fob is. (free on board sözünün kısaltılması) tic. Alıcı ile satıcı arasında kararlaştırılan bir fiyatın, malın satıcı tarafından belli bir limanda gemi üzerinde teslimi şartıyla biçilmiş olduğunu gösteren bir kısaltma: Ü-zümün kilosu fob İzmir bin beş yüz liradır.
fobi is. (fo'bi) Fr. phobie psikol. Belirli nesneler veya durumlar karşısında duyulan olağan dışı güçlü korku, yılgı.
fodla is. (fo'dla) Ar. fadla esk. Çoğunlukla imaretlerde yoksullara verilen kepekli undan yapılmış pideye benzer bir tür ekmek.
fodlacı is. 1. Evlere fodla dağıtan kimse. 2. Fodla ile geçinen kimse.
fodlacılık, -ğı is. Fodlacı olma durumu.
fodra is. (fo'dra) İt.fodera Düz ve dik durması için elbisenin bazı yerlerine kumaşla astar arasına konulan sert ve kolalı bez.
fodul sf. Ar. fudül esk. Üstünlük taslayan, kibirlenen: "Hem kel hem fodul" -Atasözü.
fodulca sf. (fodu'lca) 1. Fodul gibi. 2. zf. Fodula yaraşır biçimde: Fodulca davranmak.
fodulluk, -ğu is. Üstünlük taslama durumu, fodulca davranış.
fok is. Fr. phoque zool. Etçiller takımının fokgiller familyasından, 1-2 m boyunda, postu değerli, memeli deniz hayvanı, ayı balığı (Phoca).
fokgiller ç. is. zool. Soğuk denizlerin kıyılarında yaşayan, etçiller takımının yüzgeç ayaklılar alt takımından bir familya.
fokstrot is. (fo'kstrot) İng. fox-trott muz. Dört tempolu bir dans: "Fokstrotta uzun boylu konuşamam." -M. Yesari.
fokurdak, -ğı sf. Fokurdama özelliği olan.
fokurdama is. Fokurdamak işi.
fokurdamak (nsz) Fokur fokur ses çıkararak kaynamak.
fokurdatma is. Fokurdatmak işi.
fokurdatmak (-i) Fokurdamasını sağlamak: "Cavlanın fokurdattığı sulara dalıp çıkarak yıkanmaya başladı." -K. Bilbaşar.
fokur fokur zf. Fokurdayarak: Tencere fokur fokur kaynıyor.
fokurtu is. Sıvılar fokurdarken çıkan ses.
fokus is. Fr. focus fiz. Işınların bir mercekten geçtikten sonra toplandıkları nokta.
fol is. Yun. Tavuğun İstenilen yere yumurtlaması için o yere konulan yumurta veya yumurtaya benzeyen şey. fol yok yumurta yok bir konu ile ilgili ortada hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşüldüğünde kullanılan bir söz: "Kız kardeşi ile Mahir daha ortada fol yok yumurta yokken gelin güveyi olmuşlar." -H. R. Gürpınar.
folk is.İng.folk Halk.
→ folk müziği, folk sanatçısı
folklor is. (folklor) İng. folklore Halk bilimi: "Hep, folklor, sanatın, ilmin, kültürün kendisidir, ortaya attık." -F. R. Atay.
folklorcu is. 1. Halk bilimci. 2. Halk oyunlarını öğreten veya oynayan kimse.
folklorculuk, -ğu is. 1. Folklorcunun işi veya mesleği. 2. Halk bilimi ile uğraşma işi. 3. Halk oyunlarını öğretme veya öğrenme işi.
folklorik, -ği sf. Fr. folklorigue Halk bilimi ile ilgili.
folklorist is. Folklorcu.
folk müziği is. muz. 1. Halk müziği. 2. Özellikle II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika'da başlayan, halk şarkılarından esinlenen müzik.
folk sanatçısı is. Halk müziği ile uğraşan veya söyleyen sanatçı.
folluk, -ğu is. Tavukların yumurtlaması için hazırlanmış yer.
folyo is. Folyo kâğıdı.
