-gı/ -gi, -gu / -gü; -ki/ -ki, -ku / -kü Fiilden isim türeten ek: as-kı, coş-ku, çal-gı, gör-gü, küs-kü, sil-gi, sor-gu, tep-ki vb.

gıcık, -ğı is. 1. Boğazda duyulup aksırtan, öksürten yakıcı kaşıntı: "Bronşit filan desem öksürük değil, gıcık bile yok..." -S. M. Alus. 2. zool. Beyaz renkli, dağlıç koyununa benzer vücut yapısında, kuyruğu son omurlara kadar yağ kitlesi ile kaplı ve bu sebeple alt kısmı yuvarlakça görünen, kaba, karışık yapağılı bir koyun türü. 3. sf. argo Sözleriyle, davranışlarıyla karşısındakini kızdıran, sinirlendiren, sıkan (kimse), gıcık almak (veya kapmak veya olmak) argo bir davranışa veya bir kimseye sürekli sinirlenmek. gıcık etmek argo sinirlendirmek, öfkelendirmek, kızdırmak, gıcık tutmak bir süre boğaz gıcıklamasına yakalanmak: "... gıcık tutmuş gibi manalı manalı öksürdü." -M. Yesari. gıcık vermek boğazı yakıp kaşındırarak öksürmeye yol açmak.

gıcıkça sf. (gıcı'kça) 1. Gıcık bir biçimde olan. 2. zf Gıcık bir biçimde.

gıcıklama is. Gıcıklamak işi.

gıcıklamak (-i) 1. Gıcık oluşturmak, kaşındırmak. 2. mec. Kuşkulandırmak. 3. mec. Cinsel istek uyandırmak: "Git de gözü onda gör, adamın yüreğini gıcıklıyor." -R. H. Karay.

gıcıklanma is. Gıcıklanmak işi.

gıcıklanmak (nsz) 1. Gıcık oluşmak: Boğazım gıcıklanıyor. 2. mec. Kuşkulanmak, huylanmak: "Kız doktorun bakışından gıcıklamyormuş gibi güldü." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Cinsel istek uyanmak.

gıcıklayış is. Gıcıklama işi veya biçimi.

gıcır is. 1. Sakıza kıvamını arttırmak için katılan, kauçuk cinsinden bir madde. 2. sf. argo Yeni.

gıcır gıcır, gıcırı bükme, boylu gıcır

gıcırdama is. Gıcırdamak işi.

gıcırdamak (nsz) Gıcırtı çıkarmak: "Tren fazla yüklü olduğu için istediği sürati alamıyor, tekerlekler, dingiller gıcırdıyordu." -A. Gündüz.

gıcırdatılma is. Gıcırdatılmak işi.

gıcırdatılmak (nsz) Gıcırdatma işi yapılmak: "Yumruklar kürsüyü ve rahleleri gümletiyor, yüzler kıpkırmızı kesiliyor, dişler gıcırdatılıyordu. " -T. Buğra.

gıcırdatma is. Gıcırdatmak işi.

gıcırdatmak (-i) Gıcırtı çıkarmasına yol açmak: "Otel koridorunun parkelerim gıcırdatan ayak sesleri duydu." -S. F. Abasıyanık.

gıcırdayış is. Gıcırdama işi veya biçimi.

gıcır gıcır is. 1. Gıcırtı. 2. sf. Tertemiz, yepyeni, pınl pırıl. 3. zf. Tertemiz, yepyeni, pırıl pınl olarak: "Tahtalar gıcır gıcır silinecek." -R. N. Güntekin. gıcır gıcır etmek "gıcırtı" sesi çıkarmak: Merdiven basamakları gıcır gıcır ediyordu.

gıcırı bükme sf. 1. Hemen yetiştirilen, iletilen: Gıcırı bükme bir laf. 2. Zoraki: Gıcırı bükme bir iltifat. 3. Yersiz, anlamsız. 4. zf. Zorla ve çabucak: Bu parayı senden gıcırı bükme alırım.

gıcırtı is. 1. Sert nesnelerin birbirine sürtünmesi sonucu çıkan ses, gıcır gıcır: "Kapının tokmağı kuvvetli bir gıcırtıyla bir daha döndü, kanat oynadı." -P. Safa. 2. mec. İleri geri söylenme, tepki gösterme, protesto: "Mahallenin huzurunu bozan bu efendinin evden çıkarılması için ahali gıcırtıya başlar. " -H. R. Gürpınar.

gıcırtılı sf. Gıcırtısı olan.

gıcırtısız sf. Gıcırtısı olmayan.

