-ge bk. -ga / -ge.
ge is. Türk alfabesinin sekizinci harfinin adı, okunuşu.
Ge kim. Germanyum elementinin simgesi.
gebe sf. 1. Karnında yavru bulunan (kadın veya hayvan), yüklü, hamile, aylı: Gebe kadın. Gebe inek. 2. tıp İçinde oğulcuk veya dölüt bulunan (döl yatağı). 3. mec. Bir birikim sonucu ortaya çıkması beklenen (durum veya olaylar): "Geceler gebe, sabahlar yenilik doğuran birer ana değil mi?" -H. E. Adıvar. 4. mec. Minnet altında kalan, gebe kalmak 1) insan veya hayvanın karnında yavru oluşmak; 2) mec. minnet altında kalmak. (bir şeye) gebe olmak bir şeyin olma ihtimali bulunmak.
gebelik, -ği is. 1. Gebe olma durumu, hamilelik. 2. Döllenme ile doğum arasında geçen süre. 3. mec. Minnet altında kalma.
→ gebelik testi, dış gebelik
gebelik testi is. tıp Bir kadının gebe olup olmadığının belirlenmesi için yapılan test.
geberik, -ği sf. Ölü, ölmüş.
geberme is. Gebermek işi.
gebermek (nsz) tkz. 1. Kötü bir biçimde ölmek: "Kayıkla gelip kurtarmasalardı satlıcandan geberecektim." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Bir kimseye aşırı ilgi, istek ve yakınlık duymak, geberip gitmek istenmedik bir biçimde ve beklenmedik bir zamanda, kötü şartlar altında ölmek: "Biz geberip gitsek, yüz sene sonra evlat ve ahbabımızdan bu parayı tahsil ederler." -R. N. Güntekin.
gebertilme is. Gebertilmek işi.
gebertilmek (nsz) tkz. Gebertme işi yapılmak, öldürülmek.
gebertme is. Gebertmek işi.
gebertmek (-i) tkz. Öldürmek: "Kapıda teyzemin oğlu bekliyor, gebertir seni!" -S. F. Abasıyanık.
gebeş sf. argo 1. Aptal, sersem. 2. Bodur ve şişman. 3. hlk. Karnı şiş olan.
gebeşlik, -ği is. Gebeş olma durumu.
gebre (I) is. Atı tımar etmekte kullanılan kıldan kese.
gebre (II) is. bot. Gebre otunun yemişi.
→ gebre otu
gebreleme is. Gebrelemek işi.
gebrelemek (-i) Hayvanı gebre (I) İle tımar etmek.
gebrelenme is. Gebrelenmek işi.
gebrelenmek (nsz) Gebreleme işine konu olmak.
gebre otu is. bot. Sürekli yeşil kalan çalı görünümünde bir bitki, kebere, kapari (Capparis).
gebre otugiller ç. is. bot. Gebre otu vb. bitkileri kapsayan familya.
gece is. 1. Güneş battıktan gün ağarmcaya kadar geçen süre, tün, şeb, gündüz karşıtı: "Kel Hasan kumpanyası o gece bir komedi dram oynuyordu." -O. C. Kaygılı. 2. Bu süre içindeki karanlık. 3. Eğlence, anma vb. amaçlarla geceleri düzenlenen toplantı: "Bütün çalgıları, dansları, şarkıları ve bütün külfetleriyle o geceler geldi çattı." -Y. K. Karaosmanoglu. 4. zf. Gece vakti, geceleyin: Gece uyumalı, gündüz çalışmalı, gece gözü kör gözü geceleyin iyi iş yapılamayacağını anlatan bir söz. gece işi, körler işi gece yapılan işin verimli olamayacağını anlatan bir söz. gece silahlı gündüz külahlı kimseye sezdirmeden kötü işler yapan kimse. geceler gebedir her sabah yeni olaylarla karşılaşırız: "Bir şeye karar vermeden geceler gebedir, gibi bir felsefe yaptıktan sonra, ayrıldılar." -H. E. Adıvar. geceyi gündüze katmak aralıksız, gece gündüz çalışmak, büyük çaba göstermek: "... başaramayacağı kadar çok işlerin altına girmekten çekinmedi, geceyi gündüze katıp çalışmaya başladı." -M. Ş. Esendal.
→ gece bekçisi, gece gündüz, gece hayatı, gece işçiliği, gece kıyafeti, gecekondu, gece körlüğü, gece kulübü, gece kuşu, gece mavisi, gece öğretimi, gecesefası, gece uçuşu, gece yanığı, gece yarısı, gece yatısı, gece yayı, yan gece, ateş gecesi, Berat Gecesi, cuma gecesi, donanma gecesi, Kadir Gecesi, kandil gecesi, kına gecesi, Miraç Gecesi, Regaip Gecesi, sıra gecesi
gece bekçisi is. Geceleyin iş yerlerini veya kuruluşları bekleyen kimse: "Gece bekçisi Selim üst katta uyanıp alt kata seslendi." -M. Ş. Esendal.
gececi is. Çalışma sırası geceye rastlayan görevli.
gececilik, -ği is. Gececi olma durumu.
gece gündüz zf. Her zaman, ara vermeden, aralıksız, geceli gündüzlü, gece gündüz dememek 1) vaktin uygun olup olmadığına bakmamak, vakit seçmemek; 2) bir işi sürekli olarak, ara vermeksizin yapmak: "Bu müddet zarfında miralay bey gece demiyor, gündüz demiyor, ha babam ha çalışıyordu." -H. Taner.
gece hayatı is. Gece eğlencelerine düşkünlük.
gece işçiliği is. argo Geceleyin yapılan hırsızlık.
gece kıyafeti is. Gece giyilen elbise.
geceki sf. Gece olan, gece yapılan.
gecekondu is. 1. Yasa dışı olarak gizlice yapılan küçük konut: "Gazhane sırtlarındaki gecekondularda oturuyorlar." -T. Buğra. 2. mec. Acele ile yapılıvermiş, derme çatma yapı. gecekondu gibi derme çatma yapılmış olan (yapı).
gecekonducu is. 1. Gecekonduda oturan kimse. 2. Gecekondu yapıp satan kimse.
gecekonduculuk, -ğu is. Gecekonducu olma durumu.
gecekondulaşma is. Gecekondulaşmak işi: Büyükşehirlerimizin gecekondulaşması.
gecekondulaşmak (nsz) Gecekondu sayısı çoğalmak.
gece körlüğü is. tıp Beslenmede A vitamini yetersizliğinden ortaya çıkan bir hastalık belirtisi, tavukkarası.
gece kulübü is. Geceleri açık olan, dans etmek, müzik dinlemek ve gösteri izlemek için gidilen eğlence yeri: "Gece kulübü binanın ta en dibindeydi, merdivenlerle iniliyordu. " -Ç. Altan.
gece kuşu is. mec. 1. Gece gezmesini seven kimse. 2. Gece uyuyamayan kimse. 3. Geceleri para karşılığı erkeklerle ilişki kuran kadın: "Bekâr arkadaşlardan birisi gece kuşlarından gözüne kestirdiği bir tazeyi otele davet etti." -B. R. Eyuboğlu. 4. hlk Yarasa.
geceleme is. Gecelemek işi.
gecelemek (nsz) 1. Geceyi bir yerde geçirmek: "Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor." -A. Rasim. 2. Gecenin geç saatlerine kadar bir şeyle uğraşmak.
geceleri zf. 1. Gece vakti. 2. Her gece: "Geceleri bile, düşsüz koyu bir uyku çeker." -H. Taner.
geceleyin zf. (gece'leyin) Gece vakti: "Geceleyin bir ses böler uykumu / İçim ürpermeyle dolar, nerdesin?" -A. K. Tecer.
geceli gündüzlü zf. Hem gece hem gündüz, sürekli, aralıksız, durmaksızın.
gecelik, -ği is. 1. Yatakta giyilen giysi, gömlek: "Sabahleyin giyinmem, gecelikle dolaşırım." -B. Felek. 2. Bir gece için ödenen ücret: Geceliği beş milyon lira olan oda. 3. sf. Geceye özgü olan, gece kullanılan.
→ bir gecelik
gece mavisi is. 1. Koyu mavi. 2. sf. Bu renkte olan.
gece öğretimi is. Yükseköğretim kurumlarında gece yapılan öğretim.
gecesefası is. bot. Akşamsefası. gecesefasıgiller ç. is. bot. Örnek bitkisi gecesefası olan bir bitki.
gece uçuşu is. ask. 1. Askerî amaçla uçakların geceleyin yaptığı uçuş. 2. argo Erkeklerle geceleri para karşılığı ilişki kurma işi: "Viyana'da en büyük caddelerde gece uçuşuna çıkan manga manga, bölük bölük kadınlara rastladık." -B. R. Eyuboğlu.
gece yanığı is. hlk. Uçuk gibi birdenbire oluşan kabarcıklı deri döküntüsü.
gece yarısı is. 1. Güneşin batması ile doğması arasındaki sürenin ortası. 2. Gecenin ilerlemiş saatleri, gecenin ortası.
gece yatısı is. Geceyi bir yerde konuk olarak geçirme: "Artık Ruhsar'la gelir, gece yatısına kalırız." -A. İlhan.
gece yayı is. astr. Güneşin gök küresinde bir gün boyunca çizdiği çemberin ufuk altında kalan parçası.
gecikilme is. Gecikilmek durumu.
gecikilmek (nsz) Gecikme işi yapılmak.
gecikme is. Gecikmek İşi, teehhür, rötar: "Zaten gecikmemin sebebi evi aramak oldu."-P. Safa.
gecikmek (nsz) 1. Geç kalmak, herhangi bir işi kararlaştırılan zamandan sonra yapmak. 2. Bir taşıt zamanında kalkamamak veya zamanında varamamak.
gecikmeli sf. Gecikmesi olan, tehirli, rötarlı.
gecikmesiz sf. Gecikmesi olmayan.
geciktirilme is. Geciktirilmek işi veya durumu.
geciktirilmek (nsz) Gecikmesine yol açılmak.
geciktirim is. sin. ve TV İzleyiciye herhangi bir olayın ortaya çıkacağına ilişkin ipuçları vererek onu sürekli bir bekleme, gerginlik, sıkıntı içinde bırakma biçimindeki anlatım.
geciktirme is. Geciktirmek işi, tehir.
geciktirmek (-i) Gecikmesine sebep olmak, tehir etmek.
-geç bk. -gaç / -geç vb.
geç sf. 1. Belirli zamandan sonra olan. 2. zf. Kararlaştırılan, beklenen veya alışılan zamandan sonra, erken karşıtı: "Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç / Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç" -Y. K. Beyatlı. geç kalmak vaktinden sonra davranmak, gecikmek, geç olsun da güç olmasın çeşitli engeller yüzünden gerçekleşemeyen işlerde avunmak için söylenen bir söz.
→ geç saatler, er geç
geççe zf. (ge'ççe) Biraz geç olarak, geç saatlere yakın: "Sağ olsun, akşamları evine biraz geççe gelir." -P. Safa.
geçe (I) zf. Herhangi bir saat başını geçerek, geçerken: "Gece yarısını iki saat geçe, misafirler dağıldılar." -M. Ş. Esendal.
geçe (II) is. hlk. Karşılıklı iki yandan her biri, yaka: Suyun öteki gecesi.
geçek, -ği is. hlk. 1. Çok geçilen yer, işlek yol. 2. Küçük tahta köprü.
geceli sf. Gecesi (II) olan: "Balat kapısından girdim içeri i Boliçeîer oturmuş iki geceli." -Halk türküsü. .,
→ iki geceli
geçen sf Bir önceki (hafta, ay, yaz, kış vb.): "Yine bîr gün o kızı geçen yıl gördüğü incirlikte bir daha gördü." -O. C. Kaygılı.
geçende zf. Ne kadar geçtiği belli olmayan yakın bir zaman önce.
geçenek, -ği is. Koridor.
geçenlerde zf. Yakın bir geçmişte, yakında.
geçer sf 1. Yürürlükte bulunan, geçerliği olan, kullanılan: Geçer para. 2. Beğenilen, makbul, mergup. 3. Geçme özelliği olan. 4. is. Geçer not: Türkçe dersinden geçer almışım.
→ geçer akçe, geçer not, belgegeçer
geçer akçe sf. Herkesçe aranan, beğenilen, muteber: "Gitgide geçer akçe olmaktan çıkmıştır." -H. R. Gürpınar.
geçerleme is. Geçerlemek işi.
geçerlemek (-i) Geçmesini sağlamak.
geçerletme is. Geçerletmek işi.
geçerletmek (4) Geçer duruma getirtmek.
geçerli sf 1. Yürürlükte olan, uygulanan, muteber: "Başka bir yazımızda da Türkiye'de hâlâ geçerli olan üç takvimin (resmî, hicri, miladi) esaslarını yazacağım." -B. Felek. 2. mec. Beğenilen, tutulan, sürümü olan.
geçerlik, -ği is. 1. Yürürlükte olma, değerini sürdürme durumu, revaç: Bu para geçerlikten kaldırıldı. 2. Sürümü olma durumu: Bu malın geçerliği kalmadı.
geçerlilik, -ği is. 1. Geçerli olma durumu, geçerlik. 2. fel. Bir kavramın, bir yargının, mantık veya anlamı ve değeri bakımından onaylanabilir olması.
geçer not is. Eğitim ve öğretimde başarıyı gösteren not, geçer.
geçersiz sf Yürürlükten çıkarılmış, hükümsüz: Bu yasa geçersizdir.
geçersizleşme is. Geçersiz duruma düşme.
geçersizleşmek (nsz) Geçersiz duruma düşmek, geçerliğini yitirmek.
geçersizleştirme is. Geçersizleştirmek durumu.
geçersizleştirmek (4) Geçersiz duruma getirmek.
geçersizlik, -ği is. Geçersiz olma durumu, hükümsüzlük.
geçgeç, -ci is. Seyredilecek uygun bir program aramak amacıyla televizyon kanallarını tarama, geçgeç yapmak geçgeçlemek.
geçgeçleme is. Geçgeçlemek işi veya durumu.
geçgeçlemek (4) Televizyon kanallarını aramak veya taramak.
geçici sf. 1. Çok sürmeyen: "Bunu evvela gençliğe mahsus geçici bir heves zannettim." -P. Safa. 2. Kısa ve belli bir süre için olan, muvakkat, palyatif, kalıcı karşıtı: "E-ğer yazmaktan para ve ün gibi iki geçici kıymet ve zevk elde edemezsem acaba yazı yazar mıydım?" -H. E. Adıvar. 3. Bulaşan, bulaşıcı. 4. is. Yaya, yoldan veya karşıdan karşıya geçen kimse, yolcu: "Onları sokakta gördüğünüz zaman adi bir geçiciden farklı bulmazsınız, sanırsınız ki bir yazıcı ticarethanesine gidiyor." -C. Şehabettin.
→ geçici işçi, geçici madde, geçici plaka, geçici teminat, gelip geçici
geçici işçi is. Kısa süre için kadrosuz olarak çalıştırılan işçi.
geçici işçilik, -ği is. Geçici işçi olma durumu.
geçicilik, -ği is. Geçici olma durumu.
geçici madde is. huk. Yasa, tüzük ve yönetmeliklerde belirli bir süre için geçerli olan madde.
geçici plaka is. Motorlu taşıtlara trafiğe çıkabilmeleri için esas plaka alınıncaya kadar verilen plaka.
geçici teminat is. tic. İhalelere katılanların yatırmak zorunda olduğu teminat.
geçiliş is. Geçilme işi veya biçimi.
geçilme is. Geçilmek işi.
geçilmek (-den) 1. Geçme işi yapılmak: "Terkos köprüsü geçildikten sonra cümbüş tekrar başladı." -O. C. Kaygılı. 2. Bırakmak, terk etmek: "Anadan geçilir, yârdan geçilmez." -Halk türküsü, (bir şeyden) geçilmemek bol veya çok, aşırı olmak: Çarşıda meyveden geçilmiyor. geçim is. 1. Geçinme İşi, geçinme araçları, geçinme, maişet. 2. Anlaşma, uyum: Aralarında geçim yok. geçimini doğrultmak geçinmek için yeteri kadar para kazanmak: "Biri elbise askısı yapıyor, diğeri de yapılanları satıyor, böylece geçimlerini doğrultuyorlardı. " -S. Ayverdi.
