fe is. Türk alfabesinin yedinci harfinin adı, okunuşu.
Fe kim. Demir elementinin simgesi.
fecaat, -ti is. (feca:at) Ar. fecâ'at esk. Çok acıklı, yürekler acısı durum: "Balkan Harbinin fecaatlerinden sonraki hadiseler de malumunuzdur." -E. î. Benice.
feci sf. (feci:) Ar. feci' Acıklı, çok acıklı, yürekler acısı, trajik: "İkimiz de feci bir akıbete doğru yuvarlanıyoruz." -A. Gündüz.
fecir, -cri is. Ar. fecr 1. Tan vakti: "Baktık geceden fecre kadar ellerde / Yıldızlara yükselen kadehler gördük." -Y. K. Beyatlı. 2. Tan kızıllığı: "Bu fecir dediğimiz aydınlanmanın başını belli etmek için ak iplikten kara ipliği seçmek kıstas sayılmıştır." -B. Felek.
→ fecrikâzip, fecrisadık
fecrikâzip, -bi is. (fe'crikâ:zip) Ar. fecr + kâzib esk. Tan yerinde gün doğmadan beliren, sonradan kaybolan geçici aydınlık, yalancı tan, geçici tan: "Kâğıthane sırtlarında beliren fecrikâzibe bakıyordu." -S. F. Abasıyanık.
fecrisadık, -ğı is. (fe'crisa:dık) Ar. fecr + şâdik esk. Tan yerinde gün doğuncaya kadar süren kesiksiz aydınlık, gerçek tan.
feda is. (feda:) Ar. fidâ' Bir amaç uğrunda bir değer veya varlıktan vazgeçme, uğruna verme: Yurt uğruna canım feda. feda etmek kıymak, gözden çıkarmak: "Her şeyi feda ederek onun peşine takılmış." -Yi, C. Yalçın. feda olsun varsın gitsin, uğrunda yok olsun! "Böyle harmancı çingeneler, sana düzinelerle feda olsun!" -O. C. Kaygılı.
→ can feda
fedai is. (fedaü:) Ar. fidâ 'i 1. Bir ülkü uğruna tehlikeli işlere girişerek canını esirgemeyen kimse, serdengeçti: "Senin yanına fedai yazılacağım ve dini bir uğruna çalışacağım." -R. H. Karay. 2. Bir kimseyi veya bir yeri koruyan kimse: "İlk zamanlar sadık fedailerini sık sık gelip yokladılar." -H. Taner.
fedaice zf (feda:V:ce) Fedai gibi, fedai olarak: "Nerede bu şehri fedaice benimsemiş, onun hâkim hüviyetim gizlemiş..." -S. Ayverdi.
fedailik, -ği is. (feda:i:lik) Fedaice davranış, serdengeçtilik.
fedakâr sf (feda:kâ:r) Ar. fidâ' + Far. -kâr Özverili: "Senin genç, temiz ve fedakâr ruhunu bu felaketten esirgemek isterim." -H. C. Yalçın.
fedakârca sf. (feda:ka'rca) 1. Özverili. 2. zf Özverili olarak: "Kalelerine geçer, başını yahut belini tuta tuta vazifesine fedakârca devam ederler." -H. Taner.
fedakârlık, -ğı is. Özveri: "Elimi öpme fedakârlığına teyzesinin hatırı için razı olmuştu. " -R. N. Güntekin. fedakârlık etmek 1) özverili davranmak: "Kadınlar fedakârlık ettikleri erkekleri severler." -P. Safa. 2) azlığına katlanmak, az oluşu ile yetinmek, vazgeçmek: "İlk defa ömründe yemek saatinden fedakârlık elti." -E. İ. Benice, fedakârlık yapmak (veya göstermek) Özverisini ortaya koymak: "Yalnız rica ederim, bir an için zahmet ve fedakârlık daha yapın!" -H. F. Ozansoy. "Arkadaşının karısına gösterdiği fedakârlığı o karısına gösteriyordu." -N. Cumalı. fedakârlığa katlanmak bir amaca, bir emele ulaşmak için birçok sıkıntıya, üzüntüye, güçlüğe dayanmaya çalışmak.
federal, -li sf. Fr. federal Federasyon durumunda birleşmiş olan.
federalist sf. Fr. federaliste 1. Federalizme bağlı olan. 2. Federalizm yanlısı.
federalizm is. Fr. federalisme Birçok devletin özel yasalara ve bağımsızlığa sahip olarak tek bir devlet durumunda birleşmeleri yöntemi.
federalleşme is. Federalleşmek durumu.
federalleşmek (nsz) Federal duruma gelmek.
federasyon is. Fr. federation 1. Savunma ve dış politika alanında dayanışma amacıyla birden fazla devletin bir birlik devleti içinde birleşmesi. 2. Aynı alandaki çeşitli kuruluşları bir arada toplayan dayanışma birliği: Öğrenci federasyonu. Futbol federasyonu.
federatif sf. Fr. federatif Federalizme bağlı veya uygun olan.
federe sf Fr. federe 1. Bir federasyona bağlı olan. 2. is. Bir konfederasyonun üyesi.
fehamet is. (feha:met) Ar. fehâmet esk. 1. Büyüklük, ululuk. 2. Değer.
fehametli sf. (feha:metli) 1. Büyüklük, ululuk gösteren (kimse). 2. is. tar. Osmanlı imparatorluğu zamanında sadrazamlara, Mısır hıdivi ve yabancı prenslere, eyalet beylerine verilen unvan.
fehim, -hmi is. Ar. fehm esk. Anlama, kavrama.
→ fehmetmek
fehmetme is. Fehmetmek işi.
fehmetmek, -der (-i) Ar. fehm + T. etmek Anlamak, kavramak.
fehva is. (fehva:) Ar. fehva db. esk. 1. Anlam. 2. Kavram, terim, deyim.
fehvasınca zf Uyarınca, sözü gereğince: "El çabukluğu bir marifet fehvasınca esatir profesörlüğüne terfi etmiş oluyordu." -H. F. Ozansoy.
fek, -kki is. Ar. fekk esk. Bozma, feshetme, kesme, ayırma, koparma.
fekül is. Fr. fecule Patates gibi bazı bitkilerin yumrularında bulunan nişasta.
fel is. Görüngü.
felah is. (felâ:h) Ar. felah esk. Kurtuluş, selamet, onma: "Şu bizim halkı uyandırmadadır varsa felah." -M. A. Ersoy. felah bulmak kurtulmak, onmak: "Kadın delifışeğin biri ise yine felah bulamazsın." -R. H. Karay.
felaket is. (felâ:ket) Ar. felaket 1. Büyük zarar, üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay veya durum, yıkım, bela: "İnsanların korkması icap eden en büyük felaket, kötü ahlaktır." -S. Ayverdi. 2. sf Çok kötü: Felaket bir yazı. 3. ünl. Şaşkınlık, hayret, aşırılık bildiren bir söz: Bu kız felaket.'
