fiber is. İng. fiber Sıkıştırılmış bitki tellerinden yapılmış mukavva veya tahta.
fiberglas is. İng. fiber glass Plastik maddelerden, özellikle polyesterden parçalar yapımında kullanılan sağlamlaştırma maddesi.
fibrin is. Fr. fibrine biy. Kan ve lenf serumunda bulunan albüminli bîr madde.
fibrinojen is. Fr. fibrinogene biy. Pıhtılaşma sırasında fibrine dönüşen bir kan proteini.
fidan is. Yun. 1. Yeni yetişen ağaç veya ağaççık: Elma fidanı. Gül fidanı. 2. Başka bir yere dikilmek için bulunduğu yerden çıkarılan taze ağaç, dikme: "Evlendiklerinin haftası, oraya iki gül fidanı dikmişlerdi." -P. Safa. fidan gibi ince ve uzun boylu: "Fidan gibi bir boy, yağız bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge." -C. S. Tarancı.
→ fidan biti, fidan boylu, dalfidan
fidan biti is. zool. Yaprak biti.
fidan boylu sf. İnce, uzun ve biçimli (kimse): "Kim der ki, bu fidan boylu kız iki çocuk anasıdır?"-M. Ş. Esendal.
fidancık, -ğı is. Küçük fidan: "Buraya dikilen fidancıkların gölgeleri, sığınabilecek kadar geniş değildi." -M. Ş. Esendal.
fidanlık, -ğı is. Fidan yetiştirilen yer, dikmelik: "Orta Anadolu'nun fidan gereksinmesini karşılamak üzere, Eskişehir'de bir fidanlık kurulmuş." -A. Ağaoğlu.
fide is. (fi'de) Yun. bot. Tohumdan yetiştirilip başka yerlere dikilmek için hazırlanan sebze veya körpe çiçek.
fideci is. Fide yetiştirip satan kimse.
fidecilik, -ği is. Fide yetiştirip satma işi.
fideizm is. Fr. fideisme din b. İnancılık, imaniye.
fideleme is. Fidelemek işi.
fidelemek (-i) Fidan dikmek.
fidelik, -ği is. 1. Fide yetiştirilen yer. 2. sf. Fide olmaya uygun: Fidelik tohum.
fidye is. Ar. fidye Tutsak edilen veya rehin alınan bir kimsenin serbest bırakılması için istenen para, kurtulmalık, fidyeinecat: "Baskı altında tutulduğunu bilip fidye vaat ederek seni kaçıracak birini aramışım." -K. Bilbaşar.
→ fidyeinecat
fidyeinecat (fıdyeinecaıt) Ar. fidye + necat esk. Fidye.
fifre is. (fifre) Fr. fifre müz. Yanlamasına çalınan, altı tane deliği olan, tahtadan bir tür flüt.
figan is. (figa:n) Far. figân esk. Bağırarak ağlama, inleme, figan etmek bağırarak ağlamak, inlemek: "Emrah eder düştüm dile / Bülbül figan eder güle." -Erzurumlu Emrah.
→ feryatfigan
figür is. Fr. figüre 1. Resim ve heykel sanatlarında varlıkların biçimi. 2. Bir dansı veya oyunu oluşturan ölçülü adımlarla beliren zincirleme hareketlerden her biri: Bale figürü. Dans figürü. 3. müz. Birbirini izleyerek melodik ve ritmik bakımdan bir bütün oluşturan notalar grubu.
figüran is. Fr. figurant 1. Genellikle tiyatro ve sinemada, konuşması olmayan veya konuşması çok az olan rollere çıkan kimse: "Bulunduğu yerin bir figüranlar ve artistler kahvesi olduğunun farkında bile değildi." -S. F. Abasıyanık. 2. mec. Bir toplumda, bir toplulukta sönük, etkisiz olan kimse: "Bize de sadece sıralarını bekleyen figüranlara resim çektirmek düştü." -H. Taner.
figüranlık, -ğı is. Figüran olarak çalışma: "Figüranlık için tiyatroya çok yabancı olmayan birini aramışlar, onu bulmuşlardı." -Ç. Altan.
figüratif sf. Fr. figüratif 'Figürlü, betili.
→ figüratif sanat
figüratif sanat is. İçinde insan, hayvan ve doğa öğeleri yer alan, figürcü sanat, betili sanat.
figürlü sf. Figürü olan.
figürsüz sf. Figürü olmayan.
fiğ is. Yun. bot. Baklagillerden, hayvan yemi olarak yetiştirilen bir bitki (Vida sativa).
→ sarıfiğ
fihrist is. Far. fihrist 1. İçindekiler. 2. Alfabetik sıralamalar için kullanılan, kenarında bütün harflerin yer aldığı not defteri. 3. esk. Katalog.
fihristleme is. Fihristlemek işi.
fihristlemek (nsz) Fihriste geçirmek.
fiil is. Ar. fi'l 1. İş, davranış. 2. dbl. Olumlu veya olumsuz olarak çekimli durumda zaman kavramı taşıyan veya zaman kavramı ile birlikte kişi kavramı veren kelime, eylem. fiile koymak eyleme geçirmek: "Dava insanın, ben daha çok işe yararım kanaatine varması ve bunu fiile koyabilmesidir." -B. Felek.
→ fiil cümlesi, fiil çekimi, fiil gövdesi, fiil kökü, fiil tabam, fiil tasrifi, addan türeme fiil, aktif fiil, bağ-fiil, birleşik fiil, çekimli fiil, dönüşlü fiil, edilgen fiil, ek fiil, etken fiil, ettirgen fiil, isimden türeme fiil, işteş fiil, olumlu fiil, olumsuz fiil, sıfat-fiil, türemiş fiil, yardımcı fiil, zarf-fiil, fiili bozuk, bağlama zarf-fiili, beklenmezlik fiili, bitirme fiili, geçmiş zaman sıfat-fiilî, gelecek zaman sıfat-fiili, geniş zaman sıfat-fiili, mutavaat fiili, müşareket fiili, sürerlik fiili, tezlik fiili, yakınlık fiili, yaklaşma fiili, yeterlikfiili
fiil cümlesi is. dbl. Bildirme veya isteme kiplerinden biriyle kurulan ve olumsuzu -ma/ -me eki ile yapılan cümle.
fiil çekimi is. dbl. Fiil, isim kök veya gövdelerine zaman kavramı ile birlikte kişi kavramı da veren eklerin getirilmesi, fiil tasrifi.
fiilen zf. (fii'len) Ar. ji'len 1. Gerçekten: "Harbin fiilen başlaması ise seçim günlerinin arifesine başlıyor." -H. Taner. 2. Gerçekten yaparak, çalışarak.
fiil gövdesi is. dbl. Kökü bir başka yapım eki almış fiil.
fiilî sf. (fiili:) Ar. fî'lı 1. Eylemli, edimsel, gerçekten yapılan (iş): Fiilî hizmet. 2. fel. Edimsel.
