçmen durumuna getirmek.
göçmenlik, -ği is. Göçmen olma durumu, muhacirlik.
göçü is. hlk. Toprak kayması.
göçücü sf. 1. Göçme işini yapan. 2. Mevsimine göre yer değiştiren (hayvan). 3. Genellikle şiddetli deprem sonrasında ağır hasara uğramış ve yıkılmak üzere olan (bina). 4. mec. Ölümü yakın olan.
göçük, -ğü is. 1. Çökmüş, göçmüş yer. 2. Çökmüş, kaymış toprak, çöküntü, yıkıntı. 3. mdn. Kaya veya cevherin kendi kendine yer altına doğru çökmesi.
göçüm is. biy. 1. Bazı kimyasal maddelerin veya ışık, ısı, elektrik vb. güçlerin etkisiyle protoplazmanın yanaşma veya uzaklaşma biçiminde olan yer değiştirmesi, taksi (II). 2. tıp Metastaz.
→ ışığa göçüm, tşık göçüm, kimya göçümü
göçürme is. Göçürmek işi.
göçürmek (-i, -e) 1. Göçmesine sebep olmak: Soğuklar bu yıl yaylacıları vakitsiz göçürdü. 2. Çökertmek: Kar çatıyı göçürdü. 3. tkz. Yiyip bitirmek: Bir tabak baklavayı göçürdü. 4. hlk. Bitkileri yerinden çıkarıp başka yere dikmek, göçermek.
→ köygöçüren
göçürtme is. Göçürtmek işi.
göçürtmek (-i) Göçmesine sebep olmak.
göçürücü is. tar. Seferde padişah tuğlarının ikisini bir konak ileride taşıyan dört kişiden ikisine verilen unvan.
göçürülme is. Göçürülmek işi veya durumu.
göçürülmek (nsz) Göçürme işi yapılmak.
göçüş is. Göçme işi veya biçimi.
göçüşme is. dbl. Bir kelime içinde birbirini izleyen iki ünsüzün yer değiştirmesi, ünsüz göçüşmesi, yer değiştirme, metatez: çömlek > çölmek, yalnız > yanlız, kibrit > kirbit vb.
→ uzak göçüşme, yakın göçüşme, ünlü göçüşmesi, ünsüz göçüşmesi
göden is. onat. 1. Kalın bağırsağın son bölümü, göden bağırsağı, rektum. 2. Karın, İşkembe. 3. Mide.
→ göden bağırsağı
göden bağırsağı is. anat. Göden.
gödeş sf. hik. Semiz, etli.
göğem is. hîk. 1. Yeşile çalan mor renk. 2. sf. Bu renkte olan.
göğermek bk. gövermek.
göğümsü sf. Rengi gök rengini andıran, gök rengine benzeyen.
göğüs, -ğsü is. 1. Vücudun boyunla karın arasında bulunan ve kalp, akciğer vb. organları içine alan bölümü, sine. 2. Bu vücut bölümünün ön tarafı, sırt karşıtı: "Genç ve meçhul kadın çocuğunu göğsüne basarak girdi." -A. Gündüz. 3. Bu bölümün içindeki organlar. 4. ınec. Meme: "Vücudumun elliliğinden, göğsümün dolgunluğundan, elbiselerim dar gelirdi." -S. M. Alus. göğüs bağır açık (olmak) özensiz bir kılıkta: "Göğüs bağır açık, ellerinde pankartlarla yürütüyorlar bu savaşı." -N. Cumalı. göğüs geçirmek üzülerek derinden soluk almak, içini çekmek: "Birdenbire sustu ve göğüs geçirdi, hüzün, dertlenme derecesini bulmuştu. " -T, Buğra, göğüs germek bir güçlüğe karşı koymak, dayanmak: "Hayatın lezzetleri içinde yüzen bizler, elbette geçici birçok zahmetlere katlanmaya ve birçok zorluklara göğüs germeye mecburduk." -A. Ş. Hisar, göğüs vermek eziyete, sıkıntıya katlanmak, tahammül etmek: "Ben, onun hatırı ve hatırası için daha ağırlarına da göğüs verirdim." -R. N. Güntekin. göğsü daralmak (veya tıkanmak) 1) güçlükle nefes almak; 2) mec. içi sıkılmak: "Öteden beri yola yüzü yoktu. Hele yokuşları karşıdan gördüğü vakit göğsü tıkanırdı." -R. N. Güntekin. göğsü kabarmak övünç duymak, kıvanmak, iftihar etmek: "Onu sapasağlam görünce göğsüm kabardı oğul." -S. F. Abasıyanık. göğsünü gere gere 1) kendine güvenerek: "Ne yazık ki, geçtiğimiz yılda, göğsümüzü gere gere, işte zafer diyebileceğimiz pek az başarımız olmuştur." -T. Halman. 2) övünerek: "Kim bilir, bu erkek, kadınların zaafı ile göğsünü gere gere kaç kere istihza etmiştir." -H. C. Yalçın, göğsünü kabartmak bir olay dolayısıyla kıvanç duygusunu ortaya koymak, övünmek: "Şimdi ben, kim bana ne iş yaparsın derse göğsümü kabartarak yazıcıyım, diyorum." -S. F. Abasıyanık. göğsünü yırtmak coşkunluğunu ortaya koymak, coşmak, cıvıldamak: "Sevda mevsimi gelince kuşlar bin türlü teranelerle minimini göğüslerini yırtarlar. " -R. N. Güntekin.
→ göğüs boşluğu, göğüs cerrahisi, göğüs çaprazı, göğüs çukuru, göğüs darlığı, göğüs eti, göğüs göğüse, göğüs hastalığı, göğüs ingini, göğüs kafesi, göğüs kemiği, göğüs kovuğu, göğüs sesi, göğüs tahtası, ön göğüs, tahta göğüs, güvercingöğsü, tavukgöğsü
göğüs boşluğu is. anat. Akciğerlerle kalbi içine alan akciğer zarının çevrelediği boşluk, göğüs kovuğu, göğüs çukuru.
göğüs cerrahisi is. tıp Cerrahinin göğüs içi organlarıyla ilgili dalı.
göğüs çaprazı is. sp. Güreşte karşısındakini koltuk altlarından çapraz yakalama: Rakiplerini göğüs çaprazı ile yenerdi.
göğüs çukuru is. anat. Göğüs boşluğu.
göğüs darlığı is. tıp Solunumu güçleştiren hastalık: "Fikrince, güya bu koku, göğüs darlığına birebirmiş." -S. M. Alus.
göğüs eti is. Göğüs kısmında bulunan et.
göğüs göğüse zf Karşı karşıya, yüz yüze: "Tehlike, ıstırap, korku orada göğüs göğüse bir kavganın acılarını tattım." -F. R. Atay.
göğüs hastalığı is. tıp Göğüs bölgesi ile ilgili hastalık.
göğüs ingini is. tıp Solunum yollarının iltihaplanması.
göğüs kafesi is. anat. Vücutta omurganın, kaburgaların ve göğüs kemiğiyle bunları saran kasların oluşturduğu yürek ve akciğerleri koruyan boşluk: "Müthiş bir acı, göğüs kafesinden kopup boğazına sarılıyor." -A. İlhan.
göğüs kemiği is. anat. Göğsün ön tarafında, üzerine kaburga kıkırdakları ile köprücük kemiklerinin eklendiği yassı kemik, iman tahtası.
göğüs kovuğu is. Göğüs boşluğu. göğüsleme is. Göğüslemek işi.
göğüslemek (-i) 1. Göğsünü dayayarak zorlamak: "Vapurlara, trenlere ihtiyarları itip, çocukları ezip, kadınları göğüsleyip biniyoruz. " -O. S. Orhon. 2. mec. Karşı durmak, engel olmak, direnmek.
göğüslenme is. Göğüslenmek işi.
göğüslenmek (nsz) Göğüsleme işi yapılmak.
göğüslü sf. 1. Göğsü olan. 2. Göğsü geniş olan. 3. İri memeli (kadın).
→ tahta göğüslü
göğüslüce sf. Biraz iri göğüslü.
göğüslük, -ğü is. 1. Genellikle İlköğretim öğrencilerinin giydiği tek biçimde üstlük, önlük. 2. Elbisenin kirlenmemesi için göğse takılan önlük veya giyilen bir tür gömlek.
göğüs sesi is. müz. Baş veya boğazdan gelmeyen gür ve açık bir biçimde çıkarılan ses.
göğüs tahtası is. 1. Göğüs kemiği. .2. müz. Mandolin, gitar, keman, ut vb. telli çalgılarda tellerin gerili bulunduğu gövde bölümü, çalgının göğsü.
gök, -ğü is. 1. İçinde gök cisimlerinin hareket ettiği sonsuz boşluk, uzay, sema, asuman, feza. 2. Yeryüzü üzerine mavi bir kubbe gibi kapanan boşluk, sema: "Süngülerini, çelikten birer parmak gibi, göğe kaldırmışlar. " -R. E. Ünaydın. 3. Gökyüzünün, denizin rengi, mavi veya yeşile çalan mavi. 4. sf. Bu renkte olan. 5. sf. hlk. Olgunlaşmamış: "Uzun süren bir kışın karları, soğukları altından fışkıran gök ekinler..." -A. Kabaklı. gök delinmek birdenbire çok ve hızlı yağmur yağmak, göğe merdiven dayamış çok uzun boylu, (birini veya bir şeyi) göklere çıkarmak aşın derecede Övmek: "Hele futbolcuları göklere çıkarmak, golleri ballandıra ballandıra anlatmak ölçüsüzlük ve basitliktir." -H. Taner, göklere çıkmak pek çok yükselmek, gökte ararken yerde bulmak çok güçlükle ele geçirebileceğini sandığı şeyi veya kimseyi birdenbire bulmak: "Merhaba dostum / Seni gökte ararken / Yerde buldum." -B. Necatigil. gökten zembille mi indi 1) Tanrı'nın özel olarak gönderdiği, saygınlık görmesini istediği bir kişi mi? 2) uğraşmadan, didinmeden, kendiliğinden mi türedi? "Biz Anadolu'nun ortasına gökten zembille mi indik?" -O. S. Orhon.
→ gök ada, gök atlası, gök bilimi, gök cismi, gökdelen, gökdoğan, gök ekseni, gök eşleği, gökevi, gök fiziği, gök gözlü, gök gürlemesi, gök gürültüsü, gökgüvercin, gökkandil, gök kır, gök kubbe, gök kumu, gökkuşağı, gök kutbu, gökkuzgun, gök küresi, göksoğan, gök taşı, göktırmalay an, gök tırmalayıcı, gök yakut, Gökyolu, gökyüzü, küresel gök bilimi
gök ada is. astr. Milyonlarca yıldızdan, yıldız kümelerinden, bulutsu ve gaz bulutlarından oluşmuş, saman yolu gibi bağımsız uzay adası, galaksi.
gök adası is. astr. bk. gök ada.
gök atlası is. Yıldızların gök küresi üzerindeki yerlerini gösteren harita.
gök bilimci is. Gök bilimiyle uğraşan bilgin, astronom.
gök bilimi is. astr. Gök cisimlerinin konumlarını, hareketlerini, birbirine olan uzaklıkların ölçülmesini, bunların fizik ve kimya bakımından yapılarım anlatan bilim, felekiyat, astronomi.
→ küresel gök bilimi
gök bilimsel sf. Gök bilimle ilgili, astronomik.
gök cismi is. astr. Gökyüzünde bulunan güneş, ay, gezegenler, kuyruklu yıldızlar, nebülözler vb. cisimlere verilen ortak ad.
gökçe is. 1. Gök rengi, mavi. 2. sf. Bu renkte olan. 3. sf. Gökle ilgili, semavi. 4. sf. Güzel, hoşa giden: "Kutlu Melek, yüzü güneş esmeri, gözü menekşe moru, kumral saçı belikli gökçe gonca artık yoktur." -T. Buğra.
→ gökçe yazın
gökçek, -ği sf. hlk. Güzel, sevimli (kimse): "Gökçektin kız, daha bir gökçek oldun." -T. Buğra.
gökçe yazın is. Edebiyat, yazın.
gökçül is. hlk. 1. Maviye çalan renk. 2. sf. Bu renkte olan. 3. sf. Gökle İlgili, semavi.
gökdelen is. Yirmi, otuz veya daha çok katlı yapı, göktırmalayan, gök tırmalayıcı.
gökdoğan is. zool. Kuzey yarım kürede yaşayan bir tür göçmen kuş (Accipitridae).
gök ekseni is. astr. İki ucu sonsuza uzatılmış, olarak düşünülen yer ekseni, günlük harekette yıldızların çevresindeki eksen.
gök eşleği is. astr. Gök eksenine yer merkezinde dik olan düzlemin gök küresiyle ara kesiti.
gökevi is. astr. Gök olaylarını yıldızların, güneş, ay ve gezegenlerin konumlarını, hareketlerini küresel bir kubbe içinde, çeşitli araçlarla gösteren yapı, yıldızlık, planetaryum.
gök fiziği is. astr. Yıldızların ışığım inceleyen, fizik yapılarını araştıran bilim kolu, astrofizik.
gök gözlü sf. Gözleri mavi ile açık yeşil arası olan (kimse): "içeriye gamselelerini giymiş, gök gözlü bir adam giriyor. Sarı saçlı, gök gözlü bir civanmış." -K. Bilbaşar.
gök gürlemesi is. Şimşek çaktıktan veya yıldırım düştükten önce veya sonra havada duyulan gürültü.
gök gürültüsü is. Gök gürlemesi.
gökgüvercin is. Genellikle Avrupa ve Yakın Doğu'da bahçelik yerlerde yaşayan bir tür kuş (Columba oenas).
gökkandil sf. Kendini bilmeyecek kadar sarhoş.
gök kır is. 1. Gri, kurşuni ve bu renkteki at donu. 2. sf. Bu renkte olan (at).
gök kubbe is. Gök: "Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati." -Y. K. Beyatlı.
gök kumu is. astr. Gök taşlarında görülen küresel tanecikler.
gökkuşağı is. meteor. Düşmekte olan yağmur damlacıklarında güneş ışınlarının kırılıp yansımasıyla gökyüzünde oluşan yedi renkli, kemer biçimindeki görüntü, alkım, ebekuşağı, ebemkuşağı, eleğimsağma, hacılarkuşağı, meryemanakuşağı, alaimisema: "Gözlükleri pencerelerden yansıyan ışık kırılmalarıyla çevresine gökkuşağı renkleri saçıyor." -A. ilhan.
gök kutbu is. astr. Gök ekseninin gök küresini deldiği iki noktadan her biri.
gökkuzgun is. zool. Gökkuzgunumsular takımının gökkuzgungiller familyasından, başı, kanatları mavi, boyun ve karnı yeşil göçücü kuş (Coracias garrulus).
gökkuzgungiller ç. is. zool. En iyi bilinen türü gökkuzgun olan gökkuzgunumsular takımının, gökkuzgunlar alt takımına giren bir familya.
gökkuzgunlar ç. is. zool. Kuşlar sınıfının, gökkuzgunumsular takımına giren bir alt takımı.
gökkuzgunumsular ç. is. zool. Gökkuzgunlar, ağaçkakanlar, çobanaldatanlar ve sağanları içine alan kuşlar sınıfından bir takım.
gök küresi is. astr. İç yüzü gökyüzü olarak kabul edilen, yan çapı sonsuza uzanmış yer merkezli küre.
gökmen sf. hlk. Mavi gözlü (kimse).
göksel sf. Gökle ilgili, semavi.
göksoğan is. Taze soğan.
gökşin is. 1. Maviye yakın renk. 2. sf. Bu renkte olan.
gök taşı is. astr. Gezegenlerin arasında hareket eden, tümüyle gaz durumuna geçmeden yeryüzüne ulaşan katı cisim, hava taşı, uzay taşı, meteor taşı.
göktırmalayan is. Gökdelen.
gök tırmalayıcı is. Gökdelen: "Amerikalı bir iş adamının bürosu bir gök tırmalayıcının yirminci katındadır." -H. Taner.
Göktürk Öz. is. tar. VI-VIII. yüzyıllarda Moğolistan ve Orta Asya'da yaşamış eski bir Türk ulusu ve bu ulustan olan kimse, Köktürk.
→ Göktürk harfleri
Göktürkçe öz. is. Göktürk dili, Orhon Türkçesi, Köktürkçe.
Göktürk harfleri ç. is. Genellikle VI-VIII. yüzyıllarda Orhun ve Yenisey bölgesindeki yazıtlarda kullanılan, Göktürklere Özgü harfler.
gök yakut is. min. Mavi renkli, değerli bir korindon türü, safir.
Gökyolu öz. is. astr. Samanyolu.
gökyüzü is. Göğün görünen yüzeyi, sema: "Gökyüzünün başka rengi de varmış / Geç fark ettim taşın sert olduğunu." -C. S. Tarancı.
→ gökyüzü mavisi
gökyüzü mavisi is. 1. Açık mavi. 2. sf. Bu renkte olan.
göl is. coğ. 1. Oluşması genellikle tektonik, volkanik vb. olaylara bağlı olan, toprakla çevrili, derin ve geniş, tuzlu veya tuzsuz durgun su örtüsü: "Gölün üstünde güneşin doğuşuna batışına, aylı gecelere doyum olmuyordu. " -N. Cumalı. 2. Yapay su birikintisi: Baraj gölü. göl olmak gereksiz olarak bir yerde su toplanmak, göllenmek.
