fıçı is. Yun. 1. Bir araya getirilerek çemberlerle tutturulmuş ensiz tahtalardan yapılan, yuvarlak, karnı şişkin ve altı üstü düz kap: "Su, kocaman fıçılara doldurulup arabalarla Beykoz'a getirilir." -S. Birsel. 2. sf. Bu kabm alabileceği miktarda olan. fıçı gibi kısa boylu ve çok şişman.

fıçı balığı, iğneli fıçı, barut fıçısı, şarap fıçısı

fıçı balığı is. Fıçıya istif edilmiş balık tuzlaması.

fıçıcı is. Fıçı yapan veya satan kimse.

fıçıcılık, -ğı is. Fıçı yapıp satma işi.

fıçılama is. Fıçıya koyma, fıçıya doldurma: Biranın fıçılama işi yapıldı.

fıçılamak (-i) Fıçıya koymak.

fıkara sf. bk. fukara.

fıkdan is. (fıkda:n) Ar. fıkdan esk. Yokluk.

fıkıh, -khı is. Ar. fikh esk. 1. Bir şeyi, gereği gibi, iyice anlayıp bilme. 2. din b. islam hukukunda din ve dünya İşleri İle ilgili ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütünü.

fıkırdak, -ğı sf. Cilveli, oynak (kadın, kız).

fıkırdaklık, -ğı is. Fıkırdak olma durumu.

fıkırdama is. Fıkırdamak işi.

fıkırdamak (nsz) 1. Fıkır fıkır kaynamak. 2. mec. Cilvelenmek: "Ben kapıdan çıkarken, iki genç fıkırdayarak arkamdan bakıyor." -Y. Z. Ortaç.

fıkırdaşma is. Fıkırdaşmak işi.

fıkırdaşmak (nsz) Oynakça davranışlarda bulunmak: "Otomobilin içinde gülüşen, fıkırdaşan dört, beş hanım var." -M. Ş. Esendal.

fıkırdatma is. Fıkırdatmak işi.

fıkırdatmak (-i) 1. Fıkır fıkır kaynatmak. 2. mec. Cilve yapmasına sebep olmak.

fıkırdayış is. Fıkırdama İşi veya biçimi.

fıkır fıkır sf mec. 1. Cilveli, oynak: Fıkır fıkır bir kadın. 2. zf. Fıkır sesi çıkararak: "Açık saçık türkülerini, fıkır fıkır gülüşlerini duyarız." -N. Cumalı. fıkır fıkır kaynamak 1) bir şeyden bir yerde çok bulunmak: Peynir tenekesinde fıkır fıkır kurt kaynıyor. 2) yerinde duramamak.

fıkırtı is. 1. Kaynayan suyun çıkardığı ses. 2. mec. Cilveleşme: "Hani fiskoslar, gülüşmeler, fıkırtılar. " -M. C. Anday.

fıkra is. Ar.fikra 1. ed. Kısa ve özlü anlatımı olan, nükteli, güldürücü hikâyecik, anekdot: "Nasrettin Hocanın hemen bütün fıkraları insanla vicdan arasındaki münasebete ilişkindir." -B. Felek. 2. ed. Gazete veya dergilerde gündelik konulan bir görüş ve düşünceye bağlayarak yorumlayan ciddi veya eğlendirici yazı türü: "Dişimi sıkıp da altı yedi fıkra birden çıkartırsam gazetenin yazıları aksamayacaktı." -Ç. Altan. 3. huk. Kanun maddelerinin kendi İçlerinde satır başlarıyla ayrıldıkları ufak bölümlerden her biri: "Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına engel değildir. " -Anayasa. 4. Paragraf. 5. anat. esk. Omur.

fıkracı is. 1. Fıkra anlatan kimse. 2. Fıkra yazarı: "Bir gazeteci, bir fıkracı olsaydı, bir sütun yazar, kıskandığı bir adama veriştirirdi." -S. F. Abasıyanık.