→ fiilî hizmet, fiilî hizmet zammı
fiili bozuk, -ğu şfi Ahlakça düşük (kimse).
fiilî hizmet is. Memur, işçi vb. çalışanların bağlı oldukları sosyal güvenlik kurumunda tam kesenek vermek suretiyle geçirdikleri süre.
→ fiilî hizmet zammı
fiilî hizmet zammı is. Yıpranma payı.
fiilimsi is. dbl. Fiilden türetilen, olumsuzu yapılabilen mastar, sıfat-fiil, zarf-fiil vb. türleri bulunan ad, eylemsi.
fiiliyat ç. is. (fıîliyaıt) Ar.fi'liyyât esk. İş olarak yapılanlar, edim, edimler, işler, gerçekleştirilen işler.
fiil kökü is. dbl. Fiil soyundan bir kelimenin bölünmeyen anlamlı kısmı.
fiil tabam is. dbl. Fiil kök ve gövdelerinin çekim eki almamış hâli.
fiil tasrifi is. dbl. esk. Fiil çekimi.
fikir, -kri is. Ar. fikr 1. Düşünce, mülahaza, mütalaa: "İşimizi, gücümüzü bırakmış olmak düşüncesini bir vazife yapmakta olduğumuz fikri susturuyordu." -M. Ş. Esendal. 2. Düşün, ide. 3. esk. Kuruntu, (birinden) fikir almak birinin düşüncesinden yararlanmak. fikir danışmak bilgi edinmek için bir yetkiliden bilgi almak, fikir edinmek kanaat sahibi olmak: "Ama ben, bir kitap üzerine bîr fikir edinmek istedim mi, o kitabı kendim okurum." -N. Ataç. fikir vermek 1) düşüncesini bildirmek: "Evet, iyi bir şey değil, fakat benim için bir fikir verir, diye seçtim." -R. N. Güntekin. 2) bir konuda yol gösterici bilgi edinmek: "İşitilen sözler, görülen tavırlar, beğenilen düşünceler Şinasi Bey'e yeni fikirler vermeye başladı." -M. Ş. Esendal. fikir yormak bir konuda çok düşünmek. fikir yürütmek bir konu üzerine düşüncesini söylemek, (birinin) fikrini almak fikir almak, fikrini çelmek kandırmak, düşüncesini değiştirtmek, ikna etmek: "Belki bir yolunu buluruz da, kızın fikrim çeleriz, diyormuş." -S. F. Abasıyanık.
→ fikir adamı, fikir hürriyeti, fikir işçisi, fikir yazısı, fikrisabit, ana fikir, peşin fikir, sabitfikir
fikir adamı is. Herhangi bir düşünce alanındaki görüşlerine değer verilen kimse.
fikirde; sf Aynı düşüncede olan, aynı düşünceyi savunan, düşündeş, oydaş.
fikir hürriyeti is. Düşünce özgürlüğü.
fikir işçisi is. Bilim ve fikir alanında çalışan kimse.
fikirleşme is. Fikirleşmek işi.
fikirleşmek (-i) Bir konuyu fikir açısmdan tartışmak.
fikirleştirme is. Fikirleştirmek işi.
fikirleştirmek (-i) Fikrî yanını geliştirmek, olgunlaştırmak: "Bir iki sene yazımı fikirleştirmeye uğraştım." -F. R. Atay.
fikirli sf. Herhangi bir konu üzerinde düşüncesi olan, akıllı, düşünceli: "Sen aşiretin en fikirlisi olasın da bu düğümü çözmeyesin?" -K. Bilbaşar.
→ açık fikirli, cin fikirli, sabit fikirli
fikirlilik, -ği is. Fikirli olma durumu.
→ cin fikirlilik, sabit fikirlilik
fikirsiz sf. Herhangi bir konu üzerinde düşünemeyen, görüşü olmayan, düşüncesiz.
fikirsizlik, -ği is. Fikirsiz olma durumu, düşüncesizlik.
fikir yazısı is. Düşünce yönü ağır basan yazı veya makale.
fikren zf. (fi'kren) Ar. fikren Düşünce yoluyla, düşünerek, zihnen.
fikrî sf (fikri:) Ar. fikri esk. Düşünce ile ilgili.
fikrisabit is. (fi'krisa:bit) Ar. fikr + sabit psikol. esk. Saplantı.
fikriyat is. (fikriya:t) Ar. fikriyyüt Düşünceler: "Beni tabii olarak Almanların sanatı, fikriyatı, felsefesi ilgilendiriyor." -H. E. Adıvar.
fiks menü is. Fr.fhcmenu Tek liste.
fikstür is. İng. fixcture sp. Yanşma veya karşılaşmalarm zamanını ve sırasını belirleyen çizelge.
fiktif is. Fr. fictifltibari.
fil is. Ar. fil 1. zool. Filgillerin hortumlular takımından, Afrika ve Asya'nın sıcak bölgelerinde yaşayan, çok iri, kaim derili hayvan (Elephas). 2. Satrançta çapraz hareket ettirilen taş. fil gibi 1) çok yemek yiyen (kimse); 2) çok şişman (kimse).
→ fildişi, fil dişi, fil elması, fîl faresi, fil hastalığı, filkulağı, fil yürüyüşü
filaman is. (fılâman) Fr. fîlament Elektrik ampullerinden akım geçtiğinde akkor duruma gelen ince iletken tel.
filan zm. Ar. fulün Falan.
→ filan falan, falan filan
filan falan is. Falan filan.
filantrop sf. (fîîântrop) Fr. philantrope Insansever, insanların iyiliği için çalışan (kimse).
filar is. Rum. Hafif bir terlik.
filariz is. Keten dövmeye yarayan tokmak.
filarizleme is. Filarizlemek işi.
filarizlemek (-i) Keteni döverek tel durumuna getirmek.
filarlı sf. Filan olan: "Sekiz tane bıçkın, sekiz tane ayağı filarlı pınar başı çocuğuna kim laf dinletebilir ki..." -S. F. Abasıyanık.
filarmoni is. (filarmoni) Fr. philharmonie 1. müz. Güçlü müzik sevgisi. 2. Müzik konserleri derneği.
filarmonik, -ği sf. (filârmonik) Fr. philharmoniaue müz. 1. Müziği seven (kimse). 2. is. Müzikseverlerin kurduğu dernek.
filarsız sf. Filan olmayan.
filateli is. (fîlâteli) Fr. philately Pulculuk, pul koleksiyonculuğu.
filatelist is. (fîlâtelist) Fr. philatelist Pulcu, pul koleksiyoncusu.
filbahar is. bot. Düğün çiçeğigillerden, ilkbaharda beyaz ve güzel kokulu çiçekler açan, park ve bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilen ağaççık (Philadelphus).
filbahri is. bot. bk. filbahar.
fildekoz is. Fr. fil d'Ecosse İskoçya ipliği denilen ince ve sağlam pamuk ipliği: Ayağında beyaz, yeni ütülü bir pantolon, üstünde bir fildekoz var." -P. Safa.
fildişi is. 1. Fil dişinin donuk beyaz rengi. 2. sf. Bu renkte olan. fildişi gibi donuk, beyaz (ten).