→ çevre felaketi
felaketli sf. Felaket getiren: "İki felaketli muharebe arasındaki..." -A. H. Tanpınar.
felaketzede is. (felâ:ketzede) Ar. felâket + Far. -zede Felakete uğramış kimse: "Felaketzede bir birader için bu saadet kâfidir." -R. N. Güntekin.
felç, -ci is. Ar. felç tıp İnme. felç gelmek inme inmek: "Babam kendisine felç geldiği zaman beni affetti ve çağırttı." -P. Safa. felç olmak inme inmek, (bir iş) felce uğramak bir İş yarım kalmak, yürümez duruma gelmek, tam olarak durmak: Yağmur yüzünden trafik felce uğradı, (bir işi) felce uğratmak bir işi yürüyemez duruma getirmek: "Sigara içmeyiz, nikotinin yarın bize yapabileceği fenalıkları düşünmek elimizi felce uğratır." -P. Safa.
→ kısmi felç
felçli sf. İnmeli, felç olmuş, mefluç: "Bütün o nefis yazılarını felçli olarak yazmıştır." -H. Taner.
feldmareşal, -li is. (fe 'Idmareşal) Alm. Feldmarschall ask. Alman, Avusturya, İngiliz, Rus ve İsveç askerî hiyerarşisinde en yüksek rütbe.
feldspat is. Alm. Feldspat min. Potasyumlu, sodyumlu ve kalsiyumlu olmak üzere üçe ayrılan en önemli silikatlı mineral grubu.
felek, -ği (I) is. Ar. felek esk. 1. Gök, gökyüzü, sema. 2. Dünya, âlem. 3. Talih, baht, şans: "Felek oyun etmişti onlara, yiğitlerden ikisi uyuya kaldı." -C. Meriç. 4. Askerî mızıkada zilli bir müzik aracı, felek yâr olursa bir terslik çıkmazsa, şartlar uygun giderse. feleğe küsmek talihten yakınmak, şanstan ümidini kesmek, feleği şaşmak argo feleğini şaşırmak, feleğin çemberinden geçmiş hayatta acı tatlı günler görmüş geçirmiş, olgunlaşmış, deneyim kazanmış: "Oyuna bir de kalender, feleğin çemberinden geçmiş ihtiyar komiser koyacaksınız." -H. Taner, feleğin sillesine uğramak (veya sillesini yemek) büyük bir yıkıma uğramak. feleğini şaşırmak argo ummadığı bir durumda kalmak, şaşkınlık içine düşmek: "Bir gün burada koyu ateş renginde bir hotoz görmüştür ki, feleğini şaşırmıştır." -S. Birsel. felekten bir gün (veya gece) çalmak güzel bir gün (gece) geçirmek: "Desenize ki işimiz iş; felekten öyle bir gün çalacağız." -O. C. Kaygılı, felekten kâm almak güzel vakit geçirmek, istediği gibi eğlenmek.
→ çarkıfelek, kahpe felek, kambur felek
felek, -ği (II) is. Yun. den. bk. filenk.
felekiyat is. (felekiya:t) Ar. felekiyyât astr. esk. Gök bilimi.
Felemenk öz. is. (fe'lemenk) tar. Bugünkü Hollanda, Belçika ve Kuzeydoğu Fransa'ya eskiden verilen ad.
Felemenkçe öz. is. (feleme'nkçe) Felemenk dili.
Felemenkli öz. is. (fe 'lemenkli) Felemenk halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.
felfelek, -ği is. 1. Küçük bir kelebek türü. 2. bot. Hurmagillerden, kestane büyüklüğün-. deki yemişi şerit düşürücü nitelik taşıyan Asya bitkisi (Areca catechu). (birinin içine) felfelek sokmak birini kuşkuya düşürmek: "... sen beni bekle, bir gün seni alırım, diye kıza bir felfelek sokmuş." -R. N. Güntekin.
felfelleme is. Felfellemek işi.
felfellemek (nsz) hlk. 1. Eski canlılığını yitirmek. 2. Afallamak, şaşırmak. 3. Dönen, hareket eden bir cisim, durmadan önce hızını yitirmek.
feliks is. bot. Palmiye yaprağına benzeyen, park ve bahçelerde süs için kullanılan iri gövdeli bir bitki (Phoenbc canariersis).
fellah is. Ar. fellah esk. 1. Çiftçi. 2. Mısır köylüsü: "Bir Mısır turnesinde zengin bir fellah kendisine tutulmuş, nikâhla almıştı." -R. H. Karay. 3. Arap.
fellek fellek zf. Fellik fellik: Fellekfellek çocuğunu arıyor.
fellik fellik zf Telaşla, heyecanla, koşarak, koşuşturarak, fellek fellek: Fellik fellik seni arıyor.
felsefe is. Ar. felsefe 1, Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılması: "Felsefe diliyle söylersek her ozan bir fenomendir, yani olgudur. " -N. Cumalı. 2. Bir bilimin veya bilgi alanının temelini oluşturan ilkeler bütünü: Tarih felsefesi. Hukuk felsefesi. 3. Bir filozofun, bir felsefe okulunun, bir çağın öğretisi: Sokrates felsefesi. 4. Dünya görüşü: "Yargılarınızı, felsefenizi kendinize saklayıp oyununuza tek özdeyiş katmayacaksınız." -H. Taner. 5. Bir konuda soyut düşünüş: "Uzun felsefelerden sonra Mediha'yı benden çok sevdiğini anlatıyor." -H. E. Adıvar. felsefe yapmak 1) olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince soyut birtakım düşünceler ileri sürmek: "Sana su şehirlerinin felsefesini yaptım." -H. C. Yalçın. 2) bilgiçlik taslamak: "Saldırmak onun içgüdülerinden biridir ve yöntemi çekiçle felsefe yapmaktır." -S. Birsel.