→ geçim derdi, geçim dünyası, geçim kapısı, geçim sıkıntısı, geçim yolu, geçim zorluğu
geçim derdi is. Geçim sıkıntısı.
geçim dünyası is. Kişinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan şeyler bütünü: "Akmasa da damlar. Her hâlde bir tahsisatları vardır. Geçim dünyası..."-P. Safa.
geçim endeksi is. bk. geçinme endeksi.
geçim kapısı is. Yaşamak için gereken kazancın sağlandığı iş yeri.
geçimli sf. Çevresindekilerle iyi geçinen: Geçimli insan.
geçimlik, -ği is. Yiyecek parası, nafaka.
geçimlilik, -ği is. Geçimli olma durumu.
geçim sıkıntısı is. Geçinmede çekilen güçlük, geçim derdi, geçim zorluğu.
geçimsiz sf. Çevresindekilerle iyi geçinemeyen, kavga çıkaran, huysuz, şirret.
geçimsizleşme is. Geçimsiz olma.
geçimsizleşmek (nsz) Çevresindekilerle iyi geçinememek.
geçimsizlik, -ği is. Geçimsiz olma durumu.
geçim yolu is. Yaşamak için gereken kazancı sağlama aracı veya çaresi: Herkes ne yapıp yapıp bir geçim yolu bulma peşindeydi." -Ç. Altan.
geçim zorluğu is. Geçim sıkıntısı.
geçindirme is. Geçindirmek işi: "Fakat ben, kendi alnımın teriyle kendimi geçindirmeyi daha iyi buldum." -R. N. Güntekin.
geçindirmek (-i) Geçinmesini sağlamak.
geçinilme is. Geçinilmek durumu.
geçinilmek (nsz) Geçinme işi yapılmak: "Hoş zaten bunların hiçbiri geçinilir, bağdaşılır insanlar değildi ya." -R. H. Karay.
geçinim is. Geçinme işi.
geçinme is. Geçinmek işi. geçinmeye gönlü olmamak herhangi bir konuda isteksizliği belli etmek için kullanılan bir söz.
→ geçinme endeksi
geçinme endeksi is. 1. ekon. Belirli bir sosyal grubun ortalama yaşama düzeyini sürdürebilmesi için yapması gereken giderleri izleyen fiyat endeksi. 2. Vatandaşların geçim gereksinimini karşılayabilmesi için yaptıkları harcamaların toplamı.
geçinmek (nsz) 1. Yaşamak için gerekeni sağlamak: "Muharrem artık yalnız balıkçılıkla geçiniyordu." -S. F. Abasıyanık. 2. (-le) Uzlaşmak, anlaşmak: Aman çocuklar, birbirinizle iyi geçinin. 3. mec. Taslamak: "Şiir güç ya, şair olmak, şair geçinmek o kadar değil." -N. Ataç. 4. (-den) mec. Kendi gereksinimlerini başkalarından sağlamak: "... sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin tabakasından geçinirsin." -M. Ş. Esendal. 5. hlk. Ölmek, geçinip gitmek çok iyi değilse de şöyle böyle geçinmek.
geçirgen sf. 1. fiz. Gaz, sıvı vb.ni İçinden kolaylıkla geçiren, 2.jeol. Sıvıların geçmesine elverişli (kayaç), geçirimli.
→ yan geçirgen
geçirgenlik, -ği is. 1. Bazı cisimlerin, içlerinden gaz, sıvı, akım vb. geçirme özelliği: Kalkerli topraklarda geçirgenlik yoktur. 2. astr. Saydam cisimlerin ışığı geçirme derecesi. 3. jeol. Kayaçların, sıvıların geçebilmesine karşı elverişliliği, geçirimlilik.
→ yarı geçirgenlik
geçirici is. 1. Uğurlamaya gelen kimse: "Geçiricileri arasında bizden başka üniversitenin İspanyolca rektörü, yakışıklı bir Alman, bir de atlet yapılı Macar delikanlısı vardı." -H. Taner. 2. sf. Geçirme işlemini yapan.
geçiricilik, -ği is. Geçirici olma durumu.
geçirilme is. Geçirilmek işi.
geçirilmek (-e) Geçirme işi yapılmak: "İki anne, çocuklarının başlarına geçirilmiş iki külah yüzünden oracıkta ahbap oluverdiler." -O. C. Kaygılı.
geçirim is. Geçirme'işi.
geçirimlî sf. Geçirgen.
geçirimlilik, -ği is. Geçirgenlik.
geçirimsiz sf. Geçirgenliği olmayan.
geçirimsizlik, -ği is. Geçirimsiz olma durumu.
geçiriş is. Geçirme işi veya biçimi.
geçirme is. Geçirmek işi.
geçirmek (-i, -e; -den) 1. Geçme işini yaptırmak, geçmesini sağlamak. 2. Bir şeyi bir yandan öbür yana götürmek: "Kalanımızı peşine takarak Murat suyunun karşı kıyısına geçirdi." -K. Bilbaşar. 3. Bir şeyi bir yerden başka yere taşımak, nakletmek: O-danın eşyasını öbür odaya geçirmek. 4. Tespit etmek, yazmak, kaydetmek: "Merkez, kadının dosyasına vefat kaydını geçirdi. " -R. H. Karay. 5. (-i, -e) Bir şeyi kendisine ayrılmış olan yere yerleştirmek, takmak: "Yem torbalarım hayvanların boyunlarına geçirdikten sonra arkadaşına sordu." -O. C. Kaygılı. 6. (-i) Yola çıkan birini uğurlamaya gitmek, selametlemek, teşyi etmek: Arkadaşımı geçirmeye gittim. 7. Bir süre yaşamak, oturmak, kalmak: "Kocan için geceyi evden dışarıda geçirmek fırsatını sen kendin temin et." -H. C. Yalçın. 8. Giymek, giyinmek: "Sırtına pembe, kolları tamamen çıplak bir bluz geçirmişti." -S. F. Abasıyanık. 9. Bir işi birden çok kişi üzerinde uygulamak: Kılıçtan geçirmek. Dayaktan geçirmek. 10. (-i) Herhangi bir durumu yaşamış olmak: "Ne yapar ne eder, günde iki üç saatini at üstünde geçirirdi." -N. Cumalı. 11. Etmek, yapmak. 12. Hasta-. lık bulaştırmak: Nezleyi bana geçirdin. 13. Zaman harcamak: Benim bu işlerle geçirecek vaktim yok. 14. Bir gereksinimi eldeki imkânla karşılamak.
→ kurşungeçirmez, görmüş geçirmiş
geçirtilme is. Geçirtilmek durumu.
geçirtilmek (nsz) Geçirme işi yapılmak.
geçirtme is. Geçirtmek işi.
geçirtmek (-i, -e; -den) Geçirme işini yaptırmak.
geçiş is. 1. Geçme işi veya biçimi: "Bekleme sabırsızlığım çoktan kaybetmiş olduğum için vaktin geçişini pek fark etmiyordum." -R. N. Güntekin. 2. Herhangi bir durumdaki değişme, intikal: Geçiş dönemi. 3. Resimde iki ayrı rengi birbirine bağlayan ara ton. 4. db. Ses organlarının bir durumdan ötekine geçmesi. 5. muz. Bir parça süresince bir tondan başka bir tona atlama.
→ geçiş hakkı, geçiş önceliği, geçiş üstünlüğü, dikey geçiş, üst geçiş, yatay geçiş, deniz geçişi
geçiş hakla is. Geçiş üstünlüğü.
geçişim is. 1. Geçişme işi, geçişme, tedahül. 2. psikol. Belirli bir işi yapma yeterliliğinin ilişkili veya bağlantılı başka bir işi yapma sonucunda artması, intikal.
geçişli sf. dbl. Nesne ile kullanılan (fiil): Sev-mek (okuma-yı sevmek), görmek (ev-i görmek), kırmak (cam-ı kırmak), dökmek (süt-ü dökmek) gibi.
geçişlilik, -ği is. Geçişli olma durumu.
geçişme is. 1. Geçişmek işi. 2. biy. Yarı geçirgen bir zarla birbirinden ayrılmış iki sıvının karşılıklı geçerek birbirine karışması. 3. fiz. Yarı geçirgen bir çeperin iki yanına yerleştirilmiş, derişikliği farklı iki sıvıdan oluşan yer değiştirme olayı, hulul, ozmos.
geçişmek (nsz, -le) Birbirinin içine geçip karışmak, tedahül etmek.
geçiş önceliği is. Geçiş üstünlüğü.
geçişsiz sf. dbl. Nesne ile kullanılmayan (fiil), lazım: Gülmek, ağlamak, düşmek, gitmek, küsmek, barışmak gibi.
geçişsizlik, -ği is. Geçişsiz olma durumu.
geçiştirici sf tıp Tedavi edici etkisi olmayan, ağrı ve sızıları geçici olarak azaltan, dindiren (ilaç vb.).
geçiştirilme is. Geçiştirilmek işi: "Bunların akademik tartışmalarla geçiştirilmeye tahammülleri yoktu. " -H. Taner.
geçiştirilmek (nsz) Geçiştirme işi yapılmak.
geçiştirme is. Geçiştirmek işi.
geçiştirmek (-i) 1. Gereken önemi vermemek, üstünde durmadan başından savmak. 2. Az bir zararla atlatmak, kurtulmak: "Nihat bu kazayı da geçiştirince tekrar gözlerini apartmamn kapısına dikti." -P. Safa.
geçiş üstünlüğü is. Cankurtaran, itfaiye ve güvenlik araçlarına tanınan yolu öncelikle kullanma hakkı, geçiş önceliği.
geçit, -di is. 1. Geçmeye yarayan yer, geçecek yer: "Başka türlü düşünmek, köprüyü bırakıp çayda geçit aramaya benzer." -T. Buğra. 2. coğ. iki dağ arasında dar ve uzun yol. geçit vermek çay, ırmak, dağ vb. geçilecek bir yeri olmak.
→ geçit hakkı, geçit resmi, geçit töreni, alt geçit, hemzemin geçit, kırkgeçit, resmigeçit, tüp geçit, üstgeçit, turnageçidi, yaya geçidi, yer geçidi
geçit hakkı is. huk. Bir taşınmaz mal üzerinden diğer bir taşınmaz mal sahibinin geçmesi biçiminde doğan yararlanma hakkı.
geçit resmi is. Geçit töreni.
geçit töreni is. Özel günlerde bir topluluğun belli bir yerden düzenli bir biçimde geçmesi, geçit resmi.
geçkin sf. 1. İhtiyarlamaya yüz tutmuş, yaşlanmış: "Cemile geçkin, kısa boylu, tombul, konuşkan bir kızdır." -N. Cumalı. 2. Geçmiş: "Sanki otuzunu geçkin kadın o değil!" -M. Yesari. 3. Gereğinden çok olgun veya solmaya başlamış (bitki): Geçkin bir karpuz.
geçkinlik, -ği is. Geçkin olma durumu.
geçme is, 1. Geçmek işi, mürur. 2. Birbirinin içine geçirilerek tutturulan iki şeyden birinde bulunan çıkıntılı parça. 3. sf. Çakılmış, yapıştırılmış veya lehimlenmiş olmayıp gereğinde sökülebilecek biçimde parçalan birbirine takılıp kenetlenmiş olan: Geçme çerçeve.
geçmek, -er (-den) 1. Bir yerden başka bir yere gitmek: "Elindeki kitabı bırakıp bulundutları odaya geçtim." -T. Buğra. 2. Bir yandan girip diğer yandan çıkmak: İplik iğne deliğinden zor geçti. 3. Yol, araç veya akarsu bir yerin yakınından veya içinden gitmek: Eve giderken sizin sokaktan geçeriz. 4. Bir duruma uğramak, konu olmak: Dayaktan geçmek. Muayeneden geçmek. 5. Bırakmak, vazgeçmek: Huylu huyundan geçmez. 6. (-de) Yaşamak. 7. (-den) Bir şeyi bundan böyle yapma durumunda olmamak: "Hakkın var... Ne çare ki bizden geçti, diye söyleniyor." -R. N. Güntekin. 8. (-de) Olmak, vuku bulmak, cereyan etmek: "Bu odanın içinde geçen aşk anları artık çok uzaklardaydı." -A. İlhan. 9. (-i, -e; -den) Hastalık bulaşmak, sirayet etmek: Hastalık bana ondan geçti. 10. (-den, -e) Herhangi bir durum, soya çekim yoluyla birinde görünmek: Bu titizlik ona babasından geçmiş. 11. (-den, -e) Bulunduğu yeri veya konumu değiştirmek. 12. Bir yeri aşmak, öbür yana ulaşmak: "İstanbul'a geçecek değil, parmağımı kımıldatacak takatim yok." -S. M. Alus. 13. (-e) Yerini bırakıp başka yer almak. 14. (-den) Bir konu üzerinde veya bir yerde çalışmış olmak: "Şimdiki tuluat artistlerinin çoğu oradan geçtiler." -S. F. Abasıyanık. 15. (-e) Etki yapmak, işlemek: Soğuk, ciğerime geçti. Başına güneş geçmiş. 16. (-e) Görev almak: İktidara geçmek. 17. (-e) Kalmak, devralmak. 18. (-i) Geride bırakmak, aşmak: Bizim yelkenli vapuru geçecek. Ordu sınırı geçti. Çocuğun boyu babasını geçti. 19. (nsz, -i; -le) Tükenmek, bitmek, sona ermek: "Yavaş yavaş bu hırs geçer." -F. R. Atay. 20. (-i) Üstünlük sağlamak. 21. (-i) Söylemeden veya bitirmeden atlamak: O meseleyi geçelim. O bahsi geç! 22. (-i) Zamanı aşmak, geride bırakmak: "Şehzadebaşı'na geldikleri zaman saat onu geçiyordu." -P. Safa. 23. Harcamak: "Bütün günüm seni takip etmekle geçti." -Y. K. Karaosmanoğlu. 24. (-i) Bir müzik parçasını meşk ederek öğrenmek, çalmak veya söylemek. 25. (-i, -den) Birinden meşk etmek: Bu şarkıyı kimden geçtiniz. 26. Haberi bir iletişim aracı ile bildirmek: Ankara haberlerini gazetesine geçiyormuş. 27. (nsz) Sönmek: "Ocak sönmüş, koru bile geçmişti." -N. Nâzım. 28. (-e) Yazılmak, girmek: Tarihe geçmek. Kitaba geçmek. 29. (nsz) Sürümü olmak, satılmak. 30. (-i, -e) Konuşmada sözü geçmek veya basında yer almak: "Kısa süren bir hastalıktan sonra göçüp gideceğini hissetmiş, hatta Ölümünün gazetelere bile geçmemesini istemişti..." -H. E. Adıvar. 31. Kullanımda olmak, tedavülde olmak: Bu para artık geçmiyor. 32. Kabul edilemez olmak: Senin paran burada geçmez. 33. (nsz) Okulda, sınavda başarı göstermek: Çocuk bu yıl geçti. 34. (-e) Bir yere gidip oturmak. 35. (nsz) Çok bekletilmekten çürümeye yüz tutmak: Bu karpuz geçmiş. 36. (nsz) Sıyrılmak, kurtulmak, işin içinden çıkmak: Görmedim dedi, geçti. 37. (yar) argo Bazı kelimelerle birleşik fiil yapar: Iska geçmek. Diskur geçmek. 38. hlk. Çekiştirmek, yermek: "Beni sana geçmişler / Vallahi ben demedim." -Halk türküsü, geç (veya geç efendim!) kulak asma, önem verme! Biz ev yaptırdık ama, sen bize bakma; bizim paramız vardı. Geç efendim geç; bu işler sizin gibilerin harcı değil." -N. Kurşunlu, geçiniz 1) "bu söylediklerinizi kabul etmiyorum, daha mantıklı sözler söyleyin" anlamında kullanılan bir söz; 2) bilgi yarışmalarında kendisinden sonraki yarışmacıya geçilmesini istemek için veya bir sonraki soruya geçmek için söylenen bir söz. geçme namert köprüsünden, ko aparsın su seni namerde karşı minnet altında kalmaktansa sıkıntıya katlan, geçti Borun pazarı (sür eşeğini Niğdeye) hlk. artık iş işten geçti, (birinin) geçtiği yoldan geçmek daha önce aynı olayları yaşamış olmak, deneyimli olmak: Onun geçtiği yollardan geçtiğim için tahminlerim biraz daha kolaylaşıyor." -H. Taner, geçtim olsun hlk. vazgeçtim, kalsın.
→ geçgeç, gelgeç, yeregeçen, yolgeçen hanı, serdengeçti, vazgeçmek
geçmeli sf. Geçmesi olan: Geçmeli demir.
geçmelik, -ği is. Bazı yerlerden geçenlerin ödemek zorunda oldukları para, müruriye.
geçmez sf. 1. Kullanımı olmayan. 2. Değerini yitirmiş.
