Ga kim. Galyum elementinin simgesi.
gabardin is. Fr. gabardine 1. Sık dokunmuş bir tür ince yünlü veya pamuklu kumaş. 2. Su geçirmeyen kumaştan yapılmış reglan pardösü: "Yeşile çalan gabardin pardösüsünü kaptığı gibi fırladı." -T. Buğra.
gabari is. Fr. gabarit 1. Bazı eşyaya verilmesi gereken boyutları, yan görüşü çizmeye, hazırlamaya veya denetlemeye yarayan örnek. 2. Motorlu veya motorsuz taşıtların köprü vb. altından rahatça geçebilmeleri için en yüksek boyutları belirten ölçüler. 3. mim. Bir binanın, yöre imar dairesinin öngördüğü azami yüksekliği.
gabavet is. (gaba:vet) Ar. ğabâvet esk. Anlayışsızlık, kaim kafalılık, bönlük: "... doktorasının bitmesi uzun sürdüğü için düşmanları tarafından gabavetle itham edilirdi." -Y. K. Beyatlı.
gabi sf. (gabi:) Ar. gabi esk. Anlayışsız, ahmak, ebleh, kalın kafalı, bön: "Haftanın kaç günü, günün kaç saat olduğunu bilmeyecek kadar gabi olan sütnine yalanlar uydurarak dolabını yiyecekle dolduruyordu." -R. N. Güntekin.
gabilik, -ği is. Anlayışsızlık, ahmaklık, kaim kafalılık, bönlük.
gabin is. Ar. ğabn esk. 1. Alışverişte satın alınan mala ödenen karşılığın, malın değerinden çok fazla olması, alışverişte hile yapma. 2. huk. Edimler arasında açık oransızlık.
Gabonlu öz. is. Afrika'daki Gabon halkından olan kimse.
gabro is. (ga'bro) İt. gabbro jeol Amfibol, piroksen, olivin vb. renkli minerallerden oluşan bir tür iri taneli kaya.
gabya is. (ga'bya) it. gabbia den. Ana direklerin üzerine sürülen çubuklara ve ana direklerin üstlerinde bulunan serenler.
gabyacı is. Yelkenli gemilerde yelken, arma, seren ve bütün bunlara ait her tür işi yapan görevli, gabyar.
gabyar is. den. Gabyacı.
gabya yelkeni is. den. Ana yelkenler üzerindeki yelkenler.
gacı is. bk. gaco.
gacırdama is. Gacırdamak işi.
gacırdamak (nsz) "Gacır" diye kulak tırmalayıcı ve düzensiz ses çıkarmak: "Kürekler yağlanmamış olmalı. Deniz yükseldi mi gacırdıyor, sonra gucurduyor deniz alçalırken. " -Z. Selimoğlu.
gacırdatma is. Gacırdatmak işi.
gacırdatmak (-i) Gacırdamasına sebep olmak.
gacır gacır zf. Gacır gucur.
gacır gucur zf Çirkin ve kulak tırmalayıcı bir ses çıkararak, gacır gacır: Bostan dolabı gacır gucur dönüyordu, gacır gucur etmek gacır gucur ses çıkarmak.
gacırtı is. Gacırdarken çıkan ses.
gacırtılı sf. Gacırtısı olan.
gacırtısız sf. Gacırtısı olmayan.
gaco is. argo 1. Kadın, dost, sevgili, metres: "Ben gaco taşımam." -R. N. Güntekin. 2. Torik yavrusu.
-gaç / -geç> -kaç / -keç Fiillerden isim türeten ek: bur-gaç, kıs-kaç, süz-geç, yüz-geç vb.
gaddar sf. (gadda.r) Ar. gaddar Acıması olmayan, başkalarına haksızlık eden, merhametsiz, katı yürekli, insafsız davranan, kıyıcı: "Onu sevenler, farkında olmadan acı, insafsız ve gaddar bir sevginin zindanı içinde eziyor, sıkıyor, boğuyorlardı." -S. Ayverdi. gaddar olmak acımasız, haksız, insafsız davranmak.
gaddarca sf. (gadda'rca) 1. Gaddara yakışır, gaddara uygun. 2. zf Gaddara yakışır biçimde, insafsızca: "Bunu nasıl gaddarca kullandığımı adamlarımdan bile iyi biliyorsun. " -T. Buğra.
gaddarlık, -ği is. Gaddar olma durumu, kıyıcılık: Bütün gaddarlığı yanında, çocuk kalmış bir tarafı da vardı." -H. Taner, gaddarlık etmek gaddarca, insafsızca davranmak, kıyıcılık etmek.
gadir, -dri is. Ar. ğadr esk. 1. Haksızlık etme, zarar verme. 2. Acımasızlık, merhametsizlik, kıygı, gadre uğramak haksız davranışlarla karşı karşıya gelmek: "Önce kendini gadre uğramış sanan Nahit rolünü Öğrenince utandı." -T. Buğra.
→ gadretmek, gadrolmak, gadrolunmak
gadirlik, -ği is. hlk. Kıygı, gadir: Ona çok gadirlik oldu.
gadolinyum is. (gadoli'nyum) Fr. gadolinium kim. Atom numarası 64, atom ağırlığı 156,9 olan, yüksek ısıda eriyen, birtakım tuzları bilinen, parlak gri renkte katı element (simgesi Gd).
gadretme is. Gadretmek işi.
gadretmek, -der (-e) Ar. ğadr+ T. etmek esk. Haksızlık etmek.
gadrolma is. Gadrolmak işi veya durumu.
gadrolmak (-e) Ar. ğadr + T. olmak esk. Haksızlığa uğramak.
gadrolunma is. Gadrolunmak işi veya durumu.
gadrolunmak (-e) Ar. ğadr + T. olunmak esk. Haksızlığa uğratılmak.
gaf is. Fr. gaffe Yersiz, beceriksiz, zamansız söz veya davranış, patavatsızlık, pot: "Gerçekçi olmayışı yüzünden, bugün bize tarihî gaf olarak görülen atılımlarla, bu çizgi hayli gölgelenmiştir." -H. Taner, gaf yapmak bilmeden yersiz bir davranışta bulunmak veya başkasını incitecek söz söylemek, pot kırmak, çam devirmek: "Sesinde ve tavrında hiçbir değişiklik olmamasına rağmen bir gaf yaptığımı zannederek kulaklarıma kadar kızardım." -R. N. Güntekin.
gaffar sf. Ar. gaffar din b. esk. "Kullarının günahlarını affeden, bağışlayan, bağışlayıcı" anlamında Allah'ın sıfatlarından biri.
gafil sf. (ga:fıl) Ar. ğâfıl Aymaz: "Ben gafil bir kız değilim." -A. Gündüz, (birini) gafil avlamak umulmadık, beklenmedik bir zamanda yakalamak, zor duruma düşürmek: "Nasıl sinsice yaklaşmıştı baykuş, düşmanlarını nasıl gafil avlamıştı." -C. Meriç, gafil avlanmak beklenmedik bir sırada yakalanmak, habersiz ve hazırlıksız bir anda bir olayla karşılaşmak, zor duruma düşürülmek: "Atatürk bizden ayrılınca öbür sınıflara da girmiş. Fakat onlar bizim gibi önceden hazırlanmadıklarından gafil avlanmışlar. " -H. Taner.
gafilane sf. (ga:filâ:ne) Ar. ğâfıl + Far. -âne esk. 1. Gafletle yapılan, gaflet İçinde bulunan. 2. zf Dikkatsizlikle, gafletle yapılan, gaflet içinde bulunan kimseye yakışan biçimde.
gafillik, -ği is. Gafil olma durumu, gaflet. gafillik etmek çevresindeki gerçekleri görmemek, sezmemek.
gaflet is. Ar., gaflet Dalgınlık, dikkatsizlik, boş bulunma, aymazlık, dalgı, ihtiyatsızlık. gaflet basmak 1) dalgın, dikkatsiz bir durumda bulunmak; 2) uykusu gelmek, gaflet etmek gaflette bulunmak, gaflete düşmek gaflet içinde kalmak.
→ gaflet uykusu
gaflet uykusu is. 1. Dalgınlıktan ileri gelen uyuşukluk: "Emir Süleyman ancak o zaman gaflet uykusundan uyanabilmişti." -F. F. Tülbentçi. 2. İdraksizlik, bilgisizlik, aymazlık. gaflet uykusuna dalmak (veya yatmak) dalgınlıktan İleri gelen uyuşukluk içinde olmak.
gafur sf. (gafu:r) Ar. gafur din b. esk. "Çok bağışlayıcı, merhamet eden ve bağışlayan" anlamlarında Allah'ın sıfatlarından biri.
gag is. İng. gag sin. ve TV bk. gülüt.
gaga is. 1. Genellikle kuşlarda ağzın bir uzantısı durumunda olan, biçim ve büyüklüğü değişik, boynuz yapısında, katı ve çıkıntılı organ: "... ak güvercin sekinin üstündeki leğene başını sokup gagasını suya değdirir değdirmez insan suretine giriveriyor." -N. Araz. 2. argo Ağız: Gaganı kapa! gagasından yakalamak bir kimseyi karşı koyamayacak duruma getirmek.