→ dogmatik felsefe, dil felsefesi, din felsefesi, hayat felsefesi, toplum felsefesi, yaşam felsefesi
felsefeci is. 1. Felsefe incelemeleri yapan kimse. 2. Felsefe öğretmeni.
felsefecilik, -ği is. Felsefeci olma durumu.
felsefi sf. (felsefi:) Ar. felsefi esk. Felsefe ile ilgili, felsefeye ilişkin: "Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerden ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir." -Anayasa.
feminen sf. Fr.feminin Kadınsı.
feminist sf. Fr. feministe Feminizm yanlısı (kimse, görüş).
feminizm is. Fr. feminisme sos. Toplumda kadının haklarını çoğaltma, erkeğinkiler düzeyine çıkarma, eşitlik sağlama amacını güden düşünce akımı, kadın hareketi.
fen, -nni is. Ar. fenn 1. Fizik, kimya, matematik ve biyolojiye verilen ortak ad: Fen fakültesi. 2. Fizik, kimya, matematik ve biyolojiden elde edilen verileri iş ve yapım alanında uygulama, teknik: Edison, bilimden çok fenne hizmet etmiştir. 3. Bilim, bilgi: "Hocalar dinde, hekimler fende ayıp yok, derlerdi." -F. R. Atay. 4. mec. Hile, hilekârlık: "Erkeğin en budalası yine karısını aldatmak fennini bulur." -H. R. Gürpınar. fennini almak (veya kapmak) bir işin inceliklerini, püf noktalarını kavrayıp o alanda usta olduğunu göstermeye başlamak.
→ fen bilimi, fen bitimleri
fena (I) sf. (fena:) Ar. fena' 1. İyi nitelikte olmayan, kötü: "Rüşvet aslında fena şeydir, fakat daha fenası rüşvet ayıplığını kaybetmişliktir." -B. Felek. 2. Üzücü: "Bu savaş yılları o kadar fena ve ağır felaketler öğretmişti ki... " -H. E. Adıvar. 3. İstenilen ve gereken nitelikte olmayan (kimse): Fena bir öğrenci. 4. Hoşa gitmeyen, rahatsız edici: "Fena günler yaşadığına inanmak için bin şahit lazım." -R. H. Karay. 5. Davranışları toplumun ahlak anlayışına uymayan: "Siz fena adamsınız, odanıza geldiğime bin kere pişman oldum." -P. Safa. 6. zf Çok: "Tenis oynarken bileğim burkuldu, berbat, fena acıyor." -P. Safa. fena değil (veya sayılmaz) oldukça iyi. (birini) fena etmek 1) kötü davranmak; 2) kötü bir duruma düşürmek: Bu koku beni fena etti. (birine) fena gözle bakmak kötü niyetini anlatır biçimde bakmak. (biri) fena olmak 1) hasta gibi olmak, fenalaşmak: "Bütün bu hatıraların yerini bir tek duygu, fena bir duygu, fenayım, fena oluyorum duygusu kapladı." -P. Safa. 2) kötüleşmek; 3) çok üzülmek, bozulmak, fena yapmak kötü duruma düşürmek, fenasına gitmek üzülmek, gücenmek, kırılmak, sinirlenmek, (bir sözü) fenaya çekmek (söze) kötü anlam vermek, (iş veya durum) fenaya sarmak iş veya durum kötüye gitmek.
→ fena hâlde, fena kalpli, işin fenası
fena (II) is. (fena:) Ar. fena' esk. Ölümlü olma durumu, ölümlülük, fena bulmak ölmek, yok olmak.
→ fenafillah
fenafillah is. (fena:fillah) Ar. fena fillah din b. Allah'ın varlığı İçinde yok olma.
fena hâlde zf. Aşın Ölçüde, son derece, pek çok, adamakıllı: "Yemekten sonra fena hâlde mızmızîamyor, uyumamak için kendini zor tutuyordu." -S. F. Abasıyanık.
fena kalpli sf Herkesin kötülüğünü isteyen, başkaları için kötülük düşünen.
fenalaşma is. Fenalaşmak işi: "Mebrure, Hatice'nin böyle birdenbire fenalaşmasından ürkerek ayağa kalktı." -P. Safa.
fenalaşmak (nsz) 1. Kötü bir duruma girmek: İŞ fenalaştı. 2. Hastanın durumu ağırlaşmak. 3. Ansızın bayılacak gibi olmak: "Kendisini tam Cemile'nin karşısında görünce fenalaştı."-M. C. Kuntay.
fenalaştırma is. Fenalaştırmak işi durumu.
fenalaştırmak (-i) Fenalaşmasına sebep olmak, fena duruma getirmek.
fenalık, -ğı is. 1. Kötülük, şer: "Bu alçaklar sana her fenalığı yapabilirler." -A. Gündüz. 2. Rahatsızlık veren şey: "Fenalık iki tarafın ağaçlık, sık orman oluşu..." -R. H. Karay. fenalık etmek kötülük etmek, kötülükte bulunmak: "Bilmeyerek sütnineciğime ve kendime büyük bir fenalık etmiştim." -R. N. Güntekin. fenalık geçirmek (veya gelmek) kendini bilmeyecek veya bayılacak bir duruma gelmek: "Ben biraz fenalık geçirdim de eczaneden rica ettik." -B. Felek.
fen bilimi is. Fenle ilgili konulan araştıran, inceleyen bilim dalı.
fen bilimleri ç. is. Fizik, kimya, biyoloji gibi bilimlerin ortak adı.
fenci is. 1. Fenle uğraşan kimse. 2. Fen konulannda ders veren öğretmen.
fener is. Yun. 1. Saydam bir maddeden yapılmış veya böyle bir madde ile donatılmış, içinde ışık kaynağı bulunan aydınlatma aracı: "Sigara içilmeyecek, kibrit, fener yakılmayacaktı." -Ö. Seyfettin. 2. Gemilere yol gösteren ışık kulesi, deniz feneri: "Deniz, bu Japon fenerinden dökülen ışıklar altında ıslak parıltılarla, yanıp sönüyor." -Y. Z. Ortaç. 3. Tepesinden kulplu kahveci tepsisi, askı. fener çekmek 1) elinde fenerle önden gitmek: "Fener çeken çocuk, herkese yolunu göstermek mecburiyetinde." -B. Felek. 2) bir kalabalığa önderlik etmek, feneri nerede söndürdün şaka geç kalanlara takılmak için söylenen bir söz.