→ gölalası, göl ayağı, gölbaşı, göl bilimi, göl kestanesi, artık göl, çöküntü gölü, dağ gölü, krater gölü
gölalası is. zool. Avrupa ve Anadolu göllerinde yaşayan bir tür alabalık (Salmo lacus tris).
göl ayağı is. coğ. Bir gölün artan sularım denize, başka bir göle veya ırmağa taşıyan akarsu, ayak.
gölbaşı is. Göle akan çay.
göl bilimi is. Göllerde araştırma yapan bilim dalı, limnoloji.
gölcük, -ğü is. Gölet.
gölcül sf. Göllerde, göl kıyılarında yetişen veya yaşayan.
gölek, -ği is. fılt Gölet.
gölerme is. Gölermek işi veya durumu.
gölermek (nsz) hlk. 1. Göl durumuna gelmek. 2. Hayvanın ipi ayağına ve boynuna dolaşarak kalkamayacak biçimde yere yıkılmak.
gölet is. hlk. 1. Birikinti suların sulamak amacıyla genellikle bir set ardında toplandığı küçük göl, gölcük, gölek, büğet. 2. İçinde ham deri ıslatılan taş havuz.
gölge is. 1. Saydam olmayan bir cisim tarafından ışığın engellenmesiyle ışıklı yerde oluşan karanlık: "Etrafına gölge salmayan, yemiş vermeyen hangi kütük baltadan kurtulur?" -H. E. Adıvar. 2. Güneş ışınlarından korunacak yer: "Sakın kesme, gölgesinde yorgun çiftçi dinlensin." -M. Ş. Esendal. 3. Ne olduğu anlaşılamayan karaltı, siluet: "Pencereden dışarıya bir gölge çıktı, arkasından seğirttiler." -A. Gündüz. 4. Resimde bir şekli cisimlendirmek için, onun ışık almaması gereken yerlerine vurulan az çok koyu renk. 5. Röfle. 6. Yetkisi olmadığı hâlde etkili olan: Gölge başkan. Gölge kabine. 7. mec. Birinin yanından hiç ayrılmayan kimse. 8. mec. Koruma, kayırma himaye: Onun gölgesi altında yaşıyor, gölge düşmek bir şey üzerine karaltı inmek, üzerine gölge gelmek, (bir şeye) gölge düşürmek bir şeyin değerini veya ününü azaltacak işler.yapmak: "... bu iki yazarın usta hikayeci vasıflarına gölge düşürmüştür." -A. Ş. Hisar, gölge etmek 1) ışığa engel olmak; 2) mec. engel olmak: "Gölge etme, başka ihsan istemem." -Diyojen. gölge gibi varlığım belli etmeden, gizlice: "O bir gölge gibi kalkıp gittiği zaman farkında olmadım." -S. F. Abasıyanık. gölgede (veya gölgesinde) kalmak adı sanı pek duyulmamak, ön plana çıkamamak, daha az ünlü olmak: "Önce akranlarının gölgesinde kaldı, sonraları kendinden sonra yetişen şairler gölge ettiler önüne." -N. Cumalı. (bir şeyi veya bir kimseyi) gölgede bırakmak ondan daha üstün bir düzeye yükselmek, ondan çok daha başarılı olmak: "Enişte, delikanlıları gölgede bırakacak kadar çalıştı; hâlâ ayak üstünde." -S. M. Alus. (kendi) gölgesinden korkmak çok korkak olmak, bir sakınca söz konusu olmayan işlere girişmekten bile korkmak, gölgesine sığınmak birinin emri altına girmek: Yakınları bağışlatınca da ayaklarına kapanarak gölgesine sığınmıştı. gölgesine yatmak daha önce elde edilen para, makam, ün vb.ne sığınarak zaman geçirmek veya bundan yararlanmak: "O, büyük aktörlüğün gölgesine yatmış, günlerini stüdyolara telefon etmekle geçiriyor." -A. İlhan.
→ gölge balığı, gölge olay, gölge oyunu, gölge tiyatrosu, ışık gölge, yarı gölge, minaregölgesi
gölge balığı is. zool. 1. Alabalıkgillerden, uzunluğu 20-50 cm, sırt yüzgeci büyük, tatlı su balığı (Thymallus thymallus). 2. Gölge balığıgillerden, büyük, eti lezzetli, Atlantik Okyanusu, Akdeniz ve Karadeniz'de yaşayan bir balık, taş levreği, minakop (U'mbrina cirhosa).
gölge balığıgiller ç. is. zool. Örnek hayvanı gölge balığı olan kemikli balıklar takımı.
gölgecil sf Gölgede yetişen veya gölgeyi seven.
gölgeleme is. 1. Gölgelemek işi. 2. sp. Markaj.
gölgelemek (-i) 1. Gölgeli duruma getirmek. 2. mec. Resimde gölge oluşturmak. 3. mec. Bir kimsenin veya bir şeyin değerini azaltmak, sönüklük getirmek. 4. sp. Markaja almak.
gölgelendirme is. Gölgelendirmek işi.
gölgelendirmek (-i) 1. Gölge etmek, gölgeli yapmak: "Saçları alnına dökülmüş, kirpikleri yanaklarını gölgelendirmişti." -A. İlhan. 2. mec. Bulandırmak, bozmak, 3. hlk. Dinlendirmek: "Bir gün Kezban koyunlarını gölgelendirdiği ormanın alanından geçen bir adama rast geldi." -Ö. Seyfettin.
gölgelenme is. Gölgelenmek işi.
gölgelenmek (nsz) 1. Gölgeli duruma girmek. 2. Değerinin bilinmesi engellenmek.
gölgeleyici is. 1. Gölge veren, gölgeleme işini yapan kimse. 2. sp. Markajcı.
gölgeleyiş is. Gölgeleme işi veya biçimi.
gölgeli sf. 1. Gölge altında olan. 2. mec. Nitelik ve ayrıntıları iyice bilinmeyen.
→ Belgeli resim
gölgelik, -ği is. 1. Gölge altında bulunan yer. 2. Gölgesinde oturulan tente, çardak gibi herhangi bir şey: "Çocuğa oracıktaki gölgelikte meme emzirmekte olan kadım gösterdi." -O. C. Kaygılı.
gölgeli resim, -smi is. Gölge ile hacim etkisinin verildiği resim.
gölge olay is. fel. Bir olaya katılan, fakat ona hiçbir etki yapmayan veya başka bir olay tarafından var edilerek ona bağlı kalan olay: Makinenin gürültüsü bir gölge olaydır.
gölge olaycılık, -ğı is. fel. Ruh etkinliğinin bilinçli olmadan da var olabileceğini ileri sürerek bilinci, bir gölge olay sayan felsefe öğretisi.
gölge oyunu is. tiy. Geriden ışıkla aydınlatılmış bir perde arkasında hareket ettirilen resimlerin gölgelerinden yararlanılarak oynatılan oyun: Karagöz bir gölge oyunudur.
gölgesiz sf. Gölgesi olmayan.
gölgesizük, -ği is. Gölgesiz olma durumu.
gölge tiyatrosu is. tiy. Saydam bir perde üzerinde, arkadan kuvvetli bir ışıkla aydınlatılan oyuncuların gölgeleriyle yaptıkları gösteri.
göl kestanesi is. bot. Suda yetişen ve meyvesi kestane gibi yenilen bitki (Trapa natans).
gölleme is. Göllemek işi.
göllemek (-i) Göl durumuna getirmek.
göllenme is. Göllenmek işi.
göllenmek (nsz) hlk. Akarsu, çukurlarda birikmek, gölcük olmak.
gölleşme is. Gölleşmek durumu.
gölleşmek (nsz) Göl durumuna gelmek.
göllük, -ğü sf. Gölü olan (yer): "Memleketimiz geniş kıyılan, göllük, dağlık bölgeleri ile çekici bir turist memleketi olabilir." -N. Cumalı.
gölük, -ğü is. hlk. Yük taşıyan ve binilen at, eşek, beygir, katır vb. hayvan: "Gölüğü yitirdim. -Ne gölüğü? Eşek hani, eşeği yitirdim de." -M. Ş. Esendal.
gömeç, -ci is. hlk. bk. gümeç.
gömgök, -ğü sf. (gö'mgök) Her yanı mavi, masmavi.
gömlek, -ği is. 1. Vücudun üst kısmına giyilen kollu veya yarım kollu, yakalı giysi: "Sarı zeminli, kırmızı çiçekli gömleğinin yalnız boğazına tesadüf eden düğmesi ilikli, ötekiler açıktı." -S. F. Abasıyanık. 2.- Kadınların giydikleri ince kumaştan yapılmış kolsuz, yakasız iç çamaşırı, kombinezon. 3. Vücudun üst kısmına giyilen iç çamaşırı: "Don ve gömleği ile fırlamış erkekler kapıların önlerinde giyiniyorlardı." -A. H. Tanpınar. 4. Kitap kapağına geçirilen kap, kılıf: "İplik dikiş, karton kapak ve beş renkli kuşe gömlek içinde çıkacak olan ... kitaplığımızın en değerli eserleri arasında yer ayıracaktır." -Y. Z. Ortaç. 5. Beyaz ışık sağlamak için lambanın üzerine geçirilen amyanttan kılıf. 6. Dosya kartonu. 7. Memeli hayvanlarda bağırsakları dıştan saran yağlı zar. 8. mec. Göbek, batın: İki gömlek yukarı dedesi filancadır. 9. mec. Basamak, kat, derece: "İki pehlivan yenişememiştir ama Aliço'nun bir gömlek üstün olduğu iyice belirlenmiştir." -S. Birsel, gömlek değiştirmek 1) yılan üst derisini değiştirmek; 2) mec. huy veya düşünce değiştirmek, gömlek eskitmek hayat sürdürmüş olmak, (birini) gömleğinden (veya gömlekten) geçirmek evlat olarak kabul etmek, evlat edinmek.
→ ateşten gömlek, don gömlek, kırmızı gömlek, yakasız gömlek, yedi gömlek uzak, deli gömleği, Frenk gömleği, yılan gömleği
gömlekçi is. Gömlek diken veya satan kimse.
gömlekçilik, -ği is. Gömlekçinin yaptığı iş.
gömlekli sf. Gömleği olan: "Siyah saten gömlekli, beyaz yakalı, saf kız çocuğunu hatırlatıyordu." -P. Safa.
gömleklik, -ği sf. Gömlek yapmaya elverişli (kumaş).
gömlekliler ç. is. zool. Vücutları torba biçiminde ve yan saydam, sert bir gömlekle örtülü, denizlerde yaşayan bir hayvan sınıfı.
gömleksiz sf. Gömleği olmayan.
gömme is. 1. Gömmek işi. 2. Defnetme, tedfin. 3. Mayalı, mayasız, yağlı veya yağsız olarak yapılan bir tür kül pidesi. 4. Güzün veya kışın ekilen ekin. 5. sf. Üzerinde bulunduğu yüzeyin içine gömülmüş olan: Gömme banyo. Gömme dolap.
→ gömme balkon, gömme banyo, gömme dolap, gömme kilit
gömme balkon is. mim. Dış yüzeyden dışarı taşmayan, evin kullanım alanı içinde kalarak yapılmış balkon.
gömme banyo is. mim. Çini vb. bir madde ile kaplanıp gömülü olarak yerleştirilmiş olan banyo teknesi: "Gömme banyonun içinden bakınca lavabonun üstündeki aynada, başını, omuzlarım görebiliyordu." -N. Cumalı.
gömme dolap, -bı is. mim. Duvarın içine yerleştirilmiş dolap, yerli dolap.
gömmek, -er (-i, -e) 1. Yerin altına koyarak üstünü toprakla örtmek. 2. Bir Ölüyü toprağın İçine yerleştirmek, defnetmek: "Kızı artık uyuduğu yere temelli gömmeye hazırlanıyordu." -O. C. Kaygılı. 3. Bir cenazeyi kaldırmak: Onu bugün gömdük. 4. Birinin cenaze törenine katılmak. 5. Bir nesnenin içine yerleştirmek, batırmak: "Ben annemin çarşafına kafamı gömdüm." -S. F. Abasıyanık. 6. mec. Birinden daha çok yaşamak: Sen bu sağlam bünye ile daha pek çok kimseyi gömersin.
gömme kilit, -di is. Gövdesi kapak veya çekmecenin kenarına açılan yuvaya gömülerek takılan kilit.
gömü is. Toprak altına gömülerek saklanmış para veya değerli şeyler, defme.
→ döşgömü, kuşgömü
gömük, -ğü sf. Gömülmüş olan, gömülü.
gömüldürük, -ğü is. 1. Boyunduruğa geçirilen kısa değnek. 2. Eyerin geriye kaymaması için atların boyunlarından aşırılıp kolanlarına bağlanan kayış.
gömüleme is. Gömülemek işi.
gömülemek (nsz) hlk. Para veya değerli şeyleri toprak altına gömerek saklamak.
gömülme is. Gömülmek işi.
gömülmek (nsz) 1. Gömme işi yapılmak veya gömme işine konu olmak: "Çok muhteşem bir cenaze töreniyle gömüldü." -Ç. Altan. 2. Yerleşmek, oturtulmak, kendini gömmek: "Abdi Bey'e kalsa, koltuğuna gömülüp gazetelerini okuyacak." -A. İlhan. 3. (-e) mec. Yok olmak, kaybolmak, görünmez olmak: "Eğer meselede bir sır varsa, o sır Nina ile denize gömülmüştü." -R. H. Karay. 4. (-e) mec. Bir şeyin derinliğine inmek: "Hepsi kendi hayatlarının matemine gömülmüş bir hâlde dalgın ve mahzun idiler." -H. C. Yalçın.
gömültü is. Avcının avını beklerken İçine saklandığı çukur.
gömülü sf. 1. Gömülmüş olan, toprak altında saklanmış olan, metnin. 2. Batmış, kaybolmuş olan: Denizin derinliklerine gömülü gemi.
gömülüş is. Gömülme işi veya biçimi.
gömüş is. Gömme işi veya biçimi.
gömüt is. Mezar, metfen, kabir, makber, sin.
gömütlük, -ğü is. Mezarlık, kabristan, sinlik.
gön is. 1. İşlenmiş deri. 2. Kösele. 3. hlk. Hayvan derisi: "Boya değil altın yaldız vursan manda gönü gibi donuk duruyor." -B. Felek.
göncü is: hlk. 1. Ham veya işlenmiş deri satan kimse. 2. Ayakkabı tamircisi.
gönç, -cü sf. hlk. Zengin, varlıklı.
gönçlük, -ğü is. Zengin olma durumu.
gönder is. Yun. 1. Bayrak direği. 2. Üvendire. 3. hlk. Kayık ve yelkenli gemilere yön vermeye yarayan, ucunda metal olan ağaç sopa.
→ yelken gönderi
gönderge is. db. Dış dünyada yer alan, bir göstergenin belirttiği nesne veya varlık.
gönderi is. 1. Bir yerden bir yere özellikle posta ile gönderilen paket, telgraf, mektup vb. 2. hlk. Yolcu etme, uğurlama.
gönderici is. Posta ile paket, telgraf, mektup vb. gönderen kimse.
gönderiliş is. Gönderilme işi veya biçimi.
gönderilme is. Gönderilmek işi.
gönderilmek (-e) Gönderme işi yapılmak veya gönderme işine konu olmak.
gönderim is. Birtakım bilgileri içeren, kişiden kişiye veya kurumlar arası bilginin geçişini sağlayan belge.
gönderiş is. Gönderme işi veya biçimi.
gönderli sf. Gönderi olan: Gönderli bayrak.
gönderme is. 1. Göndermek işi, irsal. 2. Sözlükçülükte bir madde başını İşlerken, ilgisi dolayısıyla başka bir madde başına yollama. 3. Atıf yapma işi.
→ gönderme belgesi
gönderme belgesi is. Bir yere gönderilen eşyanın listesi, irsaliye.
göndermek (-i, -e) 1. Bir yere doğru yola çıkarmak, yollamak, ulaşmasını, gitmesini sağlamak, irsal etmek: "Hepimizi esir edip Malta'ya gönderecekleri ağızlarda dolaşıyordu." -H. E. Adıvar. 2. Yetki vererek gitmesini sağlamak. 3. Bir kaynaktan çıkıp gelmek, ulaşmak: Güneş dünyaya ısı ve ışık gönderir. 4. Yolcu etmek.
göndertme is. Göndertmek işi.
göndertmek (-i, -e) Gönderme işini yaptırmak.
gönen is. hlk. 1. Ekilecek toprağın sulandırılması. 2. Nem, rutubet. 3. sf. Nemli (toprak).
gönenç, -ci is. Bolluk, rahatlık ve varlık içinde iyi yaşama, refah: Yurtta istediğimiz gönenci sağlamak için çok çalışmalıyız.
gönençli sf. Gönenci, iyi bir hayatı olan, müreffeh.
gönendirilme is. Gönderilmek işi.
gönendirilmek (nsz) Gönendirme işi yaptırılmak.
gönendirme is. Gönendirmek işi.
gönendirmek (-i) Gönenme işi yaptırılmak.
gönenme is. Gönenmek işi.
gönenmek (nsz) Mutlu, mesut olmak, rahat bir hayat sürmek, sevinç duymak, sevinmek, abat olmak.
gönlü bol sf. Yeterli imkânlardan yoksun olmasına karşın cömert, eli açık davranmak isteyen (kimse).
gönlü dar sf. İçi sıkıntılı olan (kimse).
gönlü gani sf. Cömert ve gözü tok, gani gönüllü (kimse).
gönlü hoş sf. Dileği yerine gelmiş, sevinmiş (kimse).
gönlü kara sf. Başkalarının kötülüğünü isteyen (kimse).
gönlünce zf, (gönlü'nce) Dileğine uygun: "A-ma, resimli reklam filmleri çizmeye ayrılmış saatlerinden pek azı, ona gönlünce çalışmak için kalıyor." -Y. Z. Ortaç.
gönlü tok sf. Zorunlu ihtiyaçları karşılandığında bununla yetinen, fazla mal ve para istemeyen (kimse), müstağni.
gönlü yaralı sf. Aşık, tutkun, aşkı karşılık görmeyen (kimse).
gönlü zengin sf. Para ve malını imkânları ölçüsünde esirgemeden veren (kimse).