→ fildişi rengi
fil dişi is. 1. Filin silah olarak kullandığı iki uzun ve eğri dişi: "Munise bana, fil dişleri gibi beyaz teninde mor lekeler, çürükler gösteriyordu." -R. N. Güntekin. 2. sf. Bu dişten yapılmış: Fil dişi tarak. 3. anat. Diş tacında mine, köklerde ise seman denilen ve dişin sert bölümünü oluşturan doku.
→ fil dişi karası, fil dişi kule
fil dişi karası is. Fil dişi külünden yapılan kara boya.
fil dişi kule is. Kendini toplumdan soyutlayan insanın, kendi içinde oluşturduğu dünya, fil dişi kuleden bakmak herkesi küçümseyip kendini farklı görmek, fil dişi kuleye çekilmek herkesi küçümseyip kendisine özgü dünyasına çekilmek.
fildişi rengi is. Fildişi.
file is. Fr. filet 1. Yün, pamuk vb. ipliklerden düğümlerle oluşmuş ağ. 2. Alışverişte öteberi taşımak İçin kullanılan, ilmeklerden oluşan ağ torba. 3. Saçların dağılmaması için kullanılan ağ biçiminde Örgü. 4. sp. Ağ.
fil elması is. bot. 1. Turunçgillerden, Hindistan'da yetişen bir ağaç (Feronia elephantum). 2. Bu ağacın yenilen meyvesi.
filenk, -gi is. Yun. den. Ağır cisimleri bir yerden bir yere kaydırmak ve özellikle deniz teknelerini karaya çekmek için bunların altına sürülen yuvarlak ağaç.
filet is. İt. den. Derinliği aynı olan sığ su alanı.
fileto is. (file'to) İt.fıletto Kasaplık hayvanların sırtında, dikensi çıkıntı boyunca iki yandaki et.
fil faresi is. zool. Memeliler sınıfından, burun bölümü hortum gibi uzun olan, uzun kuyruklu, kanguru vb. sıçrayabilen bir hayvan (Macroscelides proboscideus).
filgiller ç. is. zool. Memeliler sınıfının hortumlular takımının bir familyası.
filhakika zf (fi'lhaki:ka) Ar. fi + fya/pka esk. Gerçekten, doğrusu, hakikaten: "Yoktum, filhakika Manastırlı Salih Paşa'yı tebrike gitmiştim." -A. İlhan.
fil hastalığı is. tıp Çoğunlukla bacakların şişip fil ayağı biçimini almasıyla beliren bir hastalık.
filigran is. Fr. filigrane Bazı kâğıtların dokusunda bulunan ancak aydınlığa tutulduğunda görülen çizgi, resim, yazı vb. biçimler.
filigranlı sf. Filigranı olan.
filika is. (filı'ka) İt. feluca den. Cankurtaran sandalı: "Filika hafif hafif sallanıyor, denizin alçalıp yükselmesine ayak uydurmuş." -Z. Selimoğlu.
filikacı is. Filikalara bakmakla görevli kimse.
filinta is. (fıli'nta) Alm. Flinte 1. Namlusu kısa, kurşun atan bir çeşit küçük tüfek. 2. sf. argo Güzel, yakışıklı, filinta gibi genç, ince uzun boylu, çevik, yakışıklı (kimse).
Filipinli öz. is. Filipin adalan halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
filiskin is. Yun. bot. Yerden 2-3 karış yükseklikte, çok yıllık ve otsu bir bitki (Mentha pulegium).
Filistinli öz. is. (fili'stinli) Filistin halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
filiz; (I) is. Yun. Yeni sürmüş körpe ve küçük dal veya yaprak, sürgün: "Yeşil çeltik filizleri bir parmak uzunluktaydı." -Y. Kemal, filiz gibi ince ve güzel vücutlu, filiz vermek sürgün çıkmaya başlamak: "O sene ise buğday ekmişler, tam filiz verecekken Sakarya taşmış, yirmi gün çekilmemişti." -S. F. Abasıyanık.
→ filizkıran
filiz (II) is. Ar. filizz jeol. Ocaktan çıkarılan işlenmemiş, başka maddelerle karışık hâlde bulunan, ham maden birleşiği: Demir filizi. Bakır filizi.
→ maden filizi, turp filizi
filizcik, -ği is. Küçük sürgün: "Burası sokakları taşlarla örtülmüş, iğne kadar da olsa bir filizciğe çıkacak toprak bırakılmamış mahallelerden değil."-M. Ş. Esendal.
filizi is. (filizi:) Yun.+ Ar. -i 1. Asma filizinin rengi, açık yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan.
filizkıran is. Mayıs ayında ağaçların filizlendiği mevsimde esen bir fırtına.
filizleme is. Filizlemek işi.
filizlemek (-i) Bitkilerin gereğinden çok olan filizlerini kırmak.
filizlenme is. 1. Filizlenmek işi. 2. Yumruların üzerinde ince uzun filizlerin belirmesi biçiminde görülen patates hastalığı.
filizlenmek (nsz) 1. Bitki filiz vermek. 2. mec. Gelişmeye, büyümeye başlamak: İçimde yeni duygular filizlenmeye başladı.
filizli sf. Filizi olan.
filkulağı is. bot. 1. Yılan yastığıgillerden ana yurdu tropikal Amerika olan, kökü yumrulu bir süs bitkisi (Caladium). 2. Pazarlarda satılan bir tür sünger.
film is. Fr.film 1. Fotoğrafçılıkta, radyografide ve sinemacılıkta resim çekmek İçin kullanılan, selülozdan, saydam, bükülebilir şerit. 2. Sinemacılıkta, bir oyunun bütününü taşıyan şerit veya şeritlerin bütünü. 3. Sinema makinesiyle gösterilen eser. 4. Camlara yapıştırılarak içerinin görünmesini engelleyen bir tür ince yaprak, film çekmek 1) sin. ve TV bir sinema kamerasıyla görüntüleri tespit etmek veya bir hareket ve görünüşün sıralı resmini çekmek; 2) vücudun röntgenini almak, film çevirmek 1) sin. ve TV beyaz perdede oynatılacak bir eseri filme almak veya bu eserin çekilişi sırasında rol yapmak: "Sanki buraya film çevirmeye gelmişti." -S. F. Abasıyanık. 2) argo eğlenmek, hoş vakit geçirmek, film oynamak bir film, sinemada gösterilmekte olmak. film oynatmak bir filmi sinemada göstermek.