→ fener alayı, fener balığı, hayalî fener, karpuz fener, kırmızıfener, cep feneri, deniz feneri, el feneri, elektrik feneri, gelinfeneri, gündüz feneri, güveyfeneri, hırsız feneri, şeytanfeneri, borda fenerleri
fener alayı is. Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıklan gösteri.
fener balığı is. zool. Fener balığıgillerden, vücudunda pek çok ışık verme organı bulunan, tropik denizlerde yaşayan bir balık (Lophiuspiscatorius).
fener balığıgiller ç. is. zool. Kemikli balıklar takımının, vücutlan basık, derileri çıplak, ağızlan çok büyük olan, derin denizlerde yaşayan balıklar familyası.
fenerci is. 1. Fener yapan veya satan kimse. 2. Deniz feneri bekçisi. 3. esk. Sokak fenerlerini yakan kimse.
fenercilik, -ğî is. Fener yapma veya satma işi.
fenerli sf. Feneri olan: "Kapısı kırmızı fenerli bir evin önünde durmuşlardı." -N. Cumalı.
→ fenerli burgu
fenerli burgu is. Ahşap bölümleri delmeye yarayan matkap.
fenersiz sf. Feneri olmayan, (biri) fenersiz yakalanmak beklenmedik bir zamanda istenmeyen bir durumla karşılaşmak.
fenik, -ği is. Alm. Pfennig 1. Alman markının yüzde biri: "Ömrü boyunca fenik bahşiş almamış postacı, adamın aklını oynatmış olmasından korktu." -H. Taner. 2. mec. Çok az para.
→ asit fenik
Fenikeli öz. is. (feni'keli) tor. Fenike halkından olan kimse.
Fenike portakalı is. bot. Fenike ve yöresinde yetiştirilen sulu ve kokulu bir tür portakal.
fenlenme is. Fenlenmek işi veya durumu.
fenlenmek (nsz) Yaşına göre bilmemesi gereken şeyleri öğrenmiş olmak: "Ben seni alık sanıyordum, ama sen epey fenlenmişsin." -H. R. Gürpınar.
fennî sf. (fenni:) Ar. fenni 1. Fenle ilgili. 2. Bilimsel yöntemlere, tekniğe uygun biçimde yapılan. 3. Usulüne göre iş gören: Fennî sünnetçi.
→ fennî muayene
fennî muayene is. Motorlu araçların belli sürelerde teknik yönden yapılan denetimi.
fenol, -lü is. Fr. phenol kim. Boyacılıkla, plastik maddelerin ve bazı ilaçların yapımında kullanılan, çoğunlukla maden kömürünün katranından çıkarılan benzinin oksijenli türevi, asit fenik.
fenoloji is. Fr. phenologie Belirti bilimi.
fenolojik, -ği sf. Fr. phenologiaue Belirti bilimi ile İlgili.
fenomen is. Fr. phenomene 1. Olay: "Güneşin batıdan doğması gibi olağanüstü bir fenomen sayılmalıdır bu." -H. Taner. 2. fel. Görüngü.
fenomenal sf. Fr. phenomenal Olguya ilişkin: "Her şair için doğal olan bir duyguluğun çok ötesinde, fenomenal denebilecek bir iç sezisi vardı." -H. Taner.
fenomenizm is. Fr. phenomenisme fel. Görüngücülük.
fenomenoloji is. Fr. phenomenologie fel. Görüngü bilimi.
fenomenolojik, -ği sf. Fr. phenomenologigue Görüngü bilimi ile ilgili.
fent, -di is. Far. fend esk. Düzen, hile: "Kadının fendi erkeği yendi." -Atasözü, fent çevirmek düzen, hile yapmak.
feodal, -lî sf. Fr. feodal Derebeylikle ilgili: "Bütün istedikleri, amaçladıkları toplumun yarı feodal düzenini sürdürmekti." -N. Cumalı.
feodalite is. Fr. feodalite tar. Derebeylik.
feodalizm is. Fr. feodalisme Derebeylik sistemi.
feodallik, -ği is. Derebeylik, derebeyi olma durumu: "Osmanlı hâkimiyeti Sırp feodalliğine nihayet verdiği için halk yığınları memnundu." -F. R. Atay.
fer is. Far. fer 1. Parlaklık, aydınlık. 2. Gözdeki canlılık: "Otuz yaşıma gelmeden gözlerimin feri sönmüştü." -H. E. Adıvar. 3. Güç, kuvvet, nüfuz.
→ kerli ferli
ferace is. (fera:ce) Ar. ferace esk. 1. Kadınların sokakta giydikleri, mantoya benzer, arkası bol, yakasız, çoğu kez eteklere kadar uzayan üst giysisi. 2. Dervişlerin giydiği bol bir tür hırka.
feraceli sf. Ferace giymiş olan.
feracelik, -ği sf. Ferace yapmaya elverişli (kumaş).
feracesiz sf. Ferace giymemiş olan.
feragat, -ti is. (fera.gat) Ar. feragat Hakkından kendi isteğiyle vazgeçme, feragat etmek hakkından vazgeçmek, el çekmek: "Beni çıkardığı tahtımdan arzumla feragat edeceğim." -R. H. Karay, feragat göstermek hakkından vazgeçmek.
feragatli sf. Vazgeçebilen, özveride bulunabilen, özveri gösterebilen.
ferağ is. (fera:ğ) Ar. ferağ esk. 1. Bir işten vazgeçme, çekilme, el çekme, terk etme. 2. huk. Bir mülkü başkasına bırakma, başkasının üstüne geçirme: "Fabrikanın ferağ ve intikal muamelesinin ikmal edildiği günün akşamı nikâhımız kıyıldı." -R. N. Güntekin.
ferah (I) is. Ar. ferah Kalp, gönül, iç vb.nin sıkıntısız, tasasız olma durumu: "Bugün başım ne kadar dinç, gönlüm ne kadar ferah." -O. C. Kaygılı, (gönlünü veya içini) ferah tut "iç rahatlığını, huzurunu koru" anlamında kullanılan bir söz: "Kendinizi ferah tutunuz. Canınızı hiçbir şeye sıkmayınız." -Ö. Seyfettin.
ferah (II) sf. Far. ferah 1. Bol, geniş: Ferah bir ev. 2. Havadar, aydınlık, iç açıcı (yer): "Bu kahvenin ferah ve sevimli bir iaraçası vardı." -Y. K. Karaosmanoğlu.