gönül, -nlü is. 1. Sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı: "Gönüllerin birbirine kaynaştığı o günler millî bayramlarımızdan biriydi." -O. S. Orhon. 2. mec. İstek, arzu: Okumaya gönlün var mı? gönül açmak insanın İç sıkıntısını gidermek, iç açmak, gönül akıtmak âşık olmak, sevmek, gönül almak (veya gönlünü almak) 1) sevindirmek: "Yarım elma, gönül alma." -Atasözü. 2) kınlan bir kimseyi güzel bir davranışla hoşnut etmek: "Çok yüklendiler zavallıya, biraz da gönlünü almalı..." -T. Buğra, gönül avlamak huyunu suyunu yakından bilerek olumlu davranışta bulunmak, tavlamak: "İstanbul'un yetiştirdiği mizaçtan anlar, gönül avlamasını bilir dalkavuklardan biriydi." -A. Ş. Hisar, gönül avutmak hoşça vakit geçirmek: "Gözünü ve gönlünü avutmak için türlü hoppalıklar yapıyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu. gönül bağlamak severek bağlanmak, içten sevmek, âşık olmak: "Gözlerin kızarmış, niye ağladın? / Bir başkasına mı gönül bağladın?" -Y. Z. Ortaç, gönül bulandırmak 1) mide bulandırmak; 2) mec. kuşkulandırmak. gönül çekmek sevdalı olmak: "Henüz bu yaşta, zavallı çocuk gönül çekmek nedir, bir büyük adam gibi biliyor ve bir büyük adam gibi yarasının acısını kimseye sır vermeyerek taşıyor." -Y. K. Karaosmanoğlu. gönül eğlendirmek geçici bir ilgi ve sevgi göstererek hoşça vakit geçirmek: "O bizim arkadaşı oraya dilber Çingene kızları ile gönlünü eğlendirmeye gelmiş paralıca bir delikanlı sanıyordu." -O. C. Kaygılı, gönül ferman dinlemez gönül sevdiğinden asla vazgeçmez, gönül gezdirmek hlk. seçmek için aklından birçok şey geçirmek, gönül indirmek kendisine yakıştıramadığı bir şeye razı olmak, gönül kırmak (veya yıkmak) birini çok üzecek bir davranışta bulunmak, gücendirmek, gönül kimi severse güzel odur güzellik anlayışı kişiden kişiye değişir, gönül kocamamak ruhen dinç kalmak: "Yaşlıdır, gönül kocamaz derler, o da kocamadığı için bir genç koca arar." -B. Felek, gönül koymak gücenmek, alınmak, darılmak, gönül okşamak birini hoş bir söz veya davranışla sevindirmek, iltifat etmek. gönül vermek 1) sevmek, âşık olmak: "1934'te yepyeni bir Türkçeye gönül vermiş olan Atatürk, sonraki üç dört yıl içinde, daha ılımlı bir dil devrimine yönelmiş olabilir mi?" -T. Halman. 2) bir şeyi sevmeye, İstemeye veya yapmaya içten yönelmek, eğinmek, meyletmek, gönül yakmak 1) insanı aşın derecede etkilemek, sarsmak, kendinden geçmesine yol açmak: "Bu sesler, o zamanki hayat zevklerinin iç bayıltıcı bir içkisi gibi gönlümüzü yakarak ta derinliklerimize kadar nüfuz etmesini bilirdi." -A. Ş, Hisar. 2) aşk dolayısıyla iç yangınına tutulmak. gönül yıkmak birini çok üzecek bir davranışta bulunmak, gücendirmek, gönül kırmak, (birini) gönülden çıkarmak sevmez veya anmaz olmak, gönülden çıkarmamak sevilen kimseyi hiç unutmamak. gönülden ırak olmak sevilmekten yoksun kalmak, sevilmemek, gönlü akmak birine karşı güçlü sevgi duymak: "Bu delikanlının kıza, bu kızın delikanlıya gönlü akınca insanın yüreği kabarıyor." -R. N. Güntekin, gönlü bulanmak 1) kusacak gibi olmak; 2) mec. kuşkulanmak, gönlü çekmek imrenip İstemek, gönlü çelinmek güzel sözlere aldanmak, kapılmak, gönlü çökmek yaşama gücü azalmak, ruhsal dengesi bozulmak, (birinin) gönlü ile oynamak birini sever görünüp eğlenmek, gönlü kalmak 1) İsteyip de edinemediği bir şeyi İstemekten vazgeçmemek; 2) gücenmek, gönlü kanmak bir İşle ilgili kaygısı kalmamak, mutmain olmak, müsterih olmak, gönlü kaymak sevmeye eğimli olmak, gönlü kırılmak üzülmek, incinmek, yerinmek: "Bunları duymakla gönlüm kırıldı." -A. Ş. Hisar, (bir şeyde) gönlü olmak sevip istemek, (bir şeye) gönlü olmak razı olmak, gönlü razı olmamak hiç istememek: "Ama Salih'in gönlü buna razı olmaz, bu yüzden de sorunları yarım ağızla cevaplandırırdı." -T. Buğra, gönlü takılmak 1) bir şeye karşı ilgi duymak; 2) aşk İle sevmeye başlamak. gönlü varmamak istek duymamak, istememek, çekinmek: "Birkaç gece evvel gelip de bir şey soracaktım, rahatsız etmeye gönlüm varmadı." -P. Safa. gönlünde kalmak çok istediği hâlde ulaşamamak, elde edememek: "Bu soyadı çıkmasaydı, bu hatiplik onun gönlünde kalacakmış." -M. Ş. Esendal. gönlünden geçirmek (veya geçmek) 1) bir şeyin olmasını veya bir şey yapmayı istemek: "Topkapı Sarayı 'nda Hünername minyatürlerine bakarken kaç defa gönlümden bu özleyiş geçti." -Y. K. Beyatlı. 2) düşünmek, gönlünden kopmak kendiliğinden vermek: "... herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş." -Ö. Seyfettin. gönlüne doğmak içine doğmak, sezmek, hissetmek, gönlüne dokunmak üzülmek, rahatsızlık duymak: "Onun kenar mahallelerde sürüklenen çıplak ayakları benim gönlüme dokunuyor." -O. S. Orhon. gönlüne girmek kalbine girmek, gönlüne göre dileğine göre, isteğine uygun olarak, gönlünü çalmak kalbini çalmak, gönlünü çelmek 1) kandırmak, yola getirmek, aşkını kazanmak: "Nice beyler, paşalar onun peşinde yıllarca dolaşmışlar, onun gönlünü çelmek için her türlü çareye başvurmuşlardı. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 2) kendi yanına çekmek, sempatisini kazanmak: "ilk tanıştığımız günden beri bana karşı gösterdiği yakınlıkla gönlümü çelmiş bulunmaktaydı." -Y. K. Karaosmanoğlu. gönlünü düşürmek âşık olmak, sevdalanmak: "Biraz aklı olsa bizim Rabia'ya gönül düşürür mü?" -H. R. Gürpınar, gönlünü karartmak yaşamaya karşı sevgi ve isteğini azaltmak: "Tabiatın bu eşsiz güzellikleri karşısında o birtakım gevezeliklerle benim kafamı ağrıtacak, gönlümü karartacak değil." -O. C. Kaygılı. (birinin) gönlünü etmek (veya yapmak) birini razı ve hoşnut etmek: "Ben patronun gönlünü ederim, hafta arasında." -N. Cumalı. (birinin) gönlünü hoş etmek birinin dileğini yerine getirerek onu sevindirmek: "Feride, çocukların birini bırakıp ötekini alıyor, hepsinin sıra ile gönlünü hoş etmek istiyordu." -R. N. Güntekin. gönlünü kaptırmak âşık olmak: "Kız kaptırdı gönlünü / Sevdiği kalpsizin biri." -B. Necatigil. gönlünü pazara çıkarmak sevmek için kendine yakışanı seçmeyip rastgele birini sevmek. gönlünü serin tutmak sakin, soğukkanlı olmak, hemen heyecanlanmamak. gönlünü söndürmek küstürmek, kırmak, incitmek: "Kalpsiz bir güzelliğin, fakir teyze kızlarının hayatını kırmaktan, gönlünü söndürmekten başka neye faydası var ki!" -R. N. Güntekin. gönlünü yaralamak incitmek, kırmak, üzmek: "Onun gönlünü yaralayarak bir latife ederlerse, hemen kaçıyor, sokulmuyor." -M. Ş. Esendal. gönlünün dümeni bozuk tkz. İsteklerinde, özellikle gönül işlerinde tutarlılık göstermeyen, sık sık istek değiştiren.
→ gönül avcısı, gönül bağı, gönül belası, gönül birliği, gönül borcu, gönül borçlusu, gönül çöküşü, gönül darlığı, gönül dilencisi, gönül eğlencesi, gönül eri, gönül ferahlığı, gönül hoşluğu, gönül maskarası, gönül meselesi, gönül okşayıcı, gönül rahatlığı, gönül rızası, gönül tokluğu, gönül uğrusu, gönül yarası, gönlü bol, gönlü dar, gönlü gani, gönlü hoş, gönlü kara, gönlü tok, gönlü zengin, gönlü yaralı, canıgönülden
gönül avcısı is. Geçici aşklar arkasında koşan kimse, çapkın.
gönül bağı is. Sevgi bağı, duygusal ilişki.
gönül belası is. Aşkın verdiği sıkıntı, dert.
gönül birliği is. Duygusal anlaşma.
gönül borcu is. Yapılan iyiliğe karşı kendini borçlu sayma, minnet, minnettarlık, şükran.
gönül borçlusu is. Yapılan iyiliğe karşı kendini borçlu sayan kimse, minnettar.
gönül çöküşü is. Yaşama gücünün yitmesi, ruhsal dengenin bozulması.
gönül darlığı is. İç sıkıntısı.
gönüldaş is. Duygulan aynı olanlardan her biri, candan dost.
gönüldaşlık, -ğı is. Gönüldaş olma durumu. gönül dilencisi is. Sevdiğinden ayrılmamak için onun her davranışına katlanan kimse.
gönül eğlencesi is. İnsanı oyalayıp hoşça vakit geçirten şey.
gönül eri is. Hoşgörüsü geniş, açık yürekli, güvenilir kimse, rint, ehlidil.
gönül ferahlığı is. İç rahatlığı, dertsizlik.
gönül hoşluğu is. Hiçbir baskının etkisi altında olmama.
gönüllendirme is. Gönüllendirmek işi.
gönüllendirmek (-i) Gönüllenmesine sebep olmak.
gönüllenme is. Gönüllenmek işi veya durumu.
gönüllenmek (nsz) 1. Gücenmek, darılmak, alınmak. 2. Ağırlanmak: "Düğün aşıyla, dost gönüllenmez." -Atasözü.
gönüllü sf. 1. Bir işi yapmayı hiçbir yükümlülüğü yokken isteyerek üstlenen: "Yabancı dil bildiği için de, Kore'ye gönüllü olarak göndermeye kalkmışlardı." -Ç. Altan. 2. Çok istekli: "Henüz nizamiye ve gönüllü taburların neferleri dağılmamıştı." -Ö. Seyfettin. 3. is. Seven kimse veya sevgili. ... gönüllüsü... isteklisi.
→ gönüllü gönülsüz, alçak gönüllü, ayran gönüllü, gani gönüllü, geniş gönüllü
gönüllüce sf. 1. Biraz gönüllü. 2. zf Biraz gönüllü olarak.
gönüllü gönülsüz zf. Yan istekli yan isteksiz olarak.
gönüllülük, -ğü is. Gönüllü olma durumu.
→ alçak gönüllülük, ayran gönüllülük
gönül maskarası is. Sevda yüzünden gülünç durumlara düşmüş kimse.
gönül meselesi is. Aşk yüzünden ortaya çıkan sorun, aşk derdi: "Gönül meselesinde ise ne yapıp bir çare bulmalıydı." -S. F. Abasıyanık.
gönül okşayıcı sf. Hoşa giden.
gönül rahatlığı is. İç rahatlığı iç huzuru, baş dinçliği, huzur: "Bu kararın verdiği gönül rahatlığıyla İstanbul'a döndü." -P. Safa.
gönül rızası is. İç rahatlığıyla olur verme. gönül rızası ile isteyerek.
gönülsüz sf. 1. Gönlü olmayan, İsteksiz: "Gönülsüz namaz göğe ağmaz." -Atasözü. 2. zf Gönlü olmadan, istemeyerek.
→ gönüllü gönülsüz
gönülsüzce zf (gönülsü'zce) İsteksiz bir biçimde istemeyerek: - "Dizginleri tartıyor, kamçısı ile gönülsüzce vuruyor." -M. Ş. Esendal.
gönülsüzlük, -ğü is. Bir işi istemeyerek yapma, isteksizlik.
gönül tokluğu is. Doygunluk, istiğna: "Ama üstüme düşüldü mü, bende bir gönül tokluğu, bir nazlanma, bir ağırdan alış." -H. Taner.
gönül uğrusu is. hlk. Gönül almayı bilen kimse.
gönül yarası is. Bir kimseyi derin üzüntü içinde bırakan acı: "Sürgünü yalnız memleket hasreti yıkmaz, yıkması için bu hasrete utandırıcı bir gönül yarası karışmalıdır." -R. H. Karay.
gönye is. (gö'nye) Yun. Dik açıları ölçmeye ve çizmeye yarayan dik üçgen biçiminde araç.
gönyeleme is. Gönyelemek işi.
gönyelemek (-i) Gönye ile ölçmek.
gördek, -ğî is. zool. Acı balık.
gördürme is. Gördürmek işi veya durumu.
gördürmek (-i, -e) 1. Görme işini yaptırmak. 2. Bir işi başkasına yaptırmak.
gördürtme is. Gördürtmek işi.
gördürtmek (is.) Gördürme işini yaptırmak.
göre zf. 1. Bir şeye uygun olarak, bir şey uyarınca, gereğince: "... günün modasına göre taranmış saçlarıyla güzel bir kadın başı uzandı bahçeye." -N. Cumalı. 2. Bakılırsa, hesaba katılırsa, göz Önünde tutulunca, bakarak, nazaran: "Bilginlerin dediğine göre on milyona yakın Türk yurt değiştirdi." -N. Araz. (bir şeye) göre uygun, elverişli, için: "Doğrusunu söyle de biz ona göre davranalım!" -O. C. Kaygılı.
görece sf. Bir şeye göre olan, varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı olan, kesin olmayıp kişiden kişiye, zamandan zamana, yerden yere değişebilen, bağıl.
görececilik, -ği is. Bağıntıcılık: "Mutluluğun mutsuzluğun görececiliği mantık ölçülerine vurulamaz." -H. Taner.
göreceli sf. Bağıntılı: "Bütün bu tarihler göreceli işaretlerdir." -N. Cumalı.
görecelik, -ği is. fel. Bağıntıcılık.
göreci is. fel Bağıntıcı.
göreli sf.fel. Bağıntılı.
görelik, -ği is. fel. Bağıntı.
görelilik, -ği is. fel. Bağıntılılık.
görenek, -ği is. sos. Bir şeyi eskiden beri görüldüğü gibi yapma alışkanlığı, âdet, alışkı: "Muhitin ve göreneğin şımarttığı bu kız beni de tahrik ederse ne yapacaktım?" -A. Gündüz.
görenekçi is. Göreneklere bağlı kimse.
görenekçilik, -ği is. Göreneklere bağlılık.
görenekli sf. Göreneklerine bağlı göreneği olan.
göreneksel sf. Görenekle ilgili: Göreneksel bir davranış.
göreneksiz sf. Göreneği olmayan.
göreneksizlik, -ği is. Göreneksiz olma durumu.
göresime is. Göresimek işi.
göresimek (-i) hlk. Göreceği gelmek, görmek isteği duymak, özlemek.
görev is. 1. Bir nesne veya bir kimsenin yaptığı iş. 2. İş görme yetisi, fonksiyon. 3. Resmî iş, vazife: "Cavit Bey, görevi ona verdiği gün, Abdi Bey çok sevinmişti." -A. İlhan. 4. dbl. Bir cümlede bir dil biriminin öbür birimlerle ilişkisi aracılığıyla yerine getirdiği iş. 5.fızy. Bir organ veya hücrenin yaptığı iş. 6. mat. Bir değerin başka değerlerle olan ilişkisi, görev almak bîr görevde bulunmak, bir görevi üstlenmek: "Hâkimler ve savcılar kanunda belirtilenlerden başka, resmî ve özel hiçbir görev alamazlar." -Anayasa, görevden (veya görevinden) alınmak 1) bulunduğu görevden çıkarılmak, işine son verilmek, azlolunmak; 2) bulunduğu makama ait sorumluluklan üzerinden alınmak, görevden (veya görevinden) almak 1) bir görevliyi işinden ayırıp açıkta bırakmak, çıkarmak, azletmek; 2) bulunduğu makama ait sorumluluklan elinden almak. görevden (veya görevinden) ayrılmak yapmakta olduğu işi bırakmak: "Cumhurbaşkanının geçici olarak görevinden ayrılması hâllerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkam vekillik eder." -Anayasa. görevden uzaklaştırmak yapmakta olduğu görevi üzerinden almak, el çektirmek.
→ ek görev, son görev, vatani görev
görevcilik, -ği is. psikol. İşlevcilik.
görevdaş sf. 1. Birlikte görev yapan. 2. Aynı görevi yapan.
görevdaşlık, -ğı is.fızy. 1. Bir görevin yerine getirilmesi için birkaç organın birlikte çalışması durumu, sinerji. 2. Bir işi yapmak ve sonuçlandırmak için varılan ortak istek, güç, sinerji.
görevlendirilme is. Görevlendirilmek işi.
görevlendirilmek (-e) Görev verilmek, tavzif edilmek: "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, yürütme organının teklif inha, atama veya onamasına bağlı resmî ve özel herhangi bir İşle görevlendirilemez." -Anayasa.
görevlendirme is. Görevlendirmek işi.
görevlendirmek (-i, -le) Birine bir görev vermek, vazifelendirmek, tavzif etmek.
görevlenme is. Görevlenmek işi veya durumu.
görevlenmek (nsz) Görev almak.
görevli sf 1. Görevi olan, vazifeli: "Herkesi kendisine hizmetle görevli sanırdı." -Ç. Altan. 2. is. Resmî görevi olan kimse, memur.
→ araştırma görevlisi, fren görevlisi, güvenlik görevlisi, öğretim görevlisi, sağlık görevlisi, temizlik görevlisi
görevlilik, -ği is. 1. Görevli olma durumu, memurluk. 2. Resmî iş.
görevsel sf Göreve ilişkin, görevle ilgili.
→ görevsel dil bilimi
görevselcilik, -ği is. İşlevcilik.
görevsel dil bilimi is. db. Kelimeleri cümle içinde yüklendikleri görev bakımından inceleyen dil bilimi.
görevsiz sf. Bir görevi bulunmayan.
görevsizlik, -ği is. Bir görevi bulunmama durumu.
→ görevsizlik kararı
görevsizlik kararı is. huk. Yargıcın bir davada mahkemeyi yetkisiz bulması.
görgü is. 1. Bir toplum içinde var olan ve uyulması gereken saygı ve incelik davranışları, terbiye: "içinde yaşadığımız aynı çevre, aynı görgü, beni tamamıyla onlara benzetmiyor." -O. C. Kaygılı. 2. Bir kimsenin, yaşayarak ve deneyerek elde ettiği birikim, deneyim. 3. Görmüş olma durumu: Görgü tanığı.