-gıç / -giç, -guç / -güç; -kıç / -kiç, -kuç / -küç Fiillerden isim ve sıfat türeten ek: bas-kıç, bil-giç, dal-gıç, del-giç vb.

gıda is. (gıda:) Ar. gidâ Besin: "Başka yerlerde süt, ekmekten üstün bir gıdadır." -B. Felek.

gıda rejimi

gıdaklama is. Gıdaklamak işi.

gıdaklamak (nsz) Tavuk kesik kesik bağırmak.

gıdaklayış is. Gıdaklama işi veya biçimi.

gıdalı sf Besini olan, besinli.

gıda rejimi is. Gıdaya bağlı rejim: "Bu yüklü gıda rejimi onu bir dirhem dahi şişmanlatmaz. " -H. Taner.

gıdasız sf. Besini olmayan, yeterli besin alamayan, besinsiz.

gıdasızlık, -ğı is. Besinsizlik.

gıdı gıdı ünl. Çocukları gıdıklarken veya güldürürken söylenen söz.

gıdık, -ğı is. Çene altı, gerdan.

gıdıklama is. Gıdıklamak işi.

gıdıklamak (-i) 1. Vücudun bazı yerlerine .dokunarak ürperme veya gülerek kaçınma ile beliren bir sinir tepkisi uyandırmak. 2. mec. Eğlendirici, hoşa giden sözler söylemek: "Evlenme yaşına girmiş kızları mütemadiyen koca İakırtısı ederek gıdıklar, toy genç kadınları ayıp hikâyelerle eğlendirir." -H. E. Adıvar.

gıdıklanma is. Gıdıklanmak işi.

gıdıklanmak (nsz) Gıdıklama işi yapılmak: "Sanki gıdıklanıyorlar ve gülmekten katılacaklar." -S. M. Alus.

gıdıklayış is. Gıdıklama işi veya biçimi.

gıdım is. Küçük parça, bir miktar.

gıdım gıdım, bir gıdım

gıdım gıdım zf. hlk. Azar azar.

gıgı is. Çocuk dilinde çene altı: Çocuğun gıgısını okşayarak...

gık is. Bazı deyimlerde geçen yansıma bir söz. gık dedirtmemek ses çıkarmasına fırsat vermemek, gık demek ses çıkarmak, karşı çıkmak, yakınmak, gık dememek (veya gıkı çıkmamak) hiç sesini çıkarmamak, karşı çıkmamak, yakınmamak: "İstediğine sopa çeker, istediğini sürer, dünyanın anasını ağlatır, gene kimse gık diyemez. " -H. E. Adıvar.

gıldır gıldır zf. Tok ve yüksek bir ses çıkararak: Makine gıldır gıldır çalışıyor.

gıllıgış is. Ar. ğill + ğişş Kin, gizli ve kötü amaç.

gıllıgışlı sf Gizli amaçlı, kandırıcı: "Tereddütlü, imalı, gıllıgışlı bazı mülahazalar ve neşriyat vardır." -R. E. Ünaydın. gıllıgışlı olmak kandırıcı, gizli amaçlı, inandırıcılıktan uzak bulunmak: "Yüreği temiz olan başkalarının gıllıgışlı olabileceğini kolay kolay aklına getirmez." -H. Taner.

gıllıgışsız sf Gizli amacı olmayan, inandırıcılık ve kandırıcılıktan uzak: "Ne kadar dürüst ve gıllıgışsız olduğuna çok Örnekler verebilirim. " -H. Taner.

-gın/ -gin, -gun/ -gün; -kın/ -kin, -kun/ -kün Fiilden isim türeten ek: dal-gın, gir-gin, ölgün, sol-gun vb.

gına is. (gına:) Ar. ğinâ esk. 1. Zenginlik, bolluk. 2. Bıkma, usanma, gına gelmek usanmak, bıkmak: Siyasetten, eleştiriden gına gelmişti, gına getirmek bıkmak, usanmak.

gıpta is. Ar. ğibta İmrenme, imrenti: "Gıptayla bakıp zaman zaman gökyüzüne / Rüzgârları hür, kuşları hür zannederiz." -A. N. Asya. gıpta etmek imrenmek: "Hayatı bu kadar basit ve formüllü gören samimi insanların bu zihniyetlerine gıpta ettim." -A. Gündüz, gıptasını çekmek gıptayla bakmak, imrenmek, özenmek.

gır is. argo 1. Söz, lakırtı. 2. sf. Yalan, uydurma. gır atmak konuşmak, laf atmak, gır geçmek 1) bol bol konuşmak, çene çalmak; 2) dikkat etmemek, aklı başka yerde olmak. gır kaynatmak birkaç kişi işlerini bırakıp yârenlik etmek.

gırç gırç zf. "Gırç" sesi çıkararak: "Gırç gırç bir beşik sallanıyor, uzun bir kadın sesi ninni söylüyordu." -H. E. Adıvar.

gırgır is. 1. Mekanik olarak çalışan süpürge. 2. den. Açık denizlerde balık avlamakta kullanılan büyük ağ. 3. Mekanik düzenekli süpürme aracının firma adı ve bu türden bütün süpürgeler.

gır gır sf. 1. Komik, matrak, eğlenceli. 2. zf. Usanç veren, sürekli ve kaba bir sesle, (biriyle) gır gır geçmek alay etmek, (birini) gır gıra almak (veya getirmek) alaya almak: "Baskına dikkat et diye emir yayımlamıştı da, gır gıra aldık adamı." -A. İlhan.