→ ferah ferah
ferah fahur zf Ferin fahur: "Bu kızı tam tersine, ferah fahur tokatlayabilir." Halikarnas Balıkçısı.
ferah ferah zf 1. Bol bol, geniş geniş. 2. İyiden iyiye, haydi haydi, rahatlıkla: "Ferah ferah otuz kilo var." -E. E. Talu. 3. En aşağı: Ferah ferah otuz yaşında.
ferahfeza is. (ferahfeza;) Ar. ferah + Far. -feza müz. Klasik Türk müziğinde, yegâh perdesinde karar kılan makamlardan biri.
ferahi is. (feraıhi:) Far. ferah + Ar. -i esk. 1. Bolluk, genişlik. 2. Ucuzluk. 3. tar. Polis ve inzibat görevlilerinin boyunlarına taktıkları ayça biçiminde üstü yazılı metal arma. 4. II. Mahmut devrinde feslerin tepesine püskülü tutturmak için takılan metal tepelik.
ferahlama is. Ferah duruma gelme.
ferahlamak (-i, nsz) 1. Genişlemek, açılmak. 2. Serinlemek. 3. İç açıcı duruma gelmek: Ortadaki masa kaldırılınca oda ferahladı. 4. Sıkıntısı, tasası dağılmak: "Geçer hepsi geçer elbet /Daralmış gönüller ferahlar." -B. Necatigil.
ferahlandırma is. Ferahlandırmak işi veya durumu.
ferahlandırmak (-i) Ferahlaması sağlanmak.
ferahlanma is. Ferahlanmak işi veya durumu.
ferahlanmak (nsz) Rahatlamak, üzüntü veya sıkıntısı kalmamak, açılmak, genişlemek: "Genç bir meltemle ferahlanan güneşli rıhtım kenarlarını aştık." -S. Birsel.
ferahlatıcı sf. Ferahlık veren, ferahlık sağlayan: "Bir muhatap bulup içini dökmenin de ayrı bir tesellisi, ferahlatıcı bir tarafı vardı." -S. Ayverdi.
ferahlatma is. Ferahlatmak işi.
ferahlatmak (-i) Ferah duruma getirmek, rahatlatmak.
ferahlık, -ğı is. Ferah olma durumu, genişlik, gönül açıklığı: "Bir başkasına acıyabilmenin üstünlüğünü duymuş olmanın ferahlığı ile uzaklaştı." -H. Taner, ferahlık duymak içinin açıklığını, rahatlığını hissetmek: "Kafasını iki yana sallar, denize bir daha bakar, bir ferahlık duyardı." -S. F. Abasıyanık.
→ gönül ferahlığı
ferahnak, -ki is. (ferahna:k) Ar. ferah + Far. nâk müz. Klasik Türk müziğinde bir birleşik makam.
→ ferahnakaşiran
ferahnakaşiran is. (ferahna:kaşira:n) Ar. ferah + Far. -nak + Ar. 'aşirân müz. Klasik Türk müziğinde bir makam.
ferahnüma is. (ferahnüma:) Ar. ferah + Far. -nümü müz. Klasik Türk müziğinde bir makam.
feraset is. (fera:set) Ar. feraset psikol. esk. 1. Anlayış, seziş, sezgi: "Diplomatça bir ferasetle söylemek istediğini anlayıveriyordum." -A. Gündüz. 2. Zekâ.
ferasetli sf. Anlayışlı: "Çok ferasetli valimiz de buna benzer öğütlerde bulunmuştur." -K. Bilbaşar.
ferasetsiz sf. Anlayışsız.
ferasetsizlik, -ği is. Ferasetsiz olma durumu.
ferç, -ci is. Ar. fere anat. esk. Dişi canlılarda üreme organının dış bölümü, vulva.
ferda is. (ferda:) Far. ferda esk. 1. Erte, yarın: "Ferdası sabah istanbul trenine bindim. " -Y. K. Beyatlı. 2. Gelecek zaman, yarın.
ferde is. hlk. Küçük denk, top: Bir ferde ipek.
ferden ferda zf. Ar. ferden ferden esk. Tek tek.
ferdî sf. (ferdi:) Ar. ferdi esk. Bireysel, kişisel, fertle ilgili, şahsî: "Istıraplarınızın maddi ve ferdî kısımlarını azaltmak kolay." -P. Safa.
→ ferdî kaza sigortası
ferdî kaza sigortası is. ekon. Deprem dâhil her yerde oluşacak kaza sonunda ortaya çıkan sakatlık, hastalık veya ölüm dolayısıyla ödenecek para tutarını belirleyen sözleşme.
ferdiyet is. Ar. ferdiyyet fel. ve sos. esk. Bireysellik.
ferdiyetçi is. Bireyci.
ferdiyetçilik,'-ği is. fel. ve sos. Bireycilik.
ferforje is. Fr. ferforge Kapılara, pencerelere veya evlerin iç bölümlerine süsleme amacıyla yapılıp takılan dövme demir.
ferhane is. (ferha:ne) Far. bâr + hâne esk. Birden çok mağazası bulunan eski hanların tipinde, avlulu geniş bina, büyük han veya kervansaray.
ferî sf. (feri:) Ar. fer'i esk. 1. Ayrıntılarla ilgili, ayrıntı niteliğinde olan. 2. İkinci dereceden.
feribot is. İng. ferryboat Arabaları veya vagonları bir kıyıdan öbür kıyıya geçirmeye yarayan gemi, araba vapuru.
ferih sf. Ar. ferıh esk. Çok sevinçli, neşeli.
→ ferih fahur
ferih fahur zf 1. Bolluk içinde. 2. Geniş ve sıkıntısız biçimde. 3. Bağımsız, bağlantısız, canının istediği gibi.
ferik, -ğî (I) is. hlk. 1. Kümes hayvanlarının civcivlikten çıkmış yavrusu, piliç, ferik elması. 2. Gevrek bir elma türü.