→ geçmez akçe
geçmez akçe is. 1. Tedavülde olmayan para. 2. sf. mec. Değerini yitirmiş.
geçmezlik, -ği is. Geçmez olma durumu.
geçmez not is. Eğitim ve öğretimde başarısızlığı gösteren not.
geçmiş sf. 1. Geçme işini yapmış. 2. Zaman bakımından geride kalmış: "Bu eski sesler içinde geçmiş zamanlar uyuyor, uyanıyor, geriniyor, yaşıyor gibidir." -A. Ş. Hisar. 3. Çürümeye yüz tutmuş. 4. is. Bugüne göre geride kalmış olan zaman, mazi: "Onlar bu davranışlarıyla geçmişte sadece huzursuzluk yarattı." -N. Cumalı. 5. is. Arkada kalan hayat, mazi: "Perde perde örtülü olan eski bir geçmişten kulaklarına garip bir fısıltı gelmişti." -O. C. Kaygılı. 6. is. Birinin ölmüş ana, baba ve yakınları: "Senin de yedi göbek geçmişine rahmet okusun ha? " -M. Ş. Esendal. geçmiş ola "o fırsat bir daha ele geçmez" anlamında kullanılan bir söz. geçmiş olsun hastalık, kaza geçirenlere, beklenmedik büyük bir olumsuz durumdan kurtulanlara veya hapishaneye girenlere söylenen İyi dilek sözü: "Geçmiş olsun ağabey, ne oldu sana böyle?" -O. C. Kaygılı. geçmişe mazi, yenmişe kuzu derler geçmişte kalan olayların üzerinde durulmasında bir yarar yoktur, (biriyle) geçmişi olmak 1) aralarında eskiye dayanan dostluk, arkadaşlık olmak; 2) aralarında kırgınlığa yol açacak bir durum geçmiş bulunmak; 3) bir durumun, daha Önce geçmiş bir evresi bulunmak. geçmişini kurcalamak geçmişini araştırarak kötü amaçlı kullanmak için birisiyle ilgili bilgi edinmek, (birinin) geçmişlerini karıştırmak 1) birinin ölmüşlerini yermek veya onlara sövmek; 2) geçmişini araştırmak.
→ geçmiş zaman, geçmiş zaman görünümü, geçmiş zaman sıfat-fiil, geçmişi kandilli, geçmişi kınalı, belirli geçmiş, belirsiz geçmiş, gelmiş geçmiş, öz geçmiş
geçmişi kandilli sf. argo Yaramaz, kötü (kimse).
geçmişi kınalı sf. Yaramaz, kötü (kimse): "O geçmişi kınalılara acımaya gelmez." -H. R. Gürpınar.
geçmiş zaman is. dbl. Fiilin belirttiği zaman kavramının, içinde bulunduğu zamandan önceye ait olması, mazi. Ali geldi, Ahmet bu havada İstanbul 'a gidip gelmiş gibi.
geçmiş zaman görünümü is. dbl. -mış geçmiş zaman eki almış fiille yardımcı fiilin veya başka bir fiilin birlikte kullanılmasından ortaya çıkan ve olayın tamamlanmış olduğu kavramını veren görünüm: Gelmiş olmak, gitmiş olmak, vermiş bulunmak gibi.
geçmiş zaman sıfat-fiili is. dbl. Geçmiş zaman kavramı veren ve isim, sıfat gibi kullanılan sıfat-fiil. Türkçede bu sıfat-fiil -dik veya -miş ekleriyle kurulur. Bildiklerinizi anlatın. Tamdık adam. Geçmişi saygıyla anıyoruz cümlelerindeki bildik, tanıdık, geçmiş birer geçmiş zaman sıfat-fiilidir.
geç saatler zf. Gecenin bir hayli ilerlemiş vakitleri: "Orada bir kır kahvesine oturup geç saatlere kadar konuşmuşlar." -M. Ş. Esendal.
geda sf. (geda:) Far. gedâ esk. 1. Dilenci. 2. Yoksul, fakir.
gedik, -ği is. 1. Bir düzey üstündeki yıkık, çatlak veya aralık, rahne: Duvar gediği. 2. Dağ geçidi. 3. mec. Boşluk, eksiklik: "... kanunların gediğinden alabildiğine yararlanıp küpünü doldurmuş bir açıkgözdü." -H. Taner. 4. mec. Güçlük, güç durum: Gedikten kurtulmak. 5. ask. Yarma saldırısında düşman mevzilerinde açılan yer. 6. tor. Bir işi yapmak, bir şeyden yararlanmak yolunda verilen hak, imtiyaz. 7. esk. Eksik dişli, gedik açılmak giderilmesi çok güç bir eksiklik veya açık ortaya çıkmak, gedik açmak ask. düşman mevzilerindeki zayıf bir noktadan giriş yeri açmak, gedik kapamak küçük bir gereksinimini karşılamak, gedik kapmak bir gelir kaynağı ele geçirmek, gedikleri tıkamak çıkan veya çıkacak olan zorlukları önlemek.
→ eksik gedik
gedikli sf. 1. Gediği olan. 2. Bir yerle veya işle olan ilgisini sürüp götüren (kimse), müdavim: "Neyse, gel git, evin gediklilerinden olduk." -A. İlhan. 3. is. ask. esk. Astsubay: "Gedikli üstçavuşun Görçe'den Florina ile bağlantı kurması kolay olmadı." -N. Cumalı.
→ başgedikli
gedilme is. Gedilmek durumu.
gedilmek (nsz) 1. Gedik olmak, gedik açılmak. 2. hlk. Bıçak, keser vb.nin ağızları aşınmak.
gedme is. Gedmek işi.
gedmek (-i) hlk. Gedik açmak, çentmek, delmek.
geğiriş is. Geğirme işi veya biçimi.
geğirme is. Geğirmek işi.
geğirmek (nsz) Midede toplanan gazı ağızdan sesli bir biçimde çıkarmak: "Geğirebilsem açılır mıyım acaba? Sancı göğsümde, hatta kolumda..." -A. İlhan.
geğirti is. Geğirirken çıkan ses.
geğrek, -ği is. anat. Kaburganın alt yanında bulunan boşluklardan her biri: "Kendi aralarında, bir hiç yüzünden, kıkır da kıkır gülerler. Gülmekten de geğrekleri ağrır." -S. Birsel.
→ geğrek batması
geğrek batması is. Geğrekte duyulan sancı.
geh zf. bk. gâh.
gehgeh is. Bu söz "nöbetli bir hastalığa yakalanmak" anlamında kullanılan gehgeh tutmak deyiminde geçen bir söz: "(şeftali) O da ateşli hastalıklara birebir ama gehgeh tutana, yani nöbetli hastalığa yakalananlara nice yüz kez bin bela getirir." -S. Birsel.
gelberi is. hlk. 1. Büyük ocaklardan ateşi dışarı çekmek için kullanılan uzun saplı demir araç. 2. Tırmık. 3. Harman döküntülerini toplamaya yarayan araç. 4. Ağaç dallarını budamak için kullanılan eğri demir, gelberi etmek argo aşırmak, çalmak, kendine mal etmek.
gele is. Tavla oyununda elinde kırık taşı bulunan oyuncunun attığı, uygun olmayan zar: Gele atmak.
gelecek, -ği is. 1. Daha gelmemiş, yaşanacak zaman, istikbal, ati: "Karakteri ve zekâsı gelecek için insana umut ışığı veriyordu." -H. E. Adıvar. 2. sf. Zaman bakımından ileride olması, gerçekleşmesi beklenen: "Kız, gelecek baharda yine geleceklerini müjdeledi." -O. C. Kaygılı, geleceği varsa, göreceği de var kötülük yapmaya kalkışacak olan, bunun karşılığını elbette görür.
→ gelecek bilimi, gelecek zaman, gelecek zaman görünümü
gelecek bilimi is. Küresel bir perspektif içinde geleceği öngörmeye çalışan bilim, fütüroloji.
gelecekçi is. Gelecekçilik yanlısı, fütürist.
gelecekçilik, -ği is. Fütürizm.
gelecek zaman is. dbl. Fiilin belirttiği zaman kavramının, İçinde bulunduğu zamandan sonraya ait olması. Türkçede bu zaman başlıca -e, -ecek, -esi, -se, -meli ekleriyle kurulur: Gele, gelecek, gelesi, gelse, gelmeli gibi.
→ gelecek zaman görünümü, gelecek zaman kipi, gelecek zaman sıfat-fiili
gelecek zaman görünümü is. dbl. Gelecek zaman sıfat-fiiliyle yardımcı fiilin birlikte kullanılmasından ortaya çıkan ve niyet kavramı veren görünüm: Gidecek olmak. Gelecek olmak.
gelecek zaman kipi is. dbl. Fiilin belirttiği zaman kavramının, içinde bulunulan zamandan sonraya ait olduğunu sınırlı bir biçimde gösteren kip. Türkçede bu kip -acak / -ecek ekiyle kurulur: Geleceğim, geleceksin gibi.
gelecek zaman sıfat-fiili is. dbl. İsim veya sıfat gibi kullanılan ve gelecek zaman kavramı veren fiilimsi. Türkçede bu sıfat-fiili -ecek, -esi ekleriyle kurulur: Akacak kan damarda durmaz. Gör esim geldi gibi.
geleğen sf coğ. Ana ırmağa karışan (akarsu).
gelembe is. hlk. Koyun yatağı.
geleme is. hlk. İki yıl sürülmeyen, boş tarla.
gelen sf 1. Gelme işini yapan (kimse veya nesne), 2.fiz. Bir ışık kaynağından çıkıp bir aynanın yüzüne veya saydam bir cismin yüzeyine düşen (ışın), gelen ağam giden paşam yönetim kimde olursa olsun benim için fark etmez, gelen gideni aratır bir işe veya göreve sonradan gelen orada daha önce çalışandan başarısız ve geçimsiz olabilir.
→ gelen geçen, gelen giden, ileri gelen
gelenek, -ği is. sos. Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane: "Şair yeni bir dil yaratabilir ama bunun için gereken gücü gelenekten alır." -N. Ataç.
gelenekçi is. Geleneklere bağlı kimse, ananeci.
gelenekçilik, -ği is. Toplumsal kurumları ve inançları daha çok geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen, yeni kültür öğelerine daha az değer veren tutum veya Öğreti, ananecilik.
gelenekleşme is. Gelenekleşmek işi.
gelenekleşmek (nsz) Gelenek durumuna gelmek, gelenek değeri kazanmak: "Binlerce yıllık gelenekleşmiş Türk psikolojisi, bir merkez etrafında toplanmayı çok sevmiştir." -S. Ayverdi.
gelenekleştirme is. Gelenekleştirmek işi.
gelenekleştirmek (-i) Bir şeyi gelenek durumuna getirmek.
gelenekli sf Geleneği olan, geleneklere dayanan: Gelenekli aile terbiyesi.
geleneksel sf Geleneğe dayanan, gelenekle ilgili olan, ananevi: "Varlıklarının en köklü gücünü kendi ülkelerinin yarattığı geleneksel sanatta buluyorlar." -H. Taner.
gelenekselleşme is. Gelenekselleşmek durumu.
gelenekselleşmek (nsz) Gelenek durumunu almak.
geleneksiz sf. Geleneği olmayan, geleneklere dayanmayan.
gelen geçen sf. Gelen giden.
gelen giden sf Gelenler, uğrayanlar, ziyaret edenler, gelip geçenler, gelen geçen.
geleni is. hlk. Tarla faresi, büyük fare.
gelgeç sf. 1. Yerli, temelli olmayan, geçici: "Bugün varsa yarın yok... Gelgeç bir misafir. " -R. N. Güntekin. 2. Hercai.
gelgeççi is. Gelip geçici, sebatkâr olmayan (kimse): "Edipler yerlerini arabacılara, gelgeççi müşterilere bırakırlar." -S. Birsel.
gelgel is. hlk. 1. Albeni, alım, çekicilik. 2. Başa takılan elmas veya altın iğne.
gelgelelim bağ. Ne var ki: "Gelgelelim, arkadaşlarından ayrı kaldığı zamanlarda o başka bir Hasan oluyordu." -O. C. Kaygılı.
gelgelli sf. Gelgeli olan, alımlı.
gelgit is. 1. Boşuna gidip gelme: Bu gelgitten bıktım artık iş bir türlü yürümüyor. 2. coğ. Ay ve güneşin yer yuvarlağı üzerindeki çekim güçleri sebebiyle deniz yüzünde, özellikle ana denizlerde su düzeyinin alçalması, kabarması olayı, medcezir.
gelin is. 1. Evlenmek için hazırlanmış, süslenmiş kız veya yeni evlenmiş kadın: "Gelin eşikte oğlan beşikte." -Atasözü. 2. Aileye evlenme yoluyla girmiş olan kadın, gelin almak 1) erkeğe bir eş bulmak; 2) gelini babasının evinden özel bir törenle alıp damadın evine götürmek, gelin etmek kızı evlendirmek, gelin gibi süzülmek geline yakışır biçimde edalı, nazlı yürümek, gelin gitmek bir aileye, bir yere gelin olarak gitmek: "Bin türlü dedikodu içinde ben oraya gelin gittim." -H. R. Gürpınar, (kendi kendine) gelin güveyi olmak ilgilinin nasıl karşılayacağını düşünmeden bir işi olmuş bitmiş sayarak sevinmek, gelin olmak kız, evlenmek: "Bu küçük armağanın anlamı, günü gelince kendisi gibi telli duvaklı gelin olması için uğur getirmesi dileğiydi gelinin. " -N. Cumalı. gelin yazmak gelinin yüzünü değişik süs gereçleriyle bezemek, gelini ata bindirmişler "ya nasip" demiş kesin sonuç alınmadan hiçbir işe oldu bitti gözüyle bakılmaz.
→ gelin abla, gelin alayı, gelin alıcı, gelinboğan, gelin böceği, gelin çiçeği, gelinfeneri, gelin hamamı, gelin havası, gelinkuşağı, gelin kuşu, gelin otu, gelinparmağı, gelin teli
gelin abla is. hlk. Yenge.
gelin alayı is. Gelini damat evine götürmek için gidenlerin hepsi.
gelin alıcı is. Gelini götürmek İçin oğlanevinden gelen kimse.
gelinboğan is. bot. Bir ahlat türü.
gelin böceği is. zool. Hanım böceği.
gelincik, -ği is. bot. 1. Yazın kırlarda, özellikle ekin tarlalarında yetişen, kırmızı ve otsu bitki, gün gülü (Papaver rhoeas). 2. zool. Sansargillerden, ince uzun yapılı, sivri çeneli, küçük bir hayvan (Mustela nivalis). 3. zool. Mezgitgillerden, yılan balığına benzer, eti sevilen bir balık (Mustela tricirrata). 4. hlk. Yılancık, arpacık, çıban vb.
→ tatlı su gelinciği
gelincikgiller ç. is. bot. Ayrı taç yapraklı iki çeneklilerden, gelincik, haşhaş, kırlangıç otu vb. bitkileri içine alan familya.
gelin çiçeği is. bot. Zambakgillerden bir bitki (Fritillaria imperialis).
gelinfeneri is. bot. Kuş kirazı.
gelin hamamı is. 1. Evlenecek kız için düğünden birkaç gün önce hamamda yapılan tören. 2. Oğlanevindeki kadınların gelini düğünün ertesi günü hamama götürerek yaptıkları tören.
gelin havası is. 1. müz. Gelin alayının kızın evinden ayrılıp oğlanın evine gidinceye kadar, davul ve zurnanın çaldığı özel ezgi. 2. Denizin hafif dalgalı, çırpıntılı olması.
gelinkuşağı is. hlk. Gökkuşağı.
gelin kuşu is. zool. Tarla kuşugillerden bir kuş (Otocoris pencillatus).
gelinlik, -ği is. 1. Gelin olma durumu: "Düğünümde bulunmazsan gelinliğim içime sinmeyecek, diyor." -R. N. Güntekin. 2. Gelin giysisi: "Çalgısı, köçeği, rakısı, yemeği, gelinliği ile otomobil paralarım hep oğlanevi ödeyecekti." -N. Cumalı. 3. sf. Gelin giysisi yapmaya uygun (kumaş). 4. sf Gelin olma çağına gelmiş (kız). 5. sf. Gelin için hazırlanmış, gelinlik etmek (veya tutmak) 1) gelin, kendisinden beklenilen hizmeti yapmak; 2) aile büyüklerinin yanında susmak.
→ gelinlik çağı, gelinlik kız
gelinlik çağı is. Genç kızların evlenme dönemi: "Büyüdüm, yetiştim, gelinlik çağım geldi. " -H. R. Gürpınar.
gelinlikçi is. Gelinlik diken veya satan kimse.
gelinlik kız is. Evlenme çağma gelmiş kız çocuğu: "Büyümüşsün ya, tam gelinlik kız olmuşsun." -H. R. Gürpınar.
gelinme is. Gelinmek işi.
gelinmek (-e, -den) Gelme işi yapılmak.
gelin otu is. bot. Güveyfeneri.
gelinparmağı is. bot. Uzun taneli bir üzüm türü.
gelin teli is. Gelinlerin başlarına takılan, parlak, uzun, ince gümüş tel.
gelip geçici is. Sürekli olmayan, kısa süreli şey.
gelip geçicilik, -ği is. Gelip geçici olma durumu.
gelir is. 1. Bir kimseye veya topluluğa belli zamanlarda, belli yerlerden gelen para, varidat; "Saklanan bir gelir vardı ki aç, çıplak kalmıyorlardı." -M. Yesari. 2. Bir ekonomik birimin belli bir süre içinde kazandığı ücret, aylık, kira vb., varidat, irat.