→ gagaburun, gaga burun, leylekgagası, ördekgagası, turnagagası
gagaburun, -rnu is. den. Baş bodoslaması gagayı andırır biçimde yapılmış ticaret yelkenlisi, gagalı.
gaga burun sf. Burnu uzun ve aşağıya doğru kıvrık olan (kimse).
gagalama is. Gagalamak işi.
gagalamak (-i) 1. Kuş, gagasıyla yemi toplamak. 2. Kuş, gaga ile vurup ısırmak. 3. mec. Azarlamak, hırpalamak: "Zavallıları suya gitmesinler diye az mı gagalamıştı." -S. F. Abasıyanık.
gagalanma is. Gagalanmak işi: "Hakikaten acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, gagalanmanın, didîklenmenin pek başka bir lezzeti var." -Ö. Seyfettin.
gagalanmak (nsz) 1. Gagalama işi yapılmak. 2. mec. Azarlanmak, hırpalanmak.
gagalaşma is. Gagalaşmak işi.
gagalaşmak (nsz, -le) 1. Kuşlar birbirini gagalamak. 2. Birbirini gagalayarak oynaşmak.
gagalı sf. 1. Gagası olan. 2.'den. Gagaburun.
→ gagalı memeli, gagalı memeliler, kılıç gagalı, süzgeç gagalılar
gagalı memeli is. zool. Tek deliklilerin gagalı memeliler familyasından, vücudu yumuşak tüylerle kaplı, eti yenen, Avustralya ve Tasmanya ırmaklarında yaşayan bir memeli türü, ornitorenk (Orniihorhynchus anatinus).
gagalı memeliler ç. is. zool. Örnek türü gagalı memeli olan, tek delikliler takımının bir familyası.
gagamsı sf. Gagayı andıran, gagaya benzeyen, gaga gibi.
Gagavuz öz. is. Büyük çoğunluğu Moldova'da, az bir kısmı Deliorman, Dobruca, Beserabya ve Ukrayna'da oturan Ortodoks Türk halkı veya bu halktan olan kimse.
Gagavuzca öz. is. (gagavu'zca) 1. Gagavuz Türkçesi. 2. sf Bu Türkçeyle yazılmış olan.
gâh zf (gâ:h) Far. gah esk. Bazen, kimi vakit, bazı bazı, kâh.
gâhi zf. (gâ:hi:) Far. gâhi esk. Bazen, ara sıra.
gâhice zf. (gâ:hi:ce) Zaman zaman.
gaile is. (ga:ile) Ar. ğâ 'ile esk. 1. Sıkıntı, dert, keder, üzüntü: "Küçücük yaşta büyüklüğün olanca gaileleri kendi üzerlerine yığılmış kimseler görülür." -A. Mithat. 2. Uğraştırıcı, pürüzlü iş, yük: "Otuz iki senelik bir saltanatın bin bir gailesi ve bu en son yularda geçirdiği ağır hastalığın tesiri yüzünden o, kendisini çok yorulmuş, yıpranmış, çökmüş hissediyordu." -N. S. Örik. 3. İstenmeyen durum, baş belası, gaile açmak sıkıntı yaratmak, üzüntü vermek: "Devletin başına sayısız gaileler açmak yolunda hiçbir fırsatı kaçırmadı." -S. Ayverdi.
→ ev gailesi
gaileli sf. (ga: ileli) 1. Başa dert olan, üzüntü veren, gaile çıkaran: Çok gaileli bir iş. 2. Sıkıntısı olan, dertli: Ne gaileli başım var.
gailesiz sf. (ga:ilesiz) 1. Gaile çıkarmayan: Gailesiz iş. 2. Gailesi olmayan, dertsiz, huzurlu, dinç: Gailesiz baş olmaz.
gailesizlik, -ği is. Gailesiz olma durumu, dertsizlik.
gaip, -bi is. (ga:ip) Ar. ğâ 'ib 1. Görünmez âlem: Gaipten bir ses geldi. 2. dbl. Üçüncü kişi. 3. sf. esk. Göz önünde olmayan, hazır bulunmayan, nerede olduğu bilinmeyen. gaipten haber vermek kendisinde manevi güç olduğuna inanılan kimse, gelecekte neler olacağından veya bilinmeyen âlemden haber vermek.
gaiplik, -ği is. 1. Gaip olma durumu. 2. huk. Bir kimsenin ölüm tehlikesi içinde kaybolması veya kendisinden uzun süre haber alınmaması sonucu yargıç kararı ile kişiliğine son verilmesi.
gaita is. (gaıita) Ar. ğâ 'ita esk. İnsan dışkısı.
gak is. Karganın çıkardığı ses.
gaklama is. Gaklamak işi.
gaklamak (nsz) Karga "gak" diye ses çıkarmak.
gala ıs. (ga'la) İt. gala 1. Resmî bir törenden sonra yapılan büyük ve gösterişli şölen. 2. Bir temsilin ilk oynanışı veya bir filmin ilk gösterimi: "Yalnız bir gece için ecnebilere verdiği bir Kontes Maritza galasını da hiç unutamazdı." -EL Taner.
galaksi is. Fr. galaxie astr. Gök ada.
galalit is. Fr. galalithe Arı kazeinden oluşan ve birçok işte kullanılan plastik bir madde.
galat is. Ar. galat esk. 1. Yanlış kelime veya söz. 2. Yanılma: "Bu garip his galatının adını hasret değil, alışkanlık koymuştu." -P. Safa.
→ galatıhis, galatımeşhur
galatıhis, -ssi is. (gala'tıhis) Ar. galat + hiss psikol. esk. Yanılsama.
galatımeşhur is. (gala'tımeşhur) Ar. galat + meşhur esk. Genelleştiği için yanlışlığına önem verilmeden kullanılagelen söz, deyim, terim, yaygın yanlış.
gale is. Fr. galet İçerisinde kalıp yapılan üç tarafı kaplı, bir tarafı açık tepsi şeklinde dizgi aleti.
galebe is. Ar. galebe esk. 1. Yengi: "Böyle giderse tamamıyla galebe ümit ettiğim haber veriyordu." -P. Safa. 2. Üstünlük, çokluk: "Abdülhak Hamit'in Kemal'e galebesi şerrin hayra galebesi demekti." -Y. K. Beyatlı. galebe çalmak 1) yenmek: "Kocanın münasebeti her türlü cazibesini kaybettiği gün rakibim galebe çaldığına emin olabilirsin." -H. C. Yalçın. 2) üstün gelmek, baskın çıkmak: "Kadıncağızın gönlü gence kayıyordu. Fakat neticede akıl ve mantık tarafı galebe çaldı." -R. N. Güntekin.
galenit is. Fr. galenite jeol. İçinde doğal kurşun bulunan sülfür.
galeri is. Fr. galene 1. Bir yapının birçok bölümlerini aynı katta birbirine bağlayan içten veya dıştan yapılmış geniş geçit: "Loşluğunu ışıklar bile gidermeyen koyu mavi bir uzun galeriye girdik." -R. E. Ünaydın. 2. Sanat eserlerinin veya herhangi bir malın sergilendiği salon: "Hilmi Bey'in evi, bir sanat ve ihtişam galerisi değildi." -S. Ayverdi. 3. Maden ocaklarında açılan yer altı yolu. 4. Otomobil alınıp satılan yer.
galerici is. 1. Galeri işleten kimse. 2. Otomobil alıp satan kimse.
galericilik, -ği is. Galerici olma durumu.
galeta is. (gale'ta) İt. galletta Fırında iyice pişirilerek kurutulan çeşitli biçimde unlu yiyecek.