→ folyo kâğıdı
folyo kâğıdı is. Yiyecekleri korumak ve saklamak İçin kullanılan, ince, şeffaf kâğıt.
fon sf. Fr. fond 1. ekon. Belirli bir iş için gerektikçe harcanmak üzere ayrılıp işletilen para, kaynak: "Karşılıklı paralar fonundan beş yüz milyon lira Millî Savunma hizmetlerine tahsis edilmişti." -A. İlhan. 2. Sinemada, tiyatroda oyuncuların arkasındaki resim, fotoğraf veya çeşitli plastik öğelerden oluşan dekor, görüntü. 3. Bir tabloda, üzerinde konunun işlendiği boya katı. 4. tç mimaride üstüne başka şeyler eklenen bölüm. 5. Bir kumaşın alt dokusu. 6. ekon. Bir kuruluşun mali kaynaklarının tümünün göstergesi.
→ fon müziği, likit fon, Fak Fuk Fonu, konutfonu
fonda is. (fo'nda) ît. fondo den. 1. Geminin demir attığı yer. 2. ünl. Gemiler için demir atma komutu, fonda etmek demir atmak.
fondan is. Fr. fondant İçinde likör, tatlı veya hoş kokulu maddeler bulunan, ağızda kolayca eriyen bir tür şekerleme: "Çilek, muz, menekşe kokulu fondanlar..." -Y. Z. Ortaç.
fondip zf. Alm. von + T. dip Sonuna kadar, bir solukta, bir dikişte, fondip yapmak bir solukta, bir dikişte içmek.
fondöten sf. Fr. fond de teint Cildi pürüzsüz göstermesi, renk vermesi için kadınların yüzlerine sürdükleri yan sıvı veya boyalı krem, düzgün.
fonem is. Fr. phoneme dbl. Ses birimi.
fonetik, -ği is. Fr. phonetiaue 1. dbl. Ses bilgisi. 2. sf. Sesleri bütün özellikleriyle ve ayrıntılarıyla gösteren, sesçil: Fonetik yazım.
fonetikçi is. Ses bilgisi ile uğraşan, ses bilgisi uzmanı.
fonksiyon is. Fr. fonction 1. İşlev: "Bunun aynı zamanda mimari bir fonksiyonu da var." -H. Taner. 2. Görev. 3. mat. Bir veya birçok değeri değişebilen niceliklere bağlı olarak değişen nicelik. 4. kim. Bir birleşikteki herhangi bir madde grubunun kimyasal görevi, bu görevi nitelendiren Özelliklerin tamamı.
fonksiyonalizm is. Fr. fonctionnalisme psikoî. İşlevcilik.
fonksiyonel sf. Fr. fonctionnel 1. Fonksiyonla ilgili. 2. İşlevsel. 3. kim. Bir kimyasal fonksiyon ile ilgili.
fon müziği is. muz. Bîr sahne eseri oynanırken çalınan müzik.
fonograf is. Fr. phonographe Gramofon: "Kapıya daha yakın bir yerde, belki o yüzden girerken farkına varamadığım bir de borulu fonograf." -A. İlhan.
fonografi is. Fr. phonographie Seslerin gerektikçe tekrarlanmasını sağlamak için, bunların titreşimlerini, madde üzerine iz olarak geçirme yöntemi.
fonojenik, -ği sf. Fr. phonogeniaue Sesi radyoya veya fonografa uygun olan (kimse).
fonolit is. Fr. phonolitejeol. Sesli taş.
fonolog, -ğu is. Fr. phonologue Ses bilimci.
fonoloji is. Fr. phonologie dbl. Ses bilimi.
fonolojik, -ği sf. Fr. phonologiaue dbl. Ses bilimi ile ilgili.
fonotelgraf is. Fr. phonoteîegraphe Telefonla iletilen telgraf.
font (I) is. Fr.fonte Dökme demir, pik (I).
font (II) is. İng.fount Yazı karakteri.