→ gelir dağılımı, gelir kaynağı, gelir ortaklığı, gelir vergisi, millî gelir, ulusal gelir, vakıf geliri, dar gelirli
gelir dağılımı is. Bir ülkenin toplam gelirinin o ülkenin bireyleri arasındaki dağılımı.
gelir kaynağı is. Para sağlama yeri veya faaliyeti: "Halkımıza turizmin gelir kaynağı olduğu gerçeği belletilmeye çalışılıyor." -N. Cumalı.
gelirli sf. Geliri olan.
gelirlilik, -ği is. Gelirli olma durumu.
→ dar gelirlilik
gelir ortaklığı is. Köprü, baraj vb. kamu yapılarının gelirlerine gerçek ve tüzel kişilerin belirli şartları yerine getirerek ortak olması.
gelirsiz sf. Geliri olmayan.
gelirsizlik, -ği is. Gelirsiz olma durumu.
gelir vergisi is. Kişilerin gelirlerinden, bir oran ölçüsünde devlete ödedikleri dolaysız vergi.
geliş is. Gelme işi veya biçimi: "Keklik gibi taştan taşa sekerek / Gerdan açıp gelişini sevdiğim." -Ruhsati.
→ gidiş geliş, söz gelişi
gelişigüzel sf. (gelişi'güzel) 1. Herhangi bir, özensiz, itinasız, baştan savma, rastgele, lalettayin. 2. zf. Üstünkörü: "Eski dansları mektepte, yenilerini de bir iki arkadaşının evinde gelişigüzel öğrendiğini anlattı." -P. Safa.
gelişim is. 1. Gelişme işi. 2. Serpilip büyüme. 3. İlerleme, inkişaf, tekâmül. 4. tiy. Aksiyon.
gelişimci is. 1. Gelişim gösteren kimse. 2. İlerleyen kimse.
gelişimcilik, -ği is. Gelişimci olma durumu.
gelişkin sf Gelişmiş olan, mütekâmil.
gelişkinlik, -ği is. Gelişkin olma durumu.
gelişme is. 1. Gelişmek işi, inkişaf, neşvünema, tekâmül: "Şiir, uygarlıkların doğuşunda, gelişmesinde ilk işaret oluyor." -N. Cumalı. 2. Olan biten şey. 3. ed. Yazılarda giriş bölümlerinden sonra konunun türlü yönlerden açılıp genişlediği, zenginleştiği, olgunlaştığı bölüm.
→ sosyal gelişme, toplumsal gelişme
gelişmek (nsz) 1. biy. Büyüyüp boy atmak, yetişmek, neşvünema bulmak: "Çalı süpürgeleri bir türlü ağaç hâline gelemeden ama, ağacı taklit edercesine gelişir." -S. F. Abasıyanık. 2. İlerlemek, olgunlaşmak, genişlemek, inkişaf etmek: "Dünyanın gelişmiş, gelişmemiş ülkelerini tek tek geziyorum." -H. Taner. 3. hlk. Şişmanlamak.
gelişmiş sf. Gelişme gösteren.
→ az gelişmiş
gelişmişlik, -ği is. Gelişmiş olma durumu.
geliştirici is. Geliştirme özelliği olan kimse veya şey.
geliştiricilik, -ği is. Geliştirici olma durumu.
geliştirilme is. Geliştirilmek işi.
geliştirilmek (nsz) Geliştirme işi yapılmak.
geliştirin! is. sin. ve TV Senaryonun hazırlanmasında özet ile ayrımlama arasında yer alan aşama.
geliştirme is. Geliştirmek işi.
geliştirmek (-i) Gelişmesini sağlamak, gelişmesine yol açmak.
gelme is. 1. Gelmek işi. 2. sf. Gelmiş olan: Avrupa'dan gelme bir televizyon. 3. sf. Yetişme: İyi aileden gelme çocuk. 4. fiz. Bir ışının, kaynağından çıkarak bir ayna yüzüne veya saydam bir cismin yüzeyine erişmesi.
→ bilmezlikten gelme, gidip gelme
gelmek, -ir (-den, -e; nsz) 1. Bir yere gitmek, ulaşmak, varmak: "Gurbetten gelmişim yorgunum, hancı." -B. S. Erdoğan. 2. Geriye dönmek: "... adamı Ödemiş'ten aldım geldim, her masrafını çektim." -N. Cumalı. 3. Oturmaya, ziyarete gitmek: Dün akşam amcamlar bize geldi. 4. İsabet etmek: Kurşun ayağına geldi. 5. Varmak, ulaşmak: Derslerin artık sonuna geldik. Telgraf geldi. 6. Varlığını sürdürmek, yaşamak, intikal etmek: Eski çağlardan birçok anıt çağımıza kadar gelmiştir. 7. Ortaya çıkmak, doğmak. 8. Belli bir süre dolmak: "Vakit kuşluğu aşmış, öğleye geliyordu." -N. Cumalı. 9. Belli bir zamana ulaşmak. 10. Kadar olmak: Boyu ancak omzuna geliyor. 11. Çıkmak, yönelmek: Merak etme, ondan kimseye kötülük gelmez. 12. izlemek, takip etmek: Çocuklar arkadan geliyordu. 13. Bir yerden alınıp bir yere ulaştırılmak: Kahve Brezilya'dan geliyor. 14. Katılmak, eklenmek: Türkçede ekler kelimelerin sonuna gelir. 15. Türemek. 16. Daha önce üzerinde durulmuş olan bir konuya yeniden dönmek: Şimdi sözü burada kesip asıl konumuza gelelim. 17. Sonuç çıkmak: Bu davranışlardan ne gelir bilinmez. 18. Dayanmak, tahammül etmek: Birazcık üşütmeye gelmiyor, hemen hastalanıyor. 19- Kendine yapılan herhangi bir davranış, veya durumu iyi karşılamak: "Kadri o adamlardandır ki, iyi davranmaya, yüz vermeye gelmez." -M. Ş. Esendal. "Bizim baştan savma işe gelmediğimizi bilirsin. " -R. H. Karay. 20. (-e) Bir şeye sonradan inanmak, doğruluğuna hak vermek, eğilim göstermek, kabul etmek: Dediğime geldiniz mi? 21. Etkisini herhangi bir biçimde göstermek: Buranın havası iyi geldi. Burası bana çok sıcak geldi. 22. Kazanılmak, sağlanılmak: Çiftlikten onlara ayda beş yüz milyon lira gelir. 23. Uymak: Bu ayakkabı sana küçük gelir. 24. Olmak, -e uğramak: Felç gelmek. Başımıza bir bela geldi. 25. Akmak: Burnundan kan geldi. Musluktan su gelmiyor. 26. Düşmek, rast gelmek: Buraya ışık gelmiyor. 27. Görünmek, sanılmak: "Baygın da olsa yabancı bir kadını böyle kucağında tutmak ona pek ayıp bir şey gibi geldi." -H. Taner. 28. (-e) Uygun düşmek: "Caddelerde oturmaya gelmez. " -Ö. Seyfettin. 29. (-e) Başlamak, ortaya çıkmak. 30. Mal olmak: Bu bardakların tanesi yüz liraya geldi. 31. Biriyle birlikte gitmek: Ben İstanbul'a gidiyorum, benimle gelir misiniz? 32. Başlamak, ulaşmak: Saati gelince söylerim. Öyle bir zaman gelecek ki... 33. İhtiyaç anlatan deyimler kurmaya yarayan bir fiil: Uykusu gelmek. 34. (yar) Kök veya gövdeleri sonuna -a (-e) eki almış fiillere gelerek süreklilik bildiren birleşik fiiller oluşturur: Alışageldiğimiz bir anlamı vardı. 35. -mez, -mezlik ile birlikte yapmacık anlatan deyimler yapar: Görmezlikten gelmek. îşitmezlikten gelmek. 36. Yönelme durumundaki bazı kelimelere getirilerek birleşik fiil yapar: Yola gelmek. Meydana gelmek. Hatıra gelmek. Akla gelmek. 37. ...-dikçe, ...-esi biçiminde kullanılan sıfat-fiil eklerinden sonra geldiğinde önceki fiille ilgili olarak pekiştirilmiş bir istek ve sürerlik bildiren bir fiil: Baktıkça bakası gelmek. Yedikçe yiyesi gelmek. 38. Herhangi bir sırada bulunmak: Başta gelmek. Önde gelmek. Birinci gelmek, gel öğüt, istek anlatan bir söz: Gel, işi uzatma da şunun isteğini yap. Gelsin, inattan vazgeçsin, yoksa hakkında iyi olmaz, gel de (veya gelsin de) "elinde ise" anlamında da kullanılan bir söz: Sen gel de, bu işe kızma. Gelsin de, bu işin içinden çıksın bakalım, gel gelelim fakat, ama, ancak: "Gel gelelim daha kendileri gaflet uykuları içinde." -R. N. Güntekin. gel keyfîm gel büyük bir memnunluk ve alay anlatan bir söz: "Oh, artık sabahın bu vaktinde güneş henüz doğarken bu serin harman yerinde, gel keyfim gel." -O. C. Kaygılı. gel zaman git zaman aradan oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra: Gel zaman git zaman, bir gün Güven Parkı'nda otururken... geleceği varsa göreceği de var kötülük yapmaya kalkışacak olursa, karşılığını elbette görür. ...-a (veya ...-e) gelince "sıra gelince, ilgili olarak" anlamlarına gelerek bir konu bittikten sonra sözü başka bir konuya getirmeye yarayan bir söz: Siz şu ve bu işleri göreceksiniz. Bana gelince ben arkadaşları dolaşarak... gelip çatmak (veya dayanmak) vakti gelmek, kaçınılmaz olmak: "Ayrılık günleri geldi dayandı." -Âşık Veysel, gelip geçmek 1) bir yerden geçmek; 2) mec. bir süre bir makam, bir yer vb.nde bulunmak; 3) kısa bir süre etkin olmak: "Kızcağız bilir ki, bu sözler kızgınlık sözleridir, gelir geçer." -M. Ş. Esendal. gelsin ... (veya gelsin ... gitsin ...) 1) yaşantı veya durumun rahatlığını anlatan bir söz: "Ondan sonra o masanın üstüne yığılan mezeler, gelsin gır gır, alay, muziplik." -H. Taner. 2) sorumsuzca davranıp işine gereken önemi vermemeyi anlatan bir söz.
→ gelgeç, gelgel, gelip geçici, gide gele, varagele, varagele bombardımanı, varagele botu, rastgele, taygeldi, hoş geldin, hoş geldiniz, geîgelelim, kendigelen, süregelen, karşı gelim, tümdengelim, söz gelimi
gelmiç, -ci is. Far. gelmic, gelmuc İri balıklarda kılçık durumunda olan kemik.
gelmiş geçmiş sf. Bugüne kadar gelmiş olan: "Toprakları üzerinde gelmiş geçmiş eski uygarlıkların insancıl kalıtım özümlemişti." -N. Cumalı.
gem is. Atı yönlendirmek için ağzına takılan demir araç: "Kadın dizginleri çekmek istedi, fakat hırçın hayvan sert bir boyun hareketi ile gemini kurtardı." -H. Taner, gem almak at, alışıp hizmete elverişli duruma gelmek. gem almamak söz dinlememek, gem vurmak 1) hayvanın ağzına gem takmak; 2) mec. birinin taşkınlığını önlemek: "Senin bütün emellerin, azgın kalbinden korktuğun, ona gem vurmak istediğin içindir." -P. Safa. gemi azıya almak 1) at, gemi azıları arasına alıp etkisiz bırakarak süvarisinin yönetiminden çıkmak ve alabildiğine koşmak; 2) mec. söz dinlemez olmak: "Kim var kim yok geldi toplandı. Derken her kafadan bir ses çıktı, kimi kâh nalına, kâh çivisine vurdu, kimi gemi azıya alıp birbiriyle yarıştı." -E. C. Güney, gemini kısmak bir kimsenin üzerindeki baskıyı arttırmak.
gemi is. Su üstünde yüzen, insan ve yük taşımaya yarayan büyük taşıt, sefine: Yük gemisi. Savaş gemisi, gemi karaya oturmak gemi, sığ bir yere saplanıp kalmak, (birinin) gemisi şapa oturmak iş, düzelemeyecek kadar bozulmak, gemisini kurtaran kaptan güç bir duruma düşüldüğünde ne yapıp yapıp kurtulanlara Övgü olarak söylenen bir söz: "O, gemisini kurtaran kaptandır, diye yaptığı alçaklıkla, namussuzlukla iftihar ediyor." -Ö. Seyfettin, gemisini yürütmek bir işi hiçbir engel tanımadan sürdürmek.
→ gemi adamı, gemi aslanı, gemi enkazı, gemi ızgarası, gemi iskeleti, gemi leşi, gemi yatağı, balast gemi, buharlı gemi, bulaşık gemi, yelkenli gemi, ateş gemisi, cankurtaran gemisi, çıkarma gemisi, kabotaj gemisi, karakol gemisi, kılavuz gemisi, kumandan gemisi, kurtarma gemisi, kuru yük gemisi, mayın arama tarama gemisi, mayın gemisi, sarnıç gemisi, ticaret gemisi, uzay gemisi, yelken gemisi, yolcu gemisi, yük gemisi
gemi adamı is. huk. Bir iş sözleşmesine dayanarak gemide çalışan kaptan, subay, tayfa vb. kimseler.
gemi aslanı is. Gösterişi yerinde olduğu hâlde hiçbir işe yaramayan adam.
gemici is. Gemide çalışan veya gemi işleten kimse.
gemicilik, -ği is. 1. Gemi kullanma veya işletme işi. 2. Gemi endüstrisi.
gemi enkazı is. Batmış veya hasara uğramış gemiden arta kalanlar.
gemi ızgarası is. den. Üstünde gemi yapılan büyük kızak.
gemi iskeleti is. Geminin gövdesinin yapılmasından önceki ana yapısı.
gemi leşi is. Batmış gemi teknesi.
gemilik, -ği is. Gemi yapılan yer, tersane.
gemi yatağı is. den. Gemileri korumaya elverişli koy.
gemleme is. Gemlemek işi.
gemlemek (-i) 1. Hayvanın ağzına gem takmak. 2. mec. Aşırı istek ve davranışlara engel olmak, frenlemek: "Damarlarında dolaşan kanın ılındığını duyuyor, gemleyemediği bir coşkuya kapılıyordu." -N. Cumalı.
gemlenme is. Gemlenmek işi.
gemlenmek (nsz) Gemleme işi yapılmak veya gemleme işine konu olmak.
-gen bk. -gan / -gen vb.
gen (I) sf. Geniş.
gen (II) sf. Üçgen, dörtgen vb. geometri terimlerinde "kenarlı" anlamıyla kullanılan bir söz.
→ altıgen, beşgen, çeşitkenar üçgen, çokgen, dış çokgen, dik üçgen, dikdörtgen, dikgen, dörtgen, eşkenar dörtgen, eşkenar üçgen, iç çokgen, ikizkenar üçgen, köşegen, küresel üçgen, üçgen, yedigen
gen (III) sf. Bir süre sürülmeyerek boş bırakılmış (tarla): "Yurdumuzun neresinde işlenmemiş bir parça toprak, gen bir tarla görsem seni anarım." -N. Cumalı.
gen (IV) is. Alm. Gen biy. İçinde bulunduğu hücre veya organizmada özel bir etkisi olan, kuşaktan kuşağa ve hücreden hücreye geçen kalıtımsal öge: "Eşref Şefik, köklü bir istanbul ailesinin genleri ile bu akıcı konuşma diline egemendi." -H. Taner.
gencecik, -ği sf. (ge'ncecik) Çok genç: "Bakanlar Kurulu her işi bırakıp gencecik bir şairin yazısı ile uğraşacak." -Y. Z. Ortaç.
gencelme is. Gencelmek durumu: "Derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı." -M. A. Ersoy.
gencelmek (nsz) Gençleşmek.
genç, -ci sf. 1. Yaşı ilerlememiş olan, ihtiyar karşıtı: "Genç kızı bir gece pencerede görmüştü. " -H. Taner. 2. Gelişmesini tamamlamamış olan (bitki, hayvan): Genç ağaç. Genç at. 3. Gençlikteki özelliklerini koruyan, dinç. 4. Zihin bakımından yeterince gelişmemiş, toy. 5. mec. Yeni gelişmekte olan, kısa bir geçmişi olan: "Atatürk'ün tabutu arkasından ağlayan on beş milyon Türk'ün yaşadığı, genç Türkiye mutluydu." -B. Felek.