→ galeta unu
galeta unu is. Galetadan veya kızarmış ekmek kabuğundan yapılan un.
galeyan is. (galeya:n) Ar. galeyan esk. 1. Kaynama. 2. Coşma: "Bu uzvi acı, onu galeyanın son raddesine getirerek ağlattı." -P. Safa. 3. Coşku, galeyan etmek 1) kaynamak; 2) coşmak: "Bunu düşündükçe galeyan eden arzusu, can sıkıntısını artırıyordu." -P. Safa. galeyana gelmek coşmak, hiddetlenmek: "... bir an çalgılar sustu, herkes şaşırmıştı, kimse padişahın birdenbire galeyana gelmesinin sebebim bilmiyordu." -F. F. Tülbentçi, galeyana getirmek coşturmak.
galeyanlı sf. Galeyana gelmiş olan: "Kimi yüzü kıpkırmızı kesilmiş, kimi ayağa kalkarak hayati bir meseleyi münakaşa ediyorlarmış gibi hepsi galeyanlı..." -P. Safa.
gali is. (ga'li) Fr. galie den. 1. Alçak ve altı düz gemi. 2. Gemilerin üst güvertelerinde ve palavralarında bulunan mutfak.
galiba zf. (ga:liba:) Ar. galiba Görünüşe göre, sanılır ki, anlaşılan: "Benim adımı işitince şöyle bir durdu, galiba beni tanımış olacak."-M. Ş. Esendal.
galibarda is. (galiba'rda) (Garibaldi'nin adından) Mora çalan kırmızı: "Gelin görün ki, bu yazıların yararlığını, sevimsiz galibarda renginin tatsızlığım anlayanların sayısı da azdı." -S. Birsel.
galibiyet is. (ga:libiyet)Ar. ğalibiyyet Yengi.
galip, -bi sf. (ga.lib) Ar. ğâlib Bir yarışma, karşılaşma, çatışma vb. sonunda yenen, üstün gelen, basan kazanan: "Bunlar galipler tarafından haksızca esir edilmiş vatandaşlardı. " -A. Gündüz, galip gelmek yenmek, üstün gelmek.
galiz sf (gali:z) Ar. galiz Kaba ve çirkin, iğrenç.
galon is. İng. gallon 1. Anglosaksonların kullandığı yaklaşık dört buçuk litrelik bir tür ölçü birimi. 2. Çoğunlukla akaryakıt vb. sıvı maddeleri taşımada kullanılan, silindir biçiminde, metalden büyük kap: "Sonunda şarap galonunu başından aşağı boşaltıvermişti." -S. F. Abasıyanık. 3. Boya sanayisinde kullanılan beş litrelik ambalaj.
galop, -bu is. İng. gallop sp. At yarışında veya hazırlık çalışmasında atın yaptığı derece. galop yapmak at yarışında veya hazırlık çalışmasında iyi bir derece elde etmek.
galoş is. Fr. galoche 1. Tabanı tahtadan yapılmış deri ayakkabı: "İşlemeli yün çorapları ve galoşları hâlâ ayağında idi." -T. Buğra. 2. Müzelerde, özellikle sağlık kurumlarında Özel bölümlere girerken ayakkabı üzerine geçirilen ince ve şeffaf korumalık.
galoşlu sf Galoşu olan.
galoşsuz sf. Galoşu olmayan.
galsame is. Ar. ğalşama zool. esk. Solungaç.
galvaniz is. Fr. galvanise tek. "Üzeri değerli madenlerle kaplanacak bir bakır levhanın batırıldığı altın, gümüş veya platin banyosu" anlamına gelen galvaniz banyosu teriminde geçen bir söz.
galvanizci is. Madenî parçaların sıcakta daldırma yöntemiyle galvanizlenmesinde kullanılan erimiş çinko banyosunu hazırlamak ve denetlemekle görevli işçi.
galvanize sf. Fr. galvanise tek. Paslanmaktan korumak İçin erimiş çinkoya batırılarak kaplanmış.
galvanizleme is. Galvanizlemek işi.
galvanizlemek (-i) tek. Madenî bir parçayı paslanmaktan korumak için galvaniz banyosunda erimiş çinko ile kaplamak.
galvanizlenme is. Galvanizlenmek işi.
galvanizlenmek (nsz) Galvanizleme işi yapılmak.
galvanizletme is. Galvanizletmek işi.
galvanizletmek (-i) Galvanizle kaplatmak.
galvanizli sf. Galvanizlenmiş (madde).
galvanizm is. Fr. galvanisme fiz. Canlı organizmalarda doğru akımın etkisi olayı.
galvanizsiz sf. Galvanizlenmemiş.
galvano is. Fr.- galvano Elektroliz yoluyla yapılmış resim klişesi.
galvanokoter is. Fr. galvanocautere tıp Elektrikle kızdırılandağlağı.
galvanometre is. (galvanome' tre) Fr. galvanometre fiz. Mıknatıslı İğnede oluşan sapmaları gözlemek yoluyla elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan cihaz.
galvanoplasti is. (galvanoplasti) Fr. galvanoplastie fiz. İçinde herhangi bir maden erimiş bulunan bir sıvıya, istenilen eşyayı daldırıp sıvıdan elektrik akımı geçirmek yoluyla o eşyayı bir maden tabakasıyla kaplama işlemi.
galvanoskop, -bu is. Fr. galvanoscope Manyetik bir ibre yardımıyla elektrik akımının varlığını veya yönünü gösteren cihaz.
galvanotip is. Fr. galvanotype Galvanoplasti yoluyla hazırlanan ve tipo baskıda kullanılan kabartma klişe.
galyot is. Fr. galiote den. esk. Başı ve kıçı çok yuvarlak, gulet tipinde, altı düz bir gemi.
galyum is. (ga'lyum) Fr. gallium kim. Atom numarası 31, atom ağırlığı 69,72, yoğunluğu 5,9 olan, 29,8 °C'de eriyen, çok seyrek bulunan, alüminyumu andıran bir element (simgesi Ga).
gam (I) is. Ar. ğamm Tasa, kaygı, üzüntü: "Bana derler gam yükünü sen götür /Benim yük götürür dermanım mı var?" -Karacaoğlan. gam çekmek tasalanmak, kaygılanmak, üzülmek: "Gam çekme güzel, nasılsa baharın sonu yazdır." -F. N. Çamlıbel. gam yememek tasa etmemek, kaygılanmamak, üzülmemek: "Şu anda bile ölsem gam yemem." -H. Taner.
gam (II) is. Fr. gamme müz. Sekiz notanın kaim sesten inceye veya inceden kalına gitmek üzere sıralanmış dizisi: "Sonra, titrek titrek, ilk gamlarını sıraladığı piyanoyu hatırlıyor, do, re, mi, fa, sol..." -A. İlhan. gam yapmak gam biçiminde deneme ve alıştırmayı çalgı veya sesle uygulamak.
→ majör gam
gama is. (ga'ma) Yun. Yunan alfabesinin üçüncü harfi (y).
→ gama ışınları
gama globulin is. Fr. gammaglobuline biy. Kan, lenf, safra vb.nde bulunan bir protein türü.
gama ışınları ç. is. fiz. Radyoaktif cisimler tarafından yayılan ve x ışınlarından daha kısa dalgalı olan ışınlar.
gamalı sf. Bazı eski dinlerin ve Nazizmin Q sembolü olan, uçları Yunancanın gama harfi biçiminde kırılmış (haç): Gamalı haç.
gamba is. İt. den. İyi toplanmamış halat veya zincirlerde ortaya çıkan dolaşıklık, burulma.
gambot is. İng. gunboat ask. Topçeker.
gamet is. Fr. gamete biy. Erkek veya dişi üreme hücresi: Hayvanlarda sperma hayvancığıyla yumurtacık birer gamettir.
gametli sf. Gameti olan, gamet oluşturan: Gametli bitkiler.
gametsiz sf Gameti olmayan.
gamlandırma is. Gamlandırmak işi.
gamlandırmak (is.) Gamlı duruma getirmek.
gamlanma is. Gamlanmak işi.
gamlanmak (-e) Tasalanmak, üzüntü duymak, kaygılanmak.
gamlı sf. 1. Kaygılı, tasalı, sıkıntısı, üzüntüsü olan, mağmum: Babası onun bu taşkın hareketine gamlı gözlerle bakıyordu." -P. Safa. 2. Sıkıntı veya üzüntü veren.
gamlılık, -ğı is. Gamlı olma durumu.
gamma is. bk. gama.
gammaz sf. Ar. gammaz Söz getirip götüren, arkadan çekiştiren, ara bozucu, fitneci, kovcu (kimse).
gammazlama is. Gammazlamak işi, kovlama.
gammazlamak (-i, -e) Birinin yaptığı işi, söylediği sözü yermek, kötülemek, birisini yerip çekiştirmek, kovlamak: "Ona, Celal seni müdüre gammazlıyor, haberin olsun, . dedi."-P. Safa.
gammazlanma is. Gammazlanmak işi.
gammazlanmak (nsz) Gammazlamak işi yapılmak, kovlanmak.