→ film müziği, film yıldızı, belgesel film, çizgi film, dizi film, kısa süreli film, polisiye film, pozitif film, renkli film, sesli film, sessiz film, sözlü film, tarihî film, uzun süreli film, üç boyutlu film, araştırma filmi, reklam filmi, sanat filmi, tanıtma filmi, televizyon filmi
filmci is. Sinemacı.
filmcilik, -ği is. Sinemacılık.
filmleştirme is. Filmleştirmek işi.
filmleştirmek (-i) Film durumuna getirmek.
film müziği is. Filmin görüntülerine eşlik etmek amacıyla özel olarak bestelenmiş veya hazırlanmış müzik.
film yıldızı is. Sinema dünyasında çok ünlü olan oyuncu, star.
filo is. (fı'lö) İt. filo 1. ask. Bir arada ve bir komuta altında bulunan savaş gemilerinin veya uçaklarının bütünü. 2. Aynı tür yük taşıyan ticaret gemilerinin veya kara taşıtlarının bütünü: Ticaret filosu. 3. argo Bit.
→ ticaret filosu
filojenez is. (fılöjenez) Fr. phylogenese biy. Soy oluş.
filoksera is. (filö'ksera) Fr. phylloxera 1. zool. Asma biti. 2. bot. Asma bitinin yol açtığı bağ hastalığı.
filolog, -ğu is. (filolog) Fr. philologue Filoloji ile uğraşan bilgin.
filoloji is. (filoloji) Fr. philologie 1. Dili ve yazılı belgeleri dil ve tarih açısından inceleme. 2. Dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyen bilim, lisaniyat.
filolojik, -ği sf. (filolojik) Fr. philologique Filoloji ile ilgili.
filotilla is. (filotilla) İt. fiottiglia ask. Torpidolardan oluşan filo.
filoz is. (filoz) Yun. den. Balıkçıların ağları su yüzünde tutmak için kullandıkları kabak veya mantardan yapılmış ağ şamandırası.
filozof is. (filozof) Fr. philosophe 1. Felsefe ile uğraşan ve felsefenin gelişmesine katkıda bulunan kimse, felsefeci, feylesof. 2. mec. Felsefe yapmaya meraklı olan kimse. 3, mec. Sakin, kendi hâlinde yaşayan kimse.
filozofça sf. (filozofça) 1. Filozofa yakışan: "Her zamanki şakacılığı ve filozofça sözleri ile evin içindeki bu gergin havayı yatıştırmasını çok iyi becerirdi." -H. Taner. 2. zf. Filozofa yaraşır bir biçimde.
filozofîk, -ği sf. (filözofik) Fr. philosophiaue Felsefe İle ilgili, felsefeye dayanan; "Sigaranın olaylara belli fılozofik bir mesafeden bakmaya yaradığından dem vurabilir, zihni açtığından bahsedebilir." -H. Taner.
filozoflaşma is. Filozoflaşmak işi veya durumu.
filozoflaşmak (nsz) Filozof özelliği kazanmak.
filozofluk, -ğu is. Filozof olma durumu.
filsi sf. Fili andıran, file benzeyen, fil gibi.
filtre is. (fı'ltre) Fr. filtre 1. Süzgeç. 2. Süzek.
→ kuru filtre, tandem filtre
filtreli sf. Filtre takılmış olan: Filtreli sigara.
filtresiz sf. Filtre takılmamış olan.
filum is. Lat. phylum biy. Canlıların bölümlenmesinde, dalların bir araya gelmesiyle oluşan birlik.
filvaki zf. (fı'lva:ki) Ar. fi + vâki' esk. Gerçekte, gerçekten, her ne kadar, vakıa: "Filvaki bu genç kız, fikirlerini biraz daha çocuksu anlatıyor." -R. H. Karay.
fil yürüyüşü is. sp. Ellerin ve ayakların gergin kol ve bacaklarla birbirine çok yakın basarak oluşturduğu bir yürüyüş biçimi.
Fin öz. is. 1. Finlandiya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse. 2. sf. Fin halkına Özgü olan.
→ Fin hamamı, Fin Ugor
final, -li is. Fr. final 1. Bir işin sonu, 2. eğt. Dönem sonu sınavı. 3. müz. Bir müzik parçasının son bölümü, bitiş. 4. sp. Elemeli yarışmalarda sonucu belirten karşılaşma: Basketbol finalleri bugün yapılacak, finale kalmak şampiyonu belirleyecek son yarışmaya katılma hakkını kazanmak.
→ çeyrek final, dömifinal, dörtlü final, yarı final
final four is. İng. final four sp. bk. dörtlü final.
finalist is. Fr. finaliste Şampiyonu belirleyecek son yarışmaya kalan sporcu veya takım.
→ çeyrek finalist, yarı finalist
finalizm is. Fr. finalisme fel. Erekçilik.
finans is. Fr. finance 1. Para, mal. 2. Mali işler.
finansal sf. Fr. finance Mali.
finanse (-i) Fr. finance ekon. "Bir girişim için gereken parayı, krediyi sağlamak" anlamında kullanılan finanse etmek ve "parayla desteklenmek" anlamında kullanılan finanse edilmek birleşik fiillerinde geçen bir söz.
finansman is. Fr. financement ekon. Bir girişime işleyebilmesi, gelişebilmesi için gereken para ve krediyi sağlama işi.
fincan is. 1. Çay, kahve vb. sıcak şeyler içmekte kullanılan, genellikle kulplu, porselen veya camdan yapılmış küçük kap: "Bir fincan kahve ve kızarmış ekmek getirin." -H. E. Adıvar. 2. Elektrik tellerinin eklem noktalarına konulan porselenden yapılmış yalıtkan araç. 3. sf. Bir fincanın alabildiği ölçüde. fincan gibi iri ve patlak (göz).