fıkracılık, -ğı is. Fıkra söyleme veya yazma işi: "Gazetecilikten, fıkracılıktan, hatta bir iki yılda başyazarlıktan hevesimi çoktan almıştım." -H. Taner.

fıkrama is. Fıkramak İşi veya durumu.

fıkramak (nsz) hlk. Herhangi bir yiyecek ekşimek, fışlamak.

fıkramsı sf Fıkrayı andıran, fıkraya benzeyen, fıkra gibi.

fıldır sf Çabuk, hızlı, telaşlı: "Kara yağız, az tombul, fıldır göz, son derece kanı sıcak biridir." -S. Birsel.

fındık, -ğı is. Ar. funduk bot. 1. Kayıngillerden, kuzey yarım kürenin ılık yerlerinde ve yurdumuzun genellikle Doğu Karadeniz bölgesinde yetişen, boyu 6-7 m, yaygın tepeli bir ağaççık (Corylus avellana). 2. Bu ağaççığın sert bir kabuk içinde bulunan yağlı, nişastalı ürünü. 3. argo Hileli zar. fındık kabuğunu doldurmaz önemsiz, değersiz. fındık kırmak çapkınlık yapmak.

fındık altım, fındık ateşi, fındık biti, fındık faresi, fındıkkabuğu, fındıkkıran, fındık kurdu,fındık sıçanı, fındık yağı, fındık yuvası, Değirmendere fındığı, kuyu fındığı

fındık altını is. 1. tar. Osmanlı İmparatorluğunda kenar süsleri fındığa benzediğinden bu adla anılan altın sikke, fındıki. 2. mec. Küçük ve değerli şey.

fındık ateşi is. Nargilede tütünün üstüne ortalamasına konulan yuvarlak, küçük, yanar kömürler.

fındık biti is. zool. Kın kanatlılardan, fındık kurdu denilen kurtçukları dolayısıyla fındık ürününün en büyük düşmanı olan, uzun gagalı böcek (Balaninus nucum).

fındıkçı is. 1. Fındık yetiştiren veya satan kimse. 2. hlk. Cilveli, oynak kadın.

fındıkçılık, -ğı is. 1. Fındık yetiştirme veya satma işi. 2. hlk. Cilveli, oynak olma durumu.

fındık faresi is. zool. 1. Kemiricilerden, karnı beyazımsı, sırtı boz renkli, fındıklılarda çok zarara yol açan bir memeli türü, fındık sıçanı (Muscardinus avellanarius). 2. Evlerde rastlanan küçük fare türü: "Bir fındık faresi bile onu masa üzerine çıkarırmış." -C. Uçuk.

fındıki is. (fındıki:) Ar. fundukı 1. Fındıkkabuğu rengi. 2. sf. Bu renkte olan. 3. is. tar. Fındık altını.

fındıkkabuğu is. 1. Fındığın kabuk rengini andıran bir tür kahverengi. 2. sf. Bu renkte olan.

fındıkkıran is. 1. Fındık ve buna benzer kabuklu yemişlerin kabuğunu kırmaya yarayan araç. 2. İşveli, şuh, baştan çıkarıcı kadın.

fındık kurdu is. zool. Fındık bitinin fındık içinde gelişerek onun dökülmesine, değerini yitirmesine yol açan kurtçuğu: "Bu minyon, esmer, fındık kurdu ve güzel, evet, kabul etmeli ki güzel kadın..." -H. Taner, fındık kurdu gibi ufak tefek, tombulca (kadın).

fındıklık, -ğı is. Fındık ağaçları çok olan yer, fındık korusu.

fındık sıçanı is. zool. Fındık faresi.

fındık yağı is. Fındıktan elde edilen yağ.

fındık yuvası is. Tombul ellerin dış yüzünde, parmak diplerinde görülen çukurluklar.

fır zf 1. Fini fini. 2. is. argo Piç, fırlama, fır dönmek bir kimseye yaranmak veya yardım etmek için üstün çaba harcamak: Kızı, annesinin çevresinde fır dönüyor.