gammazlık, -ğı is. Gammazın işi, fitnecilik, kovculuk.
gamsele is. (gamse'le) İt. Kauçuktan yapılmış, su geçirmeyen yağmurluk: "İçeriye gamselelerini giymiş, gök gözlü bir adam giriyor. Sarı saçlı, gök gözlü bir civanmış." -K. Bilbaşar.
gamsız sf. 1. Kaygısı, tasası, sıkıntısı, üzüntüsü olmayan: "Sesi taze, pürüzsüz ve gamsızdı. " -C. Uçuk. 2. mec. Olayları kendine dert etmeden geçiştiren, aldırış etmeyen, tasasız: "Zavallı anneciğin çok şen, güler yüzlü, gamsız bir kadındı." -M. Yesari.
gamsızlık, -ğı is. Gamsız olma durumu, tasasızlık.
gamze is. Ar. gamze 1. Bazı insanların çenelerinde, yanaklarında doğal olarak bulunan özellikle güldüklerinde daha iyi görülen küçük çukur: "Böyle gülümsediği zaman ağzının iki yanında iki şirin gamze belirirdi." -H. Taner. 2. esk. Yan bakış, göz süzme, sitemli bakma: "Elif kaşlarını çatar / Gamzesi sineme batar." -Karacaoğlan.
gamzeli sf. Gamzesi olan.
gamzesiz sf. Gamzesi olmayan.
-gan / -gen, -kan / -ken Fiillerden sıfat türeten ek: çalış kan, dövüş-ken, sıkıl-gan, ü-şen-gen vb.
Ganalı öz. is. Batı Afrika'daki Gana'da yaşayan veya Gana halkından olan kimse.
gang is. Fr. gangue 1. min. Bir maden cevherini, bir değerli taşı saran değersiz madde. 2. Maden cevher damarının İşletilemeyen değersiz bölümü.
gangama teknesi is. den. Suyun dibini tarayan, sünger avcılığında kullanılan tekne türü.
gangliyon is. Fr. ganglion anat. 1. Sinirlerde ve lenf damarlarında yer yer ortaya çıkan yuvarlak şişlik. 2. Merkezî sinir sistemi dışında bulunan hücre gövdelerinin oluşturduğu kitle.
gangster is. (ga'ngster) İng. gangster 1. Yasa dışı işler yapan çete üyesi. 2. mec. Herhangi bir çıkar için her türlü kötülüğü yapan kimse.
gangsterlik, -ği is. Gangster olma durumu: Yasalar gangsterliği önler.
gani sf. (gani:) Ar. gani esk. 1. Zengin, varlıklı: Sen bir gani sultansın / Canlar içinde cansın," -Yunus Emre. 2. Bol, çok.
→ gani gani, gani gönüllü, gönlü gani
gani gani zf. Bol bol: Allah gani gani rahmet eyleye.
gani gönüllü sf. Cömert, eli açık (kimse).
ganimet is. (ganiımet) Ar. ganimet 1. Savaşta düşmandan zorla ele geçirilen mal. 2. Bir rastlantı sonucu ele geçen kazanç veya imkân. 3. Yağma sonrasında elde kalan mal, çalıntı.
ganyan sf. Fr. gagnant 1. At yarışlarında birinciliği kazanan (at). 2. is. Bu at için alınan bilet, ganyan oynamak bir at yarışında resmî programda yer alan atın numarasını taşıyan bileti alarak onun birinci gelmesi tahmini üzerine para yatırmak.
→ üçlü ganyan
gar is. Fr. gare Demir yolu ile yolculuk edenlerin gereksinimlerinin geniş Ölçüde karşılandığı büyük tren istasyonu: "Bu beylerle Selanik garının civarında bazı bahçelerden geçerek gidiyorduk." -Y. K. Beyatlı.
garabet is. (garaıbet) Ar. garabet esk. Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık: "Bu kızda izahı güç bir garabet var." -P. Safa.
garaip, -bi ç. is. (gara:ip) Ar. ğarâ'ib esk. Görülmemiş, şaşılacak şeyler, işitilmemiş olaylar,
garaj is. Fr. garage 1. Otomobil vb. taşıtların konulduğu üstü örtülü yer, arabalık: "Ben arabayı garaja bırakıp şimdi döneceğim." -C. Uçuk. 2. Otomobillerin bakım ve onarımının yapıldığı yer: "Önce arabayı servis garajına çektik." -Ç. Altan. 3. Toplu taşıma ve nakliye araçlarına hareket ve varış noktası olarak belediyelerce ayrılan yer, otogar.
garajcı is. Otomobil, otobüs vb. taşıtları belli bir süre barındıran, gereğinde bakım ve onarımlarmı yaptıran işletmeci: "O ara garajcı ile de araları açıldığından tiyatroculuk oyununu bırakıp dergicilik oyununa geçtiler." -H. Taner.
garami sf. (gara:mi:) Ar. ğarümi esk. Düşünceden çok, canlı duygulara ve aşka dayanan (sanat eseri).
garanti is. Fr. garantie 1. Güvence, inanca, teminat: "Hatice'nin garantisi altında işini yürütmekten başka bir şeye bakmıyordu." -T. Buğra. 2. zf Kesinlikle, kesin olarak, ne olursa olsun, (bir şeyi) garanti etmek 1) o şeyle ilgili olarak güvence vermek; 2) bir işin gerçekleşmesi için gerekli önlemleri almak. garanti vermek güvence altına almak: "Bu konuda size bütün ciddiyetimle garanti verebilirim." -M. Yesari.
garantileme is. Garantilemek işi.
garantilemek (-i) Bir işin gerçekleşmesi için gereken önlemleri almak, sağlama bağlamak: "Partilerin üstünde kalan Şah da durumunu böylece garantilerdi." -H. Taner.
garantili sf. Garantisi olan, güvenceli.
garantisiz sf. Garantisi olmayan, güvencesiz.
garantör sf (Fransızca garant'dan yapılmış türev) 1. Güvence veren ve bunun gerçekleşmesini gözeten ve denetleyen (kimse, kuruluş veya devlet). 2. is. ekon. Kredi kartlarından doğacak her türlü borç ve yükümlülüklerden, kart sahibi olarak sorumluluğu bulunan gerçek veya tüzel kişi.
garaz is. Ar. garaz 1. Hedef, amaç, maksat. 2. Birine karşı güdülen kötülük etme isteği, kin: "Bağnaz, şu yahut bu düşünceye değil, düşünen kişiye, düşünmeye garazdır." -N. Ataç. garaz bağlamak birine karşı kin beslemek: "Bana garaz bağladığını seziyorum." -Y. K. Karaosmanoğlu. (birine) garazı olmak birine karşı kötülük, kin beslemek.
garazkâr sf. (garazkâ:r) Ar. garaz + Far. -kâr esk. Garaz bağlayan: "Halet Efendi akıllı, İktidarlı, cerbezeli, gururlu, insafsız, garazkâr bir adamdı." -A. Ş. Hisar.
garazkârlık, -ğı is. Garaz bağlama durumu.
garazlı sf. Kin güden, garazı olan: "Güzellik ilahesi değildiler ama bu garazlı çirkinleştirmeler çok ileri gidiyordu." -H. Taner.
garazsız sf Kin beslemeyen, garazı olmayan.
→ garazsız ivazsız
garazsız ivazsız zf. Hiçbir gizli maksat gütmeden.
garazsızlık, -ğı is. Garazsız olma durumu.
Garbi sf. (garbi:) Ar. garbi esk. 1. Batı ile ilgili, Batı'ya özgü olan. 2. Batı yönünde olan.
garç gurç, -cu is. Birbirine sürtünen nesnelerin çıkardığı ses. garç gurç etmek "garç gurç" diye ses çıkarmak.
gard is. Fr. garde sp. Eskrim, boks vb. oyunlarda korunmak için alınan durum.
gardenparti is. (ga'rdenparti) İng. gardenparty Bir bahçede veya parkta yapılan yemekli şölen.
gardenya is. (garde'nya) Fr. gardenia bot. 1. Kök boyasıgillerden, sıcak bölgelerde yetişen bir ağaç veya ağaççık cinsi (Gardenia). 2. Bu ağaççığın güzel kokulu çiçeği.
gardıfren is. Fr. gardefrein Trenlerde vagon frenlerini işleten kimse.
gardırop, -bu is. Fr. garderobe 1. Giysi dolabı veya yeri: "Nevin gardıroptaki boş bavulu aldı, üç beş parça eşyasını doldurdu." -S. F. Abasıyanık. 2. Bir kişinin sahip olduğu bütün giysileri, giysi takımları.
gardıropçu is. esk. Giydirici.
gardıropçuluk, -ğu (is.) Gardıropçunun işi.
gardiyan is. İt. guardiano Cezaevlerinde düzeni, tutukluların yasalara uygun biçimde davranmalarını sağlamakla görevli kimse: "Eski gardiyan boş gözlerle bakıyor, en küçük bir ilgi göstermiyordu." -O. Kemal.