→ görgü fukarası, görgü kurallart, görgü tanığı
görgücülük, -ğü is.fel. Deneycilik.
görgü fukarası sf. Görgüsü az veya iyi olmayan (kimse): "Görgü fukarası insanlara karşı gaddar olmayan bir alerjisi vardı." -Ç. Altan.
görgü kuralları ç. is. sos. Bir toplumda veya toplulukta, davranışların dış biçimlerini denetlemeye yönelik olan kuralların bütünü, adabımuaşeret.
görgülenme is. Görgülenmek işi veya durumu.
görgülenmek (nsz) Görgülü duruma gelmek.
görgülü sf Görgüsü olan: "Bildiğim iyi bilen, görgülü, kendine güveni tam olan bir erkekti." -N. Cumalı.
görgülüce zf. (görgülü'ce) Görgülü bir biçimde.
görgüsüz sf. Görgüsü olmayan: "Mağazalar, görgüsüz yeni zenginlerin zevklerine uygun, yemek odası takımları ile doldurmuşlardır vitrinlerini." -N. Cumalı.
görgüsüzce sf. (gözgüsü'zce) 1. Görgüsüz bir biçimde olan: "Bundan ötürü de hâllerinde görgüsüzce bir çalım, budalaca bir durum sezilir." -H. Taner. 2. zf. Görgüsüz bir biçimde.
görgüsüzlük, -ğü is. Görgüsüz olma durumu veya görgüsüzce davranış.
görgü tanığı is. Olayı gören kimse.
görk is. hlk. Güzellik, gösteriş.
görkem ıs. Göz alıcı ve gösterişli olma durumu, gösteriş, debdebe, ihtişam, tantana, haşmet, şatafat.
görkemli sf. 1. Büyüklüğü, görünüşü ve güzelliğiyle görenleri etkileyen, gösterişli, göz alıcı, haşmetli, muhteşem, anıtsal: "Şirazlılar, Sadi ile Hafız'ın anısına görkemli birer anıtkabir yapmışlardı." -N. Cumalı. 2. İri yapılı, iyice serpilmiş.
görklü sf. hlk. Güzel, gösterişli: "Üstünde, içeri doğru, büyük ve görklü bir yarım ay bükülür." -S. Birsel.
görme is. Görmek işi, rüyet.
→ görme açısı, görme engelli, görme gözesi, görme hücresi, sonradan görme
görme açısı is. fiz. Bir cismin iki ucundan gelen ışınları gözün görme merkezinde meydana getirdiği açı.
görmece zf. Görmek şartıyla.
görme engelli sf. Görme duyusu olmayan (kimse), görmez, gözsüz, kör, âmâ.
görme engellilik, -ği is. Görme engelli olma durumu, körlük, âmâlık.
görme gözesi is. zool. Petek gözü oluşturan çok sayıda hücreden her biri.
görme hücresi is. Görme gözesi.
görmek, -ür (-i) 1. Göz yardımıyla bir şeyin varlığını algılamak, seçmek: "Merdivenin başındaki paravanın arkasında garip bir sahne gördüm." -A. Gündüz. 2. Anlamak, kavramak, sezmek: "Türk iradesinin ne demek olduğunu da sen göreceksin." -R. E. Ünaydın. 3. Yanına gidip konuşmak: Bugün müdürü göreceğim. 4. Bir şey hakkında bir yargıya varmak, değerlendirmek. 5. Belirli bir zamanın içinde bir olaya tanık olmak, yaşamak: "Hangi memlekete gitsek, resmî makamlar kadar halkın da rağbetini görürdük." -F. R. Atay. 6. Yapmak, etmek: îş görmek. Masraf görmek. 7. (-den, -i) Kendisine yapılmak, bir davranışla karşılaşmak, maruz kalmak. 8. (-den) Almak: Birinden ders görmek. 9. Bir şeye erişmek: Cebi para görmek. Yardım görmek. 10. Çok değer vermek: Gözü yalnız parayı görüyor. 11. Bir işleme uğramak: Teftiş görmek. Tedavi görmek. 12. Yüzü bir yöne doğru olmak, bakmak: Ev güneş görüyor. 13. Ziyaret etmek. 14. Karşılaşmak, rastlaşmak. 15. Gözlerin görmediği durumlarda başka duyu organlarıyla algılamak: Körler parmaklarıyla görürler. 16. Sahne olmak, geçirmek: Bu ova çok savaş gördü. 17. Saymak, herhangi bir şey gibi görmek. 18. Gezmek: "Buraları o kadar güzel ki, biz buradayken gelip görmezsen, sonradan belki bir daha hiç gelip göremezsin." -N. Cumalı. 19. tkz. Vermek: Madem ikramiye kazandın, bizi de gör. 20. sp. Karşı oyuncunun yapacağı vuruşu önceden kestirip ona göre durum almak. gör (veya görürsün) "anla, gör" anlamında tehdit etmek için söylenen bir söz: "Birini çağırıp o güvercinleri vereyim de sen de gör." -M. Ş. Esendal. gör bak "görürsün, göreceksin" anlamlarında kullanılan bir söz. göreceği (veya göresi) gelmek görmek isteğini duymak, özlemle görmek istemek, özlemek: "Peki ama, sen Paşa babam çok severdin ... göreceğin gelmedi mi?" -R. N. Güntekin. göreyim seni 1) senden başarılı sonuçlar bekliyorum: Haydi göreyim seni, bu işi yapıver. 2) "sen bunu yaparsan karşılığını da görürsün" anlamında tehdit yollu bir söz. görme! aşırılık anlatan bir söz: "Evi görme, yüreğin yanar dediler." -M. Ş. Esendal. görmemek bir İş hiç yapılmamak: "Köşk kim bilir ne kadar zamandan beri su, süpürge görmemişti." -Y. K. Karaosmanoğlu. görmezden gelmek görmemiş gibi yapmak, farkında değilmişçesine davranmak: "Sürücüler kanlar içinde baygın yatan kadınla ona eğilmiş yaralı kocasını görmezden gelip geçiyorlar." -H. Taner. görmediğe (veya görmemişe) dönmek 1) tam bir sağlığa kavuşmak; 2) başından geçmemiş gibi olmak: "Bir saniye içinde hasret ve firkati hiç görmemişe dönersiniz." -R. N. Güntekin. görüp göreceği rahmet bu göreceği iyiliğin bütünü, göreceği tek iyilik: "Ağız tadı ile oynanan futbolu gördük, ama görüp göreceğimiz rahmet de bu kadarmış." -B. R. Eyuboğlu. (birini) görüp gözetmek korumak, yardım etmek, mukayyet olmak. ...-maya veya ...-meye görsün (veya gör) söz konusu eylemin doğuracağı sonuca kesinlik kazandırmak için kullanılan bir söz: Aklına esmeye görsün, yoksa yapmadan duramaz.
→ uzgören, güngörmez, güngörmüş, ırakgörür, içgörür, midegörür, uzgörür
görmemezlik, -ği is. Görmezlik, görmemezliğe gelmek görmemiş gibi davranmak: "U-zaktan biri reise işaret etti. Reis görmedi yahutgörmemezîiğegeldi."-M. Ş. Esendal. görmemezlikten gelmek görmemiş gibi davranmak, aldırmamak: "O kızı gördü cima, kız onu görmemezlikten geldi." -O. C. Kaygılı. görmemiş sf. Birdenbire ulaştığı iyi duruma uymayan, görgüsüzce davranan, görmemişin oğlu olmuş (çekmiş, çükünü koparmış) kaba görgüsüz kimse ummadığı bir şeyi elde ettiğinde ne yapacağını şaşırır.
görmemişlik, -ği is. Görmemiş olma durumu veya görmemişçe davranış: "Görmemişliği, açgözlülüğü sonra sonra ortaya çıktıkça ondan sıdkı sıyrılmaya başlamıştı." -H. Taner.
görmez sf. Görme engelli.
görmezlik, -ği is. Görmemiş gibi davranma, görmemezlik. görmezlikten gelmek görmemiş gibi davranmak: "Dayı Remzi, Salih'e kırpılan gözü görmezlikten geldi." -S. F. Abasıyanık.
görmüş sf. Görme işini yapmış olan.
→ görmüş geçirmiş, güngörmüş, sonradan görmüş
görmüş geçirmiş sf. Görgülü, geçmişte iyi günler yaşamış, güngörmüş, deneyimli: "Onlar kişizade, görmüş geçirmiş bir ailedir. " -H. Taner.
görmüşlük, -ğü is. Bir şeyi görmüş olma durumu: Bu adamı görmüşlüğüm var.
→ görmüşlük duygusu, güngörmüşlük, sonradan görmüşlük
görmüşlük duygusu is. psikol. Kişinin, yeni bir yaşantıyı eskiden de yaşamış olduğu yolundaki duygusu.
görsel sf. Görme İle, görme duyusuyla ilgili, görmeye dayanan.
→ görsel etkileme, görsel-işitsel, görsel-işitsel çağrışım, görsel sanatlar
görsel etkileme is. Görme yoluyla etkileme yöntemi.
görsel-işitsel sf. Görme ve işitme duyularıyla ilgili olan, odyovizüel.
→ görsel-işitsel çağrışım, görsel-işitsel eğitim
görsel-işitsel çağrışım is. eğt. Görme ve işitme duyularına dayalı olarak oluşan çağrışım.
görsel-işitsel eğitim is. eğt. Basılı eğitim gereçlerinin yanında genellikle görme ve işitme duyularına yönelik gereçlerden yararlanılarak yapılan eğitim.
görsel sanatlar ç. is. Resim, oymacılık, heykelcilik, mimarlık vb. sanatlar, plastik sanatlar.
görü is. 1. Görme yetisi. 2. Bir yerin çevreyi görme özelliği, nezaret: Buranın görüsü geniş. 3. fel. Dolaysız kavrama, birden kavrama.
→ hoşgörü, içgörü, öngörü, sağgörü
görücü is. Evlenmek isteyen erkek için kız görmeye giden kimse, dünür: "Zengin olduğumuz için görücüler, bizim bu uzak köşke gelmekten usanmıyorlar."-Ö. Seyfettin, görücü gitmek evlenecek erkek için kız görmeye gitmek, görücüye çıkmak evlenmesi söz konusu olan kız görücüye görünmek: "Onu indirmek, görücüye çıkmaya razı etmek için, başta haminne olmak üzere bütün ev halkı ağacın altında durdu, yalvardı." -H. E. Adıvar.
görücülük, -ğü is. Görücünün yaptığı iş: Görücülüğe gitmek.
görükmek bk. gözükmek.
görülme is. Görülmek işi.
görülmek (nsz) 1. Göz yardımıyla bir şey, bir varlık algılanmak, seçilmek. 2. Gereken iş yapılmış olmak: İşimiz kolayca görüldü. 3. Bir şeyin bulunduğu anlaşılmak, karşılaşılmak, rastlanmak: "Yıllarca görülmemiş bir dostu kucaklar gibi hemşiresini öptü." -P. Safa.
→ öngörülmek
görülmemiş sf. O güne kadar karşılaşılmamış, şaşılacak nitelikte olan: Görülmemiş bir olay.
görülmemişlik, -ği is. Görülmemiş olma durumu.
görüm is. Görme yetisi: Trahom hastalığı, tedavi edilmezse, görümü yok etmeye kadar varabilir.
→ iç görüm, mide görüm
görümce is. (görü'mce) Bir kadının kocasının kız kardeşi.
görümcelik, -ği is. Görümce olma durumu. görümcelik yapmak (veya etmek) görümce geline kötü davranmak.
görümlük, -ğü is. 1. Yalnız görülmek İçin konulan nesne. 2. Nişanlanan kıza, ilk kez görmeye gidildiğinde erkek tarafından takılan veya verilen armağan.
→ yüz görümlüğü
görümsetme is. sin. ve TV 1. Sinema filmlerinden kesilmiş bölüm. 2. Ekrandaki müzik programlarında arka zemin olarak hazırlanmış görüntüler, klip.
görünge is. Perspektif.
görüngü is. fel. Duyularla algılanabilen her şey, fenomen, numen karşıtı.
→ görüngü bilimi
görüngü bilimi is. fel. Algılanan görüngeler öğretisi, olay bilimi, fenomenoloji.
görüngücülük, -ğü is. fel. Gerçek olanın yalnızca görüngüler olduğunu öne süren görüş, olaycılık, fenomenizm.
görünme is. Görünmek işi: "Sabaha karşı Sevgi odaya girdiğinde gelişini duydu ama, uyur gibi görünmeyi doğru buldu." -N. Cumalı.
görünmek (nsz, -e) 1. Görülür duruma gelmek, görülür olmak, gözükmek: "Kapıda Eda Hanım göründü ve ona hatır sordu." -P. Safa. 2. İzlenim uyandırmak: "Özgün ve yorgun görünüyordu." -H. Taner. 3. Benzemek, görünüşünde olmak. 4. (-e) mec. Azarlamak: Çocuk pek azdı, biraz görünüver. 5. (-e) mec. Gözdağı vermek, göründü Sivasm bağları umutla beklenen sonuç ters yönde gelişti, görünen köy kılavuz istemez ne kadar gizlense de gerçekler ortadadır.
görünmez sf Görünmeyen, beklenmeyen. görünmez olmak gözden kaybolmak: "İşte önümüzdeki sırtlar görünmez oldu." -R. H. Karay.
→ görünmez kaza
görünmez kaza is. Hiç umulmadık zamanda, umulmadık biçimde olan kaza.
görünmezlik, -ği is. Görünmez olma durumu.
görüntü is. 1. Gerçekte var olmadığı hâlde varmış gibi görünen şey, hayalet. 2. Herhangi bir nesnenin mercek, ayna vb. ile oluşturulan biçimi, hayal. 3. Manzara. 4.fîz. Herhangi bir nesnenin mercek, ayna vb. araçlarla oluşturulan biçimi, hayal. 5. mat. Sayı doğrusu üzerinde bir sayıya karşı gelen nokta. 6. sin. ve TV Bir film üzerinde sıralanmış resimlerin gösterici yardımıyla ekrana art arda düşürülmesi sonunda hareketin yeniden kurulmasıyla ortaya çıkan görünüş, görüntülük üzerindeki hareketli resimler bütünü.
→ ardıl görüntü, ardışık görüntü, pozitif görüntü
görüntüleme is. Görüntülemek işi.
görüntülemek (-i) Belirli bir konuyu buna en yakın görüntüler içinde tasarlamak, yaratmak, gerçekleştirmek.
görüntüleyici is. Görüntülemeyi sağlayan alet.
görüntülük, -ğü is. sin. ve TV Ekran.
görüntüsel sf. Görüntüye dayanan: "Her yanının hem görüntüsel hem manevi bir bütünlüğü vardır." -H. Taner.
görünüm is. 1. Bir şeyin dıştan bakıldığında görünen biçimi, görünme durumu, görünüş, manzara. 2. dbl. Görünüş.
→ genel görünüm, sorulu görünüm, geçmiş zaman görünümü, gelecek zaman görünümü, geniş zaman görünümü, sürerlik görünümü, yapmacık görünümü
görünümlü sf. Görünümü olan.
→ genel görünümlü
görünür sf. 1. Görünen, gözle görülebilen. 2. mec. Belli, apaçık göze çarpan.
görünürde zf. Dıştan bakınca, görünüşe göre, ortada, meydanda: Çok para harcadığı hâlde görünürde bir şey yok.
görünürlerde zf. Ortalıkta, meydanda.
görünürlük, -ğü is. Görülebilen bir şeyin niteliği: "Sen bir yanında Fevzi Paşa, bir yanında İsmet Paşa ... üç genç subay görünürlüğünde oturdunuz." -R. E. Ünaydın.
görünüş is. 1. Gözün ilk bakışta veya zihnin dolaysız olarak algıladığı şey. 2. Gerçeğe uymayan dış görüntü, zevahir: Görünüşe aldanmamak. 3. Bulunulan bir yerden görülebilen alan, görünüm, manzara: "Van gölünün görünüşü eşsizdi." -N. Cumalı. 4. dbl. Fiillerin belirttiği oluşların süresi, gelişmesi ve bitmesiyle ilgili bütün biçimleri kapsayan dil bilgisi kategorisi: Atıldı atılacak, düştü düşecek; gelmiş olmak, gidecek olmak, görünüş almak gibi, benzer görünmek. görünüşü kurtarmak zevahiri kurtarmak.
görünüşte zf Dıştan göründüğüne göre, görünene inanmak gerekirse, görünene bakılırsa: Görünüşte iyi bir çocuk.
görüş is. 1. Gözle bir şeyi algılama yetisi. 2. Cezaevi ve hastanede yapılan ziyaret. 3. mec. Bir olay, varlık veya düşünce üzerinde varılan yargı, fikir, görüş bildirmek bir konuda elde edilen düşünce ve deneyimleri vermek.
→ görüş açısı, görüş ayrılığı, görüş birliği, görüş sahibi, görüş tarzı, açık görüş, ileri görüş, karşı görüş, uzak görüş, dünya görüşü
görüş açısı is. 1. Bir şeyi görebilme alanı: "Ondan evvel görüş açısı içine yandan giren bu uzun gölge bulanık bir karaltıdan ibaretti." -P. Safa. 2. Bakış açısı: "Demek gerçekler, görüş açısına, çevrenin etki ve baskısına göre bambaşka biçimlere ve renklere giriyorlardı." -H. E. Adıvar.
görüş ayrılığı is. Bir görüş veya düşüncede farklı değerlendirmede bulunma, farklı düşünme.
görüş birliği is. Aynı görüş ve düşüncede olma.
görüşlü sf. Görüş bulunan.
→ dar görüşlü, dünya görüşlü, genel görüşlü, geniş görüşlü, ileri görüşlü, kısa görüşlü, uzak görüşlü
görüşlülük, -ğü is. Görüşü olma durumu.
→ dar görüşlülük
görüşme is. Görüşmek işi, mülakat, müzakere. görüşme yapmak tartışmak, müzakere etmek.
→ genel görüşme
görüşmeci is. Görüşmeye giden kimse: İki ülke arasında yapılan görüşmelere görüşmeci olarak katıldı.
görüşmecilik, -ği is. Görüşmeci olma durumu.
görüşmek (-le) 1. Buluşup konuşmak, konuşup sohbet etmek: Ara sıra görüşelim. 2. Dostluk, ahbaplık etmek: Komşunuzla görüşüyor musunuz? 3. (-İ) Bir iş, bir konu üzerinde karşılıklı görüş ileri sürmek, müzakere etmek: Bu sorunu daha geniş bir zamanda görüşmeli.
→ hoşgörücü
görüş sahibi is. Görüş veya düşünce ileriye süren kimse.
görüşsüz sf. Görüşü olmayan.
görüşsüzlük, -ğü is. Görüşü olmama durumu.
görüş tarzı is. Düşünceleri açıklama biçimi.
görüştürme is. Görüştürmek işi.
görüştürmek (-i, -le) Görüşmelerini sağlamak.
görüştürülme is. Görüştürülmek işi veya durumu.
görüştürülmek (nsz, -le) Görüşmeleri sağlanmak.
görüşülme is. Görüşülmek işi veya biçimi.
görüşülmek (nsz) 1. Görüşme işi yapılmak, müzakere edilmek. 2. (-le) Herhangi biriyle görüşmek.
gösteren is. db. Gösterilenle birleşerek göstergeyi oluşturan ses veya sesler bütünü.
gösterge is. 1. Bir şeyi belirtmeye yarayan şey, belirti, im, işaret. 2. Bir durumla ilgili çeşitli aşamaları gösteren liste. 3, db. Anlamla biçimin, gösterenle gösterilenin kaynaşmasından oluşan dil birimi, belirtke. 4. fiz. Bir aracın işlemesiyle ilgili bazı ölçümlerin sonucunu kendiliğinden gösteren araç, müşir (II), indikatör: "Göstergesi gece gündüz İstanbul üzerinde duran hayli eski ama sağlam radyoyu açtı." -A. İlhan.