fora (I) is. (fo'ra) İt. fuori den. 1. Yelken açtırma, mayna karşıtı. 2. ünl. Yelkenleri açtırmak İçin verilen komut: Fora yelken! fora etmek 1) açmak, çözmek: "Diğeri ise yelkeni fora etti." -A. Mithat. 2) argo çekip çıkarmak: "Arkadaşlar da derinliğine bir samimiyetle ceketlerim fora etmişler." -Ç. Altan. 3) açmak, çıplak duruma getirmek: "Gözlerine sürme çeken, kolunu ve omuzunu fora eden kız, yani ben, kendime yabancı geliyordum." -H. E. Adıvar.
fora (II) is. (fo'ra) Ayakkabı üstüyle pençesi arasına konulan parça.
forint is. Mac. forint esk. Macar para birimi.
form is. Fr. forme 1. Biçim, şekil: "Her çeşit üslup ve form sanat yaratması için yararlı olabilir." -H. Taner. 2. Bir şeyin istenilen ve olması gereken durumu. 3. İstenilen şeylerin yazılması, doldurulması için hazırlanmış basılı belge, formda olmak gerekli güç ve yeteneklere sahip olmak: Güreşçilerimiz formda olmak zorundadır, formdan düşmek güç ve yeteneği yitirmek, formunu korumak 1) gerekli güç ve yeteneği bozmadan sürdürmek; 2) diri ve canlı görünmek.
forma is. (fo'rma) İt. forma 1. Biçim, şekil. 2. Öğrencilerin, sporcuların, bazı mesleklerde çalışanların giydikleri, bağlı bulundukları okul, spor kulübü veya meslekleri belirten tek tip giysi. 3. Tek kâğıt tabaka üzerine basılan on altı sayfalık kırılmış kitap parçası: "Forma başında olduğu için sık sık aynı yerinden açılan kitabın o cümlesine tesadüf etti. "-P. Safa.
→ forma baştık
forma başlık, -ğı is. esk. Dalgıçların kullandığı yuvarlak metal başlık.
formaldehit, -di is. Fr. formaldehyde kim. Doymuş aldehitlerin ilk üyesi olan H-CHO formülündeki aldehit.
formalık, -ği sf. 1. Forma yapmak için ayrılmış, forma yapmaya uygun: Formalık kumaş. 2. Herhangi bir sayıda forması olan: "Kitap dediği tek formalık şeylerdi." -N. Cumalı.
formalist is. Fr. formaliste Biçimci, formaliteci, şekilci.
formalite is. Fr. formalite 1. Yöntem veya yasaların gerektirdiği işlem. 2. mec. Önem verilmediği hâlde bir zorunluluğa bağlı olarak yapılan biçimsel davranış: "Bir, iki formalite sualinden sonra taburcu edilen birkaç çocuk..." -R. N. Güntekin. 3. huk. Yerine getirilmesi kanunca zorunlu kılınan işlem: "Formaliteleri tamamlamak için soluğu Ankara'da almış." -H. Taner.
formaliteci is. 1. Özellikle resmî işlerde yöntemlere, tüzüklere sıkı sıkıya bağlanıp işlerin yürümesini güçleştiren kimse. 2. mec. Biçimci, şekilci, şekilperest, formalist. 3. mec. Bir işi olduğundan fazla abartan, kurallara gereğinden fazla bağlı olan.
formaliteli sf. Formalitesi olan.
formalitesiz sf. Formalitesi olmayan.
formalizm is. Fr. formaîisme Biçimcilik.
formasyon is. Fr. formation 1. Biçimlenme. 2. Yetişim.
format is. sin. ve TV 1. Film veya fotoğrafta boyutlar. 2. bl. Biçim, format atmak (veya çekmek) biçimlendirmek.
formatlama is. Formatlamak işi.
formatlamak (-i) Biçimlendirmek.
formatlı sf. 1. Bilgisayarda kullanılabilir duruma getirilmiş. 2. Bilgisayarda zararlı öğelerden temizlenmiş (disket).
formatsız sf. 1. Bilgisayarda kullanılabilir duruma getirilmemiş. 2. Bilgisayarda zararlı öğelerden temizlenmemiş (disket).
formel is. Fr. formolle Biçimsel.
formen is. İng.foreman 1. Ustabaşı. 2. İşçilerin düzenli ve verimli çalışmasını sağlayan ve işçiler üzerinde otoritesi olan işçi.