→ genç İrisi
genç irisi sf. Yaşma göre çok serpilip büyümüş: "Kırmızı saçlı, genç irisi kadın, pencereden sarkmış seyrediyordu." -M. N. Sepetçioğlu.
gençleşme is. Gençleşmek işi.
gençleşmek (nsz) 1. Bir kuruluş genç üyelerle yenileşmek. 2. Genç görünmek: Saçlarını kestirince gençleşti. 3. Yeniden gençlik ve canlılık kazanmak.
gençleştirilme is. Gençleştirilmek işi.
gençleştirilmek (nsz) Gençleştirme işi yapılmak.
gençleştirme is. Gençleştirmek işi.
gençleştirmek (-i) 1. Yeniden gençliğine ve dinçliğine kavuşturmak: "Karı beni yirmi yaş gençleştirdi." -P. Safa. 2. Bir kuruluşu genç üyelerle canlandırmak. 3. Genç göstermek: Kısa saç seni gençleştirdi.
gençlik, -ği is. 1. Genç olma durumu, ihtiyarlık karşıtı: "İlk gençliğinde at delisiydi." -N. Cumalı. 2. İnsan hayatının ergenlikle orta yaş arasındaki dönemi: "Belki babam da gençliğinde Valantino'ya benziyordu." -M. Ş. Esendal. 3. Genç insanların bütünü: "O gençliğin politikaya katılması yüzünden Balkan Harbine girmişiz." -F. R. Atay. 4. mec. Genç bir kimsenin tutumu, toyluk, deneyimsizlik: "Gençliğimi kapının eşiğinde bırakıp eve giriyorum." -Y. Z. Ortaç.
gençten sf. Genç sayılan (kimse): "Ev sahibi Hacı Ali'yi tanıdım. Gençten bir adamdı." -Y. Z. Ortaç.
gene zf. (ge'ne) Yine. gene de Öyle olduğu hâlde, rağmen.
genel sf. 1. Bir şeye veya bir kimseye özgü olmayıp onun bütün benzerlerini içine alan, umumi: Genel seçim. Genel tarih. 2. Ayrıntıları göz önüne alınmayarak bütünü bakımından ele alınan: "Genel bir sıralama yapmak gerekirse, denebilir ki, dünyada en iyisi mutlu, dengeli bir evliliktir." -H. Taner. 3. Yetkisi ve sorumluluğu çok olan: Genel başkan. Genel müdür. 4. Herkesin yararlanabileceği (yer, nesne): Genel kitaplık. 5. Bir genelleme sonucunda elde edilen: Genel düşünce.
→ genel af, Genel Ağ, genel başkan, genel bütçe, genel coğrafya, genel dil bilimi, genelev, genel gider, genel görünüm, genel görüşlü, genel görüşme, genel grev, genel kadın, genelkurmay, genel kurul, genel kütüphane, genel müdür, genel ölçek, genel sekreter, genel uygunluk bildirimi, genel yazman, genel yetenek, genel zekâ
genel af, -ffı is. Kamu yararına uygunluğu anlaşıldığında belli bir veya birkaç suç çeşidi için yapılan kovuşturmaların durdurulması, verilmiş cezaların kaldırılması veya azaltılması.
Genel Ağ öz. is. bl. Bilgisayar ağlarının birbirine bağlanması sonucu ortaya çıkan, herhangi bir sınırlaması ve yöneticisi olmayan uluslararası bilgi iletişim ağı, İnternet.
genel başkan is. Bir kurum veya kuruluşun idaresinden bütünüyle sorumlu olan kimse.
genel başkanlık, -ğı is. 1. Genel başkan olma durumu. 2. Genel başkanın işi veya mesleği. 3. Genel başkanın bulunduğu makam.
genel bütçe is. ekon. Yıllık gelir ve gider kalemlerinin hepsini kapsayan bütçe.
genelci is. Genele uygun davranan kimse.
genelcilik, -ği is. Genele uygun davranma işi.
genel coğrafya is. Yeryüzünün her türlü coğrafya olaylarım ayrı ayn olarak araştıran, doğuşunu, işleyişini, yayılışını inceleyen coğrafya bilimi.
genel dil bilimi is. db. Dilin yapısını, gelişme ve değişmesini karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim dalı.
geneleme is. man. Bir düşüncenin başka başka sözlerle yeniden anlatılması: Ayakla yayan gittim sözünde geneleme vardır.
genelev is. Genel kadınların erkek kabul ettikleri yer, aşağı mahalle, kırmızıfener, koltuk, kerhane, umumhane.
genelge is. Yasa ve yönetmeliklerin uygulanmasında yol göstermek, herhangi bir konuda aydınlatmak, dikkat çekmek üzere İlgililere gönderilen yazı, tamim, sirküler: "iki gün sonra yönetici bir genelge yayımladı." -Ç. Altan.
genel gider is. Bir işin yapımı için gerekli olan giderler toplamı.
genel görünüm is. Bir yerin, bir olayın dıştan görünümü.
genel görünümlü sf. Dıştan görünüşlü.
genel görüşlü sf. Görüşü geniş olan.
genel görüşlülük, -ğü is. Genel görüşe sahip olma, görüşü geniş olma.
genel görüşme is. 1. Toplumla veya devletin faaliyetleriyle İlgili konuların Türkiye Büyük Millet Meclisi genel kurulunda görüşülmesi. 2. Kurum ve kuruluşlarda bir durumu görüşmek ve gerçeği meydana çıkarmak amacıyla yapılan geniş katılımlı toplantı.
genel grev is. Grevin bütün işçi kesimince uygulanması.
genel kadın is. Fuhşu meslek edinmiş kadın.
genelkurmay is. ask. Yurdun savunmasıyla ilgili bütün şart ve olayları göz önünde tutarak barışta ordunun eğitim ve donatımını, savaşta yüksek yönetimini düzenleyen makam, erkâmharbiyeiumumiye.
genel kurul is. Bir kuruluşta üyelerin tamamının katılımıyla yapılan toplantı.
genel kütüphane is. Bütün alanlarda yazılmış ve yayımlanmış kitapları, süreli yayınları ve belgeleri bünyesinde toplayan kütüphane, umumi kütüphane.
genelleme is. 1. Genellemek işi. 2. man. Zihnin genel düşünceler yapması işlemi veya özelden genele geçiş, tamim. 3. sos. Bir işlemin sonucu olan genel kavram, yargı, bilim yasası veya kuram.
genellemek (-i) Varlıklar veya olaylar arasındaki benzerlik bağıntılarını bir düşüncede toplamak, tamim etmek, belirlemek karşıtı.
genelleşme is. Genelleşmek işi, taammüm.
genelleşmek (nsz) Genel duruma gelmek, genel bir durum almak, taammüm etmek.
genelleştirilme is. Genelleştirilmek işi.
genelleştirilmek (nsz) Genelleştirme işi yapılmak.
genelleştirme is. 1. Genel duruma getirme. 2. fel. Tek tek veya özel durumlardan genel bir yasanın, önermenin çıkarılması, tamim.
genelleştirmek (-i) Genel duruma getirmek.
genelleyici sf. Genelleme işini yapan: "Ne var ki, genelleyici bakış açısı, bizi bazen yararlı ayrıntılara inmekten ister istemez alıkoyuyor." -R. Taner.
genelleyicilik, -ği is. Genelleme işini yapma.
genellik, -ği is. 1. Genel olma durumu, yaygınlık, umumiyet. 2. man. Genel düşüncenin, yani kavramın özelliği.
genellikle zf. Genel olarak, büyük bir çoğunlukla, çoğu kez, çoğunlukla, çoklukla, ekseri, ekseriya, ekseriyetle, umumiyetle: Türkler genellikle konukseverdir.
genelme is. Genelmek işi. genelmek (nsz) hlk. Genişlemek. genel müdür is. Bir kurum veya kuruluşta yönetimin en üst düzeydeki sorumlusu.
genel müdürlük, -ğü is. 1. Genel müdür olma durumu. 2. Genel müdürün yetkisi ve makamı. 3. Genel müdürün bulunduğu bina.
genel ölçek, -ği is. Fazla ayrıntıya girmeden yapılan ölçüm.
genel sekreter is. Bazı kamu kuruluşlarında, siyasi partilerde veya büyük özel kuruluşlarda yönetim işlerini yürüten görevli, genel yazman, umumi kâtip.
genel sekreterlik, -ği is. 1. Genel sekreter olma durumu. 2. Genel sekreterin yetkisi ve makamı, genel yazmanlık.
genel uygunluk bildirimi is. Umum mutabakat beyannamesi.
genel yazman is. Genel sekreter.
genel yazmanlık, -ğı is. Genel sekreterlik.
genel yetenek, -ği is. Ölçüleri yeteneklerin ortalaması sayılan yetenek.
genel zekâ is. eğt. 1. Bireyin belli, özel veya bağımsız yeteneklerinden ayrı olarak karşılaştığı genel durumlara uymadan gösterdiği yetenek veya güç. 2. Zekâ testleriyle ölçülen değişik yetenek ve güçlerin birleşimi.
general, -li is. Alm. General ask. Kara ve hava kuvvetlerinde albaylıktan sonra gelen ve mareşalliğe kadar olan yüksek rütbeli subaylara verilen genel ad.
→ korgeneral, orgeneral, tuğgeneral, tümgeneral
generallik, -ği is. 1. General olma durumu. 2. General rütbesi. 3. Generalin görevi veya makamı.
→ korgenerallik, orgenerallik, tuğgenerallik, tümgenerallik
genetik, -ği is. Alm. Genetik biy. Bitki, hayvan ve insanlarda kalıtım olaylarını İnceleyen biyoloji dalı, kalıtım bilimi.
geniş sf. 1. Eni çok olan, enli, vâsi: "Geniş, bomboş bir taşlığın serin, rutubetli küf kokusu duyuldu." -P. Safa. 2. Alanı büyük olan, dar karşıtı: "Bu ağaç, bir geniş bostan duvarının dış tarafında idi." -O. C. Kaygılı. 3. Bol (elbise). 4. mec. Kapsamı büyük, dar sınırlar içinde kalmayan, yaygın: Geniş anlamlı. 5. mec. Kolay kolay tasalanmayan, hoşgörülü, rahat: "Besbelli geniş, olabildiğince umursamaz görünmek istiyordu." -A. ilhan. 6. mec. Çok: Geniş iş alanları sağlandı. geniş bir nefes almak sıkıntılı bir durumdan kurtulmak, ferahlığa kavuşmak. geniş karşılamak hoşgörü ile değerlendirmek: "Bu vahim skandali, bu mahdut dışarlık çocuğu niçin bu kadar geniş karşılıyordu?"-R.N.Güntekin.
→ geniş açı, geniş çaplı, geniş gönüllü, geniş görüşlü? geniş mezhepli, geniş paça, geniş ufuklu, geniş ünlü, geniş yürekli, geniş zaman, geniş zaman görünümü, eli geniş, havsalası geniş, içi geniş, işkembesi geniş, karnı geniş, mezhebi geniş, ufku geniş, yüreği geniş
geniş açı is. mat. Bir dik açıdan daha büyük olan açı.
geniş çaplı sf. 1. Ayrıntılı, bütün yönleri içine alan. 2. zf Derinlemesine, bütün yönleriyle.
genişçe sf Biraz geniş: "Babam bu güvercinlere, gaz sandıklarından genişçe bir yuva yaptı." -M. Ş. Esendal. genişçe konuşmak uzun uzun, bol bol konuşmak, söyleşmek, sohbet etmek: "Buluştuk, görüştük, daha da genişçe konuşmak için beni evine, akşam yemeğine götürdü." -M. Ş. Esendal.
geniş gönüllü sf. Her olayı hoş karşılayan (kimse).
geniş gönüllülük, -ğü is. Geniş gönüllü olma durumu.
geniş görüşlü sf. Konuları çok yönlü değerlendiren (kimse).
geniş görüşlülük, -ğü is. Konuları çok yönlü değerlendirme işi veya biçimi.
genişleme is. Genişlemek işi.
→ anlam genişlemesi
genişlemek (nsz) 1. Geniş duruma gelmek, büyümek. 2. Bollaşmak. 3. Rahat bir duruma gelmek, açılmak, ferahlamak: "Ahali dar parmaklıklardan kurtulur kurtulmaz, yelpaze gibi açılıp genişleyerek dağılıyorlardı." -P. Safa. 4. mec. Yaygın duruma gelmek: Ünü, ölümünden sonra daha da genişlemişti.
genişletilme is. Genişletilmek işi.
genişletilmek (nsz) Genişletme İşi yapılmak.
genişletme is. 1. Genişletmek işi. 2. ed. Bir konuyu, ayrıntılarını katarak geliştirme.
genişletmek (-i) Geniş duruma getirmek: "Türkler fetihten sonra İstanbul'u, eskisine nispetle çok genişlettiler." -Y. K, Beyatlı.
→ damargenişleten
genişlik, -ği is. 1. Geniş olma durumu: "O-muzları ile kalçaları aynı genişlikte." -S. F. Abasıyanık. 2. En, boy karşıtı.
geniş mezhepli sf. Mezhebi geniş.
geniş paça is. Normal ölçüyü aşan genişliği bulunan pantolon, şalvar paçası.
geniş ufuklu sf. Görüşü ve bakış açısı geniş olan (kimse).
geniş ufukluluk, -ğu is. Geniş ufuklu olma durumu.
geniş ünlü is. db. Alt çenenin açılmasıyla oluşan ünlü: a, e, o, Ö.
geniş yürekli sf. Hemen, çabucak telaş göstermeyen, merak etmeyen, tasasız (kimse).
geniş yüreklilik, -ği is. Geniş yürekli olma durumu.
geniş zaman is. dbl. Fiilin her zaman yapıldığını, yapılmakta olduğunu veya yapılacağını belirten zaman. Türkçede bu kip -r, -ir veya -er ekiyle kurulur: Başlar (başlar), geliriz (gel-ir-iz), severim (sev-er-im) gibi.
→ geniş zaman görünümü, geniş zaman sıfat-fiili
geniş zaman görünümü is. dbl Geniş zaman sıfat-fiiliyle yardımcı fiilin birlikte kullanılmasından doğan görünüm: Gelmez olmak. Görünmez olmak gibi.
geniş zaman sıfat-fiili is. dbl. Fiilin her zaman yapıldığını, yapılmakta olduğunu veya yapılacağını belirten sıfat-fiil. Türkçede bu biçim -ir, -er, -mez ekleriyle kurulur: Gelir (varidat), gider (masraf), güler yüz, bitmez iş, dinmez ağrı, görünmez kaza gibi.
genitif is. Fr. genitifdbl Tamlayan durumu.
geniz, -nzi is. Ağız ve burun boşluğunun arka bölümü: "Genzi iyice yanmıştı, konuşamıyordu, başım iki yana sarsarak niçin diye sordu." -T. Buğra, genizden konuşmak (veya çıkarmak) burnu tıkalı gibi konuşmak: "Genzinden çıkardığı seslerle ağlama taklidi yapıyordu." -O. C. Kaygılı.
→ geniz ünlüsü, geniz ünsüzü
genizsil sf dbl. Geniz özelliği taşıyan, nazal.
genizsilleşme is. dbl. Dudak ünsüzünün geniz ünsüzüne dönmesi. Türkçede ve Türk lehçelerinde b sesinin m sesine dönmesi gibi.
geniz ünlüsü is. dbl. Geniz yoluyla çıkan ünlü. Türkçede bu ünlü n sesiyle birlikte kullanılır: Tanrı, sonra, deniz kelimelerindeki a, o, e ünlüleri gibi.
geniz ünsüzü is. dbl. Geniz yoluyla çıkan n ünsüzü.
genleşme is.fiz. Genleşmek işi.
→ genleşme kat sayısı, genleşmeölçer
genleşmek (nsz) fiz. Bir cisim birleşimi ve yapısı değişmeden ısı etkisiyle hacimce büyümek.
genleşme kat sayısı is. fiz. Birim nicelikte bir maddenin 1 °C sıcaklık artışında gösterdiği hacim genişlemesi.
genleşmeölçer is. fiz. Isınan sıvıların görünür genleşme kat sayılarını belirleyen araç, dilatometre.
genleştirme is. Genleştirmek işi.
genleştirmek (-i) fiz. Sıcaklığını yükselterek bir cismin yapısını ve birleşimini bozmadan hacmini, boyunu artırmak.
genlik, -ği is. 1. Genişlik. 2. fiz. Dalga genliği. 3. hlk. Bolluk, refah.
→ dalga genliği
genom is. Fr. genome biy. Gametlerde bulunan kromozomlar.
genosit is. Jenosit.
gensoru is. (ge'nsoru) Türkiye Büyük Millet Meclisinde başbakana veya bakanlardan birine, milletvekilleri tarafından açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenebilen soru, istizah: "Türkiye'Büyük Millet Meclisi genel görüşme, gensoru ve meclis soruşturması yollarıyla denetleme yetkisini kullanır. " -Anayasa.