fırfır, fırıl fırıl

fırça is. Yun. 1. Bir şeyin tozunu, kirini gidermekte veya bir şeye boya, cila sürmekte kullanılan, bir araya getirilerek bağlanmış kıl vb.nden yapılan araç: "Yer yer kireç artıkları ve fırça çizgileri duruyor." -R. H. Karay. 2. mec. Resim yapma sanatı ve biçimi. 3. mdn. Çökmeyi engelleyen bağların oynamasını veya kaymasını önlemek için aralara yerleştirilen direk parçası, fırça çekmek birini çok azarlamak, fırçalamak.fırça gibi dik, sık ve sert (saç, sakal): "Fırça gibi sert, gür saçları kırlaşıyor." -M. Ş. Esendal.

perlon fırça, tel fırça, boya fırçası, diş fırçası, tıraş fırçası, toz fırçası

fırçacı is. Fırça yapıp satan kimse.

fırçacılık, -ğı is. Fırça ve fırçaya benzer araçların yapım ve satımı.

fırçalama is. Fırçalamak işi.

fırçalamak (-i) 1. Temizlemek veya parlatmak için fırça ile sürtmek. 2. Sık ve bataklık ormandan geçmek. 3. mec. Bir kimseyi çok azarlamak, fırça çekmek.

fırçalanma is. Fırçalanmak işi.

fırçalanmak (nsz) 1. Fırça ile ovulmak, düzgünleştirilip parlatmak veya temizlenmek: "Saçlar, sımsıkı taranmış, fırçalanmış, ensesinde bir topuz yapılmıştı." -H. E. Adıvar. 2. mec. Çok azarlanmak.

fırçalatma is. Fırçalatmak işi.

fırçalatmak (-i) Fırçalama işini yaptırmak.

fırçalayış is. Fırçalama işi veya biçimi.

fırçalı sf. Fırçası olan.

fırçalık, -ğı is. Resim yapmada kullanılan fırçaların konulduğu süzgeçli kap.

fırdolayı zf. Çepeçevre: "Tulumbanın yöresindeki taş sekinin dibine fırdolayı kadife çiçekleri dikilmişti." -Y. Kemal.

fırdöndü is. 1. Biri döndüğünde ötekinin de dönmesini engellemek için uç uca getirilerek serbest bir eksenle bağlanmış çift halka. 2. Topaç gibi çevrilerek oynanan, tunçtan, altı köşeli bir kumar aracı. 3. den. Bir ipe bağlı olarak birden fazla çipa atıldığında çipaların karışmaması için tekne zinciri ile parçaların bağlandığı zincir arasına konulan metal araç. 4. Belirli bir görüş veya düşünce sahibi olmayan kimse: Sen de amma fırdöndüsün!

fırfır is. Giysi, perde vb.nin kenarlanna dikilen kırmalı veya büzgülü süs, farba, farbala. fır fır zf. Fırıl fırıl, fırfırlı sf. Fırfın olan: Fırfırlı etek. fırfırsız sf. Fırfırı olmayan.

fırıldak, -ğı is. 1. Rüzgârla dönen, çember biçiminde çocuk oyuncağı. 2. Havalandırmak amacıyla oda veya mutfak pencerelerine takılan kanatlı araç. 3. Ocak veya soba borusunun iyi çekmesini sağlamak için tepesine takılan ve rüzgârın gittiği yöne dönebilecek biçimde yapılan şapka. 4. mec. Dolap, düzen, hile. fırıldak çevirmek (veya döndürmek) İstediğini yapmak için hileli yollara başvurmak: "Anasının gözü kardeşi, işi gücü fırıldak çevirmek." -A. İlhan, fırıldak gibi düşüncesini sürekli değiştiren, sözünden dönen (kimse).

fırıldak çiçeği, baca fırıldağı

fırıldakçı is. 1. Fırıldak yapan veya satan kimse. 2. mec. Düzen çeviren, düzenci, dolap çeviren kimse: "Eh, erbabıdır dedik, verdik dizginleri eline, halt etmişiz. Dolapçının, fırıldakçının biri çıkmaz mı?" -A. ilhan.