formika is. (formi'ka) İng. formica Fenol formol reçinesine batırılmış ve yüzeyi yapay reçine ile kaplanmış birkaç kat kâğıttan oluşan ve çoğu marangozlukta kullanılan bir çeşit madde.
formik asit, -di is. Fr. acide formiaue kim. Karıncalarda ve bazı bitkilerde bulunan asit (HCOOH), karınca asidi.
formol, -lü is. Fr. formol kim. Formaldehidin % 40'lık değişik sulu çözeltisi.
formül is. Fr. formüle 1. Genel bir olguyu, bir kuralı veya ilkeyi açıklayan simgeler takımı. 2. Bir belgenin yazılacağı biçimi ve ona özgü olan deyimi gösteren örnek: "Cevap formülü son derece basil idi." -F. R. Atay. 3. Kalıplaşmış, basmakalıp anlatım. 4. Bir veya birçok niceliğe bağlı bulunan bir niceliğin hesaplanmasına yarayan matematiksel anlatım. 5. meç. Çıkar yol, tutulan yol, yöntem: "Her yerde yapılabilen bir şey, yalnız formülleri, şekilleri değişir." -A. Gündüz. 6. kim. Birleşik bir cismin birleşimine giren maddeleri ve bunların o birleşik maddedeki oranlarını gösteren kısaltma takımı; Karbonmonoksit CO formülüyle gösterilir. formül bulmak bir işi çözümleyecek çıkar yol bulmak, çözüm bulmak: "O, bu nazik duruma karşı bir formül bulmuştu. " -R. N. Güntekin.
→ cebirsel formül
formüle is. Fr. formüle "Bir düşünceye bir anlatım biçimi vermek" anlamında kullanılan formüle etmek birleşik fiilinde geçen bir söz.
formüler is. Fr. formulaire Formül dergisi.
formülleşme is. Formülleşmek işi.
formülleşmek (nsz) Formül durumuna gelmek, kısa ve özlü duruma gelmek.
formülleştirme is. Formülleştirmek işi.
formülleştirmek (-i) Formül durumuna getirmek.
formüllü sf. Formülü olan: "Hayatı bu kadar basit ve formüllü gören samimi insanların bu zihniyetlerine gıpta ettim." -A. Gündüz.
formülsüz sf. Formülü olmayan.
foroz is. Bir ağ atılışında çıkanlan balık miktarı.
→ aforoz kayığı
foroz kayığı is. Dalyandan balık çıkarmak için kullanılan kayık.
fors is. İng.force 1. Devlet başkanının bulunduğu yerlere, amirallerin çalıştıkları kuruluşlara veya gemilere, generallerin garnizonlarına ve bu düzeydeki görevlilerin arabalarına çekilen üç veya dört köşeli bayrak. 2. mec. Söz geçirirlik, saygınlık. 3. mec. Gösterişlilik. 4. den. Gidon, forsu olmak bir konuda saygınlığı, gücü, söz geçirirligi bulunmak, forsunu yitirmek (veya kaybetmek) etkinliğini ve saygınlığını kaybetmek.
forsa is. (fo'rsa) İt. farza esk. Gemilerde kürek çeken tutsak veya hükümlü kimse.
forseps is. Fr. forceps tıp Bazı güç doğumlarda çocuğun başını tutup dışarı çekmeye yarayan araç.
forslu sf. 1. Üzerine fors çekilmiş (gemi, otomobil). 2. mec. Sözü geçer, güçlü.
forsmajör is. Fr. force majeure Zorlayıcı sebep.
fortçu is. Taşıtlarda kalabalıktan yararlanarak başkalarına sürtünen, sarkıntılık eden kimse.
fortçuluk, -ğu is. Fortçu olma durumu.
forte zf (fo'rte) ît. müz. Güçlü bir biçimde (çalınmak).
fortepiano zf İt. müz. önce güçlü daha sonra hafif bir biçimde (çalınmak).
fortissimo zf (fortissimo) İt. müz. Bazı bölümler çok güçlü bir biçimde (çalınmak).