→ başgardiyan
gardiyanlık, -ğı is. Gardiyan olma durumu veya gardiyanın görevi.
garez is. bk. garaz.
gargar is. Süzgeçli testi.
gargara is. 1. Su veya başka bir sıvı ile ağzı veya boğazı çalkalama işi. 2. Bu maksatla kullanılan ilaçlı sıvı. gargara yapmak bir sıvı ile ağzı veya boğazı çalkalamak, gargaraya getirmek 1) gürültüye, karışıklığa boğarak bir sözün veya bir işin etkisini azaltmak, dağıtmak, dikkatten kaçırmak; 2) kandırmak, aldatmak.
gariban sf. Ar. ğarlb + Far. -ân tkz. Kimsesiz, zavallı, garip.
garibanlık, -ğı is. Gariban olma durumu.
garibe is. (gari:be) Ar. garibe esk. Şaşılacak şey, yadırganacak şey.
→ hilkat garibesi
garip, -bi sf. (-ri:bi) Ar. ğarlb 1, Kimsesiz, zavallı. 2. Yabancı, gurbette yaşayan, elgin. 3. Acayip: "Yağmur, ortalığa garip bir kış serinliği getirmişti." -A. İlhan. 4. ünl. Şaşılacak bir şey karşısında söylenen söz: "Demek Bekir böyle utangaç bir çocukmuş. Garip!" -A. İlhan. 5. mec. Dokunaklı, hüzün veren: "Bir yabancı için dünyanın neresinde olursa olsun büyükşehir böyle garip bir yalnızlık duygusu veriyor." -H. E. Adıvar. garip bulmak yadırgamak, tuhaf ve anlaşılmaz olarak nitelemek: "Sizin gibi modern bir sosyete adamının böyle düşünmesini garip buluyorum." -M. Yesari. garip kuşun yuvasını Allah yapar garip ve kimsesiz kişiye Tanrı yardım eder. garibine gitmek yadırgamak, şaşırmak: "Frankfurt caddelerinde en çok garibime giden insan, dilencisi olmuştur." -A. Haşim.
→ isin garibi
garipleşme is. Garipleşmek işi.
garipleşmek (nsz) Garip bir duruma gelmek: "Onun da gülümsemesi garipleşmişti." -Ö. Seyfettin.
gariplik, -ğî is. Garip olma durumu, garabet: "Gariplikleri çok sever, dikkati çekmek için elinden geleni yaparmış." -S. Birsel, gariplik basmak yalnızlık çökmek: "Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor." -S. F. Abasıyanık.
garipseme is. Garipsemek işi: "... yeni şekil küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir." -O. V. Kanık.
garipsemek (nsz) 1. Kendini gurbette veya kimsesiz gibi düşünerek içlenmek. 2. (-i) Bir şeyi garip, tuhaf ve uygunsuz bulmak, ahşamamak, yadırgamak: "Hasılı vapuru kaçıran bir adam, iskeleden vapura gidenlere nasıl bakarsa, lala da vaktinde mektebe giderek okuma öğrenmiş olan kimselere Öyle bakar ve garipserdi." -R. N. Güntekin.
garipsenme is. Garipsenmek işi.
garipsenmek (nsz) Garipseme işi yapılmak.
gark is. Ar. gark esk. 1. Suya batma, boğulma. 2. Suya batırma, (birini bir şeye) gark etmek 1) batırmak, boğmak; 2) mec. birine bir şeyi bol bol vermek, boğmak: "Bu hayrı ile milletimizi nura gark edeceğine herkes kani idi." -Y. K. Beyatlı. gark olmak 1) gömülmek, batmak: "Toprağa gark olmuş nazik tenleri / Söylemekten kalmış tatlı dilleri. " -Yunus Emre. 2) mec. boğulmak: Paraya gark oldu.
garnitür is. Fr. garnitüre 1. Herhangi bir şeyi ona uygun nitelikte tamamlayan nesne. 2. Giyecekleri süslemek için eklenen şey, süs. 3. Et veya balık gibi asıl yemeğin yanına eklenen sebze, patates vb. yiyecekler.
garnitürlü sf Garnitürü olan.
garnitürsüz sf. Garnitürü olmayan.
garnizon is. Fr. garnison ask. 1. Bir şehri savunan veya yalnız orada bulunan askerî birlikler. 2. Askerî birliklerin bulunduğu yer.
garoz is. Palamut ve toriğin İç organları.
garp, -bı is. Ar. ğarb esk. Batı, günindi.
Garp, -b'ı Öz. is. Batı: "Beni körü körüne bir Garp medeniyetinin âşıkı zannetmeyiniz." -P. Safa.
Garpçı is. Batıcı: "Bu sefer de Garpçılara hesap vermeye mecbur olacaktı." -P. Safa.
Garpçılık, -ğı is. Batıcılık.
Garpkâri sf (garpkâ:ri) Batı örneklerine benzer: "Asfalt yollar etrafında tam Garpkâri caddeler vardı." -F. R. Atay.
Garplı öz. sf. Batılı.
Garplılaşma is. Batılılaşma.
Garplılaşmak (nsz) Batılılaşmak: "Büyücek memurların, eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri suni bir kibar âlemi yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Garplılaşırlar, Frenkleşirler." -Ö. Seyfettin.
Garplılaştırma is. Batılılaştırma.
Garplılaştırmak (-i) Batılılaştırmak.
Garplılık, -ğı is. Batılılık.
garsiyat ç. is. Ar. ğarsiyyât esk. Ağaç dikmeler, ağaçlandırmalar: "Ruslar arazinin tabiatından istifade ettiler, nihayetsiz garsiyat sayesinde sıtmayı tamamen öldüremedilerse bile şiddetini pek çok kırdılar." -R. E. Ünaydın.
garson is. Fr. garçon Lokanta, pastane, kahvehane vb. yerlerde müşterilere hizmet eden kimse: "Öğle yemeklerinde garson olarak çalışacak, buna karşılık Öğle ve akşam yemeklerini lokantadan yiyecekti." -N. Cumalı.
→ başgarson
garsoniyer is. Fr. garçonniere Bazı erkeklerin, evlilik dışı ilişkiler için kendi konutlarından ayrı olarak tuttukları özel konut: "Belli ki oğlan, burayı platonik sevişmelerin garsoniyeri yapmış." -H. Taner.
garsonluk, -ğu is. 1. Garson olma durumu. 2. Garsonun görevi.
→ başgarsonluk
gasbetme is. Gasbetmek işi.
gasbetmek, -der (-i) Ar. ğaşb+ T. etmek Bir şeyi zorla, izinsiz almak.
gaseyan is. (gaseya:n) Ar. gaseyan esk. 1. İç bulantısı. 2. Kusma, gaseyan etmek kusmak: "O, hem gaseyan ediyor hem göğsünü, bağrını paralıyor." -S. M. Alus.
gasıp, -bı sf. (gaısıp) Ar. ğâşib esk. Zorla alan.
gasil, -sli is. Ar. ğasl din b. Ölü yıkama.
→ gasletmek
gasletme is. Gasletmek işi.
gasletmek, -der (-i) Ar. ğasl + T. etmek Ölüyü yıkamak.
gasp, -bı is. Ar. ğaşb Bir malı sahibinin izni ve haberi olmadan zorla alma.
→ gasbetmek, yetki gasbı
gassal, -li is. (gassa:l) Ar. gassal din b. esk. Ölü yıkayıcısı.
gastrit is. Fr. gastrite tıp Mide iltihabı.
gastroenterolog, -ğu is. Fr. gastroenterologue Sindirim bilimci.
gastroenteroloji is. Fr. gastroenterologie 1. tıp Sindirim bilimi. 2. Hastanelerde sindirim organları hastalıklarının İncelendiği, tedavi edildiği bölüm.
gastroenterolojik, -ği sf. Fr. gastroenterologique Sindirim bilimi ile ilgili.
gastronom ıs. Fr. gastronome Damak zevki olan, ağzının tadını bilen, İyi yemekten anlayan kimse.
gastronomi is. Fr. gastronomie 1. Yemeği iyi yeme merakı. 2. Sağlığa uygun, iyi düzenlenmiş, hoş ve lezzetli mutfak, yemek düzeni ve sistemi.
gastroskop, -bu is. Fr. gastroscope tıp Yutma borusu, mide ve on iki parmak bağırsağının gözle görülmesini sağlayan, hastaya ağız yolu İle uygulanan fıberoptik alet. .
gastroskopi is. Fr. gastroscopie tıp Gastroskopla yapılan muayene.
gastrula is. (ga'strulâ) Fr. gastrula biy. Yumurta hücresi oğulcuk durumuna gelirken blastulanın bir noktasından çukurlaşarak iç içe geçmiş iki hücre katmanı biçimine girme evresi.
gaşiy, -şyi is. Ar. ğaşy esk. Kendinden geçme, bayılma.