fırıldakçılık, -ğı is. Fırıldakçının işi veya mesleği.

fırıldak çiçeği is. bot. Çarkıfelek.

fırıldanma is. Fırıldanmak işi veya durumu.

fırıldanmak (nsz) Fırıl fini dönmek.

fırıldatma is. Fırıldatmak işi.

fınldatmak (-i) Fırıl fırıl çevirmek: Sapanı fırıldattı, taşı saldı.

fırıl fırıl zf. Sürekli ve hızlı bir biçimde: "Bir de gözümü açıyorum ki, dünya fırıl fırıl dönüyor." S. F. Abasıyanık.

fırın is. Yun. 1. İçinde genellikle odun yanan, her yanda aynı derecede ısı oluşturarak ekmek, pasta vb. pişirmeye yarayan, tavanı tonoz biçiminde, önünde tek açıklık bulunan ocak: Pastacı fırını. 2. Ekmek, pasta vb.nin pişirildiği ve satıldığı dükkân. 3. Elektrik, tüp gaz ve doğal gazla çalışan, yiyecekleri pişimıeye veya ısıtmaya yarayan alet: Elektrik fırını. 4. Bir maddenin fiziksel veya kimyasal değişime uğratılması amacıyla içinde ısıtıldığı araç. 5. sf. Fırında pişirilmiş. ... fırın ekmek yemesi lazım bir duruma erişmek İçin pek çok emek vermesi, çalışması gerekir: Onun usta olması için daha beş fırın ekmek yemesi lazım, fırın gibi çok sıcak (yer).

fırın kebabı, ankastre fırın, kara fırın, kubbeli fırın, mikrodalga fırın, yüksek fırın, fırında makarna, elektrik fırını, hava gazı fırını, izabe fırını, pide fırını, simit fırını, simitçi fırını

fırıncı is. Fırın işleten kimse: "Deli olmadığını ve Beyazıt'ta fırıncı olduğunu iddia ediyormuş. " -B. Felek.

fırıncılık, -ğı is. Fırın işletme işi.

fırında makarna is. Haşlanmış makarnaların arasına özellikle kaşar peyniri konularak üzerine süt dökülüp fırında pişirilen makarna yemeği.

fırın kebabı is. Büyük tencerelere yerleştirilerek fırında pişirilen et yemeği, et kebabı.

fırınlama is. Fırınlamak işi.

fırınlamak (-i) 1. Fırında pişirmek. 2. Fırında kurutmak.

fırınlanma is. Fırınlanmak işi.

fırınlanmak (nsz) Fırına konulmak veya fırında kurutulmak: "Fırınlanmış birader, iki yıl sonra pul pul olmaz mı, bunun vernikleri? " -H. Taner.

fırınlatma is. Fırınlatmak işi.

fırınlatmak (-i, -e) Fırınlama işini yaptırmak.

fırınlı sf. Fırınlanmış: Fırınlı kayın.

fırınlık, -ğı sf. 1. Fırında pişirilmeye hazır (yemek). 2. Bir fırının alacağı kadar: Bir fırınlık ekmek.

fırka is. Ar. fırka esk. 1. İnsan topluluğu. 2. Siyasal topluluk, parti (I): "Mecliste, hâkim olan fırkanın, hükümet teşkilini, muhalif ve ekalliyette bulunan bir fırkaya terk etmesi ise asla mevzuubahis olamaz." -Atatürk. 3. ask. Tümen: "Benim burada bir fırka kumandanım vardı." -P. Safa.

fırkacı is. 1. Parti üyesi. 2. Bir partiye çok bağlı olan, partici: "Hiç olmazsa önde gelen fırkacıların tansiyonunu düşürmeyi de ümit etmişti." -T. Buğra.

fırkacılık, -ğı is. Particilik.