→ fincan böreği, fincan fincan, fincan oyunu, kallavi fincan, çay fincanı, elektrik fincanı, kahve fincanı
fincan böreği is. Tepsiye serildikten sonra fincan ağzı biçiminde bir kalıpla yuvarlaklar kesilerek yapılan bir çeşit börek.
fincancı is. Porselen veya cam eşya satan kimse, fincancı katırlarını ürkütmek zararı dokunabilecek bir kimsenin hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak.
fincan fincan zf. Fincanı andırarak, fincan biçiminde: "Sen hep böyle fincan fincan mı çiçek açarsın ayva ağacı?" -B. R. Eyuboğlu.
fincanlık, -ğı sf. 1. Miktarı herhangi bir fincan kadar olan: Ancak iki fincanlık kahvemiz var. 2. Herhangi bir sayıda fincan alabilecek genişlikte olan: Altı fincanlık tepsi.
fincan oyunu is. Fincanların altına yüzük saklayarak oynanan bir oyun.
Fince öz. is. (fi'nce) Fin dili.
fingirdek, -ği sf. Aşırı derecede oynak ve kırıtkan, cilveli (kadın).
fingirdeme is. Fingirdemek işi: "Gel gelelim bu nazeninim, gümrük kolcularıyla fingirdemeye başlamış." -R. N. Güntekin.
fingirdemek (nsz) 1. Dikkati çekecek kadar kırıtkan, oynak davranmak: "Senin tabirince kadın erkek hayli fingir dediler." -H. E. Adıvar. 2. Gülüşerek sohbet etmek.
fingirdeşme is. Fingirdeşmek işi.
fingirdeşmek (nsz, -le) Karşılıklı fingirdemek.
fingir fingir sf. Oynak, cilveli: "Fingir fingir aşüftelerin canı koca istiyor." -H. R. Gürpınar.
Fin hamamı is. Çok sıcak yerden ve sudan çok soğuk yere ve suya girme gibi vücudu uyarıcı niteliği olan hamam, sauna.
finiş is. İng.finish 1. Bitme. 2. sp. Varış, finişe kalkmak uzun veya orta mesafe koşularda varışa yaklaşırken hızı artırmak: "Yaşlılıkta birdenbire yeni atılıma geçenler atletizm deyimiyle finişe kalkanlar az değildir." -H. Taner.
fink is. tkz. "Hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek" anlamına gelen fink atmak deyiminde geçen bir söz.
Finlandiyalı öz. is. Finlandiya halkından olan kimse.
fino is. (fi'no) İt. fino 1. zool. Çok tüylü küçük bir köpek türü. 2. argo Esrar.
Fin-Ugor öz. is. 1. Ural dillerinden bir dil öbeği. 2. sf. Bu dil öbeği ile ilgili olan.
firak is. (fira:k) Ar. firak esk. Ayrılış, ayrılık.
firaklı sf. Üzüntülü, dokunaklı, içe işleyen: "... başka türlü yazamazdı, cam isterse, hem onun yazacağı çok tesirli, firaklı olurdu." - R. H. Karay.
firar is. (firaır) Ar. firar 1. Kaçma, kurtulma: "Bu gidişe firar denilmez, kurtuluşa gidiyoruz. " -A. Gündüz. 2. huk. Bir sanık, tutuklu veya hükümlünün gözcülerin elinden kurtulması: "Bu ikinci firar teşebbüsünden sonra, kendim de pişman oldum." -R. N. Güntekin. firar etmek kaçmak, firara kadem basmak kaçmak.
firari sf. (fira:ri:) Ar. firari Kaçak, kaçkın, kaçmış olan (kimse).
firavun is. Ar. fir'avn 1. tar. Eski Mısır hükümdarlarına verilen unvan. 2. İskambil kâğıtlarıyla oynanan bir çeşit oyun. 3. mec. Kibirli, suratsız ve kötü yürekli kimse.
→ firavun faresi, firavun inciri
firavun faresi is. zool. Etçillerden, Afrika'da, özellikle Mısır'da yaygın, kedi büyüklüğünde bir hayvan, kuyruksüren (Herpestes ichneumon).
firavun inciri is. bot. Frenk inciri.
firavunlaşma is. Firavunlaşmak işi.
firavunlaşmak (nsz) Kötü, acımasız bir insan olmak.
firavunluk, -ğu is. 1. Firavun olrna durumu. 2. Firavunun görevi. 3. mec. Kibirli, suratsız ve kötü yürekli kimse olma durumu.
fire is. (fi're) Yun. tic. 1. Her tür ticari malda kuruma, dökülme, bozulma vb. sebeplerle eksilme, ağırlık yitimi. 2. Bir iş yapılırken çıkan artık parça, fire vermek kuruma dolayısıyla eksilmek: Sabun kuruyunca çok fire verir.
firez is. hlk. 1. Ekin: "Ekine firez derler / Güzele beyaz derler." -Halk türküsü. 2. Biçilmiş tarlada kalan tahıl kökleri, anız: "Frezleri, biçerdöverlerin oraya buraya fırlattığı sapları tepeleyerek geçtiler." -Y. Kemal.
firfiri is. (firfiri:) Ar. firfiri 1. Parlak kızıl renk. 2. sf. Bu renkte olan.
firik, -ği is. hlk. 1. Olgunlaşmak üzere olan tahıl: "Firik, daha yeşilken koparılıp kurutulmuş buğday taneleridir, pilavında bir taze çimen ve ilkbahar kokusu vardır." -R. H. Karay. 2. Çerez olarak yenen tahıl kavurgası.
firkat, -ti is. Ar. firkat esk. Ayrılış, ayrılık: "Bir firkat geldi de durdum ağladım / Öpüp kokladığım güller perişan." -Karacaoğlan.
firkete is. (fırke'te) İt. forcheîta Kadınların saçlarını tutturmak İçin kullandıkları U biçimindeki naylon veya telden saç tokası, çengelli iğne.
firketeleme is. Firketelemek işi.
firketelemek (-i) Firkete ile tutturmak.
firma is. (fi'rma) İt. firma tic. Tüzel kişiliği olsun olmasın bir ekonomik etkinlik birimi.
firuze is. (fıru.ze) Far. pirüze min. Küpe ve yüzük taşı gibi süslemede kullanılan, mavi renkli, saydam olmayan hidratlı doğal alüminyum ve fosfattan oluşan değerli bir mineral.
fisebilillah zf. (fı:'sebi:lilla:h) Ar. fi + sebılillah esk. Hiçbir karşılık beklemeden.
fiskal, -li sf. Fr.fiscal esk. 1. Hazineye ilişkin. 2. Vergiye ilişkin.