→ gösterge bilimi, benzin göstergesi, gaz göstergesi, geçim göstergesi, mazot göstergesi, sayı göstergesi, yağ göstergesi, yağış göstergesi, yakıt göstergesi
gösterge bilimi is. 1. İletişim amacıyla kullanılan her türlü gösterge dizgesinin yapısını, işleyişini İnceleyen bilim, im bilimi, semiyoloji, semiyotik. 2. db. Göstergelerin dildeki kullanımları veya dille uygulanması.
gösteri is. 1. İlgi, dikkat çekmek için, bir topluluk önünde gösterilen beceri veya oyun: Uçakların uçuş gösterileri. 2. Bir istek veya karşı görüşün, halkın ilgisini çekecek biçimde topluca ve açıkça yapılması, nümayiş. 3. Sinema veya tiyatroda film, oyun gösterme işi: Sinematekte film gösterileri başladı. 4. Birinin, bir topluluğun kendi duygusunu gösteren sözü veya davranışı, tezahürat, gösteri yapmak 1) topluluk önünde bir beceri veya oyunu sergilemek; 2) düşüncelerini halka veya yetkililere duyurmak için bir araya gelerek eylemde bulunmak.
→ gösteri adamı, gösteri yürüyüşü, ilk gösteri, gövde gösterisi, söz gösterisi, tek adam gösterisi
gösteri adamı is. Gösterici.
gösterici is. 1. Gösteri yapan kimse, nümayişçi. 2. Fotoğraf, film vb.ni bir yüzeye yansıtmaya yarayan araç, projektör.
→ mini gösterici
göstericilik, -ği is. Gösterici olma durumu.
gösterilen is. db. Göstergenin kavram yönü, gösterenle birleşerek göstergeyi oluşturan içerik.
gösteriliş is. Gösterilme işi veya biçimi.
gösterilme is. Gösterilmek işi.
gösterilmek (nsz, -e) Görülmesi sağlanmak.
gösterim is. sin. ve TV1. Görüntülerin gösterici yardımıyla bir yüzeye yansıtılması işi, projeksiyon. 2. Sinema salonlarında filmin gösterilmeye başlanması, vizyon. 3. Sinema, tiyatro, konser vb. sanat dallarında verilen gösterilerden her biri, seans, gösterimde (olmak) sinema salonlarında film gösterilmeye devam etmek, gösterime girmek sinema salonlarında bir film oynamaya başlamak.
gösteriş is. 1. Gösterme işi veya biçimi. 2. Başkalarını aldatmak, şaşırtmak, korkutmak veya kendini beğendirmek için birinin yaptığı yapay davranış, çalım, kurum: "Eski hayat baştan başa bir nümayiş ve gösteriş hayatı idi." -A. Haşim. 3. Göze çarpıcı nitelik, göz alıcılık: Bu yapının hiç gösterişi yok. 4. Görkem, gösteriş yapmak başkalarını aldatmak, şaşırtmak, korkutmak veya kendini beğendirmek için yapay davranmak: "Salih de, tam bir gösteriş yapmak hevesiyle boşanmış bir yay gibi kalktı ayağa." -T. Buğra, gösterişe kaçmak gösteriş yapmaya başlamak.
gösterişçi is. Gösteriş yapmasını seven, gösteriş amacı güden kimse, nümayişçi.
gösterişçilik, -ği is. Gösterişçi olma durumu.
gösterişli sf. Görkemli: Gösterişli bir at.
gösterişlice sf. (gösterişli'ce) Biraz gösterişli, oldukça gösterişli.
gösterişlilik, -ği is. Gösterişli olma durumu.
gösterişsiz sf. 1. Gösterişi olmayan, mütevazı. 2. Gösteriş yapmayan.
gösterişsizce sf. (gösterişsi'zce) Biraz gösterişsiz.
gösterişsizlik, -ği is. Gösterişsiz olma durumu, sadelik, tevazu.
gösteri yürüyüşü is. Bir topluluğun duygularını dile getirmek için ana yollar ve alanlarda yürüyerek yapılan gösteri.
gösterme is. 1. Göstermek işi. 2. Teşhir, sergileme.
→ gösterme hakkı, gösterme parmağı, gösterme sıfatı, gösterme zamiri, kaynak gösterme
göstermeci is. psikol. Cinsel organlarını göstermeyi, sergilemeyi seven ruh hastası, ut açıcı, teşhirci.
göstermecilik, -ği is. psikol. 1. Cinsel organlarını gösterme biçiminde görülen ruhsal sapıklık, ut açıcılık, teşhircilik, eksibisyonizm. 2. Kendini üstün gösterme çabası: "Her ayrıcalık hevesinin kökeninde bir kompleks, bir göstermecilik duygusu yattığı görülür." -H. Taner.
gösterme hakkı is. huk. Sinema, tiyatro, konser vb. görsel sanatlarda telif hakkı.
göstermek (-i, -e) 1. Görülmesini sağlamak, görmesine yol açmak: Size kitaplarımı göstereyim. 2. Birini veya bir şeyi işaretle belirtmek: Vitrindeki oyuncağı parmağıyla gösterdi. 3. Belirtmek, anlatmak: Bu söz onun iyi niyetini gösteriyor. 4. Bir şeyin etkisi altında tutulmak: Güneşe göstermek. Aleve göstermek. 5. Kanıtla inandırmak: Bunun böyle olduğunu size göstereceğim. 6. Öğretmek, açıklamak: Birine ders göstermek. Yol göstermek. 7. Yapmasını söylemek, görevlendirmek: Size ne iş gösterdiler? 8. (-i) Güzelliğini ortaya çıkarmak, temsil etmek: "Bu seni ablandan daha şirin gösteriyor, emin ol!" -R. N. Güntekin. 9. (-i) Herhangi bir biçimde değerlendirmeye yol açmak: Gerçekleri çarpıtarak gösteriyor. 10. (nsz) Görünmek, benzemek. 11. (yar) Etmek: 1-taat göstermek. Dayanışma göstermek. 12. (-e) mec. Sert bir biçimde karşılık vermek: "Anası da babasının küfürlerini tekrarlıyor, evde ona göstereceğini söylüyor, gözlerini açıyor, başım sallıyordu." -Ö. Seyfettin.
→ içgösterir
göstermelik, -ği is. 1. Bir bütünün niteliğim anlatmak için bütünden ayrılıp verilen parça, örnek, numune, mostralık. 2. sf. Gösterişi olan. 3. sf. Gerekli olduğu için değil iş olsun diye yapılan.
gösterme parmağı is. Elde başparmaktan sonraki parmak, işaret parmağı, şehadet parmağı.
gösterme sıfatı is. dbl. Bir cismi gösterme yoluyla belirten sıfat, işaret sıfatı: Bu kitap, şu adam, o çocuk gibi.
gösterme zamiri is. dbl. İşaret zamiri: Bu, şu, o, bunlar, şunlar, onlar.
gösterme zarfı is, dbl. Bir fiilin, bir ismin veya bir zarfın anlamını gösterme yoluyla sınırlayan zarf: Ta uzaklara gitti gibi.
göstertme is. Göstertmek işi.
göstertmek (-i, -e) Gösterme işini yaptırmak.
göt is. kaba 1. Anüs. 2. Alt taraf, dip. 3. Kaba et, kıç, popo. 4. mec. Güç veya yüreklilik. götten bacaklı kısa boylu.
→ tavukgötü, götün götün
götün götün zf. kaba Geri geri, kıçın kıçın.
götürme is. Götürmek işi.
götürmek (-i, -den, -e) 1. Taşımak, ulaştırmak veya koymak: "Hamalın biri, sırtına koca bir ayna vurmuş, götürüyordu." -H. Taner. 2. (-i, -e) Bir kimseyi bir yere kadar yanında yürütmek. 3. Bir şeyi yakından uzağa götürmek. 4. (-i) Yerinden ayırıp uzağa atmak veya yok etmek: Bir mermi bacağım götürdü. Duvarı su götürdü. 5. (-i) Öldürmek: Hastalık çok insan götürdü. 6. (-e) Dayanmak, katlanmak, tahammül etmek. 7. (-i, -e) Birinin yanında yürüyüp ona bir yere kadar arkadaşlık etmek: Beni evime kadar götürdü. 8. Bir sonuca vardırmak: "Bitirmeden şunu da söyleyeyim, ahlaka, gerçek ahlaka götüren başlıca yollardan biri de aşktır." -N. Ataç. 9. mec. Kaybolmasına, yok olmasına yol açmak: Eksiler artıları götürdü. 10. argo Tümüyle sahip olmak. 11. argo Çalmak.
→ sözgötürmez, sugötürmez
götürtme is. Götürtmek işi.
götürtmek (-i, -den, -e) Götürülmesini sağlamak.
götürü sf. tic. 1. Fiyatı veya ücreti toptan belirlenen (iş vb.). 2. zf Toptan fiyat vererek: Bu kitapların hepsini götürü on bin liraya aldım.
→ götürü iş, götürü pazarlık, götürü tur
götürücü sf. Götüren, yönelten: Yapılacak araştırmaların, doğruya götürücü nitelikte olmasına dikkat edilmiştir.
götürücülük, -ğü is. Götürücü olma durumu.
götürü iş is. Toptan yapılan iş.
götürülme is. Götürülmek işi.
götürülmek (-den, -e) Götürme işi yapılmak veya götürme işine konu olmak.
götürüm is. hlk. Dayanma, sabır, tahammül.
götürümlü sf. Götürümü çok olan, sabırlı, mütehammil.
götürümsüz sf. Görürümü az olan.
götürü pazarlık, -ğı is. Bir işin bütünü ile ilgili olarak fiyatı üzerinde anlaşma.
götürüş is. Götürme İşi veya biçimi.
götürü tur is. Fiyatı, ulaşım, otel, gezi vb. hizmetlerin tamamını veya büyük bir bölümünü kapsayan tur.
gövde is. 1. Bir şeyin asıl bölümü. 2. anat. İnsan bedeninde baş, kol ve bacaklar dışında kalan bölüm. 3. anat. Hayvanlarda baş, ayak ve kuyruktan, ağaçlarda kök ve dallardan geri kalan bölüm. 4. Kesilmiş hayvanın, sakatatları alındıktan sonraki durumu. 5. dbl. İsim ve fiil köklerinden yapım ekleriyle türetilmiş kelime: Evli (ev-li), inanç (inan-ç), sevdirmek (sev-dir'tnek). gövdeye atmak (veya indirmek) tkz. oburca yemek: "Bir tepsi baklavayı gövdeye indirdikten sonra..."-T. Buğra.
→ gövde gösterisi, kongövde, sarılgan gövde, ad gövdesi, fiil gövdesi, isim gövdesi
gövde gösterisi is. Aynı amaçta birleşenlerin güçlerini göstermek için büyük bir kalabalıkla yaptıkları gösteri.
gövdelenme is. Gövdelenmek işi.
gövdelenmek (nsz) 1. Gövde oluşmak. 2. Gövde kalınlaşmak, belirgin duruma gelmek.
gövdeli sf. İri yapılı.
gövdesel sf. Gövde ile ilgili.
gövdesiz sf. 1. Gövdesi olmayan. 2. Görünürde gövdesi olmayan.
gövdesizlik, -ği is. Gövdesi olmama durumu.
gövek, -ği is. hlk. Cevizin yeşil kabuğu.
gövel sf. hlk. Yeşil başlı: "Gövel Ördek indi bizim göllere." -Karacaoğlan.
gövem is. hlk. Sığırlara dadanan zar kanatlı bir tür sinek.
→ gövem eriği
gövem eriği is. bot. Akdiken.
göveri is. hlk. Sebze.
göveriş is. Göverme işi veya biçimi.
göverme is. Gövermek işi.
gövermek (nsz) 1. Yeşermek: "Eski toprağa ektiklerin /Bir yeni güçle göverdi gür." -B. Necatigil. 2. Morarmak.
göverti is. hlk. 1. Sebze. 2. Morartı.
göyme is. Göymek işi.
göymek, -er (-i) hlk. Yakmak.
göynük, -ğü sf hlk. 1. Yanık, yanmış. 2. Güneşte yanmış. 3. İyice olmuş (yemiş). 4. mec. Acısı olan, elemli. 5. is. Orman yakılarak açılan tarla.
göynüme is. Göynümek durumu.
göynümek (nsz) hlk. 1. Dertlenmek, üzülmek, İçlenmek. 2. Ham meyve olgunlaşmak.
göyük, -ğü sf. hlk. 1. Yanık, yanmış. 2. is. Hastalık ateşi.
göyühmek bk. göynümek.
göz is. 1. anat. Görme organı. 2. Bazı deyimlerde, görme ve bakma: Gözden geçirmek. Gözden kaybolmak. Göz önünde. Gözü keskin. 3. İyi veya kötü nitelikler, tutkular, duygular anlatan bakış: Hilekâr gözlerle baktı. 4. Bakış, görüş: Bu sefer alacaklı gözüyle baktım. 5. Suyun topraktan kaynadığı yer, kaynak: "Asıl felaket bu pınara sırt çevirmek, bu pınarın gözlerine taş tıkamak değil de ne olurdu?" -T. Buğra. 6. Delik, boşluk: İğnenin gözü. "Köprünün gözleri karış karış kazılmıştır." -S. F. Abasıyanık. 7. Çekmece: Masanın gözleri. 8. Terazi kefesi. 9. Kıskançlık veya hayranlıkla bakıldığında bir şeye kötülük verdiğine inanılan uğursuzluk, nazar: "İnsanı gözle yiyip bitirirler. " -Ö. Seyfettin. 10. Sevgi, ilgi, gönül bağlantısı: Gözden düşmek. Göze girmek. 11. Ağacın tomurcuk veren yerlerinden her biri: Göz aşısı. 12. Bölüm, hane: Dama tahtasında altmış dört göz vardır. 13. Bazı yaraların uç bölümü: Çıbanın gözü. göz açamamak yoğun işler yüzünden bir şeyle ilgilenme imkânı bulamamak: "İşkembe ayıklamaktan, bulaşık yıkamaktan göz açamıyordum." -O. Kemal, göz açıp kapayıncaya kadar çok kısa bir zamanda: "Daha ileride denizin yüzünü birdenbire allak bullak eden akıntıya benzer bir çırpıntı oluyor, bu çırpıntı göz açıp kapayıncaya kadar kesiliyor." -S. F. Abasıyanık. göz açtırmamak başka bir iş yapmasına vakit veya imkân vermemek, göz alabildiğine gözün görebileceği en uzak yerlere kadar: "Göz alabildiğine uzanan yeşil tepelerin, ruha ferahlık veren bir munis enginliği vardı." -Y. K. Karaosmanoglu. göz almak güzelliği ile dikkati çekmek, göz kamaştırmak, göz ardı etmek gereken önemi vermemek: Yasaklamak, göz ardı etmekle bu gerçek yadsınamaz. göz atmak kısa bir süre, fazla dikkat etmeden bakıvermek: "İhtiyar kadın ara sıra memurun açık kapısı önünden geçerken içeriye bir göz atıyor..." -R. N. Güntekin. gözaydın etmek güzel bir olay için kutlamak, iyi dileklerde bulunmak: "Bir hafta evimize geldiler, gittiler. Köylerden bizleri tanıyanlar bile geldiler, gözaydın ettiler." -M. Ş. Esendal. gözaydına gelmek (veya gitmek) birine kavuştuğu sevindirici bir durum dolayısıyla kutlamaya, iyi dilekte bulunmaya gitmek: "Eve dönünce orasını düğün evi gibi kalabalık buldum. Duyan kadınlar gözaydına gelmişler." -M. Ş. Esendal. göz boyamak kandırmak, yanıltmak, gösterişle aldatmak: "O kadar gürültüyle herkese göstermek istediği kudret çalımı, demek, gençlerin gözünü boyamıyor." -H. E. Adıvar. göz değmek uğursuzluk, kötülük getirdiğine inanılan kıskanç veya hayran bakışlar dolayısıyla kötü bir duruma düşmek, göz dikmek bir şeyi ele geçirmek isteğine kapılmak: "Bizim canımıza, malımıza hangi devlet göz dikmişti?" -Y. K. Karaosmanoglu. göz doldurmak görünüşü ile umulduğundan çok etkilemek: Bu futbolcu antrenmanda göz doldurdu, göz doyurmak bir şey görünüşü ile umulduğundan çok etkilemek, göz etmek gözle İşaret etmek, göz gezdirmek 1) derinlemesine İn- t Q celemeden okumak: "Masanın üstünde bir başka gazete var. Biraz evvel ona göz gezdirdiğim zaman birbiri ardı sıra üç havadis görmüştüm." -R. N. Güntekin. 2) bir yeri, bir şeyi çabucak İncelemek, göz göre göre belli ve apaçık olarak, herkesin gözü önünde: "Geçen hafta göz göre göre daha ucuzunu kaçırdım." -H. Taner, göz görmeyince gönül katlanır yakınımızda bulunmayanların özlemine, acısına daha kolay dayanabiliriz. göz gözü görmemek yoğun sis, duman, toz vb. sebeplerle hiçbir şey görülememek: "Sigara dumanlarına bozuk kaloriferin buharı da karıştığından, odada göz gözü görmüyordu. " -H. Taner, göz kamaştırıcı muhteşem, çok güzel, parlak, görkemli: "Göz kamaştırıcı bir mücevher, kuyumcuya heyecan verir." -S. Ayverdi. göz kamaştırmak 1) kuvvetli ışık veya parlaklık, kısa bir zaman İçin görüşü bulandırmak; 2) mec. bir niteliğiyle hayran bırakmak: "O sıralar Avrupa'da bir büyük piyano ustası gözleri kamaştırıyordu." -N. Nadi. göz kaş süzmek dikkatle ve hissettirmeden bakışlarla kontrol altında tutmak: "Anlamlı anlamlı birbirine işaretler yaparak, göz kaş süzerek Emine'ye uzun uzun bakıyorlar." -R. H. Karay. göz kesilmek bütün dikkatiyle bakmak. göz kırpmadan 1) acımadan, merhamet etmeden; 2) hiç duraksamadan, hiç çekinmeden. göz kırpmak 1) göz kapağını kapayıp açmak: "İlk zamanlar bizi beraber görüp de manalı manalı göz kırpmış olanların şimdi yüzüne bakamaz olmuştum." -H. Taner. 2) başkasına söylediklerinin doğru olmadığını işaretle anlatmak için, benimsediği kimseye bakarak gözünü kapayıp açmak. göz kırpmamak hiç uyumamak, (bir şeye) göz koymak bir kimseyi veya bir şeyi ele geçirmeyi istemek: "Kırkyılda bir nişanlı buldum, ona da sen mi göz koydun?" -M. Ş. Esendal. göz kulak olmak 1) gözetmek, korumak, bakmak: "Öbürü göğsünden ağır yaralı iki erin geriye alınmalarına göz kulak oluyordu." -A. İlhan. 