fırkata is. (fırka'ta) ît.fregata den. esk. 10-15 çift kürekli, hızlı, eski bir savaş gemisi.

fırkate is. bk. fırkata.

fırkateyn is. ît. fregatone den. esk. Üç direkli, bir tür yelkenli savaş gemisi.

fırlak, -ğı sf. Dışarı doğru fırlamış, çıkmış, çıkık: "Alt dudağını bıyığının içine geçirmiş, gözleri fırlak, sanki bir timsaha bakıyordu.." -F. R. Atay.

fırlama is. 1. Fırlamak işi. 2. argo Piç. 3. hlk. Arsız, terbiyesiz çocuk.

fırlamak (nsz) 1. Hızla, birdenbire bulunduğu yerden çıkmak, ayrılmak: "Çöpçü beygiri, deli gibi rayın üzerine fırlamıştı." -H. Taner. 2. Yerinden oynayıp ileriye doğru çıkıntı yapmak: Gözleri yerinden fırlamış. Omuz kemiği fırlamış. 3. Fiyatı birdenbire yükselmek: Borsada altın fiyatları fırladı.

fırlatılma is. Fırlatılmak işi.

fırlatılmak (nsz) Fırlatma işi yapılmak.

fırlatış is. Fırlatma işi veya biçimi.

fırlatma is. 1. Fırlatma işi. 2. sp. Kol ve bacağın vücudun orta çizgisinden türlü yönlere, son eklemine kadar hızla ve gergin olarak uzaklaştırılması.

fırlatmak (-i) Hızla atmak, bulunduğu yerden dışarı atmak: "Ali Rıza balıkçılara doğru bir taş fırlattı." -S. F. Abasıyanık.

fırlayış is. Fırlama işi veya biçimi.

fırsat is. Ar. furşat Uygun zaman, uygun durum veya şart, vesile: "İnsan, dedim, kendine bir ad takmak fırsatını bin yılda bir ele geçiremez." -M. Ş. Esendal. fırsat beklemek (veya aramak) en uygun şartı kollamak. (bir şeyi) fırsat bilmek bir şeyden belli bir amaçla hemen yararlanmak, fırsat bu fırsat yararlanılacak en uygun zaman: "Fırsat bu fırsat deyip gelip görüyorlar, yiyip içiyorlar." -B. Felek, fırsat bulmak uygun, elverişli zaman bulmak: "Bir başka tanıdık kayığa daha rast gelerek... görüşmeye fırsat buluyorlardı." -A. Ş. Hisar, fırsat düşmek (veya çıkmak) bir imkâna kavuşmak: "Evet, mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı." -Ö. Seyfettin. fırsat kollamak (veya gözlemek) yapmak istediği İş için uygun bir zaman veya bir durum beklemek: "Sonra fırsat kollamasını biliyordu ve tekme yapıştıracak, çelme takacak zamanı içgüdülerin şaşmazlığıyla seçiyordu." -T. Buğra, fırsat vermek bir işi yapmak için uygun, elverişli şartı sağlamak: "Bu çeşit yazılara cevap vermek hasma fırsat vermek olur." -B. Felek, fırsatı ganimet bilmek çıkan fırsattan en iyi biçimde yararlanmak: "Fırsatı ganimet bilen İbrahim Ağa, soluğu doğru Eminönü'nde aldı." -H. R. Gürpınar, fırsatı kaçırmamak elverişli durumdan yararlanmak: "Fırsatı kaçırmadım, hakkında malumat topladım." -R. H. Karay, fırsatını düşürmek kolayını bulmak. fırsattan istifade etmek ele geçirilen İmkân veya durumdan en iyi biçimde yararlanmak.

fırsat düşkünü, fırsat eşitliği, fırsat yoksulu

fırsatçı is. Fırsatları iyi değerlendiren, fırsat kollayan kimse.

fırsatçılık, -ğı is. Fırsatçı olma durumu.

fırsat düşkünü sf. Kötülük yapmak İçin fırsat kollayan (kimse).