fiske is. Yun. 1. Parmak uçlarıyla yapılan hafif vuruş: "Başının altından yastığı çektim ve yüzüne fiskeler hâlinde su serptim." -P. Safa. 2. sf. İki parmak ucu ile tutulabilen miktarda olan: "Yeniden dolan bardağa, bizim dost bir fiske kül daha attı." -Ç. Altan. 3. İnsan derisinde herhangi bir sebeple ortaya çıkan ufak ve içi su dolu kabartı, fiske fiske kabarmak (veya olmak) kabarcıklar oluşmak: Yumurta yiyince çocuğun derisi fiske fiske kabardı, fiske kondurmamak (veya dokundurmamak) bir kimse veya nesneyi en küçük bir tehlikeden bile korumak, titizlikle savunmak.
fiskeleme is. Fiskelemek işi.
fiskelemek (-i) 1. Fiske vurmak. 2. mec. Hafifçe sitem etmek.
fiskos is. Başkalarının duyamayacağı biçimde gizli ve alçak sesle konuşma: Aralarında bir fiskos geçti, fiskos etmek başkalarının bulunduğu yerde birkaç kişi gizlice, alçak sesle konuşmak.
→ fiskos masası, fiskos sehpası
fiskos masası is. Etrafında iki sandalye veya koltuk bulunan ve genellikle fiskos yapılan masa, fiskos sehpası.
fiskos sehpası is. Fiskos masası.
fistan is. 1. Tek parça kadın giysisi: "Büyük balerinler gibi tülden, kısa bir fistanı var." -H. C. Yalçın. 2. İskoç, Arnavut ve Yunan erkeklerinin giydikleri kısa, pilili eteklik.
fistanlı sf. Fistan giymiş: "... bol kollu, parlak fistanlı çigan çalgıcıları." -A. İlhan.
fistanlık, -ğı sf. Fistan yapmaya elverişli.
fistansız sf. Fistan giymemiş: "Şu yukarıki ağaçlığın içine bir daldırdım mı fenerimi, ne fistanlıların fistansız hâllerini görürdün. " -S. F. Abasıyanık.
fisto is. (fi'sto) İsp.festone 1. Elde veya makinede işlenmiş süslü şerit. 2. Dantele benzer süsleri olan bir tür kumaş. 3. sf. Bu kumaştan yapılmış: Fisto bluz.
fistolu sf. Üzerine fisto dikilmiş olan.
fistül is. Fr.fistule tıp Akarca.
fiş is. Fr. fiche 1. Prizden elektrik akımı almaya yarayan araç. 2. Alışverişlerde Ödenen paranın miktarım, vergilerini, alışverişin yapıldığı tarihi gösteren belge. 3. Bir eserin hazırlanmasında kolaylık sağlamak veya bir işe kılavuzluk etmek için yazılıp sınıflandırılan küçük kâğıt yapraklanndan her biri. 4. Kumarda, bazı alışveriş işlerinde para yerine kullanılan pul vb. şey. 5. Bir işi yaptırmak veya gereken sıranın alındığını belirtmek için bir koçandan koparılmış kâğıtlardan her biri, makbuz: Fiş almak. Fiş kesmek. 6. Okuma yazma öğretiminde kullanılan, üzerine hece, kelime, cümle yazılı karton parçası, fiş açmak bir işle ilgili konuda gereken bilgileri fiş üzerine yazmaya başlamak, fişlemek, fişini tutmak bir kimsenin davranışlarını fiş üzerinde belirlemek.
→ erkek fiş, kasa fişi
fişe is. Fr. fiche Bazı mobilya kilitlerinin içinde bulunan, birbirinin benzeri fakat farklı ölçüdeki uçları yaylı kilit elemanı.
fişek, -ği is. Far.fişeng 1. Tüfek, tabanca vb. hafif ateşli silahlara, atılmak için sürülen ve içinde barut bulunan bir kovan ile bu kovanın ucuna yerleştirilmiş mermiden oluşan cephane: "Ben fişeklerin barutunu, tapasını koyayım, beybaba saçmasını..." -A. Gündüz. 2. Donanma ve şenliklerde kullanılan çeşitli yanıcı veya patlayıcı maddeler: Kestane fişeği. 3. Fişek biçiminde yapılmış baharat ambalajı. 4. esk. Silindir biçiminde üst üste konarak kâğıda sarılmış madenî para. fişek atmak 1) ortalığı karıştıracak bir söz söylemek; 2) kaba cinsel birleşmede bulunmak. fişek gibi hızla, fişek saüvermek ara bozacak söz söylemek.
→ fişekhane, delifişek, havai fişek, arayıcı fişeği, işaret fişeği, kestane fişeği, manevra fişeği
fişekçi is. Fişek yapan veya satan kimse.
fişekçilik, -ği is. Fişekçi olma durumu.
fişekhane is. (fişekha:ne) Far. fişeng+hâne esk. Fişek yapılan yer.
fişekli sf. İçinde fişek bulunan.
fişeklik, -ği is. 1. Üzerine tüfek, tabanca fişekleri geçirilip bele asılan veya omuzdan bele doğru çapraz geçirilen kemer, kargılık: "Altın dolu kemerlerini, tüfeklerini, fişeklerini aldık, yürüdük." -K. Bilbaşar. 2. ask. Kütüklük.
→ delifişeklik
fişeklikli sf. Fişekliği olan: "Gittiği zaman karşısında filintalı, fişeklikli, külotlu ve kalpaklı aslan gibi bir genç adam bulmuştu." -T. Buğra.
fişeksiz sf. İçinde fişeği bulunmayan.
fişka is. (fi'şka) İt. fissa den. Çipo tırnağını kaldınp asmak için geminin kenarında bulunan sabit veya hareketli demir askı.
fişleme is. Fişlemek işi.
fişlemek (-i) 1. Fiş üzerine yazmak. 2. Bir işle ilgili konuda fiş açmak. 3. Güvenlik kuruluşu, bir kişi hakkında dosya açmak.
fişlenme is. Fişlenmek işi.
fişlenmek (nsz) Fişleme işi yapılmak.
fişletme is. Fişletmek işi.
fişletmek (nsz) Fişleme işini yaptırmak.
fişli sf. 1. Fişe yazılmış olan. 2. Fişi olan. 3. Güvenlik kuruluşlarında kaydı bulunan (kimse).
fişlik, -ği is. 1. Fiş koymaya yarar yer veya kutu. 2. sf. Fiş olmaya veya fış yapılmaya uygun olan: Bunlar fişlik kâğıttır, benim işime yarar.
fişsiz sf. Fişi olmayan.