→ gaşyolmak
gaşyolma is. Gaşyolmak işi veya durumu.
gaşyolmak (nsz) Ar. ğaşy + T. olmak esk Kendinden geçmek: "Kıyılmaz lakin Allah'ım bu gaşyolmuş vatan vecde..." -M. A. Ersoy.
gato is. Fr. gateau Pasta, çörek.
gauss is. (matematikçi Gauss'un adından) fiz. Manyetik alanın şiddet birimi.
gavot is. Fr. gavotte Bir tür eski Fransız halk dansı.
gâvur is. Ar. kâfir hlk. 1. din b. Müslüman olmayan kimse: Onca yıl gurbetin kahrım, gâvurun ağzının kokusunu çekmiştik. 2. din b. Dinsiz kimse. 3. sf. mec. Merhametsiz, acımasız, inatçı: "Gâvur bana bir at parası vermeden kalkıp gidecek mi?" -M. Ş. Esendal. (bir şeyi) gâvur etmek boşuna harcamak, yerinde harcamamış olmak, işe yaramaz duruma getirmek, gâvur olmak 1) Müslüman olmamak; 2) dinsiz olmak; 3) mec. boşuna harcanmak: Aldığım, bu şeylerle, beş bin lira gâvur oldu. gâvur ölüsü gibi çok ağır ve hantal, (bir iş) gâvur orucu gibi uzamak bir iş gereğinden çok sürmek. gâvura kızıp oruç yemek (veya bozmak) başkasına kızıp kendine zararlı olan bir iş yapmak.
→ gâvur baklası, gâvur eziyeti, gâvur icadı, gâvur inadı, Moskof gâvuru
gâvur baklası is. bot. Termiye.
gâvurca is. (gâvu'rca) hlk. 1. Batılıların konuştuğu yabancı dillerden herhangi biri. 2. zf mec. Acımasız bir biçimde, insafsızca, gâvurcasına: Gâvurca davranıyor.
gâvurcasına zf. (gâvu'rcasına) Gâvurca.
gâvur eziyeti is. Bile bile verilen zahmet, eziyetli iş.
gâvur icadı is. esk. Batı yapısı teknik eşyaya tutucu çevrelerin verdiği ad.
gâvur inadı is. Yumuşatılamayan, yok edilemeyen inat. gâvur inadı tutmak iyiden iyiye inatlaşmaya başlamak.
gâvurlaşma is. Gâvurlaşmak işi.
gâvurlaşmak (nsz) 1. Gâvur olmak. 2. Acımasız davranmaya başlamak.
gâvurluk, -ğu is. 1. Gâvur olma durumu, dinsizlik. 2. mec. Acımasızlık, insafsızlık, gaddarlık, gâvurluk etmek acımasız, insafsız davranışlarda bulunmak, gaddarlık etmek.
gayakol is. Fr. gaıacol Peygamber ağacı reçinesinden çıkarılan ve hekimlikte kullanılan bir sıvı.
gaybubet is. (gaybuıbet) Ar. gaybubet esk. Yokluk: "Gaybubeti sırasında geçen hadiselere dair tafsilatı bir kere de kulaklarıyla dinlemek istiyor." -F. F. Tülbentçi, gaybubet etmek ortada görülmez olmak: "Neveser, bir müddet gaybubet etmeyelim." -A. İlhan, gaybubetinde bulunmadığı sırada, yokluğunda.
gayda is. (ga'yda) müz. Kamıştan yapılmış çift düdük ve tulumdan oluşan, tiz sesli, nefesli, İskoçların millî çalgısı: "Her taraftan gayda sesleri kopar, yollar köylülerle dolardı."-Y.K.Beyatlı.
gaydacı is. Gayda çalan veya yapıp satan kimse.
gaye is. (ga.ye) Ar. gaye Amaç, hedef: "Para? O bir gaye değil, fakat harcamayı sevdiğim bir şey." -H. E. Adıvar.
gayeli sf. Amacı olan.
gayesiz sf. Amacı olmayan.
gayesizlik, -ği is. Gayesiz olma durumu.
gayet zf. (ga: 'yet) Ar. ğâyet Pek, çok, pek çok, güçlü bir biçimde, etkili olarak: "Soframızda gayet samimi birkaç misafirimiz bulunur." -A. Gündüz.
gayetle zf (ga:'yetle) esk. Aşırı derecede: "Gayetle zengin bir ailenin kıymetli, tek evladı." -Ö.Seyfettin.
gayr, -i is. Ar. gayr esk. Başka kimse, başkası: Gayre muhtaç olmamak.
gayret is. Ar. gayret 1. Çalışma, çaba, çalışma isteği: "Arkadaşlarına yardımcı olmak arzu ve gayreti onu acıklı bîr duruma düşürüyordu. " -M. Yesari. 2. Koruma, esirgeme, kayırma duygusu: Hemşehrilik gayreti. 3. esk. Kutsal sayılan şeylere yabancıların saldırmasını görmekten doğan dayanamama duygusu, gayret almak yüreklenmek, cesaret almak, gayret dayıya düştü İş, onu başarabilecek olana kaldı: Gayret dayıya düştü; bu işe sen el atmazsan, olmayacak. gayret etmek emekle çalışmak, çabalamak, uğraşmak: "Eh, dedi, elimizden geldiği kadar gayret ederiz." -S. F. Abasıyanık. gayret göstermek çaba harcamak, başarmak için çalışmak: "Azar azar, fakat ısrarlı bir gayret göstermeye başladı." -P. Safa. gayret vermek isteklendirmek, özendirmek, yüreklendirmek, gayrete gelmek bir işi yapmaya veya bitirmeye özenmek; canlanmak: "Ekmeğini zeytinyağına banıp Öyle lezzetli bir yiyişi vardı ki, ben de gayrete gelmiştim onunla." -Y. Z. Ortaç, gayretine dokunmak bir İşi yapamayacağını ileri sürenlere kızarak veya kendisinin yapması beklenen işi başkasının yapmasından utanç duyarak başarmaya çalışmak.
gayretkeş sf. Ar. gayret + Far. -keş esk. 1. Çalışkan. 2. Yan tutan, kayıran: "Gayretkeş bir polise kızdı." -N. Cumalı.
gayretkeşlik, -ği is. Gayretkeş olma durumu: "Bu gayretkeşliğin er geç tavsayacağım biliyordu. " -H. Taner.
gayret kuşağı is. Kuşak bağlama töreninde gelinin beline dolanan kuşak, kırmızı kemer.
gayretlenme is. Gayretlenmek işi.
gayretlenmek (nsz) Çalışma İsteği duymak veya çalışma isteği artmak.
gayretli sf. Çalışkan, çaba gösteren.
gayretlilik, -ği is. Gayretli olma durumu.
gayretsiz sf Çalışmayan, çaba göstermeyen.
gayretsizlik, -ği is. Gayretsiz olma durumu.
gayrı sf. (ga'yrı) 1. Başka, diğer. 2. zf. hlk. Artık, bundan böyle.
gayri zf Ar. gayr Gayrı: "Sık sık görüşürüz gayri." -Y. Z. Ortaç.
gayriahlaki sf. (gayriahlâıki:) Ar. gayr + ahlâkî esk. Ahlaka aykırı.
gayriciddi sf (gayriciddi:) Ar. gayr + ciddî esk. Ciddi olmayan, laubali, ciddiyetsiz.
gayriihtiyari zf. (gayriihtiya:ri:) Ar. gayr + ihtiyari esk. İstemeksizin, düşünmeden, elinde olmayarak: "Koca Ali, gayrühtiyari dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi." -Ö. Seyfettin.
gayriinsani sf (gayriinsa:ni:) Ar. gayr 4-insani esk. İnsanlık dışı.
gayriiradi sf (gayriira:di:) Ar. gayr + iradi psikol. esk. İstençsiz.
gayrikabil sf. (gayrıka:bil) Ar. gayr + kabil esk. Çözümü olmayan.
gayrikanuni sf. (gayrika:nu:ni:) Ar. gayr + kanuni huk. esk. Yasa dışı.