2) görme, işitme yoluyla bilgi edinmeye çalışmak, göz süzmek baygm ve anlamlı bakmak: "Bir göz süzmeler, bir gülümsemeler, bir kırılıp dökülmeler..." -Y. K. Karaosmanoğlu. göz var, izan var bir şeyin göz ve akıl yoluyla anlaşılacağını anlatan bir söz: "... bu kadar olmaz. İnsanda göz var, izan var!" -M. Ş. Esendal. göz yıldırmak gözünü korkutmak. göz yummak hlk. 1) görmezlikten gelmek, hoş görmek, bağışlamak: "Vaadime sadık kalırım, fakat inzibatsızlığa göz yummak olamaz." -R. N. Güntekin. 2) umudunu kesmek, umutsuzluğa düşmek, göz yummamak 1) hiç uyumamak; 2) hoş görmemek, bağışlamamak, gözden çıkarmak bir mal, para, değer yargısı vb. maddi veya manevi varlığın elden çıkarılmasını kabul etmek: "Bir yemek için iki, bir kahvaltı için de bir saati gözden çıkarmanız gerek." -H. Taner. gözden düşmek (veya düşürmek) sevgi ve İlgiyi yitirmek (veya yitirtmek): "Muhtarın oğlu bu hasta köpeklere düşman olduğu günden beri gözümden düştü." -S. F. Abasıyanık. gözden geçirmek 1) okumak: "O günkü gazeteleri gözden geçirdi." -F. R. Atay. 2) niteliğini anlamak için bîr şeyin her yanına bakmak, incelemek, muayene etmek: "Akşam hazırlanmış sofrayı gözden geçirmek için odasından çıktı." -A. Kutlu. 3) araç, motor vb.nin çalışıp çalışmadığını incelemek, denemek, denetlemek, gözden gönülden çıkarmak hiç Önem vermemek, ilgisini kesmek: "Şimdi, artık gözünden ve gönlünden çıkardığı bu adamın her şeyi onun için müsavi idi." -R. N. Güntekin. gözden ırak olan gönülden de ırak olur ayıı düşenlerin arasındaki sevgi de zamanla azalır: "Elbette tanıyamazsınız, çünkü gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş." -O. C. Kaygılı, gözden kaçırmak dalgınlıkla görmemek: "Hasan Efendi, en hafif bir gölgeyi gözünden kaçırmıyordu." -H. R. Gürpınar. gözden (veya gözünden) kaçmak görülmemek, farkına varılmamak: "Nasılsa gözümden kaçmış... Demek sizi sıkmış ha..." -M. Ş. Esendal. gözden kaybetmek görünmemek, ortadan çekilip gitmek: "Mektepten sonra birbirimizi gözden kaybetmiştik." -R. N. Güntekin. gözden kaybolmak ortadan çekilmek veya görünmez olmak, kaybolmak: "Vakta ki gece mehtaba çıktılar. Senihe ile Faik Bey uzun bir müddet gözden kayboldular." -Y. K. Karaosmanoğlu. gözden nihan olmak gözden kaybolmak: "Nihayet yıkık bir kulübe civarında gözden nihan oldular." -R. N. Güntekin. gözden (veya gözünden) sürmeyi çalmak (veya çekmek) hırsızlıkta çok becerikli, çok usta olmak, gözden uzaklaşmak ayrılıp başka yere gitmek, görünmez olmak, gözden uzak tutmak önem vermemek, arka plana itmek: Çıkarlarını gözettiği sınıfı gözden uzak tutmak, adını andırmamak isterler, göze almak gelebilecek her türlü zararı ve tehlikeyi önceden kabul etmek: "... yerine çocukları için her fedakârlığı göze almış gayretli bir aile babası çıktı." -R. N. Güntekin. göze batmak 1) aşırı derecede görünür olmak: "Karacaahmet'in koyu servileri bulutsuz ufukta nefti bir leke hâlinde göze batıyordu." -H. Taner. 2) tedirgin etmek, uygunsuz veya yakışıksız görünmek; 3) çekememezliğe yol açmak, göze çarpmak dikkati üzerine çekmek: "Evin nizamında Türk kadınlarının vakur zarafeti göze çarpar. " -O. S. Orhon. göze diken olmak göze batmak, göze gelmek birisine nazar değmiş olmak, göze girmek davranış ve yetenekleriyle ilgi ve önem kazanmak: "Bu müddet içinde göze girmek, göze girip de takımda yer almak için canım dişine takarak didinir durur." -H. Taner, göze görünmek belli, açık olmak, göze görünmemek 1) ortaya çıkmamak, ortalıkta dolaşmamak, saklanmak; 2) kendisi var olduğu hâlde göz onu görememek; 3) değersiz olmak, göze yasak olmaz bir kimseye veya nesneye bakılmasını kimse önleyemez, gözle görülür, elle tutulur hâle gelmek çok açık bir biçimde görülmek, herkes tarafından bilinmek: Haksızlık, rüşvet, gözle görülür, elle tutulur hâle gelmişti, gözle yemek 1) bir şeye çok istekle ve dik dik bakmak; 2) göz değdirmek: Çocuğu gözle yediler, gözler Önüne serilmek görülmek, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmak, gözler önüne sermek açıklamak, sergilemek, göstermek, tanıtmak: Adı duyulmamış, şiiri bilinmeyen gençleri tutar, gözler Önüne sererdi, gözleri bayılmak uyku, istek vb. bir durum gözlerinden belli olmak, gözleri berraklaşmak bakışları daha canlı ve parlak olmak: "Çocukluğuna ait bazı hatıralarını söylerken, gözleri berraklaşıyordu." -R. N. Güntekin. gözleri buğulanmak (veya bulutlanmak) gözleri yaşararak çevreyi bulanık görmek, gözleri çakmak çakmak (olmak) ateşli hastalık veya Öfkeden gözleri kızarmış ve parlamış (olmak): "Avuçları ateş gibi, fersiz gözleri çakmak çakmak dört dönüyordu." -H. E. Adıvar. gözleri çukura gitmek (veya kaçmak) aşırı yorgunluktan göz çevresi kararmak veya çökmek: "Genç yakışıklı yüzü solmuş, gözleri çukura kaçmıştı." -Y. Kemal. gözleri dolmak (veya dolu dolu olmak) ağlayacak kadar duygulanmak: "Bu insanlık karşısında Fasarya'nın gözleri dolu dolu olmuş, utanmasa hüngür hüngür ağlayacakmış orada." -H. Taner, gözleri dönmek aşırı ateşten veya can çekişirken gözlerin renkli bölümü kapakların altında kalarak görünmemek, gözleri evinden (veya yuvalarından) uğramak (veya fırlamak) korku, öfke ve telaşı gözlerinden belli olmak: "Cüce rolünde halkı gülmekten katıltan sırıtış, Rakım'in bütün buruşuklarını kaplamış, ayrık gözleri evlerinden uğramış." -H. E. Adıvar. gözleri fıldır fıldır etmek şeytanca ve çapkınca bakmak, gözleri ışık içinde (veya ışıklı) çok neşeli, mutlu, heyecanlı: "Köylüler otomobili durdurarak gözleri ışık içinde konuşuyorlardı." -H. E. Adıvar. gözleri kamaşmak hayran olmak, büyülenmek, gözleri kan çanağına dönmek (veya kanlanmak) 1) uykusuzluk, yorgunluk, ağlama vb. sebeplerle gözleri çok kızarmak: "Kerem'in kusacağı geliyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü." -Y. Kemal. 2) sinirden, öfkeden, hiddetten gözleri irileşmek ve kızarmak, gözleri kapanmak 1) ölmek; 2) çok uykusu gelmek. gözleri parlamak gözlerinde sevinç ve istek belirmek: "İki kere gidip geldikten sonra gözleri parladı, evi bulmuştu." -H. E. Adıvar. gözleri sulanmak gözlerine yaş gelmek, gözleri süzülmek göz kapakları hafifçe kapanmaya başlamak: "İki elini bastonun gümüş topuzuna dayamış, gözleri saadetten süzülmüş, adamı dinliyordu." -H. Taner, gözleri takılıp kalmak bir şeyden gözlerini ayıramamak: "O anda pek çok şeyler yapmak istediği hâlde, gözleri köşeyi ağır ağır dönen tramvaya takılıp kalmıştı." -P. Safa. gözleri velfecri okumak kurnazlığı gözlerinden belli olmak, gözleri yaşarmak 1) gözleri sulanmak; 2) duygulanmak. gözlerinden okumak birinin içinden geçenleri bakışlarından sezmek: "Doktor, Sevim Hanım'ın içinden geçenleri gözlerinden okuyarak söze karıştığında pişman oldu." -M. Ş. Esendal. gözlerine inanamamak hiç umulmayan, hiç beklenmeyen bir şeyin görülmesi karşısında şaşırmak, gözlerini bayıltmak gözlerini yan kapamak: "... inleyerek, gözlerini bayıltarak nasıl düştüğünü anlatıyor." -M. Ş. Esendal. gözlerini belertmek gözlerini, akı çok görünecek biçimde açmak: "... birisinin âşıklı maşuklu bir masal söylediğini işitti mi karşısında apışıp gözlerini belertiyordu." -R. N. Güntekin. gözlerini bitirmek gözlerini aşırı yormak: "Her gece fasılasız çalışmak gözlerimi bitirdi." -ö. Seyfettin, gözlerini devirmek öfke ile bakmak: "Şerbetçide temiz bardak bulamayan müşteri, gözlerim devire devire bağırıyor." -Ç. Altan. gözlerini fal taşı gibi açmak şaşkınlıkla, hayretle bakmak. gözlerini kaçırmak biriyle göz göze gelmemek için gözlerini başka tarafa çevirmek: "Bazen böyle bir tesadüf olursa, gözlerini kaçırmayı doğru bulmuyorlardı." -R. N. Güntekin. gözlerinin içi gülmek çok sevindiği yüzünden, gözlerinden belli olmak: "Zayıf bir kızı severdim / Gözlerinin içi gülerdi." -N. Cumalı. gözlerinin içine kadar kızarmak utancından yüzü çok kızarmak. gözü (veya gözleri) açılmak 1) iyiyi kötüyü veya kendisine yarayanı ayırt eder duruma gelmek: "Mektepten, kitaplardan fazla bu gençlerin muhitinde gözleri açılmış." -Y. K. Beyatlı. 2) uyanmak, gözü akmak gözü yaralanıp kör olmak, gözü alışmak 1) önceden iyi göremediği bir şeyi sonradan görür olmak; 2) mec. bir şey ilk etkisini yitirmek, yadırganmaz olmak, gözü almamak bir işi becerebileceğine inanmamak, yadırganmaz olmak, gözü arkada kalmak bırakılan bir şey veya kimse ile ilgili tedirginliği sürmek: "Benim gibi bir adama teslim ettikten sonra gözü arkada kalmazdı." -R. N. Güntekin. gözü bulanmak bulanık görmeye başlamak, gözü büyükte olmak büyük emeller beslemek, gözü çıkasıca Bir ilenme sözü. gözü dalmak gözü bir noktaya dikili olarak dalgın dalgın bakmak, gözü değmek uğursuzluk, kötülük getirdiğine inanılan kıskanç veya hayran bakışlar dolayısıyla kötü bir duruma düşürmek. gözü doymak çok istenen bir şeyin yeterli miktarı elde edildikten sonra daha çoğunu istememek, gözü dönesi "geberesi" anlamında bir ilenme sözü. gözü dönmek aşırı bir isteğin, öfkenin etkisiyle ne yaptığını bilmez duruma gelmek: "... bu akşam açlıktan gözü dönmüş bir hâlde bir evin mutfağına girmişti." -S. F. Abasıyanık. gözü dumanlanmak Öfkeden gözü hiçbir şey görmez duruma gelmek, gözü dünyayı görmemek hiç kimseye, hiçbir şeye önem, değer vermemek: "Bir kere fevri, hemen çarlar, kızınca gözü dünyayı görmez." -A. İlhan, (bir şeyi) gözü gibi sakınmak (veya saklamak veya esirgemek) bir şeye aşırı İlgi göstermek, önemle bakıp korumak: "Doğru, hakları vardı, koskoca sandalıyla da beraber gömemezdiler ama çok sevdiği, gözü gibi esirgediği ağlarıyla gömebilirlerdi." -S. F. Abasıyanık. (bir şeyi) gözü gibi sevmek pek çok sevmek, (bir şeye) gözü gitmek bir şeyi istemeden görmek, elinde olmayarak bakmak, gözü gönlü açılmak neşelenmek, ferahlamak, gözü görmemek 1) görmez olmak; 2) belli bir şeyden başka bir şeyle ilgilenmemek; 3) öfke sonucu en kötü şeyleri yapacak duruma gelmek, (birini veya bir şeyi) gözü görmez olmak artık ona değer vermemek, gözü göz değil iyi İnsan olmadığı bakışından belli oluyor, gözü hiçbir şey görmemek heyecana kapılıp başka hiçbir şeyle uğraşamaz duruma gelmek. (bir kimseyi) gözü ısırmak bir kimseyi tanıyacak gibi olmak, gözü ilişmek birdenbire veya istemeden görmek: "Demin şu pencereden gözüm denize ilişince kendimi Roma'ya giden bir vapurda sandım." -P. Safa. gözü kalmak 1) elde edemediği bir şeye karşı isteği sürmek; 2) elde edemediği bir şeyi kıskanmak: "Ben herkesin gözü kalsın istemem yediğim lokmada." -N. Cumalı. gözü (veya gözleri) kararmak 1) başı dönmek, hafif baygınlık geçirmek: "Duvar tarafına doğru bir adım atarak evet cevabını veren Orhan'ın gözleri gene kararıyordu." -P. Safa. 2) mec. umutsuzluğun veya aşırı bir isteğin etkisi altında ne yaptığını bilmez duruma gelmek, gözü (veya gözleri) kaymak (veya kaçmak) 1) gözünde hafifçe şaşılık bulunmak; 2) istemeyerek bakıvermek: "İstemeye istemeye gözleri lokantacıya kaçtı." -Ö. Seyfettin. 3) bayılmak sırasında gözünün akı çoğalmak, (birini veya bir şeyi) gözü kesmek bir işi yapabilme konusunda kendisine veya başkalarına güvenmek: "Şimdi Murat dağlarında eğlenirim, beni bulmak istersen, adamlarının da gözü keserse oraya yolla." -T. Buğra, (birini veya bir şeyi) gözü kesmemek 1) bir işi yaparken kendine veya başkalarına güvenmemek; 2)- beğenip seçememek: "Kendi deyimiyle otuzu geçtiği hâlde isteyenler arasında kendine uygun birisim gözü kesmediği için evlenmemişti." -N. Cumalı. gözü kızmak gözü hiçbir şey görmeyecek Ölçüde öfkelenmek, gözü korkmak daha önce geçirdiği kötü bir denemeden sonra birinden veya bir şeyden zarar gelebileceği kanısına varmak: "Yabancı bir iklimde, ebedî olarak yaşamaya mahkûm olduktan sonra bundan üstün hangi bir cezadan gözümüz korkabilir." -Y. K. Karaosmanoğlu. (bir şeyin) gözü kör olsun tkz. 1) bazı zorunlu durumlarda zararı istemeyerek kabullenmeyi anlatan bir söz; 2) gereksinim duyulan şeyin yokluğunda söylenen bir söz: Paranın gözü kör olsun, (bir şeyde) gözü olmak bir şeyi ele geçirmek isteği beslemek: "Allah bilir, milletvekilliğinde de gözü vardır." -H. Taner. gözü (veya gözleri) (bir şeyde veya bir şeyin üzerinde) olmak dikkati bir yerde toplanmak: "Masalarda oturan kadınların en ufak bir harekette gözleri kapıdaydı." -N. Cumalı. (bir şeyde) gözü olmamak 1) bir şeye sahip olmayı istememek; 2) heves beslememek, fazla önem vermemek: "Giyinip kuşanmakta, gezip tozmakta gözüm yok." -R. N. Güntekin. (bir kimsenin) gözü önünde yanında, yakınında: "Çocukluğundan beri onun bir siniri de aydınlıkta başkasının gözü önünde uyumaktı." -R. N. Güntekin. gözü sönmek kör olmak, (birinden) gözü su içmemek güvenmemek: "A-zarlayıp adam olmazsın sen nafile... Gözüm hiç su içmiyor senden." -O. Kemal, (bir şeye) gözü (veya gözleri) takılmak dikkati çeken bir şeyden bakışlarını ayıramamak: "Gözleri başka bir sahifenin ortalarına takıldı. " -P. Safa. gözü toprağa bakmak ölmek üzere olmak, (birini veya bir şeyi) gözü tutmak güvenmek, beğenmek: "Şu botta bu kadar er var, içlerinde gözüm bir seni tuttu." -H. Taner, gözü uyku tutmamak uyuyamamak: "O gece Aşağı Sazan'ın gözünü uyku tutmamıştır, birçok pencerede ışık vardır." -R. N. Güntekin. gözü (veya gözleri) üstünde (kalmak) 1) kıskançlık sebebiyle herkesin ilgisini çekmek: "O, dükkânı sana vereyim dedi, ben istemedim. Neme lazım, bin kişinin gözü üstünde kalacak." -M. Ş. Esendal. 2) herkesin dikkatini çekmek. (bir işi) gözü yememek bir işi yapacak güç ve yeteneği kendinde bulamamak, gözü yılmak daha önceden denediği için o durumla karşılaşmaktan korkmak, o işe girişmekten çekinmek: "Artık bu tedaviden bıkmış usanmış, adamakıllı gözü yılmıştı." -P. Safa. gözüm! (veya gözümün nuru) 1) sevgi anlatan bir seslenme sözü; 2) nuruaynım, nuruçeşmim, nurudidem. gözüm çıksın (veya kör olsun) bir şeyin doğruluğuna inandırmak için edilen ant. (birini) gözüm görmesin bana hiç görünmesin, yüzünü görmek istemem, gözün aydın! sevinçli bir olay dolayısıyla kullanılan bir kutlama sözü. (birinin) gözünde bir kimseye göre, nazarında, indinde: "Şairin okurlar gözünde büyük çok büyük bir yeri vardır." -N. Ataç. gözünde büyümek bir şey bir kimseye olduğundan güç veya önemli görünmek: "Güneşin altında bu sıcak kırları geçmenin ağırlığı gözümde büyüyordu." -M. Ş. Esendal. gözünde büyütmek bir kimseyi, olayı veya şeyi abartmak, (bir şey birinin) gözünde olmamak herhangi bir üzüntü veya zor durum dolayısıyla o şeye değer verecek durumda bulunmamak, gözünde (veya gözlerinde) şimşek (veya şimşekler) çakmak 1) sert ve şiddetli darbe yüzünden göz önünde yıldızlar oluşmak; 2) çok sevindiğini belli etmek: "Zehra'yı Haşim'e almayı düşünürken, oğlanın gözlerinde nasıl şimşek çakmıştı." -H. E. Adıvar. 