→ gensoru önergesi
gensoru önergesi is. Gensoru teklifinde bulunma.
genzek, -ği sf. hlk. Genizden konuşan.
genzel sf. Genizsil.
geodezi is. Fr. geodesie Yer yuvarlağının büyüklüğü ve biçimi ile İlgili ölçme yollarını ve haritaların yapılmasında temel değerleri veren bilim dalı.
geoit, -di is. Fr. geoide Yerkürenin geometrik olmayan gerçek biçimi.
geometri is. Fr. geometrie 1. Nokta, çizgi, açı, yüzey ve cisimlerin birbirleriyle ilişkilerini, ölçümlerini, özelliklerini inceleyen matematik dalı, hendese. 2. Bu konu ile ilgili olan kitap veya ders.
→ düzlem geometri, tasarı geometri, uzay geometri
geometrik, -ği sf. Fr. geometriaue Geometriyle ilgili veya geometriye uygun olan, hendesi: "Toprak yüzeyinde geometrik biçimde yontulmuş büyük taşlar görünüyordu. " -Halikarnas Balıkçısı.
→ geometrik çizim, geometrik dizi, geometrik yer
geometrik çizim is. mat. Cetvel, pergel vb. ile elde edilen çizgi.
geometrik dizi is. mat. Ardışık terimleri arasındaki oranı değişmeyen dizi: 2, 4, 8, 16 dizisi geometrik bir dizidir ve ortak çarpan denilen değişmez oram 2'dir.
geometrik yer is. Aynı özellikleri olan noktaların oluşturdukları çizgi veya yüzey: Bir nokta çevresinde, bu noktaya olan uzaklıkları eşit bulunan bütün noktaların geometrik yeri düzlemde daire, uzayda ise küredir.
gepegencecik, -ği sf. Çok genç, körpe.
gepegenç, -ci sf. (gepe'genç) Gepgenç, pek genç.
gepgenç, -ci sf. (gepgenç) 1. Çok genç: "ölüm bu gepgenç, bu dipdiri insanı yatağında değil, bir kapı önünde ayakta aldı götürdü." -H. Taner. 2. zf. Çok genç olarak, çok gençken: Gepgenç öldü.
gerçeğe aykırı sf Gerçeğe uymayan, hilafıhakikat.
gerçeğe aykırılık, -ğı is. Gerçeğe uymama, aykırı olma durumu.
gerçeğe uygun sf Gerçeğe uyan.
gerçeğe uygunluk, -ğu is. Gerçeğe uygun olma durumu.
gerçek, -ği sf. 1. Bir durum, bir nesne veya bir nitelik olarak var olan, varlığı inkâr edilemeyen, olgu durumunda olan, hakiki: Kâğıt paranın saymaca değeri varsa da gerçek değeri yoktur. 2. Yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat. 3. Aslına uygun nitelikler taşıyan, sahici: Gerçek elmas. Gerçek hikâye. 4. Temel, başlıca, asıl: "Bir kişinin ahlaklı olması için, o benim dediğim gerçek ahlaka erişebilmesi için bir iç âlemi olmalıdır." -N. Ataç. 5. Doğadaki gibi olan, doğayı olduğu gibi yansıtan: Bu peyzajdaki çiçekler son derece gerçek. 6. Yapay olmayan. 7. is. Gerçeklik, realite: "Her hâlde o gün imparatorluğun Ölümü apaçık bir gerçekti." -H. E. Adıvar. 8. is. Doğruluk: "Bu laflarda gerçek payı ne kadar çoksa, duygu payı da ondan az değildir." -B. Felek. 9. fel. Düşünülen, tasarımlanan, İmgelenen şeylere karşıt olarak var olan.
→ gerçek dışı, gerçek kişi, gerçek mantarlar, gerçek sayı, gerçeküstü, gerçeğe aykırı, gerçeğe uygun
gerçekçi sf. 1. Gerçeği gören ve ona göre davranan veya gerçeğe uygun olarak yapılan, realist: "Halkçı olduğu kadar gerçekçiydi Atatürk." -S. Eyuboğlu. 2. Gerçekçilik yanlısı olan, realist: "Geçmişi geçmişte bırakıp bugüne bakmak daha gerçekçi bir yaklaşımdır." -H. Taner.
→ toplumcu gerçekçi, yeni gerçekçi
gerçekçilik, -ği is. 1. Gerçekçi tutum ve davranış, realizm. 2. Gerçekleri olduğu gibi yansıtmaya çalışan sanat çığırı, realizm: "Çağımızda gerçekçilik akımlarının güçlenmesi, sinema sanatında da etkisini gösterdi. " -N. Cumalı. 3. fel. Bilinçten bağımsız bir gerçekliğin var olduğunu benimseyen görüş, realizm.
→ toplumcu gerçekçilik, yeni gerçekçilik
gerçek dışı sf. Gerçeğin dışında olan, gerçek olmayan.
gerçek dişilik, -ğı is. Gerçek dışı olma durumu.
gerçek kişi is. Hakiki şahıs: "Anayasa mahkemesi kararları idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar." -Anayasa.
gerçekleme is. Gerçeklemek işi, teyit.
gerçeklemek (-i) Bir şeyin doğruluğunu herhangi bir şeyle ortaya koymak, teyit etmek.
gerçekleşme is. Gerçekleşmek işi, tahakkuk: "Kurduğu hülyalar yavaş yavaş gerçekleşmeye yüz tutuyordu." -O. C. Kaygılı.
gerçekleşmek (nsz) Gerçek olmak, gerçek durumuna gelmek, meydana gelmek, tahakkuk etmek.
gerçekleştirilme is. Gerçekleştirilmek işi.
gerçekleştirilmek (nsz) Gerçek duruma getirilmek: "... planım önce sinsi sinsi, sonra açıktan açığa gerçekleştirmeye başlayınca..." -H. Taner.
gerçekleştirme is. Gerçekleştirmek işi.
gerçekleştirmek (-i) Gerçek duruma getirmek, yapmak, ortaya koymak.
gerçekli sf. Gerçeklenmiş, gerçek olduğu anlaşılmış, muhakkak.
gerçeklik, -ği is. Gerçek olan, var olan şeylerin tümü, hakikat, şeniyet, realite.
gerçek mantarlar ç. is. bot. Bağlarda mildiyu hastalığını yapan emeçleri iyi gelişmiş mantarlar (Peronospora viticola).
gerçek sayı is. mat. Bir eksen üzerindeki bir noktanın yerini belirlemeye yarayan sayı.
gerçekte zf. Aslında, tam anlamıyla, hakikatte: "Kumpanyanın kurulmasında başı çeken gerçekte, ecnebi bir banka." -A. İlhan.
gerçekten zf (ge'rçekten) Gerçek olarak, hakikaten, sahi, sahiden, filhakika, filvaki: "Hiçbir genç adam, ölümü gerçekten düşünmemiştir. " -N. Ataç.
gerçeküstü is. Gerçeği aşan, gerçeğin üstündeki gerçek, sürrealite.
gerçeküstücü is. 1. Gerçeküstücülükten yana olan kimse, sürrealist. 2. Gerçeküstücülükle ilgili olan görüş, eser vb., sürrealist.
gerçeküstücülük, -ğü is. Aklın, geleneklerin, alışkanlıkların denetiminden uzak bilinçaltı gerçeklerini yansıtan, yani bilinen gerçekle bağını kesip kendince bir gerçek yaratmak amacını güden edebiyat ve sanat akımı, sürrealizm.
gerçi zf. (ge'rçi) Far. gerçi Her ne kadar ... ise de, vakıa: "Mahallen gerçi sakindir, sakindir ama civcivli de bir mahalledir." -S. F. Abasıyanık.
gerdan is. Far. gerden 1. Vücudun omuzlarla baş arasında kalan ön bölümü: "Başını geri atıp gerdanını olanca beyazlığıyla göstererek sarsıla sarsıla güldü." -H. Taner. 2. Şişmanlarda çenenin altındaki tombulluk: "Sivri çenenin altında iki kat bir gerdan." -A. Gündüz. 3. Kesim hayvanlarında boyun. gerdan kırmak 1) naz ile boynu başla birlikte iki yana oynatarak kırıtmak: "Avrupa tiyatrosunda işveli gerdan kırışları, meşhur kantolarıyla, ortalığı kırıp geçirdiği zamanlar!" -A. İlhan. 2) mec. boynu, başı geriye oynatarak büyüklük taslar bir durum almak.
gerdaniye is. (gerdaıniye) Far. gerdan + Ar. -iyye muz. Klasik Türk müziğinde ince sol notasını andıran perde ve bir makam adı.
→ gerdaniyebuselik
gerdaniyebuselik, -ği is. (gerda:niyebuselik) müz. Gerdaniye makamı ile buselik beşlisinden oluşan bir birleşik makam.
gerdanlık, -ğı is. Çoğu değerli taş ve madenlerden veya altın paradan yapılmış, boyna takılan takı: "İki kadının boynuna çok değerli gerdanlıklar takılmıştır." -S. Birsel.
gerdek, -ği is. Far. girdek 1. Gelin ve damadın düğün gecesi baş başa kalmaları ve ilk kez birlikte olmaları. 2. Zifaf: "İki yüz yaşına bastıktan sonra mı gerdek sefası süreceğiz acaba?" -F. R. Atay. gerdeğe girmek güveyi düğün gecesi gelinle bir araya gelmek.
gerdel is. Yun. 1. Süt vb. şeyler koymaya, hayvanlara yem vermeye yarayan kova biçiminde tahta veya deriden kap. 2. den. Gemilerde temizlik işlerinde kullanılan, saç veya pirinç çemberli tahta kova.
gerdirilme is. Gerdirilmek işi.
gerdirilmek (nsz) Gerdirme işi yapılmak.
gerdirme is. Gerdirmek işi.
gerdirmek (-i, -e) Germe işini yaptırmak: "Eski bir bağ kulübesinin duvarları üstüne bir çadır gerdirmiş, içinde yaşıyordu." -M. Ş. Esendal.
gereç, -ci is. Bir şey yapmak için kullanılması gereken maddeler, malzeme, materyal: "Bu sarayların bütün gereci Londra'dan taşınmıştır." -S. Birsel.
gereğince zf. (gereği'nce) Gereği gibi, gereğine göre, gerektiği gibi, mucibince.
gerek, -ği sf. 1. Bir şeyin yapılabilmesi veya olabilmesi ona bağlı olan, lazım: "Mecnunlara Leyla gerek, bana seni gerek seni." -Yunus Emre. 2. is. İcap: "... millî güvenlik gereklerinin ihlal edilmesi... hâlinde belirli bir toplantı ve gösteri yürüyüşünü yasaklayabilir." -Anayasa. 3. bağ. Kelimeleri, kelime öbeklerini, görevdeş öğeleri birleştirme, eşitlik, istenileni seçme vb. anlamlar katarak bağlayan kelime: "Gerek baba, gerek de ana tarafından sofuluk göreneğine vâris olmadım." -Y. K. Beyatlı. ...sa gerek güçlü ihtimal belirten bir söz: "Bunların bir bildikleri olsa gerek." -M. Ş. Esendal. gerek görmek yapılmasını istemek: "Meclis ... gerek gördüğü takdirde ilgilinin Yüce Divana şevkine karar verir." -Anayasa, gereği düşünülmek bir sorunu sonuçlandırmak için tutulacak yolu kararlaştırmak, gereği gibi nasıl olması gerekli ise öyle: Gereği gibi davranmak.
→ neme gerek
gerekçe is. 1. Gerektirici sebep, esbabımucibe: "Her hâlde kendince bir gerekçesi olmalı." -H. Taner. 2. huk. Bir yasanın önerilmesi ve hazırlanmasında, yasa tasarısının hazırlanış ve maddelerin düzenleniş sebepleri. 3. huk. Mahkeme kararlarında, kararın dayandığı yasal ve hukuksal sebeplerin gösterilmesi. 4. man. ve mat. Bir önermenin kendiliğinden var kıldığı gereklik, lazıme. gerekçe göstermek gerektirici sebep ve doküman ileri sürmek.
gerekçelendirme is. Gerekçelendirmek işi veya durumu.
gerekçelendirmek (-i) Gerekçeli duruma getirmek.
gerekçeli sf. Gerekçeye dayanan, gerekçesi olan: "Üyelerin veya grupların verecekleri gerekçeli güvensizlik önergeleri bir tam gün geçtikten sonra oylanır." -Anayasa.
gerekçesiz sf. Gerekçeye dayanmayan, gerekçesi olmayan.
gerekçesizlik, -ği is. Gerekçesiz olma durumu.
gerekirci is.fel Belirlenimci.
→ yad gerekirci
gerekircilik, -ği is. fel. Belirlenimcilik.
→ yad gerekircilik
gerekli sf. Yapılması, olması veya bulunması uygun olan, yerinde olan, lüzumlu, vacip: Bize gerekli olan şey, adamakıllı bir harita, bir de kılavuz." -H. E. Adıvar. gerekli görmek yapılması icap etmek: "Başbakan, gerekli görürse ... Türkiye Büyük Millet Meclisinden güven isteyebilir." -Anayasa. gerekli kılmak icap ettirmek.
gerekli gereksiz zf. Yersiz, zamansız.
gereklik, -ği is. Gerek olma durumu, lüzum, icap, iktiza.
→ gereklik kipi
gereklilik, -ği is. Gerekli olma durumu, lüzum.
gereklilik kipi is. dbl Fiilin yapılması gerektiğini belirten isteme kipi. Türkçede bu kip -malı / -meli ekiyle kurulur: Gelmeliyim, gelmelisin, gelmeli, gelmeliyiz, gelmelisiniz, gelmeliler gibi.
gerekme is. Gerekmek işi, iktiza, istilzam.
gerekmek (nsz) Bir şeyin yapılabilmesi veya gerçekleşmesi bazı nesne, fiil vb.ne bağlı olmak, gerek olmak, lazım olmak, icap etmek, iktiza etmek: "Tepeören denilen köye şafak sökmeden varmamız gerekiyordu." -H. E. Adıvar.
gerekseme is. İhtiyaç.
gereksemek (4) Bir şeyi kendisi için gerek saymak, İhtiyaç duymak, muhtaç olmak.
gereksinim is. Eksikliği duyulan şey, ihtiyaç.
gereksinme is. Gereksinmek işi veya durumu.
gereksinmek (-e) İhtiyaç duymak.
gereksiz sf. 1. Gereği olmayan, yararsız, lüzumsuz. 2. zf Gereği olmayan, yararsız, lüzumsuz bir biçimde: "Ona danışmayı gereksiz görerek Sevim'e yöneldi." -N. Cumalı.
→ gerekli gereksiz
gereksizlik, -ği is. Gereksiz olma durumu, lüzumsuzluk.
gerektirim is. fel. Belirlenim.
gerektirme is. Gerektirmek işi, istilzam.
gerektirmek (-i) Gerekli kılmak, icap ettirmek, istilzam etmek.
gerelti is. hlk. Engel, perde.
geren is. hlk. Kuruyunca çatlayan toprak, verimsiz, tuzlu, killi toprak.
gergedan is. Far. kergeden zool. Gergedangillerden, sıcak ülkelerde yaşayan, burnunun üstünde bir veya iki boynuzu bulunan, kaim derili, saldırgan bir hayvan (Rhinoceros inducus).