gayrimahdut, -du sf. Ar. gayr + mahdüd esk. Sınırsız, sonsuz, uçsuz.
gayrimakul, -lü sf. (gayrima:kul) Ar. gayr + ma'kül esk. Akla aykın, saçma.
gayrimemnun sf Ar. gayr + memnun esk. Memnun olmayan, kızgın, hoşnutsuz, küskün, kırgın, sızlanan: "Tebriz'de gayrimemnunların sayıları günden güne artıyordu."-F. F. Tülbentçi.
gayrimenkul, -lü sf. Ar. gayr + menkûl huk. Taşınmaz.
gayrimeskûn sf. (gayrimeskû:n) Ar. gayr + meskûn esk. Boş, ıssız, şenliksiz.
gayrimeşru sf. (gayrimeşru:) Ar. gayr + meşru' 1. Yolsuz, yasaya veya töreye aykırı. 2. Evlilik dışı.
gayrimuayyen sf. Ar. gayr + mu'ayyen esk. Belirsiz.
gayrimuntazanı sf. Ar. gayr + muntazam esk. Düzensiz, dağınık, gelişigüzel.
gayrimümkün sf. Ar. gayr + mumkin esk. Olmaz, imkânsız.
gayrimüslim is. Ar. gayr + muslim din b. esk. Müslüman olmayan kimse.
gayrinizami sf. (gayriniza:mi:) Ar. gayr + nizami esk. Düzenli olmayan, düzensiz.
gayriresmî sf Ar. gayr + resmi Devletin koyduğu kurallar dışında kalan.
gayrisafi sf. (gayrisa:fi:) Ar. gayr + şüfî Karışık, katışık.
→ gayrisafi hasılat, gayrisafi millî hasıla
gayrisafi hasılat is. (gayrisa:fı; haısılat) Net olmayan gelir.
gayrisafi millî hasıla is. (gayrisafî:milli: ha:sıla) Bir ülkede bir yıl süresince üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarına göre hesaplanan değeri.
gayrisıhhi sf. (gayrısıhhi:) Ar. gayr + sıhhi esk. Sağlıklı olmayan, sağlıksız.
gayrişahsi sf. (gayrişahsi:) Ar. gayr + şahsi esk. Kişilik dışı.
gayritabii sf. (gayritabii;) Ar. gayr + tabi'i esk. 1. Doğa dışı, doğaya aykırı: "Ne gayritabii, garip, manalı, müstehzi gülüyordu? " -P. Safa. 2. Olağan dışı. 3. Acayip.
gayur sf. (gayu:r) Ar. ğayür esk. Gayreti olan, gayretli, çok çalışkan: "O makama daha gayur bir zat münasip düşüyordu." -A. İlhan.
gayya is. (gayya:) Ar. ğayyâ din b. Gayya kuyusu.
→ gayya kuyusu
Gayya Öz. is. (gayya:) Ar. ğayyâ Cehennemde bulunduğu varsayılan bir kuyunun veya derenin adı.
gayya kuyusu is. Karmaşık işlerin döndüğü yer veya çok çapraşık durum.
gayz is. Ar. ğayz esk. Öfke, hınç.
gayzer is. Fr. geyserjeol. Kaynaç.
gayzerit is. Fr. geyserite min. Kaynaç taşı.
gaz (I) is. Fr. gaze Tül.
gaz (II) is. Fr. gaz 1. Normal basınç ve sıcaklıkta olduğu gibi kalan, içinde bulunduğu kabın her yanma yayılma ve bu kabın iç yüzeyinin her noktasına basınç yapma özelliğinde olan akışkan madde. 2. Gaz yağı, petrol: "Aklıma geldi, kilerden bir teneke gaz çıkarttım." -A. Gündüz. 3. Sindirim borusunda, ağızdan yutulan hava ile mayalanma sonucu oluşan uçucu maddelerin karışması: Midede gaz olmak. 4. Gaz lambası: "Gözümü açtım ki gazlardan ikisi de sönmüş." -A. Rasim. 5. Doğal gaz. gaz vermek 1) motorlu taşıtlarda gaz pedalına basmak; 2) dolduruşa getirmek, gaza basmak 1) harekete geçirmek veya hızını artırmak için motorlu taşıtın gaz pedalına basmak; 2) mec. bir işi hızlandırmak, gaza gelmek dolduruşa gelmek, gaza getirmek birini olmadık bir şey veya hayalî bilgilerle coşturmak, ileri sürmek.
→ gaz beton, gaz bombası, gaz boyaması, gaz dedektörü, gaz göstergesi, gazhane, gazışı, gazışıl, gaz ibiği, gaz lambası, gaz maskesi, gaz ocağı, gazölçer, gaz ölçümü, gaz pedalı, gaz sayacı, gaz sobası, gaz taşı, gaz yağı, gaz yuvarı, çürük gaz, doğal gaz, doğal gaz sayacı, dökme gaz, ham gaz, tam gaz, tüp gaz, yanıcı gaz, zehirli gaz, bağırsak gazı, bataklık gazı, egzoz gazı, elektron gazı, gübre gazı, hardal gazı, hava gazı, hava gazı sayacı, maden gazı, asal gazlar, soy gazlar
gaza is. (gaza:) Ar. gaza' din b. esk. îslam dinini korumak veya yaymak amacıyla Müslüman olmayanlara karşı yapılan savaş, kutsal savaş: "Küffar üzerindeki gazamızın sevabı bize kâfidir." -F. F. Tülbentçi.
gazal, -li is. (gazali) Ar. gazal zool. esk. Ceylan.
gazap, -bı is. Ar. ğazab Öfke, kızgınlık, hiddet: "En önde Tevfik, en arkada cüce, birbirinin ayaklarına basarak Emine'nin gazabından sokağa fırladılar, karanlıkta birdenbire kayboldular." -H. E. Adıvar. gazaba gelmek öfkelenmek, kızmak: "Sert kelimeler kullandı, köpürdü, gazaba geldi." -P. Safa. gazaba uğramak güçlü bir kimsenin hışmına uğramak, gazabını yenmek öfkesini, şiddetini göstermemek veya bastırmak.
gazaplandırma is. Gazaplandırmak işi.
gazaplandırmak (-i) Öfkelendirmek, kızdırmak: "Emine'yi bunların hepsinden fazla gazaplandıran şey, belki kocasının kafasında para diye bir kıymet olmaması." -H. E. Adıvar.
gazaplanma is. Gazaplanmak işi.
gazaplanmak (nsz) Öfkelenmek, kızmak: "...bu lafa bütün bütün gazaplanır. Fırlar, Yörük'ün kızım iyice döver." -Ö. Seyfettin.
gazaplı sf Öfkeli, kızgın, hiddetli.
gazapsız sf. Öfkeli, kızgın, hiddetli olmayan.
gaz beton is. mim. Kuvarsit, sünger taşı vb. malzeme kullanılarak tuğla biçimi verilmiş beton yapı malzemesi.
gaz bombası is. ask. İçinde canlılar için tehlikeli gazlar bulunan bomba.
gaz boyaması is. En son işlem olarak gaz yağına sokularak boyaları sabitleştirilmiş olan başlık, baş örtüsü: "Yol yol ağarmış saçlarını gaz boyamasının altına saklamış." -H. R. Gürpınar.
gaz dedektörü is. Boru hatlarıyla taşman gazın kontrol edilen ortamda bulunup bulunmadığını tespit edebilen cihaz.
gazeki is. hlk. Cepken altına giyilen kolsuz bir çeşit giysi.
gazel (I) is. Ar. gazel ed. 1. Divan edebiyatında beş ile on beş beyit arasında değişen, ilk beytinin dizeleri birbiriyle, sonraki beyitlerinin ikinci dizeleri birinci beyitle uyaklı, genellikle lirik konularda yazılan nazım biçimi: "O mecmuadaki gazelleri yüksek sesle okurken eski şiir lehçemizdeki beliğ ve rindane edaların zevkine varıyorum." -Y. K. Beyatlı. 2. müz. Klasik Türk müziğinde belli bir kurala bağlı olmadan bir kişi tarafmdan sazlardan birinin eşliğinde söylenen, söyleyenin ses gücünü göstermesine de olanak veren müzik eseri: "Yanımızdaki vagonda bir gazel başladı." -Y. Z, Ortaç, gazel okumak 1) gazel söylemek: "Karagözcünün makamlar arası dolaşması, şarkı ve gazel okuması lazımdı." -S. Ayverdi. 2) mec. oyalamak veya kandırmak üzere boş sözler söylemek, gazel tutturmak yüksek sesle şarkı veya türkü söylemek: "Sonra makinelerin gemiyi sarsan temposuna uyarak yanık bir gazel tuttururdu." -H. Taner.
