fa is. İt. fa müz. 1. Müzikal ses dizilerinde mi ile sol arasındaki ses. 2. Bu sesi gösteren nota işareti.
→ fa anahtarı
faal, -li sf. (faa:l) Ar. fa'âl 1. Çok çalışan, çalışkan, canlı, hareketli, aktif: "Medeni milletlerarasında faal bir unsur olabileceğimizi ispat etmemiz lazımdır."-F'. R. Atay. 2. Çalışır durumda olan. 3. Etkin.
faaliyet is. (faa.liyet) Ar. fa'âliyyet 1. Çalışkanlık, çalışma, canlılık, hareket: İstasyonda bir faaliyet vardı." -A. Gündüz. 2. İşler durumda olma, etkinlik, faaliyet göstermek 1) çalışmak; 2) işler durumda olmak, etkinlik göstermek: "Casusların en çok faaliyet gösterdikleri liman da burasıydı." -F. F. Tülbentçi, faaliyete geçmek 1) çalışmaya başlamak, çalışır duruma geçmek, işlemeye başlamak; 2) işler duruma gelmek, etkin duruma gelmek: "Bir siyasi grup, başka cinsten bir faaliyete geçmiş görünüyordu." -R. N. Güntekin. faaliyette bulunmak çalışma içine girmek: "Sendikalar siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar." -Anayasa, faaliyetten alıkoymak çalışması durdurulmak, çalışmadan alıkonulmak.
→ sosyal faaliyet, kulis faaliyeti
fa anahtarı is. müz. Bas seslerin porte üzerinde gösterilmesine ve adlandırılmasına olanak sağlayan işaret.
fabl is. Fr. fable ed. Kahramanları çoklukla hayvanlardan seçilen, sonunda ders verme amacı güden, genellikle manzum hikâye, öykünce.
fabrika is. (fabri'ka) İt. fabrica İşlenmemiş veya yarı işlenmiş maddelerin makine, araç vb. ile işlenerek tüketime hazır duruma getirildiği sanayi kuruluşu, üretimevi: "Bir deri fabrikası her yerde yapılabilir." -Y. K. Beyatlı.
→ elektrik fabrikası, hadde fabrikası, kireç fabrikası, kiremit fabrikası
fabrikacı is. (fabri'kacı) Fabrika sahibi veya fabrika işleten kimse, fabrikatör.
fabrikasyon sf. Fr. fabrication Fabrikada yapılarak tüketime hazır duruma getirilen (madde).
fabrikatör is. Fr. fabricateur Fabrikacı.
fabrikatörlük, -ğü is. Fabrika sahipliği veya işletmeciliği.
facia is. (fa:cia) Ar. fâci'a 1. Çok üzüntü veren, acıklı olay, afet: "Sebep olduğunuz faciadan henüz haberiniz yok." -H. R. Gürpınar. 2. tiy. Trajedi.
facialaşma is. Facialaşmak durumu.
facialaşmak (nsz) Facia durumuna gelmek: "Annemin ağzında facialaşan bu vakaya ben biraz şaka karıştırmak istemezdim." -Y. Z. Ortaç.
facialaştırma is. Facialaştırmak işi.
facialaştırmak (-i) Facia durumuna getirmek.
facialı sf. Faciası olan, facia gibi karşılanan: "Şimdi karşısında bulunduğu vaziyet o kadar facialıydı ki, böyle hafif teessürlerle geçiştirilmesine imkân bulamıyordum." -Y. K. Karaosmanoğlu.
factor is. Ing. factor bk. alacaklandırıcı.
factoring is. İng. factoring ekon. bk. alacaklandırma.
faca is. (fa'ça) İt. faccia argo 1. İskambil destesinin en altındaki kâğıt. 2. Yüz, çehre, surat. 3. Giysi. 4. den. Yüklü geminin bordasmdaki su düzeyi ile boş geminin bordasındaki su düzeyi arasında kalan bölüm, faca etmek serenleri başa veya geriye doğru çevirerek yelkenleri sarmak, façası olmak havalı, gösterişli olmak, façasını almak (veya al aşağı etmek) birini mahcup etmek, bozmak.
façalı sf. Havalı, gösterişli.
façeta is. (façe'ta) ît. faccetta Elmasın yontulmuş yüzlerinden her biri.
façetalı sf. Üzerinde façetaları bulunan: "Bin bir façetalı bir elmas, her façetada ayrı bir pırıltı."-C. Meriç.
façetasız sf. Üzerinde façetaları bulunmayan.
façuna is. (façu'na) İt. faccina den. Halatın örselenecek yerine tel veya sicimle yapılan sargı, façuna etmek sürtünme veya hava olaylarından korumak amacıyla, halatı ince iple sarmak.
façunalık, -ğı is. Façuna yapmakta kullanılan tel veya sicim.
fagosit 75. Fr. phagocyte biy. Yutar hücre.
fagositoz is. Fr. phagocytose biy. Hücre yutarlığı.
fagot is. Fr. fagot müz. Tahtadan parçaları uç uca takılı, uzun bir boru biçiminde, perdeli bir üflemeli çalgı.
fağfur is. (fa:fur) Far. fağfur esk. 1. Çin imparatorlarına verilen unvan. 2. Çin'de yapılmış kâse, tabak, vazo vb. porselen eşya.
fağfuri sf. (fa:ğfu:ri:) Far. fağfur + Ar. -i esk. Fağfurdan yapılmış: Fağfuri fincan.
fahiş sf (fa:hiş) Ar. fahiş 1. Ölçüyü aşan, aşırı, çok fazla. 2. esk. Ahlaka ve törelere uygun olmayan.
fahişe is. (fa:hişe) Ar. fahişe Orospu.
fahişelik, -ği is. Orospuluk: "Yeni hükümdarın fermanı ile fahişelikten kurtuluyor." -C. Meriç.
fahrenhayt is. (fa'renhayt) (Fahrenheit'ın adından) fiz. Erimekte olan buzun sıcaklığını 32 °C, kaynar suyun buhar sıcaklığını 212 °C'de gösterebilecek biçimde derecelenmiş bulunan bir tür termometre.
fahri sf. (fahri:) Ar. fahri 1. Onursal. 2. Gönüllü, karşılıksız: "Bilmem hangi bir esnaf cemiyetinin fahri kâtibi imiş. "-A. Ş. Hisar.
→ fahri konsolos
fahri konsolos is. Dış İşleri mensubu olmamasına rağmen büyükelçisi bulunmayan ülkelerde o yabancı memleketin İşlerini yapan ve çıkarlarını gözeten tanınmış kimse.
fahriye is. Ar. fahriyye ed. Divan edebiyatında şairlerin kendi özelliklerinden övünerek söz ettikleri manzume veya manzumenin bir bölümü.
fahte is. (fa:hte) Far. fâhte müz. Klasik Türk müziğinde genellikle ilahi, beste ve özellikle peşrev formlarında kullanılan, yirmi zamanlı ve on iki vuruşlu bir büyük usul.
fahur sf. (fahuır) Ar. fahur esk. Çok övünen, çok böbürlenen.