→ ferik elması
ferik, -ği (II) is. (feri:k) Ar. ferik ask. esk. 1. Tümgeneral. 2. Korgeneral.
→ ikinci ferik
ferik elması is. Ferik (I): "Sanki onların göğüsleri içindeki kalptir de, bizim iman tahtalarımızın altındaki külde pişmiş ferik elması. " -A. Gündüz.
feriklik, -ği is. Tümgenerallik veya korgenerallik.
feriştah sf. Far, firişte En iyi, en üstün. feriştahı gelse argo 1) en güçlüsü, en yetkilisi, en üstünü olsa; 2) en iyisi olsa.
ferişte is. Far. firişte din b. esk. Melek.
ferli sf. Parlak (göz, ışık).
→ kerli ferli
ferma is. (fe'rma) İt. ferma Av köpeğinin gizlendiği yerden avı gözetlemesi.
ferman is. (-a: m) Far. ferman 1. Buyruk, emir. 2. tar. Osmanlı Imparatorluğu'nda padişahın verdiği, uyulması gerekli hükümleri taşıyan yazılı buyruk, yarlık: "Bizde Tanzimat fermam henüz okunmamıştır." -N. Cumalı. ferman çıkarmak 1) padişah tarafından herhangi bir konuda emir verilmek; 2) yetkili bir kimse tarafından buyruk verilmek. ferman dinlememek yasa, kural, yol yöntem tanımamak, ferman sizin "siz nasıl isterseniz öyle olsun" anlamında bir söz.
→ ölüm fermanı
fermanlı sf. tar. 1. Hükümete karşı gelmek suçuyla aranan ve cezalandırılması için hakkında ferman çıkan (kimse). 2. mec. Kimseden korkusu olmayıp dilediği gibi davranan.
→ fermanlı deli
fermanlı deli is. Deli olduğu herkesçe bilinen kişi.
fermantasyon is. Fr. fermentation kim. Mayalanma.
fermejüp is. Fr.fermejup Çıtçıt.
fermene is. (fe'rmene) İt. paramano esk. Türlü nakışlarla işlemeli, önü kavuşmayan, yeleğe benzeyen bir giysi.
fermeneci is. Fermene yapan veya satan kimse.
fermeneli sf. Fermenesi olan: "Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli; bıçak ve tüfek oyunu oynar, türkü söyler." -Y. K. Beyatlı.
ferment is. Fr. ferment kim. Maya (I).
fermiyum is. Fr. fermium kim. Aynştayn yumla aynı zamanda bulunan ve atom sayısı 100 olan yapay element (simgesi Fm).
fermuar is. Fr. fermoir Giysi, çanta vb. yerlerde kullanılan, karşılıklı dişler ve bunların üzerinde yürüyen kapatıcıdan oluşan düzenek, cırcır, carcur.
fernez is. İng. Sünger toplamak için kullanılan makineli dalma aracı.
fersah is. Ar. fersah 1. Yaklaşık 5 km'lik bir uzaklık ölçüsü. 2. mec. Çok uzun mesafe, uzaklık.
→ fersah fersah
fersah fersah zf. 1. Kat kat: Binicilikte biz onlardan fersah fersah ilerideyiz. 2. Çok, pek çok: "Biz 1826'da bir inkılaptan değil, onun ihtiyacını duymaktan bile fersah fersah uzaktık." -Y. K. Beyatlı.
fersahlık, -ğı sf.. Arası herhangi bir fersah olan: 30 fersahlık yol.
fersiz sf. Donuk, cansız, (göz, ışık, yüz): "Eski yalıların birçoklarının görünüşlerinde ihtiyarların o durgun, dalgın, fersiz ve ölgün yüzlerindeki manalar peyda olmuştu." -A. Ş. Hisar.
fersizleşme is. Fersizleşmek işi veya durumu.
fersizleşmek (nsz) Fersiz duruma gelmek, donuklaşmak: "... güneşin bıraktığı ziya artık fersizleşiyor. " -R. H. Karay.
fersizlik, -ği is. Fersiz olma durumu: "Bakışlarında zerre kadar dalgınlık, fersizlik göremiyorum. " -R. H. Karay.
fersude sf. (fersuıde) Far. fersude esk. Eskimiş, yıpranmış, aşınmış.
fert, -di is. Ar. ferd Birey: "Mustafa Kemal bir fert değil, bir timsaldir." -Y. K. Beyatlı.
fertik ünl. (fe'rtik) Alm. fertig argo "Kaç, uzaklaş, sıvış" anlamında bir seslenme sözü: "Bisiklete atlayınca haydi babam fertik!" -H. R. Gürpınar, fertik çekmek (veya fertiği kırmak) kaçmak.
feryat, -di is. (ferya:t) Far. feryâd Haykırış, çığlık: "Bu, bir hayat kurtarma feryadıdır." -B. Felek, feryat etmek 1) yüksek sesle haykırmak: "Feryat ederek gözlerim açan Satılmış, şaşkın şaşkın etrafına bakmıyordu." -E. E. Talu. 2) mec. büyük bir yokluk, zarar ve sıkıntı içinde bulunmak: İstanbul, susuzluktan feryat ediyor, feryat koparmak yüksek sesle bağırmak, haykırmak: "Pencereden kopardığım feryadı pek geç işitüler." -R. N. Güntekin. feryadı basmak çığlık koparmak, yüksek sesle haykırmaya başlamak; "Oradan küçücük bir fakir çocuk gibi feryadı bastığım işitirsiniz." -S. F. Abasıyanık.
→ feryatfigan
feryat figan zf Haykırarak, ağlayarak: "Nihayet, beni feryat figan orta yaşlı bir avukat kâtibine veriyorlar." -R. N. Güntekin.
ferz is. Far. ferz esk. Satranç oyununda vezir. ferz çıkarmak acemi bir oyuncuya karşı vezirsiz oynamak, ferz çıkmak satrançta piyade, karşıdaki en son kareye kadar sürülüp vezir olmak.
fes is. (Fas şehrinin adından) esk. Şapka yerine kullanılan, kırmızı, kalın çuhadan yapılmış, tepesinde püskülü olan, silindir biçiminde başlık, fesini havaya atmak sevinmek.