fırsat eşitliği is. Sunulan olanaklardan herkesin ayrım yapılmaksızın eşit biçimde yararlanması.

fırsat yoksulu sf. Eline fırsat geçmeyen (kimse).

fırt is. Bir solukta veya bir yudumda içilebilecek miktarda sigara veya içki: Çek bir fırt.

fırt fırt

fırt fırt zf. Sürekli olarak, ikide bir: Fırt fırt ne girip çıkıyorsun?

fırtına is. (fırtı'na) ît. fortuna 1. Yağmur ve kasırga getiren çok güçlü rüzgâr. 2. Bu rüzgârın denizde veya kum çöllerinde yarattığı dalgalanma: "Dalgadan kimsenin eli tahlisiyeye değmeden bereket fırtına dindi." -B. Felek. 3. mec. Güç atlatılan kötü durum: "Fırtınanın yaklaştığını anladığı hâlde anlamamış görünüyor, şarkısını mırıldanıyordu. " -R. N. Güntekin. 4. mec. Karşıt düşünce veya durumların yarattığı karışıklık, sıkıntı: "Kâmuran'ın ağlamasının kalbimde uyandırdığı fırtınaya kendim de şaşıyorum." -H. E. Adıvar. 5. coğ. Saatteki hızı 70 mil olan rüzgâr, fırtına çıkmak sert rüzgâr esmeye başlamak, fırtına gibi 1) hızla, birdenbire: Fırtına gibi geldi gitti. 2) aceleci: Fırtına gibi adam. fırtına kopmak (veya patlamak) 1) şiddetli fırtına çıkmak: "Fırtına kopmadan epey önce köpek balıkları açık denizlere kaçarlar." -Halikamas Balıkçısı. 2) mec. bir yerde kavga ve gürültü çıkmak.

fırtına kuşu, fırtına uğrağı, sayılı fırtına, beyin fırtınası, çaylak fırtınası, kahkaha fırtınası, kırlangıç fırtınası, koç katımı fırtınası, kum fırtınası

fırtına kuşu is. zool. Perde ayaklılardan, kıvrık gagalı, açık denizlerde yaşayan bir kuş, deniz ördeği (Thalassidroma pelagica).

fırtına kuşugiller ç. is. zool. Omurgalı hayvanlardan kuşlar sınıfına giren bir familya.

fırtınalı sf. 1. Çok rüzgârlı: "Karlı, fırtınalı gecelerde bu serviler inilder, haykırır." -M. Ş. Esendal. 2. mec. Çok tartışmalı, çekişmeli, gürültülü, kanşık: "O kadar fırtınalı bir maziden sonra istikbalde söneceğinize inanmaktan uzağım."-Y'. K. Beyatlı.

fırtına uğrağı is. Fırtınanın çok olduğu yer: "Kazamız pek Öyle fırtına uğrağı bir yer değildir. " -R. N. Güntekin.

fırttırma is. Fırttırmak işi veya durumu.

fırttırmak (-i) tkz. Akimi kaçırmak, delirmek, aklını yitirmek, çıldırmak.

fısfıs is. hlk. Koku, ilaç vb. sıvılan püskürtmek için kullanılan araç.

fıs fıs zf. Yavaş ses çıkararak (konuşmak): Fıs fıs konuştular.

fısfıslama is. Fısfıslamak işi.

fısfıslamak (nsz) Koku, ilaç vb. sıvıları püskürtmek.

fısfıslanma is. Fısfıslanmak işi veya durumu.

fısfıslanmak (nsz) Koku, ilaç vb. sıvılar püskürtülmek: Fısfıslanmış sinek gibi...

fısfıslatma is. Fısfıtlatmak işi.

fısfıslatmak (-i) Koku, ilaç vb. sıvıları püskürttürmek.

fısıldama is. Fısıldamak işi.

fısıldamak (-i, -e) Başkalarının duyamayacağı kadar alçak sesle konuşmak, fıslamak: "Savcı, kumandanın kulağına birkaç kelime fısıldadı." -A. Gündüz.