→ ferah fahur, ferih fahur
faik sf. (fa:ik) Ar. fa 'ik esk. Üstün, yüksek.
faikiyet is. (fa:ikiyet) Ar. fa'fyiyyet esk. 1. Üstünlük. 2. Yükseklik.
fail sf. (fa:il) Ar. fü'İl esk. 1. Eden, yapan, işleyen: "Vilayetin bir yerinde faili yakalanamayan bir irtica vakası çıkar." -R. N. Güntekin. 2. is. dbl. Özne. 3. is. huk. Hukuki sonuç doğuracak bir suç işleyen kimse.
→ faili meçhul, failimuhtar
faili meçhul sf. (faıilimeçhul) Kimin yaptığı belli olmayan veya bilinmeyen.
failimuhtar sf. (faıilimuhtar) Ar. fa'il + muhtar esk. 1. Başına buyruk. 2. Yaptıklarından sorumlu olacak durumda ve yaşta olan (kimse).
fair play is. İng. fair play sp. Dürüst oyun.
faiz is. (fa:iz) Ar. fâ'iz ekon. 1. İşletmek İçin bir yere ödünç verilen paraya karşılık alınan kâr, getiri, ürem, nema. 2. ekon. Kapitalist ekonomide, artık değerin değişikliğe uğramış biçimi olarak paranın fiyatı, kiralanan paranın kira bedeli, faize yatırmak (veya vermek) bankaya faizle parasını çoğaltmak için para yatırmak.
→ faiz fiyatı, faiz haddi, faiz oranı, basit faiz, bileşik faiz, temerrüt faizi
faizci is. (fatizci) Faizle ödünç para veren kimse, tefeci.
faizcilik, -ği is. (fa:izcilik) ekon. Faizcinin işi, tefecilik.
faiz fiyatı is. ekon. Faize verilen para karşılığında alınan bir yıllık faiz.
faiz haddi is. ekon. 1. Elde tutulmak istenen para miktarı ile memleketteki para stokunu eşitleyen fiyat. 2. Faiz oranı.
faizlendirme is. Faizlendirmek işi.
faizlendirmek (-i) Parayı faize verip işletmek, çoğaltmak, nemalandırmak.
faizli sf. Faizi olan, faizle işlem gören (para).
faiz oranı is. ekon. Kredi işlemlerinin kısa, orta ve uzun vadeli olmasına, kredi tiplerine ve sermaye piyasası, para piyasası vb. piyasa biçimlerine bağlı farklılıklardan oluşan ve para sahibinin üretimden aldığı pay oranı, faiz haddi.
faizsiz sf. Faizi olmayan (para).
fak is. Ar. fahh esk. Tuzak, kapan, faka basmak aldatılmak, tuzağa düşmek, faka bastırmak aldatmak, tuzağa düşürmek.
fakat bağ. (fa'kat) Ar. fakat Yalnız, ancak, ama, lakin: "Ellilik, kır saçlı, fakat dinç, okkalı bir adam bağırdı." -S. F. Abasıyanık.
fakfon is. Fr. pacfung, packfung kim. Bakır, nikel ve çinkodan oluşan gümüş görünüşünde bir alaşım.
Fak Fuk Fonu öz. is. ekon. Yardımlaşmak amacıyla Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu adıyla 1990'lı yıllarda kurulan, halk arasında bu kısaltmayla tanınan fakir fukara fonu.
fakih is. (faki:h) Ar.fakih esk. Fıkıh bilgini.
fakir sf. Ar. fakir 1. Geçimini güçlükle sağlayan, yoksul, fukara, zengin karşıtı: "En fakir köyler taştandır ve üstü kiremittir." -F. R. Atay. 2. Olması gerekenden az: "Seni fakir, soluk bir dekor içinde görmek istemem. " -M. Yesari. 3. is. Hindistan'da yokluğa, eziyete kendini alıştırmış derviş. 4. mec. Zavallı, kimsesiz: "Hey gidi kahpe felek, gençliklerine doymadan gitti fakirler." -H. Taner. 5. is. mec. ve esk. Kişinin alçak gönüllülük göstermek için kendisine verdiği san: "Fakir dün ziyaretinize geldimse de bulamadım." -Şemsettin Sami. fakir düşmek yoksullaşmak, fakir tavuğu tek tek yumurtlar destekçisi olmayan, dayanağı olmayan kimsenin işleri yavaş yürür.
→ fakir cevher, fakir fukara, fakirhane
fakirane sf. (fakira:ne) Ar. fakir + Far. -âne esk. Fakir gibi, fakire uygun düşen: "Renksiz, fakirane bir hayat, cazibesiz ve yabancı bir erkek." -R. N. Güntekin.
fakirce sf. (faki'rce) 1. Yoksul. 2. zf Fakire benzer biçimde.
fakir cevher is. mdn. İçindeki madenin oranı düşük olan maden cevheri.
fakir fukara ç. is. Yoksullar, geçimini sağlamakta güçlük çekenler: "Bu hindileri yiyen oradaki fakir fukara da müsteşar beye amma da dua etmiştir." -B. Felek.
fakirhane is. (fakirhame) Ar. fakır + Far. hâne esk. 1. Düşkünler yurdu. 2. mec. Alçak gönüllülük göstermek için kendi evinden bahsederken kullanılan bir söz: "Yusuf Ali'nin Yıldızlara Karşı'yı yazdığı masa bizim fakirhanede bulunuyor." -R. N. Güntekin.
fakirizm is. Fr. fakirisme fel. Hint felsefesinde insan vücudu bütün kötülüklerin kaynağı sayıldığından, bedene eziyeti ruhun kurtuluşu ve mutluluğu İçin gerekli gören çilekeşlik.
fakirleşme is. Yoksullaşma.
fakirleşmek (nsz) Yoksullaşmak.
fakirleştirme is. Fakirleştirmek işi veya durumu.
fakirleştirmek (-i) Yoksullaştırmak: "Bunların hepsini silip 'kez' kelimesini ısrarla kullanmak bir dili fakirleştirmek demektir." -B. Felek.
fakirlik, -ği is. 1. Yoksulluk: "Bilmezsin belki, arpa elemeği de İran'da fakirliğin sembolüdür." -T. Buğra. 2. Verimsizlik, kısırlık: Toprağın fakirliği. 3. Yetersizlik: Dilin fakirliği.
fakr is. Ar.fakr esk. Yoksulluk, fukaralık.
faks is. Fr. Belgegeçer.
faksimile is. Fr. facsimile Tıpkıbasım.
fakslama is. Fakslama, belgegeçerleme işi.
fakslamak (-i) Belgegeçerlemek, belgegeçer ile göndermek.
faktitif is. (fa 'ktitif) Fr. factitif dbl. Ettirgen fiil.
faktör is. Fr. facteur Etken, etmen: "Bütün hastalıklarda böyle ruh faktörleri bulunabilir." -V'. Safa.
fakül is. Fr.facule astr. Benek.
fakülte is. (fakülte) Fr. faculte Bir üniversitenin, öğrenim alanı veya uzmanlık konusu bakımından ayrılmış kollarından her biri: "Bir ev hizmetçisi azıcık dişini sıkınca çocuğunu fakülteye gönderebiliyor." -Ç. Altan.