fort pense is. Fr. fort pince Küçük başlı vidaları sıkmakta kullanılan özel bir alet.
forum is. (fo'rum) Lat. forum tar. 1. Eski Romalılar zamanında, Roma'da ve diğer şehirlerde kamu işlerini konuşmak için halkın toplandığı alan. 2. Dinleyici durumunda olanların da söz alabildikleri belli bir konu üzerinde düzenlenmiş toplantı. 3. Bazı sorunların görüşülerek karara bağlandığı genel toplantı. 4. mec. Tartışma alanı: Basın, uygar ulusların forumudur.
forvet is. İng. fonvard sp. Futbolda görevi karşı tarafa top sürmek ve gol atmak olan ileri uçtaki oyuncu, ileri uç oyuncusu, akıncı, muhacim.
fos sf. argo Çürük, temelsiz, boş, kof. fos çıkmak bir işin sonu gelmemek, boş çıkmak.
foseptik, -ğî is. Fr. fosse septiaue Lağım çukuru.
fosfat is. Fr. phosphate kim. Yapay gübre ve bazı ilaçların yapımında kullanılan fosforik asidin tuzu veya esteri.
→ kalsiyum fosfat, sodyum fosfat
fosfatlama is. Fosfatlamak işi.
fosfatlamak (-i) 1. Ekilen topraklara fosfatlı gübre vermek. 2. Madensel bir parçanın yüzeyinde koruyucu bir fosfat tabakası oluşturmak.
fosfatlatma is. Fosfatlatmak işi.
fosfatlatmak (-i) Fosfatlama işini yaptırmak.
fosfatlı sf. İçinde fosfat olan: Fosfatlı yapay gübre.
fosfatsız sf. İçinde fosfat olmayan.
fosfor is. Fr. phosphore kim. Atom numarası 15, atom ağırlığı 30,97, yoğunluğu 1,83 olan, yarı saydam, bal mumu kıvamında, karanlıkta ışıldayan sarımsak kokulu, zehirli bir element (simgesi P): Fosfor, hafif bir sürtüşme ile alev alev yanmaya başlar.
→ fosforışı, fosforışıl
fosforışı is. Fr. phosphore + T. ışı fiz. Bazı cisimlerin veya canlı varlıkların normal sıcaklığında hissedilir bir artış olmadan karanlıkta ışık verme özelliği.
fosforışıl sf. Fr. phosphore + T. ışıl fiz. Fosforışı Özelliği olan: Başlıca fosforışıl cisimler kalsiyum sülfür, radyum sülfür, stronsiyum sülfür ve çinko sülfürdür.
fosforik asit, -di is. Fr. aside phosphoriaue kim. Fosfor, hidrojen ve oksijenden oluşan, suda kolay çözünen, 42 °C'de eriyen, gübre, sabun, deterjan yapımında ve eczacılıkta kullanılan, kristal yapılı, sıvı durumda, renksiz bir asit (H3P04).
fosforlu sf. 1. Birleşiminde fosfor olan. 2. mec. Işıklı, parlak: "Beyoğlu, karanlık içinde fosforlu bir kaya gibi pırıl pırıl yanıyordu. " -Y. K. Karaosmanoğlu. 3. mec. Alımlı, gösterişli.
fosforsuz sf. Fosforu olmayan: "Böyle fosforsuz, azotsuz, karbonsuz yaşamak, zekâsını söndürememişti, ama biraz hafıfleşmişti." -Ö. Seyfettin.
fosgen is. Fr. phosgene kim. Karbonmonoksit ile klordan meydana gelen boğucu bir gaz.
fosil is. Fr. fossile 1. Geçmiş yer bilimi zamanlarına ilişkin hayvanların ve bitkilerin, yer kabuğu kayaçlan içindeki kalıntıları veya izleri, müstehase, taşıl. 2. mec. Düşünce, yaşayış biçimi vb. bakımlardan çağın gerisinde kalmış kimse.
fosilleşme is. jeol. Fosilleşmek durumu, taşıllaşma.
fosilleşmek 1. Fosil durumuna gelmek, taşıllaşmak. 2. mec. Gerilemek, köhneleşmek.