→ fes rengi, dalfes
fesahat, -ti is. (fesa:hat) Ar. fesahat ed. Anlatışta düzgünlük ve açıklıkla birlikte amaca uygunluk: "Edebî lisanı o zamanki fesahatine ve tabiatına göre güzelleştirdiler." -Y. K. Beyatlı.
fesat, -di is. Ar.fesâd 1. Bozukluk: Mide fesadı. Ahlak fesadı. 2. Karışıklık, kargaşalık, ara bozuculuk: "Birçokları kahveleri fesat yatağı saymayı sürdürürler." -S. Birsel. 3. Hile. 4. sf. Herhangi bir konuda iyimser olmayan, kötü yorumlayan (kimse): Sen de ne fesat adamsın! 5. sf. Karıştırıcı, ara bozucu (kimse), fesat çıkarmak ara bozmak, ortalığı karıştırmaya çalışmak, insanları birbirine düşürecek işler yapmak, fesat karıştırmak hile yapmak: "... resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma ... suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar." -Anayasa. fesada vermek fesat çıkarmak.
→ fesat kumkuması, içi fesat, mide fesadı
fesatçı is. Arabozan: "Fesatçı ve fırsatçı olduğu kadar korkak bir adamdı." -F. R. Atay.
fesatçılık, -ğı is. Arabozanlık.
fesat kumkuması is. Fesat kaynağı, ortaklığı karıştırmayı huy edinmiş, kötülük peşinde koşan kimse: "Ona bu akılları öğreten, hep o fesat kumkuması teres." -E. E. Talu.
fesatlık, -ğı is. Arabozanlık.
feshedilme is. Feshedilmek işi.
feshedilmek (nsz) Ar. fesh + T. edilmek Kapatılmak, dağıtılmak, faaliyetten men edilmek.
feshetme is. Feshetmek işi.
feshetmek, -der (-i) (fe 'shetmek) Ar. fesh. + T. etmek 1. Verilmiş bir yargıyı kaldırmak, bozmak. 2. Kapatmak, dağıtmak.
fesih, -shi is. Ar. fesh huk. 1. Verilmiş bir yargıyı kaldırma, bozma: Fesih kararı. 2. Dağıtma, dağıtılma: Parlamentonun feshi.
fesleğen is. Yun. bot. Ballıbabagillerden, Akdeniz ülkelerinde yetişen, yaprakları güzel kokulu, beyaz veya pembe çiçekli, bir yıllık ve otsu bir süs bitkisi, reyhan (Ocimum basilicum).
→ yaban fesleğeni, yer fesleğeni
fes rengi is. 1. Koyu kırmızı renk. 2. sf. Bu renkte olan: Fes rengi perdeler.
festival, -li is. Fr. festival 1. Dönemi, yapıldığı çevre, katılanların sayısı veya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan sanat gösterisi: İstanbul festivali. 2. sin. ve tiy. Belli bir sanat dalında oyun ve filmlerin sunulması ve gösterilmesi sonunda ödül, derece verilmesi biçiminde düzenlenen ulusal veya uluslararası gösteri dizisi, şenlik: Antalya film festivali. 3. Bir bölgenin en ünlü ürünü için yapılan gösteri, şenlik: Kiraz festivali. 4. tkz. Düzensiz toplantı, curcuna: "İlk bakışta festivale benzer bir durum göremedi. " -A. İlhan.
fesuphanallah ünl. (fesüpha:nalla:h) Ar. fesubhünallah Şaşma bildiren bir söz: "Fesuphanallah! Dünyada böyle kadın var ha!."-R. H.Karay.
fetha is. Ar.fetha dbî. esk. Üstün (II).
fethetme is. Fethetmek işi.
fethetmek, -der (-i) (fe 'thetmek) Ar. feih + T. etmek 1. Bir yeri veya ülkeyi savaşarak almak, ülke açmak: "Mekânı fethetmek bir marifettir, fakat mekânla beraber zamanı da fethetmek yüz misli değerindedir." -Y. K. Beyatlı. 2. mec. Herkesin takdirini, övgüsünü kazanıp kendine hayran bırakmak: "Fettan bir kızcağız, istanbul'u fethetmişti." -E. E. Talu.
fetih, -thi is. Ar. feth Bir şehir veya ülkeyi savaşarak alma.
→ fethetmek, fetihname
fetihname (fetihna:me) Ar. feth + Far. nâme tar. Bir yerin alındığını müjdelemek için hükümdarların yabancı devlet adamları, şehzadeler, valiler vb.ne yazdıkları resmî mektup.
fetiş is. Fr. fetiche 1. sos. İlkel toplumlarda doğaüstü bir güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne, tapıncak, put. 2. Uğurlu sayılan şey. 3. mec. Tapınırcasına sevilen şey veya kimse.
fetişist sf. Fr. feüchiste 1. sos. Fetişizmi uygulayan (kimse, görüş). 2. psikol. Fetişizme düşkün (kimse).
fetişizm is. Fr. fetichisme 1. sos. İlkel toplumlarda doğaüstü bir güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesnelere tapınma, tapıncakçılık, putperestlik. 2. psikol. Karşı cinsin giysi vb. şeyleriyle cinsel coşku ve doygunluk sağlama.
fetret is. Ar. fetret esk. 1. İki peygamber arasında peygambersiz geçen süre. 2, İki padişah arasında padişahsız geçen süre. 3. İki olay arasındaki süre. 4. Hükümet gücünün gevşediği bir yerde düzenin yeniden kurulmasına kadar geçen süre. 5. din b. İslam dinine göre Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen süre.
fettan sf. Ar. fettan esk. 1. Fitneli, karıştırıcı. 2. mec. Gönül ayartıcı, cilveli: "Bunun için değil mi ki senin kadın tanıdıklarının hepsi fettandırlar."-P. Safa.
fettanca sf (fetta'nca) 1. Fettan gibi. 2. zf. Fettana uygun bir biçimde.
fettane sf. (fetta:ne) Ar. fettâne esk. Cilveli, gönül alıcı (kadın): "O öyle bir fettanedir ki, pisliği, rüküşlüğü bile yakışır haspaya ... güzelliğine, inceliğine halel getirmez." -H. Taner.
fettanlaşma is. Fettanlaşmak işi.
fettanlaşmak (nsz) Fettan bir duruma gelmek: "Karşımda fettanlaşmış, pervasız bir hâl takınmış başka bir kadın." -N. Cumalı.
fettanlık, -ğı is. Fettan olma durumu.
fetüs is. biy. Embriyonun gelişimini büyük ölçüde tamamladığı, bütün organ taslaklarının oluştuğu üçüncü aydan doğuma kadarki durumu.
fetva is. (fetva:) Ar. fetva din b. İslam hukuku ile ilgili bir sorunun dinî hukuk kurallarına göre çözümünü açıklayan, şeyhülislam veya müftü tarafından verilebilen belge, fetva vermek (veya çıkarmak) 1) herhangi bir işlemin veya eylemin din kurallarına uygun olup olmadığı konusunda konuyla ilgili bilim adamlarınca açıklama yapılmak; 2) bir işin yapılabilmesi için yargıda bulunmak; 3) mec. gereksiz yere emir verir gibi konuşmak.