→ eğitim fakültesi
fakü İteli sf. Fakülte öğrencisi olan (kimse).
fal is. Ar. fiil Geleceği öğrenmek, şans ve kısmeti anlamak amacıyla oyun kâğıdı, kahve telvesi, el ayası vb.ne bakarak anlam çıkarma, bakı: "Ben bütün fallara, bütün rüyalara, bütün itikatlara inanırım." -P. Safa. fal açmak (veya bakmak) bakla, su, iskambil vb.ne bakarak gelecekte olacak şeyleri anlamaya çalışmak: "Tutun birer niyet de, açayım size birer maydanozlu fal!" -O. C. Kaygılı. "Para ile fala baktığı hâlde geçim sıkıntısından kurtulamıyor." -R. N. Güntekin.
→ falname, fal taşı, bakla falı, el falı, kahve falı, papatya falı
falaka is. (fala'ka) Ar. falaka 1. Ceza olarak ayak tabanlarına vurmakta kullanılan, ayakları uygun bir durumda sıkıştırıp tutan, kalınca bir sopa ile bunun iki ucuna bağlı bir ipi olan cezalandırma aracı. 2. Bu araçla uygulanan dayak cezası. 3. Bazı kaldıraçlarda kullanılan ucu iple bağlı ağaç parçası. falakaya çekmek (veya yatırmak veya vurmak veya yıkmak) falakaya bağlayarak dövmek.
→ araba falakası
falakacı is. tar. Sadrazamın, İstanbul kadısının, yeniçeri ağasının veya sekbanbaşmın denetlemeler sırasında yanında bulunan ve suçlu bulunanları falakaya yatıran görevli.
falakalı sf Falakası olan.
falakasız sf Falakası olmayan.
falan zm. Ar. fulün 1. Söylenmesi istenmeyen veya gerekli görülmeyen bir özel adın yerini tutan kelime, filan: Bana "falan geldi, falan gitti" diye anlatmaya başladı. 2. is. Cümlede belirtilen nesne veya nesnelerden sonra gelerek "ve benzerleri" anlamında kullanılan bir söz: "Hiç heyecan falan göstermiyor." -Ö. Seyfettin. 3. sf. Tarih, yer, kişi vb.nin önüne gelerek tekrarlanmak istenmeyen sözlerin yerine kullanılan kelime: Falan tarihte, falan yerde, falan kişi ile gezerken sizi gördüm.
→ falan festekiz, falan feşmekân, falan fıstık, falan filan, filan falan
falanca sf. 1. Falan: Falanca yerde, falanca gün. 2. zm. Falan kimse: Falanca geldi.
falan festekiz is. Falan filan: Unutma, yok bilmem, görmemiş, falan festekiz gibi masallar anlatmaya başladı.
falan feşmekân is. Falan filan.
falan fıstık, -ğı is. Falan filan.
falan filan is. Önem verilmeyen, hafıfsenen kimse, şey, filan falan, falan festekiz, falan feşmekân: Ona kâğıt, kalem falan filan lazım.
falanına sf. Söylenmesi gerekli görülmeyen sıra sayısı yerine kullanılan bir söz, filanıncı: Falanıncı evin falanına katına diye yazarsınız.
falanj is. Fr. phalange 1. tar. Eski Yunanlarda, özellikle Makedonya yayalarının çekirdeğini oluşturan mızraklı alay. 2. Bazı ülkelerde yarı askerî, siyasi kuruluş: İspanya Ulusal Falanjı.
falanjist is. Fr. phalangiste İspanya'da falanj üyesi.
falcı is. Fala bakmayı kendine geçim yolu yapan kimse: "Falcılar, gelecekte olacakları bir bir bilir ve söyler." -A. Ş. Hisar.
→ yıldız falcısı
falcılık, -ğı is. Falcının işi, bakıcılık.
→ yıldız falcılığı
falçata is. (falça'ta) it. falcetto Eğri kunduracı bıçağı.
falçatalı sf. Falçatası olan.
falçete is. bk. falçata.
falez is. Fr.falaise Yalı yar.
fallus is. tat. Phallus Erkeklik organı.
falname is. (falna:me) Ar. fal + Far. nâme esk. Fala bakmanın inceliklerini ve yorumlama özelliklerini anlatan kitap.
falso is. (fa'lso) ît. falso 1. müz. Bir parça çalınır veya söylenirken yapılan nota yanlışlığı: "Ahenge falso, kalın erkek sesleri de karıştı." -H. R. Gürpınar. 2. mec. Yanlış davranış: "Bu iyi adamın şu kadarcık cehaleti ve falsosunu hoş görmeli." -A. Gündüz. falso çıkmak bozuk olmak, umduğunu bulamamak: "Yüzde beş yüz kâr beklediği bu işlerin alt tarafı falso çıkınca apışmış kalmıştı. " -E. E. Talu. falso vermek 1) bozulmaya yüz tutmak: "Artık İstanbul'da her şey gevşemiş, falso vermişti." -Ö. Seyfettin. 2) açık vermek, falso yapmak 1) yanlış çalmak, söylemek: "Yeteneksizliğini ortaya koyacak bir falso yapmaktan korkuyordu." -Ç. Altan. 2) yanlış davranışta bulunmak.
falsolu sf. 1. Yanlış, hatalı, kusurlu: "Bu saydığım, rolün falsolu tarafları." -R. N. Güntekin. 2. argo Uygun ve yerinde olmayan. 3. sp. Döne döne ve ekseninden kayarak, kavisli.
falsosuz sf. 1. Hatasız, kusursuz. 2. zf. Hatasız, kusursuz biçimde: "Halis bir şiiri okumak demek, ona şairinin verdiği musiki ayarıyla, fazla ve eksik bir ses ilave etmeksizin, musikiden anlayanların tabiriyle, falsosuz okumak demektir." -Y. K, Bey atlı.
fal taşı is. Falcıların fala bakmak için kullandıkları değişik biçim ve renklerdeki taş.
falya is. (fa'lya) İt. falia esk. 1. ask. Toplan ateşlemek için ağızotunun konulduğu delik. 2. Kapıp koyuverme, salıverme: "Sus! Buruntu geçiriyorum, azıcık kıpırdamam falya. " -H. R. Gürpınar.
falyanos is. Yun. zool. Yunus balığının iri bir türü.
familya is. (fami'lya) İt. famiglia 1. Aile: "Halep'in esas familyalarının asılları Türklerdi." -F. R. Atay. 2. biy. Birçok ortak özellikleri sebebiyle bir araya getirilen cinslerin topluluğu, fasile: Karabuğdaygiller. İzmaritgiller. Gelincikgiller. 3. hlk. Karı, eş.