fosilli sf. İçinde fosil bulunan.
foslama is. Foslamak işi.
foslamak (nsz) argo Fos çıkmak.
foslatma is. Foslatmak işi.
foslatmak (-i) argo Yanlışını veya hilesini ortaya çıkararak birini bozmak, utandırmak.
fosurdama is. Fosurdamak işi.
fosurdamak (nsz) Solurken ağızdan ses çıkarmak.
fosurdatma is. Fosurdatmak işi.
fosurdatmak (-i) Tütün, sigara vb.ni duman çıkararak içmek: "Ah hep benim aptallığım, ovucumun içinde yemek varken tuttum da sigarayı açıktan fosurdattım." -A. Gündüz.
fosur fosur zf. Dumanını savurarak (sigara vb. içmek).
fosurtu is. Sigara fosur fosur içilirken çıkarılan ses.
foş is. Suyun ani ve fazla miktarda dökülmesi sırasında çıkan ses.
fosa is. (fo'şa) Tombul fındık grubunda standart bir fındık çeşidi.
fosurdama is. Fosurdamak işi.
fosurdamak (nsz) Fosur fosur ses çıkarmak.
fosurdatma is. Fosurdatmak işi.
fosurdatmak (-i) Suyun fosurdamasına yol açmak.
fota is. (fo'ta) It.fusto İçinde şarap yapılan bir çeşit fıçı.
fotin is. bk. potin.
foto is. Yun. Işık.
→ fotoakım, fotoelektrik, fotojen, fotojenik, fotokimya, fotokinezi, fotokopi, fotomekanik, fotometre, fotometri, fotomorfoz, fotosentez, fotosfer, fotoskop, fotoşimi, fototaksi, fototaktizm, fototerapi, fototropizm
fotoakım is. Fr. photo + T. akım fiz. Fotoelektrik olayından elde edilen akım.
fotoelektrik, -ği is. Fr. photoelectriaue fiz. 1. Işığın etkisiyle elektrik üretme, yaratma. 2. Işık ışımalarının etkisiyle oluşan her tür elektrik olayı.
fotofiniş is. İng. photofinish sp. Bir yarışta, yarışanların varış anını tespit eden araç.
fotoğraf is. Fr. photographe 1. Görüntüyü, ışığa karşı duyarlıklı cam, kâğıt vb. bir yüzey üzerinde özel makine ile tespit etme yöntemi. 2. Bu yöntemle aktarılarak çoğaltılan resim, foto: "Bir de yadigâr olmak illere fotoğraf bıraktı." -Ö. Seyfettin, fotoğraf çekmek fotoğraf makinesiyle görüntü tespit etmek, fotoğrafını almak fotoğraf makinesiyle resmini çekmek.
→ fotoğrafhane, fotoğraf makinesi, enstantane fotoğraf, vesikalık fotoğraf, vesika fotoğrafı
fotoğrafçı is. 1. Fotoğraf çeken veya basan kimse. 2. Fotoğrafhane.
fotoğrafçılık, -ğı is. 1. Fotoğraf çekme yöntemi. 2. Fotoğrafçının mesleği.
→ su altı fotoğrafçılığı
fotoğrafhane is. Fr. photographe + Far. hâne Fotoğrafçının çalıştığı, fotoğraf çekilen veya fotoğraf makinesi satılan yer, fotoğrafçı: "Fotoğrafhanenin yapay ev dekoru içinde, dal inceliğinde bir genç kadın, iki parmağını, şakağına dayamış düşünüyordu." -A. İlhan.
fotoğraflama is. Fotoğraflamak işi.
fotoğraflamak (-i) Fotoğrafla tespit etmek, fotoğrafını çekmek, görüntülemek.
fotoğraf makinesi is. Fotoğraf çekerken görüntüyü duyarlıklı yüzey üzerinde tespit etmeye yarayan cihaz.
fotojen sf Fr. photogene Işık yaratan, doğuran.