fısıldanma is. Fısıldanmak işi.

fısıldanmak (nsz) Fısıltı hâlinde söylenmek: "Kulaktan kulağa, gidecek olanların isimleri fısıldanıyordu. " -A. İlhan.

fısıldaşma is. Fısıldaşmak işi.

fısıldaşmak (nsz, -le; -i) Birbirine fısıldamak: "Bazı aileler sokağa çıkmış, genç kızlar aralarında fısıldaşıyorlardı." -Y. K. Beyatlı.

fısıl fısıl zf. Fısıltı hâlinde, fısıldayarak, alçak sesle: "Ağabeyi ile fısıl fısıl konuştular, birlikte sevindiler." -R. H. Karay.

fısıltı is. Fısıldarken çıkan, güçlükle duyulan ses: "Bahçenin ta nihayetinden birtakım fısıltılar geliyordu." -Y. K. Karaosmanoğlu.

fısıltı gazetesi

fısıltı gazetesi is. Toplumu ilgilendiren bir konu ile ilgili dedikodu.

fısır fısır zf. 1. Fısır sesi çıkararak: Kuru otlar fısır fısır yanar. Su musluktan fısır fısır akıyor. 2. Gizli olarak, alçak bir sesle: "Yeğeni gündüz okuduğu gazetelerdeki haberleri, kimseye duyurmadan fısır fısır ona aktarıyor. " -A. İlhan.

fısırtı is. Fısıltı.

fıskiye is. Ar. fiskiyye esk. Suyu yukarıya doğru, türlü biçimlerde fışkırtan ağızlık, fışkırık: "Bu fıskiyenin sularını yıllarca neşeden çağıldargibi duymuştum."-A. Ş. Hisar.

fıslama is. Fıslamak işi.

fıslamak (-i, -e) 1. Fısıldamak. 2. mec. Gizlice haber vermek.

fıslanma is. Fıslanmak işi.

fıslanmak (nsz) Fıslama işi yapılmak.

fıslatmak (-i) Fıslama işini yaptırmak.

fıstık, -ğı is. Ar. fustuk 1. bot. Antep fıstığı, çam fıstığı veya yer fıstığı denilen yemişlerin genel adı. 2. sf. mec. Tombul, kısa boylu, tıknaz (kimse): "Anamızın büyük babalarından biri kısa boylu, şişman, eli ayağı ufak bir adam olmalıdır ki, ona fıstık demişler." -M. Ş. Esendal.

fıstık gibi tkz. 1) dolgun, besili ve canlı; 2) çok güzel.

fıstık çamı, fıstık ezmesi, falan fıstık, Antep fıstığı, çam fıstığı, Hint fıstığı, Siirt fıstığı, Şam fıstığı, yer fıstığı

fıstık çamı is. bot. Çam fıstığı.

fıstıkçı is. Fıstık yetiştiren veya satan kimse.

fıstıkçılık, -ğı is. 1. Fıstık yetiştirme işi. 2. Fıstık alıp satma işi.

fıstık ezmesi is. Fıstıkla yapılan bir şekerleme.

fıstıki is. (fıstıki:) Ar. fustukî 1. Sarıya çalan açık yeşil renk. 2. sf. Bu renkte olan. fıstıki makamla Çok ağır, ağır ağır, yavaş yavaş: "Akşam serinliğinde fıstıki makamla Sarıyer'in yolunu tuttum." -O. C. Kaygılı.

fıs tıklama is. Fıstıklamak işi.

fıstıklamak (-i, -e) argo Kışkırtmak amacıyla araya nifak sokmak.

fıstıklık, -ğı is. Fıstık ağaçlan dikilmiş yer, fıstık bahçesi.

fış fış zf. Fışır fışır.

fısıldama is. Fışır fışır ses çıkarma.

fısıldamak (nsz) Fışır fışır ses çıkarmak.