→ alt familya
fan is. Ing.fân 1. Havalandırma aracı, pervane, pervane kanadı, vantilatör. 2. Sıcak veya soğuk havayı dengeli olarak savuran araç.
fanatik, -ği sf Fr. fanatique Bağnaz: "Kendine fanatik tutkunluk duyan insana göre, dünyanın ekseni kendisidir." -H. Taner.
fanatikleşme is. Fanatikleşmek işi.
fanatikleşmek (-i) Fanatik duruma gelmek.
fanatizm is. Fr. fanatisme Bir kimseye veya bir şeye aşırı düşkünlük ve tutkuyla bağlılık, taassup, bağnazlık: "Aile fanatizmi de bir başka bencillik tezahürüdür." -H. Taner.
fanfan sf. hlk. Konuşması çok iyi anlaşılmayan (kimse).
fanfar is. Fr. fanfare müz. 1. Bakır üflemeli çalgılardan oluşan orkestra. 2. Bu orkestranın çaldığı tartımlı ve canlı parça.
fanfin is. hlk. "Anlaşılmayan bir dille konuşmak" anlamında kullanılan fanfin etmek birleşik fiilinde geçen bir söz.
fangri is. (fa'ngri) Yun. zool. Mercan türünden bir balık.
fani is. Fr. phaniefız. İnsan gözünün algıladığı ışık şiddeti.
fâni sf. (fa:ni:) Ar. fâni Ölümlü, gelip geçici, kalımsız: "Her fâni güneşten, çimden nasibini alıyor." -Y. Z. Ortaç.
→ fâni dünya
fâni dünya is. Ölümlü, kalımsız dünya.
fanila is. (fani'lâ) İt. phanella 1. Genellikle ince pamuk ipliğinden dokunmuş, ten üzerine giyilen İç çamaşırı: "Nihat'ı birkaç fanila ile sımsıkı giydirerek bitişik odada, karyolaya oturttu." -P. Safa. 2. sf. Yumuşak yünden örülmüş veya dokunmuş, hafif ve gevşek (kumaş): Fanila örtü.
→ atlet fanilası, ten fanilası
fânilik, -ği is. (fa:ni:lik) Fâni olma durumu: "Bütün bu fânilikleri küçük görerek bunları ancak gönül oyalayıcı şeyler diye telakki ettiklerini gösteriyordu." -A. Ş. Hisar.
fanta is. (fa'nta) zool. Mavimsi yeşil renkli bir tür baştankara.
fantasma is. (fa'ntasma) Fr. fantasme Gerçekte olmadığı hâlde var gibi görünen hayal.
fantastik, -ği sf. Fr. fantastiaue 1. Gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayalî: Fantastik hikâyeler. 2. is. ed. XVIII. yüzyıldan başlayarak Fransa'da gelişen bir edebî tür.
fantaziye is. bk. fantezi.
fantazya is. (fanta'zya) Yun. Arap atlılarının bayramlarda yaptıkları gösteri, atlı gösteri.
fantezi is. Fr. fantasie 1. Sonsuz, sınırsız hayal. 2. Değişik heves, değişik beğeni, değişik düşünüş: "Üstelik büyük bir taklit kabiliyeti ve fantezisi vardı." -R. N. Güntekin. 3. sf Süslü ve türü değişik olan: "Yerinden doğrulmuş fantezi ipek çoraplarım, yeni gömleğini gururla göstererek, gülüyordu." -R. N. Güntekin. 4. müz. Serbest biçimli beste veya alaturkada serbest biçimli şarkı.
fantezist is. Fr. fantaisiste Fantezi meraklısı, fanteziye düşkün kimse: "Marazi insanların bu dünyada büyük bir yeri olduğunu sanan Dostoyevski, bir fantezistten başka bir şey değildir." -O. V. Kanık.
fanti is. Yun. İskambil oyunlarında oğlan, bacak veya vale adlarıyla bilinen kâğıt.
fantom is. Fr.fantöme Hayalet.
fanus is. (fa:nus) Ar. fânüs 1. Süslü, ayaklı fener. 2. Saat, mikroskop vb. araçları tozdan korumak için üzerlerine kapatılan, yarım küre biçiminde cam kap. 3. Genellikle silindir biçiminde olan mum, gaz lambası vb. aydınlatma araçlarının çevresini kapatarak rüzgârdan koruyan cam: "Madenî darbe ortada asılı avizenin fanuslarına çarptı." -R. H. Karay.
fanuslu sf. Fanusu olan: "Çabuk, fanuslu lambaları yak, paşa geldi." -M. C. Kuntay.
fanya is. (fa'nya) Yun. Bir balık ağına eklenen iri gözlü ikinci ağ.
fanyol is. İt. Eufonio'dan müz. esk. Bariton veya tenor ses veren, bakırdan yapılmış çalgı: "Klarnetlerle, fanyollar ağır, yalvarıcı nağmelere dökülmüşlerdi." -O. C. Kaygılı.
far (I) is. Fr. phare Taşıtların ön bölümünde bulunan, kısa ve uzun mesafeyi aydınlatmaya yarayan ışık düzeneği: "Taksi yaklaşırken farların ışıkları gittikçe güçlenerek yukarılara doğru tırmandı." -N. Cumalı.
→ kısa far, uzun far, sis farı
far (II) is. Fr. fard Kadınların süs için göz kapaklarına sürdükleri çeşitli renkte boya, düzgün: "Uzun ve kıvırcık kirpiklerini göz kapaklarına kadar sürdüğü farla boyadı." -C. Uçuk.
farad (İngiliz fizikçi Faraday'ın adından) fiz. Elektrik sığa birimi.
faraş is. Ar. ferrâş Toplanan süprüntüleri alıp atmak için kullanılan teneke veya plastikten yapılmış kısa saplı bir tür kürek: "Elinde tuttuğu, içi süprüntü dolu faraşı merdivenlerin dibine boşalttı." -E. E. Talu. faraş gibi (veya kadar) çok büyük veya çok geniş açılan (ağız).
faraza zf. (fa'raza:) Ar. faraza esk. Diyelim ki, sayalım ki, ola ki, tutalım ki, varsayalım ki: "Faraza bendeniz beyefendi, ne ticaret yapabilirim ne memuriyet." -S. F. Abasıyanık.
farazi sf (farazi:) Ar. farzi esk. Varsayımsal.
faraziye is. Ar. fariiyye esk. Varsayım: "Faraziyenizi çok yanlış ön yargılara oturtuyorsunuz. " -H. Taner.
farba is. Fırfır.
farbala is. (fa'rbala) İt.falbala Fırfır: "Tam o sırada çıt etti, merdivenin üstüne asılı farbalaların bir köşesi koptu." -P. Safa.
fare is. (fa:re) Ar.fârezool. 1. Sıçangillerden, küçük vücutlu, kemirgen, memeli hayvan (Mus): Tarla faresi. Fındık faresi. 2. Sıçan. fare çıktığı deliği bilir bir kabahate, suça veya gizli işe kalkışan kişi, yakalanacağını anladığında nereye sığınacağını bilir, fare deliğe sığmamış, bir de kuyruğuna (veya kıçına) kabak bağlamış 1) yapamayacağı kadar ağır bir işi varken başka bir iş daha yüklenmiş; 2) kendisi sığıntı durumundayken yanına bir kişi daha almış, fare düşse, başı yarılır bir yerin boş ve yoksulluk içinde bulunduğunu anlatan bir söz. (bir yerde) fareler cirit oynamak bir yerde kimseler bulunmamak.