→ gergedan böceği, denizgergedanı, Hint gergedanı
gergedan böceği is. zool. 4 cm'ye yakın boyda, erkeklerinde sert bir boynuz bulunan ve kurtçuk evresini, ağaç kökü kemirerek geçiren kın kanatlı böcek (Otyctes nasicornis).
gergedangiller ç. is. zool. Tek parmaklılar takımına giren gergedanları içine alan bir familya.
gergef is. Far. kâr + Ar. kejf Üzerine kumaş gerilerek nakış işlemeye yarar, çoğu dikdörtgen biçiminde olan çerçeve, gergef işlemek gergefle nakış işlemek.
gergi is. hlk. 1. Perde. 2. İp, kayış, tel vb.ni gerginleştirme işinde kullanılan araç.
gergili sf. Gergisi olan.
gergin sf. 1. Gerilmiş durumda olan: Gergin tel. Gergin kiriş. 2. Buruşuğu, kırışığı olmayan (cilt): "Siyah jarse elbisesi içinde, hâlâ diri, gergin vücuduyla güzel ve ihtişamlıydı." -P. Safa. 3. mec. Bozulacak duruma gelmiş olan (ilişki): Arkadaşımın kocasıyla arası gergin. 4. mec. Huzursuz, sinirli.
gergince sf. Biraz gergin.
gerginleşme is. Gerginleşmek işi.
gerginleşmek (nsz) Gergin duruma gelmek.
gerginleştirme is. Gerginleştirmek işi.
gerginleştirmek (-i) Gergin duruma getirmek.
gerginlik, -ği is. Gergin olma durumu: "Sinirlerimin gerginliği, nefesimin tıkanması hâlâ savulmadı." -S. M. Alus. gerginlik yaratmak gergin duruma getirmek.
gergisiz sf. Gergisi olmayan.
geri (I) is. 1. Arka, bir şeyin sonra gelen bölümü, art, alt taraf, ileri karşıtı: "Amerikan barın gerisinden işaret eden barmen seslendi." -N. Cumalı. 2. Bundan başkası: "Kaşla göz, gerisi söz." -Atasözü. 3. Son, sonuç: Sen gerisini düşünme. 4. Bir şeyin sona kalan bolümü: Yazının gerisi yarın yayımlanacak. 5. Geçmiş, mazi: "Artık geride Özleyeceğim hiçbir şey yok." -S. F. Abasıyanık. 6. Hayvanda boşaltım organının dışı. 7. sf. Eksik gösteren (saat): Bu saat beş dakika geridir. 8. sf. Aptal, anlayışsız. 9. sf. mec. Benzerlerine ayak uydurup ilerleyememiş, gelişememiş: Geri düşünce. Geri adam. 10. zf. Geriye doğru: "Bağına, bahçene, suyuna, toprağına veda ederek geri gidiyorum." -F. R. Atay. 11. ünl. "Geri dön, geri git!" anlamında bir söz. geri almak 1) verdiğini geri istemek; 2) geriye doğru götürmek: Koltuğu biraz geri al. 3) düşmandan kurtarmak; 4) arabayı geri geri götürmek için vites kolunu geri durumuna getirmek, geri basmak geri geri gitmek. geri çekilmek karıştığı bir işi sürdürmekten veya sürdürenler arasında bulunmaktan vazgeçmek, geri çevirmek 1) geri vermek, geldiği yere göndermek, iade etmek; 2) kabul etmemek, reddetmek: "Oğlunun hiçbir dileğini geri çevirmezmiş." -S. F. Abasıyanık. geri dönmek geldiği yere gitmek: "Arada gelenlerin çoğu kapıdan bakıp oturmadan geri dönüyorlardı." -N. Cumalı. geri durmak bir iş yapmaktan kaçınmak. geri gitmek kötüleşmek: İşler günden güne geri gidiyor, geri göndermek geldiği yere göndermek, iade etmek: "Eteğim gayet fena olmuş, terziye geri gönderdim." -M. Yesari. geri kalmak 1) arkada kalmak; 2) gecikmek; 3) çağdaşlarının ve yaşıtlarının düzeyine gelememek veya düzeyinde olmamak. (bir iş yapmaktan veya birinden) geri kalmamak 1) yapmaktan kaçınmamak: "Daima müttefikler lehine çarpışmaktan geri kalmadılar." -F. R. Atay. 2) birinden daha az başarılı olmamak, geri komamak yapmazlık etmemek, yapmak: Elinden geleni geri koma! geri saymak geriye doğru saymak, (bir şeyi) geri vermek aldığı yere veya kimseye vermek, iade etmek, geriye bırakmak tehir etmek, geriye dönmek yüzünü arkaya çevirip ters yöne gitmek: "Birden geriye döndü ve dönemeci geçer geçmez Hasan'la yüz yüze geldi." -O. C. Kaygılı. geriye yürümek huk. öncesini kapsamak: "İptal kararları geriye yürümez." -Anayasa.
→ geri bildirim, geri çekilme, geri hizmet, geri kafalı, geri kalmış, geri ödeme, geri plan, geri tepme, geri vites, geri zekâlı, geriden geriye, gerisin geri, ileri geri, cephe gerisi
geri (II) is. hlk. Araba üzerine gerilerek kenarları arabanın korkuluğuna tutturulan ve içine saman veya tahıl doldurulan büyük kıl çuval.
geriatri is. Fr. geriatrie Yaşlanma ile ilgili sağlık konulan üzerinde duran tıp dalı, yaşlılık bilimi.
geri bildirim is. Gönderilen bilgi ve talimatın alıcıda yaptığı etkiye ilişkin edinilen bilgi, dönüt.
gerici (I) sf. Toplumda çağdaş değerlere ve yeniliklere önem vermeyen, her yönüyle eskiyi özleyen veya eski düzeni getirmeye çalışan (kimse veya görüş), ilerici karşıtı, mürteci.
gerici (II) sf. (ge'rici) anat. Bir organı germeye yarayan (kas).
gericilik, -ği is. Gerici (I) olma durumu veya gerici davranış, İrtica: "Gericilik hortladı, Cumhuriyetin temelleri çatladı, diye yakınıyorlardı. " -Ç. Altan.
geri çekilme is. 1. ask. Savaşı daha elverişli şartlarda sürdürmek amacıyla bir askerî birliğin düşmandan çözülerek başka bir mevzi veya bölgeye hareket etmesi, ricat: "Paşa, geri çekilmelerde ve köy, kasaba, şehir kayıplarında bile, bu kayıpların kazanç yanları olduğuna hepsim inandırmıştı." -T. Buğra. 2. mec. Vazgeçme.
geriden geriye zf. 1. Gizlice, sinsice. 2. Uzaktan, yakın bir ilgi göstermeyerek.
geri geri zf. Geriye doğru, arka arka. geri geri çekilmek arka arka gitmek: "Hamit'in eteğini öpmüş ve geri geri çekilerek odadan çıkmış."-Y.Z. Ortaç.
geri hizmet is. ask. 1. Askerlik mesleğinin savaşta veya askerî harekâtta, yol, haberleşme, sağlık, yiyecek, içecek, silah sağlama vb. çok yönlü hizmetleri en akılcı, etkili ve seri bir biçimde plan ve programa bağlayıp uygulayan hizmetler bütünü, lojistik. 2. Ordunun türlü gereksinimi ile ilgili işlerin bütünü.
geri kafalı sf. Yenilikleri istemeyen, eskiye bağlı (kimse).
geri kafalılık, -ğı is. Geri kafalı olma durumu.
geri kalmış sf Az gelişmiş (ülke, toplum).
geri kalmışlık, -ğı is. Az gelişmişlik.
gerilek, -ği sf. Kendi üstüne geri dönen veya döner görünen.
gerileme is. 1. Gerilemek işi. 2. biy. Bir dokunun, bir organın bir evrim geçirmesi veya bir yapının basitleşmesi. 3. man. Sonuçlardan ilkelere, etkilerden sebeplere ve birleşiklerden yalınçlara doğru usa vurma işlemi. 4. psikol. Kavrama yeteneğinin giderek zayıflaması durumu. 5. esk. Geri çekilme, ricat.
gerilemek (nsz) 1. Geri çekilmek, geriye çekilmek: "Dürdane gerileyip baktı, kurnaz bir kahkaha ile göğsü oynadı." -M. Yesari. 2. Daha aşağı bir dereceye düşmek. 3. Hastalık, gelişmeksizin yok olmaya yüz tutmak. 4. mec. Bir tepki karşısında katı sayılan bir tutumdan vazgeçmek,
geriletme is. Geriletmek işi.
geriletmek (-i) Gerilemesine yol açmak.
gerileyici sf. Geri giden, gerileyen.
→ gerileyici benzeşme
gerileyici benzeşme is. dbl. Kelimelerde sonraki sesin önceki sesi etkilemesi: Eczacı > ezzacı, çarşanba > çarşamba gibi.
gerileyiş is. Gerileme İşi veya biçimi.
gerili sf. Gerilmiş olan.
gerilik, -ği is. 1. Geri olma durumu: "Kayıtsızlıktan, tembellikten, gerilikten kurtulmak için inanmak lazım." -O. S. Orhon. 2. psikol. İdrak etme yeteneğinde veya okul başarılarında yaşına göre geri kalma durumu.
→ zekâ geriliği
gerilim is. 1. Gerginlik, tansiyon: "Çayların dağılışı, gerilime bir çeşit ara verir gibi oldu." -H. Taner. 2. db. Konuşmada bir sesin ortaya çıkması için ses kirişlerinin gerginleşmesi, tansiyon. 3. fiz. İki ucundan ters yanlara çekilen bir telin her noktasında, o iki güce karşı koyan güç, tevettür. 4. fiz. Bir iletkenin uçları arasındaki gizil güç farkı, potansiyel farkı, voltaj. 5. psikol. ihtiyaçların karşılanamadığı veya bir hedefe yönelmiş davranışlar engellendiğinde ortaya çıkan coşkulu durum. 6. sin. ve TV Çeşitli yollara başvurularak filmde yaratılan sıkıntılı, gergin hava, tansiyon.
→ gerilimölçer, gerilim ölçümü, alçak gerilim, yüksek gerilim
gerilimli sf Gerilimi olan.
gerilimölçer is. tek. Buhar, ayrışma, yüzey vb.ne ilişkin gerilimleri ölçen alet, tansiyometre.
gerilim ölçümü is. 1. Sıvılardaki yüzey gerilimlerini belirleme işi, tansiyometri. 2. Mekanik gerilim niceliğini, birtakım ölçü araçlarından yararlanarak belirleme, tansiyometri.
gerilimsiz sf. Gerilimi olmayan: "Gerilimsiz cümlelerle az, ama kimseyi umursamadan konuşurdu." -Ç. Altan.
gerilimsizlik, -ği is. Gerilimsiz olma durumu.
geriliş is. Gerilme işi veya biçimi.
gerilla is. (geri'liâ) Fr. guerilla 1. Bağımsız, düzensiz çete. 2. Özellikle bir örgütten güç alan, baltalama eylemlerine girişen birlik. 3. Bu birlikten olan kimse.
→ gerilla savaşı, kır gerillası
gerillacı is. Gerilla savaşı yapan birliğe bağlı olan kimse.
gerillacılık, -ğı is. Gerillacı olma durumu.
gerillalaşma is. Gerillalaşmak işi.
gerillalaşmak (nsz) Gerilla gibi faaliyet göstermek.
gerillalık, -ğı is. Gerilla olma durumu.
gerilla savaşı is. Düşman kuvvetlerinin eylemlerini engellemek, baltalamak veya geciktirmek amacıyla gerillaların yaptığı savaş.
gerilme is. 1. Gerilmek işi. 2. sp. Kasların son uzama gücü ile vücudun bütün bölümlerinde oluşan gergin durum, gevşeme karşıtı.
gerilmek (nsz, -e) 1. Germe işi yapılmak, gergin duruma gelmek, belirli bir uzama ile çekilmek: "Koltuğunda şöyle bir gerilmiş, gülümseyerek yüzüme bakıyordu." -Y. Z. Ortaç. 2. Gergin bir biçimde açılmak: "Gülmek istedim, dudaklarım titreyip gerildi. " -A. Gündüz. 3. mec. Kasılmak. 4. mec. Kızmak, öfkelenmek, sinirlenmek. 5. mec. İlişki ve davranış bozulacak duruma gelmek.
geriniş is. Gerinme işi veya biçimi: "Ey göğsünde ilahî geriniş / Rüyalarıma hükmeden güzel!"-O.V.K.mık.
gerinme is. Gerinmek işi.
gerinmek (nsz) 1. Kolları açarak gövdeyi gergin bir duruma sokmak: "Geç uyanmıştı, geç ve güç. Yatakta uzun uzun gerindi, esnedi. " -A. İlhan. 2. mec. Rahatlık, mutluluk, övünç duymak: "Çapkın delikanlının hareketlerini ciddiye alan genç kız tatlı tatlı gerinirken kuru dudaklarından mesut tebessümler uçuşuyordu." -H. Taner.
→ esneye gerine
geri ödeme is. Alınan bir borcun ödenmesi.
geri plan is. Arka plan.
gerisin geri zf. 1. Geldiği yere veya ters yöne doğru, gerisin geriye. 2. Yeniden, tekrar, bir daha.
gerisin geriye zf. Gerisin geri: "Gerisin geriye birkaç adım yürüdü. Beline ağır bir şey çarptı." -P. Safa.
geriş is. 1. Germe işi. 2. hlk. Dağların ve tepelerin üst kısmı, sırt.
geri tepme is. Merminin atılışı sırasında namlu içinde gazların geriye doğru sıkıştırmasından ileri gelen hareket.
geri vites is. Otomobilin geri gitmesini sağlayan dişli düzeni.
geriz is. Far. kâriz Lağım, keriz, gerize taş atmak edepsiz bir kimseye edepsizliğini göstermeye fırsat vermek.
geri zekâlı sf. Zekâ düzeyi gelişmemiş (kimse).
geri zekâlılık, -ğı is. Geri zekâlı olma durumu.
Germanist öz. is. Fr. germaniste Cermen dilleri uzmanı.
Germanistik, -ği öz. is. Alm. Germanistik Cermen dillerini konu olan bilim dalı.
Germanofil öz. is. Fr. germanophile Alman dostu, Alman yanlısı, Almansever kimse.
germanyum is. (germa'nyum) Fr. germanium, Germania adından kim. Atom numarası 32, atom ağırlığı 72,6, yoğunluğu 5,46 olan, 937,4 °C'de eriyen, kalay ve silisyumu andırır, az rastlanır bir element (simgesi Ge).
germe is. 1. Germek işi. 2. sp. Birbirine yaklaşık bükülü vücut bölümlerini, gerici kasların çalışmasıyla birbirinden iyice uzaklaştırma, bükme karşıtı. 3. hlk. Bir yeri bölmek, sının belli etmek için yapılan tahta perde.
germek, -er (-i) 1. Bir şeyin uçlarından veya kenarlarından çekerek gergin duruma getirmek: "Yayı daha germe /Kıracaksın." -B. Necatigil. 2. (-i, -e) Gergin bir şeyle örtmek. 3. Kol, bacak, uzatmak. 4. mec. Gergin duruma getirmek, gerginlik yaratmak, sinirlendirmek.
germen is. (ge'rmen) Lat. biy. Canlı yaratıklarda gametlere dayanan ve gametlerle taşınan üreme öğelerinin tümü.
gerundium is. (geru'ndium) Alm. Gerundium dbl. bk. zarf-fiil.
gerzek, -ği sf. argo Geri zekâlı.
Gerze tavuğu is. zool. Karadeniz bölgesinin genellikle siyah renkli ibikleri boynuz biçiminde çatallı, yerli bir tavuk ırkı.
geştalt is. Alm. Geştalt 1. Psikolojik olayların bir bütün veya biçim olduğunu savunan görüş. 2. Biçim, boy, durum, yapı.
gestapo is. Alın. Geheime Staalspolizei''dan Almanya'da Hitler döneminde kurulan gizli, siyasi polis örgütü.
getiri is. 1. Faiz: Yıllık getiri. 2. Kazanç, kâr. 3. Yarar: Bu çalışmanın bana getirişi çok oldu.
getirilme is. Getirilmek işi veya durumu.
getirilmek (nsz) Gelmesi sağlanmak.
getirim is. Getirme işi.
getirimci is. Getirim sağlayan şey veya kimse.
getirimli sf. Getirimi olan.
getiriş is. Getirme işi veya biçimi.
getirme is. Getirmek işi.
getirmek (-i, -den; -e) 1. Gelmesini sağlamak: "Dün bir deri bir kemik hâlinde eve getirip bırakmışlar." -R. N. Güntekin. 2. Bir şeyi yanında veya üstünde bulundurmak. 3. Erişmek veya eriştiğini sanmak: Baharı getirdik. 4, İleri sürmek: Örnek getirmek. 5. Sebep olmak, ortaya çıkarmak: Bu rüzgâr kar getirir. 6. İletmek, bildirmek: "Bir zabit nefes nefese şu haberi getirdi." -O. S. Orhon. 7. Sağlamak: "Haftada bir cuma günleri işleyen küçük bir kahve ayda ne kadar gelir getirirse." -Ö. Seyfettin. 8. Bir makama atamak veya seçmek. 9. (yar) Bazı kelimelerle birleşik fiil yapar: Ateh getirmek. Nedamet getirmek. ...-ına (veya ...-ine) getirmek birini, istediğini yaptıracak duruma getirmek.
→ geviş getirenler, geviş getirmeyenler
getirtme is. Getirtmek işi.
getirtmek (-i, -e) Getirme işini yaptırmak.
getr is. Fr. guetre Bacağın alt bölümünü ve ayakkabının üstünü örten kumaş veya köseleden yapılmış bir tür tozluk: "Belinde manevra kayışı, ayaklarında getrler, mahmuzlar, yanında da kasatura." -M. Ş. Esendal.
getto is. Fr. ghetto sos. 1. esk. Avrupa ülkelerinde Yahudilerin gönüllü olarak veya zorlanarak yerleştirildikleri ve her türlü gereksinimlerini başka yere gitmeden karşılayabildikleri mahalle, Yahudi mahallesi. 2. Bir yerleşim bölgesinin, aynı şehirden gelen insanların yerleştiği bölümü.
geveleme is. Gevelemek işi: "Bu çeşit bunak gevelemeleri yaşlı dostlar çevresinde hoş görülebilir." -H. Taner.