fotojenik, -ği sf. Fr. photogeniaue fiz. 1. Işığın bazı cisimler üzerine yaptığı kimyasal etki ile ilgili veya bu etkileri yaratma özelliği taşıyan. 2. Fotoğraf kâğıdını çok etkileyen: Mavi, fotojenik bir renktir. 3. mec. Fotoğrafta veya sinema filminde güzel bir etki bırakan (yüz, duruş).
fotokimya is. (fotokimya:) Fr. photo + Ar. kimya kim. Işık etkisiyle oluşan kimyasal tepkimeleri İnceleyen bilim, fotoşimi.
fotokinezi is. Fr, photokinesie biy. Bazı hayvanları karanlıkta ışık, çok aydınlıkta karanlık aramaya iteleyen dürtü.
fotokopi is. Fr. photocopie Tıpkıçekim.
fotokopici is. 1. Fotokopi işlerini yapan, fotokopi çeken kimse. 2. Fotokopi çekilen yer.
fotokopicilik, -ği is. Fotokopicinin işi.
fotolitografi is. Fr. photolitographie Taş, maden üzerindeki örneklerin, ışığa duyarlı tabakalar üzerinde fotoğraf veya kopya yoluyla çıkarılmasında kullanılan baskı tekniği.
fotomekanik, -ği sf. Fr. photomecanigue Fotoğraftan baskı klişesi elde etmek için uygulanan her türlü yöntem.
fotometre is. (fotome'tre) Fr. photometre fiz. Işıkölçer.
fotometri is. Fr. photometrie fiz. Işık ölçümü.
fotomodel is. Fr. photomodele Fotoğraf veya reklam fotoğrafları için modellik eden kimse.
fotomontaj is. Fr. photomontage Bir konu üzerindeki eksik bölümleri tamamlamak veya daha çok konuyu bir araya toplamak için birkaç fotoğrafın birleştirilmesi.
fotomorfoz is. Fr. photomorphose biy. Canlı varlıkların birey oluş sırasındaki gelişimi üzerinde ışığın yaptığı etki.
fotoroman is. Fr. photoroman Bir metinle bir dizi fotoğraftan oluşan hikâye veya roman.
fotosentez is. Fr. photosynthese biy. Yeşil bitkilerin ışıkta basit birleşiklerinden karmaşık yapılı organik moleküller yapması.
fotosfer is. Fr. photosphere astr. Işık yuvarı.
fotoskop, -bu is. Fr. photoscopefiz. Merceklerin uyumundaki değişiklikleri, onların yüzeylerindeki yansımalarla gözlemeye yarayan alet.
fotoşimi is. Fr. photochimie kim. Fotokimya.
fototaksi is. Fr. phototaxie bot. Işığa göçüm.
fototaktizm is. Fr. phototactisme bot. Işığa göçüm.
fototek is. Fr. phototheaue Fotoğraf belgeliği. fototerapi is. Fr. phototherapie tıp İşığın tedavi amacıyla kullanılması.
fototropizm is. Fr. phototropisme bot. Işığa doğrulum.
foya is. (fo'ya) İt. foglia Parıltısını artırmak için elmas taşlarının altlarına konan ince metal yaprak, foyası meydana (veya ortaya) çıkmak bir olay dolayısıyla bir kimsenin kötü niteliği ortaya çıkmak: "Utanmazlık siyasetinin veya utanmaz siyasinin önünde sonunda foyası meydana çıkar." -B. Felek, (bir kimsenin) foyasını belli etmek göz boyacılığı, suçu, kötü niteliği veya gizli niyeti ortaya çıkmak: "İnsana güzel gibi gelen, foyasını ancak gözle görülür şeklin içinde belli eden bir âlemdedirler." -S. F. Abasıyanık.
fon is. Fr.foehn 1. Sıcak, kuru ve sert esen bir tür rüzgâr. 2. Bu rüzgarı veren bir aletle saçı kurutup biçim vererek tarama.
fötr is. Fr. feutre 1, Şapka, çanta, çiçek ve başka süs eşyası yapmak için kullanılan ince ve yumuşak keçe: "Fötr şapkası, şapkadan başka her şeye benziyor…" -K. Tahir. 2. sf Bu keçeden yapılmış (şapka).
föy is. Fr.feuille Kısa bilgileri içeren belge.