fısıltı is. Fışırdama sesi: "... önümdeki denizin fısıltısını duyuyordum." -Halikarnas Balıkçısı.

fışırdama is. Fışırdamak işi.

fışırdamak (nsz) Fışır fışır ses çıkartmak.

fışırdatma is. Fışırdatmak işi.

fışırdatmak (-i) Fışır fışır ses çıkartmak.

fışır fışır zf. Fışır sesi çıkararak: Kumaş fışır fışır ediyor. Su fışır fışır akıyor.

fısırtı is. Fışırdama sesi.

fışkı is. Yun. Atgillerin taze dışkısı, tersi.

fışkılama is. Fışkılamak işi.

fışkılamak (-i) Toprağı fışkı ile gübrelemek.

fışkılık, -ğı is. Fışkının biriktirildiği yer.

fışkın is. 1. Bir ağacın dibinden süren ince dal, sürgün, filiz, dal, piç. 2. Asma kütüğünde hereğin üst yanında biten dal.

fışkırdak, -ğı is. 1. Sıvıları fışkırtmaya yarayan araç. 2. Ağzındaki iki cam borudan biri üflendiğinde ötekinden su fışkıran, laboratuvarlarda yıkama işlerinde kullanılan bir deney aracı.

fışkırık, -ğı is. tek. Fıskiye.

fışkırış is. Fışkırma işi veya biçimi.

fışkırma is. 1. Fışkırmak işi. 2. astr. Güneş yüzeyinden uzaya sıcak gaz kütlelerinin fırlaması.

fışkırmak (nsz) 1. Gaz veya sıvılar bir yerden basınç etkisiyle yukarıya doğru birdenbire ve hızla çıkmak: "Suya en başköşeyi ayırmalarının nedeni de İyi suyun, hemen hemen memleketimizin dört bucağından fışkırmasıdır." -S. Birsel. 2. Bitkiler toplu hâlde, gür olarak yetişmek: "Kaldırım taşları arasından fışkırmış otların bütün sokağı bürüyeceği muhakkak!" -Y. Z. Ortaç. 3. mec. Bir şey bir yerde bol bol görülmek: "Ölümsüzlerden fışkıran ışık, karanlıkları bir anda dağıttı." -C. Meriç.

fışkırtı is. Fışkıran bir şeyin çıkardığı ses.

fışkırtıcı is. Belli hızla hareket eden bir akışkan yardımıyla, başka bir akışkanın boşalmasını sağlayan alet, ejektör.

fışkırtılma is. Fışkırtılmak işi.

fışkırtılmak (nsz) Fışkırması sağlanmak.

fışkırtma is. Fışkırtmak işi.

fışkırtmak (-i) Fışkırmasını sağlamak.

fışlama is. Fışlamak işi.

fışlamak (nsz) hlk. Fıkramak.

fıtık, -ğı is. Ar. faik tıp İç organlardan bir parçanın, genellikle bağırsak bölümünün karın çeperlerini geçip deri altında ur gibi bir şişkinlik yapması, kavlıç, yarımlık: "Musiki hocamız genç yaşında bir fıtık ameliyatı sonunda ölmüştü." -S. F. Abasıyanık. fıtık olmak büyük sıkıntı duymak, kahrolmak, çaresiz kalmak.

bel fıtığı, kasık fıtığı

fıtıklı sf. Fıtığı olan.

fıtır sadakası is. din b. Fitre.

fıtrat is. Ar. fitrat esk. Yaradılış, hilkat.

fıtraten zf. Ar. fıtraten esk. Yaradılıştan: "O-kuyup yazması da ötekilerden fazla, fıtraten de müsait." -H. R. Gürpınar.

fıtri sf. (fıtri:) fıtrî esk. Doğuştan: "Onların hepsinde, en kabiliyetsizinde bile fıtri bir oyuncu istidadı vardır." -H. C. Yalçın.

fıtriye is. Ar. fitriyye psikol. esk. Doğuştancılık.

fıttırmak (-i) bk. fırttırmak.