→ fetvahane, fetvayişerife
fetvacı is. 1. Fetva veren kimse. 2. mec. Gereksiz yerde ve olmayacak emirler veren kimse.
fetvacılık, -ğı is. Fetvacı olma durumu.
fetvahane is. (fetva:ha:ne) Ar. fetva + Far. hâne din b. esk. 1. Müftünün makamı. 2. tar. Şeyhülislam kapısı.
fetvayişerife is. (fetva.yışerirfe) Ar. fetva + şerife din b. esk. Şeyhülislam fetvası. fetvayişerife çıkarmak 1) şeyhülislam fetvası ilan etmek; 2) kendi kendine yorum getirmek: "Fetvayişerife mi çıkarıyorsun be?" -H.Taner.
fevç, -cî is. Ar.fevc esk. İnsan kalabalığı.
→ fevç fevç
fevç fevç zf Akın akın.
feveran is. (fevera:n) Ar. feveran esk. 1. Fışkırma, kaynama. 2. Birdenbire öfkelenme, köpürme, parlama: "Sabırlı olmak, parlamamak, duygusal feveranlardan uzak kalmak hassası da bizde çok eksik." -H. Taner. feveran etmek birdenbire öfkelenmek, köpürmek, parlamak: "Beni dinlemeden öyle feveran etme... hiddetlenme!" -E. E. Talu.
fevk is. Ar. fevk esk. 1. Üst: "Yüz kartalın kanadından daha kuvvetli kanatlarla bulutların fevkine çıktık." -Y. K. Karaosmanoğlu. 2. Yukarı.
→ fevkalade, fevkalbeşer
fevkalade sf. (fe'vkalâ.de) Ar. fevk + 'üde 1. Alışılmış olandan ayrı, olağanüstü, beklenmedik, görülmedik, işitilmedik: "Çok güzel bir kadın, kumral, orta boylu ama çok mütenasip, fevkalade endamlı." -R. H. Karay. 2. Aşırı, çok fazla: "Eski kâtibe, şimdi fevkalade şık giyiniyormuş." -H. Taner. 3. ünl. "Çok iyi, çok üstün, çok güzel" anlamlarında beğeni ifade eden bir söz: Yemek nasıldi?- Fevkalade!
→ fevkalade hâl
fevkalade hâl, -li is. esk. Olağanüstü hâl.
fevkaladelik, -ği is. Olağanüstülük, olağandan farklı olma durumu: "Esrarkeşin hâlinde geçen gecekine benzemeyen bir fevkaladelik sezdi."-P. Safa.
fevkalbeşer sf (fe'vkalbeşer) Ar. fevk + beşer ?sk. 1. İnsanüstü: "Var kuvvetimle, fevkalbeşer bir kuvvetle boğazına sarıldım." -A. Gündüz. 2. Üstün nitelikli (kimse): "Abdülhak Hamit Bey fevkalbeşer bir devden daha güzel bir mahluktur." -Y. K. Beyatlı.
fevkani sf. (fevka:ni:) Ar. fevkani esk. Üstte, üstteki.
fevri sf (fevri:) Ar. fevri Birdenbire, düşünmeden yapan: "Bir kere fevri, hemen parlar, kızınca gözü dünyayı görmez." -A. İlhan.
fevrilik, -ği is. Fevri olma durumu.
fevt is. Ar. fevt esk. 1. Elden çıkma, yitme. 2. Ölme. fevt etmek yitirmek, elden kaçırmak. fevt olmak 1) yitirmek; 2) ölmek.
fevvare is. (fevva:re) Ar. fevvâre esk. Fıskiye.
feyezan is. (feyezam) Ar. feyezan esk. 1. Taşma, taşkın, seylap: "Kıranları ve zelzeleleri, feyezanları ve harpleri görmüşlerdir." -S. F. Abasıyanık. 2. Bereket.
feyiz, -yzi is. Ar. feyz 1. Verimlilik, gürlük, ongunluk, bereket. 2. Artma, çoğalma. 3. İlerleme, kültürel gelişme, olgunluk: "Bu hayırlı teşebbüsün doğu vilayetlerimiz gençliğine bahşedeceği feyiz Cumhuriyet hükümeti için ne mutlu eser olacaktır." -Atatürk. 4. Manevi haz, mutluluk, iç huzuru.
→ feyzalmak
feyizlenme is. Feyizlenmek işi.
feyizlenmek (-den) Feyzalıp aydınlanmak, faydalanmak.
feyizli sf. Çok ürün veren, verimli.
feylesof is. Ar. feylesüf esk. Filozof: "Öteki, derbeder, feylesof, düşünceleri arasında kendinden geçmiş." -P. Safa.
feylesofça sf. (feylesofça) 1. Filozofa yakışan. 2. zf Filozofa yakışır bir biçimde.
feylosofluk, -ğu is. Filozofluk.
feyyaz sf (feyya:z) Ar. feyyaz esk. Çok verimli, gür.
feyzalma is. Feyzalmak işi.
feyzalmak (-den) Etkilenmek, olgunlaşmak, ders almak: "Umarız ki, güzel yazılarınıza burada da devam edeceksiniz. Biz onlardan çokfeyzaldık." -Y. K. Karaosmanoğlu.
feza is. (feza:) Ar. feza'astr. esk. Uzay.
fezleke is. Ar. fezleke esk. 1. Özet, hülasa. 2. Bir kararın kısaca yazılması.