fit (1) Ar. fitne'dm Birini başkasına karşı kışkırtma: "Bir fit bin büyü yerine geçer." -Atasözü, (birine) fit vermek (veya sokmak) 1) birini başkasına karşı kışkırtmak, arayı açmak; 2) kuşku uyandırmak: "Muhtar, paraları alıp kaçmış olmasınlar diye zihnine bir fit sokmaya bakıyor." -R. N. Güntekin.
fit (II) is. İng.fıt 1. Ödeşme. 2. Razı olma. fit olmak argo ödeşmek, razı olmak: "Kilosunun fiyatına bir fakir ailenin bir hafta fit olduğu çilekler ne çirkin şeylerdir." -S. F. Abasıyanık.
fit (III) ç. is. İng. feet 30,5 cm'lik İngiliz uzunluk ölçüsü birimi.
fi tarihinde zf Oldukça eski bir zamanda, bir zamanlar: "Fi tarihinde silah arkadaşları ile teati ettiği rengi atmış mektupları önüne serdi." -H. Taner.
fitçi sf. Arabozan.
fitçilik, -ği is. Kışkırtıcılık, ara bozuculuk, kovculuk.
fitil is. Ar. fetil 1. Lambada, kandilde ve mumda yağın, çakmakta benzinin yanmasını sağlayan, türlü biçimlerde bükülmüş veya dokunmuş pamuktan yapılan genellikle yağ çekici madde: "Lambanın fitili biraz daha açılmış." -Y. Z. Ortaç. 2. Derin yaraların tedavisinde, yara içine salınan steril gazlı bez şeridi: Fitiller işliyor azgın yarada. " -Halk türküsü. 3. Anüse konulan donmuş yağ kıvamında ve koni biçiminde ilaç. 4. Eskiden topları ve şimdi lağımları ateşlemekte kullanılan kaytan biçiminde tutuşturucu madde. 5. Kumaşın altına kaytan biçiminde bükülmüş bir şey koyup üstten dikerek yapılan kabartma yol. 6. Koltuk, sandalye vb. oturulan eşyanın yapımında dikiş veya çivileri gizlemekte kullanılan şerit. 7. Yollu bir biçimde dokunmuş kumaş. 8. Elli kâğıtla oynanan ve en az sayısı olanm kazanması kuralına dayanan bir iskambil oyunu: "... fitil oynarken kâğıtları bir müddet masaya bırakır." -S. F. Abasıyanık. fitil fitil burnundan gelmek burnundan (fitil fitil) gelmek, fitil gibi çok sarhoş, fitil olmak argo çok sarhoş olmak, (birine) fitil vermek kızdırmak, azdırmak, kışkırtmak, (biri) fitili almak birdenbire telaşlanmak, kaygılanmak, öfkelenmek.
fitilci is. 1. Fitil yapan veya satan kimse. 2. mec. Kargaşalık çıkaran kimse.
fitilleme is. Fitillemek işi: "Daha ilk konuşmalardan iki tarafta da barutu fitillemeye can atanların bulunduğunu anladı." -T. Buğra.
fitillemek (-i) 1. Fişek, dinamit vb. patlayıcı maddelerin fitilini ateşlemek. 2. mec. Birini kızdırmak veya kışkırtmak, fitil vermek.
fitillenme is. Fitillenmek işi.
fitillenmek (nsz) 1. Fitil takılmak. 2. mec. Kızdınlmak, kışkırtılmak.
fitilli sf. 1. Fitili olan veya fitille ateşlenen: Fitilli çakmak. Fitilli top. 2. Üzerinde dokuma doğrultusunda fitiller olan (kumaş): Fitilli kadife.
fitilsiz sf. Fitili olmayan: Fitilsiz çakmakla sigara yakılmaz.
fitin is. Fr. phytine kim. Fitik asidin C6H6[OPO(OH)2]6, bir tuzu olan, fosforu tek mideliler tarafından değerlendirilemeyen organik bir bileşik.
fitleme is. Fitlemek işi.
fitlemek (-i) Birini, başkasına karşı kışkırtmak, fitnelemek.
fitlenme is. Fitlenmek işi.
fitlenmek (nsz) Biri başkasına karşı kışkırtılmak.
fitne is. Ar. fitne 1. Karışıklık, kargaşa: Fitneyi bastırmak kolay değil. 2. sf. Fitneci, ara bozucu, fitne fesat çıkarmak 1) ara bozucu söz söylemek; 2) ara bozucu davranışta bulunmak, fitne sokmak ara bozmak, insanları birbirine katmak.
→ fitne fücur, fitne kumkuması
fitneci sf. Fitne çıkaran, karıştırıcı, ara bozucu, fitne fücur, fitne kumkuması.
fitnecilik, -ği is. Fitneci olma durumu.
fitne fücur sf. Fitne çıkaran (kimse).
fitne kumkuması sf. Fitneci.
fitneleme is. Fitnelemek işi.
fitnelemek (-i) Çekiştirmek, yermek, gammazlamak, kovlamak.
fitnelik, -ği is. Karıştırma, çekiştirme, ara bozma: "Nadide Hanım, onun bir fitneliği yüzünden altı ay Feridun Bey'le dargın durmuştu." -R. N. Güntekin.
fitocoğrafya is. Fr. phytogeographie coğ. Bitki coğrafyası.
fitopatoloji is. Fr. phytopathologie bot. Bitki hastalıklarını İnceleyen bilim dalı.
fitopatolojik, -ği sf. Fr. phytopathologiaue bot. Fitopatoloji ile ilgili.
fitre is. Ar. fitra din b. Ramazan ayı içinde verilen, miktarı belirli sadaka.
fiyaka is. (fiya'ka) ît. fiacco Gösteriş, çalım, afi, caka: "Küçük çocuklar da tütüne alışırken fiyakası için başlarlar." -S. F. Abasıyanık. fiyaka satmak argo gösteriş yapmak, caka yapmak, çalım satmak.
fiyakacı is. Gösterişçi, cakacı, fiyaka yapan kimse: "Çokfiyakacı bir oğlandı." -H. Taner.
fiyakalı sf. Gösterişli, cakalı, fiyakası olan: "O zamanlar beyaz eldivenler giyen, kordonlar takınan fiyakalı bir takım beyi idi." -H. Taner.
fiyasko is. (fiya'sko) İt. fıasco Bir girişimde gülünç ve başarısız sonuç, fiyasko vermek bir girişim başarısızlıkla sonuçlanmak.
fiyaskolu sf. Fiyaskosu bulunan.
fiyaskosuz sf. Fiyaskosu bulunmayan.