→ fare deliği, faredişi, farekulağı, farekuyruğu, fare otu, kör fare, sivri fare, fındık faresi, fil faresi, firavun faresi, kar faresi, otel faresi, tarla faresi
fare deliği is. Gizlenecek yer. fare deliği bin altın herkesin kaçıp saklanacak bir yer aradığı durumlarda, saklanılacak bir yer bulmak çok güçtür.
faredişi is. Bir iğne veya boncuk oyası türü.
farekulağı is. bot. 1. Çuha çiçeğigillerden, tohumu kuş yemi olarak kullanılan bitkilerin cins adı, bağırsak otu, sıçankulağı (Anagallis). 2. Yabani mercanköşk (Origanum vulgare).
farekuyruğu is. Tahta işlemeciliğinde veya ahşap doğramada, kilit yeri açmakta kullanılan ince, dar testere.
farenjit is. Fr. pharyngite tıp Yutak iltihabı.
fare otu is. bot. Sütleğengillerden, mavi çiçekli, tohumları fare zehri olarak kullanılan bir bitki.
farfara sf. Ar. ferfere 1. Ağzı kalabalık, gürültücü: "Dalmış gülüp konuşmaya yüzlerce farfara / Yorgun kulaklarımda sürerken bu yaygara." -Y. K. Beyatlı. 2. Çok övünen. 3. Aceleci: "Halim, adı üstünde sabırlı bir adamdır, farfara değildir, daha temkinlidir." -B. Felek.
farfaracı is. Gürültücü, şamatacı kimse.
farfaracılık, -ğı is. Farfaracı olma durumu.
farfaralık, -ğı is. Farfara olma durumu, farfara davranış.
farıma is. Farımak işi.
farımak (nsz) 1. Güçsüz düşmek, yorulmak. 2. Eskimek, yıpranmak. 3. Vazgeçmek, usanmak: "Sakin olsam bu sevdadan farısam / Balsız kovan gibi bomboş olurum." -Âşık Veysel. 4. hlk. Kocamak, yaşlanmak, ihtiyarlamak.
fariğ sf (fa:riğ) Ar. fariğ esk. 1. Vazgeçmiş, çekilmiş. 2. Sıkıntısız, rahat. 3. huk. Bir mülkün kullanma hakkını başkasına bırakan. fariğ olmak vazgeçmek, çekilmek, el çekmek.
farika is. (fa:rika) Ar. farika esk. Bir şeyin benzerlerinden ayırt etmeye yarayan durum veya öge, ayırmaç.
→ alametifarika
faril is. İng. furl Balık ağlarının alt ve üst yanlarına geçirilen keçi kılından yapılmış ip.
Farisi Öz. is. (fa:risi:) Far. fars + Ar. -i esk. Farsça.
fariza is. (far'v.za) Ar. fariza esk. 1. din b. Tanrı buyruğu: Hac farizası. 2. Yapılması gerekli ödev, görev. 3. huk. Şeriata uygun bir biçimde mirasçılara düşen pay.
fark is. Ar. fark 1. Bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasmı sağlayan ayrılık, benzer şeyleri birbirinden ayıran özellik, başkalık, ayrım, nüans: "Aralarında sekiz, on yaş fark bulunmasına rağmen, iki akran gibiydiler." -R. N. Güntekin. 2. man. Ayrım. 3. mat. Çıkarma işleminin sonucu. fark atmak ileri gitmek, çok üstün gelmek. fark etmek 1) görmek, seçmek: "Boğaz'ın sisle kaplı olduğunu, ancak ön güvertede bir yer bulup oturunca fark etmişti." -A. İlhan. 2) anlamak, sezmek: "Öç almanın fırsatım yakalamış gibi konuştuğunu fark etti." -T. Buğra. 3) değişmek, başkalaşmak; 4) ayırt etmek: "Konuşma kesilmiyor, şimdi yabancı sesleri daha iyi fark etmekteyim." -R. H. Karay, fark etmez önemi yok, etkisi olmaz, değişmez, fark gözetmek ayrı tutmak: "Siz erkekler ekseriya nikâhlı kadınla nikâhsız kadınlarınız- arasında bir fark gözetirsiniz." -H. C. Yalçın, fark olunmak 1) seçilip ayırt edilmek; 2) anlaşılmak; 3) sezilmek. fark yapmak üstünlük sağlamak. farkına varmak gözüne çarpmak, fark etmek, anlamak: "Dünya nimetlerinin bir bir farkına varmaya başlarız." -H. Taner, farkında olmak (veya olmamak) görülmesi veya bilinmesi gereken şeylerden haberi bulunmak (bulunmamak), kavranması gereken bir şeye dikkat etmek (etmemek): "Farkında olmadan kendini bir gün bu pis, hastalıklı, cerahatli suyun dibinde bulacaksın." -P. Safa.
→ ortak fark, burun farkı, potansiyel farkı, saat farkı, sayı farkı
farkındalık, -ğı is. Farkında olma durumu.
farklı sf. Farkı olan, aralarında fark bulunan, değişik, ayrımlı: "Vücut ve yüz hatları, giyiniş ve yürüme tarzı çok mu farklı?" -R. H. Karay.
farklıca sf. (farklı'ca) 1. Biraz farklı: "Birinci bölüm de orijinalinden farklıca." -C. Meriç. 2. zf. Farklı biçimde.
farklılaşma is. 1. Farklılaşmak İşi, ayrımlaşma. 2. biy. vejeol. Ayrımlaşma.
→ toplumsal farklılaşma
farklılaşmak (nsz) Farklı duruma gelmek, ayrımlaşmak.
farklılaştırma is. Farklılaştırmak işi.
farklılaştırmak (-i) Farklı duruma getirmek.
farklılık, -ğı is. 1. Farklı olma durumu, ayrımlılık, başkalık: "Evvelkilerle bu son görüşümüz arasındaki farklılıkları ölçüyorum." -Y. K. Beyatlı. 2. fel. Doğal, toplumsal ve bilince dayanan her olay ve olguyu bütün ötekilerden ayıran özellik.
farksız sf. Farkı olmayan: "Kâğıt para ile altın arasındaki kıymetin hemen hemen farksız denebileceği bir tarihte..." -H. F. Ozansoy.
farksızlaşma is. Farksızlaşmak işi.
farksızlaşmak (nsz) Farksız duruma gelmek.
farksızlık, -ğı is. Farksız olma durumu, ayrımsızlık.
farmakodinami is. Fr. pharmacodynamie tıp Hasta veya normal organizmalar üzerinde, ilaçların etkisini deneysel olarak inceleyen, araştıran bilim.
farmakodinamik, -ği is. Fr. pharmacodynamiaue tıp 1. İlaçların etki gücü. 2. Hasta veya normal organizmalar üzerinde ilaçların etkisini inceleyen eczacılık dalı.
farmakognozi is. Fr. pharmacognosie tıp İlaçların doğada bulundukları durumda incelenmesi.
farmakolog, -ğu is. Fr. pharmacologue tıp Farmakoloji ile uğraşan, farmakoloji uzmanı.
farmakoloji is. Fr. pharmacologie tıp İlaçların etkisini ve kullanılışını inceleyen bilim dalı.
farmakolojik, -ği sf. Fr. pharmacologique tıp Farmakoloji ile ilgili.
farmason is. Fr. francmaçon 1. Mason. 2. sf. hlk. Dinsiz, imansız.
farmasonluk, -ğu is. Masonluk.
fars is. Fr. farce tiy. Güldürü.