→ eveleme geveleme
gevelemek (-i) 1. Bir şeyi çiğnemeden ağız içinde evirip çevirmek: "Kirli suratlı üç çocuk, ellerindeki birer dilim ekmeği geveleyip duruyorlar." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Bir sözü tam olarak ve açıkça söylememek: "Saatlerce asıl maksadımı ağzımın içinde gevelemekle kalıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ evelemek gevelemek
geveleyiş is. Geveleme işi veya biçimi.
geven is. bot. Baklagillerden, çok yıllık, bazı türlerinden kitre denilen zamk çıkarılan, dikenli bir çalı, keven (Astragalus).
→ bozgeven
gevenlik, -ği is. Geveni çok olan yer.
geveze sf. 1. Çok konuşan, çenesi düşük, lafçı, lafazan, zevzek, lakırtı ebesi, lakırtı kavafı: "Öyle geveze ki, ben sormadan anlatmaya başladı." -R. Taner. 2. mec. Sır saklamayan, boşboğaz: "Haydi çocuklar ... şu gevezenin yalanım ortaya vurmak için çıkalım." -P. Safa.
gevezelenme is. Gevezelenmek işi, zevzeklenme.
gevezelenmek (nsz) Gevezelik etmek, zevzeklenmek: "Şakir Efendi, gittikçe yaklaştıkları meyhane masasının keyfiyle şimdi gevezeleniyor." -R. H. Karay.
gevezelik, -ği is. 1. Geveze olma durumu, zevzeklik, lafazanlık. 2. Düzensiz, gelişigüzel konuşma, yazma: "Hikâyeye girmeden evvel uzun uzun gevezelikler yapmamalıyız." -S. F. Abasıyanık. gevezelik etmek 1) saçma sapan konuşmak, zevzeklik etmek; 2) yarenlik etmek.
gevher is. Far. gevher esk. Cevher.
geviş is. Bazı hayvanların yutmuş olduğu yiyeceği ağzına getirip yeniden çiğnemesi. geviş getirmek yutmuş olduğu yiyeceği midesinden ağzına çıkarıp yeniden çiğnemek: "Bir kuzu yere çömelmiş, geviş getiriyordu. " -S. F. Abasıyanık.
→ geviş getirenler, geviş getirmeyenler
geviş getirenler ç. is. zool. Çift parmaklı hayvanların, sindirim organları geviş getirmeye uygun olan alt takımı: Sığır, deve, koyun geviş getirenlerdendir.
geviş getirmeyenler ç. is. zool. Çift parmaklılar takımına giren, mide yapıları basit olan bir alt takım.
gevme is. Gevmek işi. .
gevmek, -er (-i) hlk. Ağızda katı bir şey çiğnemek, geviş getirmek.
gevrecik, -ği sf. 1. Çok gevrek veya incecik: "İğdenin dalı gevrecik olur / Basmaya gelmez. " -Halk türküsü. 2. Çok taze, yumuşacık.
gevrek, -ği sf. 1. Kolayca kırılıp ufalanan: Bazı taşlar çok gevrek olur. 2. Şen, neşeli (gülüş): "Faik'in şişkin ağzından gevrek bir kahkaha boşaldı." -P. Safa. 3. is. Ağzın içinde kolayca parçalanıp dağılacak biçimde hazırlanmış bir tür çörek, gevrek gevrek gülmek 1) kendine güvenip karşısındakini küçümsemek: "Diğer dükkânların satılmayan mallarım ben sanki ne yapayım diye gevrek gevrek gülerek kendi kendine hak verirdi." -A. Ş. Hisar. 2) neşeli ve kendine güvenli biçimde gülmek.
→ karagevrek
gevrekçî is. Gevrek yapan veya satan kimse.
gevrekçilik, -ği is. Gevrekçinin işi veya mesleği.
gevreklik, -ği is. 1. Gevrek olma durumu. 2. fiz. Bir maddenin kolay kırılabilir olma durumu.
gevreme is. Gevremek işi.
gevremek (nsz) 1. Kolay kınlu- duruma gelmek. 2. hlk. Ekin olgunlaşmak.
gevretilme is. Gevretilmek işi.
gevretilmek (nsz) Gevreme işi yapılmak.
gevretme is. Gevretmek işi.
gevretmek (-i) Bir şeyin gevremesini sağlamak.
gevşek, -ği sf. 1. Sıkı veya gergin olmayan, gevşemiş olan: "Bizim dost, gevşek kravatıyla, çözük yakasını şöyle bir okşadı." -Ç. Altan. 2. mec. Cansız, hareketsiz, iradesiz. 3. zf mec. İlgisiz, kayıtsız bir biçimde: "Bu konuda gevşek davranırsanız periler diyarına akla gelmeyecek sevimsiz bir yoldan gitmek de var." -B. R. Eyuboğlu.
→ gevşek ağızlı, gevşek vurgu, ağzı gevşek
gevşek ağızlı sf. Geveze, boşboğaz (kimse).
gevşeklik, -ği is. 1. Gevşek olma durumu. 2. mec. İlgisiz, kayıtsız davranış: "O yıllarda, hiç dayaksız çocuk okutmak, hocanın gevşekliğini gösterirdi." -M. Ş. Esendal. 3. mec. Uyuşukluk, kesiklik, rehavet: "Bütün vücudunda, damarlarında, kemiklerinin oynak yerlerinde, etlerinde bir sızı, bir gevşeklik..."-P. Safa.
→ ağzı gevşeklik, bel gevşekliği
gevşek vurgu is. dbl. Üzerinde vurgu olan bir ünlüden sonra, ünsüzle başlayan bir hecenin gelişiyle zayıflayan vurgu.
gevşeme is. 1. Gevşemek işi. 2. mec. İsteğin, çabanın, ciddiyetin azalması: "Vicdan hürriyetine değil, ahlak gevşemesine şahit oluyoruz. " -H. C. Yalçın. 3. biy. Kalbin atmasında kasılmadan sonra gelen dinlenme ve içine kan dolma dönemi. 4. ekon. Para piyasasında değer yitimi: Uluslararası piyasalarda doların gevşemesi iç piyasalara yansıdı. 5. psikol. Gerilen kasların veya öfke, kaygı, korku vb. coşkularla artan ruhsal gerilimin normal duruma gelmesi. 6. sp. Gerilmiş vücut bölümlerinin, direnci olmadan kendi ağırlıklarıyla, bazı hareketlerle yeniden kendi durumuna gelmesi, gerilme karşıtı.
gevşemek (nsz) 1. Sertlik ve gerginliği bozulmak: "Kar kalkmış, hava açmış, ayaz gevşemişti." -A. Gündüz. 2. Çözülmek: Boynuna dolanan kolları gevşedi. 3. mec. Yumuşamak, yatışmak, sakinleşmek: "Poker lafım işitmesin, eli ayağı gevşiyor." -A. İlhan. 4. argo Sevmek, hoşlanmak. 5. ekon. Para piyasasında değer yitirmek.
gevşetilme is. Gevşetilmek işi.
gevşetilmek (-i) Bir şeyin gevşemesini sağlamak, bir şeyi gevşek duruma getirmek.
gevşetme is. Gevşetmek işi.
gevşetmek (-i) 1. Sertlik ve gerginliğini bozmak. 2. mec. Rahatlatmak, sakinleştirmek.
gevşeyiş is. Gevşeme işi veya biçimi.
geyik, -ği is. 1. zool. Geyikgillerden, erkeklerinin başında uzun ve çatallı boynuzlan olan memeli hayvan (Cervus elaphus). 2. argo Karısının veya bir kadın yakınının ihanetine uğramış erkek, geyik etine girmek genç kız, erginlik çağma girmek, geyikler kırkımında hiçbir zaman.
→ geyik böceği, geyik dikeni, geyikdili, geyik muhabbeti, geyik otu, alageyik, Kanada geyiği, Ren geyiği
geyik böceği is. zool. Geyik boynuzunu andıran sağlam çeneleriyle, orman ve tarım ağaçlannı kemirerek beslenen, 20-60 mm boyunda kın kanatlı böcek (Lucanus cervus).
geyik böcekleri ç. is. zool. Geyik böceği vb.ni içine alan km kanatlılar familyası.
geyik dikeni is. bot. Akdiken.
geyikdili is. bot. Eğrelti otugillerden, Kuzey ve Batı Anadolu'nun kıyı kesimlerinde yetişen, yapraklan uzunca dil biçiminde çok yıllık otsu bir bitki (Scolopendrium officinale).
geyikgiller ç. is. zool. Geviş getirenlerden geyik, alageyik, karaca vb. hayvanları içine alan bir familya.
geyik muhabbeti is. 1. Yararsız, uzun uzadıya konuşma. 2. Gevezelik etme.
geyik otu is. bot. Sedef otugillerden, bahçelerde süs olarak yetiştirilen güzel kokulu bir bitki (Dictamnus fraxinella).
geyşa is. İng. geisha 1. Dansçı ve şarkıcı Japon kadını. 2. Özel olarak konuk ağırlamak için yetiştirilmiş Japon kadını.
geyşabk, -ğı is. Geyşa olma durumu.
gez (I) is. 1. Okun, kirişe geçen ucundaki kertik. 2. Tüfek, tabanca vb. ateşli silahlarda namlunun gerisinde bulunan ve nişan alırken arpacıkla birlikte göz ile hedef arasında aynı doğru üzerine getirilen kertik. gez göz arpacık tüfekle yapılan atışlarda daha iyi nişan almak için kullanılan bir ifade. geze almak tüfeği hedefe doğrultmak: "Bağ hendeğine sinip tüfeği geze aldım." -M. Ş. Esendal.
gez (II) is. Far. gez 1. Yer ölçmeye yarar düğümlü ip. 2. Yapı işlerinde kullanılan çekül.
gezdirici is. Seyyar satıcı.
gezdirilme is. Gezdirilmek işi.
gezdirilmek (nsz) Gezdirme işi yapılmak: "Yanı başında gezdirilecek, ele güne karşı övünçle çıkartılacak aydın bir Türk kadınıdır. " -H. Taner.
gezdiriş is. Gezdirme işi veya biçimi.
gezdirme is. Gezdirmek işi.
gezdirmek (-i, -e) 1. Birinin gezmesini sağlamak, dolaştırmak: "Kendisini seven, gezdiren büyük kızlar, ona abla kokusunu vermişlerdi. " -O. C. Kaygılı. 2. Tanıtmak amacıyla dolaştırmak: Konuklara Ankara'yı gezdirdi. 3. Bir şeyi başka bir şeyin üzerinde dolaştırarak dökmek: Salataya yağ gezdirmek. 4. Sürterek, değdirerek hareket ettirmek: "Elini iki üç kere ıslak yüzünün üstünde gezdirdi." -Y. K. Karaosmanoğlu. 5. Bir şeyi herkesin alması için dolaştırmak, sunmak. 6. Herhangi bir biçimde giydirmek: "Beni eski kıyafetle gezdiriyor." -A. H. Tanpınar.
gezegen is. astr. Güneş çevresinde dolanan, ondan aldıkları ışığı yansıtan gök cisimlerinin ortak adı, seyyare, planet.
→ dış gezegen, iç gezegen, küçük gezegen, gezegenler arası
gezegenler arası is. astr. Güneş çevresinde dolanan cisimler arasındaki boşluk.
gezeğen sf hlk. Çok gezen (kimse).
gezeleme is. 1. Gezelemek işi. 2. Gelin ve damadın düğünden sonra akrabalarına yaptıkları ziyaret.
gezelemek (nsz) hlk. 1. Gezinmek: "Onun böyle boş saatlerinde içeri dışarı işgüzar işgüzar gezelediğini gören ihtiyarcık ezilir büzülür." -H. Taner. 2. Sıkıntılı bir durumda dolaşmak, gezinmek.
gezenti sf. hlk. Vaktini gezmekle geçiren, gezmeyi çok seven, gezeğen.
gezgin sf. Gezmek, tanımak, görmek, dinlenmek amacıyla geziye çıkan (kimse), seyyah.
gezginci sf. hlk. Gezerek iş gören, gezici, seyyar: "Gezginci esnaf, köylüler gelirler, alışveriş olur." -M. Ş. Esendal.
gezgincilik, -ği is. Gezginci olma durumu.
gezginlik, -ği is. Gezgin olma durumu, turistlik, seyyahlık.
gezi (I) is. 1. Ülkeler veya şehirler arasında yapılan uzun yolculuk, seyahat. 2. Gezmek, görmek, eğlenmek amacıyla yapılan yolculuk. 3. Gezilip hava alınacak yer. 4. Gezinti yeri: İnönü gezisi. Taksim gezisi, geziye çıkmak uzak yerleri dolaşmak.
→ gezi yazısı, dış gezi, çalışma gezisi, iş gezisi
gezi (II) is. (gezi:) Far. gezi esk. 1. Pamuk ve ipekle karışık dokunmuş hareli kumaş: "Yalnız omuz başlarını örten, kısa yollu, gezi gibi yarı sert kumaştan, yakasız bir yaz ceketiydi." -R. H. Karay. 2. sf. Bu kumaştan yapılmış olan.
gezici sf. 1. Gezerek iş gören, gezginci, seyyar: Gezici esnaf. 2. Halka yardım amacıyla hizmet götüren.
→ gezici kütüphane, gezici topluluk
gezici kütüphane is. Halka eğitim ve öğretim amacıyla götürülen kitaplık hizmeti.
gezicilik, -ği is. Gezici olma durumu.
gezici topluluk, -ğu is. tiy. Belli bir yeri olmayıp özel araçlarla dolaşarak oyunlar sergileyen topluluk.
geziliş is. Gezilme işi veya biçimi.
gezilme is. Gezilmek işi.
gezilmek (nsz) Gezme işi yapılmak, dolaşılmak: Bugün müzeler gezildi. Bu kılıkla sokakta gezilmez.
gezimcilik, -ği is. fel. 1. Aristotelesçilik. 2. Aristotelesçiliği benimsemiş olma durumu.
geziniş is. Gezinme işi veya biçimi.
gezinme is. Gezinmek işi, seyran.
gezinmek (nsz) 1. Eğlenmek, vakit geçirmek için gezmek, dolaşmak, seyran etmek: "Başı bir düşünceyle ağırlaşmış gibi öne düşük, elleri cebinde, geziniyordu." -P. Safa. 2. Belirli bir çevre içinde gezip durmak: "Bir akşam rıhtım boyunda geziniyordum." -S. F. Abasıyanık. 3. müz. Özellikle doğaçtan yapılan müzikte, ezgiyi belli bir makam anlayışı içinde değişik perdeler üzerinde çalmak, dolaşmak.
gezinti is. 1. Uzak olmayan bir yere yapılan gezi, tenezzüh: "O civarın bütün ahalisi oralara yayılarak akşamları gezinti yapmaktadırlar. " -A. Rasim. 2. Kale duvarlarının iç tarafında kuleleri birbirine bağlayan dar yol. 3. müz. Bir çalgıyla belli bir parça çalmaksızın ezgiler çıkarma işi. 4. hlk. Evlerde oda kapılarının açıldığı aralık, koridor. 5. hlk. Sofa, balkon.
→ gezinti yeri
gezinti yeri is. Yürüyüş yapmak, dolaşmak ve hava almak amacıyla ayrılmış yol veya bölge, promönat.
geziş is. Gezme işi veya biçimi.
gezi yazısı is. Gezilip görülen yerleri, özelliklerini, oralardaki insanların yaşantılarını, geleneklerini anlatan düz yazı.
gezleme is. Gezlemek işi.
gezlemek (-i) 1. Bir yeri ölçmek. 2. Bir hedefi vurmak için silaha gerekli doğrultuyu vermek, nişan almak. 3. Okun gezini kirişe yerleştirmek.
gezlik, -ği is. Eğri kılıçların ağız bölümü.
gezme is. Gezmek işi, seyran.
gezmek, -er (nsz) 1. Hava alma, hoş vakit geçirme vb. amaçlarla bir yere gitmek, seyran etmek: "Tek başına buralarda gezdiği hâlde aradığını bulamıyordu." -O. C. Kaygılı. 2. Bir yerde dolaşmak, yürümek: "Kunduralarını çıkarır, satar, yalın ayak gezerdi." -S. F. Abasıyanık. 3. Gitmek, başvurmak. 4. Bulunmak: Şapkam burada ne geziyor? 5. (-i) Bir yeri görüp incelemek. 6. Hasta ayağa kalkmak: Oğlum iyileşti, yavaş yavaş gezmeye başladı. 7. Herhangi bir biçimde gezinmek: Bu giysiyle gezemem. 8. (i) Bir yerde gezi yapmak: Geçen yaz Batı Anadolu'yu gezdik, gezip tozmak eğlenmek amacıyla çokça gezmek: "Seher hep Bayram'ın sinirine dokunanlarla gezip tozdu. " -S. F. Abasıyanık.
→ yerdegezen, uyurgezer, yüzergezer
gezmen sf. Gezgin: "Doğrusu tarihçiler, ... özellikle de İstanbul'a gelen gezmenler, Uludağ'ın İstanbul'dan kolayca görüldüğüne inanmışlardır." -S. Birsel.