3) çok kızmak, öfkelenmek: "Eski oyuncunun gözlerinde şimşekler çaktı, yutkundu." -H. E. Adıvar. 4) çok üzücü bir sebeple sarsılmak. gözünde tütmek çok özlemek: "Canım istanbul; ayrılalı on gün oluyor, gözümde tütmeye başladı." -S. F. Abasıyanık. gözünden kıskanmak üzerine titremek, kollayıp gözetmek, gözünden (veya gözlerinden) uyku akmak çok uykulu olmak: "Şilteye diz çökmüş, uyku akan gözlerini parmaklarıyla açıyor, uyumayayım diye ninni söylüyordu." -R. N. Güntekin. gözüne bakmak gözünün veya gözlerinin içine bakmak, gözüne batmak tedirgin etmek, rahatsız etmek: "Kimsenin gözüne batmadan, tanınıp bilinmeden büyük bir kentin kaldırımlarında yaşamanın doyulmaz bir tadı vardı." -N. Cumalı. gözüne çarpmak görünür olmak, dikkati çekmek: "ilk gözüme çarpan köşe minderi ve üstündeki eski nakışlarla işlenmiş yastıklar." -H. E. Adıvar. gözüne diken olmak gözüne batmak: "Hasene'yi odadan kovdunuz da, şimdi gözünüze ben mi diken oldum?" -H. R. Gürpınar, gözüne dizine dursun nankörlük eden kimseye söylenen bir ilenme: "Yaptığım iyilik gözünüze dizinize dursun." -S. F. Abasıyanık. (birinin) gözüne girmek sevgi ve ilgisini kazanmak: "Tevfik Bey'in gözüne girdiğini de etraflıca anlattı." -T. Buğra, gözüne hiçbir şey görünmemek kendi derdi dolayısıyla hiçbir şeye değer vermemek, (bir şey) gözüne ilişmek bir şeyi birdenbire, istemeden görmek: "... gene etrafıma, pencere ve kapı aralıklarına bakıyorum. Nihayet iskarpinlerim gözüme ilişiyor. " -R. N. Güntekin. gözüne karasu inmek 1) karasu hastalığı yüzünden gözü görmez olmak; 2) gelmesini çok istediği kimsenin uzun süre yolunu gözlemek, gözüne kestirmek 1) başarabileceğini ummak; 2) zevkine uygun bulmak, hoşlanmak: "Dam olarak beni gözüne kestirdiği anlaşılıyordu." -R. N. Güntekin. 3) uygun bulmak, elverişli görmek: "Kayaların gözüme kestirdiğim bir yerinden aşağı inmeye başladım." -R. N. Güntekin. gözüne sokmak bir kimsenin görmediği veya bulamadığı bir şeyi, ona sert bir tavırla göstermek, gözüne uyku girmemek hiç uyuyamamak, uykusuz kalmak: "Uykum kaçınca aklım bir şeye takılır ve o takıntıyı savuşturuncaya kadar gözüme uyku girmez." -B. Felek, gözünü (veya gözlerini) açmak 1) uyanmak; 2) kendine gelmek, ayılmak: "Eczacının yaptığı bir adrenalin iğnesinden sonra gözlerini açtı." -H. Taner, (kendi) gözünü (veya gözlerini) açmak uyanık, dikkatli bulunmak: "Gözünü aç da kâğıdı kaptırma." -Sabahattin Ali. (birinin) gözünü açmak görüşünü değiştiren bilgi vermek, uyarmak. (bir kadın bir erkekte) gözünü açmak kadın ilk cinsel ilişkiyi o erkekle kurmuş olmak, (bir yerde) gözünü açmak çevreyi tanımaya başlamak, gözünü ağartmak gözlerini belertmek, gözünü alamamak buseye, bir yere bakmaktayken, gözünü oradan başka bir yere çevirememek: "Sermet Bey, gözünü köşkten atamıyordu." -Ö. Seyfettin. (bir şeyden) gözünü ayırmamak bir şeye sürekli olarak bakmaktan kendini alamamak. (birinin bir şey) gözünü bağlamak doğruyu bulamaz, düşünemez duruma getirmek, (bir şey) gözünü bürümek ondan başka hiçbir şeyi görmemek, tamamen ona bağlanmak: "Senin gözünü sevda bürümüş, bey, dedi. Sen bir İzmir'e git de, gönlünü eğle!" -Sabahattin Ali. (bir şeyin) gözünü çıkarmak 1) beceriksizce davranmak, zarara uğratmak; 2) tkz. iyisi dururken en kötüsünü seçmek, gözünü daldan budaktan (veya çöpten) esirgememek (veya sakınmamak) tehlikeli işlere atılmaktan çekinmemek: "Gençliğinde gerçekten deli-Jişek, gözünü daldan budaktan sakınmaz bir askermiş." -H. Taner, gözünü (veya gözlerini) (bir şeye) dikmek dikkatle bakmak, gözünü ayırmadan bir yere veya bir kimseye bakmak: "O sert bir tavır alıyor, gözlerini Ali Rıza Bey'in gözlerine dikerek adamcağızı büsbütün şaşırtıyordu." -R. N. Güntekin. gözünü doyurmak bol bol vermek. gözünü (veya gözlerini) duman bürümek 1) hayale dalmak, dalgınlaşmak: "Gözlerim de bir duman buruyor, başını yana çevirerek uzaklara bakıyordu." -R. N. Güntekin. 2) hüzünlenmek. gözünü dört açmak aldanmamak için çok uyanık bulunmak: "Hop diye giriyoruz, gözünüzü dört açın, tongaya basmayın." -H. Taner, gözünü gözüne dikmek başkasının gözüne sürekli olarak bakmak, gözünü hırs bürümek 1) çok fazla istemek, aşırı istemek: "İnsanın gözünü hırs, para hırsı bürümeye görsün!" -S. F. Abasıyanık. 2) çok öfkelenmek, gözünü (veya gözlerini) kan bürümek adam öldürecek kadar öfkelenmek, gözünü (veya gözlerini) kapamak 1) ölmek: "Fakat o gözünü kapayınca başsız kalan konak birdenbire karışmış." -R. N. Güntekin. 2) görmezden gelmek: "Dünün kurumları ile birlikte güzellik ölçüleri, değerleri de değişiyor, biz bunlara gözlerimizi kapamak istiyoruz. " -N. Ataç. gözünü kırpmadan çekinmeden, korkusuzca: "...yapmacıksız, düşündüğünü gözünü kırpmadan söyleyen, gösterişten kaçan, yerine göre alınganlıkları olan, kırdığı kimselerle uzun zaman dargın kalmayan bir yaradılıştaydı." -N. Cumalı. gözünü kin bürümek intikam alma duygusundan başka bir şeye Önem vermemek: "Gözünü kin bürümüş, doğruyu eğriyi seçemiyor, kurunun yanında yaşı da yakacak." -A. İlhan, (birinin) gözünü korkutmak yıldırmak: "Şimdiden gözünü korkutmazsan ileride büsbütün başa çıkılmaz bu bacaksızlarla." -N. Cumalı. gözünü (veya gözlerini) oymak çok kötülük etmek: "Pembe Teyzenin niyeti bozuk, fakat babama göz atarsa, gözünü oyacağımı dobra dobra söyledim." -H. E. Adıvar. gözünü sevdiğim okşamalık olarak kullanılan bir söz. gözünü seveyim tkz. rica veya sevgi sözü. gözünü toprak doyursun kendinden olan veya kendisine verilen şey ne kadar çok olursa olsun, bununla yetinmeyenler için söylenen bir ilenme sözü. gözünü üstünden ayırmamak sürekli denetim altında bulundurmak: "Buna rağmen, bir şey yakalamak ümidiyle gözünü üstünden ayırmadığını hissediyordu." -R. N. Güntekin. gözünü yıldırmak gözünü korkutmak: "Hem de oraya kadar sürüklenmek, hanlarda birçok para harcamak, günlerce işten güçten kalmak köylülerin gözünü yıldırır." -N. Nâzım. gözünü yummak 1) gözünü kapamak; 2) mec. ölmek: "Atatürk, o zaman için çaresiz bir hastalıktan gözünü yumduğu sırada altmışına basmamıştı."-B. Felek, (bir şeye) gözünü yummak görmezlikten gelmek. gözünün bebeği gibi sevmek çok sevmek. gözünün çapağını silmeden sabahleyin uyanır uyanmaz, gözünün içine baka baka cesaret ve soğukkanlılıkla, (birinin) gözünün (veya gözlerinin) içine bakmak 1) bir kimsenin üstüne titremek; 2) buyruğunu yerine getirmeye hazır bulunmak; 3) bir arzunun gerçekleşmesi için gözleriyle birine yalvarmak, gözünün kuyruğuyla (veya ucuyla) bakmak belli etmemeye çalışarak başını çevirmeden yandan bakmak: "Kadın, gözünün ucuyla erkeğe baktı," -Y. K. Karaosmanoğlu. gözünün Önünde olmak 1) sürekli denetimi altında olmak; 2) hiç unutmamak, olduğu gibi hatırlamak: "Hızla açılan kapıdan içeri girişi, hayır girişi değil, atılışı hâlâ gözümün önündedir." -Y. Z. Ortaç, gözünün önünden geçmek hatırlamak: "Selma Hanım'ın salonlarında gördüğü tipler birer birer gözünün önünden geçti. " -Y. K. Karaosmanoğlu. gözünün önünden gitmemek bir türlü unutamamak. gözünün önüne gelmek bir şeyi zihinde canlandırmak, tasarlamak, hatırlamak: "Doğduğum köydeki çocukluğum, İstanbul'a gelişimiz, mektep, Avrupa. Hep gözümün önüne geldi." -Ö. Seyfettin, gözünün (veya gözlerinin) önüne serilmek gözler önüne serilmek: "İstanbul'a bu yükseklikten bakılınca birden gözlerimizin önüne serilir." -A. Ş. Hisar, (birine) gözünün üstünde kaşın var dememek birinin her davranışını hoş görmek. (birinin) gözünün yaşına bakmamak hiç acımamak, hiç merhamet etmemek. (bir şeye) ... gözüyle bakmak yerine koymak: Kardeş gözüyle bakmak, gözüyle görmek bir olaya tanık olmak, gözüyle (veya gözleriyle) tartmak kim ve ne olduğunu anlamak için dikkatle bakmak: "Beni gözleriyle tartarak önümden geçti, sonra geri döndü geldi, oturmakta olduğun tahta sıranın ucuna ilişti." -O. Kemal.
→ göz akı, göz alıcı, gözaltı, göz altı, göz aşısı, göz aşinalığı, göz bağcı, göz bağı, göz bankası, göz banyosu, göz bebeği, göz bilimi, göz boncuğu, gözdağı, gözdemiri, göz dikeği, göz dişi, göz emeği, göz erimi, göz etçiği, gözevi, göz göz, göz göze, göz hakkı, göz hapsi, göz kadehi, göz kapağı, göz karart, göz kesesi, göz kuyruğu, göz memesi, göz merceği, göz nuru, göz önü, göz önünde, göz pencere, göz pınarı, göz sevdası, göz taşı, göz ucu, gözyaşı, göz yoklaması, göz yuvarı, göz yuvası, göze göz, gözü aç, gözü açık, gözü bağlı, gözü dışarıda, gözü kapalı, gözü kara, gözü keskin, gözü pek, gözü sulu, gözü tok, gözü yolda, gözü yüksekte, açgöz, açıkgöz, bir göz, camgöz, cam göz, cingöz, dört göz, eski göz ağrısı, gümüşgöz, ilk göz ağrısı, karagöz, Karagöz, kem göz, kene göz, kötü göz, lokma göz, paragöz, patlak göz, petek göz, sarıgöz, süzgün göz, tepegöz, uyur göz, yalıngöz, yüzgöz, devegözü, balıkgözü, horozgözü, kedigözü, kemer gözü, koltuk gözü, koyungözü, kuşgözü, malın gözü, mandagözü, Öküzgözü, palamar gözü, sığırgözü, torpido gözü, turnagözü, tütsü gözü, gündüz gözüyle, bu gözle, çıplak gözle, halkalı gözler, tepegözler
göz açıklığı is. Gözü açık olma durumu.
göz akı is. onat. Göz yuvarının dışını saran, katılgan dokudan oluşmuş, dayanıklı beyaz çeper, sert tabaka.
göz alıcı sf. Güzelliği ile ilgi çeken, alımlı, göze çarpan: "Burada vücudumu bütün göz alıcı çizgileriyle uzun uzun seyretmişti." -O. C. Kaygılı.
göz alıcılık, -ğı is. Göz alıcı olma durumu.
gözaltı is. huk. Birinin, güvenlik kuvvetleri tarafından belli bir yerde belli bir süre alıkonulması, gözetim, nezaret, gözaltına almak güvenlik kuvvetleri birini belli bir süre, belli bir yerde tutmak, nezarete almak.
göz altı is. Yüzde gözlerin hemen altında bulunan bölüm.
→ göz altı kremi
göz altı kremi is. Göz altı morluklarını, torbalanmalarını gideren bir krem türü.
göz aşısı is. Dal üzerindeki gözelere yapılabilen ağaç aşısı.
göz aşinalığı is. Birini zaman zaman görmekten ileri gitmemiş olan tanıma, üstünkörü tanıma.
göz bağcı is. Göz bağı yapan kimse, illüzyonist.
göz bağcılık, -ğı is. 1. Gözü aldatmak amacıyla özel olarak hazırlanmış araçlarla göz bağı yapma sanatı, illüzyonizm. 2. El çabukluğu ile göz boyama.
göz bağı is. 1. El çabukluğu ve ustalıkla gerçekte olmayan bir şeyi oluyor gibi gösterme işi. 2. mec. Aklı ve duyguları yanıltan sebep: Onun sözleri bana bir göz bağı olmuştu.
göz bankası is. Gerektikçe başkalanna aktarılmak için ölümlerinden hemen sonra gönüllülerin gözündeki saydam tabakanın alınıp saklandığı göz kliniği.
göz banyosu is. 1. Göz hastalıklarının iyileştirilmesi için yapılan banyo. 2. ikz. Kadınlara hoşlanarak bakma.
göz bebeği is. onat. 1. Gözde irisin ortasında bulunan, ışığın azlığına veya çokluğuna göre büyüyüp küçülen yuvarlak delik: "Göz bebeklerinde o ara beliriveren pırıltıyı, acaba neye yormalı?" -A. İlhan. 2. mec. Çok sevilen, önem verilen kimse vb: "Bir insanla değil, bir milletin göz bebeği ile evleniyorsun. " -H. Taner.
göz bilimci is. Göz bilimiyle uğraşan kimse, oftalmolog.
göz bilimcilik, -ği is. 1. Göz bilimcinin işi. 2. Göz bilimci olma durumu.
göz bilimi is. tıp Gözün yapısının, çalışmasının ve hastalıklarının incelendiği hekimlik dalı, oftalmoloji.
göz boncuğu is. Nazar boncuğu.
gözcü is. 1. Gözlemleme veya gözetleme işini yapan kimse. 2. Gözetmen. 3. hlk. Göz bilimci.
→ grev gözcüsü
gözcülük, -ğü is. 1. Gözcünün işi. 2. hlk. Göz bilimciliği, gözcülük etmek kollamak, sağı solu kolaçan etmek: "Geceleri o uyudu ben nöbet tuttum, gündüzleri ben uyudum o gözcülük etti." -K. Bilbaşar.
gözdağı is. Sonradan verilecek bir ceza İle korkutma, yıldırma, tehdit: "Ona korku ve gözdağı aracı ile birtakım emirler verilir, yasaklar konur." -H. Taner, (birine) gözdağı vermek sonradan verilecek bir ceza İle korkutmak, yıldırmak, tehdit etmek, caydırmaya çalışmak, görünmek: "Sarhoş ağabeyi, parası pulu ile gözdağı vermeye kalktı onlara." -N. Cumalı.
gözde sf. 1. Benzerleri arasında nitelikleri sebebiyle Üstün tutulan, beğenilen, önem verilen (kimse veya şey): "Türkü tabii o zamanlar en gözde bir meslek olan ve kızının kabul ettiği 'Kâtibim' türküsü ile biterdi. " -H. E. Adıvar. 2. is. Önemli bir kimsenin beğendiği kadın.
→ can gözdesi
gözdemiri is. den. Gemilerin baş tarafında bulunan, her zaman kullanılan büyük çapa.
göz dikeği is. esk. Pek çok istenerek üzerine düşülen şey.
göz dişi is. anot. Üst çenedeki köpek dişlerinden her biri.
göze is. 1. onat. Hücre. 2. hîk. Su kaynağı.
→ göze bilimi, göze yutarlığı, göze zarı, gözeler arası, görme gözesi
göze bilimi is. biy. Hücre bilimi.
göze göz is. Aynı biçimde acısını çıkarma, misilleme.
gözeler arası is. anat. Dokularda gözelerin arasında yer alan, hücreler arası: Gözeler arast boşluk.
gözeli sf. Gözesi olan.
→ bir gözeli, çok gözeli, birgözeliler
gözeme is. Gözemek işi.
göz emeği is. Gözü çok yoran ince iş.
gözemek (-i) hlk. 1. Kumaştaki deliği örerek kapatmak. 2. Dikilen bitkilerin seyrek yerlerini sıklaştırmak.
gözene is. hlk. Kovandan bal alırken arılardan korunmak için başa giyilen, ön tarafı telden başlık, gözlük.
gözenek, -ği is. 1. Delikli bir nesnenin deliklerinden her biri. 2. hlk. Pencere. 3. hlk. Bir işlemede, örgüde, ipliklerin kesilmesi, ayrı tutulması yoluyla oluşturulan boşluk, ajur. 4. anat. Canlı dokularda dış deri üzerindeki küçük, basit açıklık, mesame. 5. astr. Güneş yüzeyinde görülen küçük yuvarlak, kara lekelerden her biri. 6. fiz. Bir malzemenin içinde irili ufaklı boşlukların bulunması durumu süngerimsi görünüş. 7. biy. Bitkilerde solunum ve fotosentez için gerekli oksijen ve karbondioksit alışverişine, suyun buhar olarak dışarı atılmasına yarayan, yaprakların alt yüzeyinde çok sayıda bulunan, hücreler arasındaki küçük deliklerden her biri, mesame.