Fars öz. is. Ar. fors İran'ın güneybatısında yaşayan halk veya bu halkın soyundan olan kimse.
Farsça öz. is. (fa'rsça) 1. İran devletinin resmî dili, Acemce. 2. sf. Bu dille yazılmış olan.
farta furta is. Fart furt. farta furta etmek fart furt etmek, fartası furtası olmamak patavatsızca konuşmak.
fart furt is. Anlamsız, boş söz, farta furta. fart furt etmek anlamsız, boş sözlerle böbürlenmek, farta furta etmek.
farz is. Ar. farz 1. din b. Müslümanlıkta, özür olmadıkça yapılması zorunlu, yapılmaması günah sayılan ibadet. 2. mec. Yapmak zorunda kalınan şey, boyun borcu: Bunun üzerine, işe bir son vermek farz oldu. farz etmek öyle kabul etmek, varsaymak: "Peki, farz edelim ki esas itibarıyla arzunu kabul ettim." -R. N. Güntekin. farz olmak yapılması kaçınılmaz olmak, farz olunmak varsayılmak: "Vapurun kahvecisi Kefalonyalı denilen ve kötü bir insan farz olunan biriydi." -Y.K. Beyatlı.
→ farzımuhal
farzımuhal zf (fa'rzımuha.i) Ar. farz + muhal esk. 1. Olmayacak, gerçekleşmeyecek bir şeyi olacakmış, gerçekleşecekmiş gibi düşünerek, sayarak. 2. Tutalım ki, sayalım ki, varsayalım ki.
fasa fiso sf. (fa'sa fı'so) Değer ve önemi olmayan, boş (şey veya söz).
fasarya sf. (fasa'rya) Yun. argo 1. Boş, anlamsız (söz). 2. işe yaramaz, yeteneksiz: "Öylesine fasarya semt takımında bile yer alamaz, her zaman yedek dururdu." -H. Taner.
faset is. Fr. facette 1. Baskı işlerinde harf ve satırları formada tutmak ve sıkmak için kullanılan kama. 2. Dişin ön yüzüne estetik amaçla yapılan kaplama.
faseta is. bk. façeta.
fasık, -ğı sf. (fa:sık) Ar. fâsik esk. 1. Allah'ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen. 2. Kötülük eden, fesatçı.
fasıl, -sh is. Ar. faşl 1. Bölüm, kısım, devre: "Kitabı kapadı, biraz durdu, sonra tekrar açarak o faslı sonuna kadar bir hamlede okudu." -P. Safa. 2. Dönem, devre: "Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç / Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç." -Y. K. Beyatlı. 3. Belli bir sürede yapılan iş, karşılaşılan durum veya olay: "Fazla olarak arada bir patronu çekiştirmek, dedikodu yapmak faslı da kapanacak." -H. E. Adıvar. 4. müz. Peşrev, nakış, şarkı, saz semaisi vb. parçaların belli bir sıraya göre çalınıp söylenmesi: "Radyo ince sazdan sultaniyegâh faslına başlamış." -A. İlhan. 5. tiy. Orta oyununa başlamadan önce saz takımının çaldığı köçek havası ve curcuna. 6. tiy. esk. Osmanlı ve Arap tiyatrosunda oyunun perde bölümü.
→ fasıl heyeti, fasletmek
fasıla is. (faısıla) Ar. fasıla Aralık, ara, kesinti: "Kısa bir fasıladan sonra kadının sesi tekrar işitildi." -R. N. Güntekin. fasıla vermek ara vermek, kesmek: "Birer kart göndererek baş ağrılarından dolayı bu kabullere fasıla verdiğini bildirmişti." -P. Safa.
fasılalı sf. (fa:sılalı) Aralı, aralıklı, kesintili: "Tren seyrek ve fasılalı ağaçların arasından geçiyordu."-Ö. Seyfettin.
fasılasız sf. (faısılasız) 1. Kesintisiz, biteviye. 2. zf Arasız, aralıksız, durmadan, ara vermeden, kesintisiz, biteviye: "Biraz durursa yere yıkılacağım sanarak fasılasız yürüyordu." -P. Safa.
fasıl heyeti is. müz. Gerekli sazlarla tam olarak bir fasıl yapabilecek durumdaki alaturka saz topluluğu.
fasih sf Ar. fasih esk. 1. Açık ve düzgün (anlatış): "... sözleri daha fasih çıkarmak için hafif şapırtılarla oynayan kırmızı dudaklarına takılıyordu." -P. Safa. 2. Açık ve düzgün konuşma yeteneği olan.
fasikül is. Fr. fascicule Büyük eserlerin ayrı ayrı bölümler hâlinde yayımlanan parçalarından her biri, cüz.
fasile is. (fasvle) Ar. fasile biy. esk. Familya: "Hepsi de bu asrın bir nevi insan fasilesine mensuptular."-P'. Safa.
fasit sf. (fa:sit) Ar. füsid esk. 1. Kötü, bozuk: Fasit fikir. 2. Ara bozucu, fesat çıkaran, müfsit: Fasit adam. fasit olmak namaz, oruç, abdest vb. bozulmak.
→ fasit daire
fasit daire is. man. Kısır döngü: "Fasit daire, dönüp dolaşıp aynı noktaya gelinen meseleler için söylenir." -B. Felek.
faska is. (fa'ska) Lat. Kundak çocuklarının beline, zıbının üzerinden sarılan geniş sargı.
fasla fasla zf Yer yer: Vücudu fasla fasla kabarmış.
fasletme is. Fasletmek işi.
fasletmek, -der (-i) Ar. faşl + T. etmek esk. 1. Ayırmak, bölmek. 2. Çözmek, sonuçlandırmak.
Faslı öz. is. Fas halkından olan kimse.
fason is. Fr.façon 1. Terzinin belli bir ölçü ve örneğe göre kumaşa biçim vermesi işi, kesim. 2. tic. Malzemesi marka sahibi tarafından karşılanarak başka bir firmaya yaptırılan mal, fason mal.