fiyat is. Ar. fî'ât 1. Alım veya satımda bir şeyin para karşılığındaki değeri, eder, paha: "Birkaç ev döşettiğim için mobilya fiyatlarından pek iyi anlarım." -Ö. Seyfettin. 2. ekon. Bir mal veya iş gücü için uygun görülen para karşılığı. 3. ekon. Bir değer ile para birimi arasındaki ilişki: "Fiyatlarda istikrar ve dış ödemelerde dengeyi sağlayıcı, yatırım ve istihdam geliştirici tedbirler öngörülür..." -Anayasa, fiyat ayarlamak para değerindeki değişiklik ve başka ekonomik şartlar dolayısıyla fiyatları düzenlemek, fiyat (veya değer) biçmek bir değer için ödenecek para karşılığını belirlemek: Bu yazmaya ne fiyat biçersiniz? fiyat kırmak fiyatı düşürmek, fiyatı indirmek, fiyat vermek isteyeceği veya ödeyeceği fiyatı bildirmek: "Ne fena fena bakar, ne de olmayacak bir fiyat verdiğim zaman homurdamr." -S. F. Abasıyanık. fiyatları dondurmak fiyatların yükselmesini önlemek, fiyatların olduğu gibi kalmasını sağlamak.
→ astronomik fiyat, başfiyat, doğal fiyat, efektif fiyat, maktu fiyat, normal fiyat, rayiç fiyat, yüksek fiyat, alış fiyatı, denge fiyatı, faiz fiyatı, maliyet fiyatı, piyasa fiyatı, satış fiyatı, taban fiyatı, tavan fiyatı, ölü fiyatına
fiyatlandırma is. Fiyatlandırmak işi.
fiyatlandırmak (-i) Fiyatını belirlemek, fiyat tespit etmek.
fiyatlanma is. Fiyatlanmak işi.
fiyatlanmak (nsz) Bir şeyin fiyatı yükselmek, pahalılaşmak.
fiyatlı sf. 1. Fiyatı olan. 2. Pahalı.
fiyonk, -gu is. İt. fıanco Kurdele, şerit, kumaş vb.nin kelebek şeklinde bağlanmış biçimi: "Gülistan ne kadar şık, belinde fiyonk olan eflatun bir elbise giymiş." -A. İlhan.
→ fiyonk makarna
fiyonklu sf. Fiyongu olan.
fiyonk makarna is. Biçimi fiyonga benzeyen makarna.
fiyonksuz sf. Fiyongu olmayan.
fiyort, -du is. Fr. fjord coğ. Norveç, İskoçya ve Kuzey Amerika kıyılarında buzulların oluşturdukları dik yamaçlı, derin eski buzul koyaklarının aşağı kesimlerinin deniz altında kalmasıyla oluşan körfez: "Yuvarlak dünyanın üstünde fiyortlar, berzahlar, limanlar doludur." -S. F. Abasıyanık.
fizibilite is. İng. feasibility Yapılabilirlik.
fizik, -ği is. Fr. physiaue 1. Maddenin kimyasal yapısındaki değişiklikler dışında genel veya geçici yasalara bağlı, deneysel olarak araştırılabilen, ölçülebilen, matematiksel olarak tanımlanabilen madde ve enerji olgulanyla uğraşan bilim dalı: Fizik bilimi mekanik, ısı, ışık, elektrik ve manyetizma bölümlerine ayrılır. 2. İnsanın doğal yapısı. 3. Kişinin dış görünüşü.
→ fizik gücü, fizik kondisyonu, fizik ötesi, fizik tedavisi, fizik tedavi uygulayıcısı, fizik yapısı, kültürfizik, gökfiziği
fizikçe zf (fizi'kçe) Fizik bakımından.
fizikçi is. 1. Fizik bilgini veya fizikle uğraşan kimse. 2. Fizik öğretmeni. 3. Fizik tedavisiyle uğraşan doktor.
fizik gücü is. İnsan veya hayvanın beden yapısı: "Bir övüncü sakalı ise, bir başka övüncü de sıhhati, fizik gücü idi." -H. Taner.
fiziki sf. (fiziki:) Fr. physiaue + Ar. -i esk. Fiziksel: "İstiyorum ki, binlerce yıldızcık parlasın, göz alıcı bir fiziki hadise vuku bulsun!" -R. H.Karay.
→ fiziki coğrafya, fiziki harita
fiziki coğrafya is. coğ. Yeryüzünün dışında insan ve öteki varlıklar üzerine etki yapan doğal olayların doğuşunu, oluşumunu ve sonuçlarını inceleyen coğrafya bilimi.
fiziki harita is. coğ. Herhangi bir yerin dağlarını, ovalarını, platolarını, akarsularını, göllerini gösteren harita.
fizik kondisyonu is. sp. Bir sporcunun fiziksel ve ruhsal bakımdan durumu.
fizikokimya is. Fr. physico + Ar. kımyâ Kimyasal olayları fiziksel yöntemlerle çözümleyen, fizik ve kimya konularını kapsayan bilim.
fizik ötesi is.fel. Doğa ötesi.
fiziksel sf. 1. Fizikle ilgili olan. 2. Genel olarak doğaya, maddeye, nesnelere ilişkin olan, fiziki: Fiziksel imkânsızlık.
fizik tedavi is. bk. fizik tedavisi.
fizik tedavisi is. tıp Hastalıkları su, ışık, hava, elektrik vb. fiziksel ve mekanik yöntemlerle tedavi etme, fizyoterapi.
fizik tedavi uygulayıcısı is. Fizik tedavisi yapan kimse.
fizik yapısı is. onat. Bir insanın vücut görünüşü.
fizyokrat sf. Fr. physiocrate Fizyokratlık yanlısı.
fizyokratlık, -ğı is. Tarım emeğinin üretici emek olduğunu ve yalnızca bu emeğin, değeri yarattığını ileri süren XVIII. yüzyıl ekonomi görüşü.
fizyolog, -ğu is. Fr. physiologue Fizyolojist.
fizyoloji is. Fr. physiologie biy. Canlıların hücre, doku ve organlarının görevlerini ve bu görevlerin nasıl yerine geldiklerini inceleyen bilim dalı.
fizyolojik, -ği sf. Fr. physiologiaue 1. Fizyoloji ile ilgili, vücutla ilgili: Fizyolojik bir rahatsızlık. 2. Normal, doğal olarak işleyen: Fizyolojik durum.
fizyolojist is. Fr. physiologiste Fizyoloji bilgini, fizyolog.
fizyonomi is. Fr. physionomie Yüz çizgilerinin genel durumundan çıkan anlam.
fizyoterapi is. Fr. physiotherapie tıp Fizik tedavisi.
fizyoterapist is, Fr. physîotherapiste Fizik tedavisi ve rehabilitasyon değerlendirmelerini ve uygulamalarını yapan kimse.