→ dağınık gözenek
gözenekli sf. Gözenekleri olan.
gözeneklilik, -ği is. Gözenekli bir cismin niteliği.
gözeneksiz sf. Gözenekleri olmayan.
gözeneksizlik, -ği is. Gözeneksiz olma durumu.
gözer is. hlk. Buğday, toprak vb.nin elendiği iri gözlü kalbur.
göz erimi is. coğ. Ufak.
göz etçiği is. anat. Gözün iç açısındaki kırmızı çıkıntı, göz memesi.
gözetici is. 1. Gözetme yapan kimse. 2. Koruyucu kimse. 3. sp. Atletizmde ellişer metre aralıkla dönemeçlere dizilen en az dört gözlemciden her biri.
gözeticilik, -ği is. Gözetici olma durumu.
gözetilme is. Gözetilmek işi.
gözetilmek (nsz) Gözetme işi yapılmak veya gözetme işine konu olmak.
gözetim is. 1. Gözetme işi, nezaret: "Din ve ahlak eğitimi devlet gözetim ve denetimi altında yapılır." -Anayasa. 2. Himaye. 3. huk. Gözaltı, gözetime almak gözaltına almak.
gözetiş is. Gözetme işi veya biçimi.
gözetleme is. Gözetlemek İşi: "Çömeldiği yerden gizli gizli cevizlerin altını gözetlemeye başladı." -O. C. Kaygılı.
→ gözetleme deliği
gözetleme deliği is. Kapının dışındakileri görmeye yarayan ve kapı ortasında açılmış mercekli delik.
gözetlemek (-i) 1. Birine veya bir şeye gizlice bakmak: "... yarı kanadı açık pencereden odanın içini gözetlediler." -P. Safa. 2. Birinin yaptıklarını belli etmeden izlemek: "Bitişik yalının taze gelini sabah işlerini görürken yan pencereden gözetlemek esaslı keyiflerimden biriydi." -R. H. Karay.
gözetleniş is. Gözetlenme işi veya biçimi.
gözetlenme is. Gözetlenmek işi.
gözetlenmek (nsz) Gözetleme işi yapılmak: "Gözetlendiğine memnun, bir maskaralık yapıyordu." -S. F. Abasiyanık.
gözetletme is. Gözetletmek işi veya durumu.
gözetletmek (-e) Gözetleme işini birine yaptırmak: "Fakülteden bir iki çocuk edinip kız kardeşimi uzun süre gözetletti." -A. Ağaoğlu.
gözetleyici is. Gözetleme işini yapan kimse.
→ ileri gözetleyici
gözetleyicilik, -ği is. Gözetleyici olma durumu.
gözetleyiş is. Gözetleme işi veya biçimi.
gözetme is. Gözetmek İşi: "Yeryüzünde bir başına değilsiniz, başkalarının zevkini, hatırım da gözetmeniz gerekir." -N. Ataç.
gözetmek (-i) 1. Korumak, bakmak, Özen göstermek, himaye etmek: Büyük kardeşler küçükleri gözetir. 2. Önem vermek, göz önünde bulundurmak, ayn tutmak. 3. Kollamak, beklemek; Fırsat gözetmek. Uygun bir zaman gözetmek. 4. Bir sonuca giderken bütün ayrıntı ve etkenleri dikkate almak. 5. Kayırmak.
gözetmen is. 1. Sınavın kurallara uygun bir biçimde yapılmasını sağlayan kimse, gözcü. 2. sin. ve TV Film çalışmalarında yapımcı adına filmin sanat, teknik ve para yönünü düzenleyen kimse.
gözetmenlik, -ği is. Gözetmenin yaptığı iş.
gözettirme is. Gözettirmek işi.
gözettirmek (-i) Gözetme işini yaptırmak, gözetmesini sağlamak.
gözevi is. onat. Göz yuvası.
göze yutarlığı is. biy. Vücuda giren mikropların yutar hücreler tarafından yutulup yok edilmesi, hücre yutarlığı, fagositoz.
göze zarı is. biy. Hücreyi saran zar.
göz göz sf. 1. Üzerinde birçok göz, delik bulunan. 2. zf. Oda oda. göz göz olmak üzerinde birçok göz, delik oluşmak veya bulunmak.
göz göze zf Bakışları karşılaşarak, göz göze gelmek her iki tarafın bakışları karşılaşmak: "Salonun zayıf ışığında Afife ile göz göze geldik." -R. N. Güntekin.
gözgü is. esk. Ayna.
göz hakkı is. Görüldüğünde imrenilebilecek yiyeceklerden, görenlere verilen pay.
göz hapsi is. huk. Bir kimseye bulunduğu yerden ayrılmaması biçiminde verilen ceza. göz hapsine almak bakışlarını üzerinden ayırmamak, gözetlemek, hiçbir davranışım gözden kaçırmamak: "Sözü sohbeti yerinde görünen birkaç erkeği haftalarca göz hapsine aldı." -R. N. Güntekin.
göz kadehi is. Göz banyosu İçin kullanılan kadeh biçimindeki kap.
göz kapağı is. onat. Göz yuvarlarının önünde bulunan, birbirine yaklaşarak gözü örten, kenarlannda kirpikler bulunan koruyucu organ.
göz kararı is. Ölçü veya tartı ile değil, gözle oranlanarak belirlenen miktar.
göz kesesi is. onat Gözlerin hemen altında derinin ve kasların bozulması sonucu oluşan şişkinlik: "Gözlerinin altında keseler, torba torba sarkıyor göz keseleri." -Z. Selimoğlu.
göz kuyruğu is. Gözün şakak tarafındaki ucu. göz kuyruğuyla bakmak göz ucuyla bakmak.
gözleği is. hlk. 1. Gözetleme yeri. 2. Dağların yüksek yerlerinde nişan almak için ağaç veya taştan yapılan belli yer.
gözlem is. 1. Bir nesnenin, olayın veya bir gerçeğin, niteliklerinin bilinmesi amacıyla, dikkatli ve planlı olarak ele alınıp incelenmesi, müşahede: "Onun romanları düş gücüne değil, gözlem gücüne dayanır." -S. Birsel. 2. İnceleme sonucu elde edilen değer, müşahede. 3. astr. Bir gök cismini, bir gök olayını çıplak gözle veya bir araç yardımıyla izleyerek görülen değerleri tespit etme işlemi, rasat: Gök bilimci gözlemle, kimya bilgini ise deneyle gerçeğe varmaya çalışır. 4. ed. Bir yazı veya eseri yazmaya başlamadan önce konusuyla ilgili gerekli bilgi, deney, inceleme ve araştırma yapma işi. 5. fel. Çeşitli araç ve gereçlerin yardımıyla olayların sebeplerini bilmek için uygulanan bilimsel yöntem, gözlem altına almak 1) bir nesneyi, olayı veya bir gerçeği, niteliklerinin bilinmesi amacıyla, dikkatli ve planlı olarak ele alıp incelemek; 2) hastanın hastalığını izlemek, denetim altında bulundurmak.
→ gözlemevi
gözlemci is. 1. Dikkatle, eleştirici bir gözle gözlem yapan kimse, müşahit. 2. Bir konferans, kongre vb.ne katılan, genellikle söz alma ve önerge verme hakkı olmayan, toplantıları kendi veya başkası adma izleyen kimse, müşahit. 3. astr. Gözlemevinde gözlem yapan kimse, rasıt. 4. sp. Bir karşılaşmayı izleyip kurallara uyulup uyulmadığını bildiren rapor yazmakla görevli kimse.
→ sandık gözlemcisi
gözlemcilik, -ği is. Gözlemcinin yaptığı iş.
gözleme (I) is. 1. Gözlemek İşi, tarassut. 2. astr. ve meteor. Özel araçlarla inceleme.
gözleme (II) is. Sacda, yağda kızartılan, tatlı veya tuzlu bir hamur işi.
gözleme (III) is. Meralarda yağışın toprakla tutulması ve yem üretiminin artırılması amacıyla, 40-50 cm aralıklarla 15-20 cm çapında ve 7-8 cm derinliğinde çukurlar açılması.
gözlemeci is. Gözleme yapan veya satan kimse.
gözlemecilik, -ği is. Gözlemecinin işi veya mesleği.
gözlemek (-i) 1. Bir şeyin olmasını veya bir kimsenin gelmesini beklemek, intizar etmek. 2. Dikkatle bakmak, tarassut etmek: Hava değişikliklerini gözlemek havacılık için önemli bir iştir. 3. İncelemek, araştırmak. 4. Gizlice bakmak, gözetlemek. 5. Korumak, kollamak.
gözlemevi is. astr. Gök gözlemleri yapan, gök cisimlerini ve olaylarını inceleyen yer, rasathane, observatuvar.
gözlemleme is. Gözlemlemek işi.
gözlemlemek (-i) 1. Gözlemek. 2. Dış dünyadaki bir şeyi iyi bilmek için dikkati onun üserinde tutmak, müşahede etmek.
gözlenme is. Gözlenmek işi.
gözlenmek (nsz) Gözleme işi yapılmak veya gözleme işine konu olmak.
gözletme is. Gözletmek işi.
gözletmek (-i) Gözleme İşini yaptırmak.
gözleyici is. Gözleme İşini yapan kimse.
gözleyiş is. Gözleme işi veya biçimi.
gözlü sf. 1. Gözü olan. 2. Herhangi bir biçimde veya renkte gözü olan: iri gözlü. Yeşil gözlü. 3. Bölmesi veya gözleri olan: Bu masa üç gözlüdür. 4. Deliği olan: Sık gözlü kalbur.
→ açgözlü, ahu gözlü, ak gözlü, badem gözlü, çekik gözlü, çıyan gözlü, gök gözlü, kaşlı gözlü, kıpık gözlü, lokma gözlü, menekşe gözlü, mühür gözlü, pek gözlü, sulugözlü, tirşe gözlü, tokgözlü, yumuk gözlü
gözlük, -ğü is. 1. Görme bozukluğu olan gözlerin daha iyi görmesine veya gözleri korumaya yarayan, bir çerçeveye yerleştirilmiş çift camdan oluşan araç: "Doktor, elinden gazetesini bıraktı, gözlüğünü düzeltti. " -M. Ş. Esendal. 2. Atların çevreden ürkmemeleri için gözlerinin iki yanma takılan siper. 3. Gözene, gözlük takmak tkz. 1) gözlük kullanmak; 2) iyi görmek, dikkat etmek: Hakem, gözlük tak!
→ açıkgözlük, cingözlük, karagözlük, kelebek gözlük, kıskaç gözlük, atgözlüğü, at gözlüğü, dalgıç gözlüğü, güneş gözlüğü
gözlükçü is. 1. Gözlük satan veya onaran - kimse. 2. Gözlük satma ve onarma işlerinin yapıldığı dükkân.
gözlükçülük, -ğü is. 1. Gözlük satma işi. 2. Gözlüğe cam takma, gözlük çerçevesi onarma işi.
gözlüklü sf. Gözlük takmış olan, gözlük kullanan: "Pos'ta müvezzilerinden gözlüklü olanı, ta uzaktaki masadan lafa karıştı." -H. Taner.
→ gözlüklü yılan
gözlüklü yılan is. zool. Kobra.
gözlüksüz sf. Gözlüğü olmayan, gözlük takmamış olan.
göz memesi is. anat. Göz etçiği.
göz merceği is. anat. Gözün ön tarafında bulunan ve dışarıdaki cisimlerin görüntüsünün ağ tabaka üzerine düşmesini sağlayan mercek biçiminde saydam organ.
göz nuru is. 1. Görme yeteneği. 2. Yoğun bir emek sonucu ortaya çıkan iş. 3. İyi bir iş ortaya çıkarmak İçin yapılan emek. göz nuru dökmek fazla emek sarf etmek: "Kızcağız göz nuru dökmüş, çok ince şeyler işlemiş. " -H. Taner.
göz önü is. Görülebilen, yakın yer. göz önüne almak önceden düşünmek, hesaplamak, dikkate almak: "1908'den önceki zemin ve zamanı göz Önüne almalı." -Y. K. Beyatlı. göz önüne getirmek zihinde canlandırmak, tasarlamak.
göz önünde zf. Apaçık, belirgin, aşikâr olarak. göz Önünde tutmak (veya bulundurmak) herhangi bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını hesaba katmak, dikkate almak.
göz pencere is. mim. Çatı katlarında veya kapı üstlerinde yuvarlak veya oval biçimli, genellikle süslü küçük pencere.
göz pınarı is. Gözün burun tarafındaki ucu.
göz sevdası is. Yalnız bakmakla yetinilen aşk.
gözsüz sf. 1. Gözü olmayan: Gözsüz masa. 2. Görme engelli.
gözsüzlük, -ğü is. Gözsüz olma durumu.
göz taşı is. kim. Bazı göz, deri, bitki hastalıklarında ve bağcılıkta kullanılan, koyu mavi renkte zehirli bir tuz, bakır sülfat, bakır tuzu (Cu S04).
göz ucu is. Yan göz. göz ucuyla bakmak yan gözle bakmak, fark ettirmeden gözlemek. göz ucuyla görmek fark etmek: "Zayıf bir adamın gölge gibi peşimizden koştuğunu göz ucuyla gördüm." -R. N. Güntekin. göz ucuyla süzmek iyice tanımak, bilmek veya dikkat çekmek amacıyla hafif kısık gözle incelemek, bakmak: "Sokakta göz ucuyla süzdüğüm kadının bana ehemmiyet vermediğini görürsem, hoşça bir latife söyleyiveririm." -R. N. Güntekin.
gözü aç sf. Açgözlü.
gözü açık, -ğı sf. Uyanık, becerikli (kimse). gözü açık gitmek gerçekleşmesini çok İstediği bir dileğine erişmeden ölmek, gözü açık olmak fırsattan yararlanmak, kurnazca davranmak.
gözü açıklık, -ğı is. Gözü açık olma durumu.
gözü açlık, -ğı is. Gözü aç olma durumu.
gözü bağlı sf. 1. Aymaz. 2. zf. Sorup soruşturmaksızın, bakıp anlamadan: "... tereddüde düşmeksizin hemen bu çağrıya koşacaktı ve belki de bu yaratığın ileri süreceği daha başka şartları da gözü bağlı kabul edecekti. " -Y. K. Karaosmanoğlu. gözü bağlı olmak 1) bağlanmak, tutulmak; 2) büyülenmiş bulunmak.
gözü bağlılık, -ğı is. Gözü bağlı olma durumu.
gözü dışarıda sf. Eşine bağlı olmayıp başkalarıyla da ilişki kuran (kimse).
gözü kapalı sf 1. Çevresinde olanlardan haberi olmayan (kimse): "Hem, bizim çocuklarımız gözü kapalı, masum çocuklar..."-R. N. Güntekin. 2. zf Düşünmeden, duraksamadan. gözü kapah olmak çevresinde olup bitenin farkına varmamak, ilgisiz kalmak: "Ali Rıza Bey, pek gözü kapalı bir adam değildi. " -R. N. Güntekin.
gözü kapalılık, -ğı is. Gözü kapalı olma durumu.
gözü kara sf. Korkusuz (kimse): "... halkın emrinde, halkın yararına çalışacak ama, kafa asker kafası olacak, disiplinli, gözü kara, sonuç alıcı." -A. İlhan.
gözü karalık, -ğı is. Gözü kara olma durumu.
gözü keskin sf. Çok iyi gören (kimse).
gözükme is. Gözükmek işi: "Biraz daha tırmanınca ileride, çam ormanı gözükmeye başladı." -S. F. Abasıyanık.
gözükmek (nsz) Görünmek: "Bazen hareketleriyle pek makul, bazen âdetleriyle garip ve gülünç gözükürmüş." -A. Ş. Hisar.
gözü pek sf. h Korkusuz (kimse). 2. Yürekli (kimse), gözü pek olmak korkmamak, yılgınlık göstermemek, çok cesur olmak: "Küçük yaştan beri başkalarından ... ya daha delişmen ya daha gözü pek, ille ya daha bir şey olduğuna kendini inandırmıştı." -H. Taner.
gözü peklik, -ği is. Gözü pek olma durumu.
gözü sulu sf tkz. Sulugözlü.
gözü sululuk, -ğu is. Gözü sulu olma durumu.
gözü tok sf. Paraya, mala düşkünlük göstermeyen, açgözlülük etmeyen (kimse): "Gözü tok, kendi hâlinde bir kızmış." -H. Taner. gözü gönlü tok gönlü tok.
gözü tokluk, -ğu is. Gözü tok olma durumu.
gözü yolda sf. Sürekli bir şeyi bekleyen (kimse). gözü yolda (veya yollarda) kalmak (veya olmak) birinin gelmesini merak, istek veya özlemle beklemek.
gözü yüksekte sf. Bulunduğu durumdan çok üstün olan bir duruma ulaşma amacı güden (kimse), gözü yüksekte (veya yükseklerde) olmak bulunduğu durumdan çok üstün olan bir duruma ulaşma amacını gütmek.
gözyaşı is. Gözyaşı bezlerinin salgıladığı, bazı etkilerle akan duru sıvı damlacıklarından her biri, yaş (II): "Her kadının gözyaşını dindireceğine koniydi." -P. Safa.
→ gözyaşı bezeleri, gözyaşı bezleri, gözyaşı etçiği, gözyaşı kemiği, gözyaşı memesi, timsah gözyaşları
gözyaşı bezeleri ç. is. anat. Gözyaşı bezleri.
gözyaşı bezleri ç. is. anat. Gözyaşı ve göz kapağında bulunan bezler, gözyaşı bezeleri.
gözyaşı kemiği is. anat. Göz çukurunun ön kısmındaki ince, ufak, zanmsı kemik.
gözyaşı memesi is. anat. Gözün iç açısındaki kırmızı çıkıntı.
göz yoklaması is. Başkalarının dikkati onun üzerinde olma, kendisini izleyenlerin değerlendirmesini dikkatlice görme, göz hapsinde tutma: "Başka çare kalmadığını anladı ve kendisini üç Ankaralı kadının bu sıkı göz yoklamasına bıraktı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
göz yuvarı is. anat. Kafatasmda bir çukur içine yerleşmiş bulunan gözün yuvarlak bölümü.
göz yuvası is. anat. Göz yuvarlarının İçinde bulundukları kemik oyuklardan her biri, gözevi: "Bu profilin en göze çarpan hususiyetleri, alında, göz yuvasında ve çenede toplanmıştı." -Y. K. Karaosmanoğlu.