→ fason imalat, fason mal, fason üretim
fasone is. Fr. façonne 1. Çözgü veya atkının kumaş yüzeyi üzerinde, kendiliğinden bir desen oluşturduğu her tür kumaş. 2. Bu tür kumaşları oluşturan desen örneği.
fason imalat is. tic. Fason üretim.
fason mal is. tic. Fason.
fason üretim is. tic. Malzemesi marka sahibi tarafından karşılanarak başka bir firmaya yaptırılan üretim, fason İmalat.
fassal sf Ar. faşşâl esk. İftira atan, gerçek olmayan isnatlarda bulunan (kimse): "Gayet fassal, dedikoducuydu da..."-R. H. Karay.
fassallık, -ğı is. Fassal olma durumu: "Onda fassallık yalnız sanatlaşmış değildir, geçim yolu da odur." -F. R. Atay.
fastfood is. İng.fastfood bk. hazır yemek.
fasulye is. (fasu'lye) Yun. bot. 1. Fasulyegillerden, barbunya, çalı, ayşekadın, horoz vb. türleri bulunan bitki (Phaseolus vulgaris). 2. Bu bitkinin sebze olarak yararlanılan yeşil ürünü ve kuru tohumları, (biri) fasulye gibi kendini nimetten saymak kendine çok değer vermek, kendini bir şey sanmak, fasulye sırığı gibi zayıf, sıska ve çok uzun boylu: "Fasulye sırığı gibi üç buçuk akasya ile park mı olurmuş?" -T. Buğra.
→ fasulye pilakisi, fasulye piyazı, boncuk fasulye, kuru fasulye, taze fasulye, yeşilfasulye, zeytinyağlı fasulye, çalı fasulyesi, horoz fasulyesi, sırık fasulyesi, soya fasulyesi, şeker fasulyesi
fasulyegiller ç. is. bot. Kapalı tohumlu, iki çenekli, ayn taç yapraklı çiçekli bitkiler familyası.
fasulyemsi sf. Fasulyeyi andıran, fasulyeye benzeyen, fasulye gibi.
fasulye pilakisi is. Kuru fasulyenin pişirilmesi İle yapılan pilaki: "Memurların kibar kısmı ... fasulye pilakisi yemeğe gitmişlerdi."-R.N.Gwıtekm.
fasulye piyazı is. Haşlanmış kuru fasulye ile katı yumurta ve kuru soğan karışımı piyaz.
faş is. (fa:ş) Far. faş esk. Açığa vurulma, ortaya dökülme, faş etmek gizli olanı açığa vurmak, duyurmak, ortaya dökmek, dile vermek: "Bu telaffuz, onun dadılı, matmazelli geçmiş çocukluğunun izlerini de faş ederdi." -H. Taner, faş olmak belli olmak, açıklanmak, ortaya çıkmak: "Sırrının faş olduğu gün ona ölümden başka çıkar yol kalmazdı." -R. H. Karay.
faşır faşır zf. Bol ve çok bir biçimde (akarak): Sular faşır faşır akıyor.
faşing is. (fa'şing) Alm. Fasching Hristiyanlarda büyük perhizden önce düzenlenen şenlik ve eğlenceler, karnaval.
faşist is. Fr.fasciste Faşizm yanlısı olan kimse, görüş vb.
faşisrleşme is. Faşistleşmek durumu.
faşistleşmek (nsz) Faşist duruma gelmek.
faşistleştirme is. Faşistleştirmek işi.
faşîstleştirmek (-i) Faşistleşmesini sağlamak.
faşistlik, -ği is. Faşizm.
faşizan sf. Fr. fascisant Faşist eğilimli.
faşizm is. Fr. fascisme 1. İtalya'da 1922-1943 yıllan arasında etkinliğini sürdüren, meslek kuruluşlarına dayanan, devlet sınırlarını genişletmeyi amaçlayan, yetkinin, tek partinin elinde toplandığı düzen. 2. Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğreti.
fatalist is. Fr.fataliste Yazgıcı.
fatalite is. Fr. fatalite 1. Alm yazısı, yazgı, kader. 2. Uğursuzluk.
fatalizm is. Fr.fatalismefel. Yazgıcılık.
fatih sf. (fa:tih) Ar. fâtih 1. Zafer kazanan, fetheden (kimse): "Milletler tarihte fatihlerden fazla adillere bağlıdırlar." -F. R. Atay. 2. mec. Büyük ve önemli bir iş bitiren kimse: "Gazinoya bir fatih olarak giriyorum." -R. H. Karay. 3. is. tar. îslam devletlerinde bir ülkeyi veya bir şehri savaşarak alan hükümdar ve komutanlara verilen unvan: "Bizans fatihi kartal burunlu II. Mehmet ve Mısır fatihi yıldırım bakışlı Selim, birer dar çukura nasıl sığdılar?" -Y. K. Karaosmanoğlu.
Fatiha öz. is. (faıtiha) Ar. fatiha Kur'an'ın ilk suresi: "Sarımusa Camii'nin bahçesinde yatan evliyaya, dudakları yine bir Fatiha gönderdi." -Y. Z. Ortaç, (bir şeye) Fatiha okumak 1) Fatiha suresini okumak; 2) mec. o şeyden umudunu kesmek.
fatihane zf. Ar. fâtih + Far. -üne esk. Fatih gibi, fatihe benzercesine: "Padişahlık ricalinin en ziyade fatihane düşüneni idi." -Y. K. Beyatlı.
fatura is. (fatu'ra) İt. fattura tic. Satılan bir malın cinsini, miktarını ve fiyatını bildirmek için satıcının alıcıya verdiği hesap pusulası: "O hengâmede, lokantanın faturası da ödenmemiş tabii..."-Ç. Altan. faturasını (birine) çıkarmak (veya ödetmek) sorumluluğu birine yüklemek: "Halktan yana olduğun için de çok güç bir fatura ödetirler. " -H. Taner.
→ naylon fatura, proforma fatura
faturalama is. Faturalamak işi.
faturalamak (-i) Bir malın faturasını düzenlemek.
faturalatma is. Faturalatmak işi.
faturalatmak (-i) Faturalama işini yaptırmak.
faturalı sf. Faturası olan.
→ faturalı hat, faturalı yaşam
faturalı hat, -ttı is. Bağlı bulunulan işletme tarafından faturalandırılan cep telefonu hattı.
faturalı yaşam is. Yapılan alışverişte fatura alma alışkanlığı.
faturasız sf. Faturası olmayan.
faturasız hat, -ttı is. Bağlı bulunulan işletme tarafından fatura gönderilmeden, kontör satın alınarak kullanılan cep telefonu hattı.
faul, -lü is. İng. faul sp. Karşılaşmalarda rakip oyuncuya yapılan kural dışı hareket.
faullü sf. 1. Faulü olan, faul yapmış olan. 2. zf. Faul yaparak: Çok faullü oynadığı için oyundan alındı.
faulsüz sf. 1. Faulü olmayan, faul yapmayan. 2. zf. Faul yapmadan; "Daha o yaşta, sert, hızlı, fakat faulsüz oynardı." -H. Taner.
fauna is. Lat. fauna 1. zool. Belli bir bölgede yaşayan hayvanların tümü, direy. 2. Bu hayvanların tanımını yapan eser.
fava is. (fa'va) Yun. Bakla tanelerinin kabuğu soyulduktan sonra yapılan zeytinyağlı yemek.
favori sf. Fr. favori 1. Herhangi bir iş veya yarışmada üstünlük sağlayacağına İnanılan (kimse, taraf, takım vb.). 2. En çok beğenilen: Favori şarkınız hangisi? 3. is. Yarışı kazanacağı düşünülen at. 4. is. Yüzün iki yanında, saçın devamı olarak bırakılan sakal demeti: "Gür ve sarı kaşları, beyaz favorileri ile bir ingiliz albayını andırıyordu." -H. Taner.