gır gırcı is. Boş laf etmeyi seven, alaycı, komik kimse.

gırgırlama is. Gırgırlamak işi.

gırgırlamak (-i) Gırgırla süpürmek: Halıları gırgırladı.

gırgırlatma is. Gırgıtlatmak işi.

gırgırlatmak (-i) Gırgırlama işini yaptırmak.

gırıl gırıl zf. Sert ve gürültülü ses çıkararak.

gırla zf. (gı'rla) tkz. Alabildiğine, çokça: "Elbette ya... O köşkte uşaklar, bahçıvanlar gırla." -H. Taner, gırla gitmek 1) uzun sürmek, sürüp gitmek: "Park enikonu bir olay, tebrik ve Övgüler gırla gidiyor." -T. Buğra. 2) bol bol ortaya dökülüp harcanmak.

gırnata is. (gırna'ta) hlk. Klarnet: "Bir Çingene gırnatası çalıyordu." -S. F. Abasıyanık.

gırnatacı is. Klarnetçi: "Gırnatacı hemen koşup gelmiş, sazını saygı ile uzatmıştı." -H. Taner.

gırt is. Sert veya kalın bir şey kesilirken çıkan ses.

gırtlak, -ğı is. 1. onat. Soluk borusunun üst bölümü, ümük, imik, hançere: "Gırtlak veremi midir nedir, çehresinde damla kan yok." -S. M. Alus. 2. mec. Yiyip İçme: Gırtlak derdi. 3. mec. Ses rengi, yapısı, gırtlak gırtlağa gelmek kıyasıya dövüşmek, (birinin) gırtlağına basmak birine bir şey yaptırmak için dayatmak veya inat etmek, gırtlağına düşkün çok yiyip içen. gırtlağına kadar çok fazla: "İşrete düşkünlüğünü anlata anlata bitiremiyorlar, gırtlağına kadar borç içindeymiş." -A. İlhan, gırtlağına sarılmak peşini bırakmamak, musallat olmak. gırtlağından kesmek herhangi bir amaç için yiyeceğinden kısıntı yapmak, boğazından kesmek, tasarruf etmek.

gırtlak ünsüzü

gırtlaklama is. Gırtlaklamak işi.

gırtlaklamak (-i) Birinin gırtlağını sıkmak.

gırtlaklaşma is. Gırtlaklaşmak işi.

gırtlaklaşmak (nsz) Birbirinin gırtlağına sarılarak dövüşmek.

gırtlaklayış is. Gırtlaklama işi veya biçimi.

gırtlaksı sf. dbl. Gırtlakta boğumlanan (ses).

gırtlak ünsüzü is. dbl. Akciğerlerden gelen havanın gırtlaktaki yarı kapalı engellere çarpıp gevşemesi ile oluşan sert ünsüz.

gırtlama is. Gırtlamak işi.

gırtlamak (nsz) Şekeri ağızda tutarak çay içmek.

gıyaben zf. (gıyaıhen) Ar. ğiyâben esk. 1. Kendi yokken, ortada olmaksızın: Gıyaben hüküm giydi. 2. Adını, sözünü başkalarından duyarak, görmeden: "Ben teyzenizin kızıyım, sizi de gıyaben tanırım." -R. H. Karay.

gıyabında zf. (gıya:bında) Kendi yokken, arkasından: "İkisinin de kendisine birbirlerinin gıyabında bir şey söylemek istediklerini anlayarak..." -P. Safa.

gıyabi sf. (gıya-.bi:) Ar. ğiyâbı 1. Bir kimse bulunmadığı sırada yapılan, verilen: Gıyabi hüküm. 2. Uzaktan, görüşmeden (olan): "Birbirine benzer yaşayanlar arasındaki gıyabi dostluk alakasını içimizde taşıyoruz." -P. Safa.

gıyabi hüküm, gıyabi tutuklama

gıyabi hüküm, -kmü is. huk Kendi yokken arkasından verilen hüküm.

gıyabi tutuklama is. huk. Kişinin yokluğunda alınan tutuklama karan.

gıyap, -bı is. (gıya:p) Ar. ğiyâb Yokluk, bulunmama, yitiklik.

gıyap kararı

gıyap kararı is. huk. Duruşmaya gelmemenin yaptırımı.

gıybet is. Ar. ğiybet esk. Çekiştirme, yerme, kötüleme, kov. gıybet etmek çekiştirmek, yermek.

gıybetçi is. Çekiştirici, kovcu.

gıygıy is. Herhangi bir tür yaylı saz: "Yalıda eline bir gıygıy almayan tek kişi Ahmet Midhat Efendi'dir." -S. Birsel.

gıy gıy is. Keman vb. çalgıların çıkardığı ses.

gıygıycı is. 1. Kemancı. 2. sf. hlk. Beceriksiz.