→ gazel damarı
gazel (II) is. hlk. Sonbaharda kuruyup dökülen ağaç yaprağı: "Coşkun sular gibi akıp durulma / Kuru gazel gibi esip savrulma." -Karacaoğlan.
gazel damarı is. anat. Şah damarı: "Kolalı sert yaka, boğazda şişen gazel damarını sıkıyor. " -F. R, Atay.
gazelhan is. Ar. gazel + Far. -hân müz. Gazel okuyan, gazel söyleyen kimse.
gazelhanlık, -ğı is. Gazel söylemeyi kendine meslek edinme: "Gayet güzel sesli, yakışıklı ayyaş, ahlaksızlıkla maruf bir kimse idi, istanbul'da mektepler âleminde gazelhanlıkları ... ile nam vermişti." -Y. K. Beyatlı.
gazelimsi sf Gazeli andıran, gazele benzeyen, gazel gibi.
gazeliyat ç. is. (gazeliya:t) Ar. ğazeliyyüt ed. Bir şairin divanında bulunan gazeller bölümü.
gazellenme is. hlk. Gazellenmek işi veya durumu.
gazellenmek (nsz) 1. Ağaç yapraklarını dökmek. 2. Yaprak sararıp kurumak.
gazete is. (gaze'te) İt. gazetta 1. Politika, ekonomi, kültür ve daha başka konularda haber ve bilgi vermek için, yorumlu veya yorumsuz, her gün veya belirli zaman aralıklarıyla çıkarılan yayın: "Kahvelerde ikinci bir oyalanma yolu, gazetelerdi." -N. Cumalı. 2. Bu yayının yönetildiği, hazırlandığı, basıldığı yer: Her gün gazeteye uğruyordu.
→ küçük gazete, akşam gazetesi, bayram gazetesi, duvar gazetesi, fısıltı gazetesi, pandispanya gazetesi, radyo gazetesi
gazeteci is. 1. Gazete yayımlayan kimse. 2. Gazeteye yazı yazmayı, haber toplayıp vermeyi veya gazetenin yazı işlerinde çalışmayı iş edinen kimse. 3. Gazete satan kimse.
gazetecilik, -ği is. Gazetecinin yaptığı iş: "Gazetecilik de, spor da o kitlelerin genel seviyesiyle doğrudan orantılıdır." -H. Taner.
gazetelik, -ği is. 1. Gazete koymaya yarar küçük çatkı. 2. sf Gazeteye haber olarak yazılacak nitelikte olan.
gaz göstergesi is. LPG ile çalışan motorlu araçlarda gazın düzeyini gösteren alet.
gazhane is. (gazhame) Lat. gaz + Far. hâne esk. Hava gazı üretilen veya depolanan yer.
gazışı is. (ga'zışı) fiz. Termik etki olmaksızın kendiliğinden görülen ışık.
gazışıl is. fiz. Gazışı ile ilgili, gazışı saçabilen: Radyum gazışıl bir elementtir.
gazi is. (ga:zi:) Ar. ğâzi din b. 1. Müslümanlıkta düşmanla savaşan veya savaş yapmış kimse: "Gazi Baba, etrafında binlerce gazi ile bir tepede yatardı." -Y. K. Beyatlı. 2. Olağanüstü yararlıklar göstererek düşmanı yenen komutanlara devlet tarafından verilen onur unvanı: Gazi Mustafa Kemal. 3. Savaştan sağ ve zafer kazanmış olarak dönen kimse: "Şimdi İstanbul taklarının yeşil taflanları altından gaziler geçiyor." -A. Gündüz. gazi olmak savaştan, ölmeden dönmek.
→ malul gazi
gaz ibiği is. Gaz lambasının gazın yanması için üzerinde fitil bulunan ağzı.
gaziler helvası is. Undan yapılan bir tür helva.
gazilik, -ği is. 1. Gazi olma durumu. 2. Gazi unvanı. 3. Yiğitlik: "Hepimiz Mustafa Kemal'e borçluyuz. Onun en büyük gazası ve gaziliği bizim mesleğimizi yetiştirmesindedir." -A. Gündüz.
gazino is. (gazi'no) İt. casino 1. Yemek yenilen, gösteri İzlenen, müzik dinlenen, bazen oyun sergilenen eğlence yeri: "Gazinonun önündeki büyük tenha yoldan hiçbir ses gelmiyor." -P. Safa. 2. Büyük kahvehane ve birahane.
→ aile gazinosu
gazinocu is. Gazino işleten kimse: "Bir başka masada gazinocuyu çekiştiriyorlardı." -N. Cumalı.
gazinoculuk, -ğu is. Gazinocu olma durumu veya gazinocunun yaptığı iş.
gazlama is. Gazlamak işi.
gazlamak (-i, nsz) 1. Gaz yağı sürmek: Tahtakurularını öldürmek için somyayı gazladı. 2. Motorlu taşıtlarda aracın hızlanmasını sağlamak için gaz pedalına kuvvetle basmak. 3. argo Kaçmak, gazla! argo defol, git!
gaz lambası is. İçine konan gaz yağını bir fitil yardımıyla yakan, şişeli, türlü biçimlerde lamba: "Masanın üstünde hâlâ yanan gaz lambasını üfleyerek söndürdüm." -N. Cumalı.
gazlanma is. Gazlanmak işi.
gazlanmak (nsz) 1. Gaz yağı sürülmek. 2. Sindirim yolunda gaz olmak.
gazlaşma is. Gazlaşmak işi veya durumu.
gazlaşmak (nsz) Gaz durumuna girmek.
gazlaştırma is. Gazlaştırmak işi.
gazlaştırmak (-i) Bir maddeyi gaz durumuna dönüştürmek.
gazlı sf. Gazı olan veya gaz bulaşmış olan.
→ gazlı bez
gazlı bez is. Yaralara kapatılan İnce ve seyrek bez.
gaz maskesi is. Zehirli gazlardan korunmak amacıyla özel olarak yapılmış gereç: "Bunların hemen hepsi, cici bici el çantaları yerine, gaz maskeleri taşımakta idi." -Y. K. Karaosmanoğlu.
gaz ocağı is. Gaz yağıyla yanan ocak.
gazojen is. Fr. gazogene Sıvı veya katı yakıtı hava, oksijen etkisiyle gazlaştırmaya yarayan araç.
gazolin is. Fr. gazoline kim. Ham petrolün ilk damıtılmasında ayrılan çok uçucu, hafif akaryakıt.
gazometre is. (gazome'tre) Fr. gazometre 1. Gazların toplanması, belirli basınç altında dağıtılması için kullanılan depo. 2. fiz. Gazölçer.
gazometri is. Fr. gazometrie fiz. Gaz ölçümü.
gazoz is. Fr. gazeuse Meyve esansı, şeker ve karbon asidi ile yapılan, basınçlı hava ile şişelere doldurularak hazırlanan içecek.
→ gazoz ağacı
gazoz ağacı is. argo 1. Çok saçma söz: Bu dediğin gazoz ağacı! 2. Oyunda yenildikçe rakibine ve izleyenlere sürekli içecek ısmarlayan oyuncu.
gazozcu is. 1. Gazoz yapıp satan kimse. 2. esk. Eğlence yerlerinde dolaşarak gazoz satan kimse, gazoz satıcısı.
gazozculuk, -ğu is. Gazozcunun yaptığı iş.
gazölçer is. fiz. Belirli basınç altında gelen gazın hacmini ölçmeye yarayan araç, gazometre.
gaz ölçümü is. fiz. Gazların hacim, yoğunluk vb. niteliklerinin ölçülmesi, gazometri.
gaz pedalı is. Motorlu taşıtlarda aracın hızını ayarlamaya yarayan aygıt.
gaz sayacı is. İçinden geçen gazın ne kadar olduğunu ölçen araç, doğal gaz sayacı, hava gazı sayacı.
gazsız sf. İçinde gaz olmayan veya gaz bulaşmamış olan.
gaz sobası is. İçine konan gaz yağının yanmasıyla ısınan soba.
gaz taşı is. min. Bileme işinde kullanılan bir tür taş.
gazve is. Ar. gazve esk. 1. Arap aşiretleri arasında yapılan savaş: "İki aşiret, bir gazve esnasında çarpışmışlar." -F. R. Atay. 2. din b. Din uğruna yapılan savaş.
gaz yağı is. Ham petrolün 150-250 °C'ler arasında işlenmesiyle elde edilen renksiz veya san renkte akaryakıt.
gaz yuvarı is. astr. Atmosfer.
Gd kim. Gadolinyum elementinin simgesi.