fay is. Fr. faille jeol. Kayaç kütlelerinin bir kırılma düzlemi boyunca yerlerinden kayması, kırık (III).
fayans is. Fr. faıence Duvarları kaplayıp süslemek için kullanılan, bir yüzü sırlı ve türlü desenlerle bezenmiş, pişmiş balçıktan levha.
fayansçı is. Fayans döşeyen veya satan kimse.
fayansçılık, -ğı is. Fayansçının işi veya mesleği.
fayda is. Ar. fa'ide Yarar: "Bunların faydasından geçtik, zararlarını görmeyelim." -M. Ş. Esendal. fayda etmemek etkisi olmamak, işe yaramamak, yararlı olmamak: "Hekimler epeyce çalıştılar, ilaç verdiler, kan aldılar ise de fayda etmedi." -M. Ş. Esendal. fayda vermemek yararlı olmamak. faydası dokunmak yararlı olmak, kâr sağlamak: "Şimdiye kadar bana iki paralık faydan dokundu mu ki, her gün alacaklı gibi gırtlağıma sarılıyorsun!" -R. N. Güntekin. faydası olmak yararlı olmak, olumlu etki yapmak: "Bunlar yazı ile anlatılacak, anlatılırsa bir faydası olacak şeyler değil." -S. F. Abasıyanık. faydasını görmek 1) yarar sağlamak: "Almanya'da kaldığım sürece, bu çizmelerin çok faydasını gördüm." -H. Taner. 2) kâr elde etmek.
faydacı is. Yararcı.
faydacılık, -ğı is. fel. Yararcılık.
faydalanma is. Yararlanma.
faydalanmak (-den) Yararlanmak: "Genç askerler Bulgarların harbe girmiş olmasından faydalanmak fikrindedirler." -F. R. Atay.
faydalı sf. Yararlı: "Seninle dostluğumuzu, artık hayırlı ve faydalı buluyor." -H. Taner. faydalı olmak yararlı olmak, yarar sağlamak: "Ben şurada karınca kaderince daha faydalı olmaya çalışırım." -H. Taner.
faydasız sf. Yararsız: "Bir aralık evden savuşmak da aklına geldi ama faydasız buldu."-M. Ş.Esendal.
faydasızlık, -ğı is. Faydasız olma durumu.
fayrap, -bı is. (fa'yrap) İng. fire up 1. Bir istim kazanının, istim oluşturacak biçimdeki yanar durumu. 2. argo Herhangi bir şeyi veya işi hızlandırma. 3. argo Kapı, pencere, giysi vb.ni açma, çıkarma. 4. ünl. Gemilerde ateşçiye ateşi harlandırmak için verilen komut: "Makine dairesinin zırıltısı yükseldi. Bunun ne demek olduğunu anladık. Fayrap! Kazanlara fazla islim gerekir, bittabi ocaklara da fazla ateş ve kömür." -Halikarnas Balıkçısı, fayrap etmek 1) ocağın ateşini harlandırmak; 2) argo herhangi bir işi veya şeyi hızlandırmak: Beleş rakıyı bulunca fayrap etti. 3) argo açmak, çıkarmak: Pencereleri fayrap etti. Gömleği fayrap etti.
fayton is. Fr. phaeton 1. Tek körüklü, dört tekerlekli, genellikle çift atlı binek arabası, payton: "Kır atların çektiği bir faytonla gelirdi. " -P. Safa. 2. zool. Perde ayaklılardan, sıcak deniz kıyılarında yaşayan, uzun kuyruklu bir kuş (Phaeton).
faytoncu is. 1. Fayton süren kimse. 2. Fayton işleten kimse.
faytonculuk, -ğu is. Faytoncunun işi.
faz is. Fr. phase Elektrik geriliminde evre.
→ faz kalemi, çok fazlı, iki fazlı, tek fazlı
fazıl sf. (fa:zıl) Ar. fâzıl esk. Faziletli, erdemli (kimse).
fazilet is. (fazv.let) Ar. fazilet Erdem: "Onun iyiliğim, faziletini, şan ve şerefini görmek benim saadetimdir." -A. Gündüz.
faziletkâr sf. (fazi:letkâ:r) Ar. fazilet + Far. -kâr esk. Fazilet sahibi olan, faziletli, erdemli: "Çok hafif ve faziletkârdı." -Y. K. Beyatlı.
faziletli sf Erdemli: "Köyün öbür erkekleri gibi Şaban da Zeyno'nun faziletli bir kadın olduğunu sezmişti." -H. E. Adıvar.
faziletsiz sf. Erdemsiz.
faziletsizlik, -ği is. Faziletsiz olma durumu: "Meşru sayılan adilik ve faziletsizliklerden hiçbiri onda yoktu." -P. Safa.
faz kalemi is. Priz, dağıtma tabloları vb. yerlerde gerilim bulunup bulunmadığını anlamaya yarayan araç.
fazla sf. Ar. fazla 1. Gereğinden, alışılmıştan çok, aşırı olan, ziyade: "Yaşamak için çok zorluk çekiyordu. Fazla olarak hastaydı." -R. N. Güntekin. 2. Daha çok, aşkın: "Biz ancak Cumhuriyet devrinde elli yıldan fazla bir barış devri geçirmişiz." -B. Felek. 3. Artmış olan: Fazla ekmeğiniz var mı? 4. zf Gereksiz, yersiz bir biçimde: Fazla konuşma yeter. 5. zf. Gereğinden, alışılmıştan çok olarak, fazla gelmek (veya gitmek veya kaçmak) çekilmeyecek, bıktıracak, tedirgin edecek bir durum almak, fazla kaçırmak alışılmış olan ölçüden çok içmek (veya yemek, konuşmak), fazla mal göz çıkarmaz ne kadar ve ne türden mal olursa olsun elden çıkarılmamalıdır, fazla olmak dayanma gücünü aşacak davranışlarda bulunmak, çok olmak.
fazlaca zf (fazla'ca) Gereğinden biraz daha çok olarak, bir hayli çok: "Tuzak olsun diye bu şaşkın beye fazlaca sokuluyorlar." -R. H. Karay.
fazladan zf. Alışılana ek olarak, alışılandan çok, bol bol, çok çok.
fazlalaşma is. Fazlalaşmak işi, ziyadeleşme.
fazlalaşmak (nsz) Çoğalmak, sayısı artmak, ziyadeleşmek: "Dışarıda sulu kara benzeyen bir yağmur, geceden beri fazlalaşan keskin bir rüzgâr vardı." -P. Safa.
fazlalık, -ğı is. Çokluk, gereğinden artık olma durumu: "Fakat, tuhaf ki, kadın teessürde, korkuda hiçbir fazlalık göstermedi." -R. N. Güntekin. fazlalık etmek birinin varlığı, bulunduğu yerde gereksiz olmak.
fazlasıyla zf. Olağandan, gerekenden çok, pek çok